ŞEHİR ve KÜLTÜR - 58. Sayı

Page 1



Biz’den… ŞEHR’E VE KÜLTÜR’E DAİR, “MAYIS KIRKANBAR’I ” Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm ..Ziya Paşa İstanbul’da doğan Tanzimat şairimiz ve devlet adamımız Ziya Paşa, yazdıklarıyla şiirlerinde her dönem için özgünlüğü bulunan bir edebiyat zekasına sahiptir..Mayıs ayında vefat etmesi burada şiirini almama ve hatırasını yazmama sebeptir.. Bugüne kadar yazdıkları şiirler, bir atasözü veya deyim mertebesinde, kelâm-ı kibar mahiyetinde söylene gelmiştir. Unutulmaz mısralarından biri; İnsana sadâkat yakışır görsede ikrah Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.. RAMAZAN ; Sahur ayıdır, oruç ayıdır. İsraf Ayı değildir, Zühd ve Takva ayıdır. Bereket ve Tahammül ayıdır.Paylaşmaktır, Gözyaşı ayıdır. Namazı coşkuyla kılmaktır, Teravih gece kıyamıdır. Kadir Gecesi’nin bize bağışlanmasının nedeni günahlarımızdan arınma umudumuzdur. O bir istiğfar gecesidir, dönüşüm gecesidir. Ramazan ayı başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ebedi azaptan kurtuluş müjdesidir.. Sonu başından değerlidir.. Ramazan , şehrin manevi havasını solumak ve yaşatmaktır. Ramazan Kuran-ı Kerîm’dir, Eyüp Sultan’dır, Sultanahmet’tir, Süleymaniye’dir , Sultan Selim’dir, Fatih’tir, Hırka-i Şerif’tir, Desti-mâl’dir, Yahya efendi’dir, Aziz Mahmut Hüdai’dir , Hz Yuşa’dır, Sümbülefendi’dir, Merkezefendi’dir, Fitredir, diyargamlıktır, Mihrimah Sultan’dır, Şehzadebaşı’dır, Hacı Bayram Velî’dir, Büyük Çamlıca’dır, Mukabeledir, Birlikte iftardır, birlikte sahurdur, cemaatle namazdır, Yunus gibi yaşamaktır, Sinan gibi üretmektir, fakiri sevindirmektir, çocuk olmaktır, çocukla çocuk olmaktır. Ramazan ailedir, şehirdir, kültürdür, hoşgörüdür, sudur, su gibi aziz olmaktır, ekmektir,ekmeğini bölüşmektir, bayrağını milletini vatanını devletini sevmektir … HIDRELLEZ; Türk dünyasında bilinen mevsimlik bayramlardan birisidir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan hıdrellez günü, Hızır ve İlyas Peygamber'in yeryüzünde buluştukları gün olması nedeniyle kutlanmaktadır. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında hıdrellez şeklini almıştır. Hıdrellez günü, bugün kullandığımız Gregoryen kökenli takvime göre 6 Mayıstır.. Hızır, yaygın bir inanca göre, hayat suyu (ab-ı hayat) içerek ölmezliğe ulaşmış; zaman zaman özellikle baharda insanlar arasında dolaşarak zor durumda olanlara yardım eden, bolluk-bereket ve sağlık dağıtan, ermiş bir ulu ya da peygamberdir. Hızır'ın kim olduğu, yaşadığı yer ve zaman belli değildir. Hızır, baharla vücut bulan taze yaşamın simgesidir. TÜRK DİLİ BAYRAMI; Dünyanın en köklü dillerinden Türkçe, Türk kültürünün korunması, gelecek nesillere aktarılması ve millet bilincinin sağlanmasında en temel miras olarak ,Karamanoğlu Mehmet Bey'in 742 yıl önce yayımladığı (13 Mayıs 1277'de ) "Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk dilinden

başka dil kullanmaya." fermanıyla resmiyet ve itibar kazandı. Geçmişi beş bin yıl önceye dayanan, dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan tarafından konuşulan Türkçe, 13. yüzyılda halk arasında konuşulmasına karşın devlet yazışmalarında kullanılmıyordu,bu fermanla, Türkçe ilk defa resmi dil kabul edildi. Türkçenin resmi dil olarak kabulü, her yıl Karaman’da 13 Mayıs'ta "Türk Dil Bayramı" olarak kutlanıyor. ÜSTAD NECİP FAZIL BU AY DOĞDU, BU AY VEFAT ETTİ: Kapı kapı, yolun son kapısı ölümse; Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse! O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner, Azrail'e hoş geldin, diyebilmek de hüner... Dedi, ve sonsuzluğa bu ay sırlandı… İSTANBUL’UN FETHİ; Dünyanın kültür başkenti olarak kabul ettiğimiz İstanbul’umuzun Müslüman Türk hakimiyetine girişinin 566.yılını büyük bir coşkuyla karşılıyoruz.. Bu satırlarda sözün özünü, Prof.Dr. Cahit Tanyol’un Fetih Destanı'ndan okuyalım.. … Akşemseddin kelâma ağaz etti Dedi kim, sultanım gerektir cenk Bu kuşku niye Resûl'un emri sende kastı sendedir Müyesserdir bu erle bu serdara fethi Konstantiniyye Başın çevirdi Hünkâr hocası Molla Gürâni'ye, Padişahlar hocası söze yetti… Bir savaş türküsü mırıldanır gibi döküldü dudaklarından: İNNAFETAHNALEKE…. Kalmasın ülkende tek yoksul, tek aç Olmasın kulların kula muhtaç Şeriatın, şeriatların en güzeli Girdiğin her ülkede, Toprağı ayıran çit, Ve sınıflar silinmeli Yeryüzünde hasrederek senin adın Senin adaletin bilinmeli… Senin bayrağın gök olsun… Ve Bizans ebediyyen çöktü Destanımız ne bir masal, ne âyettir İnsanlar inanınca böyle yaşar, böyle ölür.. "Küffara kıyamettir."/ Fetih 566 yıldır böyledir.. Bu şehirde merhamet, 1453 te başlamıştır.. Dergimiz yeni bir mevsime bu güzellikleri hatırlatarak giriyor. Bir şeyleri kaybedince Üzülmek ve yeis’e kapılmak yerine çok çalışmak ve Allahın ipine sımsıkı sarılmaktır bize düşen.. Hz.Mevlâna der ki; ”Kolun mu kırıldı? Üzülme, belki Allah sana kanat verecek.” “Hoş bulduk efendim,Hoşça bakın zatınıza…”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 AKTAV

HAZAR KIYISINDA BiR GÜZELLiK:

Prof. Dr. Abdulhamit AVŞAR

7

iSTANBUL DUBAi OLMASIN

Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN

8 12

ANTALYA TEKELİOĞLU KONAĞI Dr. M. Sinan GENİM

BiR FETH-i MUBÎN VE EYYÛB SULTAN Dr.Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

18

iSTANBUL’DAN MISIR’A HAVA ŞEHiTLERİ ANITI

Mehmet Kâmil BERSE

26 32 42

EVLERiMiZ ŞEHiRLERiN BiBLOSUYDU! Muhsin İlyas SUBAŞI

RiZE DE RiZELi DE RiZE ÇAYI DA KALiTELiDiR.. Fahri TUNA

FATiH'iN SAKLI HAZiNELERi...

Nidayi SEVİM

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse

Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu

Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,


22 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ: PRİŞTİNE VE PRİZREN / Hüseyin YÜRÜK 28 70’ LERİN İSTANBUL’U VE KIR GEZMELERİ / DR.Şimşek DENİZ 34 PROF. DR. ALİ NİHAT TARLAN VE KAHVENÂMESİ / Dr. Şakir DİCLEHAN

52

ZANZiBAR, NUNGWI iLKEL KABiLELERiN MUHTEŞEM COĞRAFYASI

Veli DALBUDAK

37 HZ. FÂTİH’İN HOCASI ŞEMSÛDDİN’E SİTAMİ BEYÂNINDADIR -şiir-/ Kâmil UĞURLU 38 VADİM O KADAR YEŞİLDİ Kİ.. DARENDE GÜNPINAR ŞELALESİ-2- / Alişan HAYIRLI 40 ŞEHİR SOHBETLERİ 18: SAMSUN / Ahmet NARİNOĞLU 45 TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ EDEBİYAT LÜGATI -şehir kitap- / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 46 BALKANLARIN ŞİİR ŞEHİRLERİ / Mehmet MAZAK

54

DiKEY / YATAY ŞEHiR TARTIŞMALARINDA UNUTULAN

"MÜTEVAZi iNSAN" Cem ERİŞ

48 KLASİK EDEBİYATIMIZA DAİR BİR ŞEHİR KÜLTÜRÜ YAZISI BÜLBÜLÜN GIDASI YAPRAK KEBABIDIR -II-/ Prof.Dr. Muhammet Nur DOĞAN 57 DE, DA, DAHİ … / Recep ARSLAN 58 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -8- /Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 62 ESKİ BİR RAMAZAN HATIRASINI YENİ YAZMAK (İRMİK HELVASI) / Prof. Dr. Adem EFE 67 YEŞİLYURT (DOLAN) – 1 / Seyfullah ERKMEN 68 MARAŞ’TA ESKİ RAMAZANLAR / Serdar YAKAR

82

SEZAi KARAKOÇ'A GÖRE

TABiAT VE ÇEVRE Mehmet BAŞ

70 ERZURUM TÜRKÜLERİNİN UNUTULMAZ SESİ VE DERLEMECİSİ: HÂFIZ FARUK KALELİ / İsmail BİNGÖL 74 FETHİN 566.YILINDA “PANORAMA 1453 TARİH MÜZESİ” 10 YAŞINDA! / Salih DOĞAN 77 ŞEHİR VE KİTAP MEDENİYETİ / Ali BAL 78 GÖNLÜNÜN GÖZÜ ÇIKMASIN / Erbay KÜCET 80 BİN UMUT BIRAKIP BU ŞEHİRDEN GİTTİN / Recep GARİP 85 KERVAN YOLUNDA BİR DURAK: KAVGA DÜZÜ / Mehmet SANCAK

86 ÂMiR ATEŞ

BESTELERiYLE GÖNÜLLERi

FETHEDEN SANATKÂR

Mehmet Nuri YARDIM

Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

89 BUYRUN RAMAZANA / Mustafa UÇURUM 90 İSMAİL BİNGÖL VE SANATI-2- / Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN 93 7'LER AŞKINA / İbrâhim BAŞER 94 TANINMIŞ BİR CAN SIKINTISIYDI, HIZLA GEÇİYORDU HER ŞEY../ İmdat AKKOYUN GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com Kapak Fotoğrafı: Giovanni Bellini - Fatih Sultan Mehmet Portresi


azar Denizi… Adını, bölgede Türklerin kurduğu Hazar Devleti’nden alan deniz… Çevresi hep Türk halklarıyla çevrili olmuş ve Türk dünyasının bir iç denizi olagelmiş tarih boyunca…

HAZAR KIYISINDA BİR GÜZELLİK:

AKTAV

Şehrin adı, kurulduktan bir süre sonra Aktav olmuş ancak bu hemen ardından yeni bir düzenleme yapılarak, bir zamanlar burada sürgün yaşayan Ukraynalı şair “Şevçenko”nun adı ile değiştirilmiş. Kazakistan’ın 1991’de bağımsız olmasından sonra asıl adı olan Aktav yeniden iade edilmiş. Prof. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//58// mayıs 4

Kendine misafir olanları her mevsimde başka bir renkle karşılıyor Hazar… Maviden yeşilin farklı tonlarına uzanan bu renklilik ayrı bir cazibe katıyor bu güzel denize… Kazakistan’ın batı sınırında uzanan bölgenin en önemli şehri ise Aktav’dır. Mangışlak yarımadası üzerinde bulunan ve Mangıstav Bölgesi’nin idarî merkezi olan Aktav, uçsuz bucaksız kıraç bozkırların Hazar Denizi’yle buluştuğu bir coğrafyada yer alıyor. Bu birbirine zıt iki coğrafi özellik, büyük bir uyumla kaynaşarak şehri Kazakistan’ın en çekici yerlerinden biri kılıyor… Kente, Nevruz arefesinde gitmiştik. Dört bir tarafta, baharın müjdecisi bu bayrama büyük bir heyecanla hazırlık yapıldığı görülüyordu. Hazar’ın kıyısına kurulan bayram yerinde de büyük bir coşku ve hazırlık vardı. “Aktav”, Türkiye Türkçesindeki söylenişiyle “Akdağ”ın modern zamanlarda kuruluşunun tarihi 60 yıl öncesine dayanıyor. Ancak yapılan arkeolojik kazılar, bölgedeki ilk yerleşimin Sakalar (İskitler) dönemine kadar uzandığını gösteriyor. Deniz kıyısına kurulan her şehir gibi yapılaşma burada da denize doğru yoğunlaşmış. Caddeler, bütün Kazakistan’da olduğu gibi düzenli ve düzgün hatlarla kesişen bir yapıya sahip. Şehrin çeşitli yerlerinde denize doğru uzanan geniş parklar da bulunuyor. Buralar hem şehre nefes aldırıyor hem de insanların dinlenmelerini sağlıyor. Bugünkü Aktav şehri, Mangıstav bölgesinin merkezi olarak Sovyetler Birliği zamanında kurulduğunda ilk yerleşimciler bölgedeki uranyum kaynaklarını araştırmaya gelenler olmuş. Bu sebeple şehre, ilk olarak, “Moloyove” adı verilmiş. Barındırdığı zengin uranyum yatakları dolayısıyla buraya 1999 yılına kadar faaliyetine devam etmiş olan bir nükleer santral da inşa edilmiş. Santralden, denizden içme suyu elde edilmesi için de yararlanılmış. Şehrin adı, kurulduktan bir süre sonra Aktav olmuş ancak bu hemen ardından yeni bir düzenleme yapılarak, bir zamanlar burada sürgün yaşayan Ukraynalı şair “Şevçenko”nun adı ile değiştirilmiş. Kazakistan’ın 1991’de bağımsız


olmasından sonra asıl adı olan Aktav yeniden iade edilmiş. Şehir, Kazakistan’ın en çok deve beslenen bölgesi olma özelliğini de sahip aynı zamanda. Tek ve çift hörgüçlü develeriyle oldukça meşhur. Zaten, şehrin biraz dışına çıkıldığında bunu fark etmemek de mümkün değil. Araçların sık sık durarak develere yol vermesi olağan görüntülerden biri… Nüfus, 200 bin civarında. Son zamanlarda, çevredeki yerleşim yerlerinden önemli sayıda göç almaya başladığı ifade ediliyor. Bu sebeple nüfusu da her geçen gün artıyor. Bunu şehrin dört bir yanında yükselen inşaat alanlarından da anlamak mümkün. Kazakistan’ın hemen her şehrinde olduğu gibi Aktav’da da Türk müteahhitleri oldukça faal. Anadolu’nun farklı şehirlerin kendi işini kurmak için Aktav’a gelenler yalnızca müteahhitler değil, başka meslek sahipleri de var. En başta da restoran işletmecileri geliyor. Bunlardan biri olan Adanalı kebap ustası Kenan Çiçekçi, Kazakistan’a 11 önce geldiğini ve amacının Aktav şehrinde Türk mutfağına büyük ilgi olduğunu söylüyor. Aktav’da Türkiye Türkleri yalnızca orta ve küçük ölçekli şirketler işletmiyorlar elbette. Bölgede Aktav Uluslararası Hava Limanı işletmeciliği yapan ve Hazar Denizi’nde petrol çıkarma adaları inşa eden şirketler gibi büyük sermayeli işletmeler de faaliyet gösteriyor.

de gemilerin yanaşabileceği bir limana ihtiyaç vardır. Böylece ilk liman 1963 yılında yapılmış. İkinci liman ise Kurık Deniz Limanı. Kazakistan’ın kurucu Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev tarafından hayata geçirilen “Nurlu Yol” projesi çerçevesinde, uluslararası taşımacılığı güçlendirmek için 2015 yılında inşa edilmiş. Ertesi yıl da faaliyete başlamış. İlk aşamada özellikle Bakü-Aktav arasında çalışan tren yüklü feribotlar ile demiryolu taşımacılığı için kullanılmış. 2017 yılından itibaren diğer gemiler de Kurık Limanına yanaşmaya başlamışlar. Aktav bölgesinde aslında bir üçüncü liman daha bulunuyor. Ancak, şehirden 150 kilometre uzaklıktaki Bautina kasabasındaki bu limandan, taşımacılıktan çok petrol ve doğalgaz çıkarma başta olmak üzere, altyapı çalışmalarında kullanılacak gemilerin yanaşmaları için yararlanılıyor. Uzun yıllardır Kazakistan’da petrol çıkartma adaları inşa eden bir Türk şirketine ait gemiler de burada barınıyor. Kazakistan’ın yeraltı kaynakları bakımından en zengin bölgelerinin kavşağında kurulan Aktav’da bir de hava limanı var. Liman, büyüklük ve yolcu kapasitesi bakımında ülkenin 3. büyük havaalanı. Yap-işlet-devre modeliyle inşa edilen hava limanının işletmecisi bir Türk yatırımcı şirketi.

Şehir, Kazakistan’ın petrol ve gaz yataklarının bulunduğu bölgede yer aldığından önemli bir ihracat üssü konumunda. Petrol ihracatının büyük kısmı Aktav’daki deniz limanlarından gerçekleştiriliyor. Aslında burası ülkenin Hazar kıyısındaki tek liman kenti. Bu limanlar sadece petrolün taşınmasında değil, ülkenin diğer ürünlerinin ihracatında da önemli bir yere sahip. Aynı zamanda Hazar üzerindeki seyrüseferin ana merkezleri olma niteliği de taşıyorlar.

2007 yılında Aktav Uluslararası Havalimanı’nın yapım ve 30 yıllık işletim ihalesini kazanan Türk şirketi, proje kapsamında, son teknoloji ve sistemler kullanarak yılda 2 milyon yolcu kapasiteli, 13.300 m2 kapalı alanı, iç ve dış hatları bulunan terminal inşaatını 13 ayda tamamlamış. Aktav, sadece liman kenti olma özelliği ile değil, sahip olduğu ve yaşattığı gelenekler bakımından da oldukça renkli ve kadim bir kültürel geçmişe sahip. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri şehir mezarlığı.

Aktav’da iki deniz limanı bulunuyor. Aktav Limanı ve Kurık Limanı…

Kuzeye doğru giderken şehrin hemen çıkışında yer alan mezarlık, görkemli bir görünüme sahip… Kazaklar, binlerce yıllık anıt mezar geleneğini halen bütün canlılığıyla yaşatmaya devam ediyorlar. Türklerin kadim kurgan geleneğine dayanan bu anıt mezar mimarisi Selçuklu’daki kümbet, Osmanlı’daki türbe inşa geleneğinin nereden yayıldığını da göstermesi bakımından son derece dikkat çekici. Aktav Şehir Mezarlığı’nın, birbirinden binlerce kilometre uzaklıkta olan ve aradan geçen yüzlerce yıllık ayrılığa rağmen Selçuklu ve

Sovyetler Birliği döneminde, yeraltı kaynaklarının araştırılması ve çıkarılması için burada bir yerleşim yeri kurulmasına karar verildiğinde Rusya’dan şehrin inşasında kullanılacak malzemelerin taşınması önemli bir mesele olarak ortaya çıkmış. Bölgeye kara ya da demiryolu ile ulaşım bulunmadığından tek alternatif olarak deniz yolundan yararlanılmasına karara verilmiş. Bunun için

5


ahşap iskeletli keçe çadırları büyük bir dikkat ve özenle kuruyorlar. Meydandaki hazırlıklar bile sanki Nevruz kutlamaları yapılırcasına bir coşkuyla gerçekleştiriliyor… Gençler, bir uçtan bir uca neşe içinde at sürerken aileler de yanlarına aldıkları çocuklarla Nevruz meydanındaki hazırlık heyecanına eşlik ediyorlar.

Aktav’da Türkiye Türkleri yalnızca orta ve küçük ölçekli şirketler işletmiyorlar elbette. Bölgede Aktav Uluslararası Hava Limanı işletmeciliği yapan ve Hazar Denizi’nde petrol çıkarma adaları inşa eden şirketler gibi büyük sermayeli işletmeler de faaliyet gösteriyor.

Osmanlı anıt mezarlarına benzerliği kültürün sağlam köklerini açık olarak gözler önüne seriyor. Diğer taraftan, Selçuklu ve Osmanlı örneğinde yalnızca belirli bir statüdeki insanlar için inşa edilirken burada herkes için anıt mezarlar dikilmiş ve dikilmeye de devam ediyor. Mezarlığı ziyarette dikkat çeken hususlardan başında mevtanın üstünün taş ya da betonla değil toprakla örtülmüş olması. Son derece ihtişamlı anıt mezarların içindeki kabirler son derece mütevazı bir halde. Dikkatleri çeken bir diğer husus da, anıt mezarların önüne oturma yerleri ve mermer üzerine Kazak kiril harfleri ile Fatiha ve İhlas surelerinin yazılmış olması. Oldukça geniş bir alan inşa edilen anıt mezarların içine ise bir ya da en fazla iki kişinin defnedildiğini öğreniyoruz. Her bir ana yapının etrafında oldukça geniş bir bahçe alanı bırakılmış. Yine anıt mezarların ön duvarında, ölen kişinin hangi “boy”a ait olduğunu gösterir bir yazı bulunuyor. Kazak Türklerinde soy ağacı halen önemini koruyor ve yedi göbek akrabalar arasında evliliğe sıcak bakılmıyor. Bu sebeple, her bir boy kendi şeceresini hassasiyetle kaydediyor ve sonraki nesillere aktarıyor. Kadim zamandan beri çevresinde Türk halklarının yaşayageldiği Hazar Denizi’nin kuzeydoğu kıyılarında uzanan Aktav, kadim Türk bayramı Nevruz’un da büyük coşkuyla kutlandığı bir yer. Hazar’ın göz alıcı sularının serinlettiği, kıyılarını çırpınan dalgalarıyla ıslattığı bayram yerinde Nevruz coşkusuna hazırlık günler öncesinden başlıyor. Kadınlı erkekli, yaşlı genç insanlar, elbirliğiyle, binlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarıla gelen tecrübeyle

sayı//58// mayıs 6

Asıl Nevruz kutlamaları ise 22 Mart’ta gerçekleştiriliyor. Meydanı dolduran binlerce insan, dev sahnede çalan müziklere coşkuyla eşlik ederken, meydanda kurulan ve her biri bir başka geleneği canlandıran keçe çadırlar etrafında da kalabalıklar oluşturuyorlar. Bir etnik köy havasına bürünen bayram yerinde sadece Kazaklar değil ülkede yaşayan başka topluluklar da geleneksel kıyafetlerini giyip, sofra kültürlerini sergileme şansı elde ediyorlar. Bunlardan biri Türkiye’nin Aktav Başkonsolosluğu’na ait. Başkonsolosluk, meydana kurduğu bir geleneksel çadırda Türkiye’nin konukseverliğini sergiliyor… Türk usulü demlenen çaydan ikram edilirken, Türk mutfağının zengin örnekleri Nevruz sofrasına bir başka renk katıyor… Aktav’da yaşayan kardeş Azerbaycan Türkleri de benzer bir ak ev kurarak, misafirlerini ağırlıyorlar. Sair zamanda bölgeyi ziyaret etmek isteyenler için de şehrin hemen yakınlarında gidilebilecek pek çok önemli yer var… Orta Asya’nın en eski camilerinden biri olan yer altına inşa edilmiş Şahbagota Camii bunlardan birisi. Bölgede, 10-12.yüzyıllardan kalma başka yer altı mescitleri, evliyalardan Beket Ata türbesi, kadim Kuşkuduk ören yeri kazı alanı, Kızıl Kalda şehri kalıntıları ve deniz seviyesinden 132 metre aşağıdaki Karagiye mağarası gibi birçok tarihî ve turistik yer bulunmakta. Elbaşı Nursultan Nazarbayev’in talebiyle başlatılan Kazakistan’ın Antalya’sı yapma konusundaki çalışmalar da devam ediyor. Velhasıl, geleneksel hayatın halen güçlü bir şekilde varlığını sürdürdüğü Aktav, farklı coğrafyası, tarihî yerleri, yaşattığı örf ve ananelerle Kazakistan’ın en çok görülmesi gereken yerlerinden birisidir demek mümkün. Şehir, aynı zamanda, atayurt topraklarının uçsuz bucaksız bozkırlarını görmek, kadim iç denizimiz Hazar’ı kuzeyden seyrederek farklı bir duygu yaşamak isteyenler için ilginç bir durak… Kazakistan’ın Hazar kıyısındaki kente, inşa edilen deniz ve hava limanları ile ulaşım da oldukça kolay.


Seküler kültürle yoğrulan yirminci yüzyılda, dünyanın bina ve eğlence kenti Las Vegas, dünya kent kültürünün değişmez örneğini oluşturdu. Gökyüzüne başkaldırırcasına yükselen binalar ve kumarhaneler Amerika'dan bütün dünyaya ihraç edildi. Odak noktasını çok yıldızlı otellerin oluşturduğu eğlence merkezleri, bütün dünyada ekonomik ve kültürel gelişmişliğin değişmez göstergeleri haline geldiler.

İSTANBUL DUBAİ OLMASIN Dubai herşeyin alınıp satıldığı dünyanın en önemli açık pazarıdır. Ancak Çin'de olduğu gibi Dubai'de de, herşey bir kere tüketilmek için tasarlanır ve üretilir. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

arihin her döneminde kentler, ekonomik, siyasal dönüşümlerin lokomotifi oldular.Kültürler kentleri dönüştürürken,kentler de kültürleri dönüştürdüler. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin;her kültürün bir kenti, her kentin de bir kültürü olduğu görülür. Dünyanın bir ucundan bakılınca, diğer ucunun görülmesi, bütün kentlerin birbirine benzemesine yol açtı.

Dubai, Frankfurt, Şangay ve Hong Kong dünyanın Amerika dışındaki Las Vegas'larıdır. Las Vegas ve Singapur un petrol doları ile harmanlanmasından doğan Dubai Arap Dünyasının küresel finans ve eğlence başkentidir.Dubai''de konuşulan dil Arapça'dan önce dolardır. Dubai'nin Cebel Ali limanı, Hamburg ve Rotterdam ile yazışarak fiziksel ve finansal alt yapıya sahiptir. Dubai sıfırlanan vergileri, sınırsız vize kolaylıkları, yabancı sermayeye sonuna kadar açılan kapıları, ithalat ve ihracat imkanlarının dünyanın en büyük serbest bölgelerinden biridir. Dubai'de bir bankada hesabı olanın, hem oturma, hem çalışma izni olur. Dubai'de bir evi olan, Dubaili sayılır. Çağdaş piramitleri , alışveriş ve eğlence alanlarıyla, dubai Arapların Las Vegas'ıdır. Eyfel Kulesi inşa edilirken 300 kişi çalışmıştı Dubai''nin Kulelerini inşa etmek için ise bir milyonu aşkın insan çalıştı ve çalışıyor. Zahmetsiz kazanılan petrol dolarlarıyla, milyonlarca insanın alın teri ve elinin emeği karşılığı inşa edilen gökdelenler, Dünyanın yeni Babil kuleleridir. Dubai'de bütün dünya dillerinin konuşulduğu Babil kentidir. Ancak, Dubai''nin dili paranın evrensel dilidir. Dubai herşeyin alınıp satıldığı dünyanın en önemli açık pazarıdır. Ancak Çin'de olduğu gibi Dubai'de de, herşey bir kere tüketilmek için tasarlanır ve üretilir. Amerika''nın Hollywood''u Hindistan''da "Bollywood"a Arap dünyasında'da Dollywood'a dönüşmüştür. Dubai'nin GUA şehri, yasasızlığın yasa olduğu uluslararası sularda inşa edilmiş. Kültürel dönüşümün olmadığı yerlerde kentsel dönüşüm olmaz. Kentsel dönüşüm kültürel dönüşümü izler.

*TC.Maltepe Üniversitesi

Kültür öksürürse kent yatağa düşer, Dubai olmak iyi olmak değildir. 7


ANTALYA

TEKELİOĞLU KONAĞI Hamidoğlu Türkmenleri’nin bir kolu olan Tekelioğulları çok uzun bir süre Antalya’da yöneticilik yapmış olup, Antalya havalisinde sözü geçen, büyük topraklara sahip bir ailedir. Bu aileye ait olduğu bilinen Tekelioğlu Evi, Kaleiçi Mevkii, Selçuk Mahallesi, Dizdar Hasan Sokağı’nda yer almaktadır. Dr. M. Sinan GENİM

ntalya şehrinin, Bergama Kralı II. Attalos (MÖ. 160-138) tarafından daha önceleri var olan küçük bir yerleşmenin yerine kurulduğu kabul edilir. MÖ. yüzyıl başlarında Bergama Krallığı toprakları Roma hakimiyetine geçince Roma Konsulü P. Servilius şehir surlarını tahkim ederek (MÖ. 79) şehirde Roma egemenliğini sağlar ve burayı önemli bir liman şehri haline getirir. 860 yılında Halife Mütevekkil döneminde İslam orduları şehri fetheder. Ancak bu hakimiyet kısa sürer. Türklerin Anadolu’yu fethi sürecinde Süleyman Şah şehri alarak 1103’e kadar süren bir Türk dönemi başlatır. Bir dönem Bizans, Kıbrıs Krallığı ve Türkler arasında kısa süreli hakimiyetler yaşayan şehir, 22 Ocak 1216’da Anadolu Selçuklu hükümdarı İzzeddin Keykâvus tarafından alınarak, şehir surları onarılır. Selçuklu Devleti’nin zaman içinde zayıflaması sonrası Isparta ve Teke bölgesine hâkim olan Hamîdoğulları şehre egemen olurlar. Bir süre sonra Hamîdoğlu Dündar Bey, kaleyi kardeşi Yunus Bey’e verir. Bu değişim neticesi Hamîdoğuları’nın Teke kolu ortaya çıkar. Zaman zaman Kıbrıs Latin Krallığı’nın işgaline uğrayan şehir, Osmanlı kaynaklarında Teke Bey olarak adı geçen Mehmed Bey tarafından 14 Mayıs 1373 günü yeniden fethedilerek bir daha değişmeyecek şekilde Türk hakimiyetine geçer. Yıldırım Bayezıd (1389-1402) döneminde Osmanlı hakimiyetine giren Antalya’da bir dönem Osmanlı hanedanına mensup şehzadeler idareci olarak bulunur. 29 Nisan 1919 tarihinde yapılan Mondros Mütarekesi sonrası 1 Haziran 1921 tarihinde son bulan kısa bir İtalyan işgali yaşayan şehir, günümüzde aynı isimle anılan ilin merkezidir. Hamidoğlu Türkmenleri’nin bir kolu olan Tekelioğulları çok uzun bir süre Antalya’da yöneticilik yapmış olup, Antalya havalisinde sözü geçen, büyük topraklara sahip bir ailedir. Bu aileye ait olduğu bilinen Tekelioğlu Evi, Kaleiçi Mevkii, Selçuk Mahallesi, Dizdar Hasan Sokağı’nda yer almaktadır. Muhtemelen XIX. yüzyıl başlarında inşa edilmiş olan bu ev, uzun bir dönem aile tarafından, kısa bir süre öğrenci yurdu olarak kullanıldıktan sonra tahribe açık bir şekilde boş kalmış, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kamulaştırılarak turizm amaçlı kullanılmak üzere özel sektöre tahsis edilmiştir.

sayı//58// mayıs 8


Tekelioğlu Evi’nin ilk olarak 1960’lı yılların sonuna doğru görmüştüm. Sokağa bakan cepheleri kalemişi süslemelerle dolu Kaleiçi evleri arasında, cephesinde kalemişi pencere çizimleri olan bu ev dikkatimizi çekmiş ve içini gezmek istemiştik. Ne yazık ki o gezimiz sırasında bu mümkün olamadı. Uzun seneler boyunca bu evi gezme isteğimizde çeşitli nedenlerle başarılı olamadık. Nihayet 1988 yılı yazında Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü’nü projelendirme çalışmaları sırasında evi gezebildik. Dış cephesi sokağa kapalı olan evin çift kanatlı giriş kapısı, sağlı sollu iki kanat halinde olan yapının orta bölümünde yer almaktadır. İçinde başkaca yapılarında olduğu büyük bir bahçeye açılan giriş bölümünün sağında, iki tarafı taş duvarla korumaya alınmış, önü bahçeye açılan bir taşlık bulunmaktadır. Girişin solunda ise muhtemelen ahır olarak kullanılan, orta bölümünde üç adet ahşap dikme olan büyükçe bir mekân yer almaktadır. Yapı zaman içinde büyük tadilatlar geçirdiği için üst kattaki baş oda dışındaki bölümlerinde geçmişi yansıtan herhangi bir eleman ve süsleme bulunmamaktadır. Bahçeden ahşap bir merdiven ile çıkılan üst kat sofasının ucunda bulunan baş oda gerçekten bu bölgede bulunan tüm evlerden farklı olarak nakışlarla süslüdür. Sokağa bakan cephesinde, her iki yanında ahşap kapakları olan birer dolabın yer aldığı ocağın bulunduğu oda, üç cephesinde yer alan yedi pencere ile çok aydınlıktır. Giriş kapısının açıldığı seki altının solunda çifter ahşap kanatlı

dört dolap bulunmaktadır. Genelde alışılmışın dışında bu dolapların üstünde bulunması gereken musandra bölümü yoktur, bunun yerine dolapların üstündeki duvar yüzü içinde bir İstanbul görünümü de bulunan yoğun kalemişi süslemelerle kaplanmıştır. Odanın pencereler dışında kalan duvar yüzeyleri uzunlamasına bölümler halinde içlerinde sarmaşık benzeri bitkisel motiflerin yer aldığı kalemişi süslemelerle bezenmiştir. Pencerelerin üst hizası boyunca tüm odayı çevreleyen ahşap bir silme bulunmaktadır. Bu silmenin üzerinde yer yer sarmaşık benzeri bitkisel motiflerin yer almasının yanı sıra bazı bölümlerinde vazolar içinde çiçek buketleri, bazı bölümlerinde ise diyagonal bölümlendirmelerin arasında çiçek desenleri görülmektedir. Girişin sağındaki dolapların üstünde ise kalemişi büyük bir İstanbul görünümü vardır. Sola doğru, İstanbul’un, onun gerisinde Galata’nın ve sağa 9


doğru Üsküdar’ın yer aldığı bu panoramada pencerelerinde bir tarafa toplanmış perdeleri ile Topkapı Sarayı ve, büyük bir bahçe içinde yer alan iki katlı köşk ile betimlenen eski Dolmabahçe Sarayı ilgi çekicidir. Panoramanın tam ortasında çevresi duvarla çevrili Kız Kulesi ilk bakışta kendini belli etmektedir. Marmara girişi, Boğaziçi ve Haliç net olarak belirtilmekte ve deniz üzerinde çok sayıda tekne görülmektedir. Odayı çepe çevre saran bu bölüm ile tavan arasında yer alan eğrisel geçiş kuşağında ise tüm odayı çevreleyen kalemişi bir manzara kuşağı bulunmaktadır. Yer yer eğrisel motiflerle birbirine bağlanan bu manzara resimlerinin içinde genellikle sahilde yer alan yapılar ile denizde bulunan yelkenli tekneler görülmektedir. Odanın tavanının çevresinde sarı zemin üzerine yapılmış mavi ve kırmızı çiçeklerin yer aldığı bir kuşağın devamında yaprak motiflerinin bulunduğu silme ile tavanın esas bölümüne geçilmektedir. Altın varaklı çıtalar ile koyu yeşil zeminlere ayrılmış tavanın ortasında, Mührü Süleyman motifli ve kırmızı renklerin egemen olduğu, kündekari benzeri sayı//58// mayıs 10

bölümlere ayrılmış büyük bir tavan göbeği yer almaktadır. Bu evin bizce en önemli özelliği dış cephesinde yer alan kalemişi süslemelerdir. Sokağa açılan ahşap kanatlı gerçek pencereler, daha büyük boyutlu kalemişi, bazılarının bir, bazılarının iki kanatı dışa doğru açılmış, içlerinden demir parmaklıkları görülen pencereler içinde tasvir edilmektedir. Büyük boyutlu kalemişi pencere çizimlerinin üstlerinde ise ortasından dörde bölünmüş büyük bir kare şeklinde zemini koyu yeşile boyanmış, kalemişi tepe pencereleri yer almaktadır. Kalemişi pencere çizimlerinin altları ise kesme taş benzeri kalemişi taş derzlemesi ile süslüdür. Yapının köşelerinde ise içlerinde bazı ağaçların da yer aldığı manzara resimleri bulunmaktadır. Tekelioğlu Evi, uzun zamandır boş ve bakımsız kalması nedeniyle büyük oranda tahrip olmuştur ve bu tahrip devam etmektedir. Bildiğim kadarıyla Antalya şehri ve yakın çevresinde benzeri bir başka yapı bulunmamaktadır. Yurt dışına, özellikle de Yunanistan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk


ve Bulgaristan gibi ülkelere yaptığımız ziyaretler sırasında benzer örneklerini gördüğümüz “Türk Evi” özelliklerine sahip bu evlere acilen bir devlet politikası olarak sahip çıkılması, onarılması, bakımlarının yapılması ve bir döneme ait kültürümüzün elle tutulur, gözle görülür belgeleri olarak geleceğe intikali konusunda çaba gösterilmesi gerektiğini yıllardır dile getiririm. Ancak bunca yıldır kendi kendime söylenir dururum. Bu nedenle hiç olmazsa elimden geleni yapayım diyerek, bu ev de gördüğüm bazı kalemişi bezeme örneklerini Antalya Kaleiçi’nde yaptığım Suna ve İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü Müzesi’nin iç bölümünün bazı duvarları ile, Suna ve İnan Kıraç Evi’nin cephelerinde tekrar ettim. Bu ve benzeri yapılardan habersiz bazı meslektaşlarım ile hemen her şeyi bildiğini sanan bazı kimselerin şiddetli eleştirilerine maruz kaldım ve kalmaya devam ediyorum. Cephelerinde pencere perdeleri açılmış kalemişi bezemelerin olduğu bu ev de artık perdeler zamanın tahribi nedeniyle yok oldu, duvarlarındaki kalemişi izleri giderek kayboluyor. Günümüzde kaç ülkenin geçmişleri yüz yıllara uzanan böylesi konutları

var, durup düşünmek lazım, bu yapıların kıymetini biz bilmeyeceğiz de kim bilecek? Yaşım ilerledikçe üzüntüm artıyor, daha radikal söylemlere başvurmak zorunda kalıyorum, bu yok oluşa dayanmak mümkün değil. Gelecek kuşaklara göstereceğimiz anıtsal yapıları kimler yaptı denince, bunlar bir avuç yöneticinin gösterisi denileceğinden kuşku duyuyorum, bu anıtsal yapıları yapanların evleri nerede sorusuna nasıl cevap vereceğiz? İşte zaman zaman yazılan yazılar ve çekilen fotoğraflara bakıp, ne yazık ki biz bunların kıymetini bilemedik mi denilecek? 11


alic’i son yıllarda tekrar kazandık ve sevindik. Feth-i mubin esnasında Halic, Hz. Fatih’e önemli ölçüde yardımcı olmuştur. İstanbul’un kapılarını Müslümanlara açan mübârek şehitlerimizin yanında Halic, bugüne intikal eden aziz bir gâzimizdir, desek sezâdır.

“İnnâ fetahnâ Leke fethan Mubîna..”

BİR FETH-İ MUBÎN VE EYYÛB SULTAN Ne güzel olurdu, İstanbul’un böyle farklı özellikler taşıyan bölgelerini, o bölgenin özellikleriyle planlayabilsek. Galata ile Üsküdar’ın beylik ve standart normlar ile aynı stilde plânlanması yerine kendi hususiyetleriyle plânlamayı düşünebilsek. Pera ile Eyyub’un, Edirnekapı ile Levent’in farklı ve özgün plânlamalara ihtiyacı olduğunu sezebilsek ve bunu uygulayabilecek gücümüz olsa, ne güzel olurdu. Dr.Kâmil UĞURLU*

Akşamın gölgesi düşende başlayan ve sabaha kadar devam eden kısa zamanda, 80 pâre harp gemisi Dolmabahçe’den kızaklara bindirildi ve bir mucize gerçekleştirildi, Halic’e indirildi. Aynı anda, yine matematik şartlarda mümkün olmayan, olmaması gereken bir durum oldu. O zamanki adıyla Kumbarahane ile Defterdâr İskelesi arasına bir günde köprü inşa edildi. Daha önceden hazırlanan binden fazla duba bir araya getirildi, demir çengellerle birbirlerine bağlandı, üzerine kalaslar yerleştirildi, perçinlendi, onların üzerine de yürüme zemini olarak kalaslar çakıldı. Aynı gece binlerce, binlerce usta ve işçi askerin gayretiyle, yan yana beş kişinin rahatlıkla geçebileceği bir köprü inşa edilmiş oldu. Bu olağanüstü köprünün iki tarafına bağlanan sıralı tombazlar üzerine toplar yerleştirildi ve sabahın olduğunu Bizans’a bu toplar bildirdiler surlar, içten de dövülmeye başlandı. Moralsiz Rum’lar, sabahın erkeninde bu top sesleriyle dışarıya uğradılar ve seslerin geldiği tarafa, Halic’e baktılar Halic’te 80 kadırga vardı, Halic’e girişi önleyen zincir yerinde duruyordu ve o gece-gündüz onardıkları surlar içerden de dövülmeye başlamıştı. Yani yapılacak bir şey yoktu. Mukadder son gelip-çatmıştı, çaba artık faydasızdı. Bursa subaşısı Cübbü Âli Bey sur kapısını kırdı ve şimdi kendi adıyla anılan yerden, Cibali’den bir bölük yeniçeriyle İstanbul’a girdi. Âli Bey, olağandışı bir komutandı. At kılından bir külâhı başından eksik etmezdi. Savaş sırasında terini bu külâha siler, onu tekrar başına koyardı. Askerler bu babacan ve kalender komutana Cübbeli Âli anlamında Cübbü Âli derlerdi. İsim bugüne Cibâli olarak geldi.

*Mimar

sayı//58// mayıs 12

1478 yılında Zorzo Dolfin adında bir müellif, İstanbul’un kuşatılması ve fethedilmesini bütün ayrıntılarıyla anlatan “Venedik Kroniği” adlı


bir eser yazdı. Fetihle ilgili önemli belgelerden biridir. Koyu Katolik bir Hıristiyan olan yazar, o günlere ait en küçük ayrıntıları bile ihmal etmemiş, kaydetmiş. Elbette kendi yorumuyla birlikte ve “mümin bir Hıristiyan” olarak yazmış duyduklarını. Ayrıca o günlere ait daha önce yazılmış bütün kayıtları toplamış ve eserine kaydetmiş. (Fetihten 25 yıl sonra) Kroniğin ilginç bölümlerinden birkaçını aktaralım. C.12 “… ve ilk olarak Mehmed’in vasıflarından ve tabiatından bahsedeceğim. D. Jacomo L. Veneto’ya göre bu Osmanlı, bütün ahfadı ile tekmil Hıristiyan âlemi için büyük bir tehlike olacaktı. Büyük Türk denen hükümdar Mehmed, 26 yaşında bir gençtir. (Langusto bu notu 1455 yılında yazmış.) Mütenâsip vücutlu, vasattan ziyâde uzunca boylu, mümtâz muharip, saygıdan ziyâde korku telkin eden görünüşlü, az gülen, son derece temkinli, âlicenâp bir sahâvet sahibi, kararlarında sebatkâr, her işte son derece atılgan, Makedonya’lı İskender kadar şan ve şeref düşkünü bir insandır. C.13“Her gün kendisine Chiriaco d’Ancona ve diğer bir İtalyalı tarafından Roma tarihlerini ve dahabaşka tarihler okutur. Bu adamlar ona Laerteli Diogenes, Heredotos, Livius, Quintus Curtius ve papaların, imparatorların, Fransa krallarının, Longobard’ların kroniklerini okurlar. Beş dil bilir: Türkçe, Arapça, İtalyanca, Rumca, Slavca.” C.15“Zaptın öncesinde müşavir paşalarına ve komutanlara muhteşem bir ziyâfet verdi. Ziyâfet esnasında bol miktarda altın, inciler, altın elmalar ve başka pek çok mücevher getirtti. Yemekten sonra bunları paylaşsınlar diye onlara bıraktı. Çünkü Hıristiyanların hediyeler yollayarak onların zihnini İstanbul muhasarasından ve zaptından çelmeye çalıştıklarını işitiyordu. Babası Murad ve kendisi bu şehir uğrunda çok gayret sarfetmişlerdi. Şu halde, daha dürüstçe hareket ederek Hıristiyanlardan alacaklarına, bu kıymetli şeyleri kendisinden almalıydılar. C.17“… iddiasınca dünyada bir tek hükümdarlık olmalıdır, bir tek imân, bir tek krallık.. Bu birliği kurmak için dünyada İstanbul’dan daha lâyık yer yoktur. Bu şehirle birlikte Hıristiyanları da hükmü altına alabilir. Şehvet düşkünü bir insan değildir. Kanaatkârdır, ramazan ayında nefsine

düşkünlük etmez, zevke, sefâya yanaşmaz. Yalnız şerefe düşkündür. Bir şehri zaptettiği zaman kendi kanunlarıyla idare olunmasına izin verir. Seçme gençleri toplatır, sünnet ettirir ve onları Müslüman kanun ve âdetlerine tâbi tutar. (Yeniçerilikten bahsediyor) Büyük Tanrı’nın bir olduğuna imân eder.. Fethedilen vilâyetlerin hayvan ve mal ganimetlerindense, insan ganimetine büyük değer verir… Kendisine bağlı yeni bir mümin kalabalığı yaratmak istediği için kararlarında sebatkârdır, bu onun en korkulacak tarafıdır.” C.23“Kanunlarına karşı gelen Hıristiyanların günâhlarına kızan Tanrı, Türklerin kudretli hükümdarı Mehmed’i, bu -söylendiği gibigenç, cüretli, ihtiraslı, Hıristiyanların can düşmanı hükümdarı gönderdi. Mehmed, 5 Nisan 1453 günü gelip üçyüz bin muhariple İstanbul’un önünde ordugâh kurdu.” C.37“… ve tepeleri aşan bir kızak yaptırarak kol kuvveti ile 70 stadlık bir mesâfeyi aşırdıktan sonra fustaları limanına iç tarafına indirdi. Gemiler önce yukarı güçlükle çekiliyor, sonra kolaylıkla aşağıya, iç limanın kıyısına iniveriyorlardı. Bu usulü keşfedenler kadırga comitoları Nicola Sorbolo ve Nicollo Carcavilla’dır. Bu adamlar 1438 yılında 5 kadırgayı Adige’den yukarı çekip, Verona ovasını aşırarak Garda Gölüne indirdiler. Bu marifet Türklere Venedikliler tarafından öğretildi.” C.39“… Bu buluşla iktifa etmeyen Türk, bizi başka bir yoldan da korkutmaya uğraştı. Ve 3 stad uzunluğunda (stad bir uzunluk ölçü birimi) denizden sahile kadar uzanan bir köprü inşa ettirdi. Bu köprü limanı ayırmak için 13


birbirine bağlı fıçıların üzerine atılmış saldan ibaretti. Böylece zincirlerden başka savunmaya yarayacak bir şey kalmamış oldu.” C.56“… İstanbul’un kaybından evvel vuku bulan bir takım garip hâdiseler oldu. O günlerde gökte, karada ve denizde vukua gelen bir takım üzücü acaiplikler ve garip hâdiseler inanların zihnini ve kalbini perişan etti. Birkaç gün önce toplanan midyeler açılınca, içinden kan sızdığı görüldü. Havada gökten inen birçok ateşler, şimşek çakmaları, korkunç gök gürlemeleri görüldü. Şimşek ve yıldırım saçan bulutlar belirdi. Yeryüzünde şiddetli rüzgârlar ve zelzeleler evleri yıkacak gibi oldu. Bu sanki her şeyin batacağına alâmetti. Bir rivâyet yayılmıştı; bir ejder gelmiş köyleri ve koyun sürülerini harap ediyormuş, öküzler ve insanlar sabanları terk ediyormuş, biçtikleri ekinleri tarlalarda bırakıyorlarmış, çünkü bu mahlûk nefesi ile çiftçilere zarar veriyormuş.”…. Kronik bu şekilde, bazen detaylara inerek, fethin sonuna kadar, fetihten sonraki ahval de dahil olmak üzere devam ediyor, ilginç bilgiler veriyor. Söze Haliç’ten girmiştik. Oradan devam edelim. Fetih sonrası İstanbul’un gözde bölgesi durumuna gelen Haliç ve kıyısının, başlangıcı kadim zamanlara uzanan ilginç bir tarihi vardır. Hicret sırasında, milâdi 622 yılında Hz. Peygamber, binek devesi Kusva ile Medine’ye girdi. Kafilenin önünde, mızrağın ucuna sayı//58// mayıs 14

takılmış bir sarık vardı ve bu sarık kafilenin yol bayrağıydı. Yolun iki yakasına yalınkılınç ensar dizilmişti. Herkes Hz. Peygamberi konuk etmek istiyordu. O, devesini serbest bıraktı ve onu izledi. Kusva, varıp bir evin önünde durdu ve çöktü. Burası büyük peygamberin misafir olacağı kutlu ocaktı. Bu usülle Medineli taliplerin hiçbiri incitilmemiş oldu. Bir peygamber-i ekbere bu yakışırdı.Bu ev, onarılarak, yeniden inşa edilerek yakın zamana kadar varlığını korumuştur. Harameyn’in hâdîmi olan aziz millet bu harikâ emaneti günümüze kadar korudu ve getirdi. Fakîrin orada bulunduğu ve uzun seneler içinde bu bina, kütüphane ve araştırma merkezi olarak kullanılıyordu. Rahmetli Ali Ulvî Kurucu hoca, oradaki görevlilerden biriydi. Zaman zaman görüşürdük. Sonra, Mescid-i Nebevî’nin çevresi düzenlenecek oldu. Bu binanın da içinde olduğu geniş bir yapı adası olduğu gibi istimlâk edildi ve oralar, meydan olarak kullanılmaya başlandı. O yapı adasının içinde Rifaîliğin önemli isimlerinden Hamza Rifaî Hz.’lerinin de hârika bir dergâhı vardı. Ve çevresinde tarihi ve yapı değeri yüksek Medine çarşısı. Hepsi yıkıldı ve meydana dahil edildi. Devenin çöktüğü ev Hâlid bin Zeyd adında, künyesi Ebû Eyyub el Ensarî olan bir ailenin eviydi. Medine’nin tanınan ve inanılan bir ailesiydi Eyyubî’ler. Ki, sonradan bu mübârek zat, İslâm’ın bayraktarlarından oldu. Ona “Alemdâr-ı Resul” sıfatını verdiler. Peygamber-i


ekberin katıldığı bütün gâzâlarda sancağı o taşıdı ve sahabenin büyüklerinden oldu. Hicretten, yâni bu olayların cereyan ettiği günlerden takriben elli yıl sonra Hz. Muaviye, Hz. Peygamberin muştusuna ermek için Konstantiniyye’ye kapsamlı bir sefer düzenledi. (Bâzı kişiler, Muaviye için Hazret sıfatını özellikle kullanmazlar. Ama Hz. Peygamberin kâtipliğini yapan ve kızı tarafından Hz. Ebubekr’e akraba olan bu zâtın vebâlini kendisine bırakıp, hürmeten bu sıfatı kullandık.) Bu seferin amacı hem büyük peygamberin hâdisinin şerefine ulaşmak hem de Müslümanlar arasında kırılan prestijini tekrar kazanmak temennisiydi. Hicretten 49 sene sonra, milâdi 669 yılında, içlerinde yaşlı sahabelerin de bulunduğu bir orduyla İstanbul surları önüne geldi ve şehri kuşattı kuşatma uzun sürdü. Otuz üç sahabî vardı ordunun içinde. En yaşlıları Hz. Eyyûb idi. Bir huruç esnasında bu mübârek zât şehid oldu. Ruhunu teslim etmeden önce, komutandan rica etti. Kabrinin küffâr eline geçmesini önlemek için derine, çok derine gömülmesini, derin sırlanmasını vasiyet etti. Öyle de yaptılar. Âlemdar-ı resul, sâdece mezara gömülmedi, mezarı da şâhidesi, yani kitâbesi, yani başucu taşıyla birlikte gömüldü. Ve mezar yeri sır oldu. Türk kaynaklarıyla birlikte Arap kaynakları da aynı bilgiyi verirler. B:u hâdiseden sonra takriben sekiz asır geçti ve İstanbul son defa kuşatıldı. Genç hükümdar dehâsını devrede tutarak hârikalar inşâ etti.O devir için olmayacak kadar ileri, bu devir için bile insanı hayretlere salan gayret ve sây ile uğraştı. Elliden ziyâde gün olduğu halde kuşatmanın neticeye ulaşmaması karşısında bir ara yeise düştü. Etrafında kalitesi çok yüksek bir kurmay heyeti vardı. Onların içinde Akşemsüddin adındaki zat, beli, evliyâ idi. Kimileri onun, akça-pakça saçarı sağasola savrulmuş bir mübârek perişan olduğu için “Ak” sıfatıyla anılageldiğini sanırlar, öyle söylerler. Aslı yoktur. O, aslında köse ve seyrek sakallı, saçları evet, ak ve devamlı ak urbalar içinde gezen bir zâttı. Ama onun “Ak”lığının sebebi farklıydı. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ocağında pişerken bazan, gün boyunca bir kaşık sirke ile iktifa eder, bu hâl birçok günler tekrar olunurdu. Bunu çok fazla bulan Hz. Bayrâm:

- Bu kadar ileri gitme, sonra büsbütün nûrâniyet kazanacak ve uçup gideceksin, seni mezarında da bulamayacaklar, diye lâtife ederdi. Bu riyâzetleri sebebiyle yüzünün rengi bembeyaz olmuş ve lâkab olarak, ”Akşemseddin, Akşeyh” adıyla anılmıştır. Aklığı buradan gelir. Evliyalığı üzerine (Allah’ü âlem) şüphe yoktur. Sâdece genç hükümdar değil, asker de onu böylece bilmektedir. Dolayısıyla hem ordu, hem hükümdar için bir mübârek kaynaktır. Bir mâneviyât başbuğudur. Kuşatmanın uzaması üzerine Hz. Fatih, Ahmet Paşa’yı Akşeyh’in otağına yolladı. Fethin ne vakitte müyesser olacağını sordurdu ve onun kuracağı cümleleri aynen kendisine iletmesini söyledi. Bu ziyâreti Ahmet Paşa iki defa yaptı. İkincisinde ondan, istihâre ve murâkabe neticesi bir cümle duydu: “Cemaziye’l-ûlânın 18. gicesi, gicenin fecrinde umumî bir hücum yapılır ise fetih müyesser olacaktır, inşaallah’û teâlâ.” Öyle hazırlanıldı ve o gün o umumî hücum yapıldı. Fetih, Allah’ın izniyle müyesser oldu. Fetih sevinci içindeki genç padişah, etrafındakilere bir açıklamada bulundu ki, bu muazzam iltifata çok az kimse muhatab olmuştur: - Bu ferâh ki bende görürsüz, yalnız bu kal’a fethine değildir. Akşemsüddîn gibi bir aziz benim zamanımda olduğuna sevinirim… Fetihsonrası, hocasına ikinci büyük sorusunu sordu. Hz. Eyyûb’un nerde sırlanmış olduğunu araştırmasını niyâz etti. 15


Murâkabe ve istihârelerden sonra mesele ona âyan oldu. Yeri, neredeyse koordinatlarıyla tesbit etti ve varıp gösterdi. Surların Halic’e doğru bittiği yerin şu kadar mesafesinde ve “iki insan boyu mukaddem yerin altında yazılı taşıyla dinlenmekte olduğunu” beyân eyledi. Açtılar. Aynen söylediği gibiydi. Taşıyla birlikte bu mübârek ensar, öylece yatıyordu. Bu büyük keşif başta hükümdâr bütün ordu milletine sürûr oldu, fetihle çalkalanan ruhlara yeni bir vecd ve şehrâyîn oluşturdu. Hâdise tamamen gözler önünde cereyan ettiğinden ve bir âlim olarak kabul edilen tâvizsiz hükümdarın meseleye ahitliğinden, olay sâdece Türklere münhasır kalmadı. Bütün İslâm âlemi büyük heyecan duydu. Avrupalılar da geniş çapta ilgilendiler. Bir ara “Feth-i Mübîn”in ikileştiğini, katmerlendiğini söyleyip hayrete vardılar. 16. yy. âlimlerinden Alman Loewenenklau, sâdece bu konuyu inceleyen geniş yayınlar yaptı. Batının bu ilgisinin bir sebebi de şu olabilir miydi? Hz. Eyyûb’un kabir taşı İbranice yazılmıştı. Allah Allah. İşin içinden çok uzun seneler çıkılamadı. Çünkü Arapların mükemmel bir dilleri vardı ve onlara ait her türlü belge kendi dillerinceydi. Musevi ve Hıristiyan dil âlimleri de işin içinden çıkamadılar. Ta 1918 yılına kadar. O yıl Sultan Reşat vefât etti ve hayattayken Eyyûb Semtinde kendi için Mimar Kemâleddin’e yaptırdığı türbeye defnedildi. Bu merâsimler sebebiyle dil âlimlerinden Avram Galanti bu taşı yeniden okudu ve muammayı net olarak çözdü. sayı//58// mayıs 16

Hâdise şu idi: O zamanın Arap yazı tarzı kûfî imiş. Kûfî tarz “Nebâtî” yazıdan çıkmadır. O da şekil olarak “Aramca” yazıya benzer. Aramca yazı “İbranî” yazısından neşet etmiştir. Akşeyh’in istihâresinde gördüğü İbraniceye benzeyen yazının sırrı ve yazıyı okuyanların kanaatleri bu şekilde neticeye bağlanmış oldu. Musevî ve Hıristiyan dilciler de bu keşiften sonra, Galanti’ye hak verdiler ve “şahideyi” doğru değerlendirdiler. Mezarın meydana çıkması üzerine büyük Fatih, kabrin bulunduğu yere bir türbe yapılması talimatını verdi. İslâm’ın ulularından birinin,Peygamberin ve İslâm’ın en büyük “âlemdar”ının, üstelik İstanbul’un fethine katılan ve hâdis-i nebevînin tebşirine koşan bu mübârek zâtın sekiz yüz yıl şereflendirdiği, mek3an tutup dinlendiği bu bölge, hızla ün kazandı ve fetih sonrası en fazla imar ve ilgi gören yer oldu. Bütün Türkler burayı, Hicaz’dan sonra, Kudüs’ten sonra en kutsal yer bellediler. Dünyanın ilgisi de gecikmedi, aynı oldu. Türbe, geniş bir külliyenin odak noktasındadır. Etrafını ve külliyeyi tamamlar tarzda cami, medrese, imaret ve ilgili tesisler dikkatle inşa edildi ve semt Türklük âleminde “mübârek bir belde” manzarasına kavuştu. Osmanlı sultanları burada kılıç kuşandılar ve sultanlıklarının ilk cumasını burada idrak ettiler. Selâtin camileri dışında birden ziyâde minâre yapmak mümkün değilken, Hz. Eyyûb’un da bir “Sultan” olduğunu kabul eden padişah, orada birden fazla minâreye izin verdi. 18. yy.


başında Sultan III. Ahmed, mahyaları tertib ederken, Eyyûb Sultan Camisi’nin minarelerini kısa buldu. Mahyaya elvermediği için mevcut minareleri yıktırdı ve Damat İbrahim Paşa’ya verilen talimatla onların yerine yenilerini yaptırdı. Mahya kandillerini oraya çıkardı. Cami, III. Selim zamanında yıpranmış olduğu için külliyen yıktırıldı ve eski plânına uygun şekilde yeniden yapıldı. Bu esnada Sultan Ahmed’in talimatıyla yapılan minarelere dokunulmadı. Türbenin son tamiri II. Mahmud zamanında yapıldı. Türbenin camiye bakan cephesi müthiş süslüdür. Buradaki çiniler, gerek renk, gerekse motif düzeni olarak olağanüstü bir şehrayin sergilerler. Türbenin dahili de yine harikulâde çinilerle tezyin edilmiştir ve kapıdan itibâren insanı başka âlemlere alıp götürürler. Hazretin sandukası yine ziyaretçilere bambaşka duygular yaşatmaktadır. Eyyûb semti, Hazretin yüzü suyu hürmetine ve Hz. Fatih’in himmetiyle, “İstanbul’da ikbale ilk eren” bölgedir. Varlıklı aileler, Peygamber’in bayraktarına yakın olabilmek için sadece evlerini değil, kabirlerini de yine bu semtte düşündüler. Onun ruhaniyetinden ona ne kadar yakın olurlarsa o nisbette fazla istifâde edeceklerini düşündüler. Sadece varlıklılar değil, yoksul aileler de onun şefkatine sığındılar. Kargir yapılarla birlikte ahşap mütevâzi evlerde hızla çevreyi kuşattı. Hz. Fatih’in oğlu II. Bayezid de Eyyûb’a defnedilmeyi vâsiyet etti. Fakat oğlu Yavuz Selim, dedesi Fatih’in kendi camisi yanındaki türbesinde yattığını, bunun daha uygun

olacağını düşündü ve babasını da kendi camisinin yanındaki türbeye sırladı. Şimdi bu kutlu bölge baştan başa türbeler ve kabristanlar âlemidir. III. Murad ve III. Mehmed devirlerinde serdarlık ve sadrazamlık yapmış olan Ferhad Paşa’nın türbesi görkemlidir ve semte farklı bir hava getirmiştir. Sultan Reşad’ın türbesi de beyaz mermer cephesiyle semtin güzel yüzlerinden biridir. Farklı bir yerde münşeat sahibi Feridun Bey gibi, Gazi Müşir Edhem Paşa gibi, hazireler içinde yatan, etraflarına sanki sevdiklerinden bir küçük ihvan grubu, bir dost grubu toplayıp onlarla devamlı bir sohbet âleminde “yaşayan” binlerce sevgiliyi görmek mümkündür. Ne güzel olurdu, İstanbul’un böyle farklı özellikler taşıyan bölgelerini, o bölgenin özellikleriyle planlayabilsek. Galata ile Üsküdar’ın beylik ve standart normlar ile aynı stilde plânlanması yerine kendi hususiyetleriyle plânlamayı düşünebilsek. Pera ile Eyyub’un, Edirnekapı ile Levent’in farklı ve özgün plânlamalara ihtiyacı olduğunu sezebilsek ve bunu uygulayabilecek gücümüz olsa, ne güzel olurdu. İstanbul’un farkına varabilsek ne güzel olurdu…

Dipnot

1) B. und E. Von Constantinopel im Jahre 1453 aus der Chronik von Zorzi Dolfin herausgegeben von Georg M. Thomas, München 1868. çev. S. Sinanoğlu, 29 Mayıs 1953, Fatih ve İstanbul, 1. Sayı.

17


İSTANBUL’DAN MISIR’A

HAVA ŞEHİTLERİ ANITI Bir ilkokul öğrencisi iken hatırasına saygı duruşlarında bulunduğum Fatih parkındaki anıt önünde küçücük ellerimle arkalarından dualar ettiğim kahraman hava şehitlerimizin, mezarlarında da dua etmek bana huzur vermişti.. İstanbul’dan doğduğum mahalledeki bir anıttan cihan devletimin Şam vilayetine maddi ve manevi bir bağ kurmuştum, bu aslında metafizik bir gönül köprüsü idi.. Mehmet Kâmil BERSE

stanbul’un merkezinde Fatih’te, Fatih Parkının ortasında mermer sütundan yapılmış bir anıt vardır, sütunun uç kısmı kırık durur…Bu anıta yakın Fatih taş mektepte ilkokulu okudum.. ilkokulu okurken her mayıs ayının 15 inde Fatih ilkokulunun siyah önlüklü beyaz yakalı talebeleri olarak, önümüzde okulumuzun izci trombet ve mehter takımı, bir ritm vurarak Fatih parkına kadar geliriz anıtın önünde diğer okulların talebeleri ile beraber düzgün bir sıra ve saygı duruşu ile istiklal marşımızı söyleriz, ardından bir yetkili çıkar Hava şehitleri hakkında konuşma yapardı.. Aynı intizamla tekrar okulumuza dönerdik.. O yaşta bizim için eğlence gibi gelen bu tören yüz yıllık bir tarihin hatırlanması, hatırlatılması konusunda önemli bir merasimdi…aradan yıllar geçti 2009 yılında Suriye’ye seyahatimde, aslında cihan devletimizin Şam vilayetini ziyaret ediyordum. Şam vilayetimizde kuzeyde ve güneyde devletimizin büyüklerine ve şehitlerimize ait mezarları da ziyaret etmiştim.. Suriye’nin Osmanlı tarihi için ayrı bir yeri ve önemi var. Osmanlı devletinin kurucusu Osman gazinin dedesi Süleyman şahın türbesi Suriye’nin Karkamış bölgesinde bunuyordu o zaman ( geçici olarak taşındı). Kaderin cilvesi Osmanlı Devletinin son padişahı Sultan Vahdettin Han’ın mezarı ise Suriye’nin başkenti Şam’da Süleymaniye külliyesinde bulunuyordu.. Atalarımıza dualar edip görevimizi yaptık elbette.. bir başka bağ için Şam Emeviye camiinin haziresindeki Hava şehitlerimizin mezarlarını da ziyaret etmiştim, Kuran okuyup dualar etmiştim, o günlerde yayınladığım bir dergide Şam seyahatimi kaleme almıştım… Bir ilkokul öğrencisi iken hatırasına saygı duruşlarında bulunduğum Fatih parkındaki anıt önünde küçücük ellerimle arkalarından dualar ettiğim kahraman hava şehitlerimizin, mezarlarında da dua etmek bana huzur vermişti.. İstanbul’dan doğduğum mahalledeki bir anıttan cihan devletimin Şam vilayetine maddi ve manevi bir bağ kurmuştum, bu aslında metafizik bir gönül köprüsü idi.. İlk hava şehitlerimizin anısına İstanbul FatihSaraçhane semtinde 1914 yılında bir anıt yapılmasına başlanmış ve anıt 1916 yılında bitirilerek törenle açılmıştır. Bu açılış töreni aynı zamanda ilk anma töreni olmuştur. Atatürk'ün emriyle kurulmuş olan Türk Tayyare Cemiyeti'nin kuruluş yönergesindeki

sayı//58// mayıs 18


36. madde ile 27 Ocak günü Türkiye Tayyare Şehitlerini Anma Günü olarak kabul edilmiştir. Daha sonra Türk Hava Kurumu'nun 1935 yılında aldığı bir kararla törenlerin 15 Mayıs gününde yapılmasına karar verilmiştir. Son değişikliğe kadar 1935 yılından itibaren Hava Şehitlerini Anma Günü törenleri yapılmaktaydı. Artık 15 Mayıs Hava Şehitlerini Anma Günü resmi olarak yapılmamaktadır. Niye yapılmamaktadır? Hem kendime sorarım, hem de yetkililere..Teknolojiyi bu ülkeye kazandırmak ve heveslendirmek ile savunmamıza bir alan daha kazandırma ve vatan topraklarına hava yolu ile korumak kavramak gayretlerinin kahraman şehitlerini ve yaptıkları fedakarlıkları hatırlamak ve hatırlatmak milli bir görevimizdir, konuyu ilgili ve yetkililerine duyurmak benim boynumun borcudur…Ben küçük bir çocuk iken bu törenlerde saygı duruşunda bulunduğum şehitlerimi yeni nesil çocuklarında tanımasını öğrenmesini istiyorum…Fatih’in adına yakışır bir anıtının önünden geçenler o anıtın ne olduğunun farkında bile değiller.. Osmanlı'nın gökyüzünde de var olduğunu dünyaya göstermek için çıktıkları yolda şehit olan ilk havacıların isimleri, Türk milletinin gönlüne altın harflerle yazıldı. Türk havacılık tarihinin ilk pilot hava şehidi Deniz Çarkçı Yüzbaşı Mehmet Fethi, 1887 yılında İstanbul Ayazpaşa'da doğdu. İlkokuldan sonra gittiği Çarkçı Ameliye Mektebi'nden mezun olduktan sonra teknisyen olarak çeşitli askeri fabrikalarda görev yaptı. Osmanlı'da başlatılan havacılık hamlesi kapsamında Temmuz 1912'de İngiltere'nin başkenti Londra'nın güneybatısındaki Brooklands' de bulunan havacılık okuluna gönderildi. Ekipte, "tayyare makinisti" eğitimi alan iki mühendis subaydan biri oldu. Uçakların teknik bilgilerine de hakim olan Fethi Bey, Balkan Savaşı'nda cephede gösterdiği yararlılıklardan dolayı Ocak 1914'te Gümüş Liyakat Madalyası ile ödüllendirildi. Kasım 1913'te dönemin devlet adamları Cemal ve Talat Paşa'yı uçağı ile uçurarak, Türk havacılık tarihindeki ilk VIP uçuşunu gerçekleştirdi. Aynı gün gazete muhabiri Osman Vehbi Bey'i de aynı uçakta uçurarak, Türk havacılık tarihinde ilk kez bir sivil ile basın mensubunun bir arada olduğu uçuşu tamamladı. Belkıs Şevket Hanım ile birlikte "Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti

(Kadın Haklarını Koruma Derneği)" adına uçak alımı kapsamında bağış toplamak amacı ile uçaktan kampanya broşürlerini attı. Balkan Savaşları'nda alınan yenilginin acılarının hafifletilmesi, Osmanlı Devleti'nin batıdaki emsalleri gibi bilim ve teknolojinin insanoğluna sunduğu en son imkanları başarı ile kullanabildiğinin gösterilmesi amacıyla uçak seferine karar verildi. Devletin, idaresi altındaki toprakların her köşesiyle ilgilendiğinin, buralara ulaşabilecek güçte olduğunun ortaya konulması, Orta Doğu'da karışıklık yaratmaya çalışanlara karşı devletin gücünün hala yerinde olduğunun gösterilmesi amacıyla İstanbul'dan başlayarak, Osmanlı'nın Anadolu ve Orta Doğu'daki toprakları üzerinden Mısır'a kadar düzenlenecek bir hava seyahati önemliydi. Bu seferin resmi adı "İstanbul-İskenderiye Hava Seyahati" olarak belirlendi. "Muavenet-i Milliye" isimli "Bleriot" uçağında 27 yaşındaki Yüzbaşı Mehmet Fethi Bey ile Rasıt (gözlemci) Üsteğmen Sadık Bey, "Prens Celalettin" isimli "Deperdussin" uçağında Pilot Teğmen Nuri Bey ile Rasıt Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey yer aldı. Osmanlı için çok önemli olan sefer, basın ve halkta da merak uyandırdı. Uçaklar, 8 Şubat 1914'te, yağmurlu havaya rağmen İstanbul'da düzenlenen büyük törenin ardından yeşilköyden teker teker havalandı. Fethi ve Sadık Beylerin yer aldığı uçak, İstanbulEskişehir-Afyonkarahisar-Konya-Tarsus-HalepHumus-Beyrut-Şam rotasını takip ederek uçtu ve Şam'a başarıyla indi. Burada yoğun ilgiyle karşılaşan havacılar, bazı gazetecilere röportaj verdi. İki kahraman havacının yer aldığı uçak, 27 Şubat'ta Şam'dan Kudüs'e uçarken teknik 19


nedenlerle Taberiye gölü yakınlarına düştü. Kahraman iki havacı, şehitlik mertebesine yükseldi. İkinci uçakta yer alan Pilot Teğmen Nuri Bey ile Rasıt Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, "Prens Celalettin" uçağıyla Humus'tan Şam'a ulaşarak arkadaşlarının cenaze namazına yetişti. Pilot Yüzbaşı Fethi Bey ile Üsteğmen Sadık Bey, büyük bir kalabalığın katıldığı cenaze namazının ardından Emeviye Camisi'nde bulunan Selahattin Eyyubi Türbesi'nin yanındaki kabre defnedildi. Kazadan sonra sefere devam eden Pilot Teğmen Nuri Bey, 11 Mart'ta Yafa'dan kalkışı sırasında uçağının denize düşmesi sonucu boğularak şehit oldu. Yanında bulunan Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey ise kazadan sağ kurtuldu. Pilot Teğmen Nuri Bey, havacı arkadaşları gibi Selahattin Eyyubi Türbesi'nin yanında bulunan kabre gömüldü. Türk havacılarının ilk hava posta hizmeti merhum Nuri Bey tarafından bu sefer sırasında verilmişti. Yarım kalan seferi tamamlamak üzere Pilot Yüzbaşı Salim Bey ve Rasıt Yüzbaşı Kemal Bey görevlendirildi. Yapılan yardımlardan dolayı "Edremit" ismi verilen, yeni satın alınan "Bleriot" uçağı önce bir gemi ile Beyrut'a gönderildi. Sefere başlayan uçak, 1 Mayıs'ta Beyrut'tan hareketle Kudüs-El ArişPort Said-Tel El Kebir-Kahire-Sakkara-Maadi El Habiri-Kahire-Tanta-İskenderiye rotasıyla 15 Mayıs'ta İskenderiye'ye ulaştı. Havacılar, Mısır'da ilgiyle karşılanırken sefer anısına kartpostal basıldı… Yüzbaşı Mehmet Fethi Bey ile sefer arkadaşlarının şehit olması Anadolu'da da büyük mateme sebep oldu. Vefat nedeniyle Muğla'nın Meğri kasabasının ismi 1934'te "Fethiye" olarak değiştirildi. Mehmet Fethi sayı//58// mayıs 20

anısına 1940'lı yıllarda bir büst anıt da yapıldı. 2004'te Fethiye'de açılan yeni anıtta birçok şairin onun için yazdığı şiirler de yer aldı. Behçet Kemal Çağlar, "Aslan uçtu diye söylenir methi/ Bu kutsal toprağın çocuğu Fethi/ Kahrolur darbenle elbet her zaman/ Olursa bakış yan ve maksat eğri/ Bak, Fethiye oldu sayende Meğri/ Kartalım, gölgende hürdür bu vatan." Şiirini kayda düştü. Sebilci Hafız Hüseyin Efendi tarafından da "Tayyareci Fethi" isimli bir şarkı yazıldı. Şarkıda "Ağla annem, ağlamanın yeridir. Tayyareden düşen oğlun Fethi'dir." mısraları ölümünün halk üzerindeki matemini gösterir.. Türk pilotlarının çıktıkları 2 bin 250 kilometrelik "İstanbul-İskenderiye Hava Seyahati", 2001'de Altın Kanatlar Projesi'yle yeniden gündeme geldi. TRT ile Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın iş birliğinde yapılan projede o dönem kullanılan uçakların benzerleriyle tarihi sefer tekrarlandı. Üç bölümlük belgesel halinde yayınlanan seferde, 15 Mayıs 2001'de İstanbul'da düzenlenen törenle yola çıkan uçaklar, eski rotaya mümkün olduğunca sadık kalarak, İskenderiye'ye ulaştı. Türk havacılık tarihinin ilk şehitleri Fethi, Sadık ve Nuri Beylerin anısına yapılan anıt, İstanbul'un Fatih ilçesinde eski belediye binası önündeki parka konuldu. Mimar Vedat Tek'in tasarladığı, 10 Ağustos 1914'te açılan, yaklaşık 7,5 metrelik beyaz mermer ve bronzdan oluşan anıtta kırık sütun kullanıldı. Bununla bir ülkü uğruna girişilen seferin tamamlanamamış olması sembolize edildi. Ayrıca ilk kazanın yaşandığı noktada 1914'te bir anıt yapılmıştı. Söz konusu anıt, 2000'de Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Havacılık Tarihi Öğretim Görevlisi


Bülent Yılmazer'in girişimleriyle yeniden restore edildi.. ODTÜ Havacılık Tarihi Öğretim Görevlisi Yılmazer, konuyla ilgili AA muhabirine yaptığı açıklamada, İstanbul ile Kahire arasındaki tarihi uçuşun Enver Paşa'nın talebiyle yapıldığını, ancak dönemin teknolojik koşullarının uçuş için yetersiz olduğunu belirtti. "Uçakta bulunan Fethi ve Sadık Beyler tam bir ülkü insanıydı." diyen Yılmazer, Balkan Savaşları'nda yaptıkları görevlerde bunun açıkça görüldüğünü belirtti. Yılmazer, şehit havacılar için göreve çıkarken şan ve şöhretin pek önemli olmadığının altını çizerek, şunları anlattı: "Fethi ile Sadık Beyler, üstlendikleri görevin devletin bekası için taşıdığı önemin farkındaydı. Kendilerine verilen görevin altında İsmail Enver'in (Paşa) şahsi çıkarının olduğunun farkında olacak kadar da akıllılar fakat görev bilinçleri muhtemel ölüm tehlikesinin önünde yer alıyordu. Fethi ve Sadık ekibi çok uyumlu ve titizdi. Uçuşun her aşamasında dikkatli ve akılcı davranıyorlardı. Tek eksikleri uçaklarının yapısal kusurunun ölümcül seviyede olduğunu bilmemeleriydi. Zaten o sırada Osmanlı'da kimse bunu bilmiyor. Titiz ve akılcı davranma konusunda düşen ikinci uçaktaki Nuri Bey için aynı şeyi söyleyemeyiz. Şehit düşmesinin sebebi, çağdaş tabirle uçuş disiplini ihlali yani pilotaj hatası." Yılmazer, arşivinde bulunan Türk havacılık tarihindeki ilk kaza kırım raporundan ise şöyle bahsetti: "Görgü tanıklarının ifadelerinin yanı sıra kaza kırım raporunda yer alan bilgilerin ve fotoğrafların Avrupa'da meydana gelmiş diğer 'Bleriot XI' kazalarına ait bilgiler ve fotoğraflarla karşılaştırılması bu kazanın gerçek nedenini açıkça ortaya koymaktadır. Kazanın gerçek sebebi uçağın tasarımındaki yapısal kusurdur. O yıllarda uçak kanadı üzerine etki eden aerodinamik yükler konusunda bilimsel bilgi birikimi yoktu. Avrupa'da söz konusu uçağın kanat kirişinin kırılması nedeniyle düştüğü görülmüştü ama kanat kirişinin kırılma nedeni bilinmiyordu. Uçuş sırasında kanat üzerine binen aerodinamik yüklerden oluşan pozitif ve negatif kuvvetler, kanadı taşıyan gergi tellerini ve kanadın ana kirişini yormaktaydı. Bu nedenle uçağın kanat kirişi kırılmakta ve ölümcül kazalar meydana gelmekteydi. Kazanın sebebi pilotaj hatası ve donanım yetersizliği de değildi. Avrupa'da Bleriot XI uçaklarının kanat kirişi

kalınlaştırılmasına rağmen kırılarak düşme olayı devam ediyordu. O dönemde kimse malzeme yorulmasının sebep olduğu kırılma olayını tam olarak anlayacak ve açıklayacak, buna karşı önlem alacak donanıma sahip değildi." Yılmazer, kazalar nedeniyle yarım kalan uçuşu sürdüren Pilot Yüzbaşı Salim ve Rasıt Yüzbaşı Kemal'in Anadolu’da önceki iki ekipten oldukça farklı bir rota izlediğini kaydetti. "Ertuğrul" isimli "Bleriot XI" uçağının Çanakkale üzerinden İzmir'e doğru uçuşunda teknik bir sorun nedeniyle Edremit yakınlarında düştüğünü anımsatan Yılmazer, şu görüşleri dile getirdi: "Anadolu halkının, başlarındaki insanların ihtiraslarından bihaber, vatanperver duygularla hareketi neticesinde yeni bir uçağın finansmanını sağlayacak kadar bağış toplanınca seyahatin öyle veya böyle tamamlanması artık kişisel prestijin önüne geçiyor. Seyahatin tamamlanması için riski en aza indirmek amacıyla bir gerekçe uyduruluyor. Önceki ekipler Beyrut'a kadar uçuşu başarı ile tamamladıklarına göre hava seyahatine Beyrut'tan itibaren devam edilebilirdi. Bu nedenle; Edremit uçağı gemi ile Beyrut'a ulaştırılıyor ve Salim-Kemal ekibinin hava seyahati buradan başlayarak sonuçlandırılıyor." Bugün Türk yıldızları ekibimizle gurur duyuyorsak, 100 yıl önce bu hedefe baş koyan can veren şehitlerimizin gayret ve girişimlerinin başlaması ile olmuştur.. İstanbul Fatih’ten Şehitlerimizi rahmetle anıyorum..Nur içinde yatınız.. 21


osova ovasının kenarında denizden 525 m. yükseklikte kurulmuştur. Makedonya’nın başşehri Üsküp’ün yaklaşık 85 km. kuzeyinde olup bu şehre 1870’lerin sonundan itibaren demiryolu ile ve II. Dünya Savaşı’ndan itibaren modern bir karayolu ile bağlanır. Bir Roma şehrinin dolaylı devamı niteliğinde olan Priştine eski bir yerleşim merkezidir

YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

PRİŞTİNE VE PRİZREN 1911’de Sultan Reşad Han isyan halindeki Arnavutları teskin için ünlü Rumeli seyahatini yaptığında; Kosova sahrasında Sultan 1. Murad’ın türbesinin olduğu yerde Cuma namazı tertiplendi. Bütün ova binlerce Arnavut’la doluydu, isyanı bu ziyaret durdurmaya yetmişti. Hüseyin YÜRÜK

II. Kosova Savaşı 1448’de Priştine’nin hemen yanı başında cereyan etti. Fâtih Sultan Mehmed 1455’de kesin şekilde Priştine’yi Osmanlı topraklarına kattı ve burada iki cami yaptırdı; biri kendi adını taşıyan tek kubbeli âbidevî bina, diğeri babası II. Murad anısına yaptırılan bir mesciddir. Priştine’nin nüfus durumuyla ilgili bilgiler XVI. yüzyıla aittir.1530’da burada 144’ü müslüman, 309’u hıristiyan 453 hâne (yaklaşık 2000 kişi) bulunuyordu. İbadet yapılan en az üç cami mevcuttu. XVI. yüzyılın son çeyreğine doğru (1570) nüfusta kısmî bir artış oldu. Şehirde 273’ü müslüman, 302’si hıristiyan toplam 575 hâne (2500 dolayı) yer alıyordu, on kadar da cami ve mescid vardı. 1581’de Jean de Palerne burayı cami ve kervansarayları olan güzel bir kasaba diye zikreder. 1660’de Evliya Çelebi şehirde hepsi bahçeler içinde tek veya çift katlı, taş yapılı 2060 ev olduğunu söyler, tüccarlar için on bir han ve 300 dükkân bulunduğunu belirtir (Seyahatnâme, V, 552). 1685 yılında Priştine’de on yedi cami, bir kilise, bir sinagog, bir tekke, bir medrese, büyük bir saat kulesi, on dört han, üç hamam ve yirmi sekiz dükkânı bulunan kapalı bir pazar (bedesten) zikredilir. (Kiel 2007:347) Halil Rıfat Paşa'nın valilik vazifesine başladığı sıralarda, Kosova Vilayeti’nin umumi durumunu vilayet müsteşarı olan aslen Arnavut Vahid Efendi'nin 13 Nisan 1877 tarihinde Dahiliye Nezareti'ne gönderdiği üç sayfalık uzun yazısından öğreniyoruz. Buna göre Arnavut Vahid Efendi'nin özetle şöyle diyordu:"Kosova Vilayeti ahalisinin ahvali şimdiye değin Babıali nazarında meçhul kaldığı şüphesizdir. Eğer Babıali bölgeden layıkı ile malumat almış olsa idi, ıslahat yapmak maksadıyla gerekli tedbirleri almak için bu zamana kadar beklemezdi. Vilayetin teşkilinden evvel Prezrin, Manastır ve Üsküp eyaletlerine

sayı//58// mayıs 22


gelen valiler, buraların ahvâlini layıkı ile Bab-ı Devlet'e yazmamış veyahut yazmış ise hafifçe geçiştirmiş olmalıdırlar. Hasılı buraların ıslahı için şimdiye kadar hiçbir şey yapılmamış ve valilerin bu hallerini gören mutasarrıflar ve diğer memur ve zaptiyeler de işi geçiştirmişlerdir. İşte bu gibi kayıtsızlıklar neticesinde Keyfelok yöresinin Müslüman ahalisi, devlete itaat eden halka karşı zulüm yapmakta ileri gitmişlerdir. Bunlar insaniyet ve medeniyetçe elzem olan maarif ve sanayiden mahrum olduklarından fevkalade teessüfü calib cehalet ve dehşette kalmışlardır. Gerekli terbiyeyi vermedikleri ve rahat durmadıkları için bunların çocukları da ya hırsız ya da katil olageldiği gibi, bu Keyfelok ahâlisi dahi hükümetin te'dip ve terbiyesinden mahrum kaldıkları için şimdi arzu edilmeyen her hali yapabilecek durumdadırlar ki, bu durum her vakit Devlet-i Aliye'ye büyük bir baş ağrısı olur. Hıristiyan ahalinin durumuna gelince: Bunlar dahi medeniyetten mahrum kalmışlardır. Ayrıca Çerkeslerin ve bilhassa Arnavutların bunlar üzerinde baskısı vardır. Zaman zaman malları, arazileri ve hayvanları yağmalandığı gibi, bazı Arnavut çeteleri dahi Hıristiyan hanelerini basarak kızlarını dağlara kaçırmaktadırlar. Hükümet bunlara mani olmak için kuvvetler sevk ediyorsa da bunlar kalelere kapanarak direniyorlar ve yeterli kuvvet olmadığından, Arnavutların taşkınlıkları engellenemiyor. Bu haller Yakova, Kilan ve İpek kazasına bağlı bazı karyelerde sıkça görülmektedir. Bu hususlardan dolayı Kosova Vilâyeti'nde bir an evvel ıslahat çalışmalarına başlanması gerekmektedir. Acilen bir tedbir olarak da vali Halil Rıfat Paşa'nın emri kumandasında olmak üzere iki dağ topu, iki tabur piyade ve bölük süvari Asakir-i Nizamiye-i Şahane'nin gönderilmesi için gereken emirlerin verilmesi lüzumludur." demektedir. (Birol,2009:70-71-72) Vahid Efendi'nin bu tahriratı Sadrazam Ethem Paşa tarafından 1 Mayıs 1877 tarihinde Padişah'a arz edildi. Bir sonra da Padişah tarafından onaylanarak iradesi alındı. 1911’de Sultan Reşad Han isyan halindeki

Arnavutları teskin için ünlü Rumeli seyahatini yaptığında; Kosova sahrasında Sultan 1. Murad’ın türbesinin olduğu yerde Cuma namazı tertiplendi. Bütün ova binlerce Arnavut’la doluydu, isyanı bu ziyaret durdurmaya yetmişti. 2 Ekim 1912 tarihinde Sırp ordusu Priştine’yi alarak Priştine ve çevresini yeniden Sırplaştırma sürecini başlattı. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından şehir özerk Kosova ve bölgesinin başşehri sıfatına sahip oldu.Bugün Priştine’nin önemli eserleri arasında şehri ikiye bölen ana cadde boyunca sıralanmış üç cami bulunmaktadır; en önemlisi Fâtih Sultan Mehmed Camii’dir. Priştine’nin ikinci kubbeli camisi mahallî olarak Çarşı Camii (Pazar Camii, Murâdiye) diye bilinir. Şehrin üçüncü önemli mâbedi Yaşar Paşa Camii’dir. Kosova'daki önemli bir Osmanlı eseri de Priştina yakınlarında bulunan Sultan 1. Murad'ın türbesidir. Sultan Murad'ın Kosova Sahrası'nda şehit olmasından sonra yapılan bu türbeye Osmanlılar baştan beri hep önem vermişler, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî zamanında türbenin bakımı için tedbirler almışlardır. Evliya Çelebi, 1660 yılında türbeyi ziyaret ettiklerinde Melek Ahmet Paşa'nın bin akçe sarf ederek türbenin temizliğini sağladığını, yüksek bir duvarla yüzlerce çeşitte meyve fidanı diktirdiğini, bir kuyu açtırdığını ve buraya bir türbedar atadığını yazmaktadır. 1848 yılında türbe esaslı bir şekilde yeni baştan yapılmıştır. Buharalı Hacı Ali, türbedar olarak görevlendirilmiştir. 1896 yılında II. 23


parçalanmasından önce Prizren, Balkanlar’ın üç dilinin konuşulduğu tek şehirdi. Arnavutça, Türkçe ve Sırpça şehir halkı tarafından konuşulabilmekte, bunun yanında gazetelerde, dergilerde ve hatta cadde isimlerinde birlikte kullanılmaktaydı. Prizren pek çok camisi, medresesi, hamamı ve derviş tekkesiyle birlikte Balkanlar’daki İslâm kültürünün en önemli merkezlerinden biridir. Bugün dahi bütün bölge büyük bir oranda kültür eserlerini koruma kanunu çerçevesinde Osmanlı karakterini muhafaza etmektedir. Abdülhamid, ziyaret edenlerin dinlenme ve barınmalarını sağlamak amacıyla iki katlı bir inşa ettirmiştir. Sultan Mehmet Reşad'ın 16 Haziran 1911 tarihindeki Kosova ziyaretinde de türbe bir daha onarılmış, avlusu kesme taştan döşenmiş, yeni çeşme yapılmış ve su getirilmiştir .Türbe, I. Ve II. Dünya Savaşlarında işgal kuvvetleri tarafından maalesef yağma edilmişti. (Dursun,2003:122-123) Sultan 1. Murad Hudâvendigâr Türbesi Türkiye’nin yardımlarıyla itinalı biçimde 2005 yılında tekrar restore edilmiş ancak siyasî sebeplerden ötürü günümüze kadar resmî açılışı yapılamamıştır.Bugün hâlâ Kosova’nın resmî statüsü belirlenmemiş olmakla birlikte Priştine Kosova’nın başşehridir ve Kosova’da Birleşmiş Milletler Muvakkat Sivil Yönetimi (UNMIK) yöneticilerinin idaresi altındadır. Priştine’de RTK adıyla bilinen Kosova Devlet RadyoTelevizyonu’nda her gün 15 dakika Türkçe yayın yapılmaktadır. Priştine Üniversitesi’ne bağlı Türkoloji Bölümü (Filoloji Fakültesi) Kosova Türk kültürü için büyük bir önem arzetmektedir. Gayri resmî kaynaklara göre günümüzde Priştine’de 3000’e yakın Türk yaşamaktadır. (Kiel 2007:348) Orhan Kural da Priştine’den şöyle bahsediyor: Başkent Priştine, Bill Clinton Caddesi başta olmak üzere sevimsiz beton bir kent. Gerçi şehri Osmanlı kurmuş ama Osmanlı'dan geriye sadece bir saat kulesi, eski çarşı ve Sultan Mehmet Camisi ve bir de hamamı kalmış. (Kural,2011:137) PRİZREN

Coğrafya ve Tarihçe Kosova’nın ikinci önemli şehri olup (2003’teki nüfusu 107.614) Osmanlı döneminde (14551912) Sancak merkezi idi. Yugoslavya’nın sayı//58// mayıs 24

Prizren, Balkanlar’da Saraybosna ve Üsküp’ten sonra en çok tarihî caminin bulunduğu şehir olup bunlar bütün bölgenin en görkemli eserleridir. 1455’de Fâtih Sultan Mehmed kumandasındaki Osmanlı ordusu Vılkoğlu ile (George Brankoviç) savaştan sonra Prizren’i ele geçirdi. Fetihten sonra bir sancağın merkezi yapıldı ve Kral Milutin’in büyük kilisesi, daha sonra Câmi-i Atîk olarak bilinen şehrin en önde gelen camisine dönüştürüldü. Şehre bir grup Türk nüfus yerleştirildi ve dış kesiminde Fâtih Sultan Mehmed bir namazgâh yaptırdı. 1530 tarihli Tahrir Defteri muhtemelen Prizren’in nüfus bilgilerini içeren en eski kayıttır. 1530’da şehir 270 müslüman ve 396 hıristiyan hânesini (toplam 666 hâne, yaklaşık 3300 kişi) içeren dört müslüman ve dokuz hıristiyan mahallesine ayrılmıştı. 1530 tarihli defter Sultan Mehmed Camii’nden başka Kâtib Sinan, Yâkub Bey ve Ayas Bey mescidlerinden söz eder, ancak 1513 tarihli Sûzî Çelebi Mektebi ve Camii hakkında bir kayda yer vermez. Sûzî Çelebi şair olup ünlü Gazavâtnâme-i Mihaloğlu Ali Bey’in yazarıdır. XVI. yüzyıldaki iç istikrar (1530 ve 1550 tarihli tahrirleri) Prizren Kalesi’nde sadece bir dizdar, kethüdâ ve bir imamla birlikte yirmi askere sahip olan garnizonun ölçüsünden anlaşılabilir.1573’te İşkodra’nın sancak beyi Gazi Mehmed Paşa, Prizren’de büyük ve muhteşem bir kubbeli cami, bir medrese, bir kütüphane, bir mektep, kendisi için bir türbe ve büyük bir çifte hamam inşa ettirdi.Bu binaların çoğu hâlâ ayaktadır. Medrese 1947 yılına kadar faaldi. Mehmed Paşa Kütüphanesi din, tıp, matematik ve tarih üzerine pek çok yazma içerir. Prizren bölgesinden bir Arnavut


olan Vezir Sofu Sinan Paşa 1615’de şehirde büyük bir cami ve bir medrese yaptırdı. Cami kasabanın mimari özelliklerini taşıyan, Balkanlar’ın en âbidevî Osmanlı binalarından biridir. (Kiel 2007:350) Prizren ve köyleri 1689-1690 kışında Piccolommini kumandasındaki Habsburg ordusunun işgalinden çok büyük hasar gördü. Bu esnada şehir yakılıp yağma edildi, müslüman nüfusunun büyük bir bölümü kılıçtan geçirildi. Osmanlı Hükümeti Ayastefanos Antlaşmasının hükümlerini yerine getiremedi. Ayastefanos Antlaşması'ndan sonra Arnavutlar arasında hareketlilik görüldü. 1878 tarihi itibariyle sadece Sırbistan'dan Kosova Vilayeti'ne 93.000 muhâcir gelmişti. Arnavutlar kendi aralarında teşkilatlanarak Kosova'da özerk bir yönetimin temellerini atmak ve Arnavutlar'ın hukukunu müdafaa maksadıyla bir birlik vücuda getirmek için toplantılar yapmaya başladılar. İlk toplantısını da 10 Haziran 1878 tarihinde Prizren'de Bayraklı Camiinde yaptılar. (Birol,2009:77) Şemseddin Sâmi’nin Kâmûsü’l-a‘lâm’ında 1895 yılında Prizren’de 38.000 nüfus, yirmi dört cami ve 1000 dükkânın olduğu kaydedilir. 1912 yılındaki I. Balkan Savaşı esnasında Prizren, General Jankovic kumandasındaki Sırplar tarafından ele geçirildi. Gerçekleştirdiği korkunç katliamlar neticesinde Batılı basın kendisine “Modern Cengiz Han” unvanını verdi. Kale içi her şeyiyle havaya uçuruldu. Fâtih Sultan Mehmed Camii tekrar kilise yapıldı, Rotulla Mahmud Paşa’nın binaları tamamen yerle bir edildi. Ardından bazı tarihî camiler de yıkıldı. (Kiel 2007:351) İlber Ortaylı şehri şöyle anlatıyor: Prizren, Balkanlarda Osmanlı dönemini en çok yaşatan şehirlerdendir. Şadırvan meydanının etrafındaki bir diğer önemli anıtı, Sinan Paşa Camii’ni, TİKA restore ediyor. Prizren’in bir köşesinde de Katolik kilisesi var. Şadırvan meydanı Prizren’in hep ana meydanıdır. Şehir 20’yi aşkın cami, tekke, hamam kalıntılarıyla ve laik Müslüman tarzıyla hayatını sürdürüyor. (Ortaylı,2013:149) Prizren şehri 1455 yılından bugüne kadar sayısız cami, hamam, tekke, kervansaray, han, çeşme gibi eserler yüzyıllar boyunca bir

Osmanlı-Rumeli şehri olarak kalmıştır. Bütün tahribata rağmen günümüzde de hâlâ tarihî hüviyetini ve mimarî dokusunu koruyabilmiştir. Haluk Dursun şehri şöyle anlatıyor: Orta Doğu'da, Balkanlarda Osmanlı coğrafyasını çok gezmiş, çok Osmanlı şehri görmüştüm. Şam'da, Halep’te Kudüs'te, Medine'de, Berat'ta, Estergon'da, Babadağ’da Şumnu'da, Akçahisar'da, Kalkandelen'de ve hele hele Vardar kıyısındaki Üsküp'te söylediğim cümleyi ta içimin derinliğinden koparak bütün samimiyetimle Prizren’de bir kez daha tekrar ettim: "İşte bu benim şehrim, işte bu benim tarihimin, işte bu benim kültürümün, işte bu benim medeniyetimin şehri, bu bir Osmanlı şehri!” Prizren, gerek Anadolu'da, gerek Türkiye dışında şimdiye kadar gördüğüm şehir ve kasabalar içinde eski Osmanlı kent görüntüsünü en çok aksettiren yerdir. Prizren’den Osmanlı döneminde inşa edilen camilerden yirmi tanesi bugün mevcuttur. Dokuz tanesi ise yok olmuştur. Yani bugün yirmiden fazla Prizren camiinde ibadet edilmektedir. Ancak burada çok içler acısı bir durum söz konusudur ki, o da bu camilerden on sekizinde Arnavutça, dördünde Sıpça- Boşnakça vaaz yapılırken, bir tanesinde bile Türkçe vaaz yapılamamıştır. Halbuki bundan yirmi yıl öncesine kadar bütün bu camilerde vaazlar Türkçe verilmekteydi. (Dursun,2003:121) Prizren'deki Türk eserlerinin mimarî hususiyetler hakkında Kemal Özergil, Hasan Kaleşi, İsmail Eren ve Ekrem Hakkı Ayverdi'nin çalışmalarından bilgi edinilebilir. Son olarak da Prizden'deki 1996 yılında Türk Demokratik Birliği tarafından Raif Vırmiça'nın "Prizren Camileri" isimli kitabı yayınlanmış. KAYNAKLAR

• Birol Nurettin,(2009),Sadrazam Halil Rıfat Paşa Dönemi ve İcraatları,Ankara:Cedit Neşriyat • Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Kiel Machiel,(2007),Priştine, DİA, Cilt: 34; Sayfa: 347-348 • Kural Orhan (2011), Gezginin Gölgesi, İstanbul Han Yayınları, • Ortaylı İlber,(2013),İlber Ortaylı Seyahatnamesi, İstanbul: Timaş Yayınları 25


nsanlığı tarih boyunca sığınabildiği tek yeri evi olmuştur. Kuşlar dallara, hayvanlar mağara ya da kaya kovuklarına yerleşirken, kendi içgüdüleriyle bir koruma zırhına kavuştuklarını sanırlar. Balıklar bile, ırmak ve denizlerde hep kendileri için sığınak olacak yerlere çekilirler.

EVLERİMİZ ŞEHİRLERİN

BİBLOSUYDU! Bu evlerin hepsi birer irfan ocağıydı. Ninnileri, türküleri, ağıtlarıyla, hikâyeleri, masalları, destanlarıyla sosyal şuuru geçmişten geleceğe taşırlardı. Muhsin İlyas SUBAŞI

İnsan, bunu koruma amacının ötesinde rahatı, hatta konforu için kullanır. Aslında evler, bu tür eğilimlerin zarif mekânları olsa da, temelde minik bir devletin sarayı gibidir: Aile reisi, hem ev halkını hem de evini yönetir. Evlerin işlevine gelince; öncelikle bir sığınma, korunma ve barınma yerleridir. Aynı zamanda kültür ocaklarıdır. Büyük adamlarının hepsi bir evin kendini besleyen ortamından çıkmışlardır. Yaşama üslubumuza göre düzenlenip döşenen evlerin iç dekoru hayat tarzımın koruyucusudur. Eski evleri hatırlıyorum; şehirlerde taş binaların üzeri toprakla örtülüdür. Duvarları sıvalı ve düzgündür. Bir ebeveyn odası vardır, halk orada toplanır, yemeklerini yerler, vakitlerini orada geçirirler. Evin nüfusuna göre, oda sayıları artar ve evlilerin kaldığı odada ‘çağ’ dedikleri yüklük olarak da kullanılan bir banyo dolapları vardır. Mutfağında gömme ocağı bulunur. Köylerde bu tandırbaşı olarak adlandırılırdı. Çünkü ocak işlerini derine gömüyü tandırda yaparlardı. Bu evlerin hepsi birer irfan ocağıydı. Ninnileri, türküleri, ağıtlarıyla, hikâyeleri, masalları, destanlarıyla sosyal şuuru geçmişten geleceğe taşırlardı. Geleneksel yaşama tarzının mahremiyetini bu evler korurdu. Şehirleşme evlere katlara dönüştürdü. Evvela iki-üç-beş katlı derken şimdi 15, 25, 35 kata kadar çıktı. Pederşahi aile yerine çekirdek aile erozyonuna sürüklendik. Gelecekte daha nasıl bir şekil alacağız bilemiyoruz. Ama bizi vareden temel değerlerimizi gözlemleyenler unutamayacağımız tespitleri yapmayı da ihmal etmemişler. Şimdi ev mekânından, o eski şehir biblosu olan evlerin aile standardına bakalım isterseniz: Anna Masala, kaybetmeye başladığımız o evi ve aile tipimizi öylesine güzel işlemiş ki, onun anlattığı ev modeliyle anılmayı isteriz. Çünkü ruhumuz bu model içinde gizlidir. Buyurun

sayı//58// mayıs 26


şimdi yarım asır öncesine doğru yola çıkalım ve, bir İtalyan Hanımın 1960’lı yıllardan itibaren gelip büyüsüne kapıldığı evlerimizin fotoğrafını ondan izleyelim: “Her Türk evinde bir dede, bir nine, ikisi de, hatta bazen dördü de birlikte yaşarlar. Ama anneanne en önemlisidir. Bir Türk evine misafir gittiğiniz zaman, salonun bir köşesinde, bir koltuğa oturmuş bir nine veya dede görürsünüz. Saçları boyalı, makyajlı, modern nineler demiyorum, beyaz topuzlu, koyu renk elbiseli nineleri düşünüyorum. Bir Türk evine girince her şeyden önce ninenin elini öpmek gerekir. Bu onun hakkıdır ve o, bunu bilir. Türk ninelerinin çok anısı vardır; atasözü, bulmaca ve tekerlemenin âlasını bilirler. İş işlemek için gözlükleri, yün şalları ve Isparta’dan gelme gül kokuları vardır. Ninelerin anılarıyla bir tarih kitabı yazılabilir, ama anlattıklarının hangisinin gerçek, hangisinin hayal ürünü olduğu pek anlaşılmaz. Gençliğinde tanımış gibi Sultan Vahdettin’den bahseden nineler tanıdım, başkaları ise Atatürk’ün Samsun’a gidişini gördüklerini yeminle anlatırlar. Nineler evlerinde o kadar saygı görürler ki ev sahibinin annesi mi, yoksa kayınvalidesi mi belli olmaz. Misafir benim gibi yabancıysa, Türk nine köfte yapmayı öğretmekten, muska hediye etmeye kadar her türlü ev ve Türk geleneklerinden bir şeyler gösterir, öğretir.” “Ben, saatlerce onların Kurtuluş Savaşı anılarını dinlerken hediye olarak tığ ile yapılmış dantel

örtüler veya oyalı yemeniler hediye ediyordum.” “Nineler çocukların ilk öğretmenleridir. Bütün Türk çocukları iki okula gider: nineninki ve öğretmeninki. Ama nineninki, köy çocukları için olsun, büyükelçi çocukları için olsun birdir; böylece bütün çocuklar aynı ninnilerle uyur: “Dandini, dandini…” “Ya masallar? Ninelerin masalları prensesler, ejderhalar, kurnaz kunduracılar ve bilgin fillerle doludur. Nineler yalnız kalınca perilerle konuşurlar ve cinleri evin kapısının dışında bırakırlar.” “Aile fertlerinden biri hasta olunca doktor çağırılır, ama ilk ilacı yine evin ninesi verir; bu şekilde, bal, limon, nane, ıhlamur veya sıcak bir çorba, eczanenin ilaçlarından önce yetişirler.” “Dedeler de kendilerine çok önem verirler ve çok anıları vardır. Çok yolculuk yapmışlardır. Bunları ve askerlik anılarını anlatırlarken subayların, erlerin isimlerini de hatırlarlar.” “Bana göre dünyanın bütün ülkelerinin Türk nine ve dedelerine ihtiyacı vardır.” (Anna Masala, Türkiye’ye Aşk Mektupları, Kültür Bakanlığı Yayını, İstanbul-2002, s. 12,) Bu anlatılan aile modeli bugün var mı? Bunun cevabını sizler verin lütfen ve bu ağır sancıdan nasıl kurtulabileceğimizi düşünün. 27


slında önce biraz geçmişimden bahsetmek istiyorum.Bizim aile 1940 lı yıllarda Gaziantep ten İstanbul a gelmiş. Önce Sirkeci de rahmetli dedemin otelinde kalmışlar. Sonra İskenderpaşa Mahallesi Ahmediye Caddesindeki 6 katlı yığma binayı satın almışlar. O zamanlar henüz Vatan Caddesi yok. Her taraf bostan.1954 yılında Vatan Caddesi açılırken aile yüksek miktarda şerefiye parası ödemiş.

70’ LERİN İSTANBUL’U

VE KIR GEZMELERİ

Mehmet Dedem çok zengin. İstanbul a geldiklerinde bizimkiler uzun bir süre alafranga hayat yaşamışlar.Sonra rahmetli Fevziye Nuroğlu Halamın örtünmesiyle ve etkisiyle aile dindar bir hayatı benimsemiş. DR.Şimşek DENİZ

Nazlı Ninem tam bir Menderes hayranıydı .Adnan Menderes bazen sabah namazına Murat Paşa Camisine gelir namazdan sonra cadde çalışmalarını denetlermiş. Ninem de onun yolunu pencereden gözler, Menderes geldiğinde ona çay ve Antep usulü peynirli sıkmaç götürürmüş. Ninemin şoförü Mehmet Abi bir gün Menderes e kötü söz etti diye belindeki Kırıkkale tabancasıyla onu Aksaray Çukurpazar a kadar kovalamış. Rahmetli anlatırdı işte. Mehmet Dedem çok zengin. İstanbul a geldiklerinde bizimkiler uzun bir süre alafranga hayat yaşamışlar.Sonra rahmetli Fevziye Nuroğlu Halamın örtünmesiyle ve etkisiyle aile dindar bir hayatı benimsemiş. 1983 yılında vefat eden annemin babası Kemal Hadanoğlu dedem Vanlı bir toprak ağası ve tüccar. İki dedemde iş arkadaşı ve evlatlarını başgöz ediyorlar. Yıldırım Deniz ve Nihan Hadanoğlu yani babam ve annem 1962 yılında evleniyor .Aile 1963 yılı mayısında Yalova Termal e gidiyor .Sıcak suyu görünce ben de dünyaya erken geliyorum .Dedem önce adımı Yalovalı Yakup veriyor. Sonra Şahin oluyor. İki yaşıma geldiğimde Yıldırım ın oğlu Şimşek olsun diyerek ismime son noktayı koyuyor. 1969 yılından itibaren İstanbul'u hatırlıyorum. Doğup büyüdüğüm Sofular, Horhor, Aksaray,Vatan Caddesi,Fatih ve Topkapı. İlokul 2.sınıfta Albümin hastalığı teşhisiyle bir hafta Haseki Hastanesinde yatmıştım. Annem yanımdaydı. Hatırladığım şey hastanenin karanlık koridorları, yan yatakta yatan ve benle dalga geçen genç kız ve hafta sonu ziyarete gelenlerin getirdiği elmalar. Kokular beni hep geçmişe götürür.

sayı//58// mayıs 28


İstanbul gezmelerinde sürekli gittiğimiz yerler Maçka Parkı, Beykoz Abraham Paşa Korusu, Florya tren istasyonu karşısındaki koruluk alan, Haramidere ve bugün Sabahattin Zaim Üniversitesi kampüs alanı içinde kalan Küçükçekmece Gölü manzaralı çamlık idi. Sonraları Yıldız Parkına ,Belgrat Ormanlarındaki Neşet Suyuna ve Sarıyer deki Altınkum a giderdik. Bir hafta önceden başlardı heyecanı. Biz kır gezmesi derdik. Ninem ve halalarım Antep ağzıyla sahre derlerdi. Sahreye gidiyik ağam, yorum. Cumartesi günü lahmacun içi hazırlanır, Sofular daki Urfalı Fevzi Ustanın odun fırınında lahmacunlar pişerdi. Börekler açılır, poğaça ve çörekler yapılırdı. Maçka Parkının benim gözümde en önemli özelliği lavanta kokusu idi. Ceplerimize doldururduk .Kuruduğu zaman daha güzel kokardı. Ahşap aile salıncakları vardı.8 kişi binerdik.Tek kişilik ahşap salıncaklar, çardaklar ve çeşmeleriyle emsalsizdi. Bizim için şehrin göbeğinde ormandı sanki. Şimdiki adıyla Vodafone Park o zamanki adıyla Mithatpaşa Stadından gooll diye sesler gelince Fenerbahçe gol attı diye sevinirdim. Cemil , Ziya, Alparslan, Osman kaleci Datcu, Yılmaz ve Enginlerin zamanı. En sevdiğim gezme Beykoz Abraham Paşa Korusu idi.Sabah 6 da kalkar,elimizde piknik tüpleri,su bidonları,yiyecek çantaları Murat Paşa dan Köprü ye otobüsle giderdik.O zaman biz Eminönü ne Köprü derdik .Sabah 8 de Boğaziçi vapuruna binerdik. Denizi ve manzarayı görmek için vapurun tek sıralı dış kısmına biner

bir aile orayı doldururduk. Denizin içindeki istavritleri,kıraçaları,kefalleri ve deniz analarını takip eder yem atardık .Boğaz Vapuru önce Anadolu yakasına Üsküdar' a geçer sonra karşılıklı iki yaka arasında bütün iskelelere uğrardı. Beşiktaş,Vaniköy, Kuzguncuk, Emirgan, Çubuklu, Küçüksu, Paşabahçe.. Boğaziçinin bütün iskeleleri ve semtleri bende ayrı bir duygu dünyası oluşturmuştur. Yahya Kemal Beyatlı Boğaziçi semtlerini çok iyi tasvir etmiştir. Küçüksu Kasrının önü Boğaziçi nin en derin yeridir. Gemi iskeleye geldiğinde gençler vapurun en üst güvertesine çıkar denize balıklama, çivileme atlarlardı. Küçüksu Çayırında pişen süt mısırların dumanı ve kokusu bize ulaşırdı. Boğazın bir Avrupa yakası bir Anadolu yakası derken deniz yolculuğumuz 2 saat sürerdi.Sonunda ver elini Beykoz İskelesi. Cevizi,kalkan balığı, dalyanları ve paça çorbası meşhur olan Beykoz. İlk işimiz İshak Paşa Çeşmesine uğramak, lülelerinden su içmek ve bidonlarımızı doldurmaktı. Sonra Beykoz Korusuna yokuş tırmanırdık. Gün boyu maç yapmak, meşe ağaçlarından düşen palamutları biriktirmek, ıhlamur ağaçlarına tırmanarak ıhlamur toplamak ne kadar güzeldi. Top kaçtığı zaman aşağı Beykoz Sahiline kadar tıngır mıngır giderdi . Bulunduğumuz yerde ağaçların arasından deniz görünürdü. Yakındaki ortaokulun bahçesinde basketbol maçları yapardık. Öğleden sonra denize inerdik. Ben yüzmeyi 8 yaşında Beykoz da öğrendim. Babam birden denize atmıştı beni. Belki 29


inanmayacaksınız ama ilk istavrit balığımı misinaya bağladığım ve eğdiğim toplu iğne ile Beykoz da tuttum. Kayık kiralar,gezerdik.Uzaktan gelen Şehir Hatları Vapurunun düdüğü çaldığı zaman kayıklar aceleyle sahile kürek çekerdi. Gün batımı çok güzeldi Beykoz kıyılarında. Akşam 9 vapuruyla yorgun argın Köprü ye dönerdik. Ayrıca İshak Paşa Çeşmesinde bulduğum sarı misketi hiç unutamam.Uzun yıllar saklamıştım. Sonra kaybettim.Bizin Beykoz da piknik yaptığımız yerde bugün belediyenin sosyal tesisleri hizmet veriyor. Florya çok güzeldi .İskenderpaşa dan yürüyerek Yenikapı tren istasyonuna giderdik. Yenikapı daki oduncu depolalarından gelen hızar sesleri hala kulağımdadır. Trenin Kumkapı dan Yenikapı ya doğru gelişi yavaş yavaş istasyona yaklaşması, aceleyle ve heyecanla trene adım atmalarımız. Birgün Florya ya giderken ben trene önce bindim. Bizimkiler binemedi. Kapılar kapandı.tren aldı beni götürdü.Ninemin ve annemin trenin arkasından bağırarak koşması ,benim trende ağlamalarım, büyüklerin beni teselli etmesini unutamam. Sonra tabi Florya da buluştuk. En çok Yenikapı ile Yenimahalle arasını severdim çünkü trenle giderken Marmara Denizi görünürdü. Sonra deniz kaybolur,Yeşilyurt ta tekrar ortaya çıkardı. Florya Korusunda topladığımız papatyalar. Papatyalara basmamak için ne kadar yorulurdum.Florya benim için bahar ve papatya idi. sayı//58// mayıs 30

Haramidere akrabalarla, babamın bir vakitler aldığı otobüsle yada Aksaraydan kalkan minibüslere binerek kalabalık gittiğimiz bomboş tarlalalardı. Haramidere deki ekmek fırınında İstanbul un en güzel ekmeği satılırdı. Meraklıları bilir. Harika bir unu vardı. Yakın zamana kadar da açıktı. Maçlar yapardık. Haramiderenin suyu da çok güzeldi. Su demişken Beykoz dan ilerdeki Karakulak Suyunu da bir kenara yazalım. İlk kafa golümü Haramidere de aramızda yaptığımız maçta atmıştım. Şimdi Haramidere yi Beylikdüzü ve Esenyurt taki yüksek katlı çirkin bloklardan dolayı tanımak çok zor. Halkalı da bizim ve akrabaların arsaları vardı. Geçenlerde rahmetli olan Neriman abladan ve kocası Rıfat abiden almıştık. Şaziye Halamında arsası vardı ve arsasına çok düşkündü hep üstüne ev yapma hayali vardı. Safra köyü daha sonra Sefaköy oldu.Yusufpaşa dan minübüslerle Halkalı ya giderdik. Aslında İstanbul un minibüsleri, bıçkın şoför ve muavinleri de ayrı bir yazı konusu. Çiçek Abbas filmindeki Şener Şen ve İlyas Salman ın tiplemeleri çok gerçekçi idi.Alibeyköy minibüs hattında geçiyordu. E-5 in adı Londra Asfaltıydı o yıllar. Vakko nun Merter deki Şed çatılı yapısı ve önündeki düzgün ve bakımlı çimenliği, Fruko Gazozlarının eğik cam cepheli fabrikası, Ömür Restaurant ın İncirli deki dairevi ahşap yapısı minibüsle giderken yolumuzun üstündeki aklımda kalan İstanbul un güzel yapılarıydı .Şimdi hepsi yıkıldı. Bu yapıların Tescil edilmesi


için Koruma Kurullarına başvurdum ama netice alamadım. Bu durumuda belirteyim. Sefaköy deki Yandım Çavuş Ayranını unutamam ,birde Halkalı daki Meyvalı Kır lokantasının nefis tencere yemeklerini .İstanbul un kır lokantaları vardı yani. Çok uzak değil. Halkalı daki Çoban Çeşmeleri ve davar sürüleri. kuzular,oğlaklar .Ne kadar değişti herşey .Ne kadar çabuk kirlendi. Mehmet Akif Ersoy un okuduğu Halkalı Baytar Mektebinin önündeki geniş düzlüklerde Küçükçekmece Gölü manzarası seyrederek akşama kadar gönlümüzce eğlenirdik. Körebe,Saklambaç,Yakartop,istop,çelik çomak. Misketlerimizi de götürürdük. Ortaokul ve lise yıllarından itibaren ailece Yıldız Parkının müdavimi olduk.Köşkünün yanında ki büyük havuzun eteklerinde sergilerimiZi yayar güne kahvaltıyla başlardık. Sincaplarla ekmeğimizi paylaşırdık. Çocukluk işte. Ama şimdi kendime kızıyorum. Bir keresinde oltaya ekmek koyup havuzun kırmızı süs balıklarını yakalamıştık.Tabi sadece 2-3 tane .Bir daha yapmadık çünkü bekçiden ve büyüklerimizden iyi azar işittik. Belgrad ormanları nın piknik alanları günümüzde olduğu gibi geçmişte de genellikle tüm İstanbullunun gittiği yerlerdi. Kır gezileri ve piknikler bir gelenek olarak günümüzde de devam ediyor.Bilhassa Anadolu şehirlerinin köy dernekleri ,çeşitli vakıflar,kurumlar büyük ve kalabalık piknikler düzenliyorlar.Günümüzde piknikler kentsel

sosyalleşmenin bir parçası oldu.Bu güzel bir gelişme.Ancak çevre ve doğaya saygının ön planda olması lazım.Artık her ailenin 1-2 arabası var. Doğaya ve toprağa kaçış günümüzün bir talebi. Önümüzdeki yıllarda artarak devam edecek. İmar planları ve projelerdeki kat bahçeleri ve yeşil çatılar insanların doğaya olan özlem ve ihtiyacına cevap veremiyor.Özellikle Şehir içi yeşil alanların çoğaltılması gerekiyor.Ancak bu talep de yüksek kamulaştırma bedellerini beraberinde getiriyor.Şehir içindeki yüksek ağaçların kesimine kesin yasak getirilmeli. Ağaçları taşıdık ya da onun yerine şuraya şu kadar fidan diktik sözleri gerçeklikten ve ihtiyacı karşılamaktan uzak sözler. İstanbul da Park-Bahçeler Müdürlüğünün son yıllarda yaptığı peyzaj düzenlemeleri ve lalezarlar gerçekten devrim gibi.Devam etmesini diliyoruz. Daha yeşil ve mavi İstanbul temennisiyle.. 31


RİZE DE RİZELİ DE RİZE ÇAYI DA KALİTELİDİR.. Rize kalesine çıkmak istedik gittiğimizde. Öyle ya, bir şehir en iyi nereden görünür? En güzel İstanbul nerededir? İstanbul’u en güzel nereden teneffüs hatta tenezzüh edersiniz? ‘Çamlıca’dan’ dediğinizi duyar gibiyim. Elhakk öyledir. Fahri TUNA

Bugün Türkiye’de - hiç abartısız söyleyebiliriz ki - çayın sırtından yüz binlerce insan geçiniyor. Ekicisi biçicisi kesicisi, fabrika çalışanı paketçisi kalitecisi. Kamyoncusu kahvehanecisi garsonu. Çay ne zaman girdi bizim soframıza diye düşünüyorum? (Rize’den Batı Anadolu’ya, Marmara’ya, Adapazarı’na geliş serüvenini yakalamaya çalışıyorum.) Cevabım: 1970’lerde. Çocukluğumda sabahları çorba içilirdi evimizde zira. Mis gibi tarhana çorbası meselâ. Babaannem un çalma çorbasını da sütlü çorbayı da çok güzel yapardı rahmetli. Sonraları sabahları çay diye kırmızı bir içecek peydahlandı soframıza. Yanında da saz arkadaşları: Zeytin, peynir… Birkaç sene içinde de Sana yağı. (Nebati margarinde ilk marka Sana olduğu için yüce halkımız öyle söyler. Kaynanam eşime ‘Gülseren, hadi marketten bana Omo alıver. Ama Tursil olsun’ der hâlâ. İlk piyasaya giren marka, türünün adı gibi yerleşiver safderun halkımın zaafderun zihnine.) Yatılı okulda bazı sabahları çayın yanına zeytin peynir dışında tabakta Sana yağlı reçel eklendi. (Gül reçeline nebati margarini karıştırıp yemenin tadına hâlâ doyamıyorum, itiraf edeyim) Ha bir de sabahları sobanın üzerinde ekmek kızartıp üstünü bir güzel yağlayacaksın, hafif tuz ekeceksin, pul biber de olabilir az biraz. Bir yudum çay çekeceksin, bir ekmek ısıracaksın. Üf. Yeme de yanına yat. Böyle böyle girdi Marmara’ya Ege’ye Trakya’ya çay. Sofralarımızı akşamlarımızı misafirliklerimizi tümden istilası ise 1980’lerin sonlarındaydı artık. Helal hoş olsun.

aycity. Yok Çayland. Çay denilince ilk akla gelen şehir. Hatta ülke. Çayya. Çayanya. Rivayet odur ki çayın ilk memleketi Çin’miş. Eyvallah. Amenna. İtirazımız yok. Çing Çang Çung. Olabilir. Çinceyi çağrıştırıyor zihnimizde çay. Aldık kabul ettik. Yine rivayet odur ki çayı Türkiye’ye ilk kez 1922 yılında Rizeli Hulusi Karadeniz adlı amcamız Batum’dan getirip ekmiş. Ekiş o ekiş. Patlamış gitmiş.

sayı//58// mayıs 32

‘Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olur’ atasözü dilimize pelesenk olmuştur asırlarca. (Meraklısına not: Türk kahvesi deyimine bakmayın, ‘Kahve yemenden gelir’ aslında. İngilizlerin ‘beş çayı’ kavramına da aldanmayın, çay da İngiltere’ye Uzak Doğu’dan gider. Âh kapitalizm âh. Gözün çıksın emi.) Ülkemizde içimi bir asra yaklaşan çayla ilgili bir atasözü üretebildik mi? Benim bildiğim yok. Sadece fena çay tiryakisi eşimden zaman zaman işittiğim ‘çaysadım’ fiili var, o kadar. Ama ben uydurdum, yalanım yok: ‘Bir fincan kahvenin hatrı kırk, bir bardak çayın hatrı yirmi senedir.’ Bir gün yaygınlaşırsa bu söz, patenti benimdir, haberim yok demeyin... Akşam sabah, gece gündüz, ev ahalisi misafir, küçük büyük, kadın erkek artık müptelası olduğumuz (bunun ne demek olduğunu yurt dışına çıktığınızda çok iyi anlamışsınızdır) demleme çayın vatanına yani


Rize’ye gitmek elli yaşımdan sonra ancak gitmek nasip oldu bana. Merak da etmiyor değildim hani. Biz Batı çocukları için Trabzon ile Rize neredeyse – aynı şeydi; benzer kültürler, benzer şehirler, benzer coğrafyalar. Gittim gördüm. Ha Trabzon ha Rize. Yamaç, gara deniz, hamsi, kıyıya paralel ince uzun şehirler. Nefis manzaralar. Mavi ile yeşilin muhteşem izdivacı. (Ha bunu siz ‘evliliği’ anlayın da.) Üniversitede okurken sınıf arkadaşımız Trabzonlu ‘Komünist Zeki’ ile Rizeli ‘King Ali’ bize ‘aynı şehrin çocukları’ gibi gelirdi hep. (Not: Trabzonlular inanılmaz vatansever ve Türk milliyetçisidir. Bu bizim sınıf arkadaşımız Zeki, Trabzon’dan ender çıkan sosyalistlerden birisidir. Fikrilerini sevmesek de kendisini çok severiz. Kaliteli adamdır. İkinci lakabı da ‘Baba Zeki’dir.) ama sonraları öğrenecektik, meğer çok farklı şehirlerdenmiş iki arkadaşımız. Rize kalesine çıkmak istedik gittiğimizde. Öyle ya, bir şehir en iyi nereden görünür? En güzel İstanbul nerededir? İstanbul’u en güzel nereden teneffüs hatta tenezzüh edersiniz? ‘Çamlıca’dan’ dediğinizi duyar gibiyim. Elhakk öyledir. Altmışlı yaşlarındaki Rizeli ağbiye yolu sordum: ‘Ha bu kaleye nereden gideceğuz da?’ Cevap yerine uzun uzun yüzüme baktı amca: ‘Sen Dırabizonli misun uşağum?’ ‘Yok teğilum’ dedim. ‘Onlar cibi çonuşayisun da!’ sonra gösterdi çıktık. Boztepe, Çamlıca gibi bir yer. Ve nefis bir Rize manzarası… kartpostal gibi şehir. Gibisi fazla hatta. İlk kez orada fark ettim: - Biz uzaktan hiç fark etmemişiz meğer-: Aslında Rize Türkçesi ile Trabzon Türkçesi çok farklıymış. Meselâ bizim - meşhur- ‘geliyorum’umuz, Erzurum’dan yola çıkarken ‘çelirem’ iken Kaçkar Dağlarında dolaşa dolaşa, güzelim yaylalarını gece geze Rize’ye indiğinde ‘celayrum’ olmuş, Of’u Sürmene’yi Yomra’yı aşıp Trabzon’da mola verince ‘geliyrum’ Ordu’da fındık yerken ‘Geliyom.’ (Unutmadan: Ordu’dan Üsküdar’a kadar… bütün bir Orta ve Batı Karadeniz, Doğu Marmara ‘geliyom’ der.) Trabzon Beşikdüzülü bizim Şair Âşık Çepni’den (Uçak mühendisi Yusuf Mısırlıoğlu’ndan) çok dinledim: ‘Anam ‘sağa Rizeli gelin alacağum Yusuf’ der durur idi gençken. ‘Allah gorusun ana’ deridim ben de. Ula düşe düşe Rizeli hatuna düşmedik mi sağa.’ Yusuf Ağbimiz, yarım asırdır merhum bestekâr Rizeli Ziya Taşkent’in yeğeni Zerrin Ablamızla evlidir. Allah nazardan saklasın, çok da güzel bir evlilikleri, üç de pırlanta evlatları vardır.

Sonraları fark ettik ki, bütün komşu iller arasında derin bir çekişme vardır. SakaryaKocaeli, Düzce-Bolu, Sivas-Kayseri, DenizliAntalya, Trabzon-Rize. Maalesef futbol takımlarının yönetici ve taraftarlarının körüklediği ne lüzumsuz abes saçma sapan bir düşmanlıktır bu. Rize-Trabzon çekişmesi de - biraz da Trabzonspor’un Süper Lig şampiyonlukları sonrası - almış yürümüş. Halbuki biri yeşil-mavi, diğeri bordo mavi. Üç günlük dünyada nedir bu düşmanlık yahu? İş o raddeye gelmiş ki, akıllara durgunluk… Rivayet şu: Trabzon’la Rize’yi ayıran bir dere varmış. Rize minibüsleri vatandaşı o derenin doğusuna kadar getirip bırakıyormuş, yolcu Kapıkule’den Bulgaristan’a geçercesine çantasını bavulunu çoluk çocuğunu eline alıp dereyi geçiyor, batı yakasındaki Trabzon minibüslerine binip de öyle gidiyormuş. İnanılacak gibi değil. Hangi akıl, hangi çağ, hangi dünyadayız. Son gelen havadislere göre Rize son çeyrek asırda Trabzon’a fark atmış birçok alanda. Rizeli Trabzonluya hava atıyormuş şimdi: ‘Ula uşağum, biz iki başbakan bir cumhurbaşkanı (Mesut Yılmaz ve Tayyip Erdoğan) çıkardık. Siz ne ettunuz pakayum, de bağa? Üç beş pakan ancak çıkartabildinuz da?’ Doğrusu biz, komşular arası bu tartışmada taraf olmak istemeyiz. Biz Rizeliyi de Trabzonluyu da severiz. Son bir söz: Çay demek Rize demek, doğrudur. Çaykur markası Rize kadar meşhur ülkemizde, doğrudur. Bugün çay üç öğün evimizden bardağımızdan muhabbetimizden eksilmeyen bir unsur, doğrudur. Yıllar önce Mesut Yılmaz başbakan iken – mizaha düşkünlüğümden olmalı- Rize’ye mitingine gittiğinde bir fotoğraf dikkatimi çekmişti: ‘Mesut Yılmaz Kaliteli Değildur Rizelidur’ diye. Bir türlü anlayamamıştım. Rize’ye gidince sordum araştırdım çözdüm: Meğer çayın kalitelisini üretmek üzere bir enstitü varmış Rize’de. Zamanın Çaykur Genel Müdürü Ekrem Yüce Ağbimizin tavassutuyla bize de gezdirdiler o enstitüyü. Şehrin arka taraflarında havadar çok güzel bir semt. Enstitü de çok köklü ve bilimsel bir kurum. Meğer o semtin adı ‘Kalite’ imiş halk arasında. Mitingde söylemek istediği şuymuş vatandaşın: ‘Mesut Yılmaz, Kalite semtinden değil, Rize’nin merkezindendir.’ Biz ne bilemim, değil mi ama. Bizim söyleyeceğimiz şu kadardır ancak: Rize de Rizeli de Rize Çayı da kalitelidir, vesselâm. Gerisi teferruat. 33


ir İstanbul beyefendisi olan Profesör Ali Nihat Tarlan’ın dillere destan meşhur “Kahvenâme” isimli bir şiiri vardır. Bu şiirin hikâyesi, kahve kıtlığının baş gösterdiği 1957 yılına kadar gider.

PROF. DR. ALİ NİHAT TARLAN VE

KAHVENÂMESİ “Anla halimden nazar kıl şiirime Rahmedip “artık çok oldun sen” deme Suz-i ateşten beterdir bekleme Kahve lutf edip varsa imkânın eğer” Diye hitap eder Fahrettin Gökay’a. Halk, yüz gram kahve bulamaz ve ona hasret çekerken Tarlan Hoca, Vali’den bir ton kahve talep etmektedir.

Dr. Şakir DİCLEHAN

Kahve, tiryakisi olanlar için bu madde, ekmek kadar su kadar önemli ve azizdir ve onsuz yaşamak asla mümkün değildir. Kıtlığında neler olabileceğini, aşağıda macerasını ve serüvenini anlatacağımız bir şiirde mevcuttur. Ali Nihad Tarlan’ı ilk defa 1966 yılında tanımıştım. Bugün adı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi olan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde Farsça derslerimize geliyordu. Daha sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde, 1967 yılından başlayarak mezun olduğum1971 yılına kadar bu fakültede hocası olduğu Divan Edebiyatı Metinler Şerhi Derslerine devam etme fırsat ve şansını yakalayarak kendisinden çokça yararlandığımı söyleyebilirim. KAHVENÂME’NİN YAZILIŞ ÖYKÜSÜ

“Sene 1957, Demokrat Parti iktidardadır. İstanbul’da Prof. Fahrettin Kerim Gökay, hem vali ve hem de belediye başkanıdır. Gökay, kendine özgü davranış ve tutkuları olan ilginç bir simadır. Onun öğrencilerinden olan ve şiir de yazan Dr. Cahit Öney, bir sohbet esnasında, Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken Fahrettin Kerim için, “Gökte Allah, yerde Fahrettin Kerim Gökay” şeklinde bir slogan atıldığını ve bu sloganın Tıp Fakültesi’ndeki öğrenciler arasında yaygın halde tekrarlandığını anlatmıştı bizlere… O yıllarda İstanbul’da kahve kıtlığı had safhadadır. Yurt dışından ithal edilen ve bazı insanların tiryakisi olduğu kahve, satışı karneye bağlanmıştır. Elinde karnesi olmayan herhangi bir vatandaş, kahve alamaz. Tarlan, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olan Fahrettin Kerim Gökay’a ithaf ederek “Atabe-i Velâyet-Penâhi’ye Arzuhal-i Manzum” başlığıyla bir şiir yazar ve o dönemlerde doçenti olan Karahan’ın eline vererek İstanbul Valisi’ne gönderir. Arzuhal, bugünkü dille ifade edecek olursak “dilek ve arzuyu bildirmek” anlamında bir kelimedir. Eskiden bir meslek olarak “arzuhalcilik” çok önemliydi toplum hayatında.

sayı//58// mayıs 34


İlk bakışta olağanmış gibi görünen bu durumun, normal yanlarının yanında anormal yanlarının da bulunduğunu görmekteyiz bu şiirde. “Valilik Yüksek Makamına Manzum Dilekçe” şeklinde bugünkü Türkçe ile ifade edebileceğimiz bu şiiri, Hocasına çok iyi hizmet eden ve onun bir dediğini iki etmeyen eski asistanı, o günün doçenti Karahan’ın eline tutuşturulmuştur. İrdelenmesi gereken öykünün detaylarındadır. FAHRETTİN KERİM GÖKAY

-Herkes, kahve sıkıntısını çekerken Prof. Tarlan, bir ayrıcalık olarak ve İstanbul Valisi’ni göklere çıkarırcasına bir şiirle kahve talep etmektedir. Ayrıca Tarlan Hoca’nın, Prof. Gökay’ın bazı zayıf yanlarını bilmek suretiyle onun gururunu okşaması, olayın bir başka yönünü yansıtmaktadır. Tarlan: “Anla halimden nazar kıl şiirime Rahmedip “artık çok oldun sen” deme Suz-i ateşten beterdir bekleme Kahve lutf edip varsa imkânın eğer” Diye hitap eder Fahrettin Gökay’a. Halk, yüz gram kahve bulamaz ve ona hasret çekerken Tarlan Hoca, Vali’den bir ton kahve talep etmektedir. “Ey uzman ve alanında kendini kabul ettirmiş, halden anlayan doktor” diyerek Osmanlı dönemine özgü bir edayla, “Velâyetlû” diye sürdürür şiirini. “Ey Cesametlû” dediği Vali, aslında çok kısa boylu ve deyim yerinde ise, birkaç karış boyundadır. Halk arasında yaygın olan bir tekerleme vardı o dönemlerde: “Tini tini, mini vali geliyor” diye… “Kahvenâme” şiirini alan Doç. Karahan: “Şiiri aldım ve nefes nefese kalarak doğruca Babıâli’nin yolunu tuttum, Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın özel kaleminde de soluğu aldım” demişti bizlere. “Kahvenâme” isimli bu şiirde edebi sanatlara oldukça fazla yer verilmiş ve Divan Edebiyatı şiirine temel oluşturan “aruz” vezniyle yazılmıştır. Nükte, mecaz, telmih, teşbih ve mübalağa gibi sanat unsurları, usta bir kalem ve deneyimli bir edebiyat Hocası tarafından ustalıkla ve bolca kullanılmış ve bunlara yerli yerinde ve usul dairesinde yer verilmiştir. Tarlan Hoca’ya göre: “Kahve, kalbe kuvvet, dize derman ve göze aydınlık verir.” Ayrıca ruha büyük bir neşe vermektedir. İçkide bile bulunmayan bir keyif, zevk, şevk ve sağlık iksiri,

kahvede vardır. Tarlan, “Cesametlû, Velayetlû, Tabib-i Hazık” gibi oldukça mübalağalı kelimelerle yücelttiği Vali Paşa’dan kahveyi bir caize (bahşiş) olarak istemektedir. Hoca, kahveyi içmezse, belleği çalışmaz, idrakini buhranlar bürür. Bekleyiş de ateşin yakıcılığında daha şiddetli ve daha zordur. Arapların ünlü “Bekleyiş, ateşten daha şiddetli ve daha zordur.” atasözünü şiirde başarıyla kullanarak Yemen illerinde dolaşan Veysel Karani gibi Tarlan da kahvenin aşkına tutulmuş ve ona âşık olmuştur. Çöllere düşen Mecnun gibi kahve gelmezse, o da Mecnun olup çöllere düşecek, ancak Vali Paşa, “emir ve ferman” buyurursa, Hocamız da Leyla’sına, daha doğrusu kahvesine kavuşacaktır. Prof. Ali Nihad Tarlan, bir kahve tiryakisi idi. Ama şiirde kullandığı “Afiyet” ve “Tiryaki” gibi markaları da pek beğenmediği görülmektedir. Anlaşılan, “Hoca, Kuru Kahveci Mehmet Efendi”nin abonelerindendir. Zamanenin ince ruhlu insanlarından birine sormuşlar: “-Hayatı, ne tazeler? O nazik ve nüktedan zat, derhal: “-Bir taze dilberin eliyle taze kavrulmuş, taze çekilmiş, taze pişmiş bir fincan taze kahve tazeler” diye cevap vermiş ve bunu, şiir diliyle de şöyle ifade etmiştir: “Ehl-i keyfin tâze keyfini kim tâzeler Tâze pişmiş tâze elden tâze kahve tâzeler” Vesikayla dağıtılan kahve, Hoca’ya mutlaka verilmelidir Hem de yüz gram, bin gram değil, “bir ton” verilmelidir. “Şimdilik bir ton kâfidir bana” derken, bir tonla yetineceğine kanaat edecektir. Şiirin mizahi yönü, oldukça fazla ağır basmaktadır. O Vali ki, tıp profesörüdür. “Bir Psikiyatrist, bir Ruh Doktoru.” ve “Hazık” tır. Yani kendi alanında uzmandır. Manevi yönü ağır basan, valiliğe yükselen ve veliliğe ererek şöhret kazanan “velâyetlû” dur. Büyük ve yetki sahibi bir insan olduğu kadar, aynı zamanda “mini mini “ diye anılsa da Vali, kocaman bir cüsseye sahiptir. “Cesametlû” sözcüğü boşuna söylenmemiştir. Onun için Vali Fahrettin Kerim Gökay, hemen hemen hiç kimsede bulunmayan büyük yetkilerle donanmış bir insandır. ŞAİRLERİN MÜBALAĞASI

Tarlan, son dörtlükte ve dipnot olarak söylediği beyitte ise, şiirin özünü oluşturan tiryakiliğin psikolojisini, onun ruh dünyasında fırtınalar 35


ATEBE-İ VELÂYET-PENÂHİ’İYE ARZUHAL-İ MANZUM

koparan şiddetini gösteren ifadelere yer vererek şairâne tehditler savurmaktan da geri kalmamaktadır. Önce arkadaşı olan Vali’nin “Paşa” sultanlığının sürmesini diler. Ve “kahvesiz kalma aman Tarlan” gibi ifadeler kullanarak aynı zamanda dilekte bulunarak dua eder kendisine. Eski kitaplarda “hâmiş” yani “dipnot” diye algılayabileceğimiz bir terime yer verir Hoca: “Kahve lütfetmez isen Vali Paşa Eylerim Darü’ş-Şifâna iltica” Der. “Darü’ş-şifâ”, bilineceği gibi eskilerin “Hastaların tedavi edildiği hastane” anlamında kullanılan bir kelimedir. Tarlan Hoca, eğer Vali Paşa tarafından kendisine kahve gönderilmez ise, doğal olarak hastalanacağını ve sonuçta da tek gidebileceği yer, “uzman doktor olan Prof. Fahrettin Gökay’ın Darü’ş-Şifâsı’na iltica etmekten başka bir seçeneğinin olmayacağını tehditvâri ifadeler kullanarak Paşa’yı kahve vermeğe zorlamaktadır. Şiir, 1957 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde: “Şiirle Vali’den Kahve İsteyen Profesör” başlığı altında bir haber şeklinde çıkar. Prof. Tarlan, Vali ve Belediye Başkanı, aynı zamanda arkadaşı olan Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’dan kahve istemiş, şiirin 1-2 dörtlüğü gazeteye ulaştırılmış ve Vali de manzum olarak kısa bir cevap eklemiştir. “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır Feri bitmez Nihad’ın kudreti bi-misl ü tüvandır” Diyerek kendisine 200 gramlık “Kahve Vesikası”nı göndermiştir. sayı//58// mayıs 36

Kahvesiz ahvalimiz pek derbeder Kalmıyor dizlerde dermandan eser Kahvedir derd-i dile derman meğer Kahve lütfet varsa imkânın eğer “Afiyet” “Tiryaki” içtim bir zaman “Keyf”ten bunlarda yok nam ü nişan Kahve lütfet kahve şahım el eman Kahve lütfet varsa ihsanın eğer Kahve kuvvet kalbe dermandır dize Kahve ruha neşedir, ferdir göze Şairim isterim ben bir caize Kahve lütfet varsa imkânın eğer Kahvenin pek başka zevk ü lezzeti Meyden üstündür bunun keyfiyeti Anda buldum zevk ü şevk ü lezzeti Kahve lütfet varsa imkânın eğer Kahvesiz idraki buhranlar bürür Kahvesiz işler nasıl işler yürür Emr ü ferman “Men lehü’l-emrin” dürür Kahve lütfet varsa imkânın eğer Anla halimden nazar kıl şiirime Rahm edip “artık çok oldun sen” deme Suz-i ateşten beterdir bekleme Kahve lütfet varsa imkânın eğer Şimdi ben çöllerde bir Veyselkaren Aşk-i şeyda-yi mahsul-i Yemen Anlar elbet anlayanlar nükteden Kahve lütfet varsa imkânın eğer Zulmet-i ab-i hayatın madeni Kahvedir bi şübhe Layla’nın beyi Kahvesizlik etmeden Mecnun beni Kahve lütfet varsa imkânın eğer Ey tabib-i hazık ü hal aşina Ey cesametlu velayetlu Paşa Şimdilik bir ton da kâfidir Kahve lütfet varsa imkânın eğer Zevk ü devlet sür Paşa Sultan gibi Neşve ver kahveyle pür fincan gibi Kahvesiz kalma aman Tarlan gibi Kahve lütfet varsa imkânın eğer Hâmiş: “Kahve lütfetmez isen Vali Paşa Eylerim Darü’ş-Şifana iltica


Hz. Fâtih’in Hocası Şemsûddin’e

Sitami Beyânındadır

Kaç fecr kalmıştur Lalâ feth-i mübine, diyesiz Sabrımız taşar olmuştur sîne-i şâhânemizden ve canımız çekilmektedir bedenimizden Bir muştu yok mudur Lalâ Kostantiniye’ye uçan sipâhilerimizden Kaç fecr kalmıştur Lalâ vâkt-i şerife, diyesiz Kanatlarımızın altındadır ve kaynamaktadır deniz Bendeliğin sahiline demirleyenlerdeniz, Lalâ Bende olmadan âzâd olunabilmez, hamdülillâh, bilenlerdeniz Kaç fecr kalmıştur Lalâ hâdis-i nebevîye vuslat içün, diyesiz kaç konak kalmıştır Ne zaman kalkacaktır o kutlu ebâbiller omzumuzdaki şafaktan Surların dili yok mudur ki haber itmezler ne yakından, uzaktan Bir kal’anın fethi değil kaygımız, Lalâ, buna Mevlâ şâhittir Ayrılacaktır biiznillâh, kılıcımızla mahşere dek karalar aktan Ben Sultan Murâd oğlu Mehemmed Hân’ım, Lalâ Fâkirliktir kârımız Geçmişiz cihân saltanatından, şükür, Bes, ol hâdis-i nebeviye itibârımız… Kâmil UĞURLU 37


adide akan suyun debisi iyice yükseliyor... Aşağılara indikçe dere coşuyor. Ve o nispette de tehlikeler artıyor. Suyun gücü, artık ayağımızı yerden kesecek seviyeye ulaştı. Ama aynı zamanda güzellikler de artıyor. Vahşi tabiat aynı anda hem tehlikeli hem de güzel yüzünü gösteriyor. Kanımız iyice kaynıyor. Heyecan giderek artıyor.

VADİM O KADAR YEŞİLDİ Kİ..

DARENDE GÜNPINAR ŞELALESİ-2-

Günpınar Vadisi'nin suyu yüzyıllardır, belki de bin yıllardır akıp duruyor. Bu vadinin çevresinde nice medeniyetler hüküm sürmüş, nice devletler kurulmuş, nice insanlar gelip geçmiş... Alişan HAYIRLI

Adrenalin beyin damarlarını zorluyor. Zehirli bir zevk bütün bünyesi sarıp sarmalıyor. Büyüleyici görsel şölen bizi sarhoş ediyor. Köpük köpük sular, bir döşek misali önümüze seriliyor. Gel koynumda yat der gibi sesleniyor dere... Vadinin her iki yamacında yükselen ağaçlar ve otlar gökyüzünü tamamen kapatmış, güneş ışınları suya vurmak için yaprakların arasını kolluyor. Dere kendince şarkı söylüyor. Özgürlük şarkısı... Tabiatın senfonisi... Mahur beste... Aman Allahım, bitmesin bu rüya... Bitmesin bu yürüyüş, kilometrelerce akıp gitsin dere... Günpınar Vadisi'nde yaptığımız iki kilometrelik doğan yürüyüşünde iki önemli tehlikeli bölge bulunuyor. İşte bu iki bölgeden ilki ile karşı karşıyayız... Yürüyüş yolunun kanyon bölgesine, halk arasında "Güvercin Kısığı" olarak adlandırılan bölgeye geldik... Düşe kalka, büyük bir zevkle sular gibi akıp gelirken birden karşımıza kocaman kayalar çıktı. Yolumuzu kesen iki kaya arasında bir karışlık mesafe var. Arasından geçmek için kafamızı ve vücudumuzu tesviyeden geçirmemiz lazım! Ya da kocaman kayanın altındaki boşluktan, suyun altından yüzerek karşıya geçmemiz... Siz olsanız hangisini tercih edersiniz? Aslında bir tercih daha var: Suyun altından yüzerek geçme riskine girmek istemiyorsanız, yarım saatlik dağdan tırmanma yolunu

sayı//58// mayıs 38


tercih edebilirsiniz. Ancak biz doğa yürüyüşü kahramanları olduğumuz için tabii ki tehlikeli yolu tercih ettik. Önce rehberimiz yüzerek kayaların öteki tarafına geçti... Kayaların arasındaki boşluktan fotoğraf makinasını rehberimize uzattım... Sıra geldi bana... Resimler beni yalancı çıkarmaz inşallah, hiç korkmadan daldım buz gibi suyun derinliklerine, kaç saniyede geçtim bilmiyorum. Mucizevi bir şekilde kurtulmuş gibi sevinç naraları attım. Ne büyük bir iş başarmıştım! Güvercinlerin bile uçmakta zorlandığı vadinin bu en zorlu etabını sağ salim geçmenin mutluluğu ile atlayıverdim küçük şelalenin gölüne! Kelimelerin gücü yetmiyor artık Günpınar Vadisi’ni anlatmaya... Enfes manzaralar nefesimizi kesiyor, kelimeler anlamını yitiriyor. Fotoğraflar, manzaranın dehşetini yeteri kadar gözlerimizin içine sokuyor zaten... Her adımda ayrı bir fantastik manzara ile karşılaşmanın verdiği aşırı duygu yoğunluğu yüzünden, ne kadar büyük bir fiziksel çaba harcadığımızı bile bilmiyoruz. Bunun acısını, eve gidince hissettik. Ayaklarım tutmaz oldu. Eee kolay değil, tam beş saat aralıksız dere tepe yürüdük... Sonuçta biz de insandık ve bizim de ayaklarımız etten ve kemikten yaratılmıştı. Biyonik adam olsak yürüyen aksanımız çoktan iflas ederdi. Vadi'yi altın bir gerdanlık gibi süsleyen küçük göller tam fotoğraflık poz veriyor. Gölün içinde yüzebilir, kenarında artistik pozlar verebilir, ya da derinden derinden süzebilirsiniz... Vadideki göller insanı tam kalbinin ortasından vuruyor. Hayatında hiç aşık olmamış insanlar burada aşkı öğrenir... Aşk öğrenilir mi demeyin, okulu defteri yok ama işte burada öğrenilir. Yedinci bölümdeyiz... Şimdi önümüzde bir mağara var. Dere mağaranın altından akıp gidiyor. İşte tam burada neredeyse makine çatlayacaktı. Objektifler bile dayanamadı bu güzel manzaraya! Günpınar Vadisi'nin suyu yüzyıllardır, belki de bin yıllardır akıp duruyor. Bu vadinin çevresinde nice medeniyetler hüküm sürmüş, nice devletler kurulmuş, nice insanlar gelip geçmiş... İşte o eski devirlerin birinde, bu bölgede bir ağa yaşarmış... Bu ağanın dillere destan

güzellikte bir kızı varmış, adı da Meyro imiş… (Muhtemelen Meryem'in yöresel adı olabilir) Her neyse, bizi çok ilgilendirmiyor. Bu kız her gün işte bu göle gelir yıkanırmış, ağanın kızı olduğu için geniş güvenlik önlemleri alınır, kimseler yaklaştırılmazmış gölün etrafına... Kız bu gölde yıkandıkça güzelleşiyormuş... Derken masal burada sona ermiş... Madem öyle ben de şu göle gireyim de biraz güzelleşeyim... Sahiden bir girmede bile kendimi artist gibi hissetmeye başladım. Aynaya baktım yine aynı çirkin surat! Kendi kendimi aldatmışım! Şaka bir yana su ve göl harika... Tipinizi bilmem ama ruhunuzu düzeltir. Sırf bu gölde yıkanmak için bile bütün çabaya değer. Ve Günpınar Şelalesi'ne ulaşmadan önceki son durağımıza geldik. Artık heyecan son haddinde... Pamuk Göl'den hemen sonra bütün heybetiyle karşımıza Günpınar Şelalesi çıkacak. Ama ondan önce Pamuk Göl'ün hatırı kalmasın diye ilgilenmek lazım... Pamuk Göl, gerçekten pamuk gibi... Vücudumuz ile birlikte ruhumuzu da okşadı... Biraz nazlı ve alımlı, çünkü Şelale abisine en yakın yerde, bir anlamda komşusu... O kadarcık cilvesi de olsun... Ve doğa yürüyüşümüzün birinci bölümünün sonuna geldik. Yaklaşık iki kilometrelik yolu tam beş saatte alabildik. Göller, şelaleler, mağaralar, kayalar, dağlar, kanyonlar aşarak Şelaleye ulaştık çok şükür... Ve işte karşımızda bütün heybetiyle Günpınar Şelalesi... Herkes bize aşağıdan bakıyor. Herkesin gıpta ve şükürle aşağından yukarıya doğru seyrettiği Şelale'yi biz yukarıdan aşağıya doğru temaşa ediyoruz. Kaç kişiye nasip olmuştur ki... Günpınar Şelalesi ve Günpınar Köyü ayağımızın altında... Müthiş bir manzara, seyrine doyum olmuyor, ancak çok yorulduk dinlenmemiz lazım, ancak çok gururlandık bir an evvel halkın arasına karışmamız lazım, ancak çok acıktık karnımızı doyurmamız lazım. Saat 10.30'da başlayan müthiş maceramız saat tam 15.30'da sona erdi... Tam beş saat hiç durmadan vadide yol aldık. Finali Şelale ile yapıp aşağı doğru inmeye başladık. Bitti. Bir rüya sona erdi. Hafızalarda derin bir iz çizerek, dudaklarımızda tatlı bir türkü lezzeti bırakarak, ruhumuzu ihya ederek bitti. 39


ŞEHİR SOHBETLERİ 18

SAMSUN

Samsun hem büyük şehir, hem küçük şehir. Beş kilometre mesafede tamamen doğanın içindesin. Ulaşım kolay. Bereketli, doğal üretimleriyle çarşı, Pazar zengin. Ahmet NARİNOĞLU

amsun güzel şehir. Karadenizin tam ortasına düşer. Kızılırmak ve Yeşilırmak nehirlerinin denize ulaşarak etrafında oluşan bereketli Bafra ve Çarşamba ovalarının tam ortasında. Deniz Karadeniz kıyılarında hırçın ve huysuz iken Samsun kıyılarında uslanır sakin ve durgun hale gelir. Bu yüzden gemiler kolay yanaşır. Gazi Mustafa Kemal’in kurtuluş mücadelesinde Samsuna çıkışında coğrafyanın bu yönüde dikkat çeker. Samsun İstanbula benzer. Karadeniz, Orta Anadolu, Doğu Anadolu vilayetlerinden göç var. Yaklaşık kırk ilin insanları yerleşik. Ayrı mahalle kuranlarda var, dağılanlarda. Mesela Erzurumlular, Gümüşhaneliler mahalleleri gibi. Gelen kalıyor. Şehri seviyor, tutunuyor. Bugün konut artışı en hızlı şehirler arasında. Hem eski şehir, hemde yeni ve modern şehri birlikte görürüz. Yeni şehir İlkadımda güney tepelere, batıda Atakum’a kayıyor. Tam yeni ve modern şehir oluyor. Samsun deniz hariç bütün yönlerle gelişiyor. Yerleşim düzeni nasıl olursa olsun hepsi Samsunlu. Birlikte Samsunlular.

sayı//58// mayıs 40

Samsun bir şehirde aranan bütün özellikleri taşıyor. Kara, hava, deniz, doğa, coğrafya, ırmaklar zemin oluşturuyor. Kara-hava-denizdemiryolu ulaşımı erişim sağlıyor. Samsun Karadeniz’in en sanayi şehri.sanayi KOBİ’lere dayanıyor. Yerli, yerinde üretim, yapılıyor. Hava alanı, limanı, karayolu, demiryolu şehre güç katıyor. Samsun hem büyük şehir, hem küçük şehir. Beş kilometre mesafede tamamen doğanın içindesin. Ulaşım kolay. Bereketli, doğal üretimleriyle çarşı, Pazar zengin. Pazarlarda yöresel, doğal ürünler mevsime göre çeşit çeşit. Bir şehirde olması gerekenler neyse var. Meydan, anıt, iskele, doğu/batı parkları, kurtuluş yolu, anıt binalar. Bunlar, 19 Mayıs 1919’un yani kurtuluşu simgeliyorlar. Samsuna vizyon olarak da “kurtuluş şehri” diyorlar. ÇALIŞMALAR

İşte böyle bir şehirde iki yıl kaldım. Görev yaptığım yıllarda Samsun büyümeyi, gelişmeyi, dışa açılmayı konuşuyordu. Hava limanını Karadeniz’in komşu ülkeleriyle bağlamak istiyorlardı. Limanı büyütmek istiyorlardı. Hızlı tren projesi yapılıyordu. Limandan raylı sistem ticaretle Karadeniz’in karşı kıyılarına ulaşım açılıyordu. Sahil yapılıyordu. Lojistik köyü kuruluyor, taşıma üstü planlanıyordu. Turizm çekmek için lüks oteller, konaklama yerleri yapılıyordu. Uluslar arası sağlık şehri yapmak için sağlık tesisleri kuruluyordu. Şehiriçi imar düzenlemesi, kapalı yollarla çarşılar güçleniyordu. Şehiriçi raylı ulaşım gelişiyordu, çevre yolu açılıyordu. Kobi tarzı sanayi teşvik ediliyor, OSB’ler açılıyordu. Yapılan spor tesisleri uluslar arası spor organizasyonlarına hazırlanıyordu. Şehre bağlanan yollar çift oluyor, köprü/kavşak yapılıyordu. Üniversite gelişiyordu. Şehir yayılıyor, genişliyordu. Samsunda güzel şeyler oluyordu. Görev yerim İlkadımdı. İlkadım ismi, kurtuluşun ilk adımının hatırasına verilmiş. Samsun Şehrinin kendisi. Şehir merkezde giderek eskirken çevrede yeni, modern semtler ortaya çıkıyor. Göç devam ediyor. Sosyal doku değişiyor, güvensiz hale geliyor. Bu ortamda en fazla nasibini alanlar gençler. O zaman hedef kitlemiz gençler oldu. Projeler yapmak gençliğe eğildik. Üretimi teşvik ettik. İnsanların şehirde tutunması için ekonomik sosyal kültürel projeler ürettik. Bu çabalar hep şehre dairdi. O dönemde yerel seçimler yaşandı. Yerel yönetimler dönüşüyordu. Samsun alanını kapsayan büyük şehir oldu. Geniş coğrafyayı


yönetmek için planlama yapmak, dönüşüm yapmak kurumlaşmak gerekiyordu. Samsun stratejik planın koordine ettiğimiz güzel bir ekip çalışmasıyla ortaya çıktı. Stratejik Planlama Rehberi kitabım da belediye eliyle yayınlandı. Öte yandan Samsun tartışıyordu. Daha iyi, daha güzel, daha yaşanılır bir Samsun için şehrin aydınları tartışıyordu. İşte bunlardan birini birlikte yapıyorduk. Şehir sohbetleri. ŞEHİR SOHBETLERİ

Adını baştan koyduk. Adı bir sohbette doğdu. Aydınların kaygısı, konusu ortaktır. Birkaç aydın bir araya gelmiş şehri konuşuyorduk. Çok yararlı ve verimli, yeni düşünce ve fikir iklimi oluştu. Devamına karar verdik. Köksal Ersayın bey ev sahibimiz oldu. İş yerinin üst kat denize bakan salonunda ayda bir bir araya geliyorduk. İki şeye ihtiyacımız vardı. Bilgi ve Aydınlar. Ele aldığımız konuda bilgiye, Samsun verilerine ihtiyaç vardı. Tartışmak içinde; akademisyenler, yazarlar, iş adamları, STK yönetenler, kamu yöneticileri, medya temsilcileri. Samsun üzerine çalışanlar/kafa yoranlar. Şehir sohbetleri güçlenerek devam etti. Aydınlar katılıyor, gündemli konu için katılanlar adeta ödev yapar gibi hazır geliyorlardı. Konuşmalar, tartışmalar kayda alınıyor, bir sonraki toplantıya sunuluyordu. Hedefte kitaplaştırmakta vardı. Nasip. Beş kere yapabildik. Birincisi doğaçlama oldu. Köksal Ersayın, İstatistik Bölge Müdürü, Defterdar, İlkadım Milli Eğitim Müdürü, bazı akademisyenler ve birkaç işadamı vardı. Samsunun geleceği kaygı ediliyordu. Eldeki istatistiki veriler sinyal veriyordu. Bu minvalde sosyal, kültürel, eğitim, sağlık, güvenlik, ekonomik kent hayatı masaya yatırıldı. Daha geniş katılımla şehri konuşma görüşü ve kararı çıktı. İkincisi, Köksal beyin ev sahipliğinde yapıldı. Önceden hazırlık yapıldı. Konuşulanlar kayda alındı. Belgeler önceden hazırlık yapıldı dağıtıldı. Konu Samsun Sosyal Dokusu idi. İstatistiki bilgiler, rakamları TÜİK Bölge Müdürü Harun Çiçek sundu. Bu minvalde konu tartışıldı. Doğma büyüme Samsunlular, rakamları duyunca şaşırdılar. Gerçekten şehri rakamlarla tanımak farklıymış. Tavsiye ederiz. Sizde şehrinize rakamlarla bakın. Üçüncüsü kent kimliği, kent markası ve imajı kentlilik ele alındı. Dördüncüsünde samsun tarihi yerleşimi, kurtuluş mücadelesi ve dünü bütün boyutlarıyla işlendi. Beşincisi Samsun kent vizyonu, belediyecilik hizmetleri, şehrin önünde bekleyen kritik hizmet ve alanlar masaya yatırıldı.

DEĞERLENDİRME Devam edebilseydi sıraladığımız başlıklar vardı. Kent Konseyleri (İlkadım, Atalar, Canik) Başkanları çağrılarak, kent konseyi gözüyle şehre bakacaktık. Büyükşehir Belediye Başkanı gözüyle şehir, yapılanlar, yapılamayanlar konuşulacaktı. Şehir sosyolojisi, şehirde gençlik, göç, sağlık şehri, kültür-turizm hayatı, ulaşım, dünden bu güne basın, eğitim hayatı gibi. Uzayıp gidiyor. Seçilen her konu Samsunun sancısını çektiği mevzular. Samsun şehri sohbetleri katılanlara (Samsun aydınlarına) çok şey kattı. Samsuna değer kattı. Şehri düşünmeye, araştırmaya, tartışmaya davet ediyordu. Kentten almadan kente vermek isteyen aydınların kendiliğinden bir araya gelişiydi. Mevzular enine boyuna masaya yatırılacaktı, tespitler rapor halinde icra organlarına sunulacaktı. Bir nevi akil adamlığa doğru gidiş vardı. Şehir kimliği ve bilinci taşıyan sohbete katılanları topluca anmak isterim. Unvanlarını yazmadan alfabetik sırayla, haklarını yemeden burada anıyoruz. Kayda geçmeyenler varsa bağışlasınlar. Abdullah Şahin, Ahmet Bulut, Ahmet Cengiz, Ahmet Narinoğlu, Ali Fuat Başgil, Arif Katar, Ayhan Keleş, Besim Durmuş, Cevdet Yılmaz, Davut Numanoğlu, Fahri Gülay, Harun Çelik, Harun Çiçek, Hasan Bey, Hayati Dinç, Hayrettin Öztürk, Hikmet Yücebaş, Hüseyin Peker, İbrahim Güven, İbrahim Yaşar, İsmail Kıdız, Köksal Ersayın, Levent Süleymanoğlu, Mesut Yılmaz, Muharrem Kaya, Musa Çakır¸ Necmi Alıç, Necmi Çamaş, Okan Gümüş, Ramazan Şahin¸ Rıza Karakaya ve diğerleri. Birde toplantılar için emek veren ekibimizi de anmak isterim.

Samsundan ayrılırken şehir sohbetleri kesiliyor diye üzüldüler. Üzülmeyin el elden üstündür desem de at binicisine göre gider misali kaygılarını taşıdılar. Keşke devam etseydi. Samsunda güzel bir gelenek başlamıştı. Konuşulan her kelime Samsunun hayrınaydı. Oysa sistemlerimiz olsa, sistem çarkı dönse daha iyi olmaz mı? Olmuyor işte. Sizce de her şehrin buna ihtiyacı yok mu? Her şehrin sancısını, kaygısını çeken aydın, eşraf, iş adamı, akademisyen, yazan, çizen, okuyan, araştıran insanları yok mu? Her şehrin çare bekleyen dertleri yok mu? Çarede; şehrin dertleriyle dertlenmeden geçmez mi? Dertler ortada, dertlenenler ortada. Bunları buluşturacak ortamlarda şehir sohbetleri gibi oluşumlar. Çok gayrete gerek yok. Mesuliyetin ağırlığı insanları kendiliğinden bir araya getiriyor. Buradan Samsuna selamlar. 41


FATİH'İN SAKLI HAZİNELERİ... Her mabet iki sokağın kesiştiği köşede konumlanmış vaziyettedir. Tabir yerindeyse burada bütün sokaklar bir mescide çıkar. Bu haliyle İstanbul'un kültür hayatında müstesna bir yeri vardır semtin. Nidayi SEVİM

atih, Çarşamba semtindeyiz. Tarihi İsmail Ağa Camii'nin yanı başından, Fener istikametine uzanan bir sokak bulunur. Bu, İsmailağa Sokağıdır. Sokağa girip yaklaşık yüz metre yürüdüğümüzde munis binaların arasından yükselen ve “Kırmızı Mektep” olarak da bilinen Fener Rum Lisesini görürüz. Pek çok İstanbullu bu yapıyı bir yanlış olarak Patrikhane zanneder. Oysa Fener Patrikhanesi daha aşağılarda, sahile yakın bir konumdadır. Biraz daha yürüdüğümüzde, bu kırmızı tuğladan örülü devasa binanın önündeki mütevazı Mesnevîhane Camii’ni fark ederiz. Mabede varmadan hemen sol tarafta Tevkii Cafer Camii bulunur. Bunun karşısında, sokağın sağ tarafında ise İsmet Efendi TekkeCamii yer alır. Bu üç yapı birbiriyle cephelidir. Sokakların birleştiği noktada şirin bir meydan vardır. Her mabet iki sokağın kesiştiği köşede konumlanmış vaziyettedir. Tabir yerindeyse burada bütün sokaklar bir mescide çıkar. Bu haliyle İstanbul'un kültür hayatında müstesna bir yeri vardır semtin. RİSALE-İ KUDSİYYE'NİN MUELLİFİYDİ...

İsmet Efendi Tekke-Camii; tekke, dergâh ve mescit olarak 19. Yüzyılda İsmet efendi Hz. tarafından satın alınıp dergah haline getirilmiştir... Yapı bir avlu içindedir. Mescid kare formlu kâgir bir binadır, asli işlevi tevhidhane idi.. Yarım kubbesi üstü kiremitle kaplıdır. Ahşap bina Tekke olarak hizmette bulunmuştur. Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra uzun yıllar faaliyet dışı kalmıştır. Daha sonra semt sakinlerinin katkılarıyla 1960 yıllarında yenilenmiştir.

Fotoğraflar: http://zekeriyaipek.blogspot.com

sayı//58// mayıs 42

Tekke’nin banisi tarîk-i Nakşibendiyyeden Mustafa İsmet Efendi’dir. 1808 yılında Yanya’da doğan İsmet Efendi, Halid el-Bağdadî’nin halifelerindendir. Rivayetlere göre Muhibbanları arasında Sultan Abdülmecid Han’da vardır. Dergahın son halifesi Ahıskalı Ali Haydar efendi 10 ağustos 1960 tarihinde vefat etmişti..Yapı restorasyon aşamasındadır. Haziresinde 1872 yılında vefat eden bani İsmet Efendi , Memduh Paşa ve diğer tarikat müntesiplerine ait kabirler bulunur. Mezar taşları gayet iyi korunmuştur. Son iki yıl içinde dergah binası restorasyonu birmiş mescid ise bu sene içinde restorasyonu tamamlanacaktır..Dergahın Maddi manevi hüviyetini korumak ve geleceğe taşımak için Yanyalı Mustafa İsmet Efendi Vakfı kurulmuş ve faaliyettedir..


MİNARESİNİN KAİDESİ DIŞINDA BAŞKA İZ KALMAYAN CAMİ...

Tevkii Cafer Camii, Nişancı Cafer Çelebi tarafından yaptırılmıştır. Eski Nişancı Camii veya Cafer Çelebi Camii olarak da bilinir. Bani 1515 tarihinde vefat ettiğine göre cami bu tarihten önce yapılmış olmalıdır. Giriş kapısı üzerindeki kitabeden Sultan Abdülmecid Han tarafından tamir ettirildiği anlaşılmaktadır. Yine cami önünde yer alan 2000 tarihli yeni bir kitabeye göre cami bu tamirden epey sonraları yanmış ve uzun bir müddet harap vaziyette kalmıştır. Minarenin kaidesi dışında başka iz kalmayan yapı 1980 yılında vakıflar idaresi ve İsmailağa Cami Derneği tarafından kare planlı olarak yeniden inşa edilmiştir. Baninin kabri cami haziresindedir. Hazirede pek çok mezar taşı bulunur. Lakin vaziyetleri pek iç açıcı görünmüyor. Hazirenin bir an evvel elden geçirilmesi gerektiğini ifade etmeliyiz. MİNARE ÂLEMİNDE MEVLEVÎ SİKKESİ BULUNAN CAMİ…

Tevkii Cafer Ağa Camii’nden çıkıp Mesnevîhane Camii önüne vasıl oluyoruz. Mabed, Darülmesnevî Tekkesi ve Şeyh Mehmed Murat Efendi Camii olarak da bilinir. Cümle kapısı üzerinde Ali Haydar Bey’in talik hattı ile iki satır halinde yazılmış bir kitabe bulunur. Burada: “Haza dar-ı tedris’el- Mesnevî li Hazreti Mevlana Celaleddin el-Rumî kaddese sırrahüs’s-Sami” yazılıdır. Mekân, "Mesnevîhân-ı Şehir" diye de tanınan ve devrinin önde gelen Mesnevîhanlarından biri olan Şeyh Hafız Mehmed Murad Efendi tarafından 1845 senesinde Mesnevîhane Tekkesi olarak yaptırılmıştır. Zamanla yapılan ilavelerle Tekke Külliyesi halini almıştır. Murad Efendi'nin

bazıları şerh olmak üzere Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere pek çok eseri vardır. Külliye’nin mescit, türbe, su hazinesi, çeşme ve şadırvan dışındaki bölümleri zamanımıza ulaşmamıştır. Dikdörtgen planlı kâgir duvarla ahşap çatılı mescidin tavanı ve Mevlevî sikkesi formunda âlemi bulunan minaresi 1968'de tamir görmüştür. Eserin banisi su haznesine bitişik türbede medfundur. Minare âleminde hilâl sembolü dışında farklı obje bulunan başka camiler de vardır. Bunlardan biri de Eyüp Sultan'da, Feshane karşısında yer alan Defterdar Nazlı Mahmud Çelebi Camii’dir. Mimar Sinan eseri olan cami minaresinin âleminde hokka ve kalem yer alır. MÜDAVİMLERİ ARASINDA AHMED CEVDET PAŞA’DA VARDI...

Mesnevî, her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de “Mesnevî” denildiği zaman akla Hz. Mevlâna'nın mesnevîsi gelir. Eserin orijinal dili Farsçadır. Mesnevî-i Manevî, Mesnevî-i şerif gibi isimlerle de anılır. Mesnevîyi bir topluluğa okuyan ve şerh eden kişilere de mesnevîhan deniyor. Bu anlamda ilk mesnevîhan, Hz. Mevlâna'nın sözlerini yazıya geçiren Hüsameddin Çelebi’dir. Mesnevî ilk başlarda doğal olarak sadece mevlevîhanelerde okutuldu. İlerleyen zamanlarda diğer tarikat mensuplarının da Mesnevî icazeti almasıyla halka genişledi. Camilerde, medreselerde, konaklarda ve kimi cemiyetlerde Mesnevî okumalarının yapıldığı kaynaklarda yer alır. Evet, burası bir mesnevî dergâhıdır, lakin Mevlevî dergâhı değildir. Zira Mehmed Murad Hazretleri Nakşıbendî şeyhidir. Mesnevî okumalarını Nakşıbendîler arasında yaygınlaştırmak, tasavvufi ilimler ve Farsça 43


öğrenimi yaptırmak maksadıyla daru’l mesnevî’yi kurmuştur. Bu minvalde tekkeden pek çok insan yetişmiştir. Bunlardan biri de Ahmed Cevdet Paşa’dır. İlk talebelerin icazet töreninde devrin padişahı Sultan Abdülmecid Han'da bulunmuştur. TASAVVUFİ EKOLLER, VAKTİYLE BİR ÜNİVERSİTENİN FARKLI FAKÜLTELERİ GİBİYDİ...

SEZGİLERİMİZİN SESİNE KULAK VERMELİYİZ...

İstanbul'da benzer faaliyetlerde bulunan, Mesnevî okutulan başka tekkelerde vardır. Bu mekânlardan birisi de Eyüp Sultan'da yer alan Kâşgârî Dergâhı'dır. Türkistan'dan gelen ve bir Nakşibendî Şeyhi olan Abdullah Nidâyi Efendi, Kâşgârî Dergâhı'nda Mesnevî okumaları da yapmıştır. Lakin buradaki Mesnevîhane Tekkesinin yeri bir başkadır. İsmi ile müsemma olması bunun en açık delili, Minaresinin âlemindeki Mevlevî sikkesi ise sembolü ve alametidir. Vaktiyle tasavvufi ekoller, bir üniversitenin farklı fakülteleri gibi faaliyetlerde bulunuyordu. Her birinin ayrı meziyeti vardı. Elbette bu bir zenginliktir. Hatta bazı şeyh efendiler icazetini aldığı birden fazla tarikat mensubuna rehberlik yapardı. Bu sebeple tarikatlar kadim zamanlardan beri bir gülistana benzetilmiştir. Bu, kokusu, rengi ve neşvesi farklı güllerden müteşekkil bir gülistandır.

Burada bir hususun altını çizmekte yarar görüyoruz. Bedenlerimizin ihtiyaçları olduğu gibi ruhlarımızın da ihtiyacı vardır. Ne acıdır ki biz bunun farkında bile değiliz. Belki de farkındayız lakin bunu yine maddi bir takım etkinlikler ve arayışlarla doldurmaya çalışıyoruz. Beyoğlu, Çukurcuma; Kadırga, Kumkapı ve benzeri semtlerin ilgi odağı haline gelmesinin arka planında işte bu arayışların bir yansıması olduğunu düşünüyoruz. Balat'ta alış veriş dükkânları, kafeler ve merdivenlerden başka şeyler de var. Mesela Ni'me'l-Ceyş'ten (Fethin Güzel Askerleri) Hacı İsa Cami ve baninin kabri buradadır. Lakin kimse arayıp sormaz. Az ötesinde Hamamî Muhyiddin Camii bulunur. Muhyiddin Efendi, Fatih'in hamamcısı olarak da bilinir. Kabri cami haziresindedir. Bundan da pek çoğumuzun haberi yoktur. Bir Mimar Sinan eseri olan 1563 tarihli

BALAT'TA MERDİVENLERDEN VE KAFELERDEN BAŞKA ŞEYLER DE VAR...

Ferruh Kethüda Camii'de semtte ziyaret edilmesi gereken mekânlardandır. Şayet yolunuz düşecek olursa Leblebiciler Sokakta yer alan 140 yıllık Tarihi Merkez Şekercisine ve Cıfıt Antikaya uğramanızı, sonrasında Ulubey Çay Ocağında iskemleye oturarak iki bardak çay içmenizi tavsiye ederiz. Şayet yemek yeme ihtiyacınız olursa aynı sokakta yer alan Fetih İşkembecisi tam aradığınız yerdir. Bunları çoğaltmak elbette mümkündür. Bu sebeple semt ziyaretlerinde rotamızı belirlerken popüler yönlendirme araçlarının değil de gönlümüzün, sezgilerimizin sesine kulak vermek yerinde bir tercih olacaktır. Farklı iklimlere, ufuklara ancak böyle yelken açarak ulaşabiliriz...

Ziyaretimizi tamamladıktan sonra yolumuza devam ediyoruz. Mesnevîhane’nin hemen sol tarafındaki sokağa giriyoruz. Arnavut parke taşı döşeli sokaklarda yürüyerek, kimi zaman merdivenleri sayarak Fener semtine doğru ilerliyoruz. Yol boyunca rengârenk boyanmış cumbalı ahşap evler bizi selamlıyor. Bunların arasında özenle yenilenen binalar olduğu gibi penceresinden soba borusu çıkan evlerde vardır. Bir binadan ötekine uzanan ip üzerinde kurumaya alınmış çamaşırlar ilginç görüntü oluşturuyor. Bunlar mahalle kültürünün doğallığının, yalınlığının zarif yansımaları. sayı//58// mayıs 44

Daha aşağılara sahile doğru indiğimizde antika, hediyelik eşya dükkânları, kafeler ve sanat galerileri ile karşılaşıyoruz. Fener'den Balat'a hatta Ayvansaray'a kadar uzanan kuşakta da benzer yapılanma vardır. Zaman zaman bu küçük dükkânları bizde dolaşırız. Son yıllarda buraların hatırı sayılır müdavimi oldu. Şehrin pek çok noktasından akın akın buraya gelip fotoğraf çeken insanlar var. Şehrin stresinden, koşuşturmasından uzaklaşmak ve biraz olsun nefes almak için insanlar arayış içerisinde. Sitelerde, apartmanlarda, aynı kapıdan girip aynı duvara yaslandığımız kapı komşumuzla selamlaşmaya korkar hale getirildik. Konforlu bir yaşam hayal ederken maalesef insanlığımızdan olduk. Önce yok ediyor sonrada bulmaya çalışıyoruz. Bunlarda çelişkilerimiz.


EDEBİYAT LÜGATI Edebiyat Kaideleri • Başlangıcından Tanzimat Devrine Kadar Edebiyat Tarihimize Dair Manzum Bir Muhtıra • 19. Asrın Yarısına Kadar Garp Edebiyatı Tarihine Dair Manzum Bir Muhtıra

Neşre Hazırlayan: Kemâl Edib KÜRKÇÜOĞLU Yayına Hazırlayan: Mustafa KİRENCİ Büyüyenay Yayınları Kitap Tanıtım: Fatma DERİN

âhirü’l-Mevlevî edebiyat ve kültür dünyamıza armağan ettiği eserleriyle benzeri bulunmayan, seçkin bir değerimiz. Çok yönlü, verimli bir kalem sahibi olan Tâhirü’l-Mevlevî’nin vasıflarından ikisi de edebiyatçılığı ve edebiyat tarihçiliğidir. Yayına hazırladığımız bu eser müellifimizin zikredilen bu iki vasfını yansıtan ve birbirini tamamlayan 4 eserini bir araya getiriyor.

Bunlardan ilki: Edebiyat Lügatı. Eser Kemâl Edib Kürkçüoğlu tarafından neşre hazırlanmış, 1973 yılında Enderun Kitabevi tarafından yayımlanmıştır. İkincisi: 6 Şubat 1935 tarihini taşıyan daktilo edilmiş metinden yayına hazırladığımız Edebiyat Kaideleri. Üçüncüsü: Başlangıcından Tanzimat Devrine Kadar Edebiyat Tarihimize Dair Manzum Bir Muhtıra. İstanbul İttifak Matbaası tarafından 1931’de basılan eserin yayımlandığı zamanlarda, Darüşşafaka ve Kuleli Liseleri edebiyat muallimi olan Tâhirü’l-Mevlevî (Tâhir Olgun) takdiminde bu eseri hazırlamaktaki amacını “Edebiyat tarihimizi okuyan talebeye bir muhtıra olsun diye şu sayfaları karaladım. Manzum yazışıma sebep: Vezinli sözlerin kolayca zihne girmesi ve uzun müddet hatırda kalmasıdır.” sözleriyle anlatıyor. Devamında “Öyle zannediyorum ki şu muhtasar eser, Güftî Tezkiresi ile Harabat Mukaddimesi’ne nisbetle üçüncü oluyor, fakat millî vezin ile ve gayet sade yazılmış olması itibariyle birinciliği kazanıyor.” diyerek yaptığı çalışmanın edebiyat tarihimizdeki yerine de işaret ediyor. Muhtırasında şiir arayacak olanların, aradıklarını bulamayacaklarını ifade ederek kendisinin şiir yazmayı değil, memleket çocuklarına kolay ve faydalı bir tarihçik yapmayı düşündüğünü söylüyor. Bu kitabı tamamlayan dördüncü eserimiz de edebiyat tarihimizde ilgili manzum muhtıranın devamı olarak kaleme alınan 19. Asrın Yarısına Kadar Garp Edebiyatı Tarihine Dair Manzum Bir Muhtıra’dır. Tâhirü’lMevlevî’nin daktilo edilmiş nüshasından hazırlanan ve 13 Şubat 1937 tarihini taşıyan bu çalışması da Batı edebiyatı hakkında Türkçemizde yazılmış ilk ve tek manzum eserdir.

ŞEHİR K İ TAP

TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ

45


ehir ve kültür birbirini besleyen, destekleyen, gelişim ve medeniyeti çağrıştıran kavramlardır benim için. Şehir ve şiir ise incelik, zarafet, derinlik, edebi ve medeni incelikleri içerisinde barındıran bir olgudur. Şiir ve şehir ilişkisini kadın üzerinden değerlendirecek olursak şiir gibi kadın; uğruna şiir yazılabilecek narinlikte, güzellikte, gözleri, saçları, boyu ve endamı olan hanımefendiye denir. Şiir gibi şehirler ise o şehrin neresine bakarsanız bakın sizi kendine meftun eden, bağlayan güzellikler barındırır üzerinde.

BALKANLARIN ŞİİR ŞEHİRLERİ Yahya Kemal “Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır” der Mehmet MAZAK

Bu yazımda sizlere Balkanların Şiir Şehirlerini anlatmaya çalışacağım. Cihan Padişahı Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde, Şam yakınlarında hizmetinde olan bir Türkmen kızına olan aşkını anlattığı "Merdüm-i dideme bilmem ne füsûn etti felek Giryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek " Şiirinden yola çıkarak uzun yıllardır Balkan ülkelerine ve şehirlerine yaptığım yolculuklarda görüp sevdiğim şiir gibi güzel şehirler olarak temaşa ettiğim “Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” diyor ya Yavuz Selim, beni kendine zebun eden gönlümde iz bırakan Şiir Şehirleri anlatmak istiyorum. Aristo şehirleri, insanların daha iyi bir yaşam sürmek için toplandıkları yerler olarak tanımlar. Modern şehirler bana göre uyum alanı değil, bir çatışma alanıdır. Benzer işleri yapan ve aynı şeyleri düşünen insanların değil, farklı işleri yapan ve farklı düşünen insanların birlikte mutlu olmaya çalıştıkları yerdir. Şehir ödün vermektir, fedakârlık yapmaktır. Şehir, kültürdür, felsefedir, tarihtir, siyasettir, ekonomidir, şiirdir, insanın gelişebileceği yegâne yerdir. “İnsan yaratılışının gerekçelendiği yerlerdir, şehirler” diyor Nuri Pakdil. Şehirler medeniyetin fotoğraflarıdır.

*TC.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//58// mayıs 46

Türk ve dünya edebiyatında şehir imgesinin şiirde, en az aşk kavramı kadar çok zengin bir yer oluşturduğunu görürüz. Şehir ve şiir iç içe geçmiş bir bütün oluşturmaktadır. Divan şiirimiz özünde şehirli bir şiirdir. Şehir, Divan şiirimizde medeniyetin sembolü olarak şekillenmiştir. Bugüne kadar tanıma ve tanışma fırsatım olan yüzlerce şair dostlarda gördüğüm


şudur; şairlerin, şehirlerden derinlemesine etkilendiğini, şehri şiirle birlikte yaşadığını söyleyebilirim.

aşan ve her yıl Ağustos ayında gerçekleştirdiği uluslararası şiir festivali ile Struga, şiirin anavatanıdır.

Yahya Kemal “Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır” der. Edebiyatçılarımız ve şairlerimiz Balkan şehirlerinin kültür ve medeniyetini köprümüz olarak aramıza inşa etmişlerdir. Yahya Kemal’in; “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır” cümlesi bizim Balkan şehirlerine olan muhabbetimizi anlatmaya yeter.

Bosna-Herkes’te Mostar şehri, köprüsü, Koski Mehmed Paşa Camii, Karagöz Bey Camii, arduvaz çatılı binaları ile şehirlerin güzeli, şiir şehrin dîbâcesidir. Jajce , Vrbas Nehri’nin kenarında, etrafında bulunan ve yumurtaya benzeyen irili ufaklı tepelerden adını alan bu şehir şiirin şelale halidir.

Yahya Kemal “Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için, Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” diyor. Üsküp şiir şehirdir. Üsküp, Tarihi Türk Çarşısı, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü (Taş Köprü), Mustafa Paşa Camii, ahşap evleri, Arnavut kaldırımları ile Balkanların en güzel şiir şehirlerinin başında gelmektedir. Saraybosna, Osmanlı mimarisi küçük dükkânların ve şehrin sembolü Sebil’in bulunduğu Başçarşı, ahşap panjurlu beyaz evleri, Gazi Hüsrev Bey Camii, Belediye Binası/ Vijecnica ve tarihi hanları ve cafeleri ile şiirsel bir sunum yapar görenlere. Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevi inançları yüzyıllarca bu şehirde birlikte var olmuşlardır. Bu yönüyle Saraybosna Balkanların en önemli kültürel şehirlerinden biri olarak bilinir ve “Avrupa’nın Kudüs’ü”, “Küçük Kudüs” gibi unvanlara layık görülür. Bu şehrin müzisyenleri savaşın ortasında uluslararası festival düzenlemiştir. Bosna’nın bilge kurucusu Aliya İzzetbegoviç’in “Bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” Sözünü taçlandıran bir yaklaşımla kabri Saraybosna’nın filizlenen çınarıdır bugün. Saraybosna şiir şehir değil, şiirin ta kendisidir. Balkanlarda Şiir şehir dendiğinde Üsküp ve Saraybosna ilk akla gelir. Üsküp ve Saraybosna geçmişten gelen birikimlerini geleceğe taşıyan şehirler olarak edebiyatımızın divan şiirleridir. Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Sana büyük şehirlerden bahsedeceğim; en büyük camiler orda kurulur, en küçük mezarlar orda kazılır, en kara yazılar orda dizilir” diyor ya, Saraybosna ve Üsküp işte böyle bir şehirdir. Makedonya’da bulunan Ohri ve Struga şiir şehirlerdendir. Ohri nadide bir inci güzelliğindedir. Yarım asrı

Arnavutluk’da geçmişin ihtişamlı günlerini geride bırakmış olsa da İşkodra geleceğe seslenebilecek şiirler taşır belleğinde. Berat şehri, kalenin eteğinde inci gibi sıralanmış kırmızı kiremit çatılı, çok pencereli beyaz boyalı evleri ile “Bin Pencereli Şehir” ve “Beyaz Şehir” olarak bilinir. Bin pencereli Berat şehri, Binbir Gece Masalları tadında bin şairin şiirlerini pencerelerden seslendirdiği şiir şehirdir. Karadağ’da Ülgün şehri denizcilerin şiirsel efsanelerini fısıldar size. Sinbat’ın hikayeleri asırlardır Ülgün körfezindeki Denizciler Camiinin bahçesinde anlatılır durur. Ülgün deniz şiirleri şehridir. Kotor, ortaçağın kaotik ve korku dolu şiir şehridir. Kosova denince aklıma Prizren gelir. Prizren, mahalleleri, camileri, tekkeleri, türbeleri ve hamamları, köprüleri, kültürü, tarihi dokusu, mimarisi ve coğrafyası ile tam bir Türk Şehridir. Prizren, Sinan Paşa Camii ve çevresindeki kıraathaneleri ile Türk Şiirinin Şehridir benim için. Bulgaristan’da Filibe şehri Roma ve Bizans dönemi tarihi zenginliği, Osmanlı döneminden kalan camileri, konakları, çeşmeleri ile günümüzde kültürel ve sanatsal yaşamıyla ülkenin kültür başkenti. Hacı Arif Bey’in, Ahmet Hilmi Bey’in şehridir burası. Filibe, şiirin ve musikinin şehri olarak şiir şehirdir. Özdemir Asaf, “Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç, Başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar, İkimize yetmez” diyor ya, yaşadığım şehir İstanbul benim için dünyamın merkezini oluşturmaktadır. Yaşamasam da Balkanların Şiir Şehirlerini, gönlümde “kartalların kanadı bende olsa uçsam uzak diyarlara... seni görsem” diye seslenen şairin duyguları ile selamlıyorum. 47


KLASİK EDEBİYATIMIZA

DAİR BİR ŞEHİR KÜLTÜRÜ YAZISI

BÜLBÜLÜN GIDASI YAPRAK KEBABIDIR -II-

Şair, “Bülbülün kısacık bir müddet sevinmesi, neşelenmesi için bu kadar ağlayıp inlemesi gereksizdir; ağzına alacağı bir iki gül yaprağı için de dikenler üzerine düşüp böylesine kan revan içinde kalmasının anlamı yoktur.” Prof.Dr. Muhammet Nur DOĞAN*

*AREL Üniversitesi

sayı//58// mayıs 48

rtık beyitlerimizin şerhine geçebiliriz: Dehânına alup gül bergi bîhûde figân itmez Yüzün hecrinde nâleyle kulağın yir gülün bülbül (Mukatta, 288/2) Bülbül, ağzına gül yaprağını alıp boşuna feryat etmiyor; (ey sevgili), o senin ayrılığının acısı ile inleyip bülbülün kulağını yiyor. 16. yüzyılın büyük şairi Emrî bu beyitte “gül yaprağını ağza almak” ve “gülün kulağını yemek” tabirlerini kullanmak sureti ile tevriyeli bir şekilde bülbülün gül yapraklarını yediğini söylüyor. “Gül yaprağını ağza almak” ibaresinin bir realitede bir de mecazda karşılığı bulunmaktadır. “Yaprağın ağza alınması” maddi/hakiki anlamda “yaprağın yenilmesi” demektir. Mecazî planda ise bu “bir konu ile ilgili konuşma, bahsini etme” anlamında bir deyimdir. İkinci mısradaki “bülbülün gülün kulağını yemesi” ibaresinde de güçlü bir tevriye vardır. Bilindiği gibi klasik edebiyatımızda gülün kendine benzetilenleri arasında gül yaprakları gibi kıvrım kıvrım bir görüntüsü olan kulağa benzetilmiştir. Dolayısıyla, “bülbülün gülün kulağını yemesi” hakiki/maddi planda “bülbüllerin gül yapraklarını ağızlarına alıp yemeleri”; mecazî planda ise yine bir deyim olmak üzere, “bülbülün gülün kulağının dibinde sürekli bir şekilde bir şeyler söylemesi/ ona bıkmadan, usanmadan aşkını ilan etmesi” anlamını verir. Bülbülün şevkı zârına değmez /Berg-i gül zahm-ı hârına degmez (Tecellî Dîvânı, 48/1) Bülbülün neşesi ağlayıp inlemesine değmez; (ağzına aldığı/bahsini ettiği) gül yaprağı, dikenlerinin açtığı yaraya değmez. Şair, “Bülbülün kısacık bir müddet sevinmesi, neşelenmesi için bu kadar ağlayıp inlemesi gereksizdir; ağzına alacağı bir iki gül yaprağı için de dikenler üzerine düşüp böylesine kan revan içinde kalmasının anlamı yoktur.” demekte ve elbette bu mecazî ifadeleri âşıkların sevgili uğruna sayısız tehlikelerden, aşağılanmalardan, rakipler tarafından hırpalanmalardan şikâyet makamında kullanmaktadır. Birinci mısradaki “zâr” sözcüğü ile ikinci mısradaki “berg-i gül” terkibi leff ü neşr bağlamında değerlendirilecek olunursa şairin iham-ı tenasüp bağlamında bülbülün zar gibi incecik diline de işarette bulunduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Sultanü’ş-şuara Bâkî de Dîvân’ındaki bir gazelin matla beytinde “zâr” sözcüğünü tevriyeli bir şekilde kullanmış; sözcüğün ilk anlamı ile


bülbülün ağlayıp inlemesi; ikinci anlamı ile de zar gibi incecik dilini kast etmiştir: Fenâya virdi bülbül zâr ile gül-zârı duymazsın İşitmezsin hezârun zârın ey gül zârı duymazsın (Bâkî Dîvânı, G.396/1) Gelibolulu Âlî de bir beytinde konuşma organı olan dil (zebân) ile yaprak (berg) arasındaki bu şeklî ilişkiye şöylece telmihte bulunmaktadır: Sen serve karşu ter söze geldikce bilmezüz Berg-i hazân gibi niye ditrer zebânumuz (Âlî Dîvânı, G.203/3) Şair Kıyasî’nin Mihr ü Mâh mesnevisindeki şu beyit de bülbülün dili ile ağzına aldığı gül yaprağı arasında kurulan benzerlik ilişkisini çok güzel anlatmaktadır: Didi Nu‘mân Mihre iy cân bülbüli Debret ol la‘lündeki berg-i güli (Kıyâsî, Mihr ü Mâh/ b.654) Esasen şairlerimizin dil ile yaprak arasında benzerlik ilişkisi kurarken bir taraftan da insanoğlunun genetiği ile oynanmamış tabiatla iç içe oldukları dönemlerde çocukların ağızlarına küçük yapraklar alarak kuşların ötüşüne benzer sesler (ıslık) çıkarmaları oyununa da ihamda bulunduklarını söylemek mümkündür. Şair Kelâmî de memduhun övgüsünde yazdığı bir kasidede onun gül yanağının övgüsünü yaparken kamış kalemini bülbüle; kalemin iki parçalı ucunu bülbülün gagasına; bu kalemle memduhun yanağının vasfında yazdığı şiiri, bülbüllerin (yemek için) ağızlarına aldıkları gül yaprağına benzetmektedir. Burada, mürekkep hokkasına batırılıp çıkarılan kamış kalemin ucunda yaprağa benzer bir leke oluştuğu; ağza gül yaprağı alma” ibaresinin mecazî anlamda “memduhun gül yaprağı gibi güzel/değerli yanaklarının övgüsünü yapma” anlamına geldiği hususları da hatırdan çıkarılmamalıdır: Vasf-ı ruhsârunla nevk-i kilk-i rengînüm benüm Bülbül-i gûyâya benzer kim alur minkâra gül (Kelâmî Dîvânı, K.18/38) Senin yanağının övgüsünü yapan kalemim renklenmiş ucu ile gagasına gül yaprağı almış şakıyan bülbüle benzemektedir. Aşağıdaki beyitler de bülbüllerin gül yaprağını yemek maksadı ile ağızlarına aldıkları ve ardından kendilerinden geçerek ötmeye başladıkları olayını çok açık bir şekilde ima ve ifade etmektedirler:

Ehl-i ‘aşkun na‘râsı câm-ı şarâb-ı nâbdan Bülbülün âvâzesi berg-i gül-i sîr-âbdan (Ümîdî Dîvânı, G.161/1) Âşıklar berrak şarap kadehini başlarına diktikten sonra nara atar; bülbüller de parlak gül yaprağını ağızlarına aldıktan sonra feryat figan eder. Çemende şebnem ile berg-i gül degül görinen Bişürdi bülbül-i bî-câna gül-şeker gonca (Revânî Dîvânı, K.9/11) Bahçede görünen (şey) gül yaprağı ve (üzerlerindeki) çiy damlaları değildir… Gonca, can bülbülüne gül tatlısı (güllaç) pişirmiştir. Her gonca pare pare ciger pîç ü tâbıdur Bülbüllerün gıdaları yaprak kebâbıdur (Gelibolulu Âlî Dîvânları, G.336/1) Goncalar ızdırapla kıvrım kıvrım olmuş ciğer parçalarıdır; bülbüllerin gıdası ise yaprak kebabıdır. Hezârun yidügi gülzârda yaprak kebâbıdur Müdâmî güllerün nûş itdügi şebnem şarâbıdur (Hisâlî, Matâliü’n-nezâir/b.750) Bülbüllerin gül bahçesinde yedikleri (yemek) yaprak kebabı; güllerin de daima içtikleri, şebnem şarabıdır. İdüp bülbül bigi nezâre-i bâg Umardı berg-i gülden merhem-i dâg (Celîlî, Hüsrev ü Şîrîn/b.1237) Bülbül gibi bahçeyi gözden geçiriyor ve gül yaprağından, yarasına merhem edinmeyi umuyordu. Aşk, ateş, gül, şarap ve bülbül sözcükleri ile muhteşem beyitler yazan Şeyh Galib’in divanında yer alan mesnevî nazım şekli ile kaleme alınmış hikâyelerden birisi de bülbül ile kaz arasında geçen bir ilişkiye dairdir. Aşkı inkâr edenlerin nasıl bir yanlışlık içerisinde oldukları tezini savunmak için yazılmış bulunan bu fablda bülbülün gül yaprağını yemek sureti ile dertlerine deva bulmasına ve güzel sesi ile şarkılar söylemesine özenen bet sesli bir kazın, sonu hüsranla biten hikâyesi anlatılır. Hikâyede bülbüllerin gül yapraklarını çekerek, ısırarak onları yedikleri ve böylelikle dimağlarının kuvvetlenmesi ve seslerinin güzelleşmesi sonucunun ortaya çıktığı açıkça dile getirilmektedir: 49


HİKÂYE

Olup gülşende bülbül bir seher teng /Cemâl-i gülden olmuş şu‘le-âheng Yakup cânın şarâb-ı bîgış-ı gül /Tenin hâkister itmiş âteş-i gül

Devâ mümkin savarsa nev-bahârın/ Bu tertîb ile def‘ itdüm hezârın

Olup her mûyı kül âheng-i gülden / Kâbâ-yı şu‘le giymiş reng-i gülden

Dahi var niçe niçe ihtimâlât/ Velî idrâke lâzım ‘ilm-i âlât

Geh olmuş nûr-ı dîdâra per-efşân / Geh olmuş hançer-i hâra ser-efşân

Merâret var didün ta‘mında ammâ /Şeker islâh ider anı tamamâ

Alup ‘Uşşâkiden evrâd ü ezkâr / Tarîk-i Gülşenîde virmiş ikrâr

Dimâgundur senün ey kaz fâsid /Olur ta‘tîl-i hisden çok mefâsid

Giyinmiş gül ocağından pelâsı / Şererlerden siyehlenmiş libâsı Çerâg-ı gonca oldukça fürûzân / Olur pervâneveş raksân u sûzân Dem-i şemşîr-i hâr oldukça hun-rîz /Eder hûnâb-ı eşki anı gül-bîz Ciger kanıyla itmiş câmesin âl / Boyanmış gül gül olmuş hep per ü bâl

Neden câiz degül gül mey-hoş olmak/Yiyen sâhî görenler ser-hoş olmak Yahud tahrîk idüp ba‘zı kuvâyı / İde ihdâs bülbülde nevâyı Ola yahud riyâziyâta dânâ / Ki bülbül mûsîkîyi eyler icrâ

İdüp minkârını fevvâre-i hûn / Figânı itmiş âfâkı şafak-gûn

Anun elhânı keyfiyyâttandır / Dahı îkâ‘ı kemmiyyâttandır

Görince âteş-i gülden ‘alâmet / Koparmışdı kızılca bir kıyâmet

Olur evtâr-ı ‘ûd üzre mütersem /Mesânî vü mesâlis zîr ile bem

İşitmiş anı bir kaz-ı bed-âvâz /Kenâr-ı bâgda olmuş dehen-bâz

Felek kim devridür anun irâdî /Olur tahrîki bu esvâta bâdî

İdüp tavsîf-i bülbül tâkâtın tâk/ Isırmış berg-i gülden birkaç evrâk Dimiş degmez bu rütbe âh u vâha / Acıdur benzemez sâir giyâha Olur vâkıf meger bu mâcerâya /Bir ehl-i hikmet-i Burkât-mâye Olup kânûn-ı hikmetden sühan-sâz /Gülün esrârın itmiş şerhe âgâz İdüp ol kazı çok techîl ü tahmîk / Buyurmuş ol makâmı böyle tahkîk

sayı//58// mayıs 50

Maraz şiddetlidür muhtac ‘ilâca/ Şarâb-ı gülle tertîb-i mizâca

İkiye münkasımdur devr-i tâb‘ı/ Biri kışrîdür anun biri vaz‘î Şeri‘atde bulam dirsen işâret / Terennüm-rîz imiş eşcâr-ı cennet Yakîn bil ki bu esvât u ‘usûlât/ Virür elbet nüfûsa infi‘âlât Safâ vü kâbz ü bast ü hüzn ü hayret /Sehâ vü meskenet dehşet şecâ‘at

Ki gül gâyet mukâvvîdir dimâgı /Kuvâyı hıfz ider ez-cümle yağı

Netîce bülbülün bu hâl ü kâli / Degüldür menfa‘atden şemme hâlî

Muratttıbdur latîf ü can-fezâdur /Müferrih hem müfettih bir devâdur Mu‘îndür rûhı cisme intibâka /Ki tenfîz eyler a‘râkı rıkâka

Görüp tedkîk ü tevfîkin anun kaz/ Dimiş hakkâ vü sıdkâ itmiş âvâz

Gülün hâsiyyetin sor bir tâbîbe /Tehî ta‘n itme hâl-i ‘andelîbe

Olınmış gerçi çok bahs ü teemmül/ Ne gül duymuş bu gavgâyı ne bülbül

Ne bildün belki anun derdi vardur /Anunçün derde âh-ı serdi vardur

Bilinmez kâl ile da‘vâsı ‘aşkun/ Bunun emsâlidür fetvâsı ‘aşkun

Bu pendi bend idüp kendisi gûşâ / İdüp iskât sus sus der vühûşa


Hakîkatde bu sözler lâfdur hep / Nefes gencînesin isrâfdur hep Ne bülbül mûsikîden âşinâdur / Ne gül emrâzına anun devâdur İderler Gâlib erbâb-ı dirâyât/ Cedelle münkirân-ı ‘aşkı iskât Bilen ol hâleti dîvânelerdür/ İdenler güft ü gû bîgânelerdür Ola yâ Rab bi-hakk-ı Şems-i Tebrîz /Safâ-yı vecd ile nutkum şeker-rîz ??? Bülbül bir seher vakti gül bahçesinde yüreği daralmış ama gülün cemalini görerek alev gibi oynamaya başlamıştı. Katışıksız gül şarabı canını yakmış; gül ateşi tenini kül etmişti… Kanatlarının her bir tüyü gülün ahenginden kül haline gelmiş; böylece gül renkli, ateşten bir elbise giyinmişti… Kâh gülün çehresinin ışığına tüylerini saçmış; kâh dikenlerin hançerine başını terk etmişti… Uşşakî’den evrad ve ezkâr almış; Gülşenî tarikatinde ikrar vermişti… Gül ocağından çullara bürünmüş; kıvılcımlardan dolayı elbisesi siyahlanmıştı... Gonca çerağı parladıkça pervane gibi ağlayıp sızlayarak raksa başlardı… (Gülün) kılıca benzeyen dikenlerinden kan saçıldığında, kanlı gözyaşları onu gülsuyuna çevirirdi. Ciğer kanıyla elbisesini kırmızıya boyamış; kolları kanatları bütünü ile gül gül olmuştu. Gagasından fıskiye gibi kan fışkırıyor; feryadı ufukları şafak rengine bürüyordu. Gül ateşinden bir işaret alınca (bahçede) kızılca bir kıyamet koparmıştı. Bet sesli bir kaz onu işitti ve bahçenin bir kenarında konuşmaya başladı… Bülbülün bu üstün özellikleri dayanma gücünü tüketti, bunun üzerine gül yapraklarından birkaçını ağzına aldı. .. (Ama hemen) dedi ki: “Bu kadar ah u vah etmeye değmezmiş. (Bu gül yaprakları) acı imiş; diğer otlara hiç benzemiyormuş!” Hipokrat gibi akıllı bir filozof bu maceraya vakıf oldu… Hikmet kanunundan söz açarak gülün esrarını şerh etmeğe başladı… O kazı çokça cahillik ve ahmaklıkla suçladı ve o meselenin gerçeğini şöylece izah etti: “Gül, dimağı oldukça güçlendiren bir ilaçtır; bu cümleden olarak, yağı melekeleri muhafaza eder… (Aklı) düzenleyici, (zekâyı)t geliştirici ve cana can katıcıdır; ferahlandırıcı ve iç açıcı bir ilaçtır… Damarların deriye nüfuz etmesini sağlayarak ruhun bedene uyum sağlamasına yardım eder… Gülün yararlarını bir tabibe sor da boşu boşuna bülbülün halini ayıplayıp

durma!.. Ne biliyorsun; belki onun bir derdi var da onun için acı çığlıklar atıyor.!.. Hastalık şiddetli olunca ilaca; gül şarabı ile mizaca düzen vermeye ihtiyaç duyulur… İlk baharını savarsa iyileşmesi mümkündür. Ben bu tertip (ilaç) ile binlercesinin (hastalıklarını) giderdim… Daha nice nice ihtimaller var; ama (onları) anlamak için âlet ilmi gerekir… Yenildiğinde ağza acılık veriyor dedin ama, şeker o acılığı tamamen ortadan kaldırır… Ey kaz, senin dimağın (fena halde) bozulmuş… Hislerin iptal olması birçok fesadın ortaya çıkmasına sebep olur…Gülün mayhoş olması; onu yiyenlerin günahkâr, görenlerin sarhoş olması veya bazı melekeleri harekete geçirip bülbülde güzel sesliliği vücuda getirişi; dahası, bülbülün matematik bilimine vâkıf olarak musiki icra eylemesi neden uygun görülmez!.. (Halbuki) musikinin nağmeleri keyfiyetten ve de ahengi kemiyettendir… Udun ikinci ve üçüncü tellerine, zir ile bem üzerine nakş edilir… Felek onun ilahî iradeye dayanan bir ölçüsüdür… Öyle ki, onun hareketi bu seslerin vücuda gelişine sebep olur… Tab’ının devri ikiye ayrılmıştır; onların biri kışrîdir, diğeri de vaz’î…Şeriatte bir işaret bulayım dersen, (bil ki) cennetin ağaçları da ahenkli sesler çıkarırmış… İyi bil ki bu sesler ve usuller elbette ruhlara gönül hoşluğu, darlık ve genişlik, hüzün ve şaşkınlık, cömertlik ve miskinlik, korku ve cesaret gibi coşkun duygular verir… Sonuçta, bülbülün bu (çılgın) hâli ve ötüşü faydadan asla uzak değildir… Kaz onu dikkatle dinleyip sözlerine uygun davranınca, yüksek sesle “Hakkâ vü sıdkâ (doğruyu ve gerçeği buldum!” dedi… Bu öğüdü kulağına küpe edip yabani hayvanları “Sus! Sus!” diyerek susturuyordu… Gerçi (bu konu ile ilgili) çok söz edilmiş, çok tartışılmıştır ama ne gül bu çekişmeyi duymuştur ne de bülbül… Aşk meselesi söz ile anlaşılmaz. Aşkın fetvası da bunun benzeridir… Hakikatte bu sözler hep boş laftır; nefes hazinesini israftan başka bir şey değildir… Ne bülbül musikiden anlar; ne de gül onun derdine devadır… Ey Galip, dirayet sahipleri münakaşa yolu ile aşkı inkâr edenleri (işte böyle) sustururlar… O hâlden anlayanlar (ancak) aklını terk etmiş çılgınlardır. (Bu hâle) bigâne olanlar ise (sadece) dedikodusunu yaparlar… Ya Rab, Şems-i Tebrizî hakkı için, sözlerim coşkunluk safası ile şekerler saçıcı olsun! 51


skiden İstanbullular Kalamış'ta mehtaba çıkarmış.Tabii o vakitler Kalamış bir tatlı huzur almaya gidilen sessiz, sakin bir sayfiye yeriymiş. Hala gencim, hala güzelim diyerek avunan geçkince bir dilberin havalarında olsa da artık kalabalık ve gürültülü bir metropolün bir parçası Kalamış.

ZANZİBAR, NUNGWI İLKEL KABİLELERİN MUHTEŞEM COĞRAFYASI

Nungwi, adanın en kuzey ucunda sessiz, sakin bir balıkçı köyü... Cennetten bir köşe adeta. Veli DALBUDAK

Uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra ulaştığım Zanzibar hala mehtaba çıkılabilen ender yerlerden birisi. Yerel tatlardan oluşan akşam yemeğinizi yudumlarken denize doğru bakıyorsanız, dolunayın ağaçların arkasından yükselerek tüm adayı ve Hint Okyanusu'nu aydınlattığını göremeyeceksiniz. Okyanus'tan tatlı, tatlı esen rüzgar, günboyu efsanevi beyaz kumların üzerinde yanmış teninizi yalarken, dolunay sessizce arkanızdan sarılmaktadır size. Eğer tekne gezisinden, yüzmekten, sıcaktan, su sporlarından, plajda yürümekten yorulmadıysanız, geç saatlere kadar uyumadan beklerseniz, ayın denizin üzerinden batışını da izleyebilirsiniz keyifle. Nungwi, adanın en kuzey ucunda sessiz, sakin bir balıkçı köyü... Cennetten bir köşe adeta. Yerli halk bu muhteşem coğrafyada ilkel kabile hayatı yaşıyor neredeyse. Turizm tesislerini, restoranları, incik boncuk hediyelik eşya satan dükkanları çıkarın; geriye muz yapraklarıyla örtülü çatılarıyla, briketten yapılma otantik evler kalır. Bir de o evleri birbirine bağlayan delik, deşik, yamrı, yumru, tozlu dar sokaklar kalır. Unutmayalım ve hakkını yemeyelim; yerli halkın "yak" dediği Afrika'ya özgü cılız, ama dayanıklı, sütü lezzetli, doğal beslenen, sokaklarda rahatça dolaşan, hatta plajda sürü halinde güneşlenen, hörgüçlü inekleri kalır bir de. Nungwi'de deniz anlatılmaz yaşanır. Çünkü Zanzibar'ı Zanzibar yapan denizdir. Muhteşem rengiyle, ince beyaz kumuyla, mercanlarıyla, içindeki rengarenk deniz canlılarıyla, temiz ve berraklığıyla dillere destan bir deniz.

sayı//58// mayıs 52


Buraya geldiğinizde mutlaka yapmanız gereken birşey var; tekne turu... Hiç çekemem mi diyorsunuz,

Otantik bir çorba, lezzetli bir pilav ve Tuna balığından oluşan öğle yemeğimizi yedikten sonra dönüş yoluna koyuluyoruz.

Durun durun! Bu Türkiye'deki kalabalık, gürültülü ve yüksek müzikli o nefret ettiğiniz turlardan değil.

Fakat bir problem var. İri dalgalar tekneyi bir sağa bir sola yatırıyor. Zorlu bir yolculuk olacak gibi. Çok geçmiyor ki bu defa da şiddetli bir rüzgar eşliğinde sağanak yağmur başlıyor.

Bir defa Afrika'nın meşhur tik ağacından el yapımı geleneksel bir tekneye bineceksiniz. Tekneye binmeden önce belinize kadar ıslanacaksınız. Çünkü burada iskele yok. Tekneye kadar suyun içinde yürümeniz gerekiyor. Tekneye bindiğinizde büyükçe bir kayıkta olduğunuzu anlayacaksınız. Kıçtan takma küçük bir motor dışında herşey ahşap.

Islak vücutlar biraz daha ıslanıyor. Üşümeye başlıyor yolcular. Yalnız Japonlar hariç. Onlar her daim tedbirli. Çantalarından yağmurluklarını çıkarıp giyiyorlar. Biz Türkler şaşkınız. Avrupalılar ise üşümüyormuş gibi yapıyorlar. Yolcular telaşlı ama mürettebat sakinliğini koruyor.

Motorda biraz tekliyor gibi.

Duruma alışık olduklarını düşünüyorum. Demek ki sorun yok.

Sağ, salim gideceğimizden endişeliyiz, ama hepimiz maceracı ruhlarımızın esaretindeyiz.

Fakat renk vermiyor da olabilirler.

Ayrıca yelkenimiz de var. O da otantik... Geleneksel el işçiliği ile yapılmış. Yola revan oluyoruz. Deniz çarşaf... Çeyrek saat sonra bir görsel şölen başlıyor teknede. Siyahi denizciler yelken iplerini çözmeye başlıyorlar ve yükleniyorlar halatlara. Ahşap yelken direği yükselmeye başlıyor teknenin ortasından. Yetersiz rüzgar yelkeni pek doldurmasa da motor gücüyle devam ediyoruz yola. Yaklaşık 1 saat sonra Bill Gates'in adasındayız. Fakat pek konuksever değil bilgisayar kralı. Tekneler adaya 100 metreden fazla yaklaşamıyor.

Bu arada dalga da, rüzgar da, yağmur da vites arttırıyor. Durum bayağı ciddi. Allahtan kıyıya yakın seyrediyoruz. Yolcular en yakın karaya çıkıp oradan karayoluyla devam etmek istiyorlar. Kaptan ise menzile ulaşma peşinde... Yolundan dönmek ağırına gidiyormuş gibi. Israrla savaşıyor dalgalarla... Fakat bir an ikna olur gibi oluyor. Kıyıya çıkılabilecek uygun bir yer arıyor gibi gözleri. Arayış sürerken önümüzdeki burnu dönüyoruz. Dönmez olaydık... Rüzgar da, dalgalar da iki katına çıkıyor burada. Bazı kadın yolcular çığlıklar atmaya başlıyor. Japonlar sakin yağmurluklarının altında Avrupalı erkekler gayet cool, kadınlar endişeli. Meksikalı çift ise hala sarmaş dolaş romantik balayına devam ediyorlar.

Bizi de ikaz ediyorlar, denize atlamadan önce; asla adaya çıkmayın, yoksa tutuklanırsınız, diye. Adanın etrafı mercan kayalıkları. Milyonlarca deniz canlısı yaşıyor buralarda.

Ruslar kadınlı erkekli votkaya dayanıyorlar boyuna. Ne olup bittiğinden pek haberleri yok gibi. İsveçlilerin Viking damarları kabarıyor gitgide.

Rengarenk balıklar, deniz yıldızları, deniz bitkileri berrak pırıl pırıl bir akvaryum efekti oluşturuyor.

Türk kadınları ise ortalığı velveleye veriyorlar. Bir yandan çığlık atarken, öbür yandan telefondan canlı canlı yakınlarına anlatıyorlar olan biteni. Türk erkekleri mi?

Balıklar ziyaretçilerine alışık, hiç kaçmıyorlar. Akvaryumun içinde tam 1,5 saat yüzüyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.

Onları sormaya ne hacet... Hepimiz Hint Okyanusu'nu fethe çıkmış Barbaros'un leventleri gibiyiz... 53


İKEY / YATAY MESELESİ

Öncelikle şu soruyu kendimize sormamız gerekiyor :

“Mesele sadece dikey/yatay şehir ve mimari mi? Yoksa dikey, yani müstekbir (kibirli) insan ile yatay, yani mütevazi (alçak gönüllü) insan meselesi mi?”

DİKEY / YATAY ŞEHİR TARTIŞMALARINDA UNUTULAN

"MÜTEVAZİ İNSAN" Şüphesiz insanı var eden, değerli kılan , idrakini geliştirip erdem sahibi kılan nihayette medenileştiren ve medeniyet kurucu kılan şey inancıdır. Siz neye inanıyorsanız yapıp ettikleriniz, bu inanç değerleriniz çerçevesinde ortaya çıkacaktır ve sizden sonrakilere miras kalacaktır Cem ERİŞ*

*Yüksek Mimar-Restorasyon Uzmanı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//58// mayıs 54

Yazımıza bu soruyla başlarken cevabını ve esasen fikrimizi de açık ederek bitirmiş olduk sanırım. Ama yine de bu kadar gündemimizi işgal eden ve artık sosyal-kültürel-ekonomik bir beka meselesi haline gelen şehir, şehirli ve mimariye dair meselelerimizi farkında olmak noktasında, tercihler ve tarzlar bakımından bir türlü ikna edilemediği anlaşılan kamuoyu, toplumun ortak iradesi açısından bu soru ve cevabı üzerine bir kaç kelam daha etmemiz gerekiyor. Eğri otursak da doğru konuşmak zorundayız. Sayın Cumhurbaşkanımızın muhtelif platformlarda ısrarla üzerinde durduğu ve dikkat çektiği "dikey mimari" ve "müstekbir insan" meselesi, et ile kemik gibi birbiriyle bağlantılı yapımızda kanserli bir doku gibi bütünlüğümüzü tehdit ediyor. Bu, sadece siyaset kurumunun değil tüm toplumun ve ülkemizin dertlenmesi gereken bir mesele. En yüksek seviyeden ortaya konan bu meseleye ilişkin dişe dokunur, topluma ve kurumlara temas eden , sosyal ve kültürel şehir yönetim modeline dönüşen bir netice henüz ortada gözükmüyor. Gündem seçime, ekonomiye kilitlenmiş vaziyette. Kurumlar , yerel idareler, üniversiteler, sivil toplum bu meseleye ne kadar kafa yoruyorlar ve çözüme dair neler öneriyor ve ne yapıyorlar ? Hadi gelin fert fert toplumda bulunduğumuz yer ve kurumlar üzerinden cevaplar arayalım. Mesela Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ne yapıyor ? Kültür ve Turizm Bakanlığı ne yapıyor ? Aile Bakanlığı ne yapıyor topluma dokunan ? Belediyeler ne yapıyor kendi yaptıkları imar planlarını tekrar tekrar tadil etmek dışında ? Hadi bu kurumlar siyaset ile iç içe olan yapılar. Siyaset üstü olması gerekenler ne yapıyor ? Üniversiteler, sivil toplum kurumları? Biraz daha kurcalayalım. Kanaat önderlerimiz, hocalarımız ne yapıyor ? Siz hiç toplumun hakkını ve oy vererek tastik ettiğimiz kanunlarımızı gözetmeden yasal olsa da akla, vicdana, ahlaka aykırı olarak şehre kötü bir


bina yapmanın dünya ve ahiret boyutundan muhasebesine dair bir sohbet, hutbe, vaaz işittiniz mi? Varsa bile topluma ulaşmasına imkan verilmediğinden ve görmezden gelindiğinden haberdar değiliz. Zira maddeci, faydacı, pozitivist planlama anlayışından yakamızı kurtarıp çok istememize rağmen milletimizin manevi, sosyal, kültürel değerlerini önceleyen adil bir planlama anlayışını hedefleyen ve kurumsallaştıran bir iradeyi tesis edemedik. En azından bu anlayışı bir kültür ve duruş olarak tahkim edip sahip çıkamadık. Bizi engelleyen nedir ? Hepimiz bu hususta kusurluyuz, günahkarız. MESELE AHLAK MESELESİ

Şüphesiz insanı var eden, değerli kılan , idrakini geliştirip erdem sahibi kılan nihayette medenileştiren ve medeniyet kurucu kılan şey inancıdır. Siz neye inanıyorsanız yapıp ettikleriniz, bu inanç değerleriniz çerçevesinde ortaya çıkacaktır ve sizden sonrakilere miras kalacaktır. İnsanın fıtratı gereği bir arada yaşama ve yardımlaşmasının , değerlerinin fiziki ve gözle görülür tecellisi ve yansıması şüphesiz inşaa ettiği, biçimlendirdiği ve içinde yaşadığı şehirlerdir. Ülkemizde yeni tamamlanan yerel idare seçimlerinin akabinde siyasetin, kurumların ve seçmenlerin ana gündemini bütüncül şehir anlayışı oluşturmuyor maalesef. İnsanımızı ve şehrimizi çok yakından etkileyecek olan bir süreçteyiz. Konuyu günlük siyaset çerçevesinde değil de siyaset üstü olarak medeniyetimiz, inançlarımız ve değerlerimiz kapsamında değerlendirdiğimizde ancak

ahlaklı insan ve şehri konuşarak çözümler üretebileceğimiz kanaatindeyim. Pek çok yazımda belirttiğim gibi bu evrensel ahlak, Hz Peygamber S.A.V. Efendimizin ahlakından başka bir ahlak değil şüphesiz. Meseleyi bugüne kadar olduğu gibi kapitalizmin yörüngesinde sadece yapı, mimari, modernite, teknoloji , üretim, tüketim ve bu alanlara dönük dünyevi, maddeci ve şekilci beklentilere cevap olabilecek hizmetler yönünden ele aldığımızda işin içinden çıkamadığımız gayet aşikardır. Bizler , bu coğrafyayı bin yıldır vatan edinip üzerinde inancımızın temsilcisi bir medeniyet kurmuş bir millet olarak medeniyetimizin kurucu ve imani değerlerine sahip çıkıp yaşayarak ancak var olabileceğimizi gösterdik hep. Bizim medeniyetimizin şehirleri, inancı gereği toplumun karşılıklı yardımlaşması ve birbirine, insana ve tabiata karşı merhametinin kurumsallaştırdığı kendi kendine yeten şehirlerdir. Bu geçmişte böyleydi. Son 200 yıldır hoyratça harcadığımız miras bu mirastır. Bugün ise toplumun tüm katmanlarında şehir kaynaklı ve merkezli şikayetlendiğimiz ne varsa hepsi bu kadim merhamet ve yardımlaşma temelli, toplumsal kurumsallaşma kabiliyetimizin yıpranmasından, bizzat kendi elimizle yıpratılmasından ve bu niteliğimizin zayıflamasından kaynaklanmaktadır. Tartışmalarımızı ve çözüm önerilerimizi, insanı, çocuklarımızı, aileyi, mahalleyi, şehri ve en sonunda ülkeyi maddi- manevi biçimlendiren ve eğitim, mimari, sanat, zanaat, edebiyat hulasa şehir ve medeniyet olarak ortaya çıkan 55


Toplumun refahını hedefleyen bir kalkınmanın kadim ve milli değerlerle barışık bir düzenleme içinde gerçekleşmemesi, her şeye rağmen elde edilecek bir kalkınma ve refahı kullanacak ve tüketecek legal-illegal başka bir sınıfa , madde için manevi değerlerinden vazgeçebilecek bir topluma dönüşme riskini ve tehlikesini de her zaman içinde barındırdığını önceki yazımızda belirtmiştik.

varlığımızın imani değerleri çerçevesinde yapmadığımız için zamanımızı, enerjimizi ve nesillerimizi kaybediyoruz. Tüm bunların fizik mekana yansıyan menfi neticelerini şehir ölçeğinde gördüğümüzden de sorunu maddi tedbirler ile çözeceğimizi sanıyor ama yanılıyoruz. Sonuç olarak anlıyoruz ki toplumumuzun ekseriyeti hala meseleye müdrik değil ve/veya mevcut farkındalığını olması gereken seviyede devlet kurumlarına, siyasete, gündelik hayatına taşıyamamış durumda. Yazımızın sonunda en başta sorduğumuz soruyu tekrar hatırlayalım: “Mesele sadece dikey/yatay şehir ve mimari mi? Yoksa dikey, yani müstekbir (kibirli) insan ile yatay, yani mütevazi (alçak gönüllü) insan meselesi mi?” sayı//58// mayıs 56

Toplum olarak hangi şart altında olursa olsun kendi medeniyetimizin değerlerinden beslenen biçimlendirme, dönüştürme, örnek olma, ihya etme kabiliyetimizi maalesef büyük oranda kaybettik. Batının bize de bulaştırdığı sosyal-ekonomik-ahlaki zafiyetlerinin ürünü olan meselelere bakış ve çözüm yöntemlerini, kendi yaratılış, fıtrat ve medeniyet değerlerimizi inkar eden kurumsal ve akademik bir körlük üzerinden kopya edip hastalıklı toplumsal üretim ve tüketim biçimlerinin gönüllügönülsüz tutsağı olduk. Sonuç : Bu hayati, varoluşsal meselede hiç vakit kaybetmeden öncelikle, mevcut sistemin ürettiği dikey yani müstekbir bir nesil ve şehir yerine yatay yani mütevazı insan ve helal şehri inşaa edeceğimiz, pozitivizm ve kapitalizmin yörüngesinden kurtarılmış , kadim tecrübemiz ve imani değerlerimize göre yapılandırılmış bir ahlaki eğitim zemininin tesisi için hala bir irademiz ve fırsatımız var.


DE, DA, DAHİ …

Osmanlı Türkçesinde de ve da kullanılmaz, onun yerine dahi kelimesi kullanılırdı. O yüzden yanlış kullanıma rastlanmazdı. Recep ARSLAN

Osmanlı Türkçesinde de ve da kullanılmaz, onun yerine dahi kelimesi kullanılırdı. O yüzden yanlış kullanıma rastlanmazdı. Padişahımız efendimiz ve dahi valide sultan teşrif ettiler. Gibi bir cümle kullanıldığında ‘dahi’ nin nasıl ve nerede kullanıldığını misallendirmiş olalım. Türkiye Türkçesinde dahi kelimesi yerine ‘de da’ ekleri kullanılıyor. Amma ve lakin hemen herkes tarafından, hemen her yerde yanlış kullanılıyor. Yer, zaman ve kimde olduğunu bildiren durumlarda de ve da bitişik yazılır. Bu kuralı hiç unutmamak gerek. Çarşıda, pazarda, sokakta, evde, yurtta, yurtdışında. Cemil'de, Saat 8'de, 1919'da gibi. Gaspıralı İsmail beyin deyimini de hatırlamakta yarar var. Ne diyordu Gaspıralı İsmail bey: Dilde, işde, fikirde birlik. Yer, zaman ve kimdeliğini bildirmek dışında ikinci, üçüncü olarak benzerlik taşıyanlar sıralanırken ‘de ve da’ ayrı yazılır. Kimileri toplantılarına kalabalık toplamakta başarılıdır, başka bazıları da başarılıdır.

debiyat eserleri, düşünce eserleri, gazete ve dergi yazıları okuyoruz. Bu yazıları yazan insanlar kendilerinin yazar olarak tesmiye edilmesini istiyorlar. Haklılar da yemek yapana ahçı, aşçı, gurme denilmesini istediği, gibi yazanlar da kendilerine yazar denilmesini isteye bilirler. Ancak ciddi bir sorunumuz var. Yazanlar Türkçe diliyle yazmalarına rağmen Türkçeyi çok da bilmiyorlar. Nasıl olur, ana dilleri Türkçe değil mi demeyiniz. Anlı-şanlı, ün ve şöhret sahibi olmuş yazarlar, hele de şairler ‘de ve da’nın nerede ayrı, nerede öncesindeki kelimeye birleşik yazılacağını asla bilemiyorlar. Ünlü bir konuşmacı, radyo programcısı, güzel şiir okuyan, güzel konuşan bir dostumun yazdığı edebiyat çiçeği bir kitabını imzalı olarak edindim. Kitap fevkalade, edebiyat eseri misali. Duygular şelale bir kitap. Kitabın takdim yazısını ise ilim aleminde etiket sahibi, cemiyet hayatında şöhret sahibi bir imza yazmış. Aman Allah’ım, ‘de ve da’ları ayrı yazmayı bilmiyor. O güzelim kitap o takdim yazısıyla muhteşem bir çelişki oluşturmuş.

Gazeteci Engin Köklüçınar beyefendi,, mesleğine aşıktır ama o çocuklarına da aşıktır. Şerif Aydemir beyefendi, başarılı bir hikeayecidir ama şiirde de muhteşem mısraların sahibidir. Numune ve misal olsun diye yazdığımız bu cümlelerde ‘de ve da’nın nasıl bitişik, nasıl ayrı yazıldığını sergilemeyi amaçladık. Değerli gazeteci Ahmet Özdemir beyefendi, kemoterapi tedavisi görüyor, Değerli eğitimci purofesör Ali Osman Özcan da öyle. Değerli hikeayeci, şair Saadettin Kaplan da beş yıla yakın kemoterapi tedavisi gördü. Pek çok musiki insanımız var. Kimse kimseyi üstad kabul etmiyor, hatta beğenmiyor bile. Buradaki ‘bile’ kelimesi de ‘de da’ yerine kullanılmıştır. Okullarımızda Fıransızca da, İngilizce de, Almanca da öğretilmeye çalışılır ama, ne Fransızca, ne İngilizce ne de Almancayı okullarda öğrenen kimse yoktur. Sayın Cumhurbaşkanımız daha önce başbakanlık da yaptı, Belediye Başkanlığı da. Hatta bir siyasi partinin il başkanlığını da. Ben bir yazıyı, ya da kitabı okumaya başladığımda yanlış yazılmış bir ‘de da’ya rastladığımda artık o dakikadan sonra, o kitabı okumaya değer bulmam. Hatta elimde tutmaya da. O yazara da Türkçeyi bilmeyen bir cahil gözüyle bakarım. Face'de ve başka sanal medya araçlarında yazıp çizenler için de aynı tavrı sergilerim. ‘De ve da’ları ne zaman ayrı ne zaman bitişik yazacağını bilmeyen insan, cahil insan demektir. Sizce de öyle değil mi da? 57


BUGDAY CAMİİNDE MALAKUT GECESİ

KKTC GÜNLÜĞÜ

BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -8KKTC vatandaşları Hala Hatun Külliyesi’ne, Kuzey Kıbrıs Rumları da Dik Karpaz’daki kilise ve şapellerde ibadet edebiliyorlar. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Bu bölge gerçekten hala Gazimagosa’nin ayakta kalan ve dokusunu yitirmeyen önemli tarihi yerlerinden birisidir. Hemen yanı başında yine kiliseden çevrilen Buğday Camii var. Restorasyonu yapılmış ama sanat merkezi olarak kullanılıyor. Girişte iki memuru görevlendirmişler. Öğleden sonra saat 14.00 kapıları kapattılar. Sordum; etkinlik olduğu günler program bitene kadar açıkmış. Haftada üç gün tiyatro konser, opera etkinliği gerçekleştiriliyormuş. Kışın Mevlevi ayinleri de programa alınıyormuş. Bir gün önce burada Malakut Gecesi yapılmış. Merak ettim bu nedir falan diye. Anlattılar “Bir saat boyunca dış dünya ile iletişim tamamen kesilerek yapılan bir etkinliktir. Burası yaşayan bir sanat müzesi. Kesintisiz olarak dans, canlı müzik, drama, görsel sanatlar, moda tasarımı gibi değişik sanat dalları izleyicilere sunuluyor. Malakut etkinliğinde 25’ten fazla sanatçı yer aldı. Koreografisini Hollanda’da konservatuvar ve dans eğitimi alan Gazimagosalı Muhammet Adem yaptı” Peki öyle olsun. Buğday Camii içindeki sıra sıra dizili sandalyeler hiç kaldırılmıyor ve bir etkinlikte kolaylık sağlanıyor. İçeri girdiğimizde ise Buğday Camii’nde Venedik, Bizans, Osmanlı askerleri fotoğraf sergisi vardı. Mihrap tarafında ise bu devletlerin bayrakları asılmıştı. Rahmetli KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a TC Hükumetleri ve özellikle Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan Kuzey Kıbrıs’ta bir imam hatip okulu açılması için ısrar etmelerine rağmen duymazdan gelmişti. Demek bir bilgi varmış. KALEDEN KUŞ BAKIŞI

Bölgede gezdiğimiz bir başka tarihi yapı ise Sinan Paşa Müzesi oldu. Biraz ilerde harabe haldeki Cafer Paşa Hamamı var. Bu tarihi mekan yıkılan kilise taşlarından Cafer Paşa tarafından inşa ettirilmiş. Hala Hatun Külliyesi ise Rum tarafında kalmış . KKTC vatandaşları Hala Hatun Külliyesi’ne, Kuzey Kıbrıs Rumları da Dik Karpaz’daki kilise ve şapellerde ibadet edebiliyorlar. Yine bir başka tarihi mekan ise Akdeniz şövalyelerinin kaldığı han ve şarap ürettikleri mahzen de Gazimagosa’da. Turistik üs olarak kullanılıyor. Gazimagusa Kalesi’ne geçtik en son. Kale tepesine kadar olan dik merdivenlerden çıkıp kuşbakışı Gazimagosa’yı izledik. Geniş bir alana yayılmış. Yavaş yavaş da yüksek binalar çıkmaya başlamış. Belediye ise neden çevre ve şehir temizliğini öne çıkarmaz sayı//58// mayıs 58


anlamadım. Hele tarihi sokaklardaki tarihi evler, yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya. Türkiye’de bu sorunu yerel yönetimler ve Kültür Bakanlığı çözdü. Ülkeye tarihi sokaklar ve ever kazandırdı. Dilerim KKTC de bundan nasibini alır. KKTC’de yol işaret ve levhaları yeterli olsa da bir bilen ile seyahat daha sağlıklı oluyor. MERHABA LEFKOŞE

Dağ yolundan yani geldiğimiz yoldan değil de düz ovada otobandan Lefkoşe’ye geçtik. Lefkoşe de her geçen gün büyüyor. Nüfus 65 bin olmuş. Her taraf sağlı sollu yüksek binalar, şirketler, ofisler, atölyeler, galeriler. İpek Kesici olmaza ilk şehir merkezi levhasından sapacağız ama öyle yapmadık. Dördüncü kavşaktan, Girne Kapısı’ndan içeri girdik. Az olsa şehir içinde tur attık. Cumhurbaşkanlığı konutu, gazete binaları, üniversiteler ve otelleri geride bıraktık. Sonra Dr. Fazıl Küçük’ün evinin önünden, Saray Otelinden sonra ver elini Eski Lefkoşe ve Selimiye Camii. Asmaaltı’nda hasar, hırsızlık, kaza, sabotaj ve doğal afetlerden sorumlu olmadığını bildiren Recai Ergün’ün otoparkına girdik. Ücreti 10 TL. Yanında bir antika bahçesi var. Sokak sokak dolaştık. Tarihi evler perişan bu sokaklarda. Çoğu evde de KKTC’ye gelmiş işçiler oturuyor. Değil tamir ettirmek, boyatmak bile zor. Arcak evini geçindiren bu insanlardan böyle bir şey beklenemez. Çoğu da çocuklu aileler. Herkes kapı önünde oturuyor, çünkü evler de aşırı sıcak. Hayırlısı olsun. Yeniçeri başı Kurt (Kutup) Baba Türbesi bir köşe başında idi. Bazı evlerin önünde yatırlar var. Abdi Çavuş Mezarı gibi. Sokağa taşmıştı. Magosa’da da Ağlayan Dede Tekkesi, Eski Türk Folklorünü İhya Cemiyetiyle birlikte lokal gibi çalışıyordu. Bazı kelimeleri biz yitirdik. Amma KKTC hala bu Türkçeyi kullanıyor. Dönüm, evlek, ayakkare gibi. Bir fırın “Emek Evi” olarak levha asmıştı. Bir resmi kuruluşun adında “KKTC Muhaceret Mukayıthanesi” yazıyordu. Selimiye Camii’ne(1208-1326) geçtik. Gerçekten muhteşem bir mabet eski Saint Sophia Kadetrali. Şadırvanda su israfından kaçınılması için ikazlar yazılıydı. İçerde bir kişi namaz kılıyordu. Onun yanında duaya durdum. Başbakan iken Recep Tayyip Erdoğan’ın hediye ettiği büyük boy bir Kur’an-ı Kerim vitrin içinde muhafaza ediliyor. Görevimi eda edip hemen bitişiğindeki Selimiye Meydanındaki Sabor İtalyan lokantasında açlığımızı giderdik. Bir makarna 42 TL. Su ise 6 TL. Selimiye’nin karşısındaki bütün lokantalar turistik ve alkollü. TC Yunus Emre Enstitüsü de, Türk El Sanatları

Merkezi de burada. Lefkoşe’de Kilisli de var, Antepli de. Gaziantep Kültür ve Dayanışma Derneği kurulmuş. İranlının Yeri dolayısıyla epeyi İranlı olduğu da ortaya çıkıyor. Anılarım tazelendi. Defalarca Rauf Denktaş ile görüşmüş, konutunda misafir olmuştum. Oğlum Burkan ile de resim çektirmişti merhum Denktaş. 35-40 yıldır Kuzey Kıbrıs’a gider gelirim. Her seferinde daha ciddi bir gelişme olduğunu gözlemliyorum. Girne otobanını çıktık. Artık dağ yolu gibi olmayan üç gidiş gelişli bu yoldan evimize döndük. Bir saat falan sürdü Çatalköy. Çünkü trafik vardı. İKİNCİ SALI

KKTC’deki otellerde saray tatili yapılıyor adeta. Mesela kendinizi Versailles Sarayında farz edebilirsiniz bu otellerde. Mimarların ilhamı genelde saraylar olmuş. Sadece denize sıfır değil bu tesisler, bir çok uluslararası hizmetin yanında lüks ve ferah odalar, büyükler ve çocuklar için keyifli aktiviteler, SPA ve değişik spor imkanları da mevcut. Sonra her yaş grubu için havuzlar. Peki lokantalarının durumu nedir diyebilirsiniz? Anlatayım; ulusal ve uluslararası mönü çeşitleri, Premium yerli yabancı içecekler, dünyanın çeşitli yörelerinden zengin mutfak ürünleri bir tablo gibi sergileniyor. Bakarken bile doyabiliyorsunuz. Türk müteşebbisler ve yöneticiler turizm sektöründe evrensel boyutta, uluslararası markalar ortaya çıkarmışlar. Hepsi birbirinden iddialı bu tesislerin. Bugün sabah kahvaltımızı aslan logolu Girne Cratos Premium’da yapacağız. Bu biraz da peugeut amblemine benziyor. Büyük bir alana inşa edilmiş otel. İçerisinde çok sayıda lokanta var, çarşı var. Casino var demiyorum KKTC’de neredeyse bütün otellerde kumarhane mevcut. Türkiye’de aileleri yıktığı gerekçesiyle yasaklandığı için bölge insanları KKTC’ye geliyor. Oteller yatma, yemeiçmeden değil de daha fazla kumarhaneden kazanıyorlarmış. En hatırlı müşteri de en çok kumar oynayan müşteri deniyor. Bu müşteriler limuzin arabalarla havaalanından alınıyor, mihmandarlar işliğinde otele yerleştiriliyor ve sonra kumarhaneye götürülüyor. Kumarhanede yeme–içme bedava, sigara, tütün mamulü her şeyi içmek serbest. Resim çekmek, filme almak yasak. Çünkü buraya maruf çok sayıda insan ve ailesi geliyor. Deşifre olunmasını istemiyorlar. KKTC Otelleri Antalya otellerinden bir konuda ayrılıyor. Antalya genelde “her şey dahil” politikası uyguluyor. Antalya’da dışardan birinin otele günü birlik gelip yemek yemesi, konseri 59


izlemesi mümkün değil, Ama KKTC otellerinde mümkün. Çünkü burada genelde “her şey dahil” değil üç öğün yemek var. Bittabi yatmak. Diğer birimlerdeki yemek içmek dahil her şey ücretli. MEYVE, SEBZE VE DENİZ ÜRÜNLERİ HEP İTHAL

Bugünü Girne Cratos’ta geçireceğiz maile. Önceden randevu alındı. Yer ayarlandı. Vardığımızda iki mihmandar odamızı gösterdi. Deniz üzerinde kazıklar çakılarak yer kazanılmış. Yani denizin üstünde oturuyor, yiyip içiyorsunuz. Merdivenlerle denize inerek yüzüyorsunuz. Duşu merdivenlerde de mevcut, odanızda da. Yataklar kara ve sivrisineklere karşı cibinlikli. Tam dayalı döşeli bir lüks oda. Bizim gibi onlarca insan bu odalarda günü birlik kalabiliyor. Özellikle üniversite öğrencilerinden gruplar dikkat çekiyor. Kahvaltımızı burada gerçekleştirdik. Önümüzde uçsuz bucaksız Akdeniz. Ön kısmı açık denizin, arkalara doğru giderek koyulaşır mavisi. Mevsim ne olursa olsun her şey var sofrada, Hele meyveler. Tropikal olanların tümü Hindistan ve Pakistan ile Afrika ülkelerinden ithal ediliyor. Balıklar ve deniz ürünleri de öyle. Kanada ve Japonya’nın en iyi müşterisi Türkiye ve Türkler. Üç yanımız deniz olmasına siz bakmayın. Önceliğimiz inşaat sektörü. Varsa yoksa inşaatçılar, müteahhitler. İçimiz dışımız siyaset olduğundan böylesi şeylerin ithalatını önemsemiyoruz!. Bol bol döviz harcıyoruz. Yuh olsun!. Breh berh berh!.. Denizin dubalarla işaretli yerlerine kadar yüzebiliyorsunuz. Cankurtaran sizi izliyor. Dubaların daha ilerisi tehlike arz ediyor. Otelin sorumluluğundan çıkıyor. Pırıl pırıl bir deniz. Ancak KKTC resmen tanınmadığı için Akdeniz’den geçen gemileri görmeniz mümkün değil. Tek tük o da bizim gemilerimiz. Deniz motorları son sürat geçiyor. Bazı şımarık zengin çocuklarının kullandığı motorlar yasak olan yüzme alanına da giriyorlar. Dolayısıyla kazalar da kaçınılmaz oluyor. Deniz ve su sporları da yapmak mümkün. İşletmecileri değişik olsa da mümkün böyle sporlar. Akşam yemeğimizi kapalı deniz üzerindeki lokantada yedik. Balık elbette deniz kenarında yiyecek olarak ilk akla gelen. Denizin içinde bir karışan fazla boyuttaki balıklara yem atıyor bazı müşteriler. Onlar da alışmış ki bekliyorlar. Ben barbun yedim, diğerlerimiz genelde levreği tercih ettiler. Meyve tabağında sadece kavun, karpuz, şeftali, üzüm yoktu ithal meyveler Türkçemize giren ismiyle ananas, franbuaz, frenk üzümü, yaban mersini, altın çilek, yıldız meyve vs. sayı//58// mayıs 60

KUŞ BURNU VE ALTIN ÇİLEK HİKAYELERİ

Kuşburnu’nu Başbakan Tansu Çiller meşhur etmişti. Bir anda bütün Türkiye’de kuş burnu çayı içilmeye, aktarlarda özellikle satılmaya, kahvelerde yapılmaya başlandı. Gazeteler kuşburnunun özelliğinden bahseden yazılar neşrettiler. Altın Çilek’i de Başbakan iken Recep Tayyip Erdoğan meşhur etti. Başbakan Erdoğan altın çileğin faydalarını ve sağlığımızla nasıl örtüştüğünü anlatınca manavlarda ithal altın çilek bulunmaya, özel misafirlere evlerde ikram edilmeye başlandı. Bu ikram hala büyük otellerde sürüyor. Cratos’da sürekli müzik çalıyor. Günümüz Türk musikişinasları da keşke bizim enstrümanlarımızın ağırlık olduğu yemek, otel, hatta dinlenme musikileri besteleseler ve eserlerine evrensel boyut kazandırabilseler. Ama nerde?! Kimse zora el atmak istemiyor. Akşam yemekten sonra TRT’den arkadaşlarım Merkez Haberler Müdürü Mehmet Bican ve eşi spiker Gülen Bican’ın kızı İpek’in yaş gününü kutladık. İpek annesinin kopyası. Çatalköy’e eve döndüğümüzde saat bire geliyordu. Trafik hafta içi akşamı olmasına rağmen yine yoğundu. İKİNCİ ÇARŞAMBA

Sanırım KKTC’deki yer hizmetlerindeki grev bugün-yarın biter. Hava kontrol kulesi çalışanları da greve gidince uçuşlarda sorun ve rötar yaşandı. Biz daha sonra döneceğimiz için grevin biteceğini sanıyorum. Lefkoşe’nin Tarihi Çarşısı Bandabuliya’da çoğu ürün marketler daha ucuza satılıyor. Ancak Bandabuliya’da da fiyatlar dövizlerin yükselmesinden etkilenmiş görünüyor. Buna göre KKTC çiftçileri gübre bulamadığı için ekim ayına yaklaşılmasına rağmen patates ekimi yapamıyor. Cezaevine uyuşturucu sokulduğu iddiaları KKTC’de tartışılıyor. Boğazköy’de ise bonzai türü uyuşturucu madde ele geçirildi. Uyuşturucuların Gazimagusa’dan tedarik edildiği iddia ediliyor. Girne Limanında narkotik köpeği Lili ise uyuşturucu kaçakçılarına aman vermiyor(muş). ÖNCE GELİŞMELERDEN ÖZETLER

KKTC’de Erenköy, Mansura, Ayyorgi, Selçuklu, Bozdağ ve Alevkaya halkı Dillirga Türk köylerinin imara açılmasını protesto ediyor. Düzce ve Güvercinlik Kökenli Rumlar ise antiişgal eylemi adı altında köylerine yeniden dönmek istediklerini ileri sürerek Birleşmiş Milletler’e Rum politikacılar tarafından muhtıra


verildiğini ileri sürüyorlar!. Rum Dışişleri Bakanı Nikos Hristodulidis’in bu eylemde hazır bulunduğu bildiriliyor. Rum kesimi sorun çözmeye değil, kendilerini mağdur göstermek için dünya toplumunu şartlandırmaya çalışıyor. Vay benim köse sakalım. Yüzsüzlüğün bu kadarını ancak bunlar yapabilir. Kıbrıs İş İnsanları, Yatırımcılar ve Ekonomi Derneği KİYED de Moronitlara KKTC Topraklarındaki mülklerinin iadesi ve eski yaşadıkları dört köye geri dönmeleriyle alakalı kararı savunuyor!. Sivil toplum da güçlü KKTC’de. Sadece beslendikleri damar değişiyor. Rumlar sorunu çözmek için hiç ama hiç çaba sarf etmiyorlar. AB Üyeliği olmanın rehaveti içindeler. Bu KKTC seyahatimde gördüm ki Kıbrıs Türk kesiminde ekonomik açıdan ciddi bir gelişme var. Herkes araba sahibi, ev sahibi. Köylerin kentlere olan yolları asfalt. Galiba Kuzey Kıbrıs’ı biraz da kıskanıyorlar AB Üyesi olmasına rağmen Kıbrıslı Rumlar. KKTC’de kooperatifler ve sendikalar hep güçlü. Kamuda örgütlü 5 sendika ortak toplantı yaptı ve ülkedeki ekonomik sorunların aşılabilmesi için herkesin elini taşın altına elini koyması gerektiğini belirterek çözüm önerilerini Başbakanlığa ilettiklerini açıkladılar. 100 BİNİN ÜZERİNDE ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ

Bugün KKTC’de hava çok sıcak. Bir de sıcak haber geldi gün içinde. KKTC’de 55 bini Türkiye’den olmak üzere 100 binden fazla üniversite öğrencisi eğitim alıyor. Nijerya, Zimbabve gibi Afrika ülkelerinden de 20 bini aşkın öğrenci bulunuyor. Üniversite öğrencileri KKTC’ye pasaportla giriş yapıyor ve okula kayıtlarının ardından talebe statüsünde oturma izni alıyor. Hükümet özellikle öğrencilerin kayıtdışı işgücü olarak kullanılmasını engellemek için bir dizi tedbirler almış. Artık öğrenciler takip sistemine kaydedilecek. Sağlık kontrolünden geçecek. Bakanlıktan öğrenci izni alınacak. Daha sonra yarı zamanlı işlerde çalışma dairesine kaydolmak şartı ile çalışabilecek. Havalar sıcaktı, harareti fazlaydı, yeniden daha fazla ısınmaya başlayacakmış. Ben de evden hiç çıkmadım. Havuza girdim. Kitap okudum. Fırat Kızıltuğ’un Kop Dağından Birinci Orduya adlı eserini tamamladım. Hemen ardından Ahmet Ümit’in Kırlangıç Çığlığı’nı bitirdim. SAYILI GÜNLER TEZ GEÇİYOR

Kıbrıs’ın değil, bölgenin en büyük mekanlarından Girne Elexus Otel’de 30 Ağustos

Zafer Bayramı kutlamaları var. Kırmızılara bürünmüş bir orkestra çalıyor, başta “İzmir Marşı” dahil bütün marşlara herkes alkışlarla iştirak ediyor. Bittabi önce şehitlere saygı duruşu yapıldı ve İstiklal Marşı’mızı söyledik. Yerli turistler programının sebebini biliyor, ama çok sayıda İsrail, Rusya, İngiltere ve diğer ülkelerden gelenler müziğe tempo tutuyorlar. Çünkü hep marşlar çalınıyor, savaş türküleri söyleniyor. Herkese Türk Bayraklı tişörtler ve balonlar dağıtıldı. Zafer Pastası kesildi. Çocuklar yerinde duramıyor, veliler onları zapt etmekte zorlanıyor. Daha sonra balonlar havaya bırakıldı, alkışlarla. Zafer yürüyüşü yapıldı. Gururlandım böyle bir günde zaferi bizimle paylaşanlarla, kadirşinaslık gösterip hatırlatanlara. Muhteşem bir şey oldu. Başarılı anchorvoman-sunucu da zaman zaman akıllı telefonundan okuduğu şiir, destan ve deyişlere heyecanı yukarılara taşıdı. En sonunda yürüyüşle Zafer Bayramı kutlamalarını noktaladık. MARKETLER FREESHOP’TA DAHA UCUZ

Otelin marketi gelen giden müşterilerle dolup taşıyor. Nedenini aradım sonra ; buradaki fiyatlar Türkiye’den yarı yarıya, havalimanlarındaki gümrüksüz freeshop mağazalardan % 25 daha ucuz. Girne içinde bazı mağazalar da öyle. Özellikle alkollü içecekler ve tütün nevileri(sigara, puro vs) en çok alış veriş yapılan çeşitlerin başında geliyor. Ama valizinize yerleştirdikten sonra da şişelerin kırılma riski olduğu da hatırdan çıkarılmıyor. Bir hanım 8 şişeyi valizine yerleştirince birisi kırılmış, yayılan anason kokusu kendini ele vermiş, eşyaları da zarar görmüştü. Hellim peyniri aldım kilosu 35 TL, havaalanında ise bu fiyat 55’e, keçi sütünden hellim ise 68’e fırladı. KKTC’ye bir uçak kalkış için izin isterken, bir başkası iniş için aynı uyarı yapıyor. THY, Anadolu Jet, Pegasus, Atlas Jet birbiri ardından inip kalkıyor. Şehirlerarası KKTC trafiği de yoğun. Çünkü yabancı turistlerle beraber, Kıbrıs Rum Kesimi vatandaşları da KKTC’ye daha ucuz ve daha konforlu olduğu için her hafta geliyor, kalıyor, dinleniyor ve dönüyor. İkili anlaşmalar Kuzey ve Güney Kıbrıs vatandaşlarına böyle bir hak tanıyor. Rum kesimine gelen yabancılar da böyle bir hakkı kullanabiliyorlar. Ancak direkt Kuzey Kıbrıs’a gelen diğer ülke vatandaşları böyle bir haktan mahrumlar. Buna rağmen KKTC mutlu, umutlu ve yarına daha sağlam bakabiliyor. DEVAM EDECEK… 61


013 yılı Ramazanını Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur'da (KL) geçirmiştik. YÖK bursuyla gittiğimiz Malezya’da üç ay kalacaktık. Büyük bir maceraydı aslında gidişimiz. Büyük kızım üniversite sınavlarına girmiş, tercihler yapılacak, kazanırsa kaydolacak. Böyle sıkıntılı bir süreçte “ne işiniz var oralarda”, “ya olumsuz bir şey olursa” gibi endişeler dışarıdan aklımıza sokuluyor bizler de aile olarak bunlardan etkileniyorduk.

ESKİ BİR RAMAZAN HATIRASINI YENİ YAZMAK (İRMİK HELVASI) Biz gittiğimizde 800 kadar Türk'ün bulunduğu söylenen ülkede Türk yemekleri bulunmuyor mu peki? KLCC’de bir Türk lokantasında Türkiye’ye özgü yemekler yemiştik. Bir de Malatyalı Gökhan isimli bir gencin Türk usülü dondurmasını keşfetmiştik gelmemize yakın. Hayli dondurmasını yemiştik Prof. Dr. Adem EFE

Biz Allah’a güvenerek uzun süreli, uzun bir yola çıktık. Çok şükür tercihleri orada evin yakınlarında bulunan internet kafelerin birinden yaptık, birkaç hafta geçince sonuçlar açıklandı kızımız çok istediği ilk ve tek tercihi olan fakülteyi kazanmıştı. Ailecek büyük bir sevinç yaşadık. Kayıtlar biz dönmeden biteceğinden çalıştığım üniversitede hak kazanmış olmasına karşın gitmeden önce kendisine noterden vekalet verdiğim bir arkadaş kaydını yaptırıverdi. Dolayısıyla hiç bir problem yaşamadık. Bu ara cümlelerden sonra asıl konuya dönecek olursam şöyle devam etmem gerekir. Özellikle AB ülkelerine ve diğer ülkelere sıkça giden bizler için Malezya görülmesi gereken, uzak ama yakın bir ülke gibi görünmüştü. Ayrıca Türkiye'de bir dönem “Malezyalaşmak” deyimi siyasal ve sosyolojik anlamda kullanılır hale gelmişti. Bunun yanında gelişmiş İslam ülkeleri arasında ismi geçiyordu bu orkideler memleketinin. Zira petrolü ve kendi ürettiği bir arabası var. Emirates hava yolu şirketi ile Dubai'de 5 saat molanın ardından bu sıcak, nemli ve egzotik ülkeye adım atmıştık. Türkiye ile Malezya arasında tam 5 saat fark var. Orada bizden 5 saat önce güneş doğuyor ve yine aynı şekilde 5 saat önce batıyordu. Akşam 19.00'da İstanbul'dan bindiğimiz uçak 4 saat gibi bir uçuştan sonra Dubai'ye indi. Havalanında yine 5 saat bekledikten sonra Malezya'ya gitmek üzere tekrar uçağa bindik. 7 saatlik bir uçuştan sonra ikindi üzeri KL'e vardık. Önceden tanıdıklar aracılığıyla araştırmalarımıza rağmen uygun bir kalacak yer bulamamıştık, bu yüzden iki gece bir otelde kaldık. Isparta'dan her bir aile dörder kişi olmak üzere dört aile, toplamda 16 kişi gitmiştik. Ailecek gittiğimizden mümkünse aynı siteden olmazsa yakın yerlerden ev tutmak istiyorduk. Benim anlaşma yaptığım üniversite, Uluslararası İslam Üniversitesi iken diğer üç hocanın anlaşma

sayı//58// mayıs 62


yaptığı eğitim kurumu Putra Üniversitesi idi. UİÜ'nden Dr. Saim Kayadibi benim partnerimdi ve rektör danışmanı olarak görev yapıyordu. Aynı üniversiteden Serdar Demirel ve Açe'den evli din sosyolojisi doktoru Mehmet Özay bizi bu güzel ülkede, güzel bir şekilde ağırladılar. Onların ve Konyalı bir öğrenci Muhammed Çelik'in de yol gösterici yardımlarıyla, uzun arayışlardan sonra Serdang'da Çinlilerin yoğun olarak oturduğu bir yerde büyük bir South City adlı bir sitede üst üste birer daire bulduk. Daire dediğimiz de küçük bir mekân. Ama kliması var. Ekvatoral iklime sahip bir ülkede yaşadığınız, nefes aldığınız bir evde klima varsa büyük bir zenginliğe sahipsiniz demektir. Çünkü nem çok fazla onsuz nefes alınmıyor. Evlerde, işyerlerinde hatta trenlerde bu teknolojik eşya size hayat veriyor adeta. Gittiğimiz İngilizce dil kursunda klimalı ortamda hem oraları sıcak diye tiril tiril kıyafetler hem de klimanın soğuğundan üşümüştük ki birkaç sonra ilk işim bir adet mont almak olmuştu. Dışarısı nemli ve sıcak içerisi soğuk bir iklime alış(a)madan hemen on gün sonra mübarek Ramazan ayı gelip çatmıştı. İlk defa gurbette ramazan ayını idrak edecektik. Heyecanlıydık. Koskoca bir ramazan ayı nasıl geçecekti? İftarlar, sahurlar nasıl olacaktı? Bayramda ne yapacaktık? Dört aile aynı sitede olduğumuzdan bazı akşamlar iftarı birimizin evinde yapıyorduk. Buradan giderken Malezya'da o yok, bu yok demişlerdi bu yüzden valizler dolusu gıda maddesi götürmüştük. Biz ailecek çayı çok sevdiğimizden çay takımları da götürmüştük ki orada çok makbule geçti. Diğer arkadaşların hiçbirisi bizim kadar çay aramıyorlardı dolayısıyla çay takımı götürmek akıllarına gelmemiş. Biz her bir aileye en azından ikişer çay bardağı vererek çay içmelerini sağlamıştık. Gerçi onlar orada çaydanlık ve demlik ikilisini oluşturamamışlardı da tek altla yetinmek zorunda kalmışlardı. Çünkü Malaylar da Avrupalılar gibi demleme çay değil, ice tea lemon dedikleri türden bol buzlu çay içiyorlardı. ‘Teh Panas’ dedikleri sıcak çay pek makbul değildi. Bazen iftarı KL'de yaptığımızda teravihleri merkezdeki Mescid-i Negara/Milli Camii’de yahut Mescid Jamek'te 8 rekât kılar trenle Serdang'taki evimize dönerdik. Buradaki camilerin hemen hepsinde iftar veriliyordu. Ancak çatal, kaşık ve ekmek bulunmadığından bizler yeteri kadar doyamıyorduk. Bir de buradan giderken Malezya'da ekmek bulunmuyor demişlerdi de bu durum bizleri

düşündürür olmuştu daha gitmeden. Ekmeksiz ne yaparız? Nasıl doyarız gibi gereksiz endişeler içine girmiştik. Ekmek sever bir millet olduğumuzdan camilerdeki iftarlara katılmak zorunda kaldığımızda evden çıkarken birer adet çatal kaşık alıp ve şayet unutursak da market türü yerlerden plastik çatal, kaşıklardan ve birer parça ekmek vb. bir şeyler alıyor, deyim yerindeyse hazırlıklı gidiyorduk. Bir keresinde Putra Üniversitesi'nde bir iftara katıldık. Sağolsun dekanlık bize bir otobüs tahsis ederek evden alıp iftardan sonra tekrara bıraktırmıştı. İftar anında bizi davet eden dekan bizimle aynı sofraya oturdu, biz ezan okunduktan sonra cebimizden çatalları çıkartınca bunu gören Fahrul hoca hemen bizim sofradan ayrılarak kendi vatandaşlarının oturduğu yere döndü. Zira onda çatal benzeri bir şey yoktu. Sonradan bu durumdan bizler de mahçup olmuştuk. Ramazan ayını burada geçirdiğimizden çeşitli iftarlara katılıyorduk. Putra Üniversite'nde baş kralın verdiği bir iftara katılmıştık. Malezya’da 14 eyaletin sembolik de olsa bir kralı var bu 14 kral 5 yılda içlerinden birini baş kral olarak seçiyorlar. Evimizin yakınlarında Mescid-i Şureyh isminde derme çatma denilebilecek küçük bir mescit vardı. İmamı Mısırlı Cüney isimli bir yaşlı adamcağızdı. Ki tam o günlerde Mısır’da Mürsi indirilmiş yerine Gn. Sisi getirilmiş, ülke karışmış vaziyette idi ve imam bu durumdan oldukça üzgündü. Bununla beraber mütevazı ve olgun bir kişi olarak görünüyordu. Ara sıra namazdan sonra konuşuyorduk. Akşamları evlerde iftarı yaptıktan biraz sonra aşağıya lobiye iniyor, hep birlikte mescide gidiyorduk. İmam Cüney ağır okuyuşuyla teravih namazını ikişer 63


rekât halinde kıldırıyor, dört rekâtın sonunda ise uzun dua cümleleri okuyor, Bilal dedikleri müezzin de kısa bazen küçük bir kitaptan bakarak dua okuyor, imama eşlik ediyordu. Geleneksel kıyafetleri (eteğe benzer bir giysi ile başlarında takke) ile namaza gelen Malayların bir kısmı, özellikle gençler, ilk sekiz rekâttan sonra namazı bitiriyorlar ve biz çıkmadan ayrılıyorlardı. Malaylar Şafii mezhebine tabi olduklarından vitir namazını 2+1 şeklinde kılıyorlardı. Vitri bu şekilde eda etme şekli bizim gruptan bir arkadaşın aklına ve kalbine yatmamış olmalı ki “ben eve varınca vitri bir daha kılacağım” dedi. Biz izah etmeye çalıştık ama hoca “yok” dedi, “ben bir daha kılacağım.” “Siz bilirsiniz” diyerek daha fazla üstelemedik. Bu mescide teravih namazı kılmaya gelen Malaylar beraberlerinde cemaate ikram olsun kabilinden yanlarında yiyecek, içecek getiriyorlardı. Daha ziyade pirinçten mamul yiyecekler, tatlılardan ibaret olan bu ikramların yanında bir de büyük termosların içinde buzlu, yeşil, sarı, kırmızı renkli limonata benzeri içeceklerden bol miktarda bulunuyordu. Namaz çıkışında bu yiyeceklerden ve içeceklerden tatmaya çalışıyorduk. Mescitte klima olmadığından oldukça sıcak oluyor, bu yüzden terliyor ve hararetimizi söndürmek ve su kaybını önlemek için bu renkli sulardan bol bol içiyorduk. Çoğu akşam bunlardan yiyor, içiyorduk bunlara karşılık bizim de bir jestimiz, ikramımız olmalıydı. Hiç unutamadığımız ve Malezya’dan söz açıldığında sayı//58// mayıs 64

karşılıklı olarak derhatır ettiğimiz bir hatıramız olmuştu. O akşam iftar yemeği bizdeydi. Eşim F. Zehra o akşam kuru fasulyenin yanına güzel bir irmik helvası yapmıştı. Helva sıcacık, içinde bol fıstığıyla, tadı güzel, damağa saran vaziyette, bize göre oldukça güzeldi. Helvanın bu denli güzelliğine karşın birdenbire "Bir tabağını mescide götürelim bakalım Malaylar yiyecekler mi? Yemezlerse kesin ağızlarının tadını bilmiyorlardır" mealinde sesli düşündüm. Sofradaki arkadaşlar da münasiptir dediler ve üçüncü bardak çayın ardından helva tabağını kaptığım gibi mescide götürdüm ve masaların üzerine yensin diye bıraktım. Namaz bittikten sonra hemen dışarıya seğirterek helva tabağına baktım yemişler mi, tadına bakmışlar mı, acaba beğenmişler mi? diye. Bir de ne göreyim? O canım, güzelim helvadan ancak bir kaşık alınmış, ya da alınmamış, hiç dokunan olmamış: “Hayret yahu bu helva yenmez mi hiç? Demek ki ağızlarının tadını bilmiyor bu Malaylar” dedim. Bunun üzerine bizim dörtlü hayli güldü benim bu sözüme. Yememeleri gayet normaldi. Tamamen bir kültürel bir meseleydi bu durum. Hayatlarında pirinç tatlısından başka bir şey görmemiş, yememiş insanlar için, irmik tatlısı değil, kaymaklı ekmek tatlısı, künefe, baklava neyse veya hangisi olursa olsun damak tatlarına yabancı olduğundan tabağa dokunmamaları gayet olağan bir durumdu. Ama ben bir sosyolog olarak yanılmıştım. Çünkü her toplumun kendine özgü bir kültürü,


yeme içme kültürü vardır. Bizde kahvaltı kültürü var. Domatesi, zeytini, peyniri, omleti ve beraberinde olmazsa olmazı çay ve onun ardından da kahve içilir. Avrupa’da, ABD’de ve yazı konumuz olan Malezya’da bizdeki kahvaltı alışkanlığı ve malzemeleri yok desek herhalde yanlış olmaz. Malezya’da bizdeki zeytinli, peynirli, yumurtalı ve illaki çaylı bir kahvaltı yapılmıyor. Bunun yerine pilav ve yanında yumurta, tavuk yiyorlar. Hattı zatında zeytin, peynir vesaire gibi kahvaltılık malzemeler Malezya kültürüne yeni yeni girmeye başlamış. Özellikle Suriye’deki gelişmelerden bazı Arap marketlerinde peynir ve süt ürünleri bulmanız mümkün hale gelmeye başlamış. Son zamanlarda bir Suriyelin dükkânında baklava dahi yemiştik. Malezya Hint, Çin ve Malay kültürünün sentezi olan bir ülke haline gelmiş olmasından dolayı mutfağında bu üç kültürün izleri görülmektedir. Pişirmede Çin etkisiyle haşlama, buğulama ve kızartma tercih edilirken baharat kullanımında Hint kültüründen etkilenmiştir. Ülkede pirinç neredeyse her yemeğin içinde bulunur. Pirinç ile servis edilen kırmızı et yemekleri genellikle biber veya köri ile servis edilir. Hindistan cevizi suyu, şeker ve köri Malay mutfağının vazgeçilmezidir. Hindistan cevizi sütü ve yumurtayı neredeyse bütün yemeklerde kullanmaktadırlar. Malezyalılar kahvaltıda laksa denilen noodle tarzı çorbalar içerler, pilav yerler, balık yerler, hatta et ve tavuk yemekleri yerler. Ayrıca Roti Canai denilen gözleme tarzı hamur işleri vardır, onu çok yiyorlar. En meşhur yemekleri ise nasi lemaktır. Bu yemek ançuez, mürekkepbalığı, yumurta, salatalık ve sambal (kırmızı biber ezmesi) ile birlikte Hindistan cevizinde pişirilmiş bir pirinç yemeğidir. Batı Sahillerinde en çok tercih edilen nasi dagang ise, Hindistan ceviziyle buharda pişirilen ve körili ton balığı ile servis yapılan kokulu ve yapışkan pirinçten yapılan bir başka yemektir. Diğer bir pirinç bazlı yemek olan nasi kerabu, Kelantan bölgesinin özelliğidir; bölgesel otlar ve tuzlu balıkla servis yapılıyor. Malay yemekleri arasında satayı da saymak gerekir. Satay, fıstık ezmesi sosu, pirinç küpleri, salatalık ve soğanla servis edilen bir yemektir. Malay halkı büyük oranda Şafii mezhebinden olduklarından deniz ürünleri bol miktarda tüketiliyor. Marketlerde bizim buralarda pek görülmeyen kurutulmuş balık ve tavuk ayağı satılıyor. Öte yandan Malezya’da helal gıda konusunda devlet ve toplum olarak çok hassas

davranıyorlar. Bu yüzden her sokak başında bulunan Çin lokantaları bir müslümanı kolay kolay kapısından içeri almak istemiyor. Ne kadar doğru bilemiyorum ama kendine ait restorantında bir müslümana yemek yediren Çinli’ye devlet, helal gıda uygulamasını ihlal ettiği gerekçesiyle ceza verebiliyormuş. Sokaklarda ise yağda pişirilen bazı lezzetlere ve renkli birçok içeceğe rastlamak mümkün. Biz yemekleri bazen kaldığımız yere yakın olan Mevlana Restaurant’ta yapıyorduk. Burada bol baharatlı yemekleri olan bir yerdi ve porsiyonları bizimkilere göre oldukça büyük sayılırdı. Malezya’da Hindistan cevizi çok olduğundan yemeklerin sonunda, arasında hemen taze bir Hindistan cevizi açtırıp pipetle içmeniz mümkün oluyordu. Bir keresinde İranlı birine ait küçük bir dükkânda bizim dönere benzer bir şey yemiştim. Bir defasında da Özbek lokantasına gitmiştik ailecek ama buradan doymamış vaziyette kalkmıştık. Ekmek olarak ise Fransız baton ekmeği, nan denilen tandır ekmeği ve hubz denilen üç farklı ekmek çeşidi bulunuyor. Biz gittiğimizde 800 kadar Türk'ün bulunduğu söylenen ülkede Türk yemekleri bulunmuyor mu peki? KLCC’de bir Türk lokantasında Türkiye’ye özgü yemekler yemiştik. Bir de Malatyalı Gökhan isimli bir gencin Türk usülü dondurmasını keşfetmiştik gelmemize yakın. Hayli dondurmasını yemiştik. Ha bir de Langkavi Adası'nda bir dürüm yemiştik. Adada bulunduğumuz üç gün içerisinde en unutulmaz hatıralardan birisi de çayı keşfetmem oldu. Okyanus kenarında bulunan restoranların birinde baktım bir kaç iyi adam çay içiyor. Nereden aldıklarını merak ederek içeriye girdim, baktım garsonlardan biri cezvede çay yapıyor. Ben de iki adet "teh panas/sıcak çay" ısmarladım. Cezvede poşet çayı ezerek pişirmesine rağmen üç gündür çay içmeyen biz hemen birer bardak daha aldık, sonra birer bardak daha. Burada içtiğim bu çaylar, hayatımdaki en leziz çaylardan birini oluşturur. Zira iyiden iyiye çaysamıştık. (…) 2013 yılı ramazanının üç günü de Banda Açe'de geçmişti. Tsunami'nin vurduğu bölge olan Açe, müslümanların yoğun olarak yaşadığı bir yerdir. Bembeyaz ve oldukça ferah olan Beytürrahman Camii'nde gece boyu Kur'an okunuyor. Oldukça fakir insanların yaşadığı bir yer olan Açe'de, Türklerin yaptırdığı konutları, 65


Türk mezarlığını ve iki üç üniversiteyi bir araba kiralayarak Dr. Özay'la birlikte gezmiştik. Açe'den sabahında ayrılacağımız son akşam teravihten sonra Şah Kuala Üniversitesi rektör danışmanı da vardı fıstıklı, kurabiyeli çayları içtiğimiz sırada. O arada rektörünü arayarak bizlere sabahın erken saatinde bir randevu ayarladı. Rektör bey erkenden lobiye gelerek bizimle sıcak bir ortamda görüşme yaptı. Bu görüşme esnasında oldukça manidar bir cümle sarfetti. “Siz Türkler büyük bir ülkenin insanlarısınız. Yönünüz hep Batı'ya, ABD'ye dönük. Oralara gidiyorsunuz. Bizim gibi Müslüman ama fakir ülkelere pek gelmiyorsunuz. N'olur yönünüzü biraz bu taraflara çeviriniz. Sizlerden alacağımız çok şey var. Bize yardımcı olmaya çalışın” mealinde bir şeyler söyleyince, bizlerin başı biraz öne eğildi. Sayılı gün misali ramazan ayı çabuk geldi geçti ve bayram geldi. Bayram namazını kılmadan önce mescitte imam ve zekâtını veren kişiler arasında bir seramoni gerçekleşiyordu. İmam Cüney ile zekâtını verecek kişi ellerini birbirinin elleri arasına alıyor, belli bir konuşmadan sonra imam verilen zekatı bir deftere işleyerek alıyordu. Namazdan sonra ailecek evlere geldik, bayramlaştık. Öğleye doğru Fahrul Razi hoca bizi evine davet etmişti. Uzak bir yer nasıl gideriz? Çünkü bayram günü müslüman taksicilerin çoğu tatile gidiyor. Hem de Malaylar Ramazan Bayramını büyük bayram deyip oldukça şaşaalı kutluyorlar. Hari Raya dedikleri bayramı neredeyse bir ay kutluyorlar. Şevval ayının tamamı “Open House” denilen kutlamaya sahne oluyor. Bu uzun kutlamalar komşu, aile efradı ve akrabalar arasında olduğu gibi resmi kurumların da kendi çalışma mekanlarında yemek, içmek ve ikramlar eşliğinde kutladıkları “birlik-beraberlik ve moral motivasyon” şöleni anlamına gelmektedir. Buna karşın Kurban Bayramı’nda aynı etkinlikler yapılmıyormuş. Biz sadece Ramazan Bayramı’nda orada bulunduğumuzdan Kurban Bayramı’ndaki etkinlikleri gözlemleme imkânımız olmadı. Ramazan Bayramı’nda köyde, kasabada büyükleri ve yakınları olanlar, el öpmeye, arz-ı hürmet etmeye gidiyorlar ulaşım bayramda sıkıntılı bir hal alıyor demişlerdi. Çinli taksiciler de var elbette burada. Ama biz mümkün mertebe Müslüman taksicileri yeğliyorduk. Ama ne yazık ki taksicilerin çoğunluğu Çinli idi. sadece taksiciler değil 38 milyonluk ülkede asıl unsur sayı//58// mayıs 66

olan Malaylar okuyup devlet kademelerinde görev alırlarken Çinliler ise daha çok ticarette işiyle uğraşıyorlarmış. 38 milyonluk ülkenin büyük çoğunluğu Müslüman, bu yüzden her biri farklı mimaride çok sayıda, oldukça güzel camileri var. Diğer dini unsur olan Hinduların Batu Caves'te büyük bir tapınakları var. Bir başka dine sahip Budistlerin ise sarı ve kırmızı rengin hakim olduğu şatafatlı tapınakları mevcut olduğu gibi, işyerlerinin bir köşesinde, bahçelerinin bir yanında irili ufaklı, önünde özellikle elma, portakal gibi meyve olduğu, tütsülerin her daim yandığı özel mekanları var. Bu tür irili ufaklı tapınaklar günlük adakların adandığı yerler olmalarıyla dikkat çekmektedir. Serdang'taki evden mahalledeki mescide gidip gelirken ya da çarşıya çıkıp dönerken Budistleri ve iş yerlerinde bu tür tapınaklarını görüyorduk. (…) Bayram namazına ilk defa çoluk çocuk hep birlikte o küçük mescide gittik. Oradaki tanış olduğumuz insanlarla bayramlaştıktan sonra hep beraber evlerimize döndük. Evlerimize geldikten sonra birbirimizin evlerine giderek tekrar bir bayramlaşma seramonisi yaptık. Bayramın birinci günü Fahrul beyin daveti vardı ama ne zaman bizi çağırırdı, oraya nasıl giderdik herhangi bir malumat yoktu. Öğleye doğru Fahrul Razi Ahmedun dört arabayla bizim kaldığımız siteye gelerek dört aileyi birden Putrajaya mevkiinde bulunan genişçe evine götürdü. Azeri Türk'ünün de yardımıyla Türk yemekleri hazırlanmış, çeşitli bitli çayları demlenmiş, muhtelif meyve suları soğutulmuş olduğu halde mükellef bir sofrada yemek ve muhabbet faslından sonra tekrar bizleri evlerimize getirmişlerdi. Biz erkekler hemen eve gelmişken; Fahrul beyin kızlarının ve eşinin kullandığı arabalar ülkenin yönetim merkezi konumundaki Putrajaya'daki renk renk ışıklı köprülerden geçerek şehrin büyülü havasını da teneffüs ettirmişler. Bizlerden epey sonra eve gelmişlerdi. Böylelikle gurbette mahzun ve kederli bir bayram geçirmek yerine geniş bir aile ortamında bayramı idrak etmiştik. Kaldığımız üç ay içerisinde tanıyabildiğimiz kadarıyla Malaylar biraz içine kapanık toplum. Kolay kolay gönüllerini ve evlerinin kapılarını aç(a)mıyorlar. Bize tüm kapılarını bütün aile fertleriyle (Fahrul beyin biri ölmüş hayatta beş çocuğu var) birlikte açan Fahrul bey ve eşi Ayni hanıma, ayrıca Mehmet Özay ve Serdar Demirel’e terima kasih (teşekkür ediyorum).


YEŞİLYURT (DOLAN) – 1 Dağların da insanları gökyüzünden saklama titizliği varmış sanırım. Seyfullah ERKMEN

Evet, işte ta kendisi; “Topraktan sağdığımız pekmez güneşin başını döndürür” bizim. Size Gaziantep’in İslahiye ilçesine bağlı Yeşilyurt Mahallesi hatta Yeşilyurt Beldesi’nden bahsedeceğim. İlçeye 20 küsür km uzaklıkta Gaziantep’in Hataya ve Kilis’e sınır beldesi. Ne mi yetişir. Herşey. Evet, evet herşey. Vatanına bağlı çocuklarından tutun turşusu kurulası üzümüne kadar herşey. Şuan Yeşilyurt ismiyle anılan önceki ve halk arasında yaygın ismiyle Dolan olan bu belde hakikaten yeşillikler içre ve görülmeye değer bir yerdir. Evvelde yerleşim yeri biraz yukarısında ve dağların avucunda Yukarı Dolan diye anılan bir yerdeydi. Ben bu coğrafyanın bir yazarı ve bir şairi olarak bir şiirimde “Şehirlerin insanı gökyüzünden saklama titizliği” olduğunu söylemiştim. İşte zamanla anlıyorum ki dağlar da insanı gökyüzünden saklama titizliğinde bulunmuş. “Modern mağaralar içinde şehirlerin, Gözlerimizde beton parmaklıklar Susmuşuz, kulağımızda milföy sadakat sesleri, Gözlerimizde dar sokaktan yularlar Ve üzerimizde şehrin, bizi gökyüzünden saklama titizliği.” (S.E)

oprağın sizi emzirdiğini görmek istiyorum. Üzüm pekmezinden içip “Beni toprak emzirdi gördüm” diyeceksiniz. Size azgın bir gebelik halinde durmadan doğuran bir toprak göstereceğim. Orda çocuklar yaratılışa şahitlik ediyor. Görüyor kuzunun doğduğunu, karıncanın buğday çektiğini, yumurtanın çatlayıp, kuru dalların patlak verdiğini. Yüzü kavruk Anadolu çocuklarının ressamı olsa olsa bu topraklardır diyeceksiniz. Şehirlerde toprağa çalan benizlerin ressamı. Evet, evet Salvador Dali bir çırak olarak kalacaktır bu topraklar karşısında. Sizlere tam yaşanılacak bir yerden öte, hatta tam ölünecek bir yerden bahsedeceğim. Yeşilyurt’um. Eski Dolan’ım. Nasıl da ballandıra ballandıra anlatılacak bir yer ah bilseniz. Hani Atilla İlhan’ın Memleket Havası şiirinde bahsettiği yer olsa olsa burasıdır. Burdan bahsediyor. Ben bunu bilir bunu sözlerim. Diyor ki şairimiz; Bu bizim gökler gibisi hiçbir dağda çatılmamıştır Yıldızlarımızın titremesi yüreğine deprem indirir Hiçbir yerde bu denize bu acı tuz katılmamıştır Topraktan sağdığımız pekmez güneşin başını döndürür. Atilla İLHAN

Dağların da insanları gökyüzünden saklama titizliği varmış sanırım. Orada yani dedelerimizin önceki yerleşim birimi olan Yukarı Dolan’da dağlar birer eşkıya gibi dikildiği için bu köyün tepesine herhalde dedelerimiz görelim sen mi büyüksün biz mi diyerek inivermişler avuçlarından. Ve serili vermişler dümdüz obaya. Biz bilmeyiz onlar anlatırlardı, belki biraz abartı da olsa hakikat bazen abartı sanatıyla beyinlerde yer eder. Orda güneş 12’de doğar 16’da batar imiş. 4 saatlik günler ve emekli lokali hissi verecek bu yaşantıdan elbette muzdarip olacaktı toprak yüzlü Anadolu insanı. Onlar için gün sabah namazından sonra başlayacak akşam ezanına dek sürecekti. Ölmeden yiyiverin üzümünden, içiverin pekmezinden. Güneşin başını döndüren o pekmez bize neler yapar demeyin sakın. Bu ayık tutacak bir sarhoşluktur emin olun. Antep Karası denilen üzümü buradan bir yeseniz de öyle göreyim sizleri. Her şey demiştim devam edeyim unuttum sanmayın unutulacak gibi değil. Üzüm, incir, nar, fıstık, zeytin, ceviz, şeftali, badem, erik, cennet hurması, ayva, armut, kiraz, elma, dut, buğday, mısır aklınıza ne gelirse. Aklınıza belki Hindistan cevizi bile gelmiştir. Henüz ekilmedi ama ben öyle inanırım ki bu topraklara bir damla su ekseniz size ırmaklar bitirecektir. Bu topraklardan korkulur. Bu topraklar bir tek gömülen insanı yeşertmemekte. Varın ötesini siz düşünün. Böylece beldemize ufak bir giriş yapabildik sanırım. (Devam edecek) 67


MARAŞ’TA

ESKİ RAMAZANLAR Alay bandosu Maraş’ta Cumhuriyet’le birlikte kurulmuş. Düğünlerin ve eğlencelerin vazgeçilmezi olmuş sonra. Ramazan da düğün olmadığı için de bir ay boyunca kaleden canlı müzik programları düzenlenmiş. Çalınan parçalar tabii ki Maraş insanının sevdiği parçalar. “Yine Geldi Yazbaharın Ayları” en başta geleni…

Serdar YAKAR

üce Yaratıcı’nın buyruğu Oruç’la anlam kazanan Ramazanlar… Ve zamanla değişen örf, âdet, ve geleneklerimiz.. Ve özlem geçmişe.. Belki de çağın getirdiklerinin mutlu edemediği insanoğlunun arayışı… Paylaşılacak bir mutluluk, bir güzellik… Küçücük bir kırıntı da olsa… Günü kaybetmeden düne sahiplenmek arzusu… Yine bir Ramazan ayındayız ve çağın getirdiği kargaşadan bir an da olsa kurtulabilmek için anıyor ve arıyoruz eski Ramazanlarımızı… Ramazanın güzelliklerinin en başta gelenidir sahur… O güzelim uykunun yarıda kesilerek mahmur gözlerle hazırlanan sofralar… Eski Maraş’ta kaleden atılan sahur topu şehrin her bir semtinde duyulur ve uyandırırmış tüm bir Maraş’ı. Top Ramazanın simgesiymiş Maraş’ta. “Atsın topunu, alsın orucunu” diye beklenilirmiş. Sonra alay bandosunun kaleden canlı müzik icrası başlarmış. “Mış” diyorum çünkü o günleri ben de görmedim. Büyüklerimizden dinlediklerimizdir kaleme aldıklarımız… Alay bandosu Maraş’ta Cumhuriyet’le birlikte kurulmuş. Düğünlerin ve eğlencelerin vazgeçilmezi olmuş sonra. Ramazan da düğün olmadığı için de bir ay boyunca kaleden canlı müzik programları düzenlenmiş. Çalınan parçalar tabii ki Maraş insanının sevdiği parçalar. “Yine Geldi Yazbaharın Ayları” en başta geleni… Maraş bandosu ve Yazbaharın ayları zikredilir de yıllardır dilden dile zikredilen cenaze töreni hatırlanmaz mı hiç. Cumhuriyetin ilk yıllarıdır. Maraş’ta görev yapan il valisi vefat eder. Aile cenazenin memleketi olan İstanbul’a taşınmasındansa Maraş’ta defnedilmesini kabul eder. Belediye bandosu da caminin dış kapısında yerini alır. Ne var ki bando ekibinde yer alanların hiç birisi Şopin’in Cenaze marşını bilmemektedir. Ne yapacaklarını kara kara düşünürlerken zaman gelir çatar. Cenaze musalla taşından omuzlara alınmış, resmi zevat yürüyüşe geçmiştir. Herkesin gözü belediye bandosundadır. Artık yapacak bir şey de yoktur. Bando şefi elindeki çubuğu ileri doğru uzatır ve ekibine talimatını verir “Çalın lan, Yine Geldi Yazbahar Ayları’nı” der. Böylece Vali bey ölüm marşıyla değil de

sayı//58// mayıs 68


bir aşk türküsü ile uğurlanır öbür aleme… Gelelim tekrar eski Ramazanlara… Sahur için kurulan özel sofralarda yağlı yemeğe rağbet edilmezdi. İnsanı gün boyu susatacak yemek de yenmezdi sahurda. Daha çok bulgur pilavı, boranı gibi şeylerdi yenilenler.. Yemekler müzik eşliğinde yendikten sonra namaz vakti girerdi. Minarelerden okunan ezanlar kutsal bir çağrıydı. Zengin bir yemek kültürüne ve damak tadına sahip olan Maraş’ta Ramazanla birlikte o zenginlik daha bir çeşitlenerek yemekler sıraya girerdi. Gün boyu tutulan orucun mükâfatı idi o güzel yemekler… Ama oruç tiryakiler için biraz daha zorlu geçerdi. Sigara yerine ağız otu daha yaygındı eski zamanlarda. İftar zamanı yaklaştıkça tiryakideki sinirlilik de buhrana dönerdi bir bakıma… Ramazanla birlikte Ulu Cami de mahya ile süslenirdi bir güzelce. Ulu Camide namaz kılmak bir başka olay, bir başka şenlikti. İçerde cemaat namaz kılarken dışarıda çocuklar coşar da coşardı… Gün içinde kadın erkek herkes vaaz dinlemeğe giderdi kesinlikle. Öğle namazı sonrası ayrı, ikindi sonrası ayrı vaaz olurdu. Namaz öncesi ise mukabele okunurdu. En unutulmaz vaaz hocalarının Müftü Hafız Ali Efendi ve Zekeriya Hoca olduğu söylenilir. Mukabele her camide okunurdu. Sonra yine her camide minareden ilahiler okunurdu. Maraş’ta minarelerden okunan ilahiler şehir insanının bildik ilahileri idi. En çok da Bahçeci Hoca’nın “Bomboş”u okunurdu. “Perişandır hâli ehl-i dillerin Susmuş terennümü şen bülbüllerin İslam gülşeninde açan güllerin Kurumuş yaprağı dalları bomboş” diye başlayan ilahi şu içli mısralarla devam ederdi: “Dağılmış şenliği mâteme dalmış Bülbüller yuvası baykuşa kalmış Çevresin kupkuru dikenler almış Akmıyor çeşmeler gölleri bomboş Çimenleri olmuş kapkara toprak Ne var birgün uğra acınarak bak Kimseler o semte basmıyor ayak Issız çöle dönmüş yolları bomboş Bir eski şenliği hayâle getir Ağla dîvâne ol aklını yitir Saç sakal ağardı oluyoruz pir Gafletle geçirdik yılları bomboş Hiç amel etmedik Tanrı’ya yarar İslâmız demeye etmiyoruz ar

Aldık sırtımıza tâkat üstü bâr Eyledik âlemde dilleri bomboş KÂMİL feryâd eder duyulmaz ünü İçi alevlenir çıkmaz tütünü Tanrı huzûruna son hesap günü Varınca ne yapsın elleri bomboş” Kâmil, Bahçeci hocanın ismidir. Tam ismi ise Muhammed Kâmil Ağdaş’tır. Rasim Özdenören onu “Gül Yetiştiren Adam” olarak kaleme almıştır. Ramazan gecelerinde minareden ilahi okumak büyük bir ayrıcalıktı. Teravih namazları iki rekatta bir selam verilerek kılınır, her dört rekatta bir mahallenin sesi güzelleri tarafından “övme”ler okunurdu. Her caminin kadınlara tahsis edilen bir yeri olurdu. Teravihi kadınlar da camide kılmaya gayret gösterirlerdi. Teravihten sonra musafahalaşılır, konuşup sohbet edilir, şakalaşılırdı. Çarşıda Ramazana özgü satılanların başında kıvrım ve tulumba tatlısı gelirdi. Mayam da vazgeçilmezlerdendi eğer mevsim yaz ise… Mevsim kışsa evde kıvrım da yapılırdı. Ekmekler çeşitlenirdi Ramazanda… Yumurtalı ve küncülü ekmekler rağbet görürdü. Ramazanın sonlarına doğru her evde mutlaka çörek yapılırdı. Fırından gelen çörekler serilerek bir miktar kurutulur, bayramda hoşafla misafire sunulurdu. O bakımdan Ramazan bayramının adı Maraş’ta çörek bayramı idi. Bayram ziyaret günüydü aynı zamanda. İlk ziyaret mezarlığa olurdu. Ölüler ziyaret edilirdi. Vefat etmiş olan aile fertlerinin yanı sıra hocalar, ustalar da ziyaret edilirdi. Ramazan içinde okunan ve törenle indirilen hatimler hediye edilirdi ölülerin ruhlarına… Hiç kimse ölüsünü unutmazdı Ramazanda. Ramazan ibadet ayıydı. Günahlardan arınma, sevap toplama ayıydı aynı zamanda. İnsanın nefsini kontrol altına aldığı, yeniden şekillendirdiği bir aydı. Ramazan zekat ayıydı aynı zamanda. Bir yıllık kazancın hesabı yapılır, zekatı hesaplanır ve fakir fukaraya pay edilirdi en yakınından başlanılarak. Bayram öncesi hesaplanıp ödenen bir de fitireler vardı fakirin hakkı olarak. Borçların ödendiği, fakirin sevindiği bir aydı Ramazan. Çocuklar dört gözle beklerdi bayramı. Bayramda yeni elbiseler giyilirdi. Harçlık almak, vermek adettendi. Veren daha çok sevilirdi her zaman. Küsler barışırdı bayramda. Ve bir Ramazan böyle geçerdi Maraş’ta… 69


ERZURUM TÜRKÜLERİNİN

UNUTULMAZ SESİ VE DERLEMECİSİ:

HÂFIZ FARUK KALELİ Asıl işi olan eğitimciliğin yanında musikide de Erzurum'a ve dolayısıyla ülkemize büyük hizmette bulunan Hâfız Faruk Kaleli; onu tanıyanların söyleyişi ile Kaleli Hâfız, belki de asıl hizmeti yöresinin türkülerine sahip çıkmakla ve onların büyük bir bölümünü unutuluşa terk edilmekten kurtararak, repertuara kazandırmakla yapmıştır. İsmail BİNGÖL*

rzurum'da öteden beri devam eden bu iki başlı musiki geleneğinin son varisi şimdi erken ölümüne o kadar yandığımız Faruk Kaleli idi. Bu süzme insan o kadar bu musiki ile hemhâl yaşamıştı ki, halim yüzü Hüseynîden kanatlanmış bir nağmeye benzerdi. Şimdi, ara sıra radyoda onun repertuarında bir türküye tesadüf ettiğim zaman 1924 yazında bu havaları dinlediğim günleri büsbütün başka bir hasretle hatırlıyorum. Yine onun söyledikleri arasında Bursalı İsmail Hakkı'nın bir Celvetî neşesi vardı ki, hem güftesi, hem bestesi unutulmaması lâzım gelen eserler arasındadır.(…) Erzurum’da öteden beri devam eden biri halka, ötekisi orta sınışa ait iki başlı musiki an'anelerinin son varisi olan dostum Faruk Kaleli’nin repertuvarı bir gün memlekete tanıtıldığı zaman onlardaki gerçek güzelliklere şaşacağız."

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//58// mayıs 70

Yukarıdaki satırlar, Ahmet Hamdi Tanpınar'a ait... Yazar; Erzurum türkülerinin unutulmaz icracısı ve derleyicisi olan Kaleli Hâfız'ın erken ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirdiği bu satırlarla bir bakıma onu ölümsüzleştiriyor. Erzurum türkülerinin en önemli kaynak kişilerinden olan Faruk Kaleli, yaptığı bu hizmetten dolayı ne kadar övülse azdır. Bugün Türk Halk Müziği repertuarında adı en çok anılan yörelerden biri olarak Erzurum'un geçmesini sağlayan kişilerin başında Hâfız Faruk Kaleli gelmektedir. Ve yine Ahmet Hamdi Tanpınar'ın cümleleriyle; "Şimdi o kadar sene üzerinden bütün bu besteleri, mayaları, hoyratları, Zihnî, Sümmânî ağızlarını dinlediğim zamanlara bakıyorum; musikinin, namenin bir topluluğun hayatındaki yerini anlıyorum: “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” diyorum. Çünkü nağmenin kadehi kendisine boşaltılanı sonuna kadar saklıyor." (Tanpınar, s.53-61) Kaleli’nin terk-i dünya etmesinden dolayı ziyadesiyle üzülenlerden biri de, hemşerisi olan, halk kültürümüze verdiği emeklerden dolayı bugün bile sitayişle yâdedilen Ordinaryus Prof. Dr.Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’dur. Cumhuriyet Gazetesinin 03.12.1947 tarihli nüshasında “Prof. Fındıkoğlu” adıyla yazdığı “Türk Folkloru ve Faruk Kaleli’nin Ölümü” başlıklı makalede, onunla ilgili haberi alışını anlatırken, kalbindeki acıdan kaleme dökebildiği satırlardan bir bölümünde şöyle diyor: “Heyhat! Yalnız «Beş Şehir» i yaratan şairin değil, son senelerde halk musikisinin İstanbul’da bozulmamış bâkir edasına tutkun her folklorcunun ve her ses meraklısının hayal arkadaşı olan Faruk Kaleli, bir kaç gün evvel Ankara Radyosundaki bir konuşmanın verdiği acı bir habere göre, ebediyete göçmüştür. Daha sonra gazetelerde okuduk: Meğerse şarki Anadolu’nun halk ve şehir musikisini güfte ve besteler ile hafızasında yaşatan bu canlı folklor hazinesi, ıstıraplı bir ameliyat neticesinde ölmüş. Bir memleket bölgesinin yerine göre hüzün ve gurbet, yerine göre hayat ve sevgi ifade eden şiirinin ve musikisinin bu yegâne üstadı, son senelerde Ankara ve İstanbul’da da hakikî halk şiirine ve musikisine vâkıf olanların derin hayranlığını kazanmıştı. Onun biraz da tabii kabiliyet olan sesinin bıraktığı boşluğu doldursak bile o sesi manalandıran kültüre ve zevke sahip bir halef yetiştirmek çok güçtür.(…) Mesud Cemilin ve arkadaşının birkaç gün evvel sanatkârın hazin ölümü münasebetiyle tanıttıkları parçalar, işte yirmi, yirmi beş sene


evvel ilk defa bizlerin dinlediği bedii keşişlerden bir kaçıdır.(…) Şehirler maddeleriyle değil, maneviyatlarını temsil eden sanatkârlarıyla bir mana ifade ettiklerine göre Türklüğün Orta Asya’dan küçük Asya’ya gelişinde mühim bir duraklık ve konaklık rolünü ifa eden Erzurum’da halk şiirinin ve musikisinin yeni bir varisinin veya varislerinin yetişmesini aynı Tanrı hikmetinden ve aynı tabiî kanunlardan bekleyelim.” Asıl işi olan eğitimciliğin yanında musikide de Erzurum'a ve dolayısıyla ülkemize büyük hizmette bulunan Hâfız Faruk Kaleli; onu tanıyanların söyleyişi ile Kaleli Hâfız, belki de asıl hizmeti yöresinin türkülerine sahip çıkmakla ve onların büyük bir bölümünü unutuluşa terk edilmekten kurtararak, repertuara kazandırmakla yapmıştır. Erzurum'da kurulan ilk musiki cemiyetlerinin öncülerinden olan Kaleli; "gerek derlemeciliği, gerekse icracılığı ve gerekse, gem vuramadığı musikî aşkı " ile ömrünü türkülere katar, yoğurur ve güzel sesiyle bu türkülere âdeta hayat verir. Kurtuluş törenleri münasebetiyle Ankara'ya her gidişinde kendisinden parça parça alınarak repertuara kaydedilen Erzurum Türküleri, işte böyle bir çabanın sonucunda ulaşmıştır günümüze... Ulus gazetesinin 13 Mart 1946 tarihli nüshasındaki “Erzurum Folkloru” başlıklı yazıda şunlar anlatılıyordu: “Sayın milli şefimiz İnönü’nün şereflendirdikleri 11-12 Mart Erzurum Folklor Gecesi şehrimizde büyük bir ilgi uyandırmıştır. Sanatkâr Faruk Kaleli’den Erzurum’un türküleri dinlenmiş ve Rabia Hatun’dan, Nef’î‘den, Emrah’tan, İbrahim Hakkı’dan şiirler söylenmiştir.” Yine Erzurum folklorunun ülke çapında tanıtılmasına çalışıldığı o yıllarda bu güzel işe el atanlardan biri de, dönemin halk kültürü araştırmacılarından Ahmet Halil’dir. Cumhuriyet Gazetesinin 15.04.1947 tarihli nüshasında yayımlanan “Musahebe” başlıklı köşesinde yazdığı “Erzurum Folklorunu Tanıtma Hareketleri” başlıklı yazısında Erzurum folklorunu anlatırken, sözü, o tarihte halâ hayatta olan ve Ankara’da, İstanbul’da yapılan gecelere katılan Hafız Faruk Kaleli’ye getirir ve onu şu cümlelerle tanıtır: Erzurum Folklor ve Edebiyat geceleri» nin, bir hususiyeti daha var: Şarkın tanınmış ses sanatkârı, Ankara Radyosunun vakit vakit bizlere tanıttığı «Pasinli!» yi, «Yayla> yı, «Sarı Gelin» i ilk defa memlekete armağan eden

Faruk Beyi İstanbul’daki folklor ve edebiyat gecesinde de dinleyeceğiz. (…) Değerli okuyucu Faruk Kaleli’nin melodisini Erzurum’da doksanlık bir kadından tespit ettiği Yemen türküsünün Ahmet Hamdi’den nakleylediğim şu son parçasına bakınız: Koyun gelir, kuzusunun adı yok, / Sıralanmış küleklerin sütü yok, Ağamsız da bu yerlerin tadı yok! / Tez gel ağam tez gel dayanamiram Uyku gaşlet basmış uyanamiram / Ağam öldüğüne inanamiram Ankara’daki folklor gecesinde bizzat bulucu ve okuyucusundan dinlediğim Yemen türküsü, İstanbul’daki gecenin programında da görülüyor. Babıâli caddesindeki Halkevinin salonu bu Çarşamba gecesi, vaktiyle Babıali’nin idare ettiği Yemende belki de yok yere kaybedilmiş Türk delikanlılarının matemli hatıralarını halk şirinin kendine mahsus sanat halesi içinde bir daha yaşatacak!” Erzurum Kurtuluş Bayramları, şimdilerde olduğu gibi, o yıllarda da Ankara’da da kutlanmakta olup, Faruk Kaleli her seferinde Erzurum türkülerini okumak üzere davet edilir. Bu gecelere katılan Muzaffer Sarısözen’in Ankara Radyosu Yurttan Sesler Korosu’na konuk sanatçı olarak iştirak eder. Sarısözen; Faruk Kaleli’nin okuduğu türküleri radyo ve konservatuar da ses bantlarına kaydeder, ardından da notaya alır. Bugün elimizde olan türkülerin çoğu o günlerin eseridir. Bu kurtuluş törenlerinden birinde Faruk Kaleli’nin ortaya koyduğu güzel tavrı öğrencisi Reşat Budak şöyle anlatmaktadır: “1937 yılında Ankara’da bulunuyordum. Erzurum Lisesinden yetişenler Cemiyetinin mahalli kurtuluş günlerini kutlamak üzere tertip edecekleri törenlere hazırlanıyorduk. Bu mutlu çalışmalarımıza yine ta Erzurum’dan koşarak gelen Dadaşlar arasındaki büyük güvenimiz Kaleli, çok güzel sesi ile aramıza katılmak suretiyle imdadımıza yetişmişti. Benimle Hâfız Hoca arasında ki bu buluşma münasebeti, eskisi gibi bir muallim ve talebe münasebeti olmaktan çıkmış, iki hemşeri sıfatıyla aynı gayeye hizmet edecektik… Yıllarca hasretini çektikleri doğum yerlerinin bütün izlenimlerini Kaleli’den tadanlar, elbette ki memnun ve müsterihtiler. Herkes ona gıpta ile bakıyor, onunla öğünüyor ve haklı bir gurur duyuyordu. Onu muhtelif defalar Ankara garında aynı sevgi ve iştiyakla karşılarken ve yine en az aynı 71


huzurla uğurlarken, her seferinde aynı tevazu ve dadaşlığa yakışır, vakur şahsiyetini selâmlarken, bir kat daha artan bağlılığımızla Kaleli’ye olan inancımız, bizi kabımıza sığmaz halde ve ileriye ümitle ve cesaretle adım atar yapmıştı.” (Yakutiye Dergisi-Yıl:7/Sayı:6) Faruk Kaleli’nin Ankara’yı ziyaretlerinden birinde, kendisiyle yapılan bir mülakatta sorulan sorulara verdiği cevaplardan “Erzurum havalisinden topladığı türkülerin yüzleri geçtiğini, nota bilmediğini, türküleri kulaktan dolma öğrendiğini, saz çalamadığını fakat beste yaptığını”, “besteleri, çok güçlü olan hafızasında tuttuğunu ve hiçbir türküyü asla birbirine karıştırmadığını” öğreniyoruz. (Ebcioğlu 1944: 10). Aynı mülakatta, kendisine yöneltilen başka bir soruya cevaben, türküleri nasıl derleyip topladığını şu cümlelerle anlatır: “Bu iş esasen benim yaradılışlımla ilgilidir... Ruhumu okşayan bir meşguliyet... Her nerede canlı, şakrak veya mahzun, dokunaklı bir beste duysam, ruhumun bir heyecan-ı meddî ile yükseldiğini, coştuğunu, ona doğru atıldığını sezerim ve derhal öğrenirim... Bazen de kendim aramağa çıkarım. Köy gezileri yaparak köylüleri dinlerim. Mesela «Yıldız» türküsünü bir köylüden duymuştum. Bir ağaç dibinde kendi başına söylüyordu. Yanına oturdum, devam etmesini rica ettim. Bir müddet dinledim. Sonra ikimiz beraber söylemeğe başladık... Son birkaç ay içinde doksanlık bir ihtiyar kadından türküler derledim. Bu kadın bir hazineydi. Zavallının sesi de kalmamıştı. Fakat bana yetecek kadar okuyor ve türkülerin güzelliğini emanet edebiliyordu. Ben derleyip tekrar kendisine okudukça gözleri yaşla doluyor ve sırtımı sıvazlayarak: “Ağzına kurban olayım... Ne olurdu sen bana daha evvel rastlasaydın” diye hayıflanıyordu. «Yemen Türküsü»nü de ondan derledim.” (Ebcioğlu 1944: 10) O sadece bir hâfız, bir öğretmen değil, musiki aşkı ile ömrünü türkülere vermiş bir gönül adamıdır. 1940 yılında Erzurum Halk Evi müzik kolunda hanende olarak görev alır. Bu kolda kemanda Ömer Özkan, İhsan Coşkun, Kadri Oğuz, saksofonda Muharrem bey, udda Hulkiye Çelik ve yine hanende olarak Sadettin Akatay vardır. O yıllarda Erzurum Halk Evi önemli bir kültür merkezidir. Faruk Kaleli, Halk Evi Başkanı Murat Uraz’ın teşvikiyle halk müziği korosunu kurma görevini üstlenmiştir. Bu koroda, o yılların tanınmış isimlerinden Ağa Dede Keskin ve Cazım Demir mey, Alaattin Buylucu ise zilli tef çalmaktadır. O yıllardaki sayı//58// mayıs 72

musikî çalışmalarını yine Kaleli’nin öğrencisi Avukat Reşat Budak’tan aktaralım: “Yıllar sonra kader beni yine bu mutlu sesle bir çatı altında çalışma mazhariyetine eriştirmişti. Bir süre Erzurum’da bulunan Umum Müfettişlik teşkilatında Maarif Müşaviri Murat Uraz’ın ve daha sonra da lise edebiyat öğretmeni Sıtkı Dursunoğlu’nun başkanlık ettiği Erzurum Halkevi’nde Kaleli Hoca ile Güzel Sanatlar Kolunda beraberce çalıştık. Ben Kol Başkanı idim ama müzik bölümü tamamen Kaleli’nin eseri halinde inkişâf ediyordu. Hele halk türkülerinde ele alınan her eser mutlaka onun süzgecinden geçer, sonra yayına tabi tutulurdu. Zaman zaman derlediğimiz türkülerden bir veya bir kaçını amatör öğrencilerle işlemeye başlar, son şekline varmadan bir kere de hocanın tasvibine bıraktığımız sıralarda, çocuklara ses katarak eseri okumağa başladığım günler hoca hemen müdahale eder ve güler yüzle; “–Ne de murdar sesin varmış. Hele sen bir sus da ben başliyim.”derdi. Köyden kentten derlenen her türküyü derhal kavrar ve çok geçmeden öğrencilerine de öğretir ve her gün dolup taşan dinleyicilere de benimsetirdi. Yayla türküsü, güftesinin güzelliğini daha çok hocanın okuduğu bestesiyle ruha işlerdi. Erzurum’a gelen misafirlere verilen ziyafetlerde mütevazı köşesinden takdim ettiği müzik payı ile bütün ikramların tacı olabilen hoca, gelenleri unutulmaz hatıralarla uğurlardı. Okuduğu Kur’an-ı Kerim ve Mevlidi Şerif, bütün dinleyicileri mest eder ve onlar için mutlak bir ilham kaynağı olurdu.” (Yakutiye Dergisi-a.g.s.) Faruk Kaleli'nin içli, duru, yumuşak, dokunaklı, bir o kadar da gür sesi ve pürüzsüz kıraatıyla söylediği türküler insan ruhunun derinliklerine işleyen izler bırakmıştır. Onun sesi ve kıraatı, kendisini dinlemiş olanların kulağından hiçbir zaman silinmemiştir. Ölümünün üzerinden şu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ birçok Erzurumlunun kulağında Faruk Kaleli'nin o içli sesi çınlamaktadır. Erzurum’un tanınmış isimlerinden ve aynı zamanda Milli Mücadelenin ileri gelenlerinden Cevat Dursunoğlu’nun kardeşi öğretmen Sıtkı Dursunoğlu; Kaleli’nin sanatına dair şu ifadeleri kullanmaktadır: “Her halk çocuğu gibi güzel sesini, bir zaman mecrasız bir su gibi akıtan Kaleli, Erzurum için ayrı bir kıymet olan merhum Kitapçızâde Hafız Hamit Efendi’nin teveccüh ve iltifatına uğradıktan sonra, bilhassa ibrahimiye, tatyan, maya, hoyrat gibi mahalli


klasik türkülerde ses ve nota terbiyesini elde etmiş, bunu müteakip, yıllarca halk ağzından derlediği halk türleriyle iştigal ederek bu vadide cidden üstat olmuştu. Hâfız Faruk Kaleli’den ‘Billur Piyale, Erzurum Çarşı Pazar, Yıldız türküsü’ zevk ile dinlenirdi.” Türkülerin aşinası ve sevdalısı olanlarca ismi çok iyi bilinen Faruk Kaleli'nin hayat hikâyesi hakkında ne yazık ki çok şey bilmiyoruz. Bilinenler ise şunlar: 1896 yılında Erzurum'un Pasinler ilçesinde doğan Faruk Kaleli'nin ailesi, doğduğu yerin köklü ailelerindendir. Babası Hoca Abdurrahman Efendi; Hâfız Faruk Kaleli ve ağabeyi Hâfız Ali Rıza Efendi’yi, yetişmeleri için küçük yaşta getirip Erzurum'a yerleştirir. İki kardeş çok kısa bir zamanda güzel sesleriyle dikkat çekip, devrin ünlü hâfızları arasında yer alırlar. Ne yazık ki, bu durum böyle devam etmez ve Birinci Dünya Savaşı başladığında 18 yaşında olan Kaleli, askere alınarak Çanakkale’ye gönderilir. Askerlik süresini topçu subayı Reşit Rüştü’nün yanında emir eri olarak tamamlar. Reşit Rüştü, Kars Kalesi Topçu Komutanlığına atandığında, Kaleli’yi de beraberinde Erzurum’a getirir. Savaşa giden bir milletin şairleri ya da türkü yakanları, kahramanlıkları dile getirdiği gibi, acıları da vurgulamışlardır. Anadolu halkı, dönmemek üzere askere gitmeyi, vatana bir can borcu olarak bilir. İşte Faruk Kaleli’den alınan ve yazımızın yukarıdaki bölümünün bir yerinde yine adı geçen “Yemen Türküsü”de bunlardan biridir ki, halkımız bu türküde, uzak diyarlarda şehit olanların derin hüznünü büyük bir ıstırap içerisinde dile getirir. Türküde; hasretlik, çaresizlik, kavuşamama, dayanılması zor bir acı ve gözyaşı harman olmuştur. İşte türkünün bir bölümünde, geride kalanlardan birileri, bütün bunların ağırlığı altında ezilirken, “Ağa”sına şöyle seslenmektedir: Mızıka çalındı düğün mü sandın / Al yeşil bayrağı gelin mi sandın Yemene gideni gelir mi sandın / Tez gel ağam tez gel dayanamiram Uyku gaflet basmış uyanamiram / Ağam öldüğüne inanamiram Savaş sonrası Erzurum’a dönen Faruk Kaleli, 23 Nisan 1921 tarihinde öğretmenliğe atanır; Hasan-i Basri İlkokulunda göreve başlar. Daha sonra İsmet Paşa, Evreni ve Dadaş köyleri ile Veyis Efendi İlkokulunda görevini sürdürür. Ta ki 22 Kasım 1947 tarihine gelinceye kadar… Yıllardır çektiği mide ülserinden kurtulmak için bu tarihte yattığı ameliyat masasından bir daha kalkamaz, vefat eder. Bu dünyaya veda

ettiğinde Sıtkı Dursunoğlu’nun da söylediği gibi: “Onu hem hocalığında, hem sanat hayatında yıllarca üzen mide ülseri, ameliyat masasında onu öldürünceye kadar düşmanı olmuştur. Ölümüyle büyük bir kıymet kaybedilmiştir”. Bu içli sanatkârın, Erzurum'un bu güzide evladının arkasından öğrencilerinden Nedim Kemal Duru'nun “Faruk Kaleli'ye...” diyerek yazdığı ağıt, onun ne yeri doldurulmaz bir kişi olduğunun açıkça ispatıdır: Teselli kâr etmez, avunmaz gönül; Başımı taşlara çalsam ne çıkar? Cezaya lâyıktır savunmaz gönül, Suçumu boynuma alsam ne çıkar? Bilmedik kadrini sağ iken eyvâh! Bulmadı menhus dert bir türlü şelâh, Ölümmüş meğerse beklenen selâh, Hasretin oduna dalsam ne çıkar?.. Ey benim nur yüzlü gül sesli hocam, Yurduna hizmette hevesli hocam, Sen yetim bıraktın bir nesli hocam, Gönlümü dağlara salsam ne çıkar?.. Belki de kurtulman mümkündü heyhât! Sana çok gadretti bu zâlim hayat; Dilerim Tanrı'dan nur içinde yat, Acımla baş başa kalsam ne çıkar?.. Onun vasıta olarak bizlere hediye ettiği türkülerden Yıldız, Pasinli Güzel, Mızıka Çalındı Düğün mü Sandın, Billûr Piyale, Yayla Türküsü, Yandı Canım Tende Ey Ruh-i Revanım Bir Su Ver, Al Yeşil Giymiş Allanır, Kalkın Turnam Kalkın Van’dan Sökülün, Bende Mecnundan Şüzûn Âşıklık İstidadı Var, Çelik Pazarında Uşacık Taşlar, Aşkın Ezeli Âşıka İlhamı Hüda’dır, Ey Gönül İçmek Dilersen Câm-ı Cem, Yaz gelende Çıkam Yayla Senin Başına, Taşa Çaldım Namusumu Arımı, Erzurum Çarşı Pazar ve ismini buraya alamadığımız daha nice güzel türkü; memleket sathında ve Erzurum'da hâlâ sevilmekte ve meraklılarınca çalınıp söylenmektedir. "Çıkın Akbaba'ya edin niyâzı / Uğrama Pasin'e, geç gelir yazı Bizde de misafir Erzurum sazı / Ordan yâre selâm edin turnalar" diyerek, yöresinin türkülerini özenle seslendiren, radyo arşivlerine girmesini sağlayan ve böylece halk müziğimize unutulmaz katkılar sağlayan Faruk Kaleli’nin, en çok tanındığı türkülerden biri; “Kale kaleye karşı/ Kalenin dibi çarşı”, diğer adıyla “Pasinli Güzel”dir. Haydi, çevirin radyonuzun düğmesini biraz daha… Kaleli Hâfız; bir arşiv bandında, tıpkı o yıllardaki gibi "Pasinli Güzel"i söylüyordur belki de… 73


FETHİN 566.YILINDA

“PANORAMA 1453 TARİH MÜZESİ” 10 YAŞINDA! Kısa ve karanlık bir koridorun bitiminde kendinizi birden bire 29 Mayıs gününün sabah aydınlığına uyanmışçasına İstanbul’un fethine mehterin sesiyle topların gümlemesiyle at kişnemeleri ve tekbir sesleriyle şahitlik edeceğiniz zamanın sizi 29 Mayıs 1453 gününe götüreceği ,nabızların tutulduğu nefeslerin kesildiği yer işte bu platformdur… Salih DOĞAN*

ağ açıp çağ kapayan İstanbul’un fethi; dünya tarihi ve İslam tarihi açısından önemli dönüm noktalarından birini oluşturmaktadır. 23 Mart 1453’te Edirne’den yola çıkan fetih ordusu 6 Nisan günü İstanbul’u muhasara etmeye başladı. Elli üç gün süren kuşatma sonucunda “Ya İstanbul beni alır ,Ya ben İstanbul’u” diye 19 yaşında İstanbul’u feth etmeye karar veren ve 21 yaşında bunu gerçekleştiren genç Osmanlı Padişahı II.Mehmet 29 Mayıs 1453 salı günü İstanbul’a girmeye muvaffak oldu. Doğu Roma olarak bilinen İmparatorluğa son veren II.Mehmet ”Fatih Sultan Mehmet” unvanını aldı. İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in ” Konstantiniyye (İstanbul) elbet feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan, feth eden asker, ne güzel askerdir.” müjdesine nail olmuştur. İşte bu kutlu tablonun genç nesillere tüm yönleriyle tanıtılması ve bu hatıranın yaşatılması için Fetih Müzesi fikri ortay çıktı. Dünyada bunun gibi önemli fetihlerin ,şavaşların ve olayların resmedildiği birçok panorama mevcut olup müze yerleşkesi olarak savaşların ve hadiselerin bizzat yaşandığı yerlere yapılmışlardır.İstanbulun Fethinin anlatıldığı Panorama 1453’de Topkapıda bizzat savaşın butun şiddetiyle yaşandığı yerde inşa edildi. FETHİN GURUR TABLOSU “PANORAMA 1453 TARİH MÜZESİ”

Topkapı Fetih ordularının topyekun yüklendiği savaşın tam orta yeri , o zamanki şartlarda dünyanın en iyi korunan, surları aşılmaz denilen lakin çağ açıp çağlar kapatan Fatih Sultan Mehmed Han’ın Şahi topunun bir tonluk gülleleriyle yıkılan surların önünde ..İstanbul’un Fethinin bütün merhalelerini aynel yakin bir bir yaşayıp yeniden fethe tanık olacağınız bir mekan “Panorama 1453 Tarih Müzesi” Burası eski Anadolu otogarının Topkapı Kültür Parkına dönüştürüldüğü yerde kurulmuş tıpkı 29 Mayıs 1453 günü olduğu gibi Fethin tüm ihtişamını göstermektedir.Hemen karşınızda Doğu Romanın yıkılmaz denilen surları ve Ulubatlı Hasanın burçlarına Osmanlı Sancağını diktiği Romanos Kapısı(Topkapı)’nı sol tarafınızda Edirnekapı surlarının şanlı tarihe tanıklık edercesine uzanıp Haliç’e doğru tırmanışını ve sağınızda ise Silivri kapı surlarının Marmara denizine doğru uzayışını göreceksiniz.İşte İstanbul’un Fethini yeniden tam da burada yaşayacaksınız. sayı//58// mayıs 74


2009 Yılı 31 Ocak günü TC.Cumhurbaşkanı Sn.Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde açılışını yaptığı ,İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Sn.Kadir Topbaş’ın kendi döneminde başlayıp bitirdiği prestij projelerinden biri olan müze ; dünyada benzerleri içinde tek tam Panoramik müze olma özelliğini taşımaktadır ve bu bakımdan henüz bir eşi daha mevcut değildir. Panorama 1453 Tarih Müzesi ülkemizde bir ilk olmasının yanında dünyadaki örnekleriyle mukayese edildiğinde Panorama müzeciliği anlayışına bir çok yönden yenilikler getirmiştir.Resim tekniği bakımından diğer ülkelerde bulunan panoramik müzelerden farklı olarak bilgisayar teknolojisinden çokça istifade edilmiştir. Resmin montajı ,ölçüleri, kullanılan malzeme, materyaller ,aydınlatma ve ses efektleri bakımından bir çok ilklere imza atmıştır. Müzenin yapımı proje koordinatörü Haşim Vatandaşın başkanlığında Ramazan Erkut, Yaşar Zenalov, Oksana Legka, Ahmet Kaya, Hasan H.Dinçer, Attila Tunca, Murat Efe olmak üzere sekiz sanatçının aralıksız üç yıl birlikte uyumlu çalışması sonucunda 2005-2008 yılları arasında tamamlanmıştır. Müze binası 3 kat olup müzenin kendisi iki bölümden oluşmaktadır Müze girişinde sizi tüm heybetiyle Fatih Sultan Mehmed Han’ın bir heykeli karşılamaktadır. Eksi bir katından eksi ikiye inilen merdivenin üzerinde ise gemilerin karadan yürütülüşüne dair bir rölyef çalışması size eşlik ediyor. KRONOLOJİK FETİH SERGİSİ

Tarih Danışmanlığını Prof.Dr. Feridun Emecen hoca’nın yaptığı müze eksi bir ve eksi iki katlarında içeriğini Prof.Dr. Erhan Afyoncu ve Yrd.Doç.Dr. Coşkun Yılmaz’ın hazırladığı danışmanlığını Mimar Hilmi Şenalp’in yaptığı tasarımını Özkul Eren’in üstlendiği kronolojik olarak İstanbulun kuruluşunu,fethini ve Fatih Sultan Mehmed Hanın tüm yaşamından pasajların anlatıldığı bir sergi mevcuttur. Sergi içeriğinde İstanbul’un kuruluşundan başlayıp, fetih hadisinin yer aldığı tablo ardından kuşatmanın aşamalarının anlatıldığı fethi, Fatih Sultan Mehmed’in çocukluk defterinden tutun da liderliği komutanlığı devlet adamlığına varıncaya kadar hukuk kültür, sanat, medeniyet ve İstanbul’u yeniden inşa faaliyetlerini, savaşların orijinal minyatür gravür ve resimler eşliğinde anlatıldığı ve günümüz bakış açısı ile de modern minyatür çalışmalarının da yer aldığı 54 adet Pano

mevcuttur. Eksi iki katında ayrıca Platformun 1/10 ölçekli ve 1/25 ölçekli iki maket çalışması müzenin yapımı konusunda ziyaretçiye farklı bir bakış açısı getirmektedir. PANORAMA PLATFORMU

Kısa ve karanlık bir koridorun bitiminde kendinizi birden bire 29 Mayıs gününün sabah aydınlığına uyanmışçasına İstanbul’un fethine mehterin sesiyle topların gümlemesiyle at kişnemeleri ve tekbir sesleriyle şahitlik edeceğiniz zamanın sizi 29 Mayıs 1453 gününe götüreceği ,nabızların tutulduğu nefeslerin kesildiği yer işte bu platformdur…360 derece sınırsız görsellik sizi savaşın içine Fethin görkemine dahil edecek. Platform;38 metre çaplı bir yarım küre üzerine yapılmıştır. 14 m yükseklik 14 m genişlikte olan yarım kürenin iç yüzeyini kaplayan resim, 1304 parçadan oluşup toplamda 2350 m2 ile dünyada gökyüzünün resme dahil edildiği tek tam panoramik resim olma özelliğine sahiptir. Resimle ziyaretçi platformu arasındaki 650 m2'lik gerçek alanda başta Macar Urbanın döktüğü Şahi Topun maketi olmak üzere 3 boyutlu objelerin savaş aletlerinin topların güllelerin konulduğu platformla birlikte, toplam 3000 m2'lik dev bir büyüklüğe ulaşmakta ve ziyaretçinin bütün duyularına hitap eden bir gerçeklik duygusu yaşatmaktadır. Resim içerisinde en önemli ayrıntılardan birincisi Proje yönetmeni’nin hazırladığı ,15. yüzyılın ünlü İtalyan ressamı Gentile Bellini’nin 1480 yılında resmettiği 48 yaşındaki Fatih tablosundan yola çıkılarak, bilgisayar teknolojisiyle gençleştirme yapılarak hazırlanan 21 yaşındaki genç Fatih’in resmidir.Bununla birlikte Sultan’ın 75


yakın korumaları olan Solak askerlerin ve bazı komutanların yüzleri;resimleri oluşturan sekiz sanatçının kendi yüzlerini resimlemesi ile bahsi gecen figürlerin çehrelerine biraz daha fazla gerçeklik kazandırmış ve ziyaretçiler için ayrıca ilgi konusu olmuştur. Diğer figürler için tekrara düşmemek adına hemen hemen hepsi gerçek çehrelerden seçilen duygu durumlarını yansıtacak şekilde 10 bin figür oluşturulmuştur. Dünyada 30 kadar Panorama Müzesi mevcut olup hiç birinde gökyüzü resme dahil edilmemiştir. Sadece ufuk hattından sonrası kumaşla kaplanmış kubbeler mevcuttur. Fakat 1453 Tarih Müzesindeki resmin sınırları mevcut olmadığından gökyüzünün resme dahil edilmiş olmasından dolayı resmin bir bitiş noktası mevcut değildir. Dolayısıyla resme bakan kişi optik alışkanlıklarıyla eserin gerçek boyutlarını kavrayamamaktadır. Ziyaretçi, platforma çıktığı andan itibaren 10 saniye kadar sürecek bir şok yaşamaktadır. Bu durum, sanki dışarıdaymış gibi yaşama duygusu, resmin gerçekliğini ve boyutlarını kavramayı sağlayacak referanslar, başlangıç ve bitiş gibi dayanak noktaları bulamamanın şaşkınlığıdır. Burası insana, kapalı bir mekâna girildiği halde, bir şekilde tekrar üç boyutlu dış bir mekâna çıkılmış duygusunu yaşatmaktadır. Platformda Mehter eşliğinde gezerken projesi bizzat Fatih Sultan Mehmed Han tarafından çizilen Macar topçu ustası Urban'ın döktüğü 8 m uzunluğunda tonlarca ağırlıkta, her bir güllesi bir ton olan Şahi Top’un ateşlendiği andaki sıcaklığını ellerinizi uzatsanız sanki hissedecekmiş gibi olacağınız ve sonra dönüp Konstantin surlarındaki yıkıcı etkisine tanık olacağınız, surlardan dökülen kızgın yağlara, Grejuva ateşine rağmen surlara tırmanan Yeniçerileri, gönüllü Akıncıları, hele de Serdengeçtilerin en önde yalın kılıç düşmanı yaran cenk seslerini hafızanız hiç sayı//58// mayıs 76

unutmayacak ... Yüzbin kişilik Fetih ordusunun kösler, davullar, nakkareler eşliğinde tekbir sesleri sizi kuşatacak farkına varmadan eşlik edeceksiniz…. Fethin 566 Yıl dönümünde Panorama 1453 Tarih Müzesi yılda ortalama 700 bin kişilik ziyaretçisiyle 10 yılda 7 Milyondan fazla ziyaretçiyi ağırlamış olup şanlı tarihimizin gurur tablosu olmaya devam etmektedir.2010 yılında ev sahipliği yaptığı Uluslararası Panorama Konfereansına 2018 Yılında da evsahipliği yapmış,Brezilyadan Kamboçya’ya 30 ülkeden Panorama müzeleri temsilcilerini İstanbulda bir araya getirmiştir. Bu yıl İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü ile birlikte 8.si düzenlenen geleneksel “İstanbulun Fethi ve Panorama 1453 Tarih Müzesi “konulu resim ve kompozisyon yarışmaları ile öğrencilerimizin İstanbulun Fethi ve Panorama müzesi konusundaki ziyaret sonrası öğrenim , izlenim ve deneyimleri bir bilgi merkezi olarak müze misyonuna hizmet etmekte .Öğrencilerimizin milli kimlik ve tarih şuuruyla bilinçlenmesi sağlanmış önemli geri bildirimler alınmıştır. Bu anlayışla ülkemizde bir çok ile örnek olmuş ; ülkemizdeki önemli tarihsel hadiselerin anlatım tekniği olarak, Bursa Panorama 1326 ,Çanakkale 1915,Samsun 1919,Gaziantep ,Afyon,Konya,Kahramanmaraş,Malazgirt Panoramaları milletimizin tarihimize tanıklığına vesile olmak üzere inşa edilmiş olup bir kısmı ziyarete açılmış bir kısmı da kısa sürede açılacaktır. Şanlı Fethin 566 Yıl dönümünde İstanbulun orta yerinde Zeytinburnu ilçemizde Topkapı’da fetih alanında açıldığı günden bugüne her yıl yaklaşık bir milyon kişinin ziyaret ettiği bu “Fethin Gurur Tablosu Panorama 1453 Tarih Müzesine’’ bu yıl fethin 563.Yılında fetih haftasında herkesi burada Fatih Sultan Mehmed Han’ı anmak anlamak ve yeniden İstanbul’un fethine tanık olmaya o kutlu zaferi yeniden yaşamaya davet ediyoruz


ŞEHİR VE KİTAP

MEDENİYETİ

Bilginleri, yazarları, sanatçıları olmayan bir şehir sadece taş yığınıdır, betondan ibarettir. Şehre ruhunu veren sanattır, sanatçıdır. Ali BAL

Nahl sûresi 43. âyetinde meâlen; “…… Şayet bilmiyorsanız ilim ehline sorunuz!” buyrulmak suretiyle bizi okumaya, araştırmaya, öğrenmeye, kitaba davet eden bir dinimiz var. “İlim ve hikmet, mü’minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın.” diyen Peygamberimizin “ashab-ı suffa” ismiyle bilinen, ilim ve irfan tahsili yapan sahabeleri nasıl desteklediğini biliyoruz. İslam toplumlarında ve topraklarında kütüphaneler en güzel binalardı. Belki de en büyük miraslar kütüphanelerdi. İslam topraklarında tarihî yıkımlara maruz kalan nice kütüphane vardır. “İslâm dünyasında kültürün en yüksek seviyesine ulaştığı XI ve XII. yüzyıllarda yaratıcı fikirlere ve ilme hayranlık ve saygı artmış; sayısız kütüphane kurulmuş ve kitap ticareti büyük ölçüde gelişmişti. Bu sıralarda İran'dan geçen ünlü bir ilâhiyatçıyı görmek için köylerdeki bütün halk yollara dökülmüştü. Tüccar ve sanatkârlar eşyalarını onun yoluna atmış; ona zarif ve güzel hediyeler verilmiş ve çiçek yağmuruna tutulmuştu.”

izler kitap medeniyetinin çocuklarıyız. Kâğıda, yazıya karşı hürmetimiz inancımızdan kaynaklanır. Kalem, kâğıt, yazı, kitap, mektep, kütüphane ve okumak… “Siz kimsiniz, medeniyet nedir?” şeklinde bir soruya vereceğimiz cevabımız da budur. Tarihî değerlerin, kültürel mirasın âdeta başkenti sayılabilecek şehirlerimize baktığımızda merkezinde kitap olduğunu görürsünüz. Buralarda kütüphaneler vardır. Yazma eserler çoğunluktadır. Yazı ile hemhal olan bir toplumda estetik ve güzellik vardır. Orada şuur ve nazarî bir farklılık vardır. Mimarî eserler de bile yazının güzelliğini görürsünüz. Bu eserler yazıyla bütünleşir ki bizim medeniyetimizde “hüsnühat” bir sanattır. Yazı da bile sanatkârane bir üslup oluşturan aziz milletimiz için kitabın ne kadar mühim bir kaynak olduğunu düşünün! Kitaplar da rastgele bir şekilde basılmamıştır. Kapakları, ciltleri, kenar süslemeleri hazırlanırken estetik gözetilmiştir. “ Nûn. Kaleme ve satır satır yazdıklarına and olsun!” (Kalem/1). Kalem ile başlayan medeniyet yolculuğumuzda tüm varlık âlemini selamlayarak yaşamışız. Her nesnenin ruhu olduğuna inanmışız. Canlı-cansız ne var ise âlemde bir kabul ederek ve her şeyi hesaba katarak şuurumuzu geliştirmişiz. Nedir bunu sağlayan? Tek kelime ile imandır!

“Hârûn-ür- Reşîd zamanında Arap tarihçisi Ömer-ül Vakîdî'nin (736-811) yüz yirmi deve yükü kitabı vardı. Me'mûn'un "Beyt’ül- Hikme" (Bilgelik Evi) 813’ten biraz sonra kuruldu. Vezir Erdeşir (1024) 991 sıralarında "Bilgi Evi" ni kurdu. Nizâmîye Medresesi veya Koleji 1064’te kuruldu. Mustansiriye Medresesi ise Moğolların Bağdat'ı tahribinden tam yirmi beş yıl önce, 1233’te kuruldu.” “Bağdat'ta çok sayıda özel kütüphane de vardı. Bağdat; kitaplar, yazarlar ve kitap ticaretinde oldukça gelişmişti. Bağdat'ın otuz altı kütüphaneye sahip olduğu söylenir. Son kütüphane on bin cilt kitabı olan son vezir İbnül' Alkami'ye âitti.” (Ayrıntılı bilgi için http://dergiler.ankara.edu.tr/ dergiler/18/820/10400.pdf) Endülüs''ün başkenti olan Kurtuba X. yüzyılda, çok sayıda saray, yetmiş adet kütüphane ve medreseyle dünyanın ilim ve kültür merkeziydi. Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul’u fethettikten sonra, çeşitli îmâr faaliyetleri arasında önemli kütüphaneler de yaptırdı. Yazara, kitaba ve kütüphaneye değer verilen dönemlerde daha güçlü olduğumuz görülüyor. Günümüzde popülist kültürün etkisiyle her şey çabucak tüketiliyor. Toplumumuz dünü eskimiş görüyor. Bugünü ise hızlıca yaşamayı düşünüyor. Yarını ise hiç hesaba katmıyor. Bilginleri, yazarları, sanatçıları olmayan bir şehir sadece taş yığınıdır, betondan ibarettir. Şehre ruhunu veren sanattır, sanatçıdır. Kitap olmadan şehir olmaz. Kitap fuarlarını desteklemek, çoğaltmak ve kitaba yatırım yapmak elzemdir. Şairi, yazarı, âlimi ve sanatçısı olmayan bir şehir ölüdür. Bu şehirlerin yarını yoktur! Önce söz vardı, unutmayalım! 77


it oldukları coğrafyadaki kültürel dokuya uyumlu olarak hafızalara yerleşmiş olan türküler, milletimizin doğumdan ölüme kadar başından geçen her türlü olayı konu olarak seçtiğinden günümüze kadar gelmiştir.

GÖNLÜNÜN

GÖZÜ ÇIKMASIN

Dede Korkut’tan başlamak üzere halk edebiyatımızın ürünleri içerisinde dualar gibi beddualar da önemli yer tutar. Türküler, ağıtlar, halk hikâyeleri, destanlar, koşmalar… beddualarla doludur Erbay KÜCET

Konuları açısından geniş bir çerçeveye sahip olan türkülerimizi, araştırmacılarımız farklı şekillerde ele almışlardır. Farsça ‘kötü, fena, çirkin’ anlamlarına gelen ‘bed’ kelimesi ile Arapça ‘dua’nın birleşmesinden oluşan beddua, ‘kötü dua’ anlamına gelerek en basit tarifini bulmaktadır. Hemen her kültürde karşılaştığımız beddualar, insanların sevmedikleri şeyler hakkında ifade ettikleri kötü dualardır. Söylenen beddualara göz atacak olursak; belâ, lânet, kargış, ilenç, inkisâr, gazap, intizâr ifade eden menfî sözlerdir. Sözlü kültürün öğesi olan beddualar; karşıdaki kişiye, bir nesneye, soyut bir varlığa, bir şehre, bir felâkete… karşı kızgınlık/kıskançlık/haset ânında söylenebileceği gibi, bir kötülük karşısındaki yenilmişlik duygusu ile ortaya çıkan bir acziyet neticesinde de söylenebilir. Beddua eden kişi, ilendiği şeyin kötü bir durumla karşılaşmasını yahut iyiliklerden uzaklaşmasını dileyerek kendini rahatlatırken İslâm akaidinde, beddua etmek, lânet okumak hoş karşılanmaz. Dede Korkut’tan başlamak üzere halk edebiyatımızın ürünleri içerisinde dualar gibi beddualar da önemli yer tutar. Türküler, ağıtlar, halk hikâyeleri, destanlar, koşmalar… beddualarla doludur. Divan şairlerinin de şiirlerinde zaman zaman beddua ettikleri görülür. Urfa türküsünde “Gönlümün gözü çıksın sevmeseydi ezelden” derken Mihri Hatun; “Beddua etmezem amma ki Hudâ’dan dilerim Bir senin gibi cefakâra hevâdâr olasın” beytiyle kısa yolu tercih edenlerdendir. Beddua eden kişi, ilendiği şeyin kötü bir durumla karşılaşmasını yahut iyiliklerden uzaklaşmasını dileyerek kendini rahatlatır. Bu açıdan bedduaları psikolojik rahatlama araçları olarak görenler vardır. Gençlerin beğenisiyle yıllardır sahnelerde boy gösteren İsmail YK’nın ‘Allah belânı versin. Allah seni kahretsin. Bana

sayı//58// mayıs 78


gelen sana gelsin yaaa. Hayatımı sen mahvettin. Acımadın neler çektim. Kader seni de kör etsin’ diyerek sahnelerde kıvrak danslarıyla gençleri coşturmasını sosyologların irdelemesi gerektiğine inanıyorum. Benim ahdım ak geline kalmaya, Çeke çeke bu dert ile ölmeye, Gurbet ilden şu kocası gelmeye, Daha derdim az diyesin ak gelin. Yaz olanda ısıtmalar tutasın, Güz olanda terlenmeye yatasın, Acı acı kırk yıl ağrı çekesin, Daha derdim az, diyesin ak gelin. Bacasın üstünde baykuşlar öte, Kapının önünde çalılar bite, Ben de kargış vermem, ocağın yana; Daha derdim az, diyesin ak gelin. Karac’oğlan der ki: Kaşın kaşıma. Acep değer m’ola başın başıma? Gurbet ilde derd yapışa peşine, Daha derdim az, diyesin ak gelin. İlenen Karacaoğlan’a günümüzde Vurgun, Ya Evde Yoksan, Rüyalarım Olmasa, Ayşen gibi pek çok şiiri bestelenen Cemâl Safi’nin Ciğerin Yansın adlı ilenç şiiriyle karşılamasına ne diyelim? Birikti uğrunda döktüğüm yaşlar… Al götür vicdansız ruhun yıkansın… Her günüm hasretin zulmüyle başlar… Âhımı hak ettin ciğerin yansın… Bilseydim duyguya yer yok dininde… El pençe durmazdım hayalin önünde… Kapkara yas tuttum doğum günümde… Neşemi yok ettin ciğerin yansın… Doğuştan sevgiye aşka meyildim… Kimsenin lütfuna muhtaç değildim… Bir sana diz çöktüm sana eğildim… Canıma tak ettin ciğerin yansın… Sen ince ağrımdın veremdim sana… Âleme haramdım, haremdim sana… Aşkınla tutuşan, Keremdim sana… Aslı’dan çok ettin ciğerin yansın… Düşsem de kalkarım tutma elimden… Gururum merhamet ummaz zalimden… Beddua çıkmazdı şair dilimden… Sabrımı tükettin ciğerin yansın… Sineni kaplasın bu onmaz yara… Hayatın boyunca gölgemi ara…

Değil mi sen benim yüzümü kara… Saçımı ak ettin ciğerin yansın… Şair, şiirin her dörtlüğünün sonundaki “ciğerin yansın” sözü ile sevgiliye Türkçenin en acı beddualarından biriyle ilenir; “Ciğerin yansın!” Faruk Nafiz Çamlıbel “Kıskanç” şiirinde Sakın bir söz söyleme… Yüzüme bakma sakın! Sesini duyan olur, sana göz koyan olur. Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın, Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur… Dilerim Tanrı’dan ki, sana açık kucaklar Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun, Kan tükürsün adını candan anan dudaklar Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun. Adından da anlaşılacağı üzere kıskanç bir âşığın psikolojisini yansıtmaktadır. Bedduaların sebebi, divan ve halk şiirinde olduğu gibi sevgilinin cefâları yahut vefâsızlığı değil, tek sebebi vardır: Kıskançlıktır. Divan şiirinin en güzel gazellerini söyleyen Nedim; Güllü dibâ giydin amma korkarım azâr eder Nâzeninim sâye-i hârı gül-i dibâ seni beytinde ‘sevdiğim, güllü bir elbise giymişsin ama o elbisedeki gülün dikeninin gölgesi seni incitir diye korkarım’ derken Şinasi, Arz-ı Muhabbet adlı şiirinin ilk beytinde sade bir söyleyişle sevdiğini kendi gözünden kıskandığını ‘Eşi yok bir güzeli sevdi beğendi gönlüm/Kıskanır kendi gözümden yine kendi gönlüm’le devam ettirir gibi. Âşık Ali İzzet Özkan; Mühür gözlüm seni elden Sakınırım kıskanırım Uçan kuştan esen yelden Sakınırım kıskanırım Yazımızı anlamlı bir mâni ile noktalıyoruz: Ayna attım çayıra Şavkı vurdu bayıra Bu niyet kime çıksa 79


BİN UMUT BIRAKIP

BU ŞEHİRDEN GİTTİN

Uykunun tamda sıcacık olduğu zamandır ezan vakti. Ya ezanı duyunca kalkacaksınız ya da ezana sırtınızı dönerek şeytana teslim olacaksınız. Recep GARİP

zun ince bir çizgide yürüdü. Çizgi çizgi büyüyen bir bahardı ömür dediğin. Oysa mevsimlerin, gelip durduğu her durak bir umuttu. Umut, en güzel bahardı. Baharı kim sevmezdi ki? Yenilgilerden kaçarak, koparak, düşüşlerden kalkarak kavuştuğu bir iklim, yenileyen, tazeleyen, dirilten umut; bakışların bin umuttur bana sevdiğim demekten kendini alamazdı. Yürüdü, yürüyüşün onurlu olduğunu bilerek. Emek verdiği her adımda bin şükürle yürüdü. Bin şükür sayısız kırlangıçlar uçurdu içinden. Kehkeşanlar içinde geçen her güne, kınalar yakmış, korkuyla umut arasında bir sarmaşığı andıran dünyanın bir yılana benzeyen elbiseye dönüştüğünü her defasında görmüştü. Görüntü bir aynaydı, bir beliren ve kaybolan. Suda gördüğü aksi dalgalanarak yerkürenin kıvrımlarına benziyordu. Kıvrım kıvrım açılan, dalga dalga yayılan bir su düşledi. Kıvrımların giderek bir dağa dönüşmesiyle yükseklere doğru baktı. Baktıkça gökle dağ arasında beliren bir pencereden ufkun nasıl da bulutlarla bir oyun kurduğunu gördü. Bir deli rüzgârın nasılda dalga dalga dağdan aşağıya doğru inişini izlerken içi ürperdi. İncecik düz bir çizginin kesik kesik, nokta nokta duruşları Atilla İlhan’ın “Silahlı Dört Besmele” şiiriyle ilham veriyordu; “ Dört atlı Sarıgöl Boğazı'na devrildiler Rüzgârı burunlarıyla biçip arkalarına dökerek Kara sular gibi boşandı gecenin boşluklarından Köpek havlamaları Dört atlı Sarıgöl Boğazı' na devrildiler Omuzlarında çapraz tüfek, kalpaklı ve siyah çizmeliler Yıldız yıldız sıyrılıp akıyor …”

sayı//58// mayıs 80

İnsicamlı yürüyüşleri severdi. Yürürken dikkat ederdi delikanlı. Bir büyüğüyle yürüdüğünde her daim onun sol yanından yürür, bir iki adım gerisinden yürümeyi ihmal etmezdi. Geleneğin sırlarla dolu yol haritasında saklı duran bahçenin bohçasını açmalı zaman zaman. Neler var neler yok ki o saklı bahçede? İnsan geçmişini bilmeli dedi delikanlı, bilmeliyim, öğrenmeliyim benden önce buradan geçip giden insanların hayatını, neler çekip, neler bıraktıklarını öğrenmeliyim ve öğretmeliyim. Böyle bir düş atıydı onu ayakta tutan. İyi ki düş kurmayı biliyorum. İyi ki “düşlerini her diam büyüt” demişti babam. “Düşleri olmayanların gelecekleri olmaz evlat” demişti bir defasında da o vakitten bu vakte kadar her gün yeniliyorum düşlerimi, tazeliyorum. Her yeni günden yeni ilhamlar alıp düşlerimi daha da belirginleştiriyorum. Biliyor musun; Düşleri olmayanlar geleceğe türkü bırakamazlar. Atilla İlhan bu şiirde sanki düşe tutulmuşçasına; “Hafız Ahmed' in değirmeninde ateşin başına oturdular Önce bir soğan kırdılar Dut pekmezi ve yoğurt sordular Bıyıkları tekmil ayaktaydı Müslüman ve hilâl biçiminde Sonra erkekçe yatsıyı kıldılar Çakal gözleri saatteydi, kulakları köpek seslerinde…” Uzaktan gelen köpek sesleri, daha çok hâkimiyet sağlamak içinmiş meğerse. Bu sesler miydi bir gece vakti ansızın kapıların kırılarak baskınlar yapılışı? Çocukluk yıllarımdan bu yana hep aklıma gelir ve gider de huzurum kaçar, uykularım çekip gider, tedirginliklerin bini bin parça eder beni. Kendi bölgelerini ihlal edenlere, edeceklere uyarı niteliğinde havlıyorlarmış. Havlamalar arttıkça artıyor. Her sabah ezan sesiyle uyanamasam da uyanırım genellikle. Erken uyanmak bizlere bir vazife olarak verildi. Öyle öğretti büyükannem. “Erken kalkan yol alır” evladım derdi. Kendisi kalktığı gibi kaldırırdı o zamanlar çok mu kızardım büyükanneme? Öyle olmalı. Uykunun tamda sıcacık olduğu zamandır ezan vakti. Ya ezanı duyunca kalkacaksınız ya da ezana sırtınızı dönerek şeytana teslim olacaksınız. Şeytanın en çok aldattığı vakitmiş meğerse sabah namazı vakti. Erken vakitte kalkınca bereketler yağıyor insanın üstüne. İşte tamda bu vakitlerde havlamaya başlardı mahallemizde ki köpekler. Uzun uzun ulurlardı. Onlar ezanı


duyunca dikkat kesilir ulumaları sürer ezanla birlikte son bulurdu. Sanki ey insanlar gaflette kalmayın haydin kalkın namaza der gibi gelirdi bana. Başka türlü bir yorum asla hatırıma gelmezdi. Vaktin sahibine muhtaçlığımız kesintisiz sürüyor. Ömrümüzce sürecek. Vakte emanet edilmiş bir hayatsa yaşadığımız, sayılı bir ömrün gerçeğiyle daha da disiplinli olmam mı gerekiyor şimdi? Ne çok kuşlar varmış meğerse yeryüzünde. Tam da güneş doğmasına on-on beş dakika kala bütün kuşlar evlerinden uçarak gökyüzünde müthiş bir şölene doğru ilerlediklerini seyretmekten kendimi alamam. Bütün kuşlar, nedense güneşe doğru uçuyor. Güneş, yüreğimi ısıtıyor her gördüğümde. Her baktığımda güneşim benim diyorum. Güneşe doğru giden kuşların ardından yalnızca seyredebiliyorum. Onlar ne kadar gidiyorlar, nerede son buluyor gidişleri ve yeryüzünde ki rızıkları için toprağa nerde iniyorlar bunları yeterince bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey varsa o da bir vakte ayarlı olan bu kuşlar asla o vakti kaçırmıyorlar. Vakti kaçıranlar kaybedenlerdir. O vakitte olunması gereken yerde yoksanız, ayakta değilseniz, kıyamda, niyazda, yakarışta, zikirde, fikirde, ilimde değilseniz kaybedenlerdensiniz. Kıyam vaktinde kıyamda olmak icap ediyor. Vaktin sahibine olan borç ayakta durmaktır. Bir direnişçinin öyküsüne benziyor bu duruş. Salt dinamik bir duruştur. Alternatifsiz bir duruş, vakte armağan olmaktır. Vaktin sahibine olan ünsiyet, teslimiyet emre itaat etmektir. “…Yazılmışsa biz dahi Azrail’in ekmeğinden tadacağız Şehitlik mertebesini Yaşamak cihetinde makbul tutacağız' 'Ankara Hükümeti ne demek Maraş' ta üzümler Parmaklarımızdan damlamıyor mu Gümüşhane üzerinde Elmalar Amasya' da Adam tarafımızdan yenilecek Ayrıca zeytinin yağı, ineğin yoğurdu Antep' in bulaması da Adam hünkâr kullarının sabanına koşulmayacağız Biz her nokta-i nazardan insan olmalıyız…” “Her nokta-i nazardan insan olmalıyız” diyerek yürüdü delikanlı. Yürüyüşün soyluluğunu idrak ederek yürüdü. “Boşta duran adama selam vermediğini” öğrendiğinde peygamberimizin, bütün bedeni, bütün hücreleri harekete geçmiş, tir tir titremişti. Boşta duranı, çalışmayanı ne

kullar severmiş meğerse ne de Allah. Allah’ın sevmediklerini de asla peygamberler de sevmezmiş. Boşta duran adamın koltuğunun altında dururmuş şeytan. O nedenledir ki boşta durmak, çalışmamak, tembellik yapmak bizim kitabımızda yok. Yürüyüş hep sürüyordu. Bitimsiz yürüyüşlerin sahibi olmak gerekliymiş meğerse. Hayat öylesine uzun ve öylesine kısaydı ki bu yolculuğu uzun ince bir yol diye düşlemek en iyisiydi. Yaşadıklarını düşündü, geçip giden ömrüne sığdırdıkları geldi hatırına. Cemiyetin, milletin, vatanın dört biryanında olup bitenler boğazında düğümlendi. Yutkundu, yutkundu da söyleyip söylememekte öylesine tedirginlik yaşasa da söylemeliyim elbette diye ahdedip; Giden vakit geri gelmiyor azizim. Giden ok gitmesi gereken yere gidiyor görmüyor musun? Vakti kaçırınca dövsen dizlerini eline ne geçecek sanıyorsun? Fırsatlar kaçınca mı ahlayıp vahlıyorsun da sana emanet verildiğinin idrakinde olman gerekirken neden nankörlükler eyledin? Neden gururlanıp kibirlendin? Neden ehliyetli-liyakatli olanları arayıp bulmadın? Neden kaybedince kıymete bindi kaybettin değerler? Delikanlı, kocaman bir kütüğün üzerine oturur gibi, bir kıyıda oturur gibi, bir tepede, bir dağın, bir uçurumun ucunda oturur gibi oturdu. Henüz daha sabah olmamıştı, henüz daha akşam güneşi batmamıştı, Melek gelip ömrünü almamıştı. Vakit vardı, vakit dardı, anlaşılan oydu ki kalan ömrünü bakışların bin umut diyerek yaşamanın anlamını kavradı. Bin ah dileyip tövbeler etti. Binlerce kez ağlayıp pişmanlık dilekçeleri yazdı yaratan rabbine. Ağıtlarını içinde ırmaklara çevirip ahitlerini yeniledi. Güllerin, baharın, akasyaların yeniden baharı müjdelediğini idrak edebiliyor, sonsuz ikram sahibinden bir niyazda daha bulunuyordu; “beni ferasetsiz, beni basiretsiz, beni idraksiz ve beni sensiz bırakma Allah’ın” Tam bir kıyam halinde huzura durdu sonra. Teslimiyetin zahirden batına geçişteki tefekkürünü idrak ederek rükûya eğilip sonra dimdik doğrularak ardından secdelere kapandı… Sağını solunu selamladıktan sonra, ellerini kaldırıp, uzun susuşlarla, uzun içlenişlerle bin umut bırakıp gittin ya alacağın olsun senin diyebildi. Vaktin sahibine muhtacız aziz dostum, unutmayasın sakın. Unutma; Durup durup bana gel diyorsun ya Uçuveriyor güvercinler, çiçeğe dönüşüyor ağaçlar Allanıp pullanıyor bahar Börtü böcek dallarda, yapraklarda Birdenbire yağmaya başlıyor yağmur Zeytin ağacı dallarını eğiyor 81


slam medeniyetinin en temel harcı merhamet ve adalet duygusuyla yoğrulmuş diriliş her meselede olduğu gibi tabiatla ilgili meselelerde de orijinal bir duruş sergilemektedir. Meselelere kalıcı bir derinlikle bakan Sezai Karakoç insanı ve tüm canlıları fıtrat çizgisini bozmadan korumayı ve bunu da yeniden bir medeniyeti ihya etmenin gereklilikleri arasında görmektedir. Kirlenen denizler kesilen ormanlar ve yıkılan tarihi şehirler onda bir ölüm sancısı gibidir. O kâinatta ki büyük koronun her bir unsuruyla korunmasından yanadır. Tüm canlıların hayat hakkı onda kutsaldır.

SEZAİ KARAKOÇ'A GÖRE

TABİAT VE ÇEVRE

İnsanın varlığının temel maddeleri, hava, su ve toprak temizliği konusunda ki hassasiyetiyle dikkat çeken diriliş şehirlerin betonlaşmasına karşı çıkarken ağaçlandırmayı ana gündemine almaktadır. Mehmet BAŞ

Üstat eşyanın bir put olmaktan çıkıp gerçek kimliğine kavuşmasını sağlayacak görüşler öne sürmüştür. Ruhun, İslam”ın ve insanlığın dirilişi bir büyük medeniyetin ihyasında, zincirleme bir şekilde zamanın ve mekânın dirilişiyle tamamlanacaktır. “Ruh dirilince, tabiat bile ışıldamakta. Güneş ılık, gök açık. Eşyada bir gülün yavaş yavaş açılışından işaretler. İnsan Allah’ a dönmekte. Allah’ın Diri isminden gelen bir solukla canlanmakta”. Diyen üstat ruhta ki dirilişin tabiatı bile aydınlığa boğacağını belirtmektedir. İnsanı; ilkönce kendi özünde, daha sonra yaşadığı çevrede ve nihayetinde tüm dünyada, yeniden dirilmeye, kendi özüne dönmeye çağıran diriliş düşüncesi, insanlığı maddi ve manevi olarak korumayı hedefleyen görüşleriyle insanlığa kurtuluş reçeteleri sunmaktadır. İnsanın varlığının temel maddeleri, hava, su ve toprak temizliği konusunda ki hassasiyetiyle dikkat çeken diriliş şehirlerin betonlaşmasına karşı çıkarken ağaçlandırmayı ana gündemine almaktadır. Ağaçlar ve mezar taşları yazısında " ağaç hayatın, mezar taşları ölümün sembolüdür." derken ağacın bir yaşam sembolü olduğunu betonun ise ölümü yansıttığını belirtir. Beton ruhsuzluğun bir noktada ölümün bir simgesidir. Ağaç ise dirilişin yani yaşamanın anlamını taşır ve dünyaya yeniden dirilişin muştusunu sunar Vahşet medeniyeti yazısında üstat "bir vahşet ki bunu sadece bir çevre problemi saymak, insanın en büyük aldatmacası. Çevre izciliği, çevre korumacılığı, işin göz boyaması ve daha kötüsü insanın kendi kendini aldatması. " diyerek problemin kaynağını "insanın, Tanrıya ve ötede ki âleme, hesaba inanmamasının

sayı//58// mayıs 82


karşılığı, cezası" olarak görüyor. Aynı yazısında "betonarme, mimari vahşeti, pop müzikal vahşeti simgelemekte. Ağaç ve taşın armonik yumuşaklığın hakkı unutulmuş."diyerek köksüz ve amaçsız mimariye ve tabiatın vahşice dönüştürülmesine karşı çıkmaktadır. Tabi çevrenin yok edilmesine karşı büyük bir savaş açan diriliş; her yurttaşın ruhuna doğayı korumayı bir inanç gibi yerleştirmeyi, aksine hareket etmenin çok büyük zarar getireceğini öğretmeyi amaçlar. Ve kuş ve yabani hayvan nesillerinin korunması ve ağaçların kesilmemesi için gereken önlemleri gündemine alır. Erozyonla mücadele ederek ve ağaçlandırma yoluyla vatan toprağının korunmasını temel doğal hayat ilkesi olarak gören diriliş çevreci geçinenlerin bile hiçbir zaman ulaşamayacağı bir yüksek çevre bilincini ortaya koymaktadır. Ormanların korunması için hiçbir masraftan kaçmayan ve ormanı hava gibi su gibi aziz vatanın bir parçası olarak bilen diriliş ormanların büyütülmesi ve zenginleştirilmesini ve yangınlara karşı korunmasını temele alır. Orman köylüleri ise bu aziz vatan parçasının bekçileridir. Yaratılanı yaratıcıdan dolayı seven ve Müslüman bir bakış açısıyla dünyayı yorumlayan diriliş fikri zulmün her türlüsüne şiddetle karşı çıkarken kendini savunamayan hayvanlara karşı yapılan zulme karşı çıkarak onların hayat haklarını korumayı hedefler.

Hayvanat bahçelerinde daracık kafeslerde ve tabii olmayan ortamlarda eziyet içinde yaşayan hayvanları bile düşünecek kadar derin bir merhamete sahip olan üstat Sezai Karakoç bu tür hayvanat bahçelerinin tesis edilmesine karşı çıkar. Diriliş yaşam hakkının hayvanlar için de korunması gereken bir hak olduğunu savunur. Sözde turist eğlendirmek için hayvanlara zulüm yapılmasına karşı çıkar. Av turizmini yasaklayarak zaten nesli tükenmekte olan hayvanları koruma altına alan ve hayati bir zaruret olmadıkça hiçbir hayvanın hayat hakkına dokunmamayı kendine temel prensip edinir. Bir insanın zevki için veya maddi bir gelir için hayvan öldürmesini hoş görmenin insani bir tavır olmadığını belirtir. Şehirlerin tabiattan kopuk bir şekilde kurulmasına karşı çıkan diriliş insanımızın doğayla içi içe ve yeşillikler içinde yaşamasını savunur ve bin bir kuş ve hayvanat arasında canlı bir tabiat içinde yaşamasını hedefler. Ülkemizin en verimli ovaları bugün birer gecekondu bölgesine dönüşmüş durumdadır. 83


Türkiye’yi doyuracak bir potansiyele sahip olan nice ova beton yığını olmuş durumdadır. Diriliş bu noktada fabrikaları büyük işyerlerini ve konutları tarıma elverişsiz bölgelerde yapmayı savunur. Boş duran binaların uzun süre boş, yararlanılmadan durmasına karşı çıkan diriliş her türlü israfa karşı çıktığı gibi bu israfa da karşı çıkar. Ve kentleri saran ve de insanın huzurunu kaçıran gürültüyü kontrol altına almak için bir her türlü tedbiri alır. Üstat topraktan başlayarak isimli hikâyesinde" toprağı kitliyorlar onun bir gün ayağa kalkmasını önlemek istiyorlar. Ama acaba bütün bu önlemler, gün gelip saat çalınca, yararlı olacak mı? Yeterli olacak mı bütün bu tedbirler? Toprak bir kez uyanırsa, bütün bu önlemler, kâğıttan şatolar gibi yıkılıp devrilmeyecek mi? Onun korkunç gerilişine bu üst çerçeveler dayanabilecek mi?" sözleriyle doğal dengenin bozulması halinde bunun çok kötü sonuçlar doğuracağını söyler. Sezai Karakoç, fıtrattan kopuk ve yapay olarak kurduğumuz dünyaları eleştirmekte ve bir gün her şeyin aslına rücu edeceğini bildirmektedir. İnsanın yaratılış amacından sapmasının sadece insana değil insanın çevresinde ki canlılara da zarar vermesi, kontrolsüz öfke hissinin nükleer silahlara kadar varan üretimi, iktidar hırsının her türlü zulmü reva gören algısı, ekolojik dengeyi de sarsmış ve dünyayı manevi kirlerle kirlettiği gibi maddi kirlerle de kirletmiştir. Diriliş bir karıncanın bile hayat hakkını kutsal sayan ve insanın doğadan kopmadan yaşamasını amaçlayan bir düşünce olarak bizi berrak bir pınardan kana kana içmeye çağırıyor. Çeşmeler şiirinde; tarihten, su şırıltısından kopmuş çeşmenin dilinde, kaybolan medeniyetimizi, değişen toplumumuzu bir ıstırap levhası olarak ortaya koyan üstat, çeşmenin ruhunda bize ait olana, kaybettiğimiz güzelliklere değinirken, eşyayla insan ruhu arasında ki derin ilişkinin bir resmini çizer. "Gökyüzünü dolduran meleklerin sabrıyla Kaldırmak aşk kadehini insanlığın sıhhatine " Diyen üstat bir sevgi medeniyetinin mimarı olarak insanlığa Medine”nin kapılarını açmaktadır. O tüm şubeleriyle birlikte bir diriliş medeniyetin mimarı ve müjdecisi olarak bu kubbede baki kalacak hoş bir sedadır. sayı//58// mayıs 84


KERVAN YOLUNDA BİR DURAK:

KAVGA DÜZÜ

Köprübaşı sınırları içerisinde Yüksek dağların geçiş noktasında 1300 metre rakımdaki Kavga düzü ya da diğer bir adıyla Kahve düzü olarak adlandırılan yerdir.Bu bölgeye gelen kervanlar en az 20-30 at ile gelir yüklerini indirirdi. Mehmet SANCAK

Tamda bu noktada yorulan kervanların dinlenme yeri hanlar oluyordu. Özellikle Selçuklu ticaret ağından bildiğimiz han kültürü Osmanlı zamanında geleneğini doğal itibariyle sürdürmüş, Hanlarda konaklayan yolcuların ihtiyaçlarının giderilmesini sağlamak ve yardımcı olmak için devletin desteği ile beraber 3 gün konaklama ücreti alınmaz ve güvenli ticaret yapmalarını sağlamak için kervan yolu güzergahında kolluk kuvvetlerini bulundururlardı. Kervan yolunda en önemli dinlenme noktası bugün Köprübaşı sınırları içerisinde Yüksek dağların geçiş noktasında 1300 metre rakımdaki Kavga düzü ya da diğer bir adıyla Kahve düzü olarak adlandırılan yerdir.Bu bölgeye gelen kervanlar en az 20-30 at ile gelir yüklerini indirirdi. Karadeniz bölgesi ve Doğu bölgesinden gelen kervanlar burada yer darlığından dolayı Handa siz kalacaksınız biz kalacağız derken burada kavgaya tutuşulurdu bu yüzden dolayı burasının ismi ‘’Kavga düzü’’ olarak ta adlandırılmıştır. Konaklama yerleri kışın en az kar yağısı alınan bölgelere sıralanmış, Kahve ya da Kavga düzü olarak

aradeniz bölgesi her zaman coğrafyası ve tabiatından dolayı ilgi noktası olmuş ve bu bölgede en dikkat çekici şehirlerden bir tanesi gerek tarihsel ve ticari anlamda Trabzon şehri olmuştur. Antik dönemden itibaren özellikle deniz ticareti yoğun bir şekilde kullanılmış bu bölgeye Anadolu ve Kafkasya coğrafyasından bir çok Kervan ve halklar kullanmıştır. Trabzon Şehrinde Özellikle Osmanlı zamanında yoğunlukla kullanılan bir ticaret bölgesi vardır ki halen daha işlevini yürütmektedir. Bugün Trabzon-Sürmene sahilinden başlayarak Bayburt güzergahı ve Erzurum’a devam eden Kervan yolu Osmanlı devrinde en yoğun kullanılan Ticaret güzergahlarından birisiydi. Bu Tarihi yol gerek Dede Korkut hikayelerinde gerekse Evliya Çelebi seyahatnamesinde konu alınmıştır. Kervan yolu sadece ticari faaliyetlerde değil aynı zamanda askeri anlamda da önemli bir konuma sahip güzergah olmuş ve bu bağlamda I. Dünya savaşında Rus işgaline uğrayan Bayburt ve Trabzon’un İşgal dönemlerinde Osmanlı ordusunun stratejik bir güzergah noktası olmuştur. Sürmene sahilinden Bayburt noktasına uzanan bu zor coğrafyadaki Kervan yolunun güzergahı 70 km’dir engebeli arazi şartları yolun süresini uzatıyor ve netice itibariyle Kervandakilerin dinlenme ihtiyacı ortaya çıkabiliyordu.

adlandırılan konaklama yerlerinden hariç güzergah boyunca Taşlı hanı, Avulot hanı, Köşk hanı gibi hanlarda bulunmaktadır. Karadeniz bölgesinde yapılan hanların diğer bir özelliği de ahşap ve tek katlı yapılmış olmasıydı genellikle 4-9 arası misafir odası şeklinde düzenlenen hanlarda bayan ve bay konaklama odaları da hassasiyet gereği ayrıca düzenlenmekteydi. Alışverişin yapılacağı bir bakkaliyesi de bulunan bu hanların başlarında duran görevli kişi sadece hancılık görevini yürütmüyordu emanetçi ve muhbir görevi de görmekteydi. Kırsal kesimler güvenlik ağını sağlamak sadece kolluk kuvvetlerin yetişebileceği durumda değildi. Zaman, zaman hanlarda konaklayanların bilgisini günler sonra da olsa kolluk kuvvetlerine bildirim sağlayabiliyorlardı. Zorlu ve engebeli bir coğrafyada muhteşem bir doğanın içerisinde bu tarihi kervan yolu 2011 yılında Doğu Karadeniz kalkınma ajansı tarafından projesi hazırlanarak Turizme kazandırılması amaçlanmıştır. Yüzyıllardır süren bu kültürel miras bugün araç yoluyla rahatlık ziyaret edilebilecek ve gezilebilecek noktadır. Saklı ve gün yüzüne çıkmamış miraslarımız bu coğrafya’da tekrardan hatırlanmak ve sahip çıkılmasını beklemektedir, eğer bir gün yolunuz bu bölgeye düşerse mutlaka Tarihi kervan yolu güzergahını dolaşın ve bugün halen daha aktif olan hanlarda çayınızı yudumlarken tarihi hissetmeye çalışın. 85


BESTELERİYLE GÖNÜLLERİ

FETHEDEN SANATKÂR

ÂMİR ATEŞ

Aradan günler geçti. Bir gün Kadıköy’de eve doğru yürürken İstanbul Radyosu’nda bir ses yükseliyordu: ‘Ben seni unutmak için sevmedim…’ bu benim bestelediğim şarkıydı.. Sonra radyoya gittiğimde Emin Ongan Hoca beni kucakladı, alnımdan öptü… Mehmet Nuri YARDIM

sayı//58// mayıs 86

ugün Türk musikisinin yaşayan büyük üstatları arasında bulunan kıymetli hafız, mevlidhan, bestekâr ve yorumcu Âmir Ateş, hem eserleriyle hem de sohbetleriyle gönülleri şad etmeye devam ediyor. Kemal Batanay, Sabahattin Volkan, Saadettin Kaynak, Emin Ongan gibi üstatların talebesi olan, musikimize iki bin civarında eser kazandıran Âmir Hoca, sanat yolculuğunu Üsküdar Musiki Cemiyeti Başkanı olarak devam ettiriyor. Birçok sanatkârla olan hatıralarını dile getiriyor, talebe yetiştirmeye devam ediyor. “Gönlüm özler kaybolan manalı mahzun çehreni”, “Seni ben unutmak istemedim ki”, “Bir kızıl goncaya benzer dudağın” gibi birbirinden güzel, unutulmaz besteleri bulunan Hocanın kendi yazdığı ve bestelediği pek çok şiiri de bulunuyor. Âmir Ateş, 1942 yılında İzmit’in Kandıra ilçesinde doğdu. Babası Hafız Vehbi Efendi, annesi Dürdane Hanım’dır. Hafız olan babasının etkisinde kalarak ve güzel olan sesi ile Kur’an okumak şevkiyle hıfzını tamamlayarak hafız oldu. 1956 yılında İstanbul’a giderek Hacı Hafız Akkuş Efendi’den Kur’an dersleri almaya başladı. Eğitimini dinî yönde geliştiren bestekâr, İstanbul’da, Kemal Batanay, Sabahattin Volkan, Saadettin Kaynak gibi büyüklerin öğrencisi olmuştur. 1959 yılında Belediye Mezarlıklar Müdürlüğü’ne memur olarak başlayan sanatkâr, aynı yılda Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin çalışmalarına katıldı. Burada Emin Ongan’a talebe oldu,. 1964 yılında askerlik görevini tamamladı ve İstanbul’a döndü. Beste çalışmalarına başladı ve musikimizin sanat, dinî, halk müziği ve saz eserleri gibi dallarında pek çok denemeler yaparak bugüne kadar 2 bin civarında eseri musikimize hediye etti. Ki bu rakam, aşılması zor bir rekordur. İlk olarak sözleri Reha Güzey’e ait olan ” Gönlüm özler kaybolan manalı mahzun çehreni” isimli güfteyi Hüzzam makamında besteledi. Üsküdar Musiki Cemiyeti’ndeki hocalığının yanı sıra; “Anadolu Yakası Telefon Baş Müdürlüğü”, “Türkiye Denizcilik İşletmeleri”, “İstanbul Ehli Kur’an ve Mevlidhanlar Derneği”, tasavvuf koroları gibi bir çok topluluktan başka Diyanet İşleri Başkanlığı seminer ve kurslarında da hocalık yaptı. Gördüğü her güzelliği, duyduğu her duyguyu, denenmemiş birçok motifleri ele almak suretiyle; benzerliklerin de ötesinde, orijinal yeniliklere önem verdi. Besteci Âmir Ateş, mevlidhan olarak da adını duyurdu


ve bu yönde de pek çok öğrenci yetiştirdi.. “Bir kızıl goncaya benzer dudağın” eserini segah makamında, “Ben seni unutmak için sevmedim” ve daha bir çok güzel şarkılarıyla musikimizdeki önemli yerini aldı. Bestekârımız dinî bestelerinden oluşan 5 kaset ve CD hâlindeki eserlerin ilki milletimize takdim etti. Üstadmız evli olup Furkan adında bir oğlu ile Şevval adında bir kızı vardır. Üsküdar Musiki Cemiyeti, Cumhuriyetten önce 1918 yılında kurulmuş en değerli bestekar, ses ve saz sanatçılarını ülkemize kazandırmış seçkin bir kuruluştur. Cemiyetin bugünkü Başkanı Âmir Ateş, yaklaşık 60 yıldan beri bu çatı altında hizmet veriyor. Merhum şairimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’ın hayatta olduğu sırada en çok görüştüğü dostlarından biri de Âmir Ateş’ti. Bekir Hocanın bazı şiirlerini bestekârımız mükemmel bir şekilde bestelemişti. Onlardan biri şu mısralarla başlıyordu: “Gariplik tuttu boynumu Büker Mevlaya Mevlâya Gözüm her derdi gönlümden Döker Mevlaya Mevlaya Dolaştım beldeler, boylar Urum, Türkmen, Arap boylar Pınarlar, çeşmeler, çaylar Akar Mevla’ya Mevla’ya...” Çok sevilen bu eser, Türkiye’de neredeyse bütün mevlidhanlar tarafından mevlid-i şeriflerde muntazaman okunuyor. Yıllar önce Kubbealtı’nda “Bir Çınarın Gölgesinde: Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti’nde Bir HalefSelef: Emin Ongan–Âmir Ateş” programını düzenlemiştik. Bir tevafuk 2 Şubat, hem Emin Ongan’ın vefat yıldönümü, hem de talebesi Âmir Ateş’in doğum günüydü. Bu anlamlı

rastlantı açıklanınca dinleyiciler hayretlerini gizleyememişti. Bir ara İstanbul Kültür Sanat Meclisi (İKSM) adına Üsküdar’da Fatih Mahkeme Binası’nda fikir, sanat ve edebiyat toplantıları düzenliyorduk. Toplantıları merhum şairimiz eczacı Memduh Cumhur yönetiyordu. 20 Şubat 2011 tarihinde konuğumuz, değerli bestekâr, dinî musikimizin mümtaz ismi ve büyük hanendesi Âmir Ateş’ti. Çünkü Âmir Ateş, bugün hem dinî musikimizin, hem de klâsik müziğimizin en iyi icracılarından ve hocalarındandı. Sanatkârımız o gün dostlarıyla birlikte salonu şereflendirmişti. Sağ yanındaki hanende Kadir Konya’yı “Sağ kolum” diye takdim etmiş, ondan sonra sohbete başlamıştı: “Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne intisabım 1959 yılında oldu. Mûsikîde doğum yerim orasıdır. Üsküdar Mûsiki Cemiyeti’nin kuruluş yılı 1918’dir. Ancak evveliyatı var. Anadolu Musiki Cemiyeti ile başlamıştır bu faaliyetler. Bu kuruluşları gerçekleştiren musikişinas şahsiyet Telgrafçı Ata Bey’dir. Oğlu Nurettin Bey benim arkadaşımdı. Cemiyetin son başkanı Emin Ongan merhumdu. Derneğin adını değiştirdik ve bir vefa borcu olarak Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti adını verdik. Emin Hoca’nın adının, Doğancılar’da bir sokağa verilmesini talep ettik. O da gerçekleşti.” ALAEDDİN YAVAŞÇA’DAN TAVSİYELER

Âmir Hoca, cemiyet başkanı seçildikten sonra kendisini arayan Alaeddin Yavaşça’nın yaptığı tavsiyeleri bizimle paylaşmış ve şöyle demişti: “Seçimden sonra kendisiyle görüştüğüm ağabeyim Alaeddin Yavaşça, ‘Amirciğim sen cemiyette hocalık yap, ama şeflik yapma, çünkü biz çok az kaldık. Senin bestekârlığı ihmal etmemen lâzım. Beste yapmaya devam etmen gerekiyor. İdarecilik, sanattan ve sanatkârlıktan 87


alır götürür.’ dedi.” Cemiyette İnci Çayırlı, Serap Mutlu Akbulut ve Yıldırım Bekçi’nin şeflik yaptığını hatırlatan Ateş, eğitim alan 500 öğrenci olduğunu da söylemişti. Âmir Hoca’nın yaptığı muhteşem bir beste vardı Üsküdar’a dair. Önce sözlerini, sonra da icrasını can kulağıyla dinlemiştik sanatkârımızdan: “Üsküdar yamaçları tarih kokuyor Çamlıca’dan gönüllere huzur akıyor Camilerin türbelerin minarelerin Orda Bilâl-i Habeşi ezan okuyor” Söz dönüp dolaşıp hocalarına geliyordu. “Rahmetli hocam Emin Ongan’ın vefatından sonra cascavlak kaldım.” tarzında duygularını ifade eden Âmir Hoca, “Daha sonra Yesarî Âsım Arsoy’la yaklaşık 20 yıl baba evlat gibi olduk.” diyerek sözlerine şöyle devam etmişti: Ve Âmir Ateş’in en çok bilinen ve sevilen, “Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim” şarkısına sıra gelmişti. “1967-68’lerde Yalova’daydım. Bir gün Avni Anıl Beyoğlu’ndaki yazıhanesine davet etmiş ve orada şair İlhan Behlül Bektaş ile tanıştırmıştı. Ona bir çocukluk aşkımı, maceramı anlatmıştım. Ben Yalova’da, sahil yolu üzerinde bulunan Tombul Oteli’nde kalıyordum. Bir gün postadan bir mektup aldım, İlhan Behlül Bektaş bir şiir yazıp göndermiş: “Ben seni unutmak için sevmedim.” Şiiri hemen besteledim. İkinci bir şiir daha yollamıştı: “Gönlümün yeşilinde sayı//58// mayıs 88

bir başka dünya var.”.. Emin Ongan Hoca bir gün bana, -Bir şeyler yaptın mı? diye sordu. -Yazdım hocam dedim ve yaptığım besteyi kendisine verdim. Şarkıyı aldı, baktı. Okuduktan sonra, -Bir şeye benzememiş, dedi. -Bunun üzerine aldım ve odada yanan sobaya attım. -Niçin attın? diye sorunca: -Hocam sizin beğenmediğiniz, bir şeye benzememiş dediğiniz besteyi ben ne yapayım? cevabını verdim. Hocamın tavsiyesiyle besteyi yeniden yazdım ve gönderdim. Aradan günler geçti. Bir gün Kadıköy’de eve doğru yürürken İstanbul Radyosu’nda bir ses yükseliyordu: ‘Ben seni unutmak için sevmedim…’ bu benim bestelediğim şarkıydı.. Sonra radyoya gittiğimde Emin Ongan Hoca beni kucakladı, alnımdan öptü…Âmir Hocayı son olarak Bâbıâli’de Yeni Dünya Vakfı’nda ağırladık geçenlerde. Halil Gökkaya ve Zeki Yılmaz, hayatını ve hizmetlerini anlattılar. Elif Ömürlü Uyar ise sevilen bestelerini seslendirdi.. Âmir Ateş de konuşmasında musikinin bir derya olduğunu belirterek bu vadide bir çok kıymetli sanatkâr yetiştiğini söyledi. Âmir Ateş, “Ben seni unutmak için sevmedim” ve “Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın” şarkılarının yazılış hikâyelerini de anlattı. Şiir ve musiki arasında çok köklü bir bağ olduğunu ifade etti.. Aziz hocamıza sağlıklı, bereketli ve huzurlu bir ömür diliyorum.


BUYRUN

RAMAZANA

Ramazanın bir adı da paylaşmaktır. Ramazan demek kardeşlik demektir. Omuz omuza vermektir. Tek başına yenen sayısız yemeğin yanında dostlarla yenen bir tas çorbanın tadını hiçbir şey tutamaz. Mükellef sofralara gerek yok. İlla da yakın akraba olmasın çağıracaklarımız. Mustafa UÇURUM

aman ilerledikçe eskiye özlem de normal bir hâl alır oldu. “Hey gidi günler” diyenler o kadar çoğaldı ki acaba eskinin adamları da böyle mi diye düşünmeye başladım. Herkes mi acaba yaşadığı zamandan hoşnut değildir? Herkes mi eski günlerin mutluluğuyla kendini avutur?

Ramazanla ilgili serzenişlere ben gülüp geçiyorum. Kendi değerlerini kendi elleriyle yıkanlar kadar gülünç bir durum var mıdır şu dünyada? Ramazan demek sadece aç kalmak değildir. Ramazanın yanında, teravihler, iftarlar, sahurlar da bu müstesna zamanın bir parçasıdır. İftarı tek başına kimseyle paylaşmadan yapan, sahuru uykulu gözlerle yarım yamalak yapan, teravih nedir bilmeyen için elbette ramazanların tadı yoktur. Mahalle camimizde en azından ramazanın on beşine kadar yer bulmak imkânsızdı. Sona doğru seyrekleşen cami, Kadir Gecesi’nde sokaklara taşardı. Şimdi ilk gün bile tam dolmayan cami, artık birkaç saf cemaatten ibaret kalıyor. Havaların sıcaklığı, günün yorgunluğu gibi sıradan bahanelerle ramazanı teravihsiz geçirenlerin serzenişte bulunmaya da hakları yoktur. Ramazanın bir adı da paylaşmaktır. Ramazan demek kardeşlik demektir. Omuz omuza vermektir. Tek başına yenen sayısız yemeğin yanında dostlarla yenen bir tas çorbanın tadını hiçbir şey tutamaz. Mükellef sofralara gerek yok. İlla da yakın akraba olmasın çağıracaklarımız. Evine sıcak bir tas çorba girmeyen bir aileyi çağırabiliyorsak iftara işte gerçek ramazan bizim evimize şimdi uğradı diyebiliriz. Evde ramazan havasının buram buram esmesi bizim elimizde. Komşuluğu dopdolu yaşamanın kapısı yine bize çıkıyor. İftarda yapılan tatlıdan komşuya tadımlık da olsa götürmek iyi bir komşuluk için büyük bir adımdır. Öldü denen komşuluğu böyle güzelliklerle canlandırabiliriz.

Aslına bakarsanız, evet. Mevlana bile bundan yüzyıllar önce; “Ne olacak bu gençlerin hali?” diyor. O zamanın gençleri düşünüldüğünde bundan söz ediliyorsa, biz kendi halimize yanalım. Elbette dünyanın yerinde durduğunu söylemek imkânsız. Değişiyoruz, her şey değişiyor.

Dualarımız olsun kalbimizi onaran. El ele vermenin mutluluğu ile ulaşmak için bayrama “Hepimiz kardeşiz.” sözünü hayatımıza tekrar kazandırmak için kapımıza kadar gelen ramazanı içeri buyur edelim ki kardeşliğimiz pekişsin. Ve dikkat etmek gerek. Bütün hayır kapılarının sonuna kadar açıldığı ramazanda adımlarımızı daha sağlam atarak bereketimizi çoğaltabiliriz. Biliyoruz ki oruç sadece aç kalmak değil. Bir damla suyun bozduğu orucumuzun; yalanla, riyayla, haramla zarara uğradığını da akıldan çıkarmamak gerek.

Şimdi ramazan ayına ulaştık. İşte buna şükredilir. “Nerde o eski ramazanlar” diyen diyene olacak yine. Kendi yaşadığı eski ramazanları anlatanlar, iftardan sahurdan dem vuranlar… Değişiyor değişmekte olan ama şu bir gerçek, ramazan aynı ramazan. Değişen aslında insanlar. Değişen biziz. Öyle bir toplum halini aldık ki toplumsallıktan bireyselliğe doğru büyük bir hızla ilerliyoruz. Kendi dünyasına çekilen insanlar olduk. Kendi evi, kendi ailesi, kendi akrabası, kendi iftarı, kendi sahuru. Dışa açılmak istemeyen, kendi kendine yaşayan büyük bir toplum olduk.

Zaman geçmeden bizden olan her şeye sımsıkı sarılmak en güzeli. Gönül mabetlerini başkası değil yine bizler yıkıyoruz. Onaracak da yine biziz. Ramazan geçecek, bayram gelecek. Bayramı ya şehir dışına kaçarak ya da evine tıkılarak geçirenlerin serzenişte bulunmaya hakları yoktur. Bayramı bayram gibi ramazanı da adına yakışır şekilde yaşamak bizim elimizde. Hey gidi günler demeden, yaşanacak günler bu günler deyip günün tadını çıkarmak gerek. Bizlerin de yaşadığı günlerin günün birinde eskimesine fırsat vermeden hatırı sayılır günler yaşamalıyız. Işık bizim elimizde ve kalbimizde. 89


İSMAİL BİNGÖL

VE SANATI-2-

* İsmail Bingöl, yazılarında hem gözlemlerine, hem duygularına, hem de incelemelerine yer veren araştırmacı zihniyetli bir yazardır. Yazılarında akademik bir hava da sezilmekte ve denemelerinde bile makale tarzı hissedilmektedir. Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*

rzurum’un çok ünlü türküsü ‘Hümâ Kuşu’ da ele alınan türkülerden biri. Bu türküde geçen efsane kuş Hümâ’nın gölgesinin türkünün üzerine de düştüğü için türküye ad olduğunu, bu nedenle türküsünün de ‘efsaneleştiğini’ belirten Bingöl, ‘Bir Efsane Türkü’ başlıklı yazısında, bu türküyle ilgili çeşitli şair ve yazarların düşüncelerine yer veriyor. İşte onlardan biri, Fethi Gemuhluoğlu’nun Almanya’dayken Ahmet Kabaklı’ya yazdığı bir mektuptaki ifadelerinden alınmış: “Siz bizim oraların mayalarını bilirsiniz Aziz Kabaklı, beni ağlamaklı eden bir türkü ‘Hümâ Kuşu yükseklerden seslenir’ türküsüdür.” (s. 69) Kitaplarda çok farklı başlıklar altında türkülerle ilgili harikulade yazılar var. İşte onlardan bir kaçı: “Türkülerde Yaşayanlar”, “Eski Zaman Türküleri”, “Sevda Sözleri Yazmalıyız Hayatımıza”, “Gönül Gurbet Ele Varma”, “Ağam Nerden Aşar Yolu Yaylanın”, “Toprağın Vatan Oluşu veya Allahuekber’deki Binlerce Şehit”, “Feleğe Bir Sitem veya Emrah’tan Bir Nida”, “Bir Türkü Yüzünden Düşmüşüm Acılara” ve kitaba adını veren “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler”. Bunlar, başlıklardan bazıları. Daha birçok yazı var. Her biri kısa kısa ve okudukça okuyası gelen denemeler bunlar. Üçüncüsü şehirden portreler veya insan manzaraları: Bingöl, bu tarz yazılarında, ele aldığı konularla ilgili olarak o hususlarla ilgilenmiş olan Erzurumlular veya Erzurum’a değer vermiş önemli şahsiyetlerden bahsetmektedir.

*TC.Atatürk Üniversitesi

sayı//58// mayıs 90

Erzurum türkülerinin derlenmesinde emeği bulunan Faruk Kaleli, Erzurum türkülerine gönül veren Ragıp Topçu, Erzurum’a geldiği iki günlük intibalarının nakledildiği büyük şair Yahya Kemal, Erzurumlu olmamasına rağmen ömrünün 35 yıllık bölümünü Erzurum’da geçiren edebiyatçı Prof. Dr. Orhan Okay, doğup büyüdüğü şehrini çok seven ve sevdiği topraklarda medfun bulunan Feyyaz İbrahimhakkıoğlu, Karadenizli olduğu halde ömrünün tamamını Erzurum’da geçiren Hemşin Pastanesi’nin sahibi Nail Usta, Erzurumlu ressam Haluk Güçlü, şehrin manevi mimarlarından Hacı Mevlüt Baba gibi kişiliklerden, onlarla yapılmış röportaj veya araştırmalar dahilinde söz edilmekte; kaybolan semtlerden, küçülen ya da köyleşen şehirden, Erzurum'un sokaklarından, Erzurumlu


âşıklarımızdan, şehrimizin mevsimleri ve kendine özgü mevsim özelliklerinden, Erzurum’un ramazan ve bayram kültüründen ve nihayet Erzurum’da geçmişten bugüne yayınlanan gazeteler bağlamında basın tarihinden bahsedilmektedir. Dördüncüsü şehirdeki mekânlar: İsmail Bingöl, bu kategoride Erzurum’un tarihi eserleri, şehre özgü evleri, hanları, mahalleleri, sokakları gibi şehre hüviyet kazandıran yerlerden bahsederek, şehri tanımanın, insanın kendisini tanıması gibi olduğunu vurgulamaktadır. İnsan kendisini tanımazsa, nasıl kimlik ve kişiliğini oluşturamazsa, yaşadığı evi, şehrinin sokaklarını, mahallelerini, tarihi eserlerini tanımayan insan da o şehre aidiyet duygusunu oluşturamaz. Yaşadığı yere hep yabancı kalır. Görülüyor ki İsmail Bingöl, yazılarında hem gözlemlerine, hem duygularına, hem de incelemelerine yer veren araştırmacı zihniyetli bir yazardır. Yazılarında akademik bir hava da sezilmekte ve denemelerinde bile makale tarzı hissedilmektedir. Bunun en güzel örneklerini de “Ey Kelime ve Ey Ses” ismini verdiği kitabında vermektedir. İsmail Bingöl, gençlik günlerinden bu yana şiire ilgi duyan, önceleri büyük ve tanınmış Türk şairlerinin şiirlerini okuyan, ilerleyen zamanlarda ise kendi şiirlerini de oluşturmaya başlayan ve nihayet iki şiir kitabı yayınlamış ve üçüncüsü de yayına hazır hale getirilmiş olan tanınmış bir şairdir. İki şiir kitabının adları şöyle: “Ay Düşleri” ve “Sırrını Söyleyen Rüzgâr”. Bingöl’ün, nev’i şahsına özgü bir şiir anlayışına sahip olduğunu düşünüyorum. Öncelikle serbest şiir diyebileceğimiz bir tarzı kullanıyor. Ancak zaman zaman kafiye uyumunu da gözettiği dikkatlerden kaçmıyor. Şiirlerinde duygunun ön plana çıktığı gözlemlenen Bingöl, düşünceyi de ihmal etmemeye gayret ediyor. Şiirlerinde herkesin anlayabileceği kavramlar kullandığı gözlemlenmesine rağmen, zaman zaman da terkiplere yer veriyor. Şiirlerinde konu olarak denemelerinde olduğu gibi şehir yine öne çıkıyor. Ancak şiirin ortaya çıkışının ana nedeni olan aşk da onun şiirlerinde hissedilen bir tema olarak dikkat çekiyor. İsmail Bingöl, “Ay Düşleri” adını verdiği şiir kitabının ön kısmında adeta bir poetika oluşturmuş. Belki poetikasını tamamlamamış olsa da en azından bir giriş yapmış. İşte o,

poetikaya giriş mahiyetindeki bu bölümde şiir hakkındaki düşüncelerini şöyle anlatmakta: “Şair; içini şiirlere döken, şiirden aldıklarıyla içteki kozasını ören… Ördükçe örmek isteyen… Ve bir çemberin etrafında dönüldüğü gibi; ‘bir mısra yakalamak uğruna’ kelimelerin, seslerin ve de duyguların etrafında dönüp dönüp duran… Kavgalara, zıtlıklara, çekişmelere, kirliliklere; şiirin yardımıyla kayıt düşen… Hürriyetini, rahatını, düşünmemenin kaygısızlığını mısralar için terk eden belki de…” Yine İsmail Bingöl’e göre “şair; ayrılığı, aşkı, sevdayı, dostluğu, ölümü, doğruyu, yanlışı, geleni, gideni, seveni, sevmeyeni ve daha birçok temayı mısralarla kendince işleyen ve sorgulayan…”dır. Bir şairi tanımanın yolu nasıldır? İsmail Bingöl’e göre “asıl anlamıyla şair, zaten hissettikleriyle, duyuşlarıyla, düşünceleriyle ve daha pek çok yönüyle, yazdıklarında gizlidir.” “Ay Düşleri” kitabının şairini tanımanın yolu da Ay Düşleri’ni okumaktan geçiyor. Ama yine de ben, onun şiir yolculuğundan kısaca söz etmeden geçemeyeceğim. Kadim dostum İsmail Bingöl, daha lisenin ilk sınıfından itibaren şiirle dost olmuştu. Güzel şiir okur, şiir yazma denemeleri yapardı. Bizlerde de benzer çabalar olmuştu, ama biz çabuk pes ettik. Çünkü şiir yazmak isteyen ya da şiir yazan herkes şair olamaz. Her şeyden önce şair tabiatlı olmak gerekir. İşte İsmail Bingöl, şiire istidadı olan ve hatta şair tabiatlı doğanlardan biridir. O, şiirlerini oluştururken ‘bir mısra yakalamak uğruna’ rahatını hiçe sayıp sancılar çekenlerdendir. Bu sancılarını, kitabının “Şiire ve Şaire Dair Birkaç Söz” başlığı altında “karın lapa lapa yağdığı gece yarılarında ya da yağmurlu bir günde; sokakları, caddeleri arşınlarken; aklında, fikrinde şiir olan… İç burkuntuları büyüdükçe, şiiri de büyüyen… Gördüklerinin, bildiklerinin, yaşadıklarının ışığında şiirin dünyasını kavramaya çalışan…” ifadeleriyle anlatan İsmail Bingöl kardeşim, çokça şiir sancıları çekmiş ama bu sancılar, birçok şiirin doğmasına sebep olmuş ve bu gün zevkle okuduğumuz iki güzel şiir kitabı ortaya çıkmıştır. İlk kitabının adını “Ay Düşleri” olarak belirlemiş. Aktardığım ifadelerinden de anlaşılacağı üzere bir gece vaktinde düşler dünyasında gezinti yaptığı bir zamanda yazdığı şiirinin adını vermiş kitabına. Herkes karanlık 91


bir gece vaktinde ortalığı aydınlatan o parlaklığa bakıp geçer. Çoğumuz, Ay olmasaydı yolumuzu nasıl görürdük diye düşünürken aynı Ay, onu düşlere daldırmış ve bu izlenim, onda şairce algılar meydana getirmiş, onun duygularını hareketlendirerek bu şiiri doğurmuş. Kim bilir kitaptaki şiirler, herkes için fazla bir anlam taşımayan hangi ortamlarda ve hangi duygularla doğdu? Mutlaka her şiirinin kendine özgü bir öyküsü vardır. Bunları bilemeyiz, ama ortaya çıkan şiirler, onun halet-i ruhiyesini az çok ifade ediyor. Hepsine ciddi emek verdiği anlaşılıyor. İsmail Bingöl’ün bu duygularına yön veren sezgilerinin kesiştiği gönlüne ve bu duyguları somutlaştıran kalemine ve emeğine sağlık. Okuyunca göreceksiniz ki “Ay Düşleri”(s. 7879) ve “Bir Adam Vardı”(s. 35-38) şiirleri, İsmail Bingöl’ün şiir oluştururken neler çektiğini, ne tür iç sıkıntıları yaşadığını, duygularını kelimelere dökerken geçirdiği ruh hallerini anlatır gibidir.

“Aşk / İşte o büyük kuvvet / Yeniden ve daha bir dirlikle dönmelidir / Yeryüzüne” Mısralarında aşkı bir güç olarak betimlemiş. Sevgili dostum İsmail Bingöl, doğup büyüdüğü, yaşadığı şehir olan Erzurum’u unutmamış şiirlerinde. “Yaşadığım Şehir İçin…” adını taşıyan bölümdeki “Erzurum” (s. 144) adlı şiire;

Kitaba alınan şiirlerde, hangi şiirin, hangi tarihte yazıldığı belirtilmemiş. Bu bir eksiklik değil, belki de şair bunu bilerek yapmış, bu kitaba kaç yıldır emek verdiği ve yılların izi belli olmasın diye. Bu tarih belli etmeyiş, belki şiiri yazmaya başladığı tarihle bittiği tarih arasında uzun bir zaman olduğu içindir; belki de bir tek şiir için aylarca, belki yıllarca sancı çektiği bilinmesin diyedir. Büyük şair Yahya Kemal de bazı şiirlerini uzun yıllar içinde yazmamış mıydı? Şiir bu, ne zaman içe doğacağı bilinmez. Bazen erken doğuverir, bazen de tam şeklini bulmak için yıllarca sancı çektirir.

BU ŞEHİR, BEKÇİSİDİR YÜZYILLARDIR HÜRRİYETİN

Kitapta en kutsal varlığımız analarımıza yazılmış şiirler, inandığımız değerleri anlatan şiirler, şairlerin ilham kaynağı aşk’a dair şiirler, şehir ve özellikle de Erzurum üstüne yazılmış şiirler ve daha nice temalar üzerine mısralar var. Birkaç örnek vermek istiyorum: “Anama” (s. 18-19) adını verdiği şiirinde analığın kutsallığını “Hangi oğul bilir / Anasının hikâyesini / Hangi dil anlatabilir / Anaların çilesini / Kim bilir hangi çizgi / Hangi hüznün eseri” dizeleriyle başlamış ve devam etmiş anaları anlatmaya. Aşk, şairlerin esin kaynağıdır. Aşk, yaşama gücüdür. Nitekim İsmail Bingöl de “Aşk / İşte O Büyük Kuvvet” (s. 85) adlı şiirinde

sayı//58// mayıs 92

“Karlar ülkesinin çocuğuyum Beyazın nam saldığı Çilenin buram buram tüttüğü Bir diyardır benim yaşadığım İçli sevdalarla yüklü Yüreği türkülere vurgun Sabırlı insanlar yurdudur / Erzurum” dizeleriyle başlamış ve bu nefis şiirini, eskilerin ‘mısra-i berceste’ dediği, “BU ŞEHİR, SESİDİR BAŞTANBAŞA BİR MİLLETİN

Belki hiçbir zaman / Kadri bilinmeyecektir Erzurum’un/Ama vatan uğrunda terk-i can etmek Hep muradı olacaktır Erzurumlu’nun” mısralarıyla bitirmiş. “Sırrını Söyleyen Rüzgar”da yine aynı konulara yer verilmiş. İlk kitabında annesine şiir yazan Bingöl, ikinci kitabında babasını da şiirine konu edinmiş ve “Babamın Kibrit Sevdası” şiirinde babasının sigarasını yaktığı kibriti elinde tam anlamıyla kül olana kadar nasıl özenle tuttuğunu anlatarak yad etmektedir. Öfkeli bir anında oğluna kızan bir babanın oğlundan nasıl özür dilediğini görmek istiyorsanız …………………… şiirini, öğretmeni Mehmet Bayram için yazdığı duygusal şiiri görmek için “Öğretmenim”i, milli duyguların şahlanışını anlamak için “Bu ses Çanakkale’den”i, memleketimizin içinden geçip gittiği yetmişli yılları anlayabilmek için “Onlar ki”yi, aşkın nasıl bir duygu olduğunu anlamak için “Zülfünün Bir Telini Görmek İçin”i, “Sevda Masalı”nı ve “Aşk Bizden Uzağa Düşer’i ve kısacası kitabın bütününü okumak gerekmektedir. Bazı deneme ve şiirlerinden kısa alıntılarla İsmail Bingöl’ü tanıtmaya çalıştımsa da, anlatması uzun sürer; en iyisi kitaplarını okuyarak tanımak ve anlamak. Kitaplarda lezzetli deneme ve şiir aramaya gerek yok, çünkü hepsi birbirinden nefis ve lezzetli.


7'LER AŞKINA İbrâhim BAŞER

vaadlerin vardı cömerttiler herkesin cebinde bir mavi boncuk bilirim ne yapsam az şehr-i naz gümüştendi nargilemin marpucu ve demli bir çaydı demleneni de vardı bilirim ne desem az şehr-i haz yanık nağmelerdi özleyişler ve yollarını gözleyişler isyan olsa da bazen bilirim sana döner her âvâz şehr-i saz zindanlardaki nemdi gözyaşlarım yâr, sînemdi kime diyemdi bilirim ıztırabım da kâr şehr-i zâr bahar rüzgârında salınan gelincik alıydı yanaklarda kızaran ve ilk alâkaların yürek kıpırtısı bilirim mahcup sevdâlar şehr-i âr türkuvaz bir çinide açan kırmızı lâle günbatımında kubbelere dökülen ateşten şelâle bilirim gönlümde yanar şehr-i nâr buğulu her sabah ezanında buğusu üstünde bir taze somun ve açılan avuçlarda şifreleri sonsuzun bilirim kökü derinde bir yaşlı çınar şehr-i yâr 93


TANINMIŞ BİR CAN SIKINTISIYDI,

HIZLA GEÇİYORDU HER ŞEY..

Hızla gelişiyordu her şey. Fakat aynı hızla tükeniyordu her şey. Muhabbet, dostluk, komşuluk, arkadaşlık, yarenlik. İnsanlık insanla beraber yürümüyor koşuyor, koşmuyor, uçuyordu. Ya da sınıfta kalıyordu insanlık dediğin bir eski zaman masallarının kollarında.. İmdat AKKOYUN

er şey hızla akıyordu. Ve coşkun bir ırmak olarak onunla birlikte hayat da. Köyler, kasabalar, caddeler, sokaklar ve şehirler de. Arabalar hızla akıyordu oto yollarda. Aynı hızla arkamızda kalıyordu yolun kenarındaki gür meşe palamutları, ardı ağaçları, salkım söğüt ağaçlar, sürüler halinde ağıllarına koşan koyunlar, ağılları yaran kuzular annelerine, başı dumanlı, mor sümbüllü bağlar, o dağlar ellerinde kirmanlarıyla anneler, dillerinde ağıtlar. Gürül gürül akan çeşmeler, kurumuş akmayan, kurnası kırılmış çeşmeler. O çeşmelerin başında güzeller, dudaklarında sevgiliye seranat türküler. Başında salkım saçak söğütler de aynı hızla geride kalıyordu. Geride metruk evler, kerpiç duvarlar, boyası kalkmış, sıvası dökülmüş beyaz badanalı, taş duvarlı köyler, sokaklarında bir kaç deli ile velinin kol kola gezdiği kasabalar. Mahalle kahvesinde vakti bekleyen ihtiyarlar, koyu gölgesinde bir ömrü sağaltan çınar ağaçları. Her şey hızla akıyordu. Ömür de öyle. Tanınmış bir can sıkıntısıydı içimizde sevinip duran akıp giden zamana karşı. Hızla akıyordu her şey. Hızla gelişiyordu her şey. Fakat aynı hızla tükeniyordu her şey. Muhabbet, dostluk, komşuluk, arkadaşlık, yarenlik. İnsanlık insanla beraber yürümüyor koşuyor, koşmuyor, uçuyordu. Ya da sınıfta kalıyordu insanlık dediğin bir eski zaman masallarının kollarında. İnsan önce yaya gidiyordu gittiği her yere. O giderken bir refiki de oluyordu. Konaklayacağı bir yer oluyordu. Ocak başı bir cezve ve o cezve de dibi tutmuş bir kahve. O kahve de bir yarenlik büyüyordu an be an. Sonra atlar, eşekler çıktı ve koşmaya başladı. İnsanlıkta onunla aynı hizadaydı. Fakat yine de çok şey kaybetmiş sayılmazdık. Netice de hayvan da bir canlıydı ve bir müddet sonra yoruluyordu, acıkıyordu, susuyordu. Dinlenmek kaçınılmaz oluyordu. Her şey akar. Her şey hızla kendine akar. Her şey hızla kaderine akıyordu. Yukarıda bahsettiğimiz hadiseler kaçınılmaz olarak bir kader olarak yükleniyordu insanlığın boynuna. Sonra trenler çıktı. Raylar üzerinde tiki tak, tiki tak ilerlerken flulaşmaya başladı her şey. Artık mekânla insan arasında her şey silikleşmeye başladı. Avusturyalı Robert Musil'in

sayı//58// mayıs 94


o meşhur "Niteliksiz Adam" kitabında bahsettiği gibi : " Herkesin elinde bir kronometre, koşuşturduğu ya da hareketsiz durduğu bir tür süper-amerikan kenti, (...)Havadan giden trenler, yerin üzerinden giden trenler, yeraltından giden trenler, borular içerisinden gerçekleştirilen taşımalar, motorlu taşıt zincirleri yatay olarak, hızla asansörler ise dikey olarak insan kitlelerini bir trafik düzleminden ötekine pompalamaktadır." Hız hızla yayılmaktaydı. 1900’lerin başında “mekânı hareketle dolu olarak tasavvur etmek, hem de daima böyle tasavvur etmek kesinlikle Amerika’ya özgü bir şey” olarak düşündüğü genel gereksinim kesintisiz trafik akışı şimdilerde hemen her yerdeydi. 1970 ‘lerde yaya gidip geldiği şehirlere babam 80’lerde traktörle gidip gelmeye başlamıştı. Şimdilerde ise 90’larda traktör girmeyen o evlerin hemen hepsine son model otomobiller girmeye başlamıştı. Hareket, hız yoğunluğunun en fazla olduğu yerlerde olmaya başlamıştı. Akış büyük bir hareketlenme halinde devam ediyordu artık. Kentleşme bu hızlanmayı daha çok hızlandırmıştı. İnsanlar bir zamanlardan daha fazla birlikteydiler. Aynı cadde de, aynı sokakta, aynı mahallede, aynı kasabada, aynı kentte. Üst üste, yan yana, sağlı, sollu. Artık insanlar bir yerden bir yere daha kolay gidebiliyorlardı. Uzak mesafeler yakın olmuştu. Fakat hızın bu şekildeki seri üretimi ikamet etmek ile seyahat etmek arasındaki ayrımı gittikçe silikleştirmişti. İnsanlar bir araya geldikçe daha fazla bir yerlere

yetişme gayreti içinde olmaya başlamışlardı. Artık metrolar, tramvaylar, trenler, hızlı trenler, hususi otomobiller daha fazla gereksinim haline gelmişti. Yetişme, ilerleme, ulaşma beraberinde hızı artırmıştı. Artık ortalama günlerinin en az iki üç saatini hıza, bir yerden bir yere yetişmeye, ulaşıma verir olmuşlardı. Otobanda hızla ilerlerken geride kalan ağaçlar, evler, tarlalar, bağlar bahçelerle aynı anda geri kalıyordu ıskalanmış hayatlar. Hani durup selam versem hasbelkader o tarlalarda alnının terini silen birine ne hikâyeler çıkacaktı kim bilir? Ya da kapısını çalsam o geride kalan tek katlı, ahşap yapılı, kiremit örtülü, kireç boyalı evlere buyur edeceklerdi eminim hemen içeri. Belki soğuk bir ayran, bol köpüklü. Belki de handiyse sabahtan beri bir gelen olsa da demlesek der gibi sobanın üstünden güğümü indirip demledikleri çayları yudumlayacaktık belki de. Bir an gözüme takılıp kalan asasına dayanmış o çobanın dinginliğine karışacaktık belki de bir selam ile. Fakat heyhat bütün bunlara imkân yoktu. Zaman hızlıydı ve hızla akıyordu hayat. Bu yirminci yüzyılın dev piramitleri hızla tüketiyordu aramızdaki değerleri insanlıkla. Sadece otobanlarla sınırlı tutmak mümkün değildi elbet bu hız problemini. Şehir her yerdeydi ve her yerde aynı çıkmazdı. Şehrin dışı gibi içi de aynıydı. Modern dünya bir şehirden ibaretti. Gertrude Stein’,in Amerika için dediği şey hemen her yer için gerekliydi. 1850 yıllarından itibaren başlayan sanayileşme beraberinden getirdiği hızla birçok şeyi de allak 95


bullak etmişti. “Mekânı hareketle dolu tasavvur etmek, hem de daima öyle tasavvur etmek kesinlikle Amerika’ya özgü bir şey” diyordu. Oysa bugün gelinen noktada baktığımızda her yer Amerika olmuş. Kime baksak, nereye baksak bir yetişememezlik söz konusu. Doğuyu bilmem. Batı Anadolu’da 1980'lere kadar araba handiyse yoktu. Traktör henüz her köyde tek tük. İnsanlar işlerini traktörlerle gördükleri gibi taşımacılığı da traktörlerle görüyorlardı. Kasabanın pazarı olduğu günler insanlarla koyunlar, kuzular, yumurta sepetleri, un çuvalları, yağ tenekeleri, horozlar, hindiler yan yana, üst üste gidiyorlardı. Bu onca gürültüye rağmen hala kaybedilmeyen bir iyiliğe de sebep oluyordu, yavaşlığa. Zira giderken üstü başı boyayan tozu dumana rağmen bir muhabbetin de demine katkı sağlıyordu. 1990’larda traktörler yavaş yavaş otomobillere bıraktılar. Hızla arttı otomobiller. İnsanların alım gücü artmış, sanayi ucuzlamış hemen her evinin önüne bir araba, hemen bir insanın altına bir araba koyulmuştu. Hızın hızla artımı ikamet etmek ve seyahat etmek arasındaki ayrımı git gide ortadan kaldırıyordu. Bu bize görmekten ziyade gezmek, hareket etmek özgürlüğü veriyordu. Artık görmüyorduk. Git gide miyoplaşıyor, hatta körleşiyorduk. Bir yeri görmek, oranın inceliklerini görmek, farkı fark etmek için gitmekten çok gittiğimiz yere odaklanır olmuştuk. Hal ortadan kalkmıştı. Görüntü dediğimiz sadece arabamızın camlarına siluetler olarak düşen coğrafyanın izdüşümleri idi. Geçtiğimiz yerlerin yaşam alanları, sosyolojik ve psikolojik okumalar da yoktu. Gönle dokunma

hepten yoktu. Kalptan kalbe bir yol gitmiyordu. Eskilerin “oğlum her gittiğin yerde bir saray inşa et” sözü birer esatiri evvele dönüşmüştü. Hızın odaklandığı tek bir şey vardı; varılması gereken nokta. Bazen oturduğum yerden gelip geçen dostlarıma uğrayıp bir çayımı içseydin dedim. Dudak ucuyla sözü yuvarlayıp geçiyordu ahbabım. Haklıydı, hız denen o ne menem şey koltuğa oturur oturmaz seni bir an önce hedefine ulaştırmak için kamçılayıp duruyordu. Biraz yavaş lütfen! Geçtiğimiz köylerden kasabalardan, sokaklardan, caddelerden biraz yavaş geçebilseydik ağır akan hayatın akışını bizzat gözlemleyebilecektik belki de. Sokakları anlamlandıran adları, tarihi çeşmeleri, el işi ustalıkları bir cami duvarında, kaç nesli bir arada bir cami haziresinde. Modernizm insanları şehirlerde, şehirlerde de kalabalık meydanlarda, caddelerde toplayarak yok ediyordu. Birbirine yabancı, yetişmeye odaklı, toplumsal yapının yapıtaşı olmaktan uzak cılız bireyler olarak yok ediyordu onları. Bulvarlar, meydanlar, AVM’ler kimliksiz ve aidiyetsiz yığınlar haline getiriyordu. Şehri tanımakla başlar her şey. “Yaşadığımız şehri konuşuyoruz (…) bunun için o şehirde yaşamamız, içinde gezinmemiz, onu izlememiz yeterlidir,” diyecekti oysa Bartles. Bunun için ayaklarımızın yere basması, ökçelerimizin toprakla temas etmesi yani yürümemiz gerekirdi. Bunu da konuşuruz inşallah…




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.