Biz’den… Bin Minnet ve Rahmet Sizlere” İki Yüz Elli Bir” ler.. Eğer mezarda, şafak sökmiyen zindanda Ceset çürür ve tahayyül kalırsa insanda Cihan vatandan ibarettir itikadımca Budur ölümde benim çerçevem muradımca Vatan şehirleri karşımda her saat bir bir Fatihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir. Şerefli kubbeler iklimi Marmarayla Boğaz Üzerlerinde hudutsuz ve bitmeyen bir yaz. Bütün eserlerimiz, halkımız ve erlerimiz Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz. İçimde dalgalı tekbiri en güzel dinin Zaman zaman da nevakârı doğsun ıtrî ‘nin Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle. Yahya Kemâl’in haykırışında tarihi, toprakları, insanları, hatıraları, milli kültürü ve yaşayışıyla kurulan bir yurt inanışı ve sevgisi vardır… Bu duyguları yüreklerinde kor gibi saklıyan bir millet var bu topraklarda.. Vatan dendimi içindeki kor ateşe dönüverir her zaman.. Vatanda yaşayıp vatan için vatanın bağrında şehit olanlar içinde mısraları var Yahya Kemal ustanın; Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.. Bundan üç yıl önce şehitlerimizin kanıyla sahip olduğumuz bu topraklarda, düşmanlar, hainler, işbirlikçileri, bu vatanı elimizden alıp milletimizi esir edeceklerdi.. Milletin kendi silahlarıyla millete ateş açtılar, bombalar attılar, tanklarla ezdiler..Devletimizin başkanını öldürmek istediler.. Asker millet bu oyuna, şah dedi ve ne olduklarını anlıyamadan mat oldular.. Bu oyuna karşı direniş gösteren bir coşku vardı millette, yeniden bir diriliş vardı bin yıl öncesine atfen, dirilip tekrar doğuşun bir miladı gibiydi bu ruh dünyası.. O günkü adı ile Boğaziçi köprüsünde, Şehzadebaşı’nda, Vatan Caddesi’nde, İstanbul’un Ankara’nın ve bütün şehirlerimizin her noktasında ,abdestini alıp geleceğe yolculuğa çıkanlar vardı o gece saat 22 den sonra.. Çengelköy’de oturan bir dost vardı.. Son zamanlarda tanıdığım, tanıdığıma çok mutlu olduğum nadir insanlardan biriydi Mustafa Cambaz..Cennet Vatanın fotoğrafçısı derlerdi ona..O gece yeniden bir İstiklal savaşında nefer olarak çıkmıştı sokağa ..silahı fotoğraf makinasıydı, onu bile yanına
almamıştı Mustafa..İçi dışı bir olan insan, kahpe kurşunlara hedef olmuştu o gece..Şerefli hayatı şerefle sonlanmıştı, hayır sonlanmadı! Mustafa asıl bundan sonra yaşamalıydı.. Şehadeti en çok hakeden bir vatanseverdi…Hoş , bu vatana ayak bastıktan şehadetine kadar henüz kimlik alamamıştı, olsundu onun kimliği şehadeti oldu, kimliğini kanıyla yazdı.. Cennet vatanın fotoğrafçısı Cennet’e götürülmüştü o gece, melekler tarafından…Sevgili Mustafa , bu vatan sana minnettardır… Şehzadebaşı’nda, İBB binasının önündeki havuzu yapan mimar bilirmiydi yaparken, o havuzun abdest alınan bir havuz olacağını.. Rahmetli Menderesin aklına gelirmiydi bu binayı yaparken, dünyanın en güzel şehrine hizmet için yaptığı binayı kahpe kişiler işgal edecekler ve bu binadan milletine ateş açılacak, 17 kişi şehit olacak..O Gece bu manzara içinde manzaraya mülaki olurken sarayın hemen bitişiğindeki mescidin yanındaki hazirenin hikayesi geldi aklıma, ve sonra çokça zikrettim.. İstanbul Fethedildiğinde Türk askeri şehre girer , ancak sokak çatışmaları devam eder..Şehitler vardır, Koca Sultana sorarlar şehitleri nereye defnedelim? Sultan buyurur, şehit oldukları yere defnedin..15 Temmuz gecesi bu alanda şehit olan 17 kişidir, gazilerden biri daha sonra vefat eder ..bu alandaki şehit sayısı 18 dir..566 yıl önce Fetih sırasındaki tam bu alandaki çatışmalarda şehit olanların sayısıda 18 dir..İşte onun için bu mescidin adıda 18 Sekbanlar mescididir…yani 563 yıl sonra aynı sayıda şehit aynı dava için aynı topraklarda şehit olup buluşmuşlardır…hepsine rahmet, dua ve minnet duygularımızla… Kader ağını ördü ve 251 vatan evladı o gece şehit oldu, binlercesi gazi.. Bugün o canların başucunda iç aydınlığına dalan şehirlerden birer servi nöbet bekler.. Koyu renkli, koyu gölgeli ve ahiret kokulu birer servi.. Hepimizden bir şeyler taşıyan servi.. Şu anda dallarının arasından süzülüp geçen rüzgâra ruhunuzun sıcak bir selamını tevdi ederek bize ve bir zamanlar gezdiğiniz ,dolaştığıniz tepelere ulaştırmasını emrediyor.. O selâmı huşû içinde saygıyla hürmetle selamlarız, seksen milyonla beraber hepimizden bin minnet ve rahmet sizlere” iki yüz elli bir” ler.. Şehir Ve Kültür dergimiz, 60.sayısını bir temmuz ayında huzurunuza çıkarıyor, şehitlerimize minnetle okuyucularımıza saygıyla ayaktayız.. Hz.Mevlâna der kİ; “Işığın kıymeti, karanlıkla anlaşılır. Nimetin değeri, külfetle idrâk olunur. Bu âlemde, her şey zıddıyla anlaşılabilmektedir.” “Hoş bulduk efendim,Hoşça bakın zatınıza…”
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 10
KAF DAĞI’NIN ARDINDAKi KÜLTÜR HAZiNESi: HINALIK Prof. Dr. Abdulhamit AVŞAR
BERAT VE
BERAT EVLERi
Dr. M. Sinan GENİM
20 30
42
GÖBEKLiTEPE VE MEDENiYETiN
12 BiN YIL ÖNCEKi iLK iZiNE DOĞRU
Muhsin İlyas SUBAŞI
46
MEDiNE’Yi iSTANBUL’DA KOKLADIK Erbay KÜCET
iSTANBUL TÜRKÇESİ EN GÜZEL
BURADA KONUŞULURDU Mehmet Kâmil BERSE
YiTiK COĞRAFYANIN
ŞEHiRLERi: SOFYA Hüseyin YÜRÜK
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak
48 56
FUAT SEZGiN
YILI’NIN ÖNEMi Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN
TÜRK VE iSLAM ESERLERi MÜZESİ ETNOGRAFYA SERGiSi;
19.YÜZYILDA iSTANBUL Kâmil ORTAKCI
Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
9 TABİATLA SAVAŞAN SAVAŞI KAYBEDER / Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN 14 Hz. MEVLÂNA, KONYA VE DÜNYA / Kâmil UĞURLU 19 ÖFKE / Recep ARSLAN
66
YERALTINDAKi GÖRKEMLi
24 İŞKODRA: TARİHİN KOYNUNDA SAKLI BİR GÜZEL ŞEHİR / Fahri TUNA
“YEREBATAN SARAYI” Salih DOĞAN
26 ÜMRAN BİR ŞEHİR VE “CEVHER AĞA ÜZERİNDEN KENT KİMLİĞİ OLUŞTURMA” / Dr.Mehmet MAZAK
TAŞ YAPI BAZiLiKA SARNICI
29 YORGUN -şiir-/ Kâmil UĞURLU 34 KÜÇÜK AYASOFYA'NIN SAKİNLİĞİ / Nidayi SEVİM
76
37 SU, ŞEHİR VE EDEBİYAT / Bekir SÜRÜCÜ
ŞEHiR ESTETiĞi Ahmet NARiNOĞLU
38 KAPLICA’DA İNECEK VAR / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 52 ZEYTUN’DA ERMENİ İSYANLARI VE ALİ HAYDAR PAŞA / Serdar YAKAR 62 BİR SOSYOLOJİ ÖĞRENCİSİNİN İNTİBALARI / HAZIRLAYAN (Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı): Cem ERİŞ 65 DAR, MWENGE 21 Ocak 2014: BEYAZ ADAMIN SİYAH AŞKI / Veli DALBUDAK 69 “KAHRAMANMARAŞ’IN ÖYKÜSÜ” -şehir kitap- / Kitap Tanıtım: Ahmet Doğan İLBEY
80
SÖZ SULTANLARI
Muhsin DURAN
70 BALKONSUZ EVLER / İsmail BİNGÖL 72 MEHMET RAGIP KARCI AĞABEY: KÜLTÜRÜMÜZÜN HAMURUNU YOĞURAN BİR İNSAN/ Prof. Dr. Âdem EFE 82 DİJİTAL KÜLTÜR VE ŞEHİRLERİN YALNIZLIĞI / Sinan DENİZ 84 BURSA VE KIRK ÇEŞME SULARI / Dr. Şakir DİCLEHAN 86 BİR ŞEHİR MASALI DİYELİM.. / Recep GARİP
90
88 MEDDAH / İbrahim BAŞER
KAHVEHANELER Ahmet NARiNOĞLU
91 HİCAZ TOPRAKLARINDA 1814 YILINDA YAPILMIŞ BİR SEYAHATİN NAMESİ / Kitap Tanıtım: Süleyman Sezai YAZAR 92 YARALI KELİMELERLE KENDİNİ AVUTAN DA KİMDİR / Mehmet BAŞ
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay.
Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com
Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
Kapak Fotoğrafı:
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com
ehir ve Kültür dergimizin bu sayısında, kardeş Azerbaycan’ın son derece ilginç bir yöresi olan Hınalık’tan söz etmek istiyorum.
KAF DAĞI’NIN ARDINDAKİ
KÜLTÜR HAZİNESİ:
HINALIK Denizden yaklaşık 2500 metre yüksekliğe kurulmuş. Yine Hınalık’ı nadir kılan hususiyetlerden bir diğeri de bu yükseklikteki yaşantının kesintisiz olarak binlerce yıldan beri sürdürülüyor olması. Hınalık dili, dünyanın kendine has dillerinden birisi olma özelliği taşıyor. Bir anlamda, kaybolmakta olan kadim diller arasında. Buradan başka bir yerde de konuşulmamakta Abdulhamit AVŞAR*
Hınalık’a, TRT Bakü Temsilciliği görevim sırasında, 2005 yılında gitmiştim. Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki, Sovyetler Birliği döneminde burası ile ilgili çeşitli belgesel filmler çekilmiş, ancak bizim bölgeye, ülke dışından giden ilk televizyon ekibi olduğumuz söylendi. Bunun bölge insanının gözünde hem kurumumuz hem de ülkemiz ile ilgili son derece olumlu bir intiba oluşturduğunu gözlemlemek doğrusu beni çok memnun etmişti. Bu öncülüğümüzün başka neticeleri de oldu, sonraki zamanlarda. O günlerde, sanal mecralar dâhil, hakkında ön bilgi edinebileceğimiz sağlıklı bir kaynağa ulaşamadığımız Hınalık’la ilgili, bugün onlarca yazı, fotoğraf ve video bulmak mümkün. Ayrıca bizden sonra Azerbaycan milli televizyon kanalı, daha sonraları da uluslararası birçok kanalın bölgeye giderek özel haber ve programlar ürettiğini görmek doğrusu son derece sevindirici. Hınalık ile ilgili en geniş ve istifadeli sosyal medya kaynağının başında ise Wikipedia’nın Azerbaycan Türkçesi versiyonu olduğunu da bu vesileyle belirtmek isterim. Hınalık’tan ilk olarak temsilciliğimizde kameraman olarak görev yapan Azerbaycan Türk’ü Ağası Hun vasıtasıyla haberdar olmuştum. Son derece ilginç ve meraklı şeyler anlatınca -mesela burada konuşulan dilin dünyada benzeri olmayan, özel bir dil olması gibi- henüz havaların soğuk olduğuna bakmayarak, bir Nisan günü, buraya gitmek için yola çıkmıştık.
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//60// temmuz 4
Şu anda köy statüsünde olan Hınalık’a, Azerbaycan’ın kuzeyindeki Kuba (yerel söyleyişle Guba) şehri üzerinden gidiliyordu. Zaten köy de idari olarak bu şehre bağlı. Şehir merkezine yaklaşık 56 km uzaklıkta olmasına rağmen dağlara doğru bir yolculuk yapılacağı ve o günlerde mevcut yolun özelliğinden dolayı bu mesafeyi ancak 2,5 – 3 saat kat ederek köye ulaşılabilmiştik. Yol, biz gittiğimizde yeni bir yol inşaatı vardı, kimi bölümler de asfaltlanmıştı ama henüz daha tamamlanmamış haldeydi. Yer yer uçurum kenarlarından geçildiği için de dikkatli olmak gerekiyordu. Bu yol, kısa bir zaman öncesine kadar da tamamen toprak haldeymiş ve yolculuk çok daha fazla
sürüyormuş. Hatta kışın köy tecrit oluyor, gidiş gelişlere kapanıyormuş. Yeni yol, bizim seyahatimizden bir yıl sonra tamamlandı ve bugün köye ulaşım çok daha kolaylaşmış vaziyette.
ve Ham adlı oğulları başka yerlere göç etmiş ancak Yafes burada yaşamaya devam etmiş ve Hınalıklıların da aralarında bulunduğu Kafkas halkları bu soydan türemişlerdir. Malum, Türk milletinin de Yafes’ten geldiği rivayet olunur.
Hınalık’a, Azerbaycan’ın sayfiye şehri olarak bilinen Kuba’nın güzel manzaraları eşliğinde yemyeşil dağların arasından geçilerek gidiliyor. Ve yol boyu tabiat örtüsünün gitgide değişmesi ve halden hale geçişine şahitlik ederek yapılan yolculuk ayrı bir heyecan vesilesi oluyordu aynı zamanda.
Hınalıklarla Türkler arasında yakınlık olabileceği inanışı yalnızca Yafes soyundan gelme inanışına dayanmıyor. Onların menşei ile ilgili, bu minval üzere, başka görüşler de bulunuyor. Bunlardan biri, bu insanların kadim Türklerin bakiyeleri olduğuna dair iddialar. Buna göre, soyları milattan önceki yıllardan itibaren Kafkas bölgesine gelen Hun kabilelerine dayanıyor. Ne var ki, uzun yüzyıllar yüksek dağlar arasında kapalı bir hayat sürdükleri için, diğer Türk boylarından ayrılmışlar. Köyün adı da “Hun” sözünden gelmektedir.
Hınalık, değinildiği gibi, bugün idari olarak köy statüsünde. Ama aşağıda anlatılacağı gibi, aslında kadim zamanlardan beri önemli bir şehir merkezi olagelmiş. Ne var ki, yerleştiği coğrafyanın çetinliği ve zamanın getirdiği değişikliklerden sonra nüfus azalmış ve şehir küçülerek köy haline gelmiş. Ama bölgeye gidildiğinde sahip olduğu kadimlik ve asalet hâlâ onun şehir heybetini hatırlatıyor, insana. Kafkas sıradağları silsilesinden Şahdağ, Kızılkaya ve Tufan dağları arasında yer alıyor. Yüksekliği itibariyle de dünyada nadir görülen yaşayış mıntıkalarından biri olma özelliğine sahip. Denizden yaklaşık 2500 metre yüksekliğe kurulmuş. Yine Hınalık’ı nadir kılan hususiyetlerden bir diğeri de bu yükseklikteki yaşantının kesintisiz olarak binlerce yıldan beri sürdürülüyor olması. Hınalık dili, dünyanın kendine has dillerinden birisi olma özelliği taşıyor. Bir anlamda, kaybolmakta olan kadim diller arasında. Buradan başka bir yerde de konuşulmamakta. Bu sebeple Hınalık halkının etnik kökeni ile ilgili varsayım ve görüşlerde mutabık kalınmasını zorlaştırıyor. Öncelikle, yerel halk, kendilerinin Hz. Nuh döneminden beri burada yaşadıkları ve başka bir yere gitmediklerine inanıyor. Rivayete göre, Hınalıklılar, Tufan’dan sonra Ketş dağlarına yerleşmişler, bu sebeple kendilerine, Ketş Dağı’nda yerleşenler anlamında “Ketiş” denilmiş. Bu tanımlama bugün de varlığını sürdürüyor ve Hınalıklılar kendilerini “Ketiş” olarak tanımlamaya devam ediyor. Halkın Hz. Nuh (a.s.) neslinden geldikleri hakkındaki inanışlarında ilginç bir ayrıntı daha dikkat çekmekte. Buna göre, Ketş Dağı’na yerleştikten sonra Nuh Peygamber’in Sam
Hınalık halkının etnik kökeni hakkındaki daha somut bir rivayet de, Türkiye tarihçiliğinde çok fazla bilinmeyen Albanlar’la ilgilidir. Milattan sonra 8.yüzyıla kadar yaklaşık bin yıl boyunca bugünkü Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’la Kuzey Kafkasya’da hükümranlık süren Albanya, içerisinde Türklerin de bulunduğu çok etnili bir devletti. Ve izleri bugün bile hâkim olduğu tüm coğrafyalarda görülebilen güçlü bir medeniyet inşa etmişti. Alban adı, dönemin Latin ve Grekçe eserlerinde “dağlık bölge” olarak tanımlanmaktadır. Bu da devletin Kafkas Dağları arasında kurulmuş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Arap kaynaklarında Arran olarak zikredilen Alban adının menşeiyle ilgili, günümüz kimi Azerbaycan tarihçileri ise Türkçe “alp” kelimesinden geldiğini ve bu bağlamda “cesurlar ülkesi” demek olduğunu ifade etmektedirler. Albanlar milattan sonra 4.yüzyılın ilk çeyreğinde (313) Hıristiyanlığı kabul etmiş ve devlet dini yapmışlardır. Diğer taraftan Albanya’nın kurulduğu bölgeye özellikle milattan sonraki ilk yıllardan başlayarak yoğun bir Hun akını gerçekleştiği görülmektedir. Aynı devirlerde Hunlarla birlikte onların bünyesindeki Bulgar, Hazar ve Savar gibi birçok Türk boyunun da Kuzey ve Güney Kafkasya bölgesine yerleşmeye başladığına şahit oluyoruz. Bu gelişme, bölgenin etnik yapısında da önemli bir değişiklik meydana getirecek ve Türklerin hâkim bir unsur olmasını sağlayacaktır. 5
Bu arada, Hıristiyanlığın Albanya’nın resmi dini olmasından kısa bir süre sonra, bölgedeki Hun ordusu komutanı, ailesi ve maiyetindeki ordu mensupları ile birlikte bu dini kabul edecek ve adını değiştirecektir. Tarihî kayıtlar, Hun Kağanı’nın bu duruma öfkelenerek orduyu geri çağırmasına rağmen önemli kısmının bölgeden ayrılmadığını göstermektedir. Bunun ardından, 5. yüzyılda da -tahminen 440’tabenzer başka bir gelişme daha yaşanmış ve bu sefer Albanya’nın kuzeyine yerleşen Hunlar, Güney Kafkasya’ya geçerek Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Albanya tarihi, belirtildiği gibi, Türkiye’nin aksine Azerbaycan tarihçiliğinde önemli bir yer tutar ve birçok tarihçi, Albanların Azerbaycan’ın Türkleşmesinde büyük rol oynadıklarından söz eder. Bunu ileri sürerken de, “Alban” adını taşıyan bir topluluğun yalnızca Türkler arasında bulunduğu ve bugün bile Orta Asya’nın muhtelif yerlerinde Alban adlı yerlerin bulunmasını misal gösterirler. Bu, aslında, göz ardı edilemeyecek bir argümandır. Nitekim “Balkan” adı da Türkçe’dir ve bugün bile birçok Türk lehçesinde “sıradağ, ağaçlıklı dağ” anlamında günlük dilde kullanılmaya devam etmektedir. Aynı zamanda Türkistan coğrafyasının dört bir tarafında da “Balkan” adlı yer adları bulunmaktadır. Albanların Hıristiyanlığı erken dönemlerde kabul etmeleri ve Hun etkisi, bölge tarihi açısından çok önemlidir. Öncelikle, Ermenilerin, Hıristiyan dünyada kendilerine saygınlık kazandıran ilk Hıristiyan devlet olma mitlerini çürütmektedir. Diğer yandan Kafkasya bölgesinde bugünkü etnik yapının sayı//60// temmuz 6
temel taşlarından birinin ne olduğunu ve bugün coğrafyanın sosyal ve kültürel tahlilini yaparken bunun göz önünde bulundurulması zaruretini ortaya koyar. Bunun içindir ki, Ermeni Kilisesi yüzlerce yıldan beri Alban kültür ve medenî mirasını yok etmek ve Hıristiyanlık üzerinden o dönemin geçmişini sahiplenebilmek için özel bir çaba göstermektedir. Özellikle, 20.yüzyıl başlarından itibaren bu yolda büyük bir mesafe kat etmişler ve Sovyetler Birliği bünyesinde bölgedeki Alban dinî ve kültürel eserlerini tahrip ve tahrif ederek kendilerine mal etmişler ve böylece kadimlik iddialarına mesnet yaparak bir Ermeni tarihi efsanesi oluşturmayı başarmışlardır. Azerbaycan’da görev yaptığım dönemlerde bu asimilasyon ve tahrip politikasının izlerine birçok kez ben de yakından şahit oldum. Ülkenin farklı yerlerinde yer alan Alban kiliselerinin üzerine, sonradan yapıldığı açık olan Ermeni haçı konulmuş ve Ermenice kitabe yerleştirilmiş olduğunu gördüm. Bu arada Hınalık’ta yapılan araştırmalarda Tufan Dağı civarlarında iki kurgan bulundu. Kurganlarda yapılan kazılarda ortaya çıkan eşyalar Tunç Devri’ne aitti ve bu da bölgedeki yerleşimin beş bin yıllık olduğu iddiasını doğrulamaktadır. Konumuza dönersek, bugün Azerbaycan’ın kuzeyinde, Kafkas Dağları arasında yaşayan Hınalık halkı da Albanya’yı teşkil eden etnik unsurlardan biriydi. Bugün köye dönüşmüş olan bölgede yer alan ve hâlâ ayakta kalmayı başarabilen çok sayıdaki Alban mezarlığı da bunu doğrular niteliktedir. Aslında Türk
tarihçilerinin buralarda yapacakları saha çalışmaları pek çok gerçeği ortaya çıkaracaktır. Hınalık, Alban devrinden sonraki yüzyıllarda da Kafkasya’nın önemli kültürel merkezlerinden biri olma özelliğini sürdürmüştür. Mesela ünlü seyyah Yakut el-Hamevî, Hınalık’ın bir şehir niteliği taşıdığı ve 7 ve 10.yüzyıllarda buradan birçok âlimin yetiştiğini kaydetmiştir. Bura halkının dünyada benzeri olmayan, kendine mahsus bir dil konuştuğunu ifade etmiştik. Yerli ahalinin “Ketiş” dili olarak adlandırdığı bu dilin hangi aileye ait olduğu hususunda mutabakat yoktur. Kimi uzmanlar Kuzey Kafkasya’daki Dağıstan dil grubuna mensup olduğunu iddia ederken, kimileri de Kafkas-Şahdağ dil grubu içerisinde kabul etmektedirler. Bunlardan biri de, Ural dil ailesine ait olabileceğini ileri süren görüşlerdir. Bu son iddiayı destekleyebilecek bazı somut veriler de vardır. Mesela, Hınalık dilinin cümle kuruluşu Türkçe’ye benzerlik göstermektedir. Sonraki yüzyıllarda, Osmanlı ile ilişkilerinin tesiriyle Hınalık diline birçok Türkçe kelimenin de girmiş bulunduğu görülmektedir. Aynı şekilde belli sayıda Arapça kelimenin varlığı da dikkat çekmektedir. Ancak, oraya gittiğimde yaşadığım bir hadiseyi hiç unutamıyorum. Köyün ileri gelenlerinden birine, Türkçe ve Arapça kelimeler olmasında yola çıkarak, “dilinizde Farsça kelimeler de olmalı” dediğimde çok sert bir tepki göstererek, “Dilimizde tek bir Farsça kelime bile yoktur” demesi beni çok şaşırtmıştı. Bunu, Fars kültürüne tepkisi sebebiyle mi söyledi yoksa hakikaten mi yok! Araştırılması gereken bir hususlardan biri de bu, kuşkusuz. Hınalık dili, başka lehçesi olmayan bir dil. 9’u sesli 39 harfe sahip. Fiiller, cins isim ile insanlar için müennes ve müzekkerliğin yanı sıra hayvanları ifade etmek için de farklı bir ekle çekimleniyor. Bu arada Hınalıkça-Rusça, Hınalıkça-İngilizce sözlük olduğunu da belirtmek isterim. Ne var ki, Hınalıkça-Türkçe (Azerbaycan Türkçesi dâhil) bir sözlük halen mevcut değil. Köyde yaşayan herkes bu dili konuşabiliyormuş. Bu, biraz da, kapalı bir hayat sürdürmenin sonucu olsa gerek. Günlük hayatta hâkim olan dil de Hınalıkça. Çocuklar okul çağına gelene kadar, aile içinde ve çevrede sadece bu dille anlaşıyorlarmış. Devlet dili olan
Azerbaycan Türkçesi’ni ancak okula başlayınca öğreniyorlarmış. Öte yandan, yerleşim yerinin kadimliği, köyün yamacında yer alan büyük mezarlığa bakınca da hemen anlaşılabiliyor. Bugün pek çoğu toprağa gömülmüş ve taşları harap olmuş olan mezarlık oldukça geniş bir alana sahip ve içerisinde binlerce kabir bulunduğu söyleniyor. Köyde, hali-hazırda muhtelif devirlere ait sekiz mezarlık mevcutmuş. Mezar taşlarındaki yazıların bir kısmı Arap alfabesi ile yazılmışken, bazı mezarlıklarda ise farklı alfabelerle yazılı taşlar bulunduğu söyleniyor. Ancak, biz oradayden hava şartlarından dolayı diğer mezarlıkları göremedik. Her biri oldukça geniş alanlara yayılmış mezarlıkların yanı sıra köyde 30 civarında da türbe ve ziyaret yeri olduğunu öğreniyoruz. Bunların 16’sı İslamî devre aitmiş. Diğerlerinin ise İslam öncesinden kalan ancak halkın kutsiyet atfettiği yerler olduğunu öğreniyoruz. Hınalık köyün de halen ayakta olan 7 adet cami bulunuyor. Bunların en eskilerinden biri Ebu Müslim Camii. Cuma Camii olarak da adlandırılan mabedin bölgede İslâmiyet’i ilk tebliğe başlayan Ebu Müslim Horasanî döneminde yapıldığı tahmin edilmektedir. Minaresiz, yığma taşlarla inşa edildiği görülen caminin duvarlarında ilginç bir husus hemen dikkatleri çekiyor. Cami girişinin hemen sağında yer alan yüksek iki taş üzerinde runik yazıyla yazılmış iki ibare bulunuyor. Henüz tam olarak okunmayan bu ifadeler, bölgedeki Türk etkisini gösteren önemli bir başka gösterge olarak kabul edilebilir. Bu taşlar, muhtemelen, cami yapılırken eski bir mabet ya da abideden sökülerek buraya yerleştirilmiş olmalı. Bu arada, Hınalık halkının sünnî inanışa sahip olduğunu ve dinî hayatın bugün de güçlü bir şekilde devam ettiğini ifade etmek isterim. Kafkas Dağları’nın orta yerinde ve deniz seviyesinden binlerce metre yukarıda bulunan Hınalık ile ilgili anlatılacak daha birçok ilginç husus var. Ancak, bir özelliğinden daha bahsederek yazıyı tamamlamak istiyorum. Köye gidince, çok etkilendiğim yerlerden biri de, oradaki kişisel müze oldu. Aslında burası bir ailenin yadigârlıklarının sergilendiği bir yer. Köyün kadim ailelerinden Cabbaroğulları tarafından yapılmış. Bir ev müzesi olarak düzenlenmiş. 7
şekilde belgeleyen bir başka delil daha vardı müzede. Bizim ziyaretimiz sırasında, artık Türkiye’de bile rastlamak mümkün olmayan, 2. Abdulhamit’ten Sultan Reşad’a, Enver Paşa’dan Mahmut Celaleddin Paşa’ya çeşitli Osmanlı padişah ve devlet adamlarına ait kartpostallar bulunuyordu. Bu fotoğrafların o zamanlar şehir özelliği taşıyan köye, hacca gidip İstanbul üzerinden dönen bir aile büyüğü tarafından getirilmiş olduğu söylenmekte ise de portreleri bulunan devlet adamlarına bakıldığında aslında farklı bir sebebinin olduğunu da düşündürüyor. Farklı zamanlarda Hınalık’a gelen ve burada faaliyet gösteren Osmanlı tebası kişilerce getirilmiş ve buradakilere tevdi edilmiş olması da uzak bir ihtimal değil. Ancak, esas önemli olan burada sergilenen el yazması eserler. Bir oda şeklinde düzenlenen bu minik müzede, ben gittiğimde yüzlerce el yazma eser bulunuyordu. Ancak birçoğu, Sovyetler Birliği döneminde toprağın altına, duvarların arasına saklandığı için harap olmuşlardı. Gömüldükleri yerlerden yeni çıkarıldığını söylüyorlardı. Bu sebeple önemli bir kısmının sayfaları birbirine yapışmış vaziyetteydi. Sağlam kalabilenlere bakıldığında tahrip olmuş kitapların ve belgelerin arasında çok değerli eserlerin var olduğunu açıkça görmek mümkün. Bunların bir kısmı ehil ellerde onarılabilir, “tedavi edilebilir”di. Ne var ki, birazdan bir örneğini vereceğim olay gibi konuyla ilgili haykırışımızı duyuramadık. Şu anda aradan 15 yıl geçmiş durumda. O eserler orada mıdır, halleri ne olmuştur, doğrusu bilmek mümkün değil. Eserlerin, bizim için önemli bir yönü de pek çoğunun İstanbul’dan gelmiş olmasıydı. Minik müzede sergilenen bu eserler ve belgeler bir taraftan bölgenin ne kadar güçlü bir kültür ve ilim merkezi olduğunu gösterirken, bir taraftan da Osmanlı Türkiyesi ile yakın irtibatını ortaya koymaktadır. Anlaşılıyor ki, Osmanlı bu bölgeyi Kafkasya’ya açılmak için bir merkez haline getirmiş ve burayla yakından ilgilenmiş. Nitekim köyün ileri gelenleri, zamanında buraya İstanbul ve İzmir gibi şehirlerden çuvallarla kitap getirildiğini duyduklarını anlatmaktadırlar. Ayrıca, birçok genç de buradan İstanbul’a tahsil almak için gitmiş. Köyde bulunan kimi mezar taşlarında “efendi” unvanının yer alması, aynı şekilde buraya da Osmanlı Türkleri’nin gelip yaşadıklarını göstermektedir. Hınalık köyünün İstanbul’la irtibatını açık sayı//60// temmuz 8
Lâkin o günlerden kalan bir yürek sızıntım da var. Bu belgelerin tarihî bir delil olarak burada saklanmasının önemine inancımdan, teklif edilmesine rağmen, oradaki kartpostal ya da kitapları almaktan kaçınmıştım. Ne var ki, bu konuyu o zaman kendisine açtığım eski yazı ve arşiv belgelerinden anlayan bir kişi, benden sonra oraya giderek bu posta kartlarını ve bazı kitapları alıp evine götürmüş. Böylece, Osmanlı’nın bölgedeki faaliyet ve izlerini ortaya koyacak önemli bir kaynak ortadan kalkmış oldu. Nitekim sonraki dönemlerde bölge ile yazılan yazılar ve yapılan haberlerde de bu konu ile ilgili hiçbir bilgiye rastlamadım. Bunu da tarihe bir not düşmek amacıyla burada zikretmiş olayım. Hınalık, 2007 yılında Azerbaycan Devleti’nce tarihi sit alanı ilan edildi. Ayrıca UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne de alınmış durumda. Köyde bugün yaklaşık 3 bin kişinin yaşadığı söyleniyor. Ancak, Hınalıklıların toplam sayısının 30-50 bin civarında olduğu da ifade ediliyor. Nüfusun kahir ekseriyeti ekonomik gerekçeler başta olmak üzere çeşitli sebeplerle Azerbaycan’ın başka yerlerine ya da çeşitli ülkelere taşınmış durumdalar. Bu kadim yerleşim yeri ve burada yaşayan halkla ilgili dile getirilebilecek daha pek çok ilginç husus var. Araştıranlar ve merak edenler, eminiz ki, Kafkaslardaki birçok başka yer gibi, burada da birçok yitik bilgi bulacak, dünyanın ve bizim tarihimize ışık tutabilecek kadim bulgulara ulaşacaklardır. Tabii ki, yerli ve duyarlı bir bakış sahibi olarak… Tarihi 5 bin yıla dayanan Hınalık, kendisini merak eden Osmanlı’nın mirasçılarını da bekliyor.
TABİATLA SAVAŞAN
SAVAŞI KAYBEDER
Dünyanın neresinde olursa olsun, dağları, ovaları ve nehirleriyle, tabiata düşmanlık yapanlar, farkında olmadan kendilerine düşmanlık yaparlar. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
abiatın rengi yeşil hayatın, kanın rengi kırmızı ölümün simgesidir. İnsanın hayat ve ölümü, bedeninde birlikte taşıdığı gibi, tabiat da kırmızı ve yeşili dağlarında birlikte taşır. Nasıl insan nükleer silahlarıyla bütün canlıları yok ederse, tabiat da selleriyle ölüm saçar. Tabiat insanın, insan tabiatın hem dostu, hem de düşmanıdır. İnsan topraktan uzaklaştıkça tabiata dosttan daha çok düşman olur. İnsan ve tabiat arasındaki dostluk ve düşmanlık sürekli değildir. İkisi arasındaki ilişkiler her gün yenilenir. Bir Anadolu bilgesi Veysel''in “Adem''den bu deme neslim getirdi/Bana türlü meyva yedirdi/Her gün beni tepesinde götürdü/Benim sadık yarim kara topraktır.” dizeleriyle vurguladığı gibi, toprağı, suyu ve havasıyla, tabiat insanın dostu da olur, düşmanı da olur. İnsan tabiata düşmanlık ekerse, dostluk biçemez.Tabiat insana tutulmuş bir aynadır. Dünyanın neresinde olursa olsun, dağları, ovaları ve nehirleriyle, tabiata düşmanlık yapanlar, farkında olmadan kendilerine düşmanlık yaparlar. Ölümden sonra kalkışa inanmayan, seküler insan, tabiatın kaynaklarını ne kadar yağmalarsa, o kadar kutsal değerlerden uzaklaşmaktadır. Bunun için, o tabiattan ihtiyacından daha fazlasını alırken, tabiat ağacında kendi bindiği dalı kestiğinin farkına varmamaktadır. Seküler insanın gözünde tabiat, insandan nasıl değerlendirildiğinin, hesabı sorulacak bir emanet değil, sorumsuzca yağmalanacak bir hazinedir.Yeni yüzyıl, “Tabiat cansızdır, kaynaklarından sonuna kadar yararlanılmalıdır” diyen, seküler kültürün değil, “Tabiat canlıdır, kaynakları en mükemmel bir biçimde değerlendirilmelidir” diyen, kutsal kültürün yüzyılı olacaktır. Yeni yüzyılda, son iki yüzyılın kemikleşen, ekonomik, siyasal ve kültürel değerleri, bütünüyle değişecektir. Herkesin hayatının korunması isteniyorsa, her alanda, her şeyin, kökten değişmesi gerekmektedir.Seküler kültürün altüst ettiği insan ile tabiat arasındaki denge, kutsal kültürle yeniden kurulmalıdır. Tabiatı insanın düşmanı olarak gören seküler değerlerin yerine, tabiatı insanın dostu olarak gören, kutsal değerler geçmelidir. Türkiye yön değiştiren değer rüzgarlarına karşı, aşılmaz sınır duvarları örmekten önce, binlerce yeni sınır kapıları açmalıdır. Tabiata düşman olanlar, komşularına dost olamazlar. Türkiye düşmanlarını değil, dostlarını çoğaltmalıdır. Anadolu''da denildiği gibi: “Bin dost az, bir düşman çoktur”. Tabiatta hiçbir şey karşılıksız değildir,acımayana acınmaz. Düşmanlık ağacında dostluk meyvası olmaz.
*TC.Maltepe Üniversitesi
Tabiatla savaşan savaşı kaybeder. 9
erat’ı, Ocak 2015 ve Nisan 2019 olmak üzere iki kez, kısa süreli de olsa gezme imkânım oldu. Ne yazık ki bu iki gezide, kaleden başlayıp, yokuş boyunca Berat’ın içine doğru inme ve bir süreliğine çevrede dolaşma suretiyle bitti. Bir gece olsun Berat’ta kalamadım, bırakın bir geceyi imkân bulup üç dört gün kalıp, sindire sindire gezmeyi çok isterim.
BERAT VE BERAT EVLERİ Biraz abartılmış olsa da Evliya Çelebi’nin hoşça anlatımına göre, şehirde; onu Hıristiyanlara, biri Musevilere, on dokuzu Müslümanlara ait olmak üzere otuz mahalle bulunmaktadır.
Dr. M. Sinan GENİM
sayı//60// temmuz 10
Orta Çağ’da önceleri Roma, daha sonra bir dönem Epir Despotluğu’nun, Sırpların ve son olarak da küçük bir Arnavut Prensliği’nin yönetiminde kalan Berat, Çelebi Mehmed’in (1403-1421) sultanlığı döneminde, 1417 yılında Avlonya ve Adriyatik sahillerinin fethi sırasında Osmanlı topraklarına katılır. Fetih sonrası ilk tespitlere göre 1.000 kadar nüfusu olan Berat, Avlonya sancağının merkezi haline getirilir. XVI. yüzyılın başlarında yapılan bir sayıma göre nüfusunun 3.000 dolaylarında olduğu kayıtlıdır. 1661 yılında şehri gezen Evliya Çelebi, asıl şehirde 5.000 evin bulunduğunu, ayrıca İç Kale, Aşağı Kale ve yakın bölgelerde de çok sayıda evin bulunduğunu belirtir. Biraz abartılmış olsa da Evliya Çelebi’nin hoşça anlatımına göre, şehirde; onu Hıristiyanlara, biri Musevilere, on dokuzu Müslümanlara ait olmak üzere otuz mahalle bulunmaktadır. Berat, içlerinde Sultan Bayezid, Uzgurlu, Gazi Murad Paşa, Hünkâr veya Fethiye, Çelebi Hüseyin camileri de olmak üzere on üç cami, on yedi mescit, bir bedesten, 700 kadar dükkân, beş medrese, iki hamam, çok sayıda sübyan mektebi bulunan büyükçe bir şehirdir.
Berat, Balkan Savaşı sonrası bağımsızlığını ilan eden Arnavut Devleti sınırları içinde kalır. I. Dünya Savaşı sırasında Avusturyalılar tarafından işgal edilen şehir, savaş sonrası İtalyan hakimiyetine geçer. II. Dünya Savaşı sonrası İtalyan işgalinden kurtulan şehir, tekrar özgürlüğüne kavuşur. Genellikle gezi rotasının başlangıcı olan Berat Kalesi’nin geçmişinin çok eski tarihlere dayandığı ileri sürülmektedir. Günümüzde kale içinde bir grup evde, özellikle de kale girişine yakın bölgede yaşam devam etmektedir. Anıtsal bir girişi olan kalenin, sağ bölümünde eski dönemlere ait duvar izleri Net bir şekilde görülmektedir. Kalenin girişinde ve devamında bulunan taş evler, bozulmamış yapıları ve cephe düzenlemeleri ile sanki çok şey anlatmak ister gibiler. Sokakların Arnavut kaldırımı taş dokusu, yüzyıllardır var olan bir geleneğin devamlılığını göstermektedir. Çok büyük bir alanı kaplayan kalenin içindeki camiler zaman içinde tahrip olmuştur. Kızıl Minare olarak bilinen minarenin şerefe altındaki kısımları ve mescidin yarı yıkık beden duvarları günümüze ulaşmıştır. Kalenin en ucundaki burçtan tüm Berat’ı seyretmek mümkün. Uzak coğrafyadaki bu güzelim şehrin evleri, anıtsal yapıları ve sokak dokusunu buradan kuş bakışı seyretmenin getirdiği duygu yoğunluğunu açıklamak mümkün değil. Kalenin içinde dolaştıktan sonra, geldiğimiz
yoldan, farklı sokaktan tekrar kale kapısına doğru geri dönmek gerekiyor. Kale kapısından çıktıktan sonra, biraz sağa doğru dönüp, başlangıçta oldukça dik olan Mihal Komnena Sokağı’ndan Berat’a doğru inmeye başladığınız zaman, karşı sırtta yer alan evleri seyretmeye başlıyorsunuz. Berat Evleri, Ergirikasrı (Gjirokastra) Evleri’nden farklı olarak, çoğunluğu iki katlı ve dışa açık sofaları bulunan evler, çatıları ise bildiğimiz alaturka kiremit kaplı, hemen hepsi beyaz badanalı, geniş saçakları var. Dar sokakların bazılarının zemini, evlerin duvarları dahil kireç badana ile beyaza boyanmış. Bir şehrin içinde yaşayan insanların, yaşadıkları çevreye olan duyarlıklarını, onu sahiplenmelerinin en güzel örnekleri sizi karşılıyor. Mihal Komnena Sokağı’nın vadi tabanına kavuştuğu noktanın solundaki dar aralığın 11
sağında Sultan II. Bayezid veya Hünkâr Camii adıyla da bilinen yapı yer almaktadır. Hemen yakınında Halveti Tekkesi, medrese ve kütüphane bulunmaktadır. Sultan II. Bayezıd’ın (1481-1512) 1492 yılında Ohri’den Avlonya’ya giderken şehre uğradığı sırada yapılmasını emrettiği tahmin edilmektedir. Bugün caminin 1780-1790 yılları içinde yapılan onarım sonrası oluşan halini görmekteyiz. Kırma çatılı yapının üstü alaturka kiremit kaplıdır. Son cemaat yerini geniş bir revakın örttüğü caminin içi özellikle minberi dikkat çekicidir. Üç köşeli bir niş şeklinde beden duvarı dışına çıkan mihrabın her iki yanında, üzerinde yaprak benzeri süslemeler olan iki adet kolonçe yer almaktadır. Mihrabın üstü, mukarnas benzeri küçük nişlerle oluşturulmuş olup, tavana kadar bitkisel motifli dallarla örülmüştür. Her iki yanında ikişer şerefeli iki minarenin bulunduğu, üzerleri boyalı birer cami kabartması bulunmaktadır. Mihrabın sağında, ağırlıklı olarak beyaza boyanmış, minber yer almaktadır. Sol köşede birkaç basamakla çıkılan bir kürsü bulunmaktadır. Kürsünün arkasındaki duvara yapılmış ibrik kabartmasını mutlaka görülmeli. Caminin ahşap işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan kadınlar mahfili muhteşemdir. Orta bölümü eğrisel olan mahfil, sağ ve sol duvar boyunca cami esas mekânına doğru uzanmaktadır. Beden duvarları ile ahşap iki sütuna ve devamında iki taş kolona oturmakta olan mahfilin, ön bölümünün alt kısmı eğrisel motifli ahşap, üstü ise geometrik sayı//60// temmuz 12
desenli kafeslerle kaplıdır. Ahşap olan cami tavanı, rengarenk geometrik desenli ahşap süslemeler ile oluşturulmuştur. Tam ortasında, içi kalemişi süslemelerle bezenmiş küçük bir kubbe bulunmaktadır. Dikkat edilmediği taktirde gözden kaçacak olan küçük bir ayrıntı, caminin revaklı bölümüne girişi sağlayan kapısının üstündedir. Kapının kemerinin üst başlığı tek şerefeli bir minare formunda son bulmaktadır. Sol köşede, iki minareli bir cami, sağ köşede ise üç gözlü, üzeri istiridye kabuğu desenli bir bina motifi yer almaktadır. Sağ köşedeki ters dönmüş ay ve ortasındaki sekiz köşeli yıldız bu yapının imparatorluk korumasında olduğunu göstermektedir. Yolumuza devam edip, meydana indiğimizde sağa doğru biraz ileride Bekarlar Camii görülür. Alt katının bir bölümü üç gözlü kemer dizisiyle oluşturulmuş bu yapının, zemin katında dükkânlar bulunmaktadır. Fevkani dediğimiz bu tür camilerde esas ibadet mekânı yapının birinci katıdır. Her iki seyahatim sırasında da onarımda olduğu için bu camiye ziyaret edemedim fakat üst katının çatıya yakın bölümündeki kalemişi süslemeleri seyretmek imkânına sahip olabildim. Bekarlar Camii’n önünden Semen (Semini) Nehri akmaktadır. Nehrin karşı kıyısında ise dış görünüşleri aynı fakat içindeki yaşantı farklı olan Hıristiyan mahallesi yer almaktadır. Tıpkı
Müslüman mahallesinde olduğu gibi birbiri üzerine yığılmış gibi duran bu evlere, aralarında oluşan dar sokaklardan ulaşılmaktadır. Küçük birkaç kilisenin de bulunduğu bu yerleşme içinde dolaşmak, beyaz boyalı Arnavut kaldırımı taş döşeli sokaklarını adımlamak gerekir. Gezi rehberlerinde Berat için “bin pencereli şehir” denildiğini okumuştum, gerçekten akşam hava kararıp, evlerin ışıkları yandığında niçin “bin pencereli şehir” dendiği daha iyi anlaşılıyor. M. Sinan Genim. 19 Mayıs 2019 13
onya, tarihin ve talihin Türk insanına (Allah’ın izniyle) sunduğu bir şanstır, bir talihtir, bir kutlu kaderdir. Bunu, orada devamlı yaşayanlar belki bilirler, belki farkında değillerdir. Şuna samimiyetle inanırız ki, şehirler geçmişte yaşadığı kültürle ilgisini, rüzgâr nereden eserse essin, asla kaybetmezler. Bu, bilerek ve isteyerek sağlanan bir durum değildir. Kendiliğinden olur.
Hz. MEVLÂNA,
KONYA VE DÜNYA Fakat bütün bunlara rağmen şehir, biraz Türkmen, biraz göçmen, bazen dikbaşlı, fakat her zaman kişilikli, sağlam Selçuklu havasını hiç kaybetmedi. Konya’yı taşradan seyredenler böyle görürler, Konya dışardan böyle görünüyor. Mimar Dr. Kâmil Uğurlu
Dünyanın zaman zaman yaşadığı bazen ekonomik, bazen mekânik rüzgâr, elbette Konya’yı da etkiledi ve önce insanlarını, sonra yollarını, sokaklarını, evlerini değiştirdi. Anlayışları değiştirdi. Birçok göç olayları yaşandı. İnsanlar kondular, insanlar göçtüler. Madde mânâsında değişmeyen az şey kaldı. Fakat bütün bunlara rağmen şehir, biraz Türkmen, biraz göçmen, bazen dikbaşlı, fakat her zaman kişilikli, sağlam Selçuklu havasını hiç kaybetmedi. Konya’yı taşradan seyredenler böyle görürler, Konya dışardan böyle görünüyor. Böyle görünmesi doğaldır. Bu şehir -kadîm zamanlardan beri- Hz. Mevlâna’nın dergâhı yönünden şavkarır. Şehre ve ovanın üzerine oradan yayılır aydınlık. Hz. Mevlâna ile Konya, hemdem olduklarından bu yana hep birlikte anıldılar. Konya denilince akla Hz. Pîr gelir. Ve o Hüdvâvendigârın adı anıldıkta, ikinci isim Konya’dır. Biri bülbül iken, diğeri hep ona gülistan olmuştur. Konya’yı dünya “Mevlâna Şehri” olarak bilir, görür ve o, bunu hak eder durumdadır. Ayrıca şehir, bugün, memleketin önde gelen sanayi merkezlerinden biridir. Birçok sanayi kolunun ikmâlini sessiz sedâsız sağlar durumdadır. Kendini fazla öne çıkarmadığı için, yani reklâm yapmadığı için de bu konuda etkili bir şöhreti vardır. Konya’nın uyguladığı ekonomi sistemi özeldir. Modern ekonominin yenilerde keşfettiği “Aileye Dönük Üretim Ekonomisi” modelini uzun zamandır uygulayan Konya, bu konuda da ün sahibidir. Ve bu sistemi “deneme-yanılma” yoluyla teşkil ettiği için sağlam temeller üzerindedir. Konya, gecekondusu olmayan ve düzenli gelişen bir şehir olarak bilinegelmiştir.
sayı//60// temmuz 14
Gerçekten de öyledir. Rahmetli Nalçacı isabetli ve tutarlı bir politikayla meseleyi profesyonel mecrada çözmeyi düşündü. İmar Plânını büyük bir yarışma sonucu tespit etti. Bu doğruydu. Fakat plânlamayı yapacak uzmanlar, şehri iyi tanımadıkları için gelişme akslarının tâyin ve tespitinde zorluklar ve yanlışlıklar yaşadılar. Ayrıca gelişme projeksiyonlarında isabetsizlikler oluştu. Daha uzun zamanda, uzun periyotlarda düşünülen gelişmeler hızlı teşekkül etti. Her şeye rağmen, rahmetli A.H. Nalçacı’nın dirâyeti ve düzgün yönetimiyle yürütülen uygulamalar, onun vefatından sonra hız kesti. Sonra, meselenin ruhu iyi anlaşılamadığı için zayıfladı. Türk insanının toprağa, meskene ve mülkiyete verdiği aşırı değer sebebiyle konu istismara açıldı. Bütün bunlara rağmen, ülkenin şu anda içinde bulunduğu korkutucu imar kaosu içinde Konya, söylendiği gibi yine en iyi durumda olan şehirlerden biridir. Şehirlerin bir ruhu vardır. Ve eğer zorunluysa şehirlere yapılan müdahaleler, eklemeler, eklentiler, bu ruhu kavradıktan sonra yapılmalıdır. Günümüz şehirlerinde bu hâfıza veya ruh, yok seviyesinde düşünüldüğünden, yâni düşünülmediğinden, yeni yapılaşmalar, eklemeler, hiçbir anlamı olmayan durağan, (statik) ve ruhsuz bir şekilde teşekkül etmektedir. Konya, bu değerlendirmenin dışında değildir. Ne ifade ettiği belli olmayan birtakım üslûpsuz kemerler, tonozlar, silmeler ve kubbelerle… Selçuklu tarzı mimarî oluşturulamaz. Bremen (Almanya) Belediye binasının bulunduğu alanda bir de tarihi kilise vardır. Germen mimarlığına uygun, değişik ve orijinal çizgiler taşıyan bir kilisedir. Hemen onun karşısına inşa edilen Belediye binası, onu asla taklit etmeyen, onunla yarışmayan, ona gösterdiği uyumla herkesi hayran bırakan bir yapıdır. Olması gereken budur ve orada bu sağlanmıştır. Birbirini tamamlayan, destekleyen ve çağlarını unutmadan ve inkâr etmeden, fakat meselenin aslını araştırarak ona göre tavır belirleyen bir düzen, bir âhenk içindedirler. Yadırgamadan ve keyifle izleniyor. Bizim, Konya’daki eski, tarihi PTT binamız ile aynı meydandaki Mekteb-i Sanayi binalarının
uyumu ile onlara özenen, fakat beceremeyen Merkez Bankası yapısının durumu gözler önündedir. Eski yapılaşmanın (sadece dini yapıların ve kamu binalarının bile olsa) ve şehir mirasının oldukça iyi korunduğu Konya’da, aslında bu durum rahatlıkla sağlanabilirdi. Konuşuluyor, fakat uygulama farklı oluyor. Ülkenin her yerinde yapılan yanlışlar aynen burada da yapılıyor. Şehirlerin elbette ruhu vardır. İnsanı ile bu ruh arasında bağ kurulmazsa, orada sağlıklı bir gelişmeden söz etmek mümkün olmaz. Şehirler de insanlar gibi doğar. Yaşadığı ve ayakta kaldığı sürece değişir. Fakat ne kadar değişirse değişsin, kendi öz değerleriyle aynı kalır. Konya’yı kurtaran durum budur. İşin tehlikeli olabilecek durumu, yapılan yanlışların bir sistem kazanması ve âdet haline dönüşmesidir. Hz. Mevlâna denince, insanın aklına bir “İlâhî Sultan” gelir, bir “görklü nazar” gelir ve onu çepeçevre saran o muhteşem “tasavvuf semâsı” gelir. Mevlâna’nın metafiziği-muhteşem bir bakışfelsefesidir, bir ışık felsefesidir. İslâmdan çıkan ve İslâma götüren kaç yol varsa hepsine bir aydınlık serpmiştir ve serpecektir. Çünkü gece yolcuları için yüksek bir dağda yakılmış büyük bir ateştir Hz. Mevlâna… Annesini, bir kardeşini ve birçok yakınını Aktekke Medresesine sırladıktan sonra babası; Âlimlerin Sultanı Bahaüddin, Sultan Alâaddin’in ısrarlı dâvetine artık uymak gerektiğine karar verdi ve aile.. “dâvete icabet lâzımdır, deyüp, mâhrûsai Konya’ya azîmet eyledi.” Ve Konya onunla şereflendi. Sadece Konya değil, bütün Türk dünyası şereflendi. Bugünün insanıdır Hz. Mevlâna. Tavsiyeleri, tedbirleri, davranışları ve tepkileriyle bugünün insanıdır. Aşılmaz engelleri aşıp, insan olma şerefine yükselmiş ruha, vücutta ve insanlar içinde bulunduğu sürece edep-tevâzu ve itidal tavsiye eder. Aşk, onda bir çağlayandır. Çalışmaktan bir ibâdet zevki tadamayanlara acır. İnsanı ve dostu, olduğu gibi kabullenir. 15
Kusursuz dost arayanın dostsuz kalacağını hatırlatır ve insanlara o hârika tavsiyesini sunar: “Olduğunuz gibi görünün. Veya göründüğünüz gibi olun..” Mevlevi dervişlerinin âyini, sanatla imanın, edeple-güzelliğin, teslimiyetle-tevazunun nefis bir kompozisyonudur. Allah’a varma yolunda kol-kanat açan Mevlevi, bu âyinine hem bir sanat, hem ibâdet havası vermiştir. Sema halindeki dervişin her hareketi mânâlıdır. Birbirlerine ve bütün sevdiklerine verdikleri selâm, konuşma ve davranışları, bu felsefenin medeni ve kibar çizgilerini taşır. “Hak’tan alır, halka sunarız” anlayışı gereği, elin biri açık ve yukarı, diğeri, her bir parmağı bir pınar, yere doğru bakar. Sikkesi, hırkası, tennuresi, olağanüstü sâdedir. Bu sâdelik ve iddiasızlık, semâ hâlinde sağ omuza yıkılan baş, şuurlu teslimiyetle kapanmış gözler, göz ve gönül alan bir güzellik oluşturur. Sanki kudüm vurmasa ve onun dünya ile bağlantısını kurmasa, bu semâ ile onu uçacak, ayakları yerden kesecek sanır, görenler. Konya, onun ışığında dünyanın her tarafından gelen konuklarına gönül ve kucak açıyor. Ve yeşil kubbe, bir rahmet pınarı gibi bütün bu insanlara İslâmın ve Hz. Pîr’in sonsuz hoşgörüsünü, zerafetini, inceliğini ve yaşama sevincini ikram edip duruyor. Bu kucaklama Karaman’dan başlatılıyor. Çok da iyi ediliyor. Sırası gelmişken Hz. Pîr ile ilgili birkaç meseleden söz etmek isteriz: Hz. Mevlâna’dan söz edilen hemen her yerde onun meşhur bir dörtlüğü tekrarlanır. “Gel, ne olursan yine gel..” Bâzıları, bu dörtlüğü çarpıtarak “hiçbir dinle kayıtlı olmayan, adetâ dinlerüstü bir Mevlâna imajı vermek isterken”, bâzıları da bu dörtlüğün ona ait olmadığını ileri sürerler. - Kanaatimize göre bu görüşlerin ikisi de aşırıdır ve gerçek Mevlâna’yı yansıtmaktan uzaktır. - Mevlâna her şeyden önce iyi bir müslümandır. Bütün feyzini ve ilhamını Hz. Kur’an’dan ve İslâmdan almıştır. - Onun bir başka meşhur rubâisi şöyledir: “Canım tenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Tanrı’nın yüce peygamberi Muhammed sayı//60// temmuz 16
Mustafâ’nın yolunun toprağıyım. Her kim benden, bundan başka bir söz naklederse, ona çok üzülür ve o sözden, o sözü söyleyenden bîzâr olurum.” - Rubainin Hz.Pîr’e ait olup-olmadığını bir yana bırakıp, oradaki ana fikre eğilecek olursak onun, Mevlâna’nın görüş ve düşüncelerine tamamen uygun olduğunu görürüz. - “Bâza-bâza” diye başlayan dörtlüğün Türkçesi aynen şöyledir: “Yine gel, yine gel. Ne olursan ol, yine gel İster kâfir, ister ateşe tapıcı, ister putperest olsan da gel Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” - Kelime kelime çeviri böyledir. Birtakım zorlamalarla “olduğun gibi gel” veya “nasılsan öyle gel” ilâveleriyle, sanki şöyle denmek istenmektedir “Eski halini muhafaza ederek, tövbe etmeden, inançsızlığını, ateşe tapıcılığını olduğu gibi devam ettirerek gelebilirsin, her halinle kabulümüzsün..” Bu dörtlüğü böyle anlamak fazla zorlamak olur. Ayrıca Hz. Mevlâna’nın genel düşünce ve inanç yapısına da uymaz. - Herkes olduğu gibi kalacak ve öyle gelecekse, bir değişiklik, yeni bir arayış söz konusu değilse, böyle bir çağrıya ne gerek var? Herkesin kendi yerinde oturması-durması daha iyi olmaz mı? - O halde söylenmek istenen nedir? Şudur: Geçmişin önemli sayılmaz. Tövbe diye bir müessese vardır. Hangi dinden, hangi inanıştan olursan ol, mühim değildir. Pek çok kötülükte bulunmuş, tövbe etmiş yine kötülüğe dönmüş, bunu yüz kere tekrarlamış olabilirsin. - Ama bütün bunlardan sonra, yüzbirinci defa tövbe etmek mümkündür. Sende böyle bir niyet, yeni bir uyanış, yöneliş ve kıpırdanış varsa, son bir gayretle geçmişe sünger çekmek azmindeysen, buyur gel, başımızın üstünde yerin vardır. Bizim kapımızda umutsuzluk yoktur. - Hz. Mevlâna’nın İslâmi yanı altı çizilmeye gerek duyulmayacak kadar belirgindir. Ve esasen o, bu yanıyla evrensel mesajlar sunmaktadır. - Bu dörtlükte Kur’an ve hadislerdeki tövbeye ve ümitli olmaya çağrının bir tezahürü görülür. Gerçekten Hz. Peygamberin hadislerinde son nefese kadar tövbenin kabul edileceği, yapılan hatanın ne kadar büyük olursa olsun, bağışlanabileceği ifade edilir. - Zümer suresinin 53. âyeti şöyledir: “De ki, ey kendi nefislerini aleyhine haddi aşan kullarım. Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” - Bir sonraki âyette ise: “Rabbinize dönün, O’na teslim olun” buyrulur. - İşte Mevlâna’nın söz konusu dörtlüğü bu iki âyetin anlamından başka bir şey değildir. - Hz. Mevlâna’yı dinlerüstü, hatta dinle ilgisiz bir dünya vatandaşı gibi kabul etmek isteyenler onun İslâmi kimliğini gölgelemek isteyenlerdir. - İşte Hz. Pîr, bu kişilerden bîzâr olduğunu, bu yüzden ruhunun üzüntü duyduğunu söylemektedir. İhtifal günlerinde onu anarken, onu seyrederken ve onu yaşarken, bilhassa buna dikkat etmek gerekiyor. Aksi takdirde, maazallah, onun “bizâr olduğu” kimesneler durumuna düşülebilir. Hz. Mevlâna’nın Konya’ya etkisi, güneşin dünyaya etkisinin soyut şeklidir. Hz. Mevlâna’nın şehre gelişini takibeden yıllarda, önce insanların kabulleri ve değerleri değişmiştir. Dine bakışları ve kavrayışları değişmiştir. Giyimleri kuşamları, sohbet âdâbları, maddeye bakışları değişmiştir. Özetle Konya’nın sosyal yapısı ve değerleri, pozitife doğru esaslı bir gelişim-değişim göstermiştir Hz. Mevlâna ve onun tesis ettiği sistem insanlara edebi, medeniliği ve gerçek Müslümanlığı öğretmiştir. Sofra âdâbını öğretmiş ve bunun felsefesini ortaya koymuştur. Onunla gelişen sofra âdâbı, başka hiçbir kültürde, bu gelişmişlikte yoktur. Hz. Mevlâna’nın sisteminde; Kapıyı kapatmak, mumu söndürmek ocağı yakmak, ışığı yakmak. Bunlar yanlış söyleyişlerdir. Kapı sırlanır. Ocak veya mum dinlendirilir. Işık uyandırılır, düşeceksin denilmez, düşmeyesin denir. • Ben denmez, “biz” denir. Yahut “fakir” yahut “nazarım” denir. Sen denmez, “siz” denir. • Mutfak önemli. Bir aşçıya ilk defa 13. yy. da bir anıt-mezar yapılmıştır. Ateşbâz’ı Veli. • Dergâh zabıtasının başı “sertabbah” denilen aşçıbaşıdır. Bu kişinin işi yemek yapmak değil, “canları” mânevi açıdan pişirip olgunlaştırmaktır. Yemekleri pişiren Aşçı Dede veya Gazancı Dede’dir.
• Yemek yenilen sofraya “somat” veya “sımat” denilir. Büyük bir sini, yerden 25-30 cm yükseklikte. Etrafına da post seriliyor. Yarısı, dervişin dizinde, yarısı sofranın üstünde “dolaylı havlu” veya “sofra peşkiri” seriliyor. • Kaşıkların yüzü sola ve yere, sapları sağa gelecek şekilde konulurdu. Bu duruş şeklinden dolayı kaşık “şükürde” veya “niyazda” kabul edilirdi. • Mutfak kutsaldır. Kudsiyet kadrosundandır mutfak. Yemeğin pişmesi ve yenmesi hususi törenlere tabidir. • Yemek pişince canlar kazanı yere indirirler ve kazancı dede kapağı açar ve şu gülbang çekilir: “Tabhı şirin ola, Hak berekâtını vere, dem’i Hz. Mevlana, sırr’ı Ateşbâz’ı Veli, Hû diyelim” denilirdi ve hû çekilirdi, Canlarla birlikte. • Su vermek ayrı bir görevdi. Suyu veren can ayakta ve niyaz vaziyetinde, ayakları mühürlü vaziyette beklerdi. Su isteyen ona işaret edince su testiden bardağa boşaltılır ve bardağı öperek suyu ikram ederdi. Bardağı alan, bardakla görüşür, yani onu hafifçe öper, suyu içerdi ve yine bardağa teşekkür eder, onu öper boş olarak geri verirdi. • Suyu içen, suyu içinceye kadar diğer canlar, sofradan el çeker, onu beklerlerdi. Bu suretle o, su içerken öbürleri ondan bir lokma bile fazla yememiş olurlardı. Hatta ağızlarında lokma olanlar, onu ya yutmazlar veya belli etmeden yutarlardı. Lokmasını ağzına götürmek üzere olan, onu sofraya bırakıp, yemezdi. • Sofranın şeyhi veya aşçıbaşı su içene “aşk olsun” der, o da niyaz eder, tekrar yemeğe başlanırdı. Yemekte, gûlbangdan başka söylenen tek söz bu olurdu. Başka lâkırdı edilmezdi. • Yemekten sonra, Farsça bir beyit söylenirdi. Anlamı şöyle. “Biz, yoldaki sufileriz, padişahın sofrasında yemek yiyenleriz. Yarabbi, bu kâseyi ve bu sofrayı daim kıl” Ve şu dua okunurdu: “Salli ve sellim alâ eşrefi nur’u cemi’il enbiya vel mürselin, velham dülillahi Rabb’il âlemin, el Fatiha” • Fatiha okunduktan sonra şu gülbang çekilirdi: 17
• “Elhamdülillah, el şükrü lillalı. Hak berekâtını vere, erenlerin han’ı keremleri, nan’u nimetleri müzdad ola, sahib’ül hayrat’ı güzeştegânın ervah’ı şerifeleri şad’u handan, bâkileri selâmette ola, demler, safalar ziyâde ola, dem’i Hz. Mevlâna, sırr’ı Âteşbâz’ı Veli, kerem’i imam’ı Ali, hu diyelim, hu..” • Gûlbang çekilirken eller dua vaziyetinde değil, parmaklar yere doğru ve sofrayı tutar vaziyette durulurdu. • Gülbang’dan sonra pilâv yenir ve şeyh sofraya dönüp baş keserek niyaz eder. Kalkar. Herkes de teker teker kalkıp kapıdan sofraya başkeserek çıkardı. • Bazan sofralı odaya, bazen dışarıya, leğen-ibrik getirilir ve el yıkanır, şükredilirdi. • Yemeğe “Lokma” deniliyor. Fakat bilhassa lokma denilen bir pilâv var. Belh-Özbek pilâvı. Nohutlu, soğanlı, havuçlu, kestaneli, yağlı etle pişen bir pilâvdı. Hz. Mevlâna zamanından kalma bir pilâvdı. Hz. Pir’in Konya’ya gelişinin Mimariye ciddi etkisi olmuştur. Onun gelişiyle canlanan sosyal hareket, şehre değişik kültürlerden insanların gelmesine sebep oldu. Konya bir bilim ve sanat merkezine dönüştü. Buna paralel olarak da, gerek dinî, gerek sivil, gerekse kamu yapılarında esaslı değişiklikler oluştu. Selçuklu Devlet-i Âlisinin payitahtı olması da bu gelişmelerde elbette etkiliydi. Selçuklular bir dünya devletiydi ve asrın gözdesiydi. Bütün bu faktörler sayı//60// temmuz 18
Konya’nın mimari yapısını ve yerleşim düzenini derinden etkiledi. Bunda en büyük pay Hz. Pîr’e aittir. Mevcut uygulanan durumda bir özellik, bir farklılık görülmüyor. Yani, şehrin tarihî mirasını günümüze aktarmak için özel bir program uygulandığını sanmıyoruz. Tarihi yapının sağında veya solunda bulunan birkaç yapının istimlâk edilip, dar çevrenin tanzim edilmesi, şehrin hâfızasının korunduğu anlamına gelmez. Bu iş ciddi, kapsamlı, programlı ve uzun vâdeli bir çalışmayı gerektirir. Sabır gerektirir ve politikanın dışında hareket kabiliyeti gerektirir. Zor iştir. Fakat zor olmayan başka bir yol vardır. Teşekkül etmiş, hatasıyla-sevabıyla şu an çalışan eski teşekkülâtı olduğu gibi sâkin bırakmak, orayla ilgili herhangi bir tasarrufa izin vermemek, olduğu gibi korumak ve unutmak, buna mukabil yeni alanlarda, gerçekten Türk mimarlığını, (Konya için) özellikle Selçuklu mimarlığını bilen, Allah rızâsı için hareket eden, o mimarlığın hacimleri içinde gönül ve göz gezdirebilen uzmanların plânlayacağı alanlar tesis etmek. Çâre ve yol budur. Ve zor bir yol değildir. Bu düşünce, eskiye özlem duyan kısır ve dar bir düşünce değildir. Nostaljik bir anlayış değildir. Ayrı bir alanda, alt yapısını sağlayarak çağa uygun yapılar inşa etmek isteyenler bunu yapabilsinler. Ama “şehrin ruhu, şehrin hâfızası, kimliği, kültürü ve mirası taşımak, yansıtmak” kaygısı taşınıyorsa, bu iş ciddiye alınmalıdır, vesselâm..
İnsan neden öfkelenir?
ÖFKE
‘Öfke baldan tatlıdır’ sözü de atalarımıza ait. Öfke insanı intikama, şiddete, ölçü kaçınca zulme itekleyiverir. İntikam öfkenin tatlı tarafıdır. Recep ARSLAN
eni bir meslek türemiş. Öfke denetimi uzmanları var hayatımızda. Öfke kontrolü diyorlar. Öfke nedir diye sormak gerek, İnsan neden öfkelenir, örselenmeden öfkelenebilir mi insan? İlk çağ felsefecileri de öfke konusunda görüş bildirmişler. Aristoteles öfkenin insana gerekli, insana ait bir duygu olduğunu kabul eder. Rehberimiz Hazreti Peygamber aleyhisselam da öfkelendiğinizde, oturuyorsanız ayağa kalkın, ayaktaysanız oturun, abdest alın. Diyerek o ruh halinden bir an önce çıkılmasını tavsiye etmiştir. Çok öfkeliyim. Hem, öylesine öfkeli. Birilerine zarar vermemek için beni öfkelendiren kişinin ve kişilerin bulunduğu ortamlardan uzak duruyorum. Bu elbette kişiyi yalnızlaştırır. Kişi kendini tedavi edemez ise bu öfke kalıcı ruh hastalığına bile yol açabilir.
İstediği şeyi elde edemezse, istediği hedefe ulaşamazsa; talebi karşılanmazsa; çıkarını kaybederse; söylediği bir düşünce beğenilmezse; kendisine haksızlık edildiğini düşünürse; ya da kendisine açıkça, tartışılmaz biçimde haksızlık edilirse; hafife alınırsa; kendisiyle oynanırsa, akılsız ve cahil olduğu söylenir veya o hava verilirse; küçük görülürse, itibar edilmezse; çok doğru, hak ve hakikati ifade ettiği halde kabul edilmezse insan kızar, öfkelenir, hiddetlenir. Ateşi başından fışkırır. Bu durumda kişi bir tavır koyacaktır. Bunu itkileriyle, dürtüleriyle yapabilir, ya da akıl ile meseleye bir tavır koymaya çalışabilir. ‘Ani hareketler yapma’ diye tavsiyede bulunan kişi, aynı zamanda sizi çok öfkelendiren kişi olabilir. Evet, ani cevaplar, insiyaki davranışlar karşı tarafa da, kişinin kendisine de onulmaz yaralar açabilir. Atalarımız bunun için ‘öfkeyle kalkan zararla oturur’ demişler. Öfkeyle hareket etmek her zaman zararlıdır. Ama ırki karakter olarak biz Türkler öfkeyle hareket eder ve ekseriya kendimize zarar veririz. Öfkelenmemek mümkün mü? Hayır. Hayatta hiçbir insan istediği her hedefe ulaşamaz, istediği her şeyi elde edemez, istediği karşılığı herkesten göremez. Herkes insana saygılı davranmaz. Bu yüzden öfkesiz yaşamak mümkün değildir. Öfkeyi kime yöneltiriz, diye bir bakın kendinize ve etrafınıza. Baazan hiç ilgisi olmayan kişilere yönelir öfke. Dışarıda örselenmiş bir erkek eve geldiğinde karısını ve çocuklarını döver. Öfkesini kendisine karşılık vermeyeceklerinden emin olduğu karısı ve çocuklarından çıkarır. Kötü bir uygulama elbette. Demek oluyor ki insanlar öfkelerini sergilerken de kendilerini korumaya alırlar. Patrona kızmışlarsa öfkelerini ona göstermezler. Ona öfke gösterdiklerinde işsiz kalacaklarını bilirler. O halde müstahdeme yöneltirler öfkelerini, ya da kendilerinden daha alttakilerden birine. ‘Öfke baldan tatlıdır’ sözü de atalarımıza ait. Öfke insanı intikama, şiddete, ölçü kaçınca zulme itekleyiverir. İntikam öfkenin tatlı tarafıdır. ‘Ha şöyle, kiminle dans ettiğini öğren’ diye de aldıkları intikamın hazzını yaşarlar. Şöyle dedi eremeyenlerden biri: Laf aramızda çok öfkeliyim. Örselendiğimi, benimle oynandığını, gözümün içine baka baka başkalarıyla da oynandığını seyrettikçe kan beynime sıçrıyor. Hastasın sen. İnsanlarla oynayıp ya onları kendi çıkarına kullanıyorsun, ya da kendini eğlendiriyorsun. Suçüstü yakalandığında da münkir oluyorsun. Çok öfkeliyim, çok. Tavsiyemiz Hazreti Peygamberin tavsiyesidir. Alan değiştirmek, ortam değiştirmek, hatta çevre ve meslek değiştirmek gerek. Öfkeyle kalkıp zararla oturanlardan olmamak için terk etmek gerek. Adnan Menderes’e ait olduğu söylenen şöyle bir söz vardı. Kıymet verilmeyen ortamlardan uzaklaşmak gerek. 19
İSTANBUL TÜRKÇESİ
EN GÜZEL BURADA KONUŞULURDU İstanbul'u kuranların, tarihsel kimliğini kazandıran anıtları yaptıranların; Ayasofya'nın banisi Büyük İustinianos'tan İstanbul'da gömülü padişahların sonuncusu V. Mehmed Reşad'a değin egemenlerden hiçbiri, kentin topografyasına ve doğal güzelliklerine saygılı davranmak konusunda kusur işlememişlerdir. Mehmet Kâmil BERSE
ersaadet, Osmanlı döneminde İstanbul’un suriçi bölgesine verilen isim..Devlet ‘in payitahtı olan yerleşim yeriydi… İmparatorluğun ilk sarayları Eski saray ve yeni saray da bu bölgede bulunur.. Dünya üzerinde mazlum milletler hep bu payitahttan umut beklerler ,bu nedenle adına saadet kapısı manasına Dersaadet derlerdi… Bugün dahi böyledir...Bu fakir de bu cennet mekânda doğup büyüme ve burada hayatını devam ettirme bahtiyarlığındadır..Ayakta olan veya harabe halinde olan ihya edilmeyi bekleyen beş yüz civarında camisi ve mescidi vardır..Ömrüm boyunca buradaki camilerin ibadete açık olanlarında mutlaka alnım secdeye değmiştir, şükürler olsun..Dolaştığınızda her sokak ve cadde üzerinde heyecan yaratan bir eserle karşılaşırsınız, bu eserler Osmanlı dan Roma’dan Bizans’tan olabilir…Kısmen yerin üstünde kısmen yerin altında olabilir…Bazen yerin üstünde 1500 yıllık biir eserin üstüne maharetle 3 katlı bir apartman yapıvermişizdir büyük bir beceri ile…Bu tarih kokan sokaklardan bazıları da Kıztaşı’nın bulunduğu alan ve sokaklardır.. Bu bölge için şu iddialı cümle kurulur: İstanbul Türkçesi’nin en güzel konuşulduğu yerlerdir buralar… Yüz altmış beş yıldır aileniz bu sokaklarda ise, ister istemez sokağa çıktığınızda, selam vermeden yaşayanlara, veya dar-ı beka’ya göç edenlere rahmet dilemeden geçemezsiniz bu bölgeden.. İmparatorluğun son günleri, Cumhuriyetin ilk yılları, Demokrasİ veya devrimleri bu sokaklarda yaşamış veya yaşanılanlar birinci ağızdan anlatılmıştır bizlere.. Kendimizi tarihin içinde yaşamış gibi hissederiz buralarda ..Mekânları gördükçe veya yıkılıp yerine yapılan yeni yetme binalar önünde o alana ruhunu veren kişileri yaşatırız belleğimizde, onlar yaşıyorlardır, yeni nesile de biz anlatırız, Çünkü şehir, asırlar geçse de yaşıyordur geçmişi ile ve bugünü ile...Sultan Fatih’i her yıl Nisan ayında vefat yıldönümünde, Mayıs ayında Fetih gününde türbesinde ziyaret ederiz..O bizim aile büyüğümüzdür, bir sıkıntımız olsa zaman önemli değil, bir sabah namazı vakti olabilir, türbesinin penceresinden sıkılarak yanaşır seyirtiriz, ellerimiz semaya dudaklarımız duaya açık.. Bazen özür dileriz bazen coşkumuzu paylaşırız büyük dedemizle…Bizim mahallemizde böyle büyüklerimiz var şükürler olsun, bizler bunun farkındayız ve bunları yaşatmaya yeminliyiz..
sayı//60// temmuz 20
Onun adını taşıyan okulda ilk mektebe gitmişim, İkamet adresimde onun adı var… Kıztaşı’nda Sultan Fatih’ten de eski bir hemşehrimize ithaf edilen bir anıt var.. Markianos Sütunu, Fatih’te etrafını tamamen dolduran küçük bir meydanın ortasında yer alıyor. Kızıl-gri Mısır granitinden iki parça olarak yapılan sütunun kaidesinin batı yüzünde, “PRINCIPIS HANC STATVAM MARCIANI CERNE TOVUQVE PRAEFECTVS VOVIT QVOD TATIANVS OPVS ” şeklindeki Latince yazıtın çevirisi şöyledir: "İşte bu İmparator Marcianus'un anıtıdır / Ki Tatianus bu eseri adamıştır." Üç yüzüne haç işareti işlenmiştir.. Ünlü seyyahımız ve tarihçimiz Evliya Çelebi ise Kıztaşı’ndan şöyle bahseder: “Dikdörtgen şeklinde büyük bir taş üzerinde, yekpare beyaz mermerden yapılmış, Kral Pozantin’in kızının lahdi”. Ona göre İstanbul’u doğal afetlerden korumak için şehre konulmuş 27 tılsımdan biri de bu anıttadır. Bizans İmparatoru Markianos (450-457) adına Vali Tatiatus tarafından yaptırılan Markianos Sütunu, kaidesindeki Zafer Tanrıçası Nike kabartmaları nedeniyle 1453’ten sonra Kıztaşı
olarak anılmaya başlandı. Zamanla önemini yitiren ve uzun bir süre bir bahçe içinde kalan sütunun çevresi, 1908’deki Çırçır Yangını’ndan sonra açıldı. Bulunduğu semte adını veren Kıztaşı, orijinal hâlini kısmen koruyarak günümüzde yaşıyor… Sütunun üzerindeki bronz heykelin ise Konstantinopolis’in tüm zenginliklerini tüketen Latin İstilası esnasında Venedikliler tarafından Bari’ye (İtalya) götürüldüğü iddia edilmektedir. Tarihî eserler hakkında her zaman çeşitli efsaneler hikaye edilir, KIZTAŞI içinde birkaç efsane vardır; Bundan 1500 yıl kadar önce Ayasofya'nın yapımı sırasında genç bir kız, sırtına yüklediği koca bir sütunla inşaat alanına doğru giderken, birden bire karşısına bir cin çıkmış ve kıza “nereye gidiyorsun” diye sormuş. "Ayasofya adında büyük bir kilise yapıldığını duydum. Bu sütunu oraya götürüyorum" diye cevap vermiş kız. "Sen geç kalmışsın, kilise çoktan bitti. Sen o taşı aldığın yere bırak" diye kıza karşılık vermiş cin. Kız üzülerek taşı aldığı yere dikine bırakmış, ancak içine de bir kuşku düşmüş. Kendi gözüyle kiliseyi görmek için yola düşmüş. Ayasofya'ya varınca bir de ne görsün. İnşaat bitmek şöyle dursun, daha doğru dürüst bile 21
ortaya çıkmamış yapı. O zaman genç kız cinin kendisini kandırdığını anlamış ve taşı geri almak için hemen geri dönmüş. Ne var ki, dikili duran taşı yerinden kıpırdatamamış. Çünkü genç kız, cinin sözüne uyup taşı bıraktığı için tılsımlı gücünü kaybetmiş. İşte o gündür, bugündür bu sütun "Kıztaşı" olarak anılır olmuş. Bir başka efsanede şöyledir; 1500 yaşından daha eski, M.S. 450-457 yıllarından kalma bu anıt, İstanbul'da ayakta durabilen birkaç Bizans anıt sütunundan birisidir. Rivayetlerden biri de o ki, sütuna Kıztaşı denilmesinin nedeni, altından geçen kızlara, bakire olup olmadıklarını fısıldamasıymış! İmparator II. Lustinianos'un baldızının kulağına da bir şeyler fısıldayınca, üzerindeki heykel kırılıp devrilmiş! Taşın adı Kıztaşı olarak tarihte söylenir olmuş.. Bir başka hikâye ; Kıztaşı hakkında. Sütun, dikdörtgen bir kaide üzerinde yükseliyor, tepesinde bir kronit başlık ve bunun da üzerinde kare bir blok bulunuyormuş. Bu bloğun köşelerinde, kanatlarını açmış dört melek heykeli varmış ve muhtemelen İmparator Marcianus'un heykeli bu bloğun üzerinde duruyormuş. Bizans çağında bu dikilitaşın bulunduğu meydan, "Forum Amastrion" olarak bilinirmiş. Biraz batıda, Şehzadebaşı'nda, yani Philadelphion'daki tetrapilon anıtı önündeki "el" heykelleri önünden geçirilen "idamlıklar "in cezaları, daha sonra Kıztaşı'nın bulunduğu Forum Amastrion'da infaz edilirmiş...Bu efsaneler, adında “Kız” olan tüm tarihi yapılarda farklı efsanelerle birbirine benzer hikayelere ortak olurlar, Tıpkı Kız Kulesi gibi veya Van ilimizdeki Kıztaşı gibi… Çocukluğumuzda, Kıztaşı’nın önünden geçerken tedirgin olurduk..Büyüklerimiz; -Ana babaya karşı gelir söz dinlemezsen taş olur bu sütuna yapışırsın derlerdi.. Evet bu şehrin sekiz bin beş yüz yıllık bir geçmişi var.. Bugün "Tarihi Yarımada" diye bilinen asıl İstanbul; Sarayburnu'ndan Edirnekapı'ya uzanan sırtında, 45 rakımdan 85'e kadar yükselerek bir zincir oluşturan ünlü "Yeditepe"yle Haliç’e ve Marmara’ya eğimli ve surlarla çevrili eteklerinden ibaretti.. İstanbul'u kuranların, tarihsel kimliğini kazandıran anıtları yaptıranların; Ayasofya'nın sayı//60// temmuz 22
banisi Büyük İustinianos'tan İstanbul'da medfun padişahların sonuncusu V. Mehmed Reşad'a değin egemenlerden hiçbiri, kentin topografyasına ve doğal güzelliklerine saygılı davranmak konusunda kusur işlememişlerdir. Bu özen sayesindedir ki İstanbul, MÖ 7. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan tarihi boyunca surları, hipodromu, kiliseleri, camileri, medreseleri, meydanları, anıt çeşmeleri, sarnıçları, dikilitaşları, sarayları, konakları, sahil sarayları, müzeleri, mektepleri, kapalı çarşıları, bedestenleri, hanları ile daima bayındır olagelmiş; doğal afetlerde, toplumsal eylemlerde yıkılıp yananların yerine daha mükemmelleri inşa edilmiştir. Bu kültürel birikime halk mantığının uygun gördüğü tanım "İstanbul'un taşı toprağı altın!" olmuştur… Kıztaşı bölgesinin içtimai yapısı tarihi boyunca asaletini korumuş ve korumaya devam etmektedir… İstanbul Türkçesi’nin en güzel kullanımının burada olduğunu konunun uzmanları teyid ederler.. Osmanlı döneminde buralardaki konaklarda daha çok Paşaların ve Saraylı hanımların ikamet ettğinden , Sarayın Enderun ve hareminde yetişmiş kişilerin bu kültüre ve zarafete sahip olduklarından İstanbul Beyefendilerinin ve hanımefendilerinin sembolleştiği anlatılır… Daha önceleri, Yeşiltekke sokağı, Horhor caddesi ve Sofular Caddesi hakkındaki yazılarımda buralarda ikamet eden ,çocuklukları buralarda geçen önemli şahsiyetlerden söz etmiş ve tarihe not düşmüştüm.. Hamidullah Suphi Tanrıöverin yetiştiği , Ord.Prof.Süheyl Ünverin eğitim mekanı ve müze olarak kullandığı Suphi Paşa konağından, Muallim Naci’den, Bakkalzade Hattat’ın konağından, Behruz Çinici evinden, Ahmet Rasim’in mahalle mektebinden, hamamlardan, çeşmelerden, mescid ve camilerden, Karıncaezmez şevkinin hatıralarından bahsetmiştim… Kıztaşı bugün dört yol ağzı bir mahalle meydanının ortasında yer alır..Kuzeyi Fatih Macar Kardeşler caddesi (Yani ana caddeye) bağlanır, Caddeye bakan köşede Fatih Eczanesi eski bir eczanedir..hemen yanında Fatihin en eski şekercisi Rahmetli Mustafa Esenlik amcamız yıllarca bizlere akide şekeri ve lokum imal eder ve satardı, baba dostumuzu Mustafa amcamızın oğlu rahmetli Seyfeddin Esenlikde Lise yıllarından çok samimi okul arkadaşımdı. Hastane karşısındaki Tevhid
eczanesi mahallenin eski sayılacak eczanesidir, sahibi Fevziye Nuroğlu ablamız iki sene önce vefat etmişti halen çocukları ve kalfaları devam ediyorlar.. Güneyi Aksaray’a veya alt sokaklara bağlanan bir yoldur.. Kıztaşının önemli mekanlarından biride odun fırınında pişen ekmekleri ile ve kıvamında pişen simitleri ile Kıztaşı ekmek fırını’dır..Batısı İskenderpaşa’dan gelen yol, doğusu ise saraçhaneye bağlanan yoldur…Saraçhaneye bağlanan yol , bu asrın ortalarına doğru açılmış…O yolun Horhor’a bakan tarafında Tamamen ahşap Hayriye mektepleri yer alırmış, Büyük yangında maalesef tamamen yanmış, son müdürü ise Kenan Rıfai efendi..Hayriye Mektepleri nin yerine yapılan binalardan köşedekinin altında Ozanlar Kıraathanesi var bugün, Marmara kıraathanesinin eskileri ve o misyona özenen yenileri buranın müdavimidirler, bir zamanlar İsmail Ünalmış ağabey sohbetler yapardı burada o da vefat etti.. Yangın yeri İstanbul’un daha sonra yenilenen Kıztaşı’ndaki binaları bölgenin en nezih binaları oluvermiş, bu binaların 2.katından itibaren Marmara denizi lebiderya bir görüntü oluşturur…Bu yol üzerinde yer alan Kâmil Paşa sokakta önemli muhteremler oturur idi; Sokağa adını veren Kâmil Paşa’nın ikamet ettiği konak bu sokakta imiş, Paşanın konağı büyük yangında yok olan konaklardan.. Avukat rahmetli Bekir Berk, Sanayici Gönenli Hüseyin Tokuz ( Halen ailesi burada oturur), Sahaflar çarşısının en eski esnaflarından örnek esnaflık ve ortaklıkları ile gerçek İstanbul beyefendileri Mehmet Raif Yelkenci ve ortağı Hacı amcamız bu sokakta ikamet ederlerdi..1974 yılında Vefat edene kadar Raif Yelkenci Pîrimiz'i zaman zaman ailece ziyaret ederdik... Dolap caddesi üzerinde yer alan binalarda oturan kadim aileler vardı, hepsi ile ailevi dostluklarımız vardı.. Tüccar Rahmetli Refik Bürüngüz ve rahmetli oğulları Ahmet ve Mehmet Bürüngüz kardeşler.. Rahmetli Sabri Ülker ve ailesi, Rahmetli Yusuf Türel , Dolap caddesini son on yıllık sakinlerinden İbrahim Solmaz ve Sinan Solmaz ailesi de bu bölgede ikamet ederler…Dülgerzade camiinde Kıraat dersi veren İsmail efendi, İmam Tevfik (Soyyiğit)efendi rahmetle anıyorum..Dr.Kamil Karakayalı, Dr.Ömer Faruk Sargut evleri ve muayenehaneleri burada idi..Hastanenin olduğu binada kadim yayıncılarımızdan Cevat Şen ağabeyimiz otururdu, uzun süre Erdoğan Bayraktar bu bölgede inşaat yaptı
ve buralarda ikamet etti.. Sofular caddesine yaklaştıkça İstanbul’un sayılı paçacısı rahmetli Mahmut Usta’yı anmadan geçemeyiz,İstanbulda ayak paça denince ilk akla gelen mekân rahmetli Mahmut Usta’nın mekânıdır, sabah namazında açılır sabah karanlığında onlarca kişi gelip Mahmut ustanın enfes paça çorbasını kaşıklarlar..Sarmısaklı ve sirkeli elbet usulüdür ama ben sarmısaklısını pek tercih etmem..Yanında kadîm dostumuz eskimez yayıncılardan Mümin Çevik Ağabey ve kardeşi Mehmet Çevik in ofisi.. Tabiiki Sofular tarafında eski Barbaros yoğurtçusu, senenin birkaç ayında koyun yoğurdu çıkarırki emsali yoktur... Sütlü tatlılarından kazandibi en muhteşemidir, Tavuk göğsü ve sütlaç ve kaymaklı ekmek kadayıfı gençlik yıllarımda yemeden geçemediğim tatlılarıydı, şimdilerde şekerim yükselmesin diye sanki yedim diyerek geçerim.. Sahibi balkan göçmeni bir aileydi, aile reisi yapılı kızıl sakallı idi, bu nedenle Barbaros adını kullanmış işyerinde.. Baba dostumuz, rahmetli Barbaros yoğurtçusu şimdilerde başka bir mekanda torunları tarafından mesleğe devam ediyorlar..Barbaros’un karşısındaki apartmanda rahmetli Faruk Kadri Timurtaş hoca’yı çok ziyaret etmişimdir, sorularıma aldığım cevaplar sohbet niteliğinde ve ders gibiydi…Benzincinin karşısında şimdi apartman olan yerde arsa var iken oduncu vardı, oduncunun bir tarafında Paçacı Mahmut ustanın ilk çorbacı dükkanı vardı, küçük bir baraka şeklinde idi..Dört yol ağzında Bu noktada karşılıklı iki dükkandan biri Balıkesir Kasabı Rahmetli Kemal amcamızın karşısında Barbaros’un yanında bir bakkal dükkanı ki onunda değerli dostum Erhan erken’in ailesine ait olduğunu bir yazısından öğrenmiştim.. Benzinciden ana caddeye Ali emirî sokaktan çıkarsınız, Ali Emîrî efendi bu bölgenin efendisidir..Feyzullah efendi medresesinde tam yüz beş yıldır Millet Kütüphanesi olarak milletine hizmet ediyor Ali Emîrî efendi, Fatih Camii haziresinde ebedî istirahatgahında hayatı boyunca yaptığı hizmetlerinin huzuru ile yatıyor.. Sokak sokak , buram buram tarih kokan bu topraklarda yürürken dikkatli ve saygılı olmalıyız..Burada yaşamanın hakkını vermeliyiz.. Hatıraları not almalı ve geleceğe aktarmalıyız…Bastığımız toprakların 2 metre altında şehir var, onun birkaç metre altında bir başka şehir ve kültür var.. Bütün bu kültürler bizim mirasımızdır, sahip çıkmalıyız… 23
tiraf edelim ki bütün Balkan şehirleri güzeldir. Hemen her birinin içinden nehirler akar. Hemen her birinin sırtı bir dağa dolayısıyla bir kaleye dayalıdır, hemen her birinin ayakları bir ovaya uzanır; yeşil mavi berekettir Balkan şehirleri. İşte Prizren, işte Üsküp, işte Filibe. Daha niceleri. ‘Gezdiğiniz onlarca Balkan şehirleri içerisinde en güzel üç şehri sayın?’ diye bir istekte bulunsanız benden, hiç düşünmeden en başa İşkodra’yı yazarım.
İŞKODRA TARİHİN KOYNUNDA SAKLI BİR GÜZEL ŞEHİR
Düşünün dört buçuk asır İslâm şehri olan güzeller güzeli İşkodra’da, bir asırlık bozgundan sonra iki cami kalabilmiş ayakta: Biri Fatih Sultan Mehmed (Muhammed) Han (Kurşunlu), diğeri Ebubekir. Fahri TUNA
İşkodra adı, Latince Scutari’den gelirmiş. Manası da ‘kalkan ile silahlanmış’ demekmiş. Fatih Sultan Mehmed Han’ımız anlaşmayla almış Scutari’yi, Türkçeye ‘İşkodra’ diye telaffuz edip armağan etmiş, hem şehri hem kelimeyi. Fatih’in fethinden ve ‘dokunulmazlık sözleşmesi’nden sonra Venedik’e kaçmış halk. Anlaşmaya rağmen korkudan. Bir daha da gelmemişler. Bir asır sonra gidenlerin torunlarının çocukları, bakmışlar ki bu Türkler sözünün eri millet. Dönmüşler geriye. İşkodra böyle böyle gelişmiş. Böyle canlanmış. Bir insan bir şehirde ne ister Allah aşkına. Sorayım size, kadim bir şehirde neler görmek, bulmak, yaşamak istersiniz siz? Tarih mi dediniz, var: Alın size Rozafa Kalesi. Ve tarihî çarşılar, dükkânlar, asil ve soylu bir mimari… Hepsi bol bol var İşkodra’da. Başka ne istersiniz? Yeşil ile mavinin vuslatını, bileşimini, evliliğini mi? Alın size İşkodra Gölü. Alın size Buna Nehri. Alın size, kalenin eteklerinden itibaren göz alabildiğince ova. Yani düzlük, yani bereket, yani yeşillik. Osmanlı’da yani bizdeyken tarım kadar ticaret şehri de olmuş İşkodra. Eyalet merkezi yapmış İşkodra’yı Derssadet. Huzur ve mutluluk şehri yapmış. Otuz bir cami ile medreselerle külliyelerle donatmış. Tekkelerle terbiye etmiş. Ama Enver Hoca Komünizmi (adı Enver soyadı Hoca ve adam Komünist, ne yaman çelişki değil mi?) ve ataizminden canını zor kurtarabilen bir tek Kurşunlu Camii olmuş. Denildiğine göre, Aziz Stefan Katedrali üzerine Fatih Sultan Mehmed Han yaptırmış onu da. Gittik gördük, kale eteğinde bitap ve harap hâlde. Kubbesinden dolayı halk Kurşunlu Camii deyip çıkmış, adına. Kâh sel felâketine uğramamış camimiz, kâh insanın gaflet ve dalâletine. Bugün mü? Kör topal ayakta ama ibadet imkânı yok. Zaten metruk hâlde. Ben Ebubekir Camii’ni çok sevdim şehir merkezindeki. Yeni, nevzuhur, zıpçıktı mimarisinden ötürü değil elbette. O tarafı
sayı//60// temmuz 24
öyle de. Ben en çok adını sevdim bu caminin. Düşünün dört buçuk asır İslâm şehri olan güzeller güzeli İşkodra’da, bir asırlık bozgundan sonra iki cami kalabilmiş ayakta: Biri Fatih Sultan Mehmed (Muhammed) Han (Kurşunlu), diğeri Ebubekir. Bu isimler bile size bir şeyi, ne bir şeyi, çok şeyi-, medeniyetimizin birinci ve ikinci büyüğünü hatırlatmıyor mu? ‘Kişi düştüğü yerden kalkar’ demiş atalarımız. İşkodra bu iki ismi merkez alarak, bu iki ismin etrafında şekillenecek; neşvünema bulacak, diriliş yaşayacak yeniden, inanıyorum. Neşvünema dedim de, aklıma neşe, neş’e, neşve geldi: Bir yaz akşamı yürüyorum İşkodra sokaklarında. Ebubekir Camii taraflarında. Bir kır kahvesinde bir sokak konserine rastladım; aman Allah’ım, o da ne: O neşveye, bizim İstanbul Harbiye Açık Hava Sahnesi’ndeki konserlerde bile şahit olamadım ben: Sokak şarkıcısı dediysem, altmış beşlerinde bir beydi, mızıkası elinde çalan. Çalan ve söyleyen. Ağzında dişlerinin yarısı yoktu şarkıcımızın. Ortadan kısaca boylu, buğday benizli, zayıfça, uzunca yüzlü kara kaşlı kara gözlü bir sanatçıydı. Değerinin farkında değildi. Yahut farkındaydı da parasızlık sokaklara mahkûm etmişti onu. Üç beş turist neşeleniyor, üç beş kuruş atıyordu ayrılırken şapkasına, o kadar. Öyle titizlik, öyle ses, öyle vecd. Abartmıyorum. Çarpılmış, acımış, üzülmüş, ama gerçek bir sanata, gerçek müziğe şahitlik etmenin sevincini de yaşamıştım. İşkodra bende en çok hak ettiği değerini bulamamış bir sokak şarkısı, bir sokak şarkıcısıdır. Garip, fakir, mahzun. Bir de damadır benim zihnimde İşkodra. Geniş büyük yemyeşil bir parkta, ağaç altlarındaki masalara serili mukavva kâğıtları üzerinde heyecanlı dama partileri gelir aklıma. Üç gidişimde de bizzat kendi gözlerimle gördüm: Ben diyeyim on beş masa, siz deyin yirmi. Her birinde dört oynayan, üç dört de heyecanla onları seyreden orta yaşlı insanlar. Altmışlarında. Bisikletleri de yanlarında. Ak saçlı Komünist elbiseli yani fabrikasyon adi kalitesiz kumaştan üniforma gibi duran tek desen tek düze çoğunlukla gri veya mavi renk elbiseli, ununu elemiş eleğini asmış adamlardı bunlar. Hüzün sağanağı bakışlı adamlardı. Heyecansız oynuyorlardı, düşüne düşüne. İçlerinde yaşıyorlardı sanki yenilmeyi de sevinmeyi de. Nasıl bir dama partisiydi bu böyle; hâlâ da anlayabilmiş değilim gördüklerimi. İki de heykel demekti benim için İşkodra. Daha doğrusu, birisi
heykel birisi de anıt. Arnavut millî kimliğinin sembolü durumundaki Rahibe Teresa’nın şehirdeki heykeli, onlar için İşkodra’nın olmazsa olmazıdır. Papa dahi İşkodra’ya gelmiştir o sebepten. Arnavutlar dindar olmasalar da Rahibe Teresa’ya millî bir ruh ile sahip çıkarlar; Teresa onlar için hem dinî hem millî hem de ırkî bir şeydir. Üçünün bileşimi. Bizim içinse İşkodra Hasan Rıza Paşa’dır. 1912’nin İşkodra Valisi Hasan Rıza Paşa’mız. Yiğit mert ahlâklı paşamız. Tek kurşun atmadan İttihat Terakki’nin bütün Balkanlardan çekilme kararını tanımayan vatanperver paşamız. Günlerce emrindeki askerlerle şehri teslim almaya kalkışan çapulculara direnen eyvallah etmeyen paşamız. Kahramanlığın destanını yazan son paşa, son vali. II. Meşrutiyet Mebuslarından Arnavut Esad Toptani’nin tuzağıyla 30 Ocak 1913 günü şehit edilen güzel paşamız. Ki o Toptani, Sultan II. Abdülhamit’i tahttan indiren ekipte de karşımıza çıkmıştı. Bütün bir Rumeli’yi, bütün bir Anadolu’yu, Trakya’yı; Yemen’i Hicaz’ı Bağdat’ı; Horasan’ı Buhara’yı Taşkent’i; Hoca Ahmed Yesevi’yi, Yunus’u, Sarı Saltuk’u; ezanı hilali ay yıldızı temsilen, bir parkın bitişiğinde, ziyaretine gelen Müslümanları ağırlıyor yüz altı senedir Hasan Rıza Paşa. Her zamanki tevazuu, hoşgörüsü, misafirperverliğiyle. Ay yıldızı başında. Besmelesi Fatiha’sı İhlas’ı dilinde. ‘Beni hilafete bağlılıktan hiçbir güç ve politika vaz geçiremez’ sözü hâlâ dilinde pelesenk hâlde. Gelen gidene Dersaadet’i yani Payitahtı soruyor, ‘Sultan Abdülhamit’den, Sultan Vahdettin’den haber yok mu’ diyor. ‘Şehzadeler milletiyle bir olup işgalcileri atmadılar mı daha yurttan?’ diye sualler ediyor bizlere. İşkodra bizim için yiğitler yiğidi, kahramanlar kahramanı, paşalar paşası Hasan Rıza’dır, onun anısı, onun anıtıdır en çok. İşkodra’nın koynunda bir güzel yiğit yatar, evet. İşkodra tarihtir en çok, tarihîdir en çok, tarihçedir evet. İşkodra göldür nehirdir şehirdir en çok, evet evet. Mavi kadar yeşil, dün kadar bugün, geçmiş kadar gelecektir. İşkodra; tarihin koynunda saklı bir güzel şehirsin sen. Aynen öylesin. Eksiksiz fazlasız. 25
mraniye ile ilk tanışmam 1992 yılında gerçekleşti. Henüz üniversitede okuduğum dönemde Ümraniye’de öğrenci yurdunda kalmaya başlamıştım. 1992’nin Ümraniye’si İstanbul’un merkezine, Boğaziçi’ne, Üsküdar’a çok yakın olmasına rağmen şehrin varoşu diyebileceğimiz, yolları çamurlu ve modern şehircilik anlayışının çok gerisinde bir yapıya sahipti.
ÜMRAN BİR ŞEHİR VE
ÜMRANİYE
“CEVHER AĞA ÜZERİNDEN KENT KİMLİĞİ OLUŞTURMA” Asıl adı “Yalnız Servi” olan Ümraniye 1877-1878 yılında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında meydana gelen 93 Harbi’nden sonra İstanbul’a göç eden muhacirlerin 1884 yılında gelip yerleşmesiyle ilk önce mahalle, ardından da köy haline gelmiştir (1906). Dr.Mehmet MAZAK*
Üniversite sonrası iş hayatına atıldıktan sonra 1998 yılında Ümraniye’den ev almak nasip olmuş burada oturmaya başlamış biriyim. Yirmi yılı aşan bir süredir Ümraniye’de oturan ve bu şehrin havasını teneffüs eden biri olarak Ümraniye’nin ümranlaşmasına şahit olan biriyim. 17 Ağustos 1999 Marmara depremi sonrası Ümraniye zemin etütleri açısından geçerli bir not almasıyla birlikte yeni yapılaşmanın hızla arttığı bir belde olmuştur. Hiç kuşkusuz mevcut yerel yönetimin kentsel dönüşüm konusundaki gayretlerini görmezden gelemeyiz. Bugün gelinen noktada Ümraniye modern ve çağdaş bir şehir olarak AVM’leri, modern siteleri, plazaları ile İstanbul’un parlayan yıldızı olmuş durumdadır. Konut ve gayrimenkullerin değerlenmesi açısından da İstanbul’da farklı bir yere sahip yerdir Ümraniye. Bana dünyada ruhu ve kimliği olmayan bir şehir söyleyin deseniz ilk aklıma gelen şehir Rotterdam’dır. Rotterdam ikinci Dünya savaşı sonrası yeniden kuruluşmuş çok modern bir batılı şehir olmasına rağmen bana göre ruhsuz bir şehirdir. 1999 sonrası hızla büyüyen bugün İstanbul’un en modern ve gelişmiş ilçelerinden biri olan Ümraniye’nin kent kimliği, ruh dokusu ne durumdadır? Sorusunu sormadan edemeyeceğim. Ümraniye ilçesine ismi üzerinden bakarsak Ümran; ma’murluk, bayındırlık, bayındırlaştırma, medeniyet, ilerleme, refah, saadet ve mutluluk anlamlarını içermektedir. Ümraniye günümüzde bayındır ve ilerlemiş bir yerdir. Kültür ve Medeniyet mefkûremizden baktığımızda acaba bu şehirde aynı karşılığı bulabiliyor muyuz?
*TC.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//60// temmuz 26
Bu soruların cevabını aramak üzere bira Ümraniye’nin geçmişine kuruluşuna doğru yolculuk yapalım.
Asıl adı “Yalnız Servi” olan Ümraniye 18771878 yılında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında meydana gelen 93 Harbi’nden sonra İstanbul’a göç eden muhacirlerin 1884 yılında gelip yerleşmesiyle ilk önce mahalle, ardından da köy haline gelmiştir (1906). İmparatorluğun diğer yerlerinde örnekleri olduğu gibi 93 Harbi sırasında gelen muhacirlerin boş arazilere yerleştirilmesiyle kurulan köylere “gelişmiş, bayındır, mamur” anlamına gelen “Ümraniye” adı verilmiştir. Yalnız Servi’de 93 Harbi’nden sonra gelen muhacirlerin gelip yerleşmesiyle ve akabinde köy haline dönüşmesiyle hem “Muhacirköy” ve hem de “Ümraniye” olarak anılmıştır. Muhacirlerin iskan edilmesinden sonra Sultan II. Abdülhamid’in Ser-musâhibi Mehmed Cevher Ağa (ö. 1909) burada yaptırdığı cami ve mekteple Ümraniye’nin kurulması ve gelişmesine çok önemli katkıda bulunmuştur. Bu nedenle Cevher Ağa “Ümraniye’nin bânîsi/kurucusu” olarak desek abartılı olmaz. Ümraniye’nin bir mahalle ve ardından köy olarak ortaya çıkması ancak 20. yüzyılın hemen başlarında gerçekleşmiştir. Osmanlı dönemlerinde idari olarak bazen Üsküdar bazen ise Gebze ve Yoros nahiyelerine bağlı oldu. Nihayetinde 1928’de Üsküdar Merkez nahiyesi, 1935’te ise Üsküdar Kısıklı Nahiyesi sınırları içerisinde kaldı. 29 Mart 1962’de ise Ümraniye Belediyesi kurulmuştur. Bu yukarıda vermiş olduğum kısa tarihi
bilgilerden de anlaşılacağı üzere Ümraniye geçmişi olmayan, üzerinde asırlarca önce köyler, şehirler kurulmuş ve buradan damıtılarak günümüze gelen bir medeniyet nehri olmadığı gibi, kültürel derinliği ve hafızası da olmayan bir yerleşim yeridir. Yani yeni çok yeni bir şehir olarak karşımıza çıkıyor Ümraniye. Ümraniye’de baktığımız zaman tarihi yapı olarak Hekimbaşı Köşkü bulunmaktadır. Sultan Abdülaziz’in Av Köşkü ya da Yusuf İzzettin Köşkü olarak da bilinen Hekimbaşı Küçük Hayrullah Efendi (1817-1866) tarafından, Mimar Sarkis Balyan’a yaptırmış olduğu Hekimbaşaşı Köşkü günümüzde varlığını sürdürmektedir. Ümraniye’de ikinci ve şehir için en önemli tarihsel yapı olarak karşımıza Cevher Ağa camii çıkmaktadır. Ümraniye’nin can damarı olan Alemdağ Caddesi üzerinde bulunan Cevherağa Cami, H.1315/M. 1899 yılında Sultan II. Abdülhamid Han döneminde, sultanın yardım ve emriyle Sarayın Ser-Muhasibi Cevher Ağa tarafından yaptırılmıştır. Tek minareli ve tek şerefeli olan bu cami hala günümüzde işlevselliğini devam ettirmektedir. Cevher Ağa, camii yaptırdığı zaman caminin yaşatılması ve ihtiyaçlarının giderilmesi için birde vakıf kurmuş ve Alemdağ caddesi üzerinde dükkânları ve gayrimenkulleri vakfa bağışlamıştır. Günümüzde vakfın ve vakıf mallarının olmadığını biliyoruz. 1998 yılında 27
devlete bağlılığın, vatanını ve milletini sevmenin bedelini canı ödemiş bir görev adamıdır. Ümraniye’yi yönetenlerin bu büyük insanı şehrinde yaşayanlara anlatacağı ve öğreteceği çalışmalar yapmak boynunun borcudur. Sultan II.Abdülhamid Han'ı tahttan indiren Ittihat Terakki ve Hareket Ordusu Sarayı basarak devlet hazinesini yağma etmek isterler. Ser verip sır vermeyen yiğit insan, Sultan’ın baş musahibi Cevher Ağa’yı yakalayıp baskı ve işkence ederek hazinenin yerini söyletemezler. Cevher Ağa Camii yanında İGDAŞ Anadolu Bölge Müdürlüğü hizmet vermeye başladığı zaman, vakfiyedeki bir madde dikkatimi çok çekmişti. Vakfiyede der ki; ileride buralara Alemdağ caddesine gaz gelir ise bu vakfettiğim dükkan ve gayrimenkullerden hasıl olacak gelir ile caminin aydınlatılması ve ısıtılması sağlansın. Bu maddeye istinaden dönemin İGDAŞ yönetimine bu vakfiyeyi ileterek bu konuda yardımcı olunması gerektiğini söylediğimi hatırlarım. Ancak yardımcı olunmadığına şahit biriyim. (1899 yılında Kadıköy Hasanpaşa’da bulunan havagazı fabrikasından şehir aydınlatılması sağlanmaktaydı.) Ümraniye için Cevhar Ağa şehrin ruhunun oluşturulmasında bir kahraman bir sembol olabilir. Cevher Ağa sadakatin, görev bilincinin, sayı//60// temmuz 28
Cevher Ağa, sadakat gösterdi, “velinimetine ihanet etmeyeceğim” diye İttihat ve Terakkicilerin yüzlerine karşı bağırdı, bunun üzerine boynuna ip takıp Cevher Ağa’yı astılar. Bu sefer ikinci muhasip Nadir Ağa’yı tuttular asık olan Cevher Ağa’nın ölüsünü gösterip hazinenin yerini göstermezse aynı akıbete uğrayacağını söylediler Yapılan işkenceye dayanamayan Nadir Ağa devletin gizli hazinenin yerini gösterip canını kurtarmıştı. Ümraniye’de oturan ve yaşayan herkesin bildiği bir camiye ismini veren kahramanın hikayesi budur. Ümraniye’nin erdemli ve ümran bir şehir olmasında büyük katkısı olacağını düşündüğüm Cevher Ağa’nın bu şehirde yaşayanlar tarafından bilinmesi ve anlatılmasını sağlayacak olan bizleriz.
Yorgun
Hz. Yunus’un Türkçesiyle
Ben o dostun ummânına / dalûben yorgun gelirim Elden ayaktan çâresiz Kalûben yorgun gelirim Aklımı yitirdiğim yirde / enel Hakk çığıran mirde Şânını ırak illerde Duyûben yorgun gelirim Hergün benle harbederim / hergün küçülür bedenim Yalancı dünyayı benim Sanûben yorgun gelirim Elim erende karaya / harâmi girer araya Değirmenim fukarâya Kurûben yorgun gelirim Kılığıma bakmaksızın / bayıra gönül bayıra Her gördüğümü hayıra Yorûben yorgun gelirim Vakt olmadan, sabah erken / tenhâda Kamîl ararken Sırtıma sepken yağarken Yanûben yorgun gelirim. Dalûben: Dalarak, dalmış olarak Yirde, nirde: Yerde, nerede Harâmi: Eşkiyâ, hırsız, hayırsız Kâmil UĞURLU
29
ulgaristan’daki yitik şehirler bahsine girmeden önce Osmanlı Devletinin Bulgaristan Vilayetinden bir nebze de olsa bahsetmek gerekir. Sultan 1.Murat Döneminde 1383 yılında Osmanlı hakimiyetine giren bu topraklar yaklaşık 550 yıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde kaldı.
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
SOFYA
Bulgaristan’ın özerk bir prenslik haline gelmesinden sonra şehrin tanzimi, yeni caddelerin açılması, eski sokakların genişletilmesi gibi sebeplerle pek çok tarihî eser ortadan kalkmış ve çok azı günümüze kadar gelebilmiştir. Hüseyin YÜRÜK
Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ile birlikte bu toprakları da yönetmek zorlaştı. Sultan 2.Abdülhamit’in Başkatibi Tahsin Paşa, Padişahın bu zor günlerde Bulgaristan topraklarını yönetmek için izlediği politikayı Hatıralarında şöyle anlatıyor: Bulgaristan ve Karadağ prensleri, İstanbul'a her gelişlerin tatyîb-i kalblerine ve istihsâl-i memnuniyetlerine çalışıldığı için, dâima memleketlerinin hissiyâtı okşanmış olduğu halde avdet ederlerdi (Tahsin Paşa,1990:122) Başkatib Tahsin Paşa bu politikanın sonuçlarından şöyle bahsediyor: Bulgaristan Prensi Ferdinad'ın ne kadar ihtiras ve entrika sahibi olduğunu bildiğinden onu dâima okşamak siyasetini takip ederdi. Balkanlar'ın en faal uzvu olan Prens Ferdinand Makedonya üzerinde âmâlini saha-i hakikate çıkaracak siyasetine devam etmekle beraber, o da Sultan Hamid'e cemilekârlık göstermekten hâlî kalmazdı. Prens Ferdinand'dan senenin muayyen günlerinde Sultan Hamid'e gelen tebrik telgraflarının sonunda ve Ferdinand imzası üstünde (Abd-i memlûkleri müşîr) ibaresi görülürdü. (Tahsin Paşa,1990:88) Bu gün Bulgaristan topraklarında; çoğunluğu Sofya, Şumnu, Kırcaali, Filibe, Dobruca, Varna, Rusçuk, Silistre, Plevne, Tırnova’da nüfusları yaklaşık 1.200.000 Müslüman Türk yaşıyor. COĞRAFYA VE TARİHÇE
Sofya Şehri, Balkan yarımadasında, etrafı dağlarla çevrili Sofya ovasının güney kısmında Vitoşa Dağı eteklerinde denizden yaklaşık 550 m. yükseklikte yer alır. Doğudan batıya doğru İstanbul ile Orta Avrupa ve kuzeyden güneye doğru Tuna nehri üzerindeki Vidin ile Selânik arasında ana yol üzerinde yer alan Sofya’nın yerleşim tarihi yedi binyıl öncesine kadar gider. Sofya 1380’li yılların başında Osmanlı idaresine girdi. Sofya’nın merkez olduğu eyaletin 1530’da yirmi yedi sancağı mevcuttu. Bu sayı XVII. yüzyılın ilk yarısında on altı iken XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde on dört idi. Eyaletin en sayı//60// temmuz 30
yüksek idarecisi olan beylerbeyinin Sofya’da oturmasından dolayı eyalete bağlı olan sancaklar arasında Sofya “livâ-i paşa” olarak anılmaktaydı. (Şahin,2009:345) Evliya Çelebi, Sofya’daki mahalle sayısını kırk bir olarak belirtmiş, mahallelerden bir kısmının adını vermiştir (Bana / Ilıca, Çelebi, Gül Camii, Mehmed Paşa, Siyavuş Paşa ve İmaret mahalleleri). Ayrıca şehirde bir bedestenden ve birçok handan, kervansaraydan söz eder. Yine şehirdeki sarayları anlatır, bazı önemli camileri açıklar (Gül Camii, Câmi-i Atîk veya Koca Mahmud Paşa, Koca Derviş Mehmed Paşa Camii, Kurşunlu Cami, Molla Efendi Camii, Eski Siyavuş Paşa Camii). İdarî bir merkez olarak yükselen Sofya aynı zamanda önemli kültür merkezi özelliğini taşıyordu. Sofya birçok şair, yazar ve din bilgininin ya doğduğu ya da uzun süre yaşadığı bir şehir oldu. Bunlar arasında şair Ahmed Hâdî’yi, Abdi Efendi’yi, uzun müddet şehirde kadılık hizmetinde bulunan ve Banyabaşı adında bir cami inşa ettiren Seyfullah Efendi’yi, yine kadılık hizmetini yerine getiren Vezir Sinan’ın oğlu Hekimzâde Subhi’yi, Tarîkatü’l-Halvetiyye adlı bir eser kaleme alan Halvetiyye şeyhi Sofyalı Bâlî Efendi’yi, âlim ve kadı İbrâhim Efendi’yi, Farsça şiirler yazan Mehmed Efendi’yi ve Sofyevî Vâhid Mehmed Çelebi’yi anmak gerekir. (Şahin,2009:347) Özellikle Rumeli eyaletinin merkezi olduktan sonra imar faaliyetlerine sahne olan Sofya şehrinde birçok dinî, ticarî ve sosyal eser inşa edilmiştir. Bunlardan en önemlisi, Rumeli Beylerbeyi Mahmud Paşa tarafından muhtemelen 1444-1456 yılları arasında yaptırılan Büyük Cami’dir. Bunu Malkoçoğulları’ndan Beylerbeyi Yahyâ Paşa’nın 1506’da inşa ettirdiği bedesten ve hamam takip eder. Şehrin gelişimini sembolize eden bir diğer eser Sofu Mehmed Paşa’nın yaptırdığı külliyedir Dönemin büyük mimarı Sinan’a inşa ettirilen bu külliye cami, on altı kubbeli bir medrese, kütüphane, hamam, kervansaray, mektep ve mutfak gibi kısımlardan meydana gelmekteydi. 1544’te şehirde dört cami, otuz bir mescid, üç zâviye, dört hamam, üç kervansaray ve bir bedesten; 1570’te on cami, otuz dört mescid, dört zâviye, yedi hamam, kervansaray ve bir bedesten mevcuttu. Özellikle arşiv
belgelerinden yararlanılarak yapılan tesbitler şehirde cami, mescid, medrese, mektep, zâviye, imaret, han, hamam, kervansaray, çeşme gibi vakıf eserlerinin toplam 170 civarında olduğunu göstermektedir.(Ayverdi,2014:142) Sofya, 1864’te sınırları itibariyle hemen hemen bugünkü Bulgaristan’ı içine alacak şekilde teşkil edilen ve merkezi Rusçuk olan Tuna vilâyetinin bir sancak merkezi haline getirildi. O sıralarda Yusuf Paşa Sofya'da bulunuyor ve bahşiş için ayaklanan yeniçerilerle uğraşıyordu. Burada 35 000 yeniçeri ve 45 000 başka askerle, 6 000 topçu ve 280 - 300 top vardı. 27 000 kişi Bosna'yı muhafaza ediyor ve başka bir ordu da İsmail'de bulunuyordu. (Yorga,1948:75) Şehir ve civarı, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Ruslar’ın işgal ettiği Tuna ve Dobruca tarafından gelen müslüman muhacirlerin akınına uğradı. Bu bağlamda 23 Eylül 1877 tarihi itibariyle Tuna yönünden gelen 40.000’den fazla muhacir Sofya ve civarına yerleştirildi. Muhacirlerin Sofya’da yığılması üzerine Ruslar şehri kuşattı. Bu yüzden Sofya halkı ve muhacirlerin önemli bir kısmı şehri terketmek zorunda kaldı. Türk nüfusunun şehri terketmesinden sonra Rus kuvvetlerinin işgaline uğrayan (3 Ocak 1878) Sofya 1879’da Bulgar Prensliği’nin ve 1908’de Bulgar Krallığı’nın başşehri oldu. Bulgaristan’ın özerk bir prenslik haline gelmesinden sonra şehrin tanzimi, yeni caddelerin açılması, eski sokakların genişletilmesi gibi sebeplerle pek çok tarihî eser ortadan kalkmış ve çok azı günümüze kadar gelebilmiştir. Mimar Sinan’ın eseri olan Bosnalı Mehmed Paşa Camii ise XIX. yüzyılın sonlarına doğru kiliseye çevrilmiş, dış mimarisini tamamen gizleyen bir şekle bürünmüştür. Erken Osmanlı devri Türk mimarisini yansıtan Mahmud Paşa Camii bugün Bulgaristan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın tam karşısında ve şehrin merkezinde bulunmakta olup arkeoloji müzesi yapılmış, iç mimarisi tanınmaz hale gelmiştir. Ayrıca Lozemetz mahallesinde çarşı içinde dükkânların arasına sıkışmış, evvelce Roma duvarı veya Roma perdesi olarak bilinen, 1957’derestore edilen tek cepheden ibaret kalıntı da bir cami veya namazgâh olmalıdır. Sofya’da Knyanevo mahallesinde Bâlî Baba 31
Türbe ve Tekkesi önce yıktırılmış, daha sonra türbenin yerine sembolik bir mezar yaptırılmıştır. Söz konusu mezar günümüzde muhtemelen yıktırılan tekkenin yerine inşa edilen kilisenin avlusunda bulunmaktadır. (Şahin,2009:348) ŞAHİTLİKLER
Bulgaristan deyince ilk akla gelen eserlerden biri Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin 93 Harbi hatıralarıdır.1876-1878 yılları arasında yaşanan Osmanlı-Rus savaşında Ruslar; bir cephe Kafkaslarda bir cephe Balkanlarda açmışlardı. İşte Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin hatıraları o günlerde Bulgaristan topraklarında yaşananları çok çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır. Hüseyin Raci Efendi işgalin ilk günlerinden şöyle bahsediyor:1876 yılı Haziran'ın on ikinci günleri, mağrur düşman Tuna'yı geçerek Ziştovi'yi zabt etti. Burayı koruyan askerlerden dört yüz kadar müslümanı al kana boğdu. Ahali ağlayarak, şaşkın ve perişan yollara düşüp dağıldı. Yatak köyü halkını tamamen katliam ettiler. Servi ahalisi dahi Ziştovililerden beter bir halde, ninni ve türkülerle, şefkat kucaklarında beslemekte oldukları, ömürlerinin meyvesi çocuklarını yollara atarak, Şıpka Balkanı'ndan aşıp Kızanlık'a döküldüler. (Hüseyin Raci Efendi,1975:62) Hüseyin Raci Efendi, işgalcilerin şehirde yaptıklarından da şöyle bahsediyor:Ruslar Eski sayı//60// temmuz 32
cami-i şerifi soyup, kandillerini kırdılar, büyük mumları dışarı attılar, kilim, eşya vesairesini aldılar.Minber kapısı ve mahfil trabzapları tahrip olundu. İnsan ve hayvan pislikleriyle müminlerin secdegahı telvis edildi ve Kazakların atlarına ahır yapıldı.Kuran-ı Kerim ve cüzleri parça parça edilerek ayaklar altına atıldı. Vallahu azizün züntikaam! Hey gidi medeniyet ve insaniyet yayıcısı koca Moskof hey!. Minarelerden bütün gün edepsizler bağrışır, Ezan-i Muhammed'iyi -haşa- alaya alır ve İslamiyet'e hakaret ederlerdi. Müslümanları gözler, toplu gördükleri yere kurşun atarlar, kalabalık evlere hücum edip yağma ederlerdi. İkinci istiladan sonra bu cami minaresini, Bulgar hainleri barutla kubbesi üzerine yıktılar. Büyük kubbelerin kenarlarını tahrip ettiler. Bir zaman da kilise olarak kullandılarsa da bir gün ayin yaparken papaz çarpılıp ölünce terkettiler. Cephanelik yaptılar.O gün saraç ve kavaf dükkanları yağma edildiği gibi, akşam ezanından dört saat sonra gece vakti de kadın ve çocukları çarşıya dökülerek müslüman ve yahudi mağaza ve dükkanlarını yağmaladılar. (Hüseyin Raci Efendi,1975:93) Kısa süreli de olsa şehirde yaşanan işgalin faturası şöyledir:Hasılı kelam, on iki bin müslim ve yirmi dört bin gayri müslim nüfusu bulunan ve fethi tarihinden 1787 yılına kadar beş yüz yirmi dokuz sene imarına gayret sarf edilen, o eşsiz şehir, o ma'mur ve münbit kaza, on gün içinde, mahv ü heba olarak bir kabristana ve haşir meydanına döndü! Rus elinde bulunduğu
on gün zarfında aslı Bulgar olan Kazak ve İntikamcı Bölükleri'nin, Bulgar vahşilerinin türlü eza ve hakaretle idam edip öldürdükleri müslümanların sayısı kasabanın içinde bin beş yüz ve köylerde bin sekiz yüz kişi olarak tahmin edilmiştir. (Hüseyin Raci Efendi,1975:168) Zağra Müftüsünün anlattıklarını daha sonra belgelerle ele alan tarihçi, diplomat, yazar Bilâl N. Şimşir oldu. "Rumeli'den Türk Göçleri" isimli yabancı arşiv kaynaklarına dayanan, sayısız belgeyle desteklenmiş bir kitap yazdı. Bu kitapta Sadrazam Ethem Paşa tarafından 13 Ocak 1878 tarihinde Tatar pazarcık mutasarrıfı Süleyman Paşa'ya "Filibe'de 15 bin ahali çoluk çocuklarıyla istasyonda kar üstünde yatarak vagon bekliyorlar” şeklinde çekilen telgrafta hicret edenlerin durumu acı ve açık bir halde bildirilir. Bir diğerinde ise, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'ndan alınan bir belgede; Rumeli Müslüman halkının toptan kaçışı; 100 bin kadarının açık havada soğuktan, açlıktan ölmesi; can havliyle trene doluşmaları, binemeyenlerin raylar üzerine kendilerini atmaları; göçmenlerin trenlere el koyması; geride kalanların feryad u figânı anlatılır. (Dursun,2003:38-39) 1918 yılının Kasım Ayında merkezi Kars’ta olmak üzere kurulan ‘Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti’nin ilk Hükümet Başkanı ve Dışişleri Bakanı Fahrettin Erdoğan 1800’lü yılların sonunda gittiği Bulgaristan’dan şöyle bahsediyor: Lise öğrencisi iken yaşadığım bir olaydan dolayı Bulgaristan’a gittim. O zamanki şehirli Bulgar halkı, iskeledeki hiçbir ticaret işiyle uğraşmaz, sadece bağcılık ve tütüncülük yapardı. Köylerdekiler ise evcil hayvan yetiştirir, özellikle koyunculuk yapar ve kaşar peyniri imalatıyla uğraşırdı. Bunlar akıl almaz derecede milliyetçi ve Türklere karşı kin güden bir milletti. İşlerinde ciddi ve çalışkanlardı. Türkistan’da da olduğu gibi her evde kadınlarının el tezgâhları bulunurdu. Dışarıdan hiçbir şey almazlardı. Türkler ise daima ziraatla uğraşır, çok miktarda buğday, arpa, yulaf, çavdar ve mısır yetiştirirlerdi. Evcil hayvanlardan özellikle, Romanya hayvanları cinsinden sığır, manda ve at yetiştirirlerdi. İçlerinden kuvvetli pehlivanlar çıkar, düğünlerde, bayramlarda köyleri, kazaları grup grup gezerek gösteriler yaparlardı. Bunların en ünlülerinden olan Rüstem Pehlivan, Mahmut Pehlivan ve Molla Pehlivan
gibilerin yanlarında on ya da on iki tane çırak bulunurdu. O zamanki milli duyguyla, Anadolu’ya geçmek arzusu içlerinde yaşıyordu ve ruhlarda da böyle bir hava esiyordu. İşte bunu temsil etmek için İttihad-ı İslâm Cemiyeti oluşturulmuştu. Cemiyet serbest çalışıyordu. Bulgarlar ise bu cemiyetin çalışmalarına engel olmaya çabalıyordu; çünkü bir an önce Türklerin aralarından çıkıp gitmesini istiyorlardı. O zaman bütün Bulgaristan’da bulunan Türklerin sayısı tahminen iki milyon kişi kadardı.(Erdoğan,2007:16-17) Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Tayyar Altıkulaç,1992 yılında yaptığı seyahat sonrası Sofya’da yaşadıklarını şöyle anlatıyor: Sofya Din İşleri Müşavirimiz Mazhar Bilgin’le birlikte saat 13.15’te Mestanlı’dan ayrıldık. Haskovo’ya yaklaştığımızda büyükçe bir köyün içinden geçerken gözümüze bir minare ilişti. Yoldan 50 m kadar saparak bu camiyi görmek istedik. Tek kelime ile söylemek gerekirse, cami tam bir perişanlık içinde. Bakımsız mı bakımsız. Sanki yıllardan beri terk edilmiş ve kapısı açılmamış bir yapı. Çatısının dört tarafından kiremitler yerlere dökülmek üzere. Oradan mahzun ve mükedder olarak ayrıldık. Köyün adı Karamantsi imiş. Arabamızla biraz ilerleyince karşımızdan iki bayanın gelmekte olduğunu gördük. Onlar bize, biz onlara iyice yaklaştığımızda kendilerini durdurup köy hakkında bilgi almak istedik. Bu cümleden olarak köyün kaç hane olduğunu sorduk. Yaklaşık 500 hane imiş ve köy halkının tamamı Türk ve Müslüman’mış. Yani bu köyde en az 1.500 Müslüman yaşıyor. (Altıkulaç,2011:1018) KAYNAKLAR
• Altıkulaç Tayyar,(2011) Zorlukları Aşarken 3, İstanbul: Ufuk Yayınları • Ayverdi Samiha, (2014),Hatıralarla Başbaşa, İstanbul:Kubbealtı Yay • Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Erdoğan Fahrettin, (2007), Türk Ellerinde Hatıralarım, Ankara: Mevsimsiz Yay • Hüseyin Raci Efendi,(1975), Zağra Müftüsünün Hatıraları İstanbul: 1001 Temel Eser • Kiel Machiel,(2010),Şumnu, DİA, Cilt: 39, Sayfa: 228-230 • Şahin İlhan,(2009),Sofya, DİA, Cilt:37, Sayfa:345-348 • Tahsin Paşa,(1990),Yıldız Hatıraları, İstanbul: Boğaziçi Yayınları • Yorga Nicolea, 1948, Osmanlı Tarihi,(Son Cilt), Ankara Üniversitesi Yay, Ankara,
33
KÜÇÜK AYASOFYA'NIN SAKİNLİĞİ İstanbul’un Sultanahmet semtinde, Cankurtaran ile Kadırga arasında yer alan Küçük Ayasofya Camii, zaviye-medrese, türbe, hamam ve sıbyan mektebinden oluşan külliyenin merkezini oluşturur. Nidayi SEVİM
etihten sonra Bizans döneminden kalma pek çok kilise, işlevsiz vaziyette kaldığı için bir plan dâhilinde camiye çevrilmiştir. Ayasofya Camii, Eski İmaret Camii, Zeyrek Camii, Molla Gürani Camii, Fethiye Camii, Kariye Camii, Fenari İsa Camii ve Koca Mustafa Paşa Sümbül Efendi Camii bunlardan sadece bir kısmıdır. Bahse konu yapılar şehir merkezinde ve ziyaretgâh güzergâhları üzerinde bulunduğu için İstanbullular tarafından bilinir. Ancak benzer bazı yapıların varlığından pek çoğumuzun haberi bulunmuyor. Belki ismini duymuş olabiliriz. Lakin nerede ve nasıl bir hüviyeti haizdir? Hakkında hiç bir bilgimiz yoktur. İşte bu yapılardan biri de Küçük Ayasofya Camii'dir. İstanbul’un Sultanahmet semtinde,Cankurtaran ile Kadırga arasında yer alan Küçük Ayasofya Camii, zaviye-medrese, türbe, hamam ve sıbyan mektebinden oluşan külliyenin merkezini oluşturur. Sıbyan mektebi zamanımıza ulaşmamış, külliyenin az ötesinde, Kaleiçi Sokağı üzerinde bulunan hamamı (Çardaklı) ise metruk vaziyettedir. Cami, mahalleye ve hemen yakınında bulunan caddeye de ismini vermiştir. Sultanahmet meydanına çok yakın bir konumda, surlara 25 metre mesafededir. Yanı başından demiryolu hattı geçer. Vaktiyle Bizans kilisesi olan yapı, 15. Yüzyılın sonları veya 16. Yüzyılın başlarında, Sultan II. Bayezid dönemi, Topkapı Darussaade Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye çevrilmiştir. Külliye bu caminin etrafında şekillenmiştir. Kilisenin Aya Sergios ve Bachos ismiyle ilk defa 527536 tarihleri arasında inşa edildiği kimi kaynaklarda yer alır. Konstantinopolis (İstanbul) merkezi planlı, I.dönem Bizans kiliselerinin tipik örnekleri arasında gösterilir. Kimi araştırmacılara göre Antik Çağ sonu ve Erken Bizans dönemi mimari özelliklerini bünyesinde barındırır. Avrupa ve Ortadoğu'daki bazı dinî yapıların formları ile benzetildiğinden dünya çapında mimari değeri olduğu vurgulanır. Daha evvel aynı mahalde bazilika tipinde bir kilisenin varlığı da rivayetler arasındadır. İmparator I.Jüstinyen ve eşi Teodora tarafından inşa ettirilen kilisenin Ayasofya ile benzer planda olması sebebiyle Osmanlı döneminde, bani Hüseyin Ağa ismi ile değil de Küçük Ayasofya ismi ile meşhur olmuştur. Külliyenin güney, kuzey ve batı yönlerinden olmak üzere üç giriş kapısı vardır. Üzerinde bir
sayı//60// temmuz 34
Hadis-i Şerif metni bulunan Kuzey kapısından girdiğimizde genişçe sayılabilecek bir avluya çıkıyoruz. Caminin ölçülerine kıyasla avlu gayet geniş planlamış ve ortam ferahlatıcı bir havaya bürünmüştür. Meydandaki şadırvanın etrafını çevreleyen hücreler zaviye-medrese bölümünü oluşturur. Günümüzde gelenekli sanatlarımızın farklı branşlarda icrası için hizmet vermektedir. Kapıdan girince sağdaki ilk mekân çayhane olarak faaliyet gösteriyor. Burada biraz dinlenip çayımızı yudumlarken bir yandan da tarih muhasebesi yapıyoruz. Gözlerimiz etrafı süzmeye devam ediyor. Biri şadırvanın önünde diğeri çayhane önünde olmak üzere avluda iki adet sadaka taşı gözümüze çarpıyor. Şadırvanın hemen yanı başındaki 1768 tarihli kabir, Küçük Ayasofya Zaviye Şeyhi Şeyh Mehmed Efendi’ye aittir. Kabrin yanı başında, ağaca yaslı vaziyette duran demirden mamul bir kapı dikkatimizi çekiyor. Üzerindeki yazıya göre Sultanahmet Kapalı Cezaevi’nin hücre kapılarından biri imiş. Ne maksatla buraya konulduğu hakkında malumatımız bulunmuyor. Biz buna şimdilik “özgürlük anıtı” diyelim. Zira özgürlüğün ne anlama geldiğini işte böyle huzurlu bir ortamda vakit geçirirken idrak ediyoruz. Külliyenin cami bölümündeyiz. Mabedin Güney-batı köşesinde, binadan bağımsız olarak, barok üslupta, kesme taştan bir minaresi vardır. Önceleri pek çok defa yenilenen bu minare en son 1955 yılında bugünkü haliyle inşa edilmiştir. İki giriş kapısı bulunan caminin cümle kapısı üzerinde iki kitabe yer alır. Ortada bulunan büyük kitabe, mekânın camiye
dönüştürülme tarihini verir. Bunun yanında yer alan daha küçük ölçekli kitabe de ise: “Sizden biri İslam’ını güzelleştirirse yaptığı her iyilik on mislinden yedi yüz misline kadar yazılır ve yaptığı her kötülük Allah’a kavuşuncaya kadar aynıyla yazılır.” anlamlarına gelen Hadis-i Şerif yer alır. Cümle kapısının ahşap kanatları, XVI. yüzyıl kündekâri tekniğinin emsalsiz örnekleri arasında gösteriliyor. Kuzey giriş kapısı üzerinde de bir kitabe bulunur. Burada da yine bir Hadis-i Şerif yer alır. Şöyle yazıyor: “Kale'n-Nebiyyi Sellallahu aleyhi Vesellem: ‘A’dedtü li’ ibadiye’s salihin ma la aynün raet vela üzünün semi’at ve-la hatara ‘ala kalbi beşer’ Sadaka Rasulullah.” ( Resûlullâh ‘s.a.v.’ şöyle buyurur: Salih kullarım için hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir kalb-i beşerin hatırından geçmediği ni’metler hazırladım.) Yapının sekiz köşeli ana kubbesi bulunmaktadır. Kareye yakın 35
dikdörtgen içinde yer alan bu sekizgenin kenarları bir kemer, bir yarım kubbe olarak sıralanmaktadır. Mekân, kiliseden camiye çevrilirken klasik Osmanlı cami mimarisine uygun olarak, beş kubbeli bir son cemaat yeri, minber, mihrâb ve son cemaat yeri ilave edilmiştir. İç süslemeler değiştirilmiş, pencere sistemleri yeniden yapılandırılmıştır. Minber ve mihrâb mermerden olup gayet sade ve zariftir. Sekiz köşeli mermer sütunların taşıdığı müezzin mahfili de narin bir yapıya sahiptir. Semavî Eyice'nin ifadesiyle “Küçük Ayasofya Camii, Bizans ve Türk mimarilerinin birbiri içine grift olduğu bir eser” olarak karşımızdadır. Cami içerisinde ziyadesiyle dikkatimizi çeken husus sütunlar ve başlıklarıdır. Bu güzellik karşısında etkilenmemek mümkün değil. İnsan bakmaktan gözlerini alamıyor. Yapının bünyesinde bulunan, farklı renklerdeki, porfir taşından mamul toplam 34 sütunun 16'sı alt katta, 18'i ise galeridedir. Sütun başlıkları ve frizlerdeki taş işçiliği muhteşemdir. Semavî Eyice'nin verdiği bilgilere göre: “İki katı ayıran mermer frizler de tamamen ilk çağ sanatı uslubundadır. Bunların arasında, binanın içini dolaşan bir friz yüzeyinde VI. Yüzyıl Bizans yazı sanatının güzel bir örneği olan kabartma harflerle işlenmiş bir yazı, İmparator I.Jüstinyen ve eşi Teodora’nın adlarını vererek kilisenin Sergios'a adandığını bildirir…” (TDVİA, c.26., s.521.) Camide öğle namazımızı eda ediyor, sonrasında tefekküre dalıyoruz. Yaklaşık yirmi milyonluk İstanbul'un nezih bir bölgesinde güzeller güzeli bir mabed ve içerisinde bizden başka kimse yok. Bu duruma
sayı//60// temmuz 36
üzülsek mi sevinsek mi bilemedik?! Güzellikler paylaşınca çoğalır mucibince “iç geçirmedik” desek yalan olur. Caminin kuzeyinde yer alan sekiz köşeli plan üzerine inşa edilen ve üstü çatıyla örtülü türbe, bani Hüseyin Ağa'ya aittir. Ayvansarayî'nin verdiği bilgilere göre Hüseyin Ağa bazı sebeplerden dolayı idam edilmiş ve buraya defnedilmiştir. Türbenin içinde yan yana iki sanduka bulunur. Semavî Eyice'nin bildirdiğine göre bunlardan biri Hüseyin Ağa’ya, diğeri ise Halvetiyye tarikatının Şâbâniyye kolundan Şeyh Hacı Kâmil Efendi’ye aittir. (Eyice, a.g.a., s.521.) Türbe’nin çevresi zaman içerisinde yapılan definlerle büyük bir hazireye dönüşmüş. Burada farklı dönemlere ait, devirlerinin sanat anlayışına, süsleme üslubuna ayna tutan birbirinden kıymetli mezar taşı örneği bulunur. Mimari yapıların tamamlayıcı bir unsuru olarak görülen mezar taşları bulunduğu her mekâna ayrı bir değer katarak fiziki olanı adeta metafizik alana taşıyor. Osmanlı mimarisini diğer medeniyetlerden ayıran en ince, en belirgin nokta sanırım burasıdır. Madde ile manayı birleştiren, barıştıran insanları ebediyete hazırlayan bir bakış açısı ve düşünce yapısı… Tarihte pek çok onarım gören Küçük Ayasofya Külliyesi, 1937 ve 1955’teki iki büyük restorasyon geçirdi. 2003 yılında tekrar onarıma alındı ve çalışmalar 2007 yılında tamamlandı. Hakikaten etkileyici, şaşırtıcı ve sıra dışı bir yapı ile karşı karşıyayız. Yukarıda da belirttiğimiz üzere İstanbul'da kiliseden çevrilme pek çok cami vardır. Lakin Küçük Ayasofya Camii'nin yeri bir başkadır. Güzellikler meşheri diyebileceğimiz bu mabedin ne yazık ki ziyaretçisi pek azdır. Ne zaman uğrasam ortalıkta dolaşan bir kaç yabancı turistten başka kimse yoktur. Gerçek şu ki ecdat, bu hayır eserlerini turistlerin fotoğraf çekmesi için değil, müminlerin rükû ve secde etmesi için ihya etti. Sultanahmet, Süleymaniye ve Fatih Cami gibi selatin camilere belki defalarca gitmişliğimiz vardır. Lakin ara sıra yolumuzu değiştirip farklı ruhani iklimlere yol almayı bir türlü denemeyiz. Oysa şehrin güzellikleri bizleri bekliyor. Keşfetmek için biraz çaba göstermemiz gerekmez mi? Ayasofya Camii'nin zincirli olması içimizde kanayan derin bir yaradır. Eyvallah, zincirlerin kırılmasını ümmet ve millet olarak sabırla bekliyoruz. Ayasofya'nın utanç zincirleri kırılsın. Lakin Küçük Ayasofya da aramızda mahzun ve garip kalmasın. Onu yalnız bırakmayalım!..
ğruna harpler yapılan, felsefenin başı, bir yerleşkenin olmazsa olmazı, su.
SU, ŞEHİR VE
EDEBİYAT
Ekmek paralı olup fabrikadan çıkmaya başlayınca edebiyatımızdan ekmeğin kokusu yok oldu. Bekir SÜRÜCÜ
Hikayelerin girizgahında bulunan betimlemelerin olmazsa olmazı dereler, ırmaklar çeşmeler. Köy meydanlarında bulunan suyun başında hem adamlar vurulur hem güzel dilberlere aşık olunurdu. Köy yerlerinde Karacaoğlan gibi halk ozanlarımıza ilham kaynağı, tema olurdu. Hz. Muhammet’i övmek için yazılan en güzel eser olan Fuzuli’nin yazdığı “Su Kasidesi.” Şair onun güzelliğini, büyüklüğünü su ile ifade etmeye çalışmış. Büyüklerimize bir bardak su verince bize” su gibi aziz ol evlat.” derler. Şüphesiz su aziz bir şeydir. Anadolu Selçuklu Devletinde, Osmanlı Devletinde hayır için çeşmeler yaptırılırdı. Hem de öyle baştan sağma değil. Her biri birer sanat eseri olarak dikilirdi karşımıza. Tüm bunları belirtmemin sebebi, su doğanın ve insanoğlunun vazgeçilmezidir ki hayatımızın her alanında karşımıza çıkar. Çok unutkan olduk son zamanlarda. Nitekim su da bundan nasibini aldı. Ekmek paralı olup fabrikadan çıkmaya başlayınca edebiyatımızdan ekmeğin kokusu yok oldu. Mis gibi kokan güller ticaret malı olunca şekil itibariyle güzel ama kokusundan yoksun kaldı. Gül kokusunun da edebiyatımızdan silinmesine az kaldı. Şimdi sıra su da. Sonra ,ben küçükken bizim oralarda bir pınar vardı da buz gibi akardı da tadı şöyleydi de böyleydi de! İşte sizin oraların pınarlarına artık fabrikalar kuruluyor ve kuruyor. Peki ya suyun kendisi su gibi gidip su gibi gelmezse? Edebiyattan da çekilip kurursa? Şüphesiz bu büyük bir tehdit. Her ne kadar hazır su bize bir hizmet olarak gösterilse de bu tartışılır bir konu ve ben buna alışamadım. Orhan veli eğer yaşasaydı ”Bedava” adlı şiirini herhalde tekrar kaleme alırdı. Bu şiirinde “bedava yaşıyoruz bedava…, peynir ekmek değil ama acı su bedava” diyordu. Ah Orhan ağabey ah! Çünkü artık acı su da bedava değil. Bir şehirde birisine adres tarif ederken çeşmeden başlardık. “Ortada bir çeşme var ya! İşte oradan yukarı çıkacaksın.” derdik ama artık ortada bir çeşme yok! Halk ozanımız Karacaoğlan bir şiirinde; “Karac’oğlan der ki n’olup n’olmalı/Keten gömlek giymiş kolu sırmalı Anasın öldürüp kızın almalı / Emirlerden bir kız indi pınara.” Şimdilerde o güzel kızların inecek bir pınarı yok. Bu yüzdendir ki bilinmez artık Karacaoğlan gibi ozanlar da çıkmıyor. Her şeyin başı su. Felsefenin de kültürün de şehirlerin de edebiyatın da…İnsan’ın üç bölü dördü su değilmi? Havadan ve sudan konuşmak en gerçek olanı… 37
KAPLICA’DA İNECEK VAR Kilis’ten Çiftehan Kaplıcalarına hala gidenler var. Ancak Çiftehan artık eski Çiftehan, kaplıcalar da eski kaplıcalar gibi değil. Daha modern oldu. Turizm önde. Sağlık ve Tedavi Merkezi biçiminde faaliyetini sürdürenlere bile rastlanıyor. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
nce bir nostalji kıyaslamak için. Kaplıca konu olunca Kilis’ten babaannemlerin ve komşularımızın 1950’li yıllarda yaklaşık 500 km uzaklıktaki Çiftehan Kaplıcalarına nasıl gittikleri aklıma düştü. Keşke dramaları yazılsa, romanları, öyküleri kaleme alınsa. Filmleri yapılsa. Cengiz Aytmatov’a göre bir konu nereden bakılırsa bakılsın. Çiftehan Kaplıcalarının 10-12 ay evvelinden Kilis’te konuşmaları yapılır, bir sene öncekinin olumlu olumsuz yanları anlatılır, değerlendirmeleri sonunda her sene Çiftehan kaplıcasına gitmeye karar verilir. Zaten başka alternatifiniz de yok o yıllarda. Kimisi kaplıcanın siyatiklerine iyi gediğini söylerken, bir kısmı itiraz eder dizlerindeki romatizmalara daha iyi gediğini ileri sürerdi. Buna itiraz edenlere cevap ise “Sen kaplıcada hep çimdin, sıcak sudan hiç çıkmadın galiba.
sayı//60// temmuz 38
O zaman kaplıca her derde deva olmaz ki? Kana kana içeceksin sıcak suları, yudum yudum değil, kana kana. Beklediği şifayı bulamayan anaç kadınlar hemen söze girerler “Bi anam sıcak suyun içildiğini de ilk defa senden duyuyorum. Denemeye kalktım mideme sancılar girdi!” Bu tartışmalar uzar gider ama yine de Çiftehan Kaplıcalarına her sene yol görünür. Kilis’ten Çiftehan Kaplıcalarına gitmek için önceleri kaptıkaçtı, sonraları otobüs kiralanarak tutmaya başlanmıştı. Aracın tepesi bir gün önceden kamyon gibi ev kap kacağı , yatağı yastığı, yorganı, bulguru, simidi, salçası, leğeni, kazanı, sahanı, kaşığı bıçağı ile koli koli dolardı. Araç hareket etmeden önce kaplıcaya götürülmeyecek bazı küçük çocuklar Çiftehan’a gidecek zaruri ihtiyaçları saklarlar, ortaya çıkınca da köşe kapmaca oynanırlardı zılgıt yememek için. Kaynanalar gelinlere teker teker hatırlatırlardı “Acaba unu koydun mu kızım”. Gelin cevap verirdi “Anam unu ne yapacaksın. Orada fırından alın ekmeği? Boşuna hamallık yapmayın. Sanki hep orada kalacakmışsınız gibi bütün evi götürüyorsunuz?” Eğer varsa elti taze geline parmağını dudağına götürerek “sus” işareti yapar. Sonra da “Koyduk anam ununu da koyduk, leğençeyi de!” diye hatırlatırdı. Kaynana hiddetlenir ama kendi kendine konuşur “Sanki Çiftehan kaplıcasında fırın var da, biz keyfimizden oraya un taşıyoruz. Ekmeği de biz yapıyoruz.” Biraz düşünür kaynana “Peki saçı koydunuz mu- Ekmeği nerede pişireceğiz?!” Büyük gelin olmaya oldu sac ocağı için bari odun da götürün” diyecek ama kendini tutar. Bir şey söylemez. DEVRAN DEĞİŞİYOR
Bağlardaki üzüm sergilerinde de aynı koşuşturmaca yapılırdı ama, Kilis üzüm bağı tarlalarına yakın olduğundan öyle fazla sorun olmazdı. Çiftehan o yıllarda kasaba statüsünde, büyümüş bir köydü. Kilis’ten 15 ile 20 saat arasında bir yolu vardı. Özellikle yaşlı yolcuların adeta canı çıkardı. Otel motel yoktu. Kiralık evler vardı. Sezonluk tutulurdu. Konu komşu bir arada kalırlardı. Yemekler ortaklaşa pişerdi. Servis de öyle yapılırdı. Kilis hamamlarının aksine daha aşırı şifalı sıcak sulu, içerisinde değişik özelliklere sahip minarellerin faydası hala bugün dahi tartışılır. Çok istifade edenler olduğu gibi, beklentisini karşılamadığı için kaplıcalara sıcak bakmayanlarda oluyordu. Ama Çiftehan Kaplıcaları Kilis’in ve bölgenin vazgeçilmez bir bakıma şifa, bir bakıma tatil ve dinleme mekanıydı. Sözün sohbetin zirveye vardığı yerdi. Kına geceleri gibi eğlenceler de
yapardı katılımcı aileler. Problemler bile gülerek anlatılırdı. Hatta diğer vilayetlerden gelen ailelerin kızlarına oğlan anneleri alıcı gözüyle de bakar, hayırlı bir kısmet temennisinde bulunurlardı.Kilis’ten Çiftehan Kaplıcalarına hala gidenler var. Ancak Çiftehan artık eski Çiftehan, kaplıcalar da eski kaplıcalar gibi değil. Daha modern oldu. Turizm önde. Sağlık ve Tedavi Merkezi biçiminde faaliyetini sürdürenlere bile rastlanıyor. Özel araçları olanların da sayısı bir hayli fazla. Tur otobüslerine iştirak edenler de mevcut. AÇIK HAVADA KAYNAR SULU HAVUZLAR
Kilisliler artık Mersin, Arsus, Yumurtalık ve civarında yazlık deniz evlerine olduğu kadar, devremülk kaplıca evlerine de alaka gösteriyorlar. Haymana ve Bolu Kaplıcaları önde gelenlerinden. Turizm şirketleri de kaplıcaları tur programlarına ilave ederek Kilis’ten müşteri götürüyorlar. Artık kaplıcalar iki türlü oluyor. Bir oda veya daire kiralayarak kaç kişi kalırsanız kalın yemeklerinizi apart otel uygulamasında olduğu gibi kendiniz yapıyorsunuz, daire veya odadaki küvet jakuzilere girerek sağlık arıyorsunuz. Bir de yarım pansiyon otel ve motel kaplıcaları var. Bir kısmında sadece sabah kahvaltısı veriliyor, bir kısmında ise buna ek olarak akşam yemeği de ilave ediliyor. Tam pansiyon bilmiyorum ama bazı oteller ikindi üzeri çay ve yanında yiyecekler ikram ederek bu hizmeti ifa ediyor. Bursa İnegöl Oylat kaplıcaları böyle. Bu kaplıcalarda kadınlar ve erkekler için iki ayrı havuz ve iki ayrı Türk hamamı mevcut. Havuzlara aslan ağzından hararetli sıcak su akıyor. Bu suyun altına girerek boyun, omuz ve sırt ağrılarınız için zamanla yarışıyor, tahammül edebildiğiniz kadar kalabiliyorsunuz. Ayrıca aile kabinleri de var. Bunlara ayrıca bir ücret ödenmiyor. Bursa Oylat Kaplıcalarının bir tanesini belediye işletiyor, diğerini ise özel sektör. Hepsinin de özel halk günleri olabiliyor. Bir zamanlar kaplıcaların tümüne yakınını yerel yönetimler işletiyordu. Artık Belediyeler bu otel ve motellerini genelde özel sektöre ihaleyle veriyor. Sıcak su merkezli mekanlarda Ankara’nın da desteği ile yerel yönetimler yeni kaplıcalar ortaya çıkarıp özel sektöre turizm belgeli ve teşvikli yatırımlara imkan aralıyorlar. Yalova Termal böyle olmuş. TARIM ÜRENLERİ Mİ, SANAYİ İKİLEMİ Mİ?
Feribottan iner inmez Yalova kent merkezine hareket ettik. Çok sayıda fabrika ve inşaat var yol üzerinde. Sanki Yalova tarım ürünleri, bahçe ve çiçekçilikten vaz geçmiş intibaı uyandırdı
bende. Sanayii öne çıkarmış gibi göründü. Biraz da Gebze’ye benzemiş burası sanayi olarak. Tuzla’dan sonra Yalova’da da gemi inşa sanayii de kurulmuştu yıllar önce. Yalova genelde sırf bina olmuş. İnşaat yapan bu çimento yığını müteahhitlerine bir yaygın sözü değiştirerek yamamak istiyorum. Hani bir zamanlar “Kim....Yalova Kaymakamını?” derlerdi ya. Bu yakıştırma artık genelde çimento yığını şehirler inşa eden yerel yönetimler ve müteahhitler için de olabilir. 1960’lı yıllarda Ulvi Uraz Tiyatrosu Yalova Kaymakamı adlı tiyatro oyunuyla ödüller almıştı. Sonra genelleşti, bu deyim Yalova; Karabük ve Kilis ile birlikte il olana kadar devam etti. Son Yalova Kaymakamı Yaşar Yaycı da kentin ilk valisi olmuştu(1995). Yalova’ya 1955 yılında rahmetli babam ile birlikte gelmiş, kaplıcalarda kalmıştık. O zaman Yalova bir dünya cennetiydi. Yolların iki yanı tarihi çınarlarla beraber, renk renk ortancalarla bir tablo gibiydi. Yalova o yıllarda bütün Türkiye’ye meyve ve çiçek fidanı pazarlayan bir yerdi. Kilis Leylit’teki bahçemize babam Yalova’dan değişik meyve fidanları da alarak, dikmişti. Elma, armut, şeftali, kiraz fidanları tutmamıştı ama bu bir denemeydi, yapılması gerekiyordu. Kilis ikliminde denenmesi icap ediyordu. Sordum Yalova’daki arkadaşlarıma “kent bu özelliği bitişiğindeki komşu illere vermiş, kendisi sanayi şehri olmayı kararlaştırmış” Aynen tasdik ettiler. TAŞRA ŞEHİRLERDE YAYĞINLAŞIYOR
Devletin işlettiği Yalova Kaplıcalarına gittim önce. Yalova’ya yarım saat falan eğer trafik olmazsa. Yolu iki yanı tarihi çınar ağaçlarıyla bir tablo gibi. Her yanımız yeni villalarla dolu. Çoğu da satılık. Hafta içi olduğundan bir yoğunluk olmaması şansımızdı. Önce Sağlık Bakanlığının işlettiği Termal’a gittik. Yola bakanlık bir görevli koymuş, her araçtan 8 TL ücret alıyor. Vermeyen içeri giremiyor. Piknik yapmaya gelenler daha fazla. Termal Oteli tarihi bir bina ve tesis. Biraz ilerisinde de Atatürk Evi var. Burayı da “altında kaynar su var” diye önce kazmışlar ama sonra vaz geçerek Atatürk Evi’nin yenilemişler. Geniş bir oturma alanı var. Bir de daire düzeninde çarşısı. Genelde yerli yabancı turistlere ihtiyaçları ve hatıra eşyaları satılıyor. Ancak esnaf sezon açılmadığından mı yoksa işlerin kesat gitmesinden mi çok şikayetçi. Bittabi çok sayıda da kebapçı, pideci ve lokanta mevcut. Birkaç lokantada Antep Katmeri, Şanlıurfa İzotlu çiğ köftesi ve Hatay oruk reklamı gördüm. Fiyatları makul. Öyle turistik yer diye kazık değil. Çok sayıda değişik 39
otlar var. Onlarda pazarda yerini alıyor. Sağlık Bakanlığının işlettiği Termal’de Ankara’dan çok sık telefon geldiği ve hususi tarife uygulandığı için olsa gerek genelde yer bulmak zor. Danışmaya gittim doğruca. Dışardan otel müşterisi olmadan da kaplıcalara girmek mümkünmüş. Perşembeleri halk günü 15, diğer günler 40 TL havuz parası alınıyormuş dışardan günü birlik gelenler için. O gün yer de varmış. Kaç gün kalacağımızı sordular. Bizim için oda fiyatını 365 TL olduğunu belirttiler. Genel durumu öğrenmek için 2600 nüfuslu önce köy olan, daha sonra üç köyün birleşmesiyle Termal adında ilçe yapılan Yalova’nın bu kazasını dolaşmaya başladık. Neredeyse bütün evlerde kiralık odalar ve daireler var. Pazarlığa tabi. Buralarda sabah kahvaltısı dahil odalar kişi başı yüz TL’den başlıyor. Havuzu olmayan oteller Park ve Elit Otel’de oda fiyatı 200 TL, Saray’da zemin katta sadece havuz var 225 TL. Ama oteller genelde bir taşra oteli gibi. BİR DOKUN BİN AH İŞİT
Termal’de dolaşmayı sürdürdük. Çarşıdan geçtik. İn cin yok. Kestane pişiriyordu bir dükkan sahibi. Tezgahında değişik tarım ürünleri, kuru nane, kekik, değişik otlar, bal çeşitleri pazarlıyordu. Kestane çekti canımız. Yüz gramı 7.5 TL imiş. İstanbul’dan ucuz. Bursa’dan geliyormuş. Hesaba gelsin diye 10 liralık tartıp verdi. Ihlamur ikram etti. İyi ki bu davete icabet etmişiz. Hele bir de “almanız mecburi değil, buyurun oturun, konuşuruz” demez mi? Oturduk. Meğer bu esnafın sohbete, dertleşmeye ihtiyacı varmış. Yakın köyde oturuyormuş, her gün buraya yaya gidip geliyormuş. Kendisine spor gibi geliyormuş bu gidiş gelişler. Şöyle anlattı; -Ben işçi emeklisiyim ama çalışıyorum. Çalışmasam geçinemeyeceğiz. Tarım ürünlerini neden ekmediğimizi soruyorsunuz, fidan, fide niçin yetiştirmediğimizi öğrenmek istiyorsunuz? -Evet! -Yalova’ya bir baraj yapıldı. Önce sevindik. Sonra barajın buharı tarım ürünlerimizin üzerinde boncuk boncuk terlemeler yaptı. Çiğler oluştu sabahları. Ürünlerimiz boyunlarını eğdiler. Büyümediler. İçleri boş çıktı. -Peki tezgahlarda çilek var, domates var, hele hele siyah dutlar var, bunlar Yalova’nın değil mi? Tebessüm etti. Sonra üzgün bir şekilde duygulandı; -Hepsi Hatay’dan geliyor. Buradaki bütün tarım ürünlerimiz artık Yalova Belediyesi tarafından sayı//60// temmuz 40
kurulan ve organize edilen “kendi ürünü kendin sat” halinden alıyoruz. Türkiye’nin her yanından mevsimine göre mallar gelir. Belediye bize kolaylıklar sağladı, oradan temin ederek tezgahımıza getirir satarız. Satarız da daha ilk defa sizden siftah ediyorum. -Belediye evlere de sıcak su verdi. Bazı arkadaşlar evlerindeki odaları kiraya vererek geçinmeye çalışıyorlar. Çok otel açıldı. Buraya gelen giden sayısı yeterli değil. “ÜÇ YANIMIZ 20 MİLYONLUK BİR NÜFUS”
Uzun bir sohbet yaptık. Kuru kekik aldık bir torba. Sonra ayrıldık. Yol üzerinde inşaatı yarım kalmış ana caddede heyula gibi yükselen Zemzem adında bir hotel ve rezidansa rastladık. Bu tarihi yere yazık etmişler böyle bir inşaatla. Galiba sorun olmuş ki bir perde ile önünü kapatarak inşaatı yarım bırakmışlar. Burası mecburiyet caddesi gibi bir kısa cadde. Bütün esnaf yolun iki yanında burada birikmiş. Daha çok dükkanlar yemek içmek üzerine. Bir lokantada ise canlı müzik yapıldığı yazılı. Bu yolun sonunda iki 4 yıldızlı otel vardı. Elysıum Thermal Hotel Spa’ya girdik. Genelde standart oda 550 TL. Otel yıldızlarına uyan bir konumda. İki ayrı kapalı ve açık havuzları var. Aile odaları mevcut. Lobisi geniş. Yarım pansiyon hizmet veriyor. Daha geniş bilgi için genel müdürü ile konuşmak istedim meşgulmüş. Sonra kendisi bizi aradı. Genel Müdür Rahmi Çağrı Kaya ufku açık bir genç. Yarını için projeleri olan biri gibi geldi bana. Birlikte çay içerken anlattı; -Mehmet Bey, İstanbul Türkiye’nin 20 milyonluk şehri ile Yalova’ya bir saat. Ancak 20 milyon insanımızı biz Yalova’nın nimetlerinden istifade için maalesef yeteri kadar buraya getirip bir cazibe merkezi yapamadık. Oysa bütün dünyanın metropollerinde bu böyle işler. Büyük şehir insanları dinlenmek için en yakınındaki kültürel, tarihi, tabii güzelliklere sahip yerleri tercih ederler. KENTLERİN DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜ
İstanbul’dan Yalova’ya ulaşmak araçsız da çok kolay. Bütün bölgeye sürekli Yenikapı, Eminönü ve Kadıköy’den vapur, feribot seferleri yapılıyor. Yalova’dan da Termal’e sürekli minibüs seferleri var. Eskiden belediye otobüsler vardı. Şimdi kaldırmışlar. Minibüsçüler daha fazla para kazansın isteniyor. Oysa otobüsler de çalışsın, minibüsler de. Otobüsler 50 kuruştu, minibüsler 4.5 TL. Ama Termal Belediyesi böyle karar almış. Yeterli kalabalık
yoktu Termal’de .Hep müşteri bekleyen turistik dükkanlar yapılmış. Bölgede Arapça yazı ve tabelalar bir hayli var. Zaten Suriyeli göçmenler de erkenden burayı keyfetmişler. Her sokakta karşınıza çıkmaları mümkün. Üç büyük camii var Termal’in. Araplar fazla. İmam Fatiha suresini bitirince hep birlikte uzatarak “aminnnnnn” deniyor. Bütün Arap ülkelerinde böyle bir gelenek var. Türkiye’de ise çoğu zaman kendimiz duyacak şekilde sadece “amin” deriz. Araplar çorap giymiyor, mevsim ne olursa olsun terlik ile dolaşıyorlar. Cami’de de böyle. Hoca Efendi ile biraz sohbet ettik. En arka sırada sandalyede namaz kılanlara pek sıcak bakmıyor. “Sandalyeleriyle gelip saf tutsunlar” diye de hatırlatıyor. Çok yüksek bir fiyat oteller, sabit gelirliler için. Denebilir ki sabit gelirliler ve emekliler de kaplıcalara gitmesin? Olacak şey değil. Yeni Belediye Başkanı Sinan Acar. Termal’in yerlisi. Bu vesileyle minik ilçeyi dolaşıyoruz. Bu kadar çarpıklaşma olabilir mi? Anada cadde üzerinde 101 bitişiğinde bir metre eninde bir sokak var! Tam karşısında da görkemli Gökçedere Merkez Nur Camii’nde çıkan bir sokak bulunuyor. Bu 5 metrelik enindeki sokak son 10 metrede birden bire daralarak 90 santime düşüyor, merdiven konuyor, sağına bir evin balkon ve müştemilatı ile caminin de avlusu ve şadırvan inşa ediliyor! Küçük dilimi yuttum. Caminin altında da tuvaletin hemen bitişiğinde müftülük makamı bulunuyor. Karşısındaki yerde ise kur’an kursu! Yapılaşmada, mimaride, kentleşmede bu nasıl çirkin bir anlayış, algı ve tasarruf. MEYDANLAR KENTLERİN KİMLİĞİDİR
Törenlerin yapıldığı ilçe meydanı ise Gökçedere Merkez Nur Camii’nin hemen altında adeta bölgedeki dağ tepe düzeltilerek bir alan haline getirilmiş. Üstelik sırf çimento yığını. Meydanda kocaman bir Atatürk Heykeli, karşısına dükkan biçiminde belediye hizmet binası! Bu iç mimarlar kimdir? Bu şehir planlamacıları ne yaptıklarının farkındalar mı? BÖLGENİN YEŞİLLİĞİ BALKANLARDAN FARKSIZ
TRT’nin haber spikeri arkadaşım İsmet Ertaş emekli olunca Önce İzmir Foca’ya, sonra Yalova’ya yerleşti. Çıkıp geliverdi Termal’e. 10 yıldır da görüşmüyorduk. Sarıldık, nostalji yaptık. Sonra eşimle beni aldı dağ, orman, sahil sahil dolaştırdı. Gür ağaçlı ormanların içinden geçtik, yem yeşil ovaları dolaştık, sahile indik. Sanki Almanya’da özellikle Balkanlarda
dolaşıyormuşum gibi hislendim. Sevindim. Sadece bir fark var Almanya ve Balkanlardan; aynı düzen ve denetim yok. Bir de oralarda küçük ve büyük baş hayvan çiftliklerinde çok sayıda hayvan beslenirken, buralarda dikkat çekecek kadar değil. İsmet Ertaş’ın arabasıyla Armutlu çatına kadar gittik. Esenköy’de kahve içtik, Çınarcık’da balık yedik. Koru’da Gemi Gözetleme Kulesini dolaştık. Bu kuleden Marmara Denizinde seyreden gemilerden bir başka gemiye mal aktarımı kontrol ediliyormuş. Birbiri ardından köy, mahalle dolaştık. Çiftlikköy, Kadıköy, Teşvikiye, Akköy, Ortaburun’da dolaştık durduk. Çoğunda da belediye mevcut. Bölgede sanki yeşil alanı bozmak için sırf manzarası adına dağ başına bile inşaat üstüne inşaat yapılıyor, siteler inşa ediliyor. Karadeniz’e benzetmeye çalışıyorlar müteahhitler Yalova sahilini. Dağa doğru apartmanlar dikiliyor, bunlara yol değil de çıkmak için merdivenler yapılıyor. Bu evlerin eşyaları nasıl bu merdivenlerden çıkarılıyor, kanalizasyonlar yapılıyor mu tartışmaya değer? Şaşırmamak elde değil. Hele bir de apartmanların denize paralel yapılması yok mu KAPLICALAR DÜNYA MARKASI OLABİLİR Mİ?
Ülkemiz gerçekten her bakımdan yaşanılacak ve her yerde yaşanılacak mekanlara sahip. Her türlü nimet verilmiş. Sürekli bir gelişim içinde ayrıca. Ah bir de insana yatırım yapılsa, hiperaktif gençlerimiz ürettikleriyle dengeleri sarssa, dünya kamuoyunu meşgul etse. Keşke bu kaplıcalarımızdan bir kaçı evrensel boyutta dünya markası olsa. Yalova buna aday olabilir. Atatürk Evi’ne yaklaşınca Mustafa Kemal Paşa’nın Karlovy Vary’deki(1918) Carlsbad Plaza kaplıcasında bir ay kalarak tedavi gördüğünü hatırladım. Atatürk’ün kaldığı odaya da ismi yazılmıştı. Hala duruyor. Çek Cumhuriyeti’nin Başkenti Prag’a 1.5 saat uzaklıktaki Avrupa’nın en büyük içmeler şehri , Bohemya’nın da Başkenti Karlovy Vary’de 12 Kaplıca var. Eşim ile burayı gördüm ve yaşadım. Karlovy Vary Kaplıcalarında sadece Gazi Mustafa Kemal Paşa değil, Adolf Hitler, müzisyenler Mozart ve Beethoven, Alman Ekonomist Karl Marks, Avusturyalı psikanaliz kurucusu nörolog Sigmund Freud ve Rus Yazar Tolstoy da Karlovy Vary Kaplıcalarından istifade eden diğer ünlülerden bir kaçı. Buraya halen Türkiye’den de turlar tertip ediliyor. Diliyorum ve istiyorum ki Türkiye’deki kaplıcalarımız da birer dünya markası olsun. Şimdiden çalışmalara başlansın. 41
vet, insanoğlunun nihayet en uzun geçmişinin izini Anadolu toprakları verdi bize. Bugüne kadar, 5 bin yıldan, 7 bin yıldan öteye gidemediğimizden söz edilirken, bir çiftçinin bulduğu birkaç taş parçası ile bunun 12 bin yıl ötesine yürüyebildik. Buna bir anlamda insan sosyal hayatının sıfır noktası denilebilir. Çünkü kümelenmiş grupların ortak eserleri çıktı ortaya.
GÖBEKLİTEPE VE
MEDENİYETİN
12 BİN YIL ÖNCEKİ
İLK İZİNE DOĞRU 12 bin yıl öncesinin insanında bile, dini hayat medeni hayatın belirleyicisi olmaktadır. Muhsin İlyas SUBAŞI
Şanlıurfa’da keşfedilen bu yeni arkeolojik malzeme belki de dünyanın ilk yapılarının kalıntılarını çıkardı ortaya. Üstelik bu farklı bir yapılaşma örneğiyle. İlkel insan dediğimiz soyumuzdan bu adamların tonlarca ağırlıktaki taşları uzak mesafelerden getirerek, yontup şaheser desenlerle bezemek suretiyle ayağa kaldırmaları medeniyet olgusunun insanın ilkel duygularında da olsa var olduğunun işareti olarak görülmektedir. Çünkü bu taşların hem bütünlüğünü koruması hem de yontulup şekillendirilmesi zekâ ile estetiği birleştirme arzusunun ifadesidir. Beslenme ihtiyacını ot ve av hayvanlarından sağlayan bu insanların böylesine üstün beşeri örnekler göstermeleri başka türlü izah edilebilir mi? Burada bir gerçeğin daha özellikle uzmanları tarafından dillendirilmesi önem taşımaktadır. Gerek burada kazı yapan Prof. Dr. Klaus Schmidt, Dr. Jeffres I Rosa, diğer Batılı ve yerli uzmanlar insanların sığınma ihtiyacı olan evden daha önemli gördükleri mabetlerini inşa etmişlerdir. Bulunan bu eserlerin tamamı, resimlerde de görüleceği gibi insanların konaklayacağı tarzda değildir. Bu eserlerin tamamı sadece ibadet için yapılmış gözüküyor. Bunun en önemli işareti ise, alanların bir arada yaşamaya elverişli olacak şekilde geniş olmamasıdır. Bu eserler bugün cilalı Taş devrinin medeniyet unsuru olarak kabul edilirken, buradan çıkarılan sonuç şu olmalıdır: 12 bin yıl öncesinin insanında bile, dini hayat medeni hayatın belirleyicisi olmaktadır. Şimdi bu son keşfin seyrü seferine bakalım isterseniz: Göbeklitepe, tarihin bilinen en eski ve en büyük tapınağıdır. Dev sütunlardan ve üst üste dizilmiş ağır taşlardan oluşan Göbeklitepe, o dönemde el arabası vb. alet edevatın olmadığı için inşa süreci gizemlerini hala kuruyor. Tapınağı oluşturan taşların taşınabilmesi için muhtemelen çok sayıda insanın ve yük hayvanının gücünden
sayı//60// temmuz 42
yararlanıldığı düşünülüyor. Sütunların üzerinde bulunan hayvan figürü kabartmaları ise, kesinlikle zamanın ötesinde! Göbeklitepe, insanların avcı toplayıcı olarak yaşadığı dönemlerde bile sistematik olarak toplantılar yaptığını kanıtlayan ama ne amaçla kullanıldığı hala tam olarak kestirilemeyen antik bir yapı. Göbeklitepe, Neolitik Çağ’a ait bir tapınaktır. Tarih öncesi dönemlerden biri olan ve Cilâlıtaş Çağı olarak da bilinen Neolitik Çağ’dan günümüze kalan tarihi alanın yaşının 12.000 olduğu düşünülüyor. Bu da M.Ö. 10.000’lerden beri var olduğu düşünülen alanı; Malta’daki M.Ö. 3600’lerden kalma megalitik tapınaklardan, Stonehenge ve Mısır Piramitlerinden daha yaşlı kılıyor ve dünyanın bilinen en eski tapınağı yapıyor! Pek çok kaynakta yerleşim yeri olarak kabul görse de bilim insanları tarafından yapılan Göbeklitepe araştırmaları, bu noktanın avcı-toplayıcıların inanç sistemleri doğrultusunda oluşturdukları bir buluşma noktası, avlanma ve dönemin önemli bir ihtiyacı olan takas için inşa edilmiş bir nokta olduğunu gösteriyor. • Göbeklitepe'nin bulunuşu ve 10 şaşırtıcı özelliği • 2019 senesi, 'Göbeklitepe Yılı' olarak ilan edildi. Keşfiyle insanlık tarihinin yeniden yazılmasına yol açan Göbeklitepe'yi daha yakından tanıyalım. Nasıl keşfedildi, arkeoloji ve tarih açısından en anlam ifade ediyor? İşte ayrıntılar: • Her şey 1983 yılında başlar... Şanlıurfa'nın Haliliye ilçesine bağlı bir köyde yaşayan Mahmut Kılıç tarlasını sürerken oymalı taş
heykeller bulur. Üç-beş kuruş para kazanırım belki diye at arabasına yükleyip Urfa Müzesi'ne götürür. Müze yetkilileri pek ilgilenmez heykellerle... Alıp depoda bir köşeye atarlar... • 1965 yılında İngiltere'den gelen bazı arkeologlar edindikleri bilgilere dayanarak bölgede bazı araştırmalar yapmış ancak herhangi bir bulguya ulaşamamıştır. • 1995 yılına gelindiğinde ise Alman arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt Atatürk barajının suları altında kalacak bir bölgede yaptığı kazılarda çıkan eserleri müzeye getirmiştir. Müzenin deposunu incelerken bir köşede duran oymalı taşları görür ve kafasında şimşekler çakar... • Heykellerin fotoğraflarını hocalarına gösteren Schmidt, bunların kayıp Göbeklitepe'ye ait olduğunu anlar... Tekrar Şanlıurfa Müzesi'ne gider ve kendisini bu heykellerin bulunduğu yere götürmelerini ister... Ancak müze yetkilileri ilgilenmezler... • Pro. Dr. Klaus Schmidt bunun üzerine yeri kendisi bulmaya karar verir ve arayarak sorarak nihayet tarlayı ve tarlanın sahibini bulur... • Bir süre sonra Kültür Bakanlığı, Prof. Schmidt'in danışmanlığında heykelin bulunduğu tarlada kazı çalışmaları başlatır... Kazı yıllar sürer, kazdıkça hayret verici bulgular keşfedilir... 2007 yılında ise kazı başkanlığına Klaus Schmidt getirilmiştir. • Şanlıurfa'ya 20 km uzaklıktaki alan arkeolojik sit alanı ilan edilir... Kazıların ilerlemesiyle Dünya’nın İlk Tapınağı olan Göbeklitepe büyük oranda ortaya çıkarılır... Göbeklitepe günümüzden tam 12.000 yıl önce inşa edilmiş. Neolitik A dönemde bir tepe üzerine inşa edilen 43
Göbeklitepe'nin keşfine kadar bilinen en eski tapınak ise Malta'da bulunmakta ve 5000 yaşında. Ayrıca Stonehenge'den 7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha yaşlı... 4. KAYALARIN BİÇİMLENDİRİLMESİ
Göbeklitepe'nin inşa edildiği dönemde insanoğlu bitki toplayan ve hayvanları avlayan küçük gruplar halinde sürekliliğini sağlıyordu. Kayalık bölgelerden, büyük sütunların ve ağır taşların el arabaları ve yük hayvanları olmadan 2 kilometre taşınarak Göbeklitepe'ye getirilmesi için muhtemelen tarihte insanların ilk defa bu kadar kalabalık bir şekilde bir arada olması gerekmişti. 5. KABARTMA HAYVAN FİGÜRLERİ
tapınakta çok sayıda yuvarlak biçimli yapı bulunmuştur. • Göbeklitepe’de bulunan henüz sadece altı tanesi gün ışığına çıkarılmış, toplam 20 adet olduğu belirlenen bu üzeri açık yapıların dini amaçlı inşa edildiği biliniyor. 'T' biçiminde sütunlar ile çevrilmiş bu tapınakların merkezinde iki T biçiminde sütun karşılıklı olarak yer alıyor. Sütunlar ve kalıntılar üzerinde; boğa, yaban domuzu, tilki, yılan, turna ve yaban ördekleri en sık görülen hayvan tasvirleri. • Göbeklitepe’nin günümüze bu denli mükemmel olarak korunmuş şekilde kalması da arkeologları şaşırtan bir diğer konu. Tapınağın, yapılışından yaklaşık bin yıl sonra toprak ve çakmaktaşı ile tamamıyla gömüldüğü tahmin ediliyor. Ancak neden gömüldü bu konu bilinmiyor... 1. COĞRAFİ KONUMU
Göbeklitepe, Şanlıurfa'nın 20 kilometre kuzeydoğusundaki Örencik köyü yakınlarında, yaklaşık 300 metre çapında ve 15 metre yüksekliğinde geniş görüş alanına hakim bir konumda yer almaktadır. 2. TARİHİN İLK VE EN BÜYÜK TAPINAĞI
Neolitik döneme ait Göbeklitepe, ilk tapınağın dolayısıyla yeryüzündeki ilk inancın merkezi olabilmesi açısından önemli. Bu bölgede yaklaşık 20 tapınak tespit edilmiş ve şu ana kadar yalnızca 6 tapınak gün ışığına çıkartılmıştır. 3. İNSANLIK TARİHİ YENİDEN YAZILDI
Göbeklitepe bu zamana kadar bilinen en eski yapıt ve tapınaktan 7500 yıl daha eskiye ait. sayı//60// temmuz 44
Mağarada duvarlarındaki avcılığı temsil eden resimlerden ziyade burada hayvan figürleri tek ve kabartma olarak işlenmiş, sanatsal açıdan farklı bir anlayışı etkileyici biçimde yansıtmaktadır. Taşlar üzerinde işlenmiş akrep, tilki, boğa, yılan, yaban domuzu, aslan, turna ve yaban ördeği figürleri yer almaktadır. Bir kısım arkeoloğa göre bu hayvan figürleri tapınağı ziyaret eden farklı kabilelerin sembolü olarak nitelendiriliyor. 6. BUĞDAYIN ATASI GÖBEKLİTEPE'DE
Bölgede yapılan araştırmalar ve elde edilen bulgular doğrultusunda önemli kültür bitkisi olan ve yüzlerce genetik varyasyonu bulunan buğdayın atasının ilk olarak Göbeklitepe eteklerinde yetiştiği ortaya çıkarıldı. 7. 3 BOYUTLU ASLAN FİGÜRÜ
Arkeologlar boyları 3 ile 6 metre arasında değişen T biçimindeki sütunların stilize edilmiş insan figürleri olduklarını düşünüyorlar. Sütunlar üzerine yansıtılan diğer figürlerden farklı olarak aşağı doğru iner şekilde tasvir edilen 3 boyutlu aslan kabartması dikkat çekiyor. Bu ve diğer aslan figürleri neolitik dönemde aslanların Anadolu'da yaşamış olma ihtimalini güçlendiriyor. İnsanları temsil eden T sütunlarının ağırlıkları 40 ile 60 ton arasında değişiyor. 8. SIVI KULLANILARAK YAPILAN TÖRENLER
Arkeologlar tapınak kalıntılarındaki zeminlerinin özellikle sıvıyı geçirmeyecek şekilde yapıldığına dikkat çekiyor. Buradan, törenleri ne olduğu şu an kesinleşmese de bir sıvı (kan, su, alkol v.b.) eşliğinde gerçekleştirdikleri fikri oluşuyor.
9. YERLEŞİK HAYAT
Göbeklitepe, yıllardır tarih derslerinde öğretilen "göçebe toplulukların tarımı öğrenerek yerleşik hayata geçtiği" tezini de çürütüyor. Yerleşik hayata geçişin çiftçilik ve hayvancılığın ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleştiği düşünülüyordu. Schmidt'e göre ise avcı ve toplayıcı toplulukların Göbeklitepe gibi dini merkezlerde sürekli olarak bir araya gelmelerinin sonucunda yerleşik hayata geçilmiştir. Kalabalık toplulukların ibadet merkezine yakın olma arzusu ve çevrede bu toplulukların ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde yeterli kaynak bulunmamasından dolayı insanlar tarıma yönelmişlerdir. Yani tarım yerleşik hayatı getirmemiş, dini mabetlerin etrafında kalma arzusu sonucunda yerleşik hayat tarımı getirmiştir. Zamanımıza en8 yakınından en uzağına doğru bir yolculuğun sonucunda geçmişin bize öğrettiği tek gerçek, ilkel medeniyetlerin bile dini hayat çevresinde şekillendiğidir. Günümüzden 12 bin yıl ötesine uzanan bu derin yolculukta resimlerin anlattıklarına bakılırsa, insanoğlu ibadet merkezlerini inşada çok hassas davranmıştır. İlk insanın semavi dinlere ulaşamamışsa, kendine göre bir din icat etmesi şaşırtıcı değildir. Medeniyetin şekillenmesini besleyen inanç vakıası, insanoğlu için var olabilmenin ilk şartıdır. Göbeklitepe’de bulunan yan yana inşa edilmiş tapınaklar, bunun ifadesidir. 300 metre çapında bir alan içerisine 20’ye yakın tapınağı yerleştiren insanlar ayrı gruplar halinde de olsa birlikte yaşama arzusunu göstermektedir. Burada önemli bir husus ise, yapılan bu tapınaklarda kullanılan semboller ve bu sembolleri üzerinde taşıyan
yontulmuş 40 ile 60 ton arasında değişen ağırlıktaki büyük kaya kütlelerinin düzenli işlenmiş durumudur. Hayvan figürleriyle donatılan bu dikdörtgen sütunların birbiriyle bağlantısı elips taş parçalarından oluşan duvarlarla sağlanmıştır. Arkeologlar, sütunlar üzerindeki hayvan figürlerini ilkel insanların niçin kullandığı konusunda açık bir fikre sahip değiller. Meseleye din sosyolojisi açısından baktığınız zaman, bunların totem olma ihtimalinden söz edilse de, ilkel insanın tek beslenme kaynağı bu hayvanlar olduğu için, sanırım kendi inan anlayışlarına göre yaratıcıya bir şükran duygusu olarak bunu yapmış olabilirler. Hıristiyanlıkta Hz. Meryem, Hz. İsa ve diğer Havarilerin resimlerinin kiliselere resmedilmesi ne anlamı taşıyorsa, bu da o şekilde anlaşılmalıdır. 45
arlı bir kış günü sanırım Şubat soğuğu iliklere işliyordu. Bir iş görüşmesi yapmak üzere gece otobüs yolculuğumuz İstanbul’a olmuştu. O gece özel aracımızı yolculuğumuzu yapacağımız firmanın yakınında bir caddenin kenarına park edip otobüse binip yolculuk duamızı eşimle birlikte yapmayı da ihmal etmemiştik.
MEDİNE’Yİ
İSTANBUL’DA KOKLADIK
Eşimle de o anda görüştüğümüzde ikimizin de o Medine’deki Peygamberimizin Mescidindeki gül kokusunu misk kokusunu hissettiğimizin farkına varmıştık. Erbay KÜCET
Sabahın ilk ışıkları ile güzel şehir İstanbul’un manzarası eşliğinde terminalde inip Mihmandar-ı Nebi Eyüp el Ensarî’nin kabrini selamlama faslı ve camide ‘tahiyat’ül mescit’ namazımızı eda edip vakit geçirmek ve ısınmak gayesi ile simit ve çay ile geceden kalan sohbetimize yakın bir mekânda devam ettik. Bu arada çok yakınlığını gördüğüm ve hissettiğim kadim dostum Şemsettin Gündoğdu’yu arayıp ‘İstanbul’dayım’ deyip selam verdiğimde, çok memnun olduğunu ifade edip nerede olduğumuzu sorunca “ Nerede olabiliriz. İstanbul’a gelince ilk uğrak yerimiz ve destur aldığımız mekândayız “ deyince “Ayrılmayın birazdan sizi aldıracağım ve tamir-bakımda olan türbenin içerisine girip, Medine’deki kokunun aynısını orada alacaksınız” deyince bizim iş görüşmesi ve diğer ziyaretlerimiz gölgede kalıverdi. Heyecanımız bir kat daha arttı. Beklemeye başladık. O günlerde Eyüp Sultan Türbesi tadilatta olduğundan ziyaretçiler dış kısımdan dua ve niyazda bulunuyorlardı. Sabah ilk olarak uğradığımızda biz de öyle yapmıştık. Şimdi ise Şemsettin abimiz beklememizi söylemişti. Biz de beklemeye başladık. İkinci çayımızı yudumlarken telefonda “Falanca isim sizi bekliyor. Türbeye git ve görüş” dediğinde kalbimin çarpıntısı fazlalaşmıştı. Düşünebiliyor musunuz, onarım yapılan mekâna gireceğiz ve orada Ravza’nın kokusunu alacağız. Akıl ve havsalam almıyordu. Ama Şemsettin abi diyorsa bir hikmeti vardır dedik. Türbede koruma güvenlik olarak çalışan görevliye gittiğimizde türbedarın kendisini arayıp bizimle ilgili talimat verdiğini ancak görevli şantiye şefinin yarım saat sonra geleceğini bizi de o zaman içeri alabileceğini ifade edince tekrar camii içerisine girip beklemeyi orada sürdürdük. Yarım saati geçtiğinde heyecandan duramıyorduk. Türbeye gittiğimde görevli: “Maalesef alamayacağım.
sayı//60// temmuz 46
Şantiye yetkilisi izin vermedi, inşaat alanında güvenli olamayacağımızı ifade etti. Kusura bakmayın.” deyince görevliye teşekkür edip, “Girsek iyi olacaktı ama inan biz o kokuyu size geldiğimiz dakikadan beri zaten almaya başlamıştık” dedim. Eşimle de o anda görüştüğümüzde ikimizin de o Medine’deki Peygamberimizin Mescidindeki gül kokusunu misk kokusunu hissettiğimizin farkına varmıştık. Merhum Şemsettin Gündoğdu ağabeye telefon ile teşekkür edip oradan ayrılmıştık ama o günü sabahın güzelliği ile yaşamaya devam edince kar, kış yolda kalan arabalar meşakkatli trafik ve diğer olumsuz halleri hissetmeden Ankara’ya dönmüştük. Peki, bu kadar kelamdan sonra Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin kim olduğundan biraz bilgi aktarsak güzel olmaz mı? İstanbul’un manevî fatihinin tam ismi Ebu Eyyûb Halid b. Zeyd’dir. “Mihmandar-ı Nebevi” unvanı ile anılan Eyyûb el-Ensari (ra), Hazrec kabilesinin Neccaroğulları kolundandır. Resul-i Ekrem (sav) Medine’ye hicret ettiğinde Medineli Müslümanların her biri onu evinde misafir etmek istediler. Ancak Hz. Peygamber (sav), bir tercih yaparak onları gücendirmek istemiyordu. Bunun için devesinin çökeceği yere en yakın eve misafir olacağını söyledi. Kendisini taşıyan devenin önce bir yere çöktüğü, buradan hemen kalkıp biraz ileride tekrar çöktüğü görüldü. Ebu Eyyûb’un (ra) evine yerleşerek burada yedi ay misafir kaldı.
Bundan dolayı Ebu Eyyûb (ra) “Mihmandar-ı Nebi” unvanıyla anıldı. Hz. Peygamber (sav) ile Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke’nin fethi, Huneyn başta olmak üzere bütün savaşlara katılan Ebu Eyyûb (ra), savaşlarda ona zarar gelmemesi için yanından hiç ayrılmaz, hatta bazı geceler çadırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâtibi olması sebebiyle Hz. Peygamber (sav) zamanında Kur’ân-ı Kerim ayetlerinin bir araya getirilmesine hizmet etti. Hani şairimiz ne demiş. “Ankara’nın en çok İstanbul’a giden yolunu sevdim” işte biz de İstanbul’u seviyoruz sevmesine de “En çok da Eyüp Sultan’ı” 47
FUAT SEZGİN
YILI’NIN ÖNEMİ Frankfurt’taki çalışmalarını gece gündüz demeden sürdüren Fuat Sezgin, hocası Ritter’in tavsiyesiyle çok iyi derecede öğrendiği Arapça ve ömrü boyunca ihtiyaca binaen öğrendiği çok sayıda yabancı dil sayesinde, dünyanın her yanında bulduğu yazma eserleri ya bizzat satın almış ya mikrofilmlerini temin etmiş ve bunlardan edindiği bilgilerle Müslümanların dokuz ila on altıncı asır arasındaki ilerlemelerini ilk elden tespit etmiştir. Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*
rof. Dr. Fuat Sezgin, yapmış olduğu önemli çalışmaları, Türk-İslam bilim hayatına kazandırdığı eserleri dolayısıyla üzerinde konuşulmaya, yazılmaya fazlasıyla hak kazanmış bir şahsiyetimizdir. Bu öneminden dolayıdır ki 2019 yılı, Fuat Sezgin Yılı olarak ilan edilmiştir. Bu yılın onun adına tahsis edilmesinin sebebi, gençlerin ve bilim adamı adaylarının onun hayatını ve bilimsel çalışmalarını örnek alarak yeni çalışmalar yapmalarını sağlamaktır. Bu yıl boyunca bize düşen görev de onu çeşitli yönleriyle anlatmak ve anlaşılmasını temin etmektir. Bu bakımdan öncelikle kısaca onun hayatından söz etmekte fayda olduğunu mülahaza ediyorum. FUAT SEZGİN’İN KISACA HAYAT HİKÂYESİ
24 Ekim 1924 yılında Bitlis’te dünyaya gelen Fuat Sezgin, ilkokulu burada okuduktan sonra Erzurum’a gelerek 1889 yılında Sultan İkinci Abdülhamid’in eğitim seferberliği kapsamında kurulan ve Türkiye’nin önde gelen okullarından biri olan Erzurum Lisesi’ne kayıt yaptırmış ve yatılı olarak ortaokul ve liseyi burada okumuştur. Sonra da üniversite tahsilini yapmak üzere İstanbul’a gitmiştir; niyeti mühendislik okumaktır. İstanbul’da okuyan bir arkadaşının teklifiyle birlikte üniversitede sunulan bir konferansı dinlemeye gitmişler ve bu konferans onun hayatındaki önemli dönüm noktalarından birine sebep olmuştur. Mühendislik okumak niyetiyle İstanbul’a gelen Fuat Sezgin, kararını değiştirerek konferansı veren Prof. Dr. Helmut Ritter’in hocalık yaptığı Şarkiyat Bölümü’ne kayıt yaptırmaya karar vermiş ve ertesi gün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanının yanına giderek Doğu Dilleri Bölümü’ne kayıt yaptırmak istediğini söylemiştir. Dekan ise kayıtların kapandığını belirtmiştir. O sırada içeriye Ritter girmiş ve “Siz dünkü konferansıma katılmıştınız” diyerek Fuat Sezgin’i tanıdığını hissettirmiştir. Bunun üzerine Dekan, Rektörlük makamıyla görüşerek bu kaydın yapılmasını sağlamış ve Sezgin, Doğu Dilleri Bölümü öğrencisi olmuştur.
*TC.Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi
sayı//60// temmuz 48
Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra yine Helmut Ritter’in danışmanlığında doktora çalışmasına başlamış ve “Buhari’nin Kaynakları” başlıklı teziyle 1956 yılında Doktor unvanı almıştır. Sezgin, bu çalışmasında en sahih hadis kaynağı olarak bilinen “Camiu’s-Sahih”
isimli kitabının sadece kulaktan işitilerek tasnif edilmediğini, aksine bu eserde yer alan hadislerin yazılı kaynaklardan derlendiğini iddia ve ispat etmiştir. 27 Mayıs 1960’ta yapılan askeri darbenin ardından çıkarılan bir kanunla 147 akademisyenin üniversiteyle ilişkisi kesildiğinde Fuat Sezgin de bunlar arasında yer almış ve bu ayrılığın ardından Almanya’daki Frankfurt Üniversitesi’nden aldığı teklif üzerine bu ülkeye gidip araştırmalarına devam etmiştir. 1965 yılında hazırladığı teziyle Doçent olan Sezgin, meslektaşı Ursula Sezgin’le evlenmiş ve bu evlilikten bir çocukları olmuştur. Frankfurt Üniversitesi’nin projesi olan İslam Bilimleri Tarihi çalışmasında yer almasına rağmen, böyle bir projenin kalabalık bir ekip tarafından hazırlanamayacağını, bu çalışmanın kendisi tarafından yapılmasını teklif etmiş, teklifi kabul görmeyince çalışmalar başlatılmış ve iki yıl sonra bu işin başarılamayacağı anlaşıldığı için çalışmalar sona ermiş ve ekip dağılmıştır. Haklı olduğu anlaşıldığı için bu çalışmayı tek başına üstlenmesine izin verilen Fuat Sezgin, o günden itibaren bütün mesaisini İslam Bilim Tarihi çalışmasına adamış ve bu zor işin üstesinden gelmiştir. Dünyanın neresinde bir yazma eser olduğunu duysa oraya giderek bu eseri satın almış ve okuyup bilim dünyasına kazandırmıştır. Bütün ömrünü bu eserin hazırlanmasına vakfeden Sezgin, yirmi cilt olmasını planladığı eserinin ilk cildini 1967 yılında yayınlamış, ömrü bu dev eseri tamamlamasına izin vermemiştir.
O, sadece bu dev eseri yazmayla meşgul olmamış, daha birçok eserin yanı sıra Almanya’da İslam Bilim Tarihi Enstitüsü’nü kurmuş, bu enstitüye bağlı olarak bir de İslam Bilim Tarihi Müzesi’ni kurmuştur. Bu müzede, yazma eserlerde tespit ettiği 500 bilimsel eserin tanımları ve çizimlerinden hareketle aynılarını yaparak sergilemiştir. Bu müzede bulunan eserlerin aynısını ve daha fazlasını 2008 yılında Gülhane Parkı içerisinde bulunan Has Ahırların restorasyonu sonrasında İstanbul’da yapmıştır. Gülhane’deki müzede toplam 800 eser bulunmaktadır. Ölümünden bir süre önce Almanya’dan kesin dönüş yaparak Türkiye’ye yerleşen Fuat Sezgin, Almanya’da kurduğu enstitü için kendi parasıyla aldığı 45 bin civarındaki kitap ve mikrofilmleri Türkiye’ye getirmek istemiş, bunların yarıdan fazlasına Alman hükümeti el koyarak Türkiye’ye nakline engel olmuştur. Ömrünün son yıllarını vatanında geçiren Fuat Sezgin, 30 Haziran 2018 tarihinde tedavi gördüğü İstanbul’da vefat etmiştir. Kendisini rahmetle anıyoruz. TÜRK-İSLAM BİLİMİ VE AVRUPA’NIN DURUMU
İslamiyet’te Kur’an’ın bilgi, bilim ve felsefeye verdiği değer ve önemden dolayı Müslümanlar, Peygamberimizin de teşvikleriyle onun ahirete irtihalinin ardından eğitim ve öğretime yönelerek kendilerinde bulunmayan bilgileri öğrenmenin peşine düşmüşlerdir. Askeri ve siyasi alanda ilerleyen Müslümanlar, sınırlarına kattıkları veya sınırlarına yakın olan yerlerdeki
49
altında Ortaçağ karanlıklarına gömülü vaziyetteydiler. Müslümanların ilerlemesine tahammül edemedikleri için on birinci asrın ikinci yarısından itibaren Haçlı seferlerine başlayan Hıristiyanlar, teknolojiden yoksun oldukları için bu seferlerin yüzde doksandan fazlasında büyük yenilgilere uğramışlardır. Fakat her yenilgi de onların niçin yenildiklerini ve Müslümanların niçin galip geldikleri sorularını sormalarına neden olmuş ve her Haçlı seferinde Müslümanların ilerlemelerine sebep olan bilimsel gelişmeleri görmüşlerdir. Diğer taraftan aynı zaman dilimlerinde Batılı seyyahlar da Müslüman ülkelere seyahatler yaparak bu gelişmeleri inceleyip yazıp çizdikleriyle memleketlerinde anlatmışlardır. Özellikle eğitim sistemini inceleyip Bologna, Oxford, Padua ve Köln gibi şehirlerde Müslümanların kurdukları büyük medreseleri taklit ederek adına üniversite dedikleri bilim yuvaları kurmuşlar ve kiliseye rağmen ilerleme yolunda mesafe kat etmeye başlamışlardır. Müslümanların yazmış oldukları çok önemli eserleri başta Latince olmak üzere birçok Avrupa lisanına tercüme etmişlerdir. Bütün bu gelişmelere kilise hep karşı çıkmış, yeni bir şey üreteni, yeni bir fikir ortaya atanı, bir hastalığın teşhis ve tedavisi hakkında yaptığı bir buluşu şeytanın işi olarak değerlendirip bu kişileri acımasızca cezalandırma yolunu tutmuştur. paganist mekteplerde ders veren hocaların inançlarına veya inançsızlıklarına bakmaksızın eğitim almaya başlamışlar ve kısa sürede İslam coğrafyasında önemli bilimsel ve kültürel gelişmeler yaşanmaya başlamış ve nihayet 9. asırdan itibaren bütün dünyayı etkileyecek olan İslam medeniyeti kurulmuştur. Hem doğudaki hem de Endülüs’teki medeniyet havzalarında, Müslüman Türkler, Farisîler, Kuzey Afrikalılar, Araplar arasından İbni Heysem, Fârâbî, İbni Sînâ, Bîrûnî, İbni Rüşd, Merâğî, Nasîreddin Tûsî, Uluğ Bey, Ebu’l-İzz Cezerî ve burada sadece adlarını anmamız bile sayfalarca sürecek olan çok sayıda bilim adamı yetiştirildi. Bu bilim adamları matematik, astronomi, kimya, fizik, biyoloji, tıp, felsefe, edebiyat, tasavvuf gibi birçok alanda önemli eserler yazdılar ve sayısız icat ve keşiflere imza attılar. İslam dünyasında bu gelişmeler yaşanırken Hıristiyan Avrupalılar, kilisenin hegemonyası sayı//60// temmuz 50
Bir girdap içerisinde bulunan Hıristiyan Avrupalılar, bir çıkış yolu ararken nihayetinde İstanbul da ecdadımız, cennetmekân Fatih Sultan Mehmet Han tarafından fethedilip Türk toprağı haline getirilmiştir. İşte bu son darbe, Avrupalı bazı düşünen beyinleri harekete geçirmiş ve bir zaman sonra İtalya’nın Floransa kentinde bir Rönesans hareketi başlatmışlardır. Yaklaşık iki asır kadar süren bu yeniden yapılanma hareketi sonunda Avrupa, otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları gibi pek çok bedel ödeyerek Rönesans hareketini tamamlamış ve sonuçta bir yükseliş, hatta şahlanış devresine girmiştir. Avrupa’da bunlar olurken Müslüman toplumlarda ise tersine bir hareket ortaya çıkarak dokuzuncu asırda başlayan terakkiye karşı bir anlayış gelişmiş ve giderek felsefe, bilim ve teknolojiye karşı bir cephe oluşmuş ve nihayetinde zamanın üniversiteleri olan medreselerden felsefe ve fen bilimleri atılmış ve dine muarız oldukları gerekçesiyle
yasaklanmıştır. Bu tarih, Avrupalıların şahlanışa geçtiği bin altı yüzlü yılların hemen başıdır ve aynı tarihlerde Müslümanlar, geçmişi unutup ilerlemeden vaz geçip gerilemeyi tercih etmişlerdir. Bütün bunların sonucunda da üç kıtaya hâkim olan ve bütün Müslümanların temsilcisi konumunda bulunan OsmanlıTürk egemenliği önce duraklamış, giderek teknolojik üstünlüğü kaybedip gerilemiş ve son dönemlerinde toparlanma gayretine girmişse de maalesef yıkılmaktan kurtulamamıştır. FUAT SEZGİN’İ ANLAMAK VE ANLATMAK
Kısaca özetlemeye çalıştığım bu panoramadan görülüyor ki Müslümanlar, gelişme çağlarındaki yükselişi devam ettiremeyip duraksadıkları için on yedinci asırdan itibaren gerilemiş, aksine Batılılar ise Rönesans ile birlikte yükselişe geçmiş ve nihayet yirminci asırdan itibaren bütün dünyaya her açıdan bir üstünlük kurmuşlardır. Bu tabloda Fuat Sezgin’in ne gibi bir rolü olduğuna gelince: Batılıların bu yükselişi karşısında Müslümanlar bir hamle yapamadıkları için giderek bir ezilmişlik psikolojisine girmişlerdir. Yirminci yüzyılın hemen başlarında, çökmekte olan Osmanlı devletinin çöküşü esnasında Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde emperyalistlere karşı çok önemli bir milli mücadele savaşı gerçekleştirilmiş ve yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Askeri ve siyasi alanda elde edilen bu çok önemli başarının yanında bilimsel ve kültürel alanda da çok önemli atılımlar da yapılmıştır; ancak bütün bunlar, geçmişte hangi durumda olduğumuzun belgelerini ortaya koymak için yeterli olmamıştır. İşte o belgelerin ortaya çıkarılması ve Batılıların on beşinci asırda gerçekleştirmeye başladıkları Rönesans hareketinin asıl sebebinin, Müslümanların bilim ve felsefe alanında yaptıkları çalışmalar olduğunun ortaya koyulması, Almanya’da çalışan Fuat Sezgin’in araştırmaları sayesinde olmuştur. Frankfurt’taki çalışmalarını gece gündüz demeden sürdüren Fuat Sezgin, hocası Ritter’in tavsiyesiyle çok iyi derecede öğrendiği Arapça ve ömrü boyunca ihtiyaca binaen öğrendiği çok sayıda yabancı dil sayesinde, dünyanın her yanında bulduğu yazma eserleri ya bizzat satın almış ya mikrofilmlerini temin etmiş ve bunlardan edindiği bilgilerle Müslümanların dokuz ila on altıncı asır arasındaki ilerlemelerini ilk elden tespit etmiştir. Bu önemli bilgileri
Almanca olarak yazdığı İslam Bilimleri Tarihi adlı eserinde yayınlamaya başlamış, bu eser daha sonra çeşitli dillere çevrilerek bütün dünyada tanınmış ve nihayet Türkçemize de çevrilmeye başlanmıştır. O, bu önemli eserinde Rönesans’ın ilham kaynağının Müslümanların ortaya koydukları bilimler olduğunu belgeleriyle ortaya koymuştur. Bu önemli tespitlerinden dolayı dünyanın çeşitli ülkeleri tarafından Prof. Dr. Fuat Sezgin’e çok sayıda ödül verilmiştir. Ülkemizde de yayınlanmaya başlayan bu eser sayesinde Türk gençleri ve bilim adamları da ecdadımızın ne kadar önemli işlere imza attıklarını öğrenmiş olacaklardır. İşte bu öneminden dolayı Cumhurbaşkanımız tarafından 2019 yılı, Fuat Sezgin Yılı olarak ilan edilmiştir. Bu yıl boyunca Fuat Sezgin’i örnek bir şahsiyet olarak anlatmak oldukça önem arz etmektedir. Özellikle de onun çok çalışması üzerinde vurgu yapmamız gerekmektedir. Ben burada bu konuya temas ederek yazımı tamamlayacağım. Fuat Sezgin, hocası Helmut Ritter’in önerisiyle İslami ilimlere yöneldiğinden bir süre sonra hocası kendisine “Fuat! Günde kaç saat çalışıyorsun?” diye sormuş, o da “on üç, on dört saat çalışıyorum.” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Ritter kendisine “Bu çalışmayla alim olamazsın, eğer alim olmak istiyorsan çalışma saatlerini artırmalısın!” diye ikazda bulunmuş, oda çalışma saatlerini on yedi, on sekiz saate çıkarmıştır. Kendisiyle 82 yaşındayken yapılan bir röportajda bu yaşta kaç saat çalıştığı sorusuna “Şimdi tembelliğe başladım, eskisi kadar çalışamıyorum. Eskiden 17 saat çalışabiliyordum, şimdi 2-5 saat azalttık. Sabahleyin 07.30’da enstitüye ilk giden benim. Saat 18’de enstitüden çıkıyorum ve sonra da evde çalışmaya devam ediyorum.” şeklinde cevap vermiştir. Seksen iki yaşında en az on iki saat çalışan bir bilim adamından söz ediyoruz. Şimdi bundan herkesin bir hisse alması gerekir. Ülkemizin ve diğer tüm İslam ülkelerinin her bir ferdinin çok ve aynı zamanda yöntemli olarak çalışması, İslam dünyasının maküs talihini tersine çevirerek dört-beş asır önceki ihtişamlı dönemlerimize tekrar götürebilir. Fuat Sezgin’i sadece bu yönüyle bile anlatsak çocuklarımıza ve gençlerimize yeni ufuklar açacağına olan inancımı burada ifade ederek yazımı sonlandırıyorum. 51
rmenilerin 1780’de vergi ödememek için başlattıkları isyan aylar yıllar sürmüştü. O yıllarda devletin başı eşkıya ve isyancılarla oldukça dertte idi. Bir türlü istikrar sağlanamıyordu. Osmanlı coğrafyasının dört bir yanında isyan kazanları kaynatılıyordu. Bu istikrarsız ortamdan Maraş da payını almıştı. Sıkça değişen valilerin ardından 1782’de Zülkadirzâde Ömer Paşa Beylerbeyi rütbesi ile Maraş Eyalet Valisi olmuştu.
ZEYTUN’DA ERMENİ İSYANLARI VE
ALİ HAYDAR PAŞA
Zülkadirzâde Ömer Paşa ilk gençlik yıllarından itibaren kendisini zorlu bir kavganın içerisinde bulmuştu. Maraş’ta Zülkadirli ve Bayazıtlı aileleri arasında bitmek bilmeyen bir kavga vardı. Gün geçmiyordu ki birileri birilerini dövmesin, öldürmesin, mallarını yağmalamasın. Serdar YAKAR
O yıllarda Maraş eyalet merkezi idi ve bir Beylerbeyi tarafından yönetiliyordu. Maraş eyaletinin Malatya, Kars-ı Zülkadiriye (Kadirli) Samsat, Gerger gibi sancakları vardı. Antep, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Elbistan, Pazarcık ve Zamantı (Pınarbaşı) ise Maraş sancağının kazaları idi. Maraş sancağına atanan şahıs bütün bu sancak ve kazaları, bu kaza ve sancaklara bağlı kasaba ve köyleri de yönetmek durumundaydı. Zülkadirzâde Ömer Paşa ilk gençlik yıllarından itibaren kendisini zorlu bir kavganın içerisinde bulmuştu. Maraş’ta Zülkadirli ve Bayazıtlı aileleri arasında bitmek bilmeyen bir kavga vardı. Gün geçmiyordu ki birileri birilerini dövmesin, öldürmesin, mallarını yağmalamasın. Olaylara neden olanlara caydırıcı cezalar da verilemiyordu. Hakkında idam veya sürgün kararı alınan kişiler bir şekilde adamını buluyor ve kendilerini affettiriyorlardı. Üstelik aynı suçları tekrar tekrar işlemekten de çekinmiyorlardı. Aslında problem bozulan Osmanlı idari sistemindeydi. Yöneticilerin sık sık azledilmeleri, ehliyetsiz insanların yönetici olması, üst düzey yöneticilerin görev yerlerine gelmeyerek yerlerine vekil göndermeleri yönetim sistemini içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Üstüne üstlük bir de Maraş’taki aile çekişmesi işleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyordu. Zülkadirzâde Ömer Paşa’nın devlet yönetiminde aldığı farklı görevlerin ardından Rumeli Beylerbeyi payesi ile Maraş valiliğine atanmış olması büyük bir olay olmuştu. Maraş’ta bilinen bir hanedana mensup bir kişinin Beylerbeyi olarak atanması bir ilkti. Ömer Paşa zaman içerisinde birkaç kez görevinden azledilip sürgüne gönderilse de
sayı//60// temmuz 52
Maraş valiliği görevini 14 Eylül 1795 tarihinde bir eşkıya kurşunu ile şehit edilinceye kadar sürdürmüştü. Ömer Paşa’nın şehadetinin ardından Maraş valiliğine 23 Kasım 1795 tarihi itibariyle Derviş Hasan Paşa getirilmişti. Derviş Hasan Paşa’nın bir yıl süren görevinin ardından Azmizâde Abdullah Paşa 1796’da Maraş valisi olmuş, 1799’da ise Ebubekir Paşa Maraş valisi olarak atanmıştı. Kısa süre sonra onun da azledilmesi üzerine Değirmencioğlu Seyit Mustafa Paşa atandı. Mısır’da Fransızlara karşı sürdürülen savaşa Mustafa Paşa’nın da askerleri ile katılması emri alındığında Mustafa Paşa mevcut askerlere ilaveten Zülkadirli ve Bayazıtlı ailelerinden de asker temin ederek cephenin yolunu tutmuştu. Fransızların Mısır’da işgal ettiği Bir-i Mesude’yi geri alıp el-Ariş kalesine hücum eden Mustafa Paşa ve Maraş askerleri bu kaleyi de ele geçirmişti ama ne var ki cephanenin patlaması ile birçok askeri ile birlikte Mustafa Paşa da şehid olmuştu. Mustafa Paşa’nın şehadetinin ardından Maraş’a ard arda birkaç vali ataması daha yapılmış ise de kalıcı olanı Bayazıtoğlu Kalender Paşa oldu. 1802’de Maraş Beylerbeyi olan Kalender Paşa 1819’a kadar 17 yıl süresince Maraş valisi olarak görev yapacaktı.
Kalender Paşa 1819’da Ermenileri bir kez daha teslim olmaya, vergilerini ödemeyi kabul etmeye ve içlerindeki fesatçıları devlete teslim etmeye mecbur bıraktı. Birkaç yıl sonra Kalender Paşa’nın görevinden azli ile Ermeniler yine bildiklerini okumaya başlamışlardı. 1829’da Kayseri Valisi Köse Mehmet Paşa Zeytun üzerine yürümüş ise de bir sonuç alamamıştı. Takvimler 1832’yi gösterirken bu kez Maraş valiliğine Kalender Paşa’nın yeğeni Süleyman Bey atanmıştı. Süleyman Bey de Zeytun Ermenileri ile mücadele etmek istemiş ise de Mısır’da devam eden çatışmalar bu isteği erteletmek durumunda bırakmıştı. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile bayram eden Ermeniler Daha bir imtiyazlar elde etmişler ve devlete daha bir başkaldırır olmuşlardı. 1840’da Akçadağ’da ayaklanmışlar, 1842’de Tecirli Türkmenleri ile çatışmışlardı. Dış mihrakların her türlü desteğini almakta olan Ermenilerin şerrinden korunmak isteyen Türk köylüleri mallarını müşteri bulabilirlerse ucuz pahalı demeyip satarak, bulamazlarsa terk ederek Türklerin daha yoğun olduğu bölgelere göçe başlamışlardı. 1852’de mutasarrıf Mustafa Paşa Zeytun üzerine yürüse de yine kesin bir sonuç alınamamıştı. 1853 yılı Ermeni eşkiyasının Müslüman köylere yaptığı baskınlar ve yağmalarla geçti. 1854 yılı Maraş’ın utanç yılı oldu.
Zeytun Ermenilerinin Maraş Göksun yolu üzerinde yıllardır isyan halinde oldukları, yağma ve gasp yaptıkları, adam öldürdükleri, gelip giden yolculara saldırdıkları vergileri ödemedikleri sürekli olarak saraya şikayet ediliyor olmasından dolayı Maraş valisi Kalender Paşa bu problemi çözmek üzere görevlendirildi. 1808’de Zeytun’a gelen Kalender Paşa isyan halindeki Ermenileri kuşatma altına aldı. Kuşatmaya uzun süre dayanamayan Ermeniler teslim olarak devlete vergi vermeyi kabullendiler.
Ermeni çeteleri 500-600 kişi ile şehri ele geçirip terör estirdi ve şehirde büyük tahribat yaptı. Astıkları astık kestikleri kestiktir. Bu yüz kızartıcı durum Ermenilerin kendiliklerinden şehri terk etmeleri ile son buldu. Bu hadiselerin akabinde mutasarrıf olarak Maraş’a gelen Hurşit Paşa 1857’de Zeytun’un üzerine yürüdü ise de görevden azledildiği için bir sonuç alınamazdı.
Kalender Paşa’nın bu başarısının üzerinden henüz birkaç yıl geçmemişti ki Zeytun Ermenileri bir kez daha devlete karşı ayaklanmaya yeltenmişlerdi. Yol kesen Ermeni eşkiyaları gelip geçenleri soydukları yetmiyormuş gibi ele geçirdikleri Müslüman halkın burnunu kesip ağır işkencelerle öldürmekteydiler. Maraş valisi olarak Ermenilerle mücadelesini devam ettiren
Zeytun Ermenilerine dersini vermek için hazırlıklara başlayan Aziz Paşa on bin piyade ve üç bin süvari ile Zuytun’u muhasara altına alır. Ne var ki çarpışmalar tüm şiddeti ile devam ederken Aziz Paşa’nın da azli gelecek ve hiçbir sonuç alınamadan muhasara sona erecektir. Bu başarısız muhasaralar Ermeni eşkiyasını daha bir cesaretlendirecek, çevreye verdikleri zarar ve ziyan daha bir artacaktır.
1860’da mutasarrıf Aziz Paşa’dır. Ermeniler ise hala isyan halinde. İstiklal sevdası had safhada…
53
Bu arada sözde hayır cemiyeti görünümlü mihraklar da harekete geçmiştir. LeonLusinyan isimli bir Türk düşmanı “Prens” ünvanı ile Zeytun’a gelir. Sözde Prens LeonLusinyan Zeytun halkını yönlendirerek Fransız imparatoru III. Napoleon’a hitaben bir dilekçe yazdırır. Dilekçede yer alan ifadeler; “Biz Toros dağları içinde yaşayan Ermenileriz. 70.000 silahlı adamımız var. Bize kendi kendimizi idare etme imtiyazının verilmesini ve başımıza vali olarak bir Ermeninin tayin edilmesini istiyoruz. Bu hususta imparator hazretlerinin padişah katında aracı olmasını rica ediyoruz” denilir. Dilekçe Paris’te Napoleon’a bizzat Leon Lusinyan tarafından ulaştırılır ve konu ile ilgilenmesi için İstanbul’daki Fransız elçiliği görevlendirilir. Konu artık uluslar arası bir boyut kazanmıştır. İstanbul’dan yola çıkan tetkik heyeti Zeytun’a gelerek incelemelerde bulunur ise de hükümeti suçlayacak bir şey bulamazlar. Başlangıçta Ermenilere sahip çıkan Fransa imparatoru III. Napoleon durumun hakikatini öğrenince Ermenilere yüz vermez olur. Ne var ki artık olay mahalli bir eşkıya olayından çıkmış uluslar arası bir boyut kazanmış ve Zeytun Ermenilerine her taraftan yardım yağmaya başlamıştır. Bu tarihten itibaren başta Fransızlar olmak üzere Ermeni konusu uluslar arası mahfillerde sürekli gündeme getirilecektir. Artık Ermeni isyanları yağma, soygun, vergi vermeme gibi basit sayı//60// temmuz 54
sebeblerle olmayacaktır. Bu hakikati Ermeniler de şu cümlelerle tarih kitaplarına kaydedecektir: “Biz Ermeniler, Osmanlı devletinin çeşitli sorunlarla uğraştığı 1862 yılında Zeytun isyanını başlattık.” Türk-Rus savaşı ve ardından gerçekleşen Berlin Konferansından fayda uman Zeytun Ermenileri 1878’de tekrar isyan bayrağını çekerler. Amaçları Bulgaristan’da olduğu gibi bir muhtariyet sağlamaktır. Bunun için de Avrupalı büyük devletleri yanlarına çekmek isterlerAyaklanmanın başını çeken Babik, Müslüman halka yaptığı zulümlerle tanınmış ve Ermenilerce “Babik Paşa” diye adlandırılmış bir serseridir. Zeytun kaymakamı ve beraberinde yirmi kişiyi esir alıp dağa çıkan Babik yapılan pazarlıklar ve Avrupa devletlerinin aracılığı ile esirleri bırakmış ama kendisi de Zeytun’a Belediye Başkanı olmuştu. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile daha çok şımaran Ermeniler yüzlerini tamamen Batıya dönmüşlerdi. Bunun karşılığı olarak da Amerikalı misyonerlerden 1881’de kilise ve papaz evi masrafları için 40.000 kuruş yardım almışlardı. Amerikalı misyonerler aynı tarihlerde Zeytun’a, Protestan Kız Mektebi ve Protestan Erkek Mektebi de açmışlardı. Bu okullardan mezun olanlar şehir merkezindeki okula gönderilmekte, burada Protestanlık ile birlikte Ermeni tarihi ve kültürü de öğretilmekte idi. Yine misyonerler tarafından açılan Maraş Kız Koleji ise kızların eğitimini artırmak, okumuş eşler yetiştirmek gibi amaçlarla kurulduğu
söylense de asıl amacın bölgede Hıristiyanlığı yayabilecek liderler ve de lider eşleri yetiştirmek olduğu açıktı. Halep Salnamesinde kaydedildiğine göre o tarihlerde Maraş’ta 8 kilise, 20 hıristiyan okulu vardı. Zeytun’da ise 5 kilise, 2 Katolik okulu, 4 Ermeni okulu ve 2 Protestan okulu bulunmakta idi. Misyonerler eğitim faaliyetlerinin yanı sıra yardım faaliyetlerinde de bulunmakta idiler. Fakir halka yapılan yardımlarla yandaşlarını artırıyor, fikirlerini rahatlıkla yayıyorlardı. Hizmetlerinde çalıştırdıkları kişileri Ermenilerin açıkgözlerinden seçiyorlar, yerli halktan biri imiş gibi davranıyorlardı. Şehirden tarlalar, bağlar, bahçeler almışlar, çiftlikler kurmuşlardı. Ermenilerin Osmanlı devleti için bir sorun haline gelmesinde misyonerlik gibi dini organizasyonların çok büyük payı vardı. Yüzyıllardır birlikte yaşayan Osmanlı tebaası bu organizasyonların faaliyetleri neticesinde birbirine düşmüştü. 1914 yılına gelinildiğinde Osmanlı Devleti de I. Dünya Savaşının tarafı olmuş ve 3 Ağustos’ta Genel Seferberlik ilan etmişti. Osmanlı Devleti seferberlik ilan edince 17 Ağustos 1914’de Zeytun Ermenileri bir kez daha isyan bayrağını çekerek bölgede terör estirmeye başlamışlardı. Hiçbir Müslümanın canı, malı, ırzı güvende değildi. Maraş mutasarrıfı Ali Haydar Bey bu işi kökünden çözmek için çareler arıyordu. Dr. Sait Emirmahmutoğlu’nun ifadeleri ile Mutasarrıf Ali Haydar Bey bir gün kapıyı çalar. O tarihlerde henüz 12-13 yaşlarında olan Sait Bey açar kapıyı. İttihat Terakki Partisinin Maraş mebusu olan babası Abdulkadir Emirmahmutoğlu mutasarrıfı karşılar. Mutasarrıf; -Kadir bey, yarın Zeytun’a gideceğim, eşkiyanın elebaşıları olarak tesbit edilen kişileri toplayıp Maraş’a getirerek adalete teslim edeceğim, der. Abdulkadir bey; -Hayrola paşam, yoksa padişahımız efendimiz hazretleri ordu mu gönderdi, deyince Haydar Paşa; -Hayır ordu gelmedi, emir de verilmedi, Zeytun eşkiyasını, adaletin pençesine teslim etmeğe, Maraş’taki bir takım jandarma ile ben kâfiyim
diye cevap verir.Ali Haydar Paşa o gece Zeytun’a hareket eder. Daha evvel Maraş’taki tenekecilere yaptırıp boyattığı havan topu görünümündeki soba borularını da birlikte götürüp elindeki bir avuç askerle birlikte Zeytun’a hakim olan tepelere yerleştirir. Bertiz ve Beşen köylerinin silahlı erkeklerini de çağırarak mevzilere yerleştirir. Yanına aldığı birkaç çavuşla birlikte Zeytun’a girip Ermenilerin ileri gelenlerinden olan Nazaret Çavuş ile Kel Panos ağayı yanına çağırır. Paşa bunların ellerine bir liste tutuşturur; -Devlet bu eşkiyayı mahkemeye verecek, çok acele olarak bunları teslim almaya geldim. Eğer teslim etmezseniz bataryalar Zeytun’u bombardıman edecek. Bu eşkiyayı ya iyilikle ya kötülükle almadan gitmeyeceğim, der. Nazaret Çavuş; -Paşam, sizler için kurbanlar kestirdim, yemekler hazırlanıyor. Hem asker istirahat etsin, diyecek olur ise de, Paşa; -Biz buraya yemek yemeğe ve istirahat etmeğe gelmedik. Çabuk uşaklarınızı, çavuşlarımla evlere yollayın, istenilen kişileri toplasınlar diye emir verir. Bu şekilde birkaç saat içerisinde 70-80 eşkiyayı toplayan Paşa hemen Zeytun’dan hareket eder. Bu hayırlı müjdeyi haber alan Maraşlılar Paşayı Ahır Dağında karşılar. Vali Paşa, beraberindeki eşkiyayı Maraş kışlasına teslim eder. Bu kez her şey çok hızlı olmuş, azil kararı gelmeden eşkıya adaletin pençesine teslim edilmiştir. Zaten çok geçmeden azil kararı da gelecek ve Ali Haydar Paşa Siverek’e sürgün edilecektir. Yapılan yargılamada eşkiyaların bir kısmı idam edilirken bir kısmı da hapsedilir. Ali Haydar Paşa’nın bu gözü pekliği dillerde destan olur, adına şiirler yazılır, türküler söylenir. “Ali Haydar Paşam da der ki dağı dürürüm Teker kırılırsa, top u sürürüm Çeker askerimi cenge yürürüm Moskof mu kesildin ey asi Zeytun. Mısraları türkü olarak dillerde dolaşırken Hafız Kız’ın söylediği uzun medhiyenin bir dörtlüğünde de şöyle denilir: “Yedi iklim, çar köşede, söylenir namın senin Din’de sadık olduğun, çün, çıktı ilâmın senin Asla mihnet görmeye hiç, ahir encamın senin Barek Allah gazisin sen, Tanrının aslanısın. 55
VKAF-I İSLAMİYE MÜZESİ’NDEN TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ;
TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ
ETNOGRAFYA SERGİSİ; 19.YÜZYILDA İSTANBUL Türk ve İslam Eserleri Müzesi koleksiyonları her biri ünik eserleri barındıran bir niteliğe sahiptir. Cam- maden- keramik, yazma eserler, ahşap, halı ve etnografya seksiyonu başlıca bölümler arsındadır ve bu bölümler literatüre girmiş yüzlerce eser barındırmaktadır. Kâmil ORTAKCI*
*Türk ve İslam Eserleri Müzesi Etnografya Bölümü Sorumlusu
sayı//60// temmuz 56
Türk ve İslam Eserleri Müzesi, 1914 yılında Evkaf-ı İslamiye Müzesi (İslam Vakıfları Müzesi) adı ile Süleymaniye Külliyesi içinde yer alan imaret binasında kurulmuştur. 19. yüzyılın sonundan itibaren ülkenin her yöresindeki cami, mescit, tekke, zaviye ve türbe gibi vakıf binalarında bulunan tarihi eserlerin çalınması Evkaf-ı İslamiye Müzesinin açılmasının en büyük sebeplerinden biridir. 27 Nisan 1914’de ziyarete açılan ve bir vakıf müzesi olan Evkaf-ı İslamiye Müzesi, 1924’de Evkaf Nezaretinin özel bir kanunla kaldırılması üzerine, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde olan İstanbul Müzeleri Umum Müdürlüğü’ne bağlamış adı da Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak değiştirilmiştir. Müze, şimdiki yeri olan İbrahim Paşa Sarayı’na 1983 geçmiş olup o tarihten bu yana İbrahim Paşa Sarayı’nda faaliyetlerini yürütmektedir. Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı ve ikinci veziri olan Pargalı Damat İbrahim Paşa’nın sarayı olarak bilinen bu bina aslında dört avluludur. Sarayın birinci avlusu 1872 de yıkılarak yerine Defter-i Hâkânî binası, 1908 yılında hemen önünde Mimar Vedat Bey’in o dönemdeki projesi Tapu Kadastro Binası, 1939-40’da dördüncü avlusu yıkılarak yerine Adliye Sarayı yapılmıştır. Günümüze ise İbrahim Paşa Sarayı’nın müzenin içinde bulunduğu ikinci avlusu ve daha önce Adliye arşivi olarak kullanılan üçüncü avlusu kalabilmiştir.
ETNOGRAFYA BÖLÜMÜ,
Türk ve İslam Eserleri Müzesi koleksiyonları her biri ünik eserleri barındıran bir niteliğe sahiptir. Cam- maden- keramik, yazma eserler, ahşap, halı ve etnografya seksiyonu başlıca bölümler arsındadır ve bu bölümler literatüre girmiş yüzlerce eser barındırmaktadır. Müzenin etnografya seksiyonu en geç oluşturulan bölümler arasındadır. Kimi zaman alan araştırması kimi zaman satın alma ve bağış yolu ile müzeye kazandırılan eserler gerek kalıcı sergiler gerekse geçici sergilerde teşhir edilmektedir. 1970’li yıllarda müze koleksiyonuna dâhil olan etnografya seksiyonu Anadolu’nun birçok bölgesinden temsiliyet kabiliyeti yüksek dört bine yakın eserden oluşmaktadır. Başta tekstil olmak üzere gündelik hayatın birçok eşyası, Karagöz figürleri ve yapım aletleri, takı kültürü, kahve kültürü vs. koleksiyonun başlıca alanlarını oluşturmaktadır. İstanbul hayatının bir yansımasını oluşturabilecek bir başka koleksiyon ise Müzeye bağış yolu ile intikal eden Leyla Turgut Terekesidir. Leyla Turgut’a ait eserlerin yer aldığı koleksiyon gündelik hayatın farklı alanlarına ait sekiz yüz eser Müze koleksiyonunda yer almaktadır ETNOGRAFYA SERGİSİ;19.YÜZYILDA İSTANBUL
19.yüzyılda İstanbul sergisi ile müzenin kuruluş tarihi olan 1914’ten 1800’lere doğru 100 yıllık bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz. İstanbul sokağı ve sokak çeşmesi ile başlayan
sergi 19.yüzyılın önemli kültürel gelişmelerinin yer aldığı sergi kronolojisiyle de hayli dikkat çekiyor. Serginin bizi karşılayan ilk bölümü mesire alanı canlandırması. Bilindiği üzere mesire alanları gündelik hayatın dışa dönük yönünü somutlaştıran ve böylece cami, ev, çarşı üçgeni içindeki kapalı yaşam anlayışını, farklı geleneklere dayalı kültür biçimleriyle kaynaştıran mekânlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan Mesire yerlerinde insanlar dinlenip eğlenirlerdi, çeşitli etkinliklere dâhil olurlardı. Bu etkinlikler insanların ayırabildikleri zamana ve malî duruma göre çeşitlenirdi. Kağıthane’den Sadabad’a, Beykoz’a Kavacığa kadar İstanbul’da pek çok mesire alanı Osmanlı’nın farklı dönemlerinde halkın ve Sarayın ilgisine mazhar olmuştur. AvusturyaMacaristan İmparatoru Franz Joseph (18301916) tarafından II. Abdülhamid’e hediye olarak gönderildiği düşünülen, Müzeye 1935 yılında İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinden getirilen av sandığının bulunduğu sergide ayrıca bir saray faytonu da yer alıyor. Av sandığında maden, cam ve porselenden yapılmış tabak, matara, bardak, şamdan, heykelcik, çatal, bıçak, çakı, pipo gibi pek çok eser mevcut. Mesire alanından sonra başka bir mekân canlandırması olan Kahvehane Ve Kahve Kültürü bölümü bizleri karşılıyor. Habeşistan’dan Yemen’e, Yemen’den Türk 57
topraklarına getirilişi ve gündelik hayata girmesi ise kolay olmayan kahvenin 1517’de Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından İstanbul’a getirildiğini, İstanbul’da ilk kahvehanenin 1555 dolaylarında Hakem ve Şems tarafından İstanbul’a açıldığını kısaca kahvenin kahvehanenin topraklarımızdaki serüvenin anlatıldığı daha detaylı bilgileri ise serginin bilgi panosunda görebiliyoruz. 19.yüzyıla ait kahve fincan takımları, kahve soğutucuları, el değirmenleri, kahve dibeği döneme ait cezvelerin yer aldığı kahve ve kahvehane sergisinden sonra ise 19.Yüzyıl İstanbul Konağı karşımıza çıkıyor. son derece canlı mankenlerin eşlik ettiği sergide konakta oturan ve el işi yapan bir İstanbul hanımefendisi ve sedef beşiğin dikkat çektiği bu bölümde ince işçiliğin ve zarafetin göze batmağı, fonda 19.yüzyıla ait çok tanıdığımız bir İstanbul şarkısı olan Üsküdar’a Giderken’in (Katibim) gramofon aracılığı ile bu zarafeti süslediğini söylemek mümkün. Konağın hemen karşısında ise hamam kültürüne dair 19.yüzyıl hamam eşyaların sergilendiği vitrinde nalınlar, hamam tasları, kemik taraklar, kildan, hamam havluları göze çarpıyor. Hamamlar Osmanlı toplumunda özellikle kadınların toplandığı, sohbetlerin ve eğlencelerin yaşandığı gündelik yaşamın birer kültür mekânı olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Hamamlarda kadınlar gün boyunca kalırlardı. Önceden hamama haber verilerek sabun, kese, tas, peştamal, havlu, tarak, iç çamaşırı ve nalın gibi hamam gereçlerini içeren bohçalar, halayıkların başları üzerinde taşınarak, hamama yollanırdı. sayı//60// temmuz 58
Hamamda sohbet edilir, görücü usulüyle gelin yıkanır, göbek taşının çevresinde dolaştırılır ve kurnaya mücevherler konur; gelinin başından sikke saçılırdı. Buradan başka bir mekân canlandırması olan hat atölyesine geçtiğimizde ise bizleri olağan üstü güzellikte, odanın duvarlarında 18-19. yüzyılara ait hat eserlerin sergilendiği, bu eserlere, ders rahlesinde oturmuş, elinde meşk olan bir hattat canlandırmasının eşlik ettiğini görüyoruz. Hattatın etrafında ve rahlesinin üzerinde sergilenen mühre, cetvel, maktaa, kalemtraşlar gibi hat yazım sanatına ait eserler hat odası vitrininde de yer almakta böylece, bu eserleri, ziyaretçilerin daha kolay görmeleri sağlanmaktadır. Erken İslam’ın döneminden başlamak üzere Osmanlının son dönemine kadar yazı sanatının estetik gelişimini müze de sergilenen hat eserler ve yazma eserler vasıtası ile kronolojik bir biçimde izlemek de mümkündür. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin dünya çapında literatüre girmiş birçok halının yer aldığı bir halı koleksiyonu mevcuttur. Müzede Anadolu Selçukluları’ndan Osmanlı’nın son dönemine kadar kronolojik bir şekilde görebileceğimiz halı sanatına ait çok sayıda eser sergilenmektedir. Avrupalı ressamların adları ile anılan Holbein tipi, Bellini tipi diye adlandırılan 18-19. Yüzyıla ait halılar ise Kapalıçarşı aksı üzerinden anlatılmıştır. Sergide halı dokuma tezgâhı ve malzemeleri de yer alıyor. Sergide 19.yüzyıla ait İstanbul’da dokunmuş, üzerinde 59
Osmanlıca ‘İstanbul’un manzara-ı umumiyesi’ yazan İstanbul’un kuşbakışı nakşedildiği ünik halıyı da görmek mümkündür. İstanbul’un eğlence hayatında çok önemli bir yere sahip olan Karagöz’ü de 19.yüzyılda İstanbul serginde görebiliriz. Müzeye önemli Karagöz oynatıcılarından biri olan Hidayet Gülen tarafından 1983 yılında bağışlanan Karagöz koleksiyonunu yine Hidayet Gülen’in oynadığı 1972’dede yurt dışında ödül de almış Karagöz’ün Dünyası belgeseli eşliğinde gezmek mümkün. Deve derisinden yapılan bu figürler karagöz yapım malzemeleri ile birlikte sergilenmekte olup Karagöz gölge tiyatrosunun ana figürleri olan Karagöz ve Hacıvat dışında Zenne, Mercan, Tuzsuz Deli Bekir, Çelebi, Acem, Tiryaki Laz gibi Osmanlı İstanbul’unda yaşamış tiplemeleri görebiliriz. Sergi alanında belirli dönemlerde öğrencilere Karagöz gölge oyununun oynatılacağı bir alanda bırakılarak Karagöz tiyatrosunun gelecek kuşaklara aktarılmasında müzenin de bir rol üstlendiğini söylemek mümkündür. İstanbul’un eğlence kültüründen sonra Giysi ve Takı Kültürü bölümleri ile devam eden 19.Yüzyılda İstanbul sergisi bu yüzyıla ait giysi ve takı örnekleri ile ziyaretçileri karşılamaktadır. 19 yüzyıl yaşamın birçok alanında bir geçiş dönemidir. Geleneksel giyim tarzı bir yanda sürerken diğer yandan da alafranga modası, 1850’lerden sonra, yaygınlık kazanmaya başlamıştır; Osmanlı kentlerinde, özellikle İstanbul’da Batılı tarzdaki giyim bilhassa sayı//60// temmuz 60
gayri Müslimlerin öncülüğünde gelişen yeni moda akımlarını oluştururken yeni bir yaşam biçiminin göstergesi olmuştur. Kadın modasının Avrupai tarz alması; tek parçalı elbiseler veya etek ceketten oluşan ikili takımların ortaya çıkışı, Sultan Abdülaziz (1861-1876) dönemine rastlamaktadır. Kadın giysileri içerisinde en çok etkilenerek değişikliğe uğrayan giysiler gelinlikler olmuştur. Türklerde kadınların en önemli giysisi olan gelinlikler için, seçilen renk başlangıçtan itibaren kırmızı olmakla birlikte. farklı renklerde gelinliklere de rastlanmaktadır. Sarayda başlayarak yaygınlaşan beyaz gelinlik ise 20. yüzyılda vazgeçilmez olmuştur. Serginin son bölümü ise takı kültürüne ayrılmıştır. Takı tarihin her döneminde insanoğlunun hayatında önemli bir yere sahip olmuştur. Hem süslenme hem de nazar, inanç vb için kötülüklerden, hastalıklardan korunma amacıyla da kullanılmıştır. 18-19.yüzyıllara ait gerdanlık, kolye, alınlık, küpe, yüzük, sorguç, iğne, kemer, kemer tokası, süs düğmesi, bileklik, vb. takıların gümüş ve altın olmak üzere farklı malzeme ve tekniklerde yapılmış, yapıldıkları dönemin ustalığını, sanat üslubunu ve takan kişinin toplum statüsünü ve beğenisini de yansıtan seçkin örneklerini görebileceğimiz bir bölüm olarak ziyaretçilerini beklemektedir.. Sergi ile birlikte eş zamanlı olarak sergi de yer alan eserlerin ve bölüm başlıklarının tarihsel açıklamalarının yapıldığı, Müze uzmanlarınca hazırlanan sergi kataloğu da bulunmaktadır. 61
atı menşeli , kaynaklı olan sosyoloji öğretisinin Türkiye toplumu açısından bugünkü temel meselesi : bu disiplinin referansları, kaynakları, kriterleri , değerleri, hedefleri ile nerede durup nereye baktığı ve gerçekten bu kadim toplumun değerleri üzerinden meseleler üzerine kafa yorup yormadığıdır.
BİR SOSYOLOJİ ÖĞRENCİSİNİN
İNTİBALARI Mesele tek başına dikey/yatay şehir meselesi değil; asıl mesele sosyolojik tüm yönleriyle toplumsal ahlak ve duruş meselesi. HAZIRLAYAN (Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı): Cem ERİŞ*
*Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı Restorasyon Daire Başkanı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi
sayı//60// temmuz 62
Muhterem hocam Prof. Sadettin Ökten, her medeniyetin temsil edildiği simge şehirler üzerinden bu duruşu şöyle analiz ediyor: “ ....Yeni ve yakın çağların simge şehri de İstanbul'dur. Yani İslam Medeniyeti'nin Osmanlı yorumunun bir kültür olarak ortaya çıktığı , eski tabirle tecelli ve temerküz ettiği şehirdir İstanbul. Bu medeniyetin temel değerleri,batı medeniyetinin temel değerlerinden farklıdır. Dolayısıyla bu değerlerin ürettiği insan tipi de farklıdır.” tespitini yapıyor. Bu durumda Batının tüm kurumlarını ve toplumunu hizaya sokan kendine has duruşu ve insan tipi onlar için doğal olsa da bizim için değildir , zorlamadır . Batının kendi sokağını tanzim etmek ve gütmek üzere sosyoloji üzerinden ortaya koyduğu materyalist analiz ve sentezler bizi, bizim sokağımızı, bizim toplumsal yapımızı açıklayamaz , analiz etmez , edemez . Ancak belki teknik ve yöntem belirlemede, analitik düşünce metodolojisinde bir örneklik teşkil edebilir. Bizim sorunlarımız , olaylarımız bize has örneklerdir. Başlangıçta Batının seküler sanayi toplumunu inşaa etme ve gütme hedefine boyun eğen ve bunu kendi toplumlarına öneren veya dayatan Türkiye ve benzeri müslüman ya da İslam dışı toplumlarda 19. yy'dan itibaren sanayileşme adımları atılıyor olsa da temelde bu seküler sosyolojik bakış açısı batı dışı toplumları anlamaz , anlayamaz. Esasen batılı sosyologların özellikle başta müslüman toplumlar olmak üzere diğer medeniyetleri inceleme çabaları istisnalar hariç yüzeyseldir. Zira Batı aklının bizim için projesi, bir toplumu yine bu toplum içinden bulduğu veya yetiştirdiği, yatırım yaptığı proje ortaklarıyla sekülerleştirip kadim değerlerinden uzaklaştırırken pozitivist prangaları devrede tutmak; diğer yandan da bağımsız, yerli, milli sosyal, kültürel, teknolojik ve sanayileşme hamlelerine engel olup ekonomik olarak kendisi için rakip olamayacak şekilde açık bir pazar haline getirmektir. Tüm bu sebeplerle,
zihinlerdeki ve sinelerdeki prangaları kırmak için toplum bilimin, sosyolojinin Batı menşeli kaynak kodlarını kendi medeniyet ve kadim değerlerimiz üzerinden yeniden yazmalıyız. Bunun için de hedeflerimizi kendi zeminimize basarak belirlemekten başka bir çaremiz yoktur. Bu işi bizim için Batı yapmaz , yapamaz , yapmakta istemez. Tam tersine engel olmak için her türlü tedbiri alır. Çünkü bu fıtratına aykırıdır. Ancak bilgiyi alır ve kapitalist, emperyalist projeleri için gayet bilinçli bir şekilde toplumsal sorunlarımızı çözmek için değil tam tersine kurumlarımıza, mevzuatımıza, yasalarımıza, günlük hayatımıza sızmış ve kurumsallaşmış tuzaklar kurarak içinden çıkılmaz hale getirip istikrarsızlaştırmak ve hedefindeki toplumu dönüştürmek için gayet güzel kullanır. Buna güzel bir örnek: “Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız onların incilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim incilimiz, onların toprakları vardı”. Kenya'nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta, Batı ülkelerinin Afrika'ya gelişini bu sözlerle dile getirmişti. Bugün Türkiye toplumunu, aile yapısını, gençliğini, inanç ve değerlerini ölçen, analiz eden, detaylarını buraya almadığım resmi istatistikler ve araştırmalar, hiç de iyi işaretler vermiyor. Merak edenler Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Aile,Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı veya Diyanet İşleri Başkanlığı'nın web sayfalarından bu çalışmalara ulaşıp kendi gözleriyle görebilirler. Onun için kendi değerlerimiz üzerinden sosyolojinin
kurumsal ve akademik tüm kodlarının yeniden tanımlanması hayati bir zarurettir ve ancak bu medeniyetin sahipleri tarafından yapılabilir, yapılmalıdır. Buna talip değilsek bir bütün olarak Batının tahakkümünden sıyrılmak ihtimal dahilinde bile gözükmemektedir. Bir örnek olarak Yusuf Kaplan hocanın “Kıbrıs’ta kültürel savaşı kaybettik ; önlem alınmazsa Kıbrıs’ı da kaybedebiliriz” isimli 10 Haziran tarihli makalesini okumanızı tavsiye ederim. Gerek bölgesel ve gerekse cihanşümul potansiyelimizi farkında olan Batı aklı, maalesef gerek akademik camiada, gerekse sermaye, bürokrasi ve medyada, entelektüel olduğu ezberletilen ve toplumun gözüne gözüne sokulan çevrelerde kendince köşeleri tutup tedbirlerini almış durumda. En az son iki yüzyıldır başka pek çok alanda olduğu gibi aşamadığımız bu engel : ipi dışarıda olan, içimizdeki bu yerli görünümlü engeldir. Bu dışarıdan kurgulanmış ve içeriden desteklenmiş yerli engel, her ileri hareketimizde karşımızdadır. Bu duruma günümüzden bir kaç örneği kolayca verebiliriz: Milli/yerli uçak projesi, yerli otomobil projesi, yerli İHA projesi , yerli yazılımlar , yerli tohum vb. gibi hemen sizin de aklınıza gelecek pek çok farklı sektörden örnek gösterilebilir. Darbeleri zikretmedik bile. Bu ve benzeri adımlar sonuçta bağımsızlığı getirecek ve toplumsal özgüveni arttırarak zincirleme bir şekilde sosyal -ekonomik- kültürel reaksiyonla milli iktidarın temelini oluşturacak ve diğer milletlere de örnek olacaktır. Mücadele büyük, hedef zorlu olsa da başarabiliriz; başarmak zorundayız. Zira "Bu milleti temsil ve var eden hakiki duruşunun bu 63
sermayesidir” diyerek noktayı koyuyor. Bu konuda bir derdi ve fikri olan uzmanlar neredeler? Toplumun onların fikir ve önerilerini duymaya ihtiyacı var kırmadan dökmeden; yöneticilerin ve siyaset kurumunun da dikkate alma zarureti.
coğrafyada 1000 yıllık bir zemini ve 1400 yıllık bir derinliği vardır." Hele 15 Temmuz’dan sonra artık bu ayan beyan bir beka meselesi haline gelmiştir. Konuyu asıl alanımız olan şehir ve kültür alanına doğru çektiğimizde ise tüm bu söylediklerimizin kültürü ve şehri de aynı şekilde etkilediği açıkca görülecektir. Hiç kendimize sorduk mu acaba şehirlerimizin özellikle büyükşehirlerimizin ve özellikle gözbebeğimiz olan İstanbul’un adeta obezleşen bir şehir halinde büyümesi, toplumsal sosyal altyapısının yetersizlikleri, nüfus büyüklüğü, aileyle ve gençlerimizle ilgili istatistikler, toplumsal suç istatistikleri ve benzeri yönlerden incelendiğinde şehrin göz alabildiğince büyütülmesi, sorunların artması en çok kimin işine gelecektir sizce ? Tüm bu sorunların altından kalkması gitgide zorlaştıkça bunun sosyal -ekonomik -kültürel-siyasi , maddimanevi faturası kime çıkartılacaktır ? Artık şehrin ve şehir planlamanın kural tanımaz sermayenin sömürü aracı olmaktan ve toplumla kurumlar arasında adı konmamış bir edepsiz paylaşım ve pazarlık aracı olmaktan çıkarmanın zamanı gelmedi mi? Şehri ve şehir planlamayı böyle böyle kapitalist sosyolojinin oyun alanı haline getirdik hep birlikte. "Metaların mekanda üretiminden, mekanın bir meta olarak üretimi" olarak tanımlıyor kent kuramcı Henry Lefebvre bu durumu ve “kent mekanı sermayenin sayı//60// temmuz 64
Tüm bunları hesap ederek kendimizi daha iyi anlamak, durduğumuz yeri , dayandığımız duvarı, bastığımız zemini daha iyi tartmak, tespit etmek ve karar vermek için emperyalist sosyolojinin etkilediği şehir planlama gibi diğer müfredatı ve sosyal, kültürel, ekonomik alana ilişkin öğretim kodlarını bu Müslüman toplumun ve coğrafyamızın kadim değerlerine, inancına göre yeniden yazmamız gerekiyor. Kadim kaynaklar elimizde ilk günkü gibi. Bu millet ve ümmet bunu daha önce başardı; yine başarabilir. Batının tüm korkusu bu başarı ihtimali. Bu ihtimal bizim ve coğrafyamız için artık bir zaruret ve beka meselesi. Ancak bunu yapabilirsek sağlıklı şehirlerde ,sağlıklı aileler, sağlıklı nesiller yetiştirmemiz ve istikbalimizi emanet etmemiz mümkün olacaktır. 52 yaşında ve açık üniversitede bir sosyoloji öğrencisi olarak geçirdiğim 2 yılın sonunda şunu belirtmeliyim ki : örgün öğretimde sosyoloji bölümünde okuyan gençlerimizin, eğer aileden sağlam bir temel ve itikat, tarihine, kültür ve geleneğine karşı bir saygı ve ilgi kazanmamışlarsa ki bu belirttiğim hayati vasıfları bugünün okul ortamında kazanmaları hiç kolay değil, ayrıca kazanılmış olanlar dahi bu ortamlarda yitiriliyor maalesef, hayata atılıp topluma faydalı , kendileri ve kadim değerlerimizle barışık bir birey olma yolunda büyük çileler çekecekleri aşikardır. Toplumda ve ailede kazanılan hasletler bu müfredat ve zihniyet sistemi içinde eriyecek, erozyona uğrayacaklardır. Gözlemlerimizin ve intibalarımızın ötesinde giderek toplumda yaygınlaşan çekirdek aile tipinin ve toplumun ne tarafa doğru savrulduğuna dair şahit olduğumuz hadiselerin ve bize fikir verici istatistik ve araştırmaların hiç de iç açıcı görünmediğinin de altını çizmek isterim. Son cümle: bir önceki yazımda da ifade etmeye çalıştığım gibi, mesele tek başına dikey/yatay şehir meselesi değil; asıl mesele sosyolojik tüm yönleriyle toplumsal ahlak ve duruş meselesi. * İ. Ü. Auzef / Sosyoloji Bölümü 2. sınıf öğrencisi
DAR, MWENGE 21 Ocak 2014
arakıtaya, hiç istemeyerek düşmüştü adeta. Gemiden kovulmuştu.
SİYAH AŞKI
Uzakyol gemilerinde yıllardır motor teknisyeni olarak çalışıyordu.
BEYAZ ADAMIN
"Oyun bittiğinde şah ta piyon da aynı kutuya girer" sözünü pek severlerdi. Veli DALBUDAK
Çok yıpratıcı bir işti. Uzakyol gemileri bir ömür törpüsü gibi çalışır. Ama makine dairesi törpüden öte zımparadır. Pistonlar inip kalktıkça böğrüne böğrüne saplanır. Gemicilerin, boş zamanlarında yapabilecekleri fazla alternatifleri olmadığından, sırf vakit geçirmek için başlayıp ta sonradan hayatlarını kaydıran illete o da bulaşmıştı. O da kumar müptelası olmuştu bir kere. Genellikle kendi aralarında tatlı tatlı oynayarak keyifli vakit geçiriyorlardı. İyi bir oyuncuydu, çoğu zaman kazanırdı. Oyunda kazanıp kaybetmek, aralarındaki arkadaşlığa halel getirmezdi. "Oyun bittiğinde şah ta piyon da aynı kutuya girer" sözünü pek severlerdi. Onlar da, oyun oynarken de, oyun bittiğinde de aynı gemide olduklarını iyi bilirlerdi. Kaldı ki bu gemi onların ekmek teknesiydi. Hiçbiri, işlerine bir zarar gelmesini istemezdi. Herbiri işini iyi bilir ve mesuliyetine müdrik idi. Tabii Bugüne kadar hiç tatmadığım bir baharat kokusuydu o. Komşu kapısı yapacakmışım gibi bir his var içimde... Fakat bir daha hiç gelemeyebilirim de.
65
YERALTINDAKİ GÖRKEMLİ TAŞ YAPI
BAZİLİKA SARNICI
“YEREBATAN SARAYI” 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen sarnıç; 140 m. uzunluğunda, 70m eninde, 9800m2 bir alanda 12 sıralı her sırada 28 sütun bulunan toplamda 336 sütun üzerine inşa edilmiş bir şaheserdir. Salih DOĞAN*
arihi yarımada içeresinde yer alan Doğu Romanın en büyük sarnıcı görkemli sütunlarıyla “Yerebatan Sarayı” olarak da isimlendirilen “Bazilika Sarnıcı”. Muhteşem Ayasofya’nın güney batısında yer almaktadır. Ayasofya’nın önünden Cağaloğlu yönüne doğru uzanan Yerebatan Caddesi, sarnıcın üzerinden geçmektedir. Sıcak yaz günlerinde İstanbulluların bir anlamda serinlemek için ziyaret ettikleri Yerebatan Sarnıcı, 532 yılında Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen (Justinianos/Iustinianus) tarafından inşa ettirilmiş olup, sarnıcın yerinde eskiden Stoa Bazilikası’nın bulunması nedeniyle “Bazilika Sarnıcı” adıyla da bilinmektedir. Su İstanbul’da tarihsel bir sorun olduğundan özellikle muhasaralar esnasında Büyük Sarayın su ihtiyacını karşılamak üzere bu sarnıç inşa edilmiştir. Sarnıcın suyu, İmparator Valens tarafından yaptırılmış olan 971 metre uzunluğundaki Bozdoğan (Valens) Kemeri ve İmparator Jüstinyen tarafından yaptırılmış olan 115.45 metre uzunluğundaki Mağlova Kemerleri vasıtasıyla 19 km uzakta bulunan Belgrat Ormanlarındaki Eğrikapı su dağıtım merkezi’nden getirilip Süleymaniye vadisinden geçirilerek Sarnıca ulaştırılmaktaydı. Fetihten sonra bir süre sarayın bahçeleri için kullanılan sarnıç, yeni su yollarının açılması ile beraber çeşme sistemi yaygınlaştırılmış sarnıçlar anlamını fonksiyon olarak yitirmiş limon deposu vs.gibi farklı amaçlarla kullanıldığı bilinmektedir. Bütün bunlardan sonra yaklaşık yüz yıla yakın bir zaman sarnıç kullanılmamış bu dönemde sarnıcın üzerinde evi bulunan mahallelilerin evlerin bodrumlarında açtıkları deliklerden kova sarkıtarak su çektikleri bilgisine ulaşan Bizans eserlerini araştıran Hollandalı gezgin Petrus Gyllius 1546 yılında bir evin avlusunda yer alan kuyudan inerek devasa sütunlar ormanını gördüğünde Bizans’ın büyük sarnıcı içinde olduğunu anlayıp muhteşem yapıyı yeniden keşfettiği bilinmektedir. YERALTINDAKİ GÖRKLEMLİ TAŞ YAPI ; BAZİLİKA SARNICI
*İBB Panorama 1453 Müzesi Müdürü
sayı//60// temmuz 66
52 basamaklı taş bir merdivenle inilen sarnıç; 140 m. uzunluğunda, 70m eninde, 9800m2 bir alanda 12 sıralı her sırada 28 sütun bulunan toplamda 336 sütun üzerine inşa edilmiş bir şaheserdir. Sarnıç, yaklaşık 100 bin ton su kapasitesine sahiptir. Sarnıcın tavan ağırlığı
tonozlar ve kemerler vasıtasıyla her biri 9 m yüksekliğindeki taşıyıcı 336 sütun üzerine aktarılmıştır. Bu sütunların önemli bir kısmı tek parçadan ibaret olup bazıları iki parça taştan oluşmuştur. Bir çok sütunun başka yapılardan alınarak sarnıca getirildiği bilinmektedir. Sarnıcın Cağaloğlu yönündeki sol bitim köşesinde yer alan kısımda İstanbul depreminde oluşan göçük nedeniyle 40 sütunluk bir alan molozla doldurulmuş ve örülen duvar arkasında bırakılmıştır. Halen devam eden restorasyonda bu sütunların ortaya çıkartılması düşünülmektedir. Bu muhteşem yapının etraf duvarları 4.80 metre kalınlığında tuğladan örülmüş olup, horasan harcıyla sıvanmış sarnıç zemininde tuğla döşelidir. Sarnıçta yer alan değişik mimari üsluplardaki sütun başlıkları, görkemli silindirik sütunlar ve bazı sütunlardaki farklı şekiller nedeniyle ziyaretçilerin merakını celp etmektedir. GÖZYAŞI SUTUNU
Bütün sütunlardan farklı olan üzerinde, tavus gözü ve gözyaşı şekilleri yer almakta olan bu sütun, “Forum Tauri” olarak bilinen Beyazıt Meydanı’nda halen kalıntıları bulunan 4. yüzyıla ait İmparator Theodosius’un zafer takındaki sütunlardan olup buraya Beyazıt Meydanından getirilmiş olabileceği varsayılmaktadır. Bir diğer efsane bu gözyaşı şekillerinin sarnıcın inşasında çalıştırılan ve inşaat esnasında bir çoğunun öldüğü söylenen 7.000 civarındaki kölenin dramını anlattığı söylencesidir. Bugün turistler bu muhteşem sütuna dokunup dilek tutup suya para atmaktadırlar.
MEDUSA
Şüphesiz en az sarnıç kadar insanların merakını cezbeden sarnıç gezi rotasının son noktası olan Medusa bölgesidir.4.Yüzyıla tarihlenen Genç Roma dönemine ait bir yapıdan alınıp buraya getirildiği bilinen iki adet Medusa başı burada sütun kaidesi olarak kullanılmıştır. Türkiye’de 3 adet bulunan bu eşsiz heykellerin ikisi burada bir diğeri Didim’de bulunmaktadır. Biri yan diğeri ters duran Medusaların Yunan mitolojisindeki Gorgonalar olduğu varsayılmaktadır. Medusa, Euryale ve Stheno ile birlikte yer altı dünyasının kadın canavarları olan üç Gorgonadan ölümlü olanı Medusadır. Saçları yılan şeklinde olan Medusa, kendisine bakanları taşa çevirme özelliğine sahiptir. Büyülendiğini düşündüğü Medusa’nın başı, Zeus’un oğlu Perseus tarafından kesilir. Perseus, kesik Medusa başını birçok savaşta kullanarak düşmanlarını taşa çevirir ve galip gelir. Bu inançtan dolayı Roma İmparatorluğu döneminde gücün sembolü olması sebebiyle Medusa başları kılıç kabzalarına ve sütun kaidelerine ters ya da yan olarak işlendiği bilinmektedir. Efsaneye göre aynaya bakıp kendi kendini de taşa çevirdiği söylenmektedir. Ancak daha sonra Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesiyle bu tür pagan semboller kullanımdan kaldırılmıştır. Bir bakıma Medusa başlarının da yerin altına karanlık dünyaya tekrar gönderildiği, gömüldüğü varsayılabilir. RESTORASYONLAR
Bugüne kadar birçok bakım ve onarım gören sarnıç, Osmanlı döneminde III. Ahmet ve II. Abdulhamit zamanında fonksiyonel bir 67
kullanımı olmamasına rağmen tarihi yapı iki defa restore edilmiştir. Bunların ilki, 18. yüzyılda Sultan III. Ahmet zamanında Mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yapılmıştır. Sarnıcın ikinci büyük onarımı ise, 19. yüzyılda Sultan II. Abdülhamit devrinde gerçekleşmiştir. Günümüzde tarihi bir müze olarak kullanılan Yerebatan Sarnıcı’nın en büyük ve en kapsamlı restorasyonu ise 1985-1987 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılmıştır. Bu restorasyon ile sarnıcın üstünde yer alan evler istimlak edilerek yıkılmış, sarnıcın içerisinden 50.000 ton çamur çıkartılarak sütunlar arasına gezi platformu kurulmuştur. 1994 yılında yeniden sarnıç bakıma alınmış havalandırma sistemi değiştirilmiş sütunlar kelepçelerle korunmaya alınmış olup sarnıç zemini sütun kaidelerine kadar dolmuş 8 kamyon çamur temizlenip sarnıcın içine sazan balıkları konmuştur. Bendenizin görevde bulunduğu 1995-2001 döneminde özellikle koruma ağırlıklı çalışmalara ağırlık verilmiş Cağaloğlu yönüne uzanan Yerebatan Caddesi ağır tonajlı araçlara kapatılmıştır. Sarnıcın üzerinde bulunan başta en büyük kütle İl Genel Meclisi binası yazışmalar sonucunda zamanın valisi Kutlu Aktaş beyin verdiği destekle koruma kurulu yıkım kararı alınmış ancak yıkım yıllar sonra 2012 yılında gerçekleşmiştir. Kültürel mirasın korunması konusunda çok önemli bir karar verilmiş sarnıcın üzerinde bulunan sayı//60// temmuz 68
kamuya ait büyük bir yük kaldırılmıştır. Yapılan ölçümler neticesinde tramwayın sarnıca zarar vereceği düşünüldüğünden Sultanahmet yönünden Gülhane’ye doğru sarnıca en yakın noktadan geçen hat boyunca 140 m raylar altına kauçuk döşenmiş ve oluşan vibrasyon etkisi azaltılmıştır. Bugün Yerebatan Sarnıcı 2 yıl içinde bitmesi planlanan çok daha büyük bir restorasyona alınmıştır. İçinde bulunan 1955 yılında üst yapı inşaatı esnasında kırılan 8 sütün yeniden aslına uygun şekliyle restore edilecek gezi yolları yenilenerek sarnıç muhteşem tarihi atmosferi ile yüz yıllara meydan okumaya devam edecektir. SANAT MERKEZİ
Birçok Konser sergi ve bienallere ev sahipliği yapan sarnıç bir anlamda bir sanat merkezi niteliğini de müze olmanın yanında sürdürmektedir. Su kültürüne dair dünyanın en kıymetli kültürel mirasına sahip olmak gerçekten çok güzel bir duygu. Don Brown romanlarıyla çekilen filmlerle ülkemiz turizmine katkısı gerçekten çok büyük olan sarnıç tematik sergiler ve sanat etkinlikleriyle sanat severlerle buluşmaya devam edecek muhteşem bir mekan. sıcak yaz günlerinde İstanbulluların koştuğu görkemli bir saray.. İstanbul’un anıt yapılarından biri olan sarnıç yılda 1.5 milyondan fazla turisti ağırlıyor … Görmeden ölmeyin denilen yerlerin başında geliyor.. Halen İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden Kültür A.Ş. tarafından işletilen Tripadvisor tarafından en iyi konuksever müze ödülüne de sahip olan Yerebatan Sarnıcını her gün 09.00-18.30 saatleri arasında ziyaret edebilir,yorgun tarihin serin serin terlediğini gözlemleyebilirsiniz…
Şehir Hafızamızı Tutan Bir Kitap Yazar: Serdar YAKAR Kitap Tanıtım: Ahmet Doğan İLBEY
ir şehre aidiyeti olanların, o şehirde mâzisi olanların, atası, sülalesiyle o şehirde doğanların mâzi şuurunun ve hafızasının canlı kalması ve devam etmesi için şehir kitapları önemlidir. Şehr-i Maraş’ın tarihi, savaşları, geleneği, şairleri, âlimleri, edebiyattaki ve eski medeniyetlerdeki yeri hakkında bir hayli tafsilatlı kitaplar yazıldı ve bu kitapların Maraş kültürüne hizmetleri takdire şayândır. Bu kültür hizmetlerinin halkası olan iki ciltlik bir kitap var masamızda. Okumaya başladık. Serdar Yakar’ın hazırladığı ve Kahramanmaraş Belediyesi’nin yayınladığı bu faydalı ve güzel kitabın adı: “Kahramanmaraş’ın Öyküsü / MahalleCadde-Bulvar-Sokak-Park” 2013 yılında basılmış, kapağında 1900’lü yılların Maraş sokağından bir resim var ki, bizi hemen Maraş tarihine çekip götürüyor. Ciltli ve selefon kaplı
iki cilt olarak hazırlanan bu kitabın her Maraşlının evinde bulunması şart. “Maraş Milli Mücadelesinde Bayrak Olayı ve Aşıklıoğlu Hüseyin”, “Maraş-Fransız Harbi Belgeler-Hatıralar”, “Maraş Milli Mücadelesinde Şeyh Ali Sezai Efendi”, “Maraş Milli Mücadelesinde Hüsameddin Karadağ”, “Maraş Milli Mücadelesinde Arslan Bey”, “İstiklâlden İstikbâle Bir Hayat Mücadelesi Ali Rıza Pişkin” “Maraş Milli Mücadelesinde Önden Gidenler”, “Maraş Milli Mücadelesinde Uzunoluk ve Adil Bağdadlıoğlu”, “Milli Mücadele Kahramanlarımız”, “Eski Maraş’ta Âlim Çıkarmış Âileler”, “Kurtuluşa Dair Üç Eser” (Derleme), “Muhtelif Cönklerden Maraş Halk ŞâirlerineÂit Şiirler” adlı Maraş’la ilgili onlarca derleme, araştırma ve telif kitap neşreden Serdar Yakar hazırlamış “Kahramanmaraş’ın Öyküsü / MahalleCadde-Bulvar-Sokak-Park” kitabını. Tek başına büyük emeklerle, adım adım dolaşarak, sorarak, arayarak sabırla belge ve bilgileri toplayıp iki ciltlik bu faydalı kitabı meydan getirmiş. Bu kitapta, MaraşFransız Harbine katılan ve şehit olan, varlık gösteren, emeği geçen ve bu şehre ilmiyle, siyasî sıfatı ve idareciliğiyle, sanatçılığı ve yazarlığıyla Maraşlıların nezdinde içtimai bir isim bırakmış olan her şahsiyetin Kahramanmaraş'ın mahalle-cadde-bulvarsokak ve parklarına isminin veriliş gayesi biyografileriyle birlikte hikâye tadında yer almış. Hikâye tadında anlatılması şöyledir ki, günümüzden mâziye, yâni tarihe giderek ismi geçen şahsiyetin yaşadığı dönemde şehrin o günkü tarihi, mimari durumu ve sosyal ve geleneği kısaca anlatılıyor. “Kahramanmaraş'ın Öyküsü' adlı kitap bu vasfıyla dünden bugüne adı caddelere sokaklara, mahallelere, meydanlara verilen şahıslar üzerinden Maraş kültürünü tanıtmış oluyor. Hülâsa-ı kelâm; çocukların, torunların ve çevremizdeki yeni neslin, talebelerin, “Maraş kimdir, nicedir?” diye sorduğunda bu kitaba müracaat edilebilir.
ŞEHİR K İ TAP
“KAHRAMANMARAŞ’IN ÖYKÜSÜ”
69
BALKONSUZ EVLER
Yıllar öncesinde önünden geçtiğiniz ve o günlerden bir hatırayı sizlere hatırlatan bir mekânın, bugün yerinde yeller esiyor olmasının his dünyanızda meydana getirdiği etkiler unutulacak gibi değil... Bunun hayatı anlama ve anlamlandırma, onun üzerinde düşünme, ince bir ruh dünyasına sahip olma ve bunları kelimelerin yardımıyla sanata çevirmeyle de yakından ilgisi olduğuna inanmak gerekir. İsmail BİNGÖL*
nsanın çocukluğunun geçtiği, hatıralarının köşesine bucağına sindiği ve yürek yangınlarını, hayatının ilk yıllarındaki sevinçlerini, sevdalarını, gözyaşlarını, dostluklarını, arkadaşlıklarını gizlediği mekânların, zamanın gücüne ve insanların ihtirasına yenik düşüp, yerle bir olması acı verici... Yıllar öncesinde önünden geçtiğiniz ve o günlerden bir hatırayı sizlere hatırlatan bir mekânın, bugün yerinde yeller esiyor olmasının his dünyanızda meydana getirdiği etkiler unutulacak gibi değil... Bazen bu gibi yerlerin bulunduğu sokakları dolaşıp, ardından da yılların geçişiyle birlikte gittikçe uzaklaşan hatıraların ışığında maziyi seyre dalmak acaba daha çok neyin belirtisi diye insanın kendi kendine sorası geliyor. Herhalde yaşlanmanın olsa gerek. Başka ne olabilir ki zaten. Aradan geçen o kadar yılın geride bıraktıkları başka neyin eseri olabilir ki; dönüp dönüp üzerinde düşündüğümüz, bazıları için üzüldüğümüz, bazıları içinse yüreğimizde hala bugün bile hüzün rüzgârları esen yaşanmışlıklardan başka...
*TRT Erzurum Radyosu
sayı//60// temmuz 70
Belki bir de hatıralara verdiğimiz değerden olabilir. Zira her insanın bu gibi durumlardan etkinlenme seviyesi başkadır. Bunun hayatı anlama ve anlamlandırma, onun üzerinde düşünme, ince bir ruh dünyasına sahip olma ve bunları kelimelerin yardımıyla sanata çevirmeyle de yakından ilgisi olduğuna inanmak gerekir. Çoğu kişi, etrafından pek fazla haberdar olmadan ömrünü tüketiyor. Ne güzelliklerin farkında olup, güzele karşı içinde bir sevginin oluşmasına meydan veriyor ve ne de çirkinlikler karşısında “kemal sırrının emanet edildiği” bir varlık olarak, gereken tepkiyi gösterebiliyor. Hele şimdilerde, “Marifet iltifata tabidir.” sözünün vermek istediği mesaj nerdeyse unutulmuş, “Müşterisiz meta zayi olmuş” sanki... “Sim-ü zer” bir kenara atılmış, hatta ve hatta gümüş, bakır cinsine bile tesadüf edilemez olmuş, alüminyum, naylon v.b. şeyler bunlara tercih edilir olmuştur. Bir büyüğümüzün anlatımıyla; “Bizler; Cumhuriyet döneminde, hele 1950 sonrası neyimiz varsa satılığa pazara çıkardık. En güzel ve tipik Erzurum evlerinin üzerine “satılık” yaftaları yapıştırdık. Evlerimizin araçgereçlerinden tutun da, pirinç şamdanlarından bakır mangallarına kadar hepsini bit pazarında pazarladık. Oymalı nakışlı ahşap çocuk beşiklerimizi, ya semaverlerde yaktık veyahut sokaktan geçen bir nayloncudan bir leğenle değiştiriverdik”. (Sebahattin Bulut, Giriş yazısı, Erzurum Çarşı Pazar, Erzurum, Kültür Yayınları, 1997) Yine konu hakkında epeyce kafa yormuş, kalem oynatmış, her gittiği yere bilgisiyle, kültürüyle katkı yapmış birinin, Rıdvan Canım’ın anlatımıyla; “Unutulmamalıdır ki, şehirlerin de tıpkı insanlar gibi iyi günleri, kötü günleri ve neticede birer ömürleri vardır. Şehirlerin de iktisadî, siyâsî, sosyal ve kültürel hayatı vardır. Tarihî geçmişleri, şan ve şeref dolu günleri vardır. Dostları, düşmanları vardır. Şehirler de bağırlarında barındırdıkları insanlardan sevgi, şefkat ve ilgi beklerler. Horlanmak, aşağılanmak ve itilip kakılmak istemezler. Bunlar şehirlerin kimlikleridir. Sıradan değil, iyi birer kimlikleri olsun isterler. Bütün bunları, içinde yaşadığımız şehirlere çok görmeyelim. (...) Çoğu zaman bizi, mensubu bulunduğumuz şehirlerin ön plâna çıkardığını, içinde yaşadığımız, kültürüyle yoğrulduğumuz, töreleriyle terbiye olduğumuz şehirlerin bize referans olduğunu da unutmamalıyız”. (Rıdvan Canım, Şehir ve
İnsan, İstanbul 1998, Birey Yayınları, s.140.) Üstad Sezai Karakoç’un, “Körfez/Şahdamar/ Sesler” adlı şiir kitabında, “Balkon” adlı bir şiiri vardır. Şiirin başlığına göz atınca, içinde sadece balkonla ilgili bazı şeyler anlatıldığını sanır insan... Fakat dikkatle okunduğunda görülür ki, balkonsuz evlerle birlikte, gerçekte ölüm temasını konu almaktadır. Ve günümüz insanına hayatın fâniliğiyle birlikte, başka mesajlar da vermektedir. Bir bölümü şöyledir: İçimde ve evlerde balkon Bir tabut kadar yer tutar Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen Şeglongunuza uzanan ölü Gelecek zamanlarda Ölüleri balkona gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnında öpmeğe gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların Elbette şair de biliyor evleri balkonsuz yapan mimarları bulup, ellerini öpemeyeceğini. Ama o güzel insanları, şiirin büyüleyen mısraları arasına almaktan ve bu vesileyle de olsa, bir kere daha yâdetmekten geri durmuyor. Yıkılıp giden balkonsuz evler, bir devri, gelenekleriyle, görenekleriyle, kendine has mimarisiyle birlikte, bu evlerde oturup, güzelliğin sözünü etmenin yanında, onu bizzat nefislerinde uygulayanla¬rı da alıp götürdü. Tavanları işlemeli odalar, yüklükler, konudan komşudan çekinilmeden rahatça koşup oynanılan sofalar, binbir çeşit nakışlı kilimlerle, halılarla kaplı sekiler bomboş ve boynu bükük kaldılar... Çünkü içinde oturanlar terk-i diyar etmiş, arkadan gelenler ise, üstad Sezai Karakoç’un sözünü ettiği balkonlu evlere “konuk” olmuşlardı. Artık “misafir” de yoktu bu evlerde... Gelen giden, sohbet eden de... Hepsini, yüzlerini bir daha görmemek üzere katlamış bir kenara koymuştuk. Balkonlu evlere taşınmaya, ister çağın gereği diyelim, ister başka bir mazeret uyduralım, yıkılmaya bıraktığımız, odaları huzurdan esintiler getiren, içinde “stres” in olmadığı bu evleri ara sıra da olsa düşünelim.
Her ne kadar, evlerle birlikte kaybettiklerimiz bir daha geri gelmeyecekse bile, bu konu üzerinde düşünmenin dahi kişiye kazandıracağı bazı şeyler olabilir. Tarihi açıdan olsun, mimari açıdan olsun, hiç bir değeri olmayan evlerin yıkıntılarının, şehrin görüntüsüne zarar verdiği doğrudur. Peki geçmişin adeta birer canlı şahidi olan o koca koca mekânları, her biri özene bezene yapılmış o güzelim evleri, konakları niye yerle bir ettik, göz göre göre yıkılmalarına ses çıkarmadık, yetkililer olarak el atmadık, sahip olmadık? Halbûki şehrin belli yerlerindeki bu evler restore edilerek muhafaza edilmiş olsaydı, ne güzel olurdu şimdi... Hem şehre değişik bir estetik kazandırması, hem de geçmişi hatırlatması bakımından... Şimdilerde büyük bölümü yıkılmış bazı binalar ayağa kaldırılıyor ve “Erzurum evleri” tarzında yeniden bazı yapılar inşa ediliyor olsa da, bu durum, mahalli idare olarak, imkânı olupta geçmişte bu evlere sahip çıkmayanların günahını örtmez. Tarih onları gerektiği gibi yargılayacaktır. Bu yazdıklarımın çok fazla etkili olamayacağını düşünsem de, yine de yazmaktan vazgeçmemem, yaşadığım yere karşı sorumluluğumun gereği. Zira önünden geçtiğiniz, bahçesinde oynadığınız, nefesiniz kesilene kadar odalarında koştuğunuz, en kuytu köşelerine, en tatlı hatıralarınızı gizlediğiniz bir evin artık yerinde olmadığını görseniz ne düşünürsünüz? Belki bazılarına bu duygular pek bir şey ifade etmiyor olabilir. Herhalde böylelerine, her gün birkaç defa önünden geçtikleri “Çifte Minareli Medrese” veya diğerleri de birşey anlatmıyordur. Neyse... Sözü “gerçek” olandan açtık... O ise, geldi “balkonsuz evlere” dayandı... Buraya bir not daha düşelim. Evler de insanlar gibidir. Dostları tarafından terkedildiklerinde, yalnızlıklarıyla ölürler. İşte bu ölenler, içimizdekileri bir nebze olsun dökme fırsatı verdi bize... Ölüme daha fazla haksızlık etmeyelim ve sözü yine onunla kapatalım. Hem de, ölümü her an yanı başında hissettiğini mısralarında dile getiren bir Hâk âşığının... Sümmâni’nin bir dörtlüğüyle... Gönül ne beklersin virân köşkünü Geldi geçti ömrün ne hayaldesin Felek bir gün vurup tarumâr eyer Geçti Süleymanlar ne hayaldesin 71
MEHMET RAGIP
KARCI AĞABEY
KÜLTÜRÜMÜZÜN HAMURUNU YOĞURAN BİR İNSAN Türk Ocakları’nda bu çeviri işiyle görevli daktilo memuru olarak işe başlar. Bu işi vesilesiyle Türk Ocakları’na yakın bir mekânda ikamet eden Osman Yüksel Serdengeçti’yle (1917-1983) tanışır. Serdengeçti’nin ikamet ettiği “in” diye tabir edilen deposunda Serdengeçti'nin sohbetlerini dinler. Bir başka şair İsmet Özel'le özel görüşmeleri olur… Prof. Dr. Âdem EFE*
ehmet Ragıp Karcı ağabey ile gıyaben tanışıyor olsak da vicahen tanışmıyorduk. Muarefemiz sosyal medya vesilesiyle idi. 09 Ağustos 2018 Perşembe gecesi Messenger'den telefonuma “Sn. Âdem hocam ben hanım kontenjanından Ispartalı sayılırım. Yarın Keçiborlu'ya geliyoruz. Sizinle yakinen tanışmak istiyorum” mealinde bir not düştü. Notta telefon numarası da yazılıydı. Ben de hemen kendisini arayarak “yarın cuma namazında Mimar Sinan Camii'nde buluşalım, tanışalım, çay içelim, muhabbet edelim” dedim. Ragıp abi de ince, yumuşak ve tatlı ses tonuyla “Keçiborlu'da birtakım resmi işlemleri olduğunu, bunları halletmek zorunda olduklarını hafta içi bir başka gün için görüşelim” dedi. “Hay hay” diyerek telefonu kapattım. *TC.SDÜ Öğ.Üyesi
sayı//60// temmuz 72
(17 Ağustos 2018 Cuma) beni arayarak “Isparta'ya geleceğini, orada birtakım işlerini hallettikten sonra görüşebileceğimizi” söyledi. Ben de “işlerimi erken bitirirsem 16 sularında öğretmenevinde buluşabiliriz” dedim. Fakülteden ayrıldım ve 16'ya az bir vakit kala Isparta Öğretmenevi’ne vasıl oldum. Köşede oturmakta olan Ragıp abi ile kucaklaşarak kısa bir hal ve hatır sorularından sonra muhabbete başladık. Bu yazıyı yazmama bu çay eşliğinde muhabbet vesile oldu. M. Ragıp Karcı ağabeyle bu muhabbeti anlattığım yazıyı, hep yaptığım gibi ilkin, sosyal medyadaki hesabımdan paylaştım. Akşamı Ragıp ağabey yazıyı görmüş, okumuş hemen beni arada birtakım yeni şeyler söyledi, bunları ilave ettim. İlerleyen günlerde telefon aracılığıyla yeni soru cevaplarla yazı gelişti. En sonunda kendilerine dört veya beş soru gönderdim bunları cevaplayarak bana dönüş yaptı ben de bunları bir araya getirdim ve böylelikle M. Ragıp Karcı hakkında bir yazı daha ortaya çıkmış oldu. “M. Ragıp Karcı ağabeyi üç kelime ile tanımla deseler hemen kameraman, belgesel yönetmeni ve şairdir” derim. Bu tanımlamayı öğretmenevindeki derin muhabbetten sonra yaptığımı belirtmem gerekiyor. Çayların biri boşalmadan diğerinin geldiği çay ortamda sanat, edebiyat ve kültür çevresinden birçok isim ve konuyu tartıştık ve haliyle kendisinden birçok yeni şeyler öğrendim. Yumuşacık sesiyle, samimi tavır ve davranışlarıyla, biraz derinden bakan küçük ışıl ışıl gözleriyle sıcak ve karizmatik bir görünüşü var. M. Ragıp ağabey uzun bir hikâyesi olan bir kişi. Hatta hikâyeyi aşıp romanı olan bir şahsiyet. İki saate yaklaşan sohbetimizden, muhabbetimizden ben bunu anladım veya güncel deyişle çıkarsadım Karcı ağabey, 14 Haziran 1945 tarihinde Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinde dünyaya gelir. İlk ve ortaokulu Siverek'te tamamlar. Ortaokuldan sonra Erzincan Askeri Lisesi'ne kayıt yaptırır. Artık gurbettedir. Erzincan'da Halk Musikisi ve Oyunları Derneği’ne gidip gelmeye başlar. Uzun bir süre derneğin korosu eşliğinde cumartesi günleri belediyenin hoparlöründen yayınlanan konserlerinde türküler okur. Davut Sülari, İsmail Dâimi, Terzi Fehmi gibi ustalardan saz türkü söylemeyi geliştirir. Edebiyatla tanışması da bu sıralardır. Gurbete düşen her genç gibi şiirler yazmaya başlar. Yine o sıralarda sesini dinleyenlerin “nerelisin?” sorularına “Urfalıyım” deyince “Urfalıların sesi güzel olur” diye takdir cevabı duyar. “Türküleri benim başıma dert
eden bu hadiselerdir.” der. Türkülerle ünsiyyeti sebebiyle bir arkadaşı tarafından Bektaşilikle suçlanır. “Sanki Bektaşilik kötü bir şeymiş gibi (Türkü Dinleme Temrinleri, s.53.) Askeri lisede iki sene üst üste sınıfta kalınca, askeri dilde “alaya çıkmak” diye tesmiye edilen, belgeyi alır ve memleketine döner, iki üç yıl burada kalır. O yıl bir üzüm bağı kiralarlar. Sabahın karanlığında annesiyle beraber bağa giderken kocaman radyoyu eşeğin sırtına yükleyip bağda ve bahçede türkü dinlemeyi itiyat edinir. Sonra güzel bir sebeple yazmayı bırakıp okumaya yönelir. Osmanlıca ve türkülerle tanışması o sıralara rastlar. Lise tahsilini ikmal için Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi'ne kayıt yaptırır ve kendi ifadesiyle liseyi zor bela bitirir. Üniversite sınavlarına girip şansını dener ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Şark Dilleri Bölümü’ne girebilecek puanı tutturur. Bu fakülte onun birçok değerli insanla tanışıp feyzyâb olmasına vesile olmuştur. Aynı bölümde olmamakla birlikte müşterek dersleri olan Farsça'ya devamından dolayı değerli insan Erdem Bayazıt (1939-2008) bu maceranın ilk feyz ve dostluk hazinesi olur. Ardından Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983), Sezâi Karakoç gibi birçok isimle tanışma fırsatı bulur. Anlaşıldığı kadarıyla o zamanki Türkiye’nin önde gelen yazar ve şairleriyle yakından tanışan Karcı, maddi imkânsızlıkları sebebiyle çok istemesine rağmen bu çevrede sık bulunamaz. Buna karşın o zamanlar fikir ve aksiyon merkezi sayılan Türk Ocakları'nın yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazan Prof. Dr. Osman Turan, Halide Nusret Zorlutuna ve Prof. Dr. Ziyâeddin Fahri Fındıkoğlu gibi önemli isimlerin dergiye gönderdikleri eski harflerle yazılmış yazıları okuyabilecek kimse olmaması sebebiyle Türk Ocakları’nda bu çeviri işiyle görevli daktilo memuru olarak işe başlar. Bu işi vesilesiyle Türk Ocakları’na yakın bir mekânda ikamet eden Osman Yüksel Serdengeçti’yle (19171983) tanışır. Serdengeçti’nin ikamet ettiği “in” diye tabir edilen deposunda Serdengeçti'nin sohbetlerini dinler. Bir başka şair İsmet Özel'le özel görüşmeleri olur. Özel, Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazandığında İstanbul'da Sezâi Karakoç’a “Ben Ankara'da kiminle tanışayım?”, “Kimi tavsiye edersiniz?” diye sorduğunda “Urfalı Mehmet Ragıp var. Git onu ara, bul” derler. Bu insanların hepsi ona göre “güzel insanlardı, gelip geçtiler. İyi işler yaptılar. En azından bize ülkemiz ve
insanımızı sevmemiz gerektiğini” öğrettiler. Fethi Gemuhluoğlu (1922-1977) ile tanışmasına vesile yine Türk Ocakları olur. Fakülte'deki derslerinde ve eski yazı ile ilgili olarak başka bölümlerden arkadaşlarına yaptığı yardımlar sebebiyle tanınır. Türk Ocakları'nın o zamanki idare müdürü olan M. Akif İnan (1940-2000), Erdem Bayazıt ondan Fethi ağabeye söz ederler. Türk Ocakları Merkez Binası’nda Fethi ağabeyin huzuruna çıkar ve epeyce (hak etmediğini söylediği iltifatlar görür) Bu ziyaretlerin arkası gelince ‘dost ehli’, ‘gönül adamı’, rahmetli Cahit Zarifoğlu (19401987)’nun deyişiyle, ‘Tek başına âdeta bir okul’ olarak vasfedilen Gemuhluoğlu’yla dostluğu geliştirir. Necip Fazıl, ölümüne yakın “Bana Urfalı o çocuğu, Mehmed'i bulun, bir sırrım var, ancak ona emanet edebilirim.” Diye ortalıkta dolaşan yanlışa işaret ederek şöyle söyledi: Bu meseleyi ben TVNET kanalında, 26.06.2016 tarihindeki Harita Metod programında, sorulan soruyla açıklık getirdim. Aramızda böyle bir hadise geçti ama üstadla tanışalı iki veya üç yıl olmuş ya da olmamıştı. Bu sır bir hizmetle ilgilidir. Özel bir hizmetin görülmesi gerekiyordu. O sırada başka bir odada birçok arkadaşımız vardı. Attila Koç, Beşir Atalay, Osman Nuri Ersen, müteveffa Mehmet Soyak, Mehmet Akif İnan. Belki de alavere dalavere “Kürt Mehmet nöbete” darbı fehvasınca; belki de daha cevval oluşumla ilgili olarak üstad görevi doğrudan bana verdi. Diğerlerinin hadiseden sadece Mehmet Soyak’ın haberi vardı ve o da şimdi hayatta değil.” Türk Ocağı'ndan ayrıldıktan sonra bir müddet işsiz kaldım. Çeşitli işlere bulaştım. O ara saatçi Musa ağabeyin aracılığıyla Azot Sanayii’nde çalışmaya başladım. Okulun gece bölümünde okuduğum için uzun süre rahat ettim. O aralar edebiyat çevresiyle ilişkim biraz ilerledi. Fakat yaratılışım ihata edilmeye müsait olmadığı için bir gurubun ferdi olamadım. Düşünce sahasında garabete bakmalı ki: meselâ roman okuyanlar bilmem neci, üstad okuyanlar daha bilmem neci gibi vasıflarla anılırdı. Kimse farkında değildi: Sistem kendi muarız veya muhaliflerini içlerinde parçalara ayırıyor, birbirlerine düşman yapamasa bile aralarındaki muhtemel muhabbeti kontrol edebiliyordu. Ayrıca arkadaşlık yaptığım guruplar genellikle hemşehrilik hassasiyeti üzerine kurulmuş ilişkilerle bağlı oldukları için ahlaken tab’an bey sıfatını hakikaten üzerinde taşıyan Erdem Bayazıt ağabey’den başka bu manada benim 73
gibi bir iki arkadaş dışında aynıyla söylemeliyim “adamlık” görmedim. Bu alakanın temelinde ırkî âidiyetler, içtimâî hata mâlî ve maddî unsurların müessir olduğunu düşünenlerdenim. “Ben şimdi şanlı olan oysa tarihin hiç bir devrinde Şanlı gibi bir sıfata ihtiyacı olmamış Urfa'nın Siverek kazasındanım. Ailem Hop köyündendir. Siverek merkezine yerleşmeleri 1980 darbesinden sonradır. Yâni Zaza ırkındanım. Burada dâhil olduğum günden beri kimseye tam manası ile anlatamadığım aidiyetlerin ferdi, sonra milleti binâ eden hususiyetlerden söz etmek ihtiyacındayım. Ben ırkî âidiyetimle kibirlenmem, hoşlanırım; ama bu topraklarda yaşayan bütün kavimlerin bir araya getirdiği millî aidiyetimle hem övünürüm hem de böyle bir milletin ferdi olarak beni yarattığı için Allah'ıma şükrederim. Bu âidiyetin idrâki benim için çok önemlidir. Yukarıda anlattığım bütün hayatımın hikâyesi bu meseleyle uğraşmakla geçti. Ülkemizin okuryazar takımının “takiyyeci” hali bu idrâkin gelişmesine engel olmasa da geciktirmektedir. Fetö elebaşısının, Bediüzzaman’la ilgili söylediği bir şey vardır: Ben risaleleri okumam. Bu ilmi benim ırkımdan olmayan biri iktisap ettiği için kıskandım ve okumadım. Bu itiraf aslında İslamcı geçinen bütün Türk okuryazarında vardır. Kürdü başını okşayıp “ulan Kürdoğlu” diyerek sevgi gösterisinde bulunurken bilirler. O Kürt ben kürdüm dediğinde o hâinle aynı safta birleştiklerine gözlerimle de kalbimle de şahit oldum. Özellikle İslamcı aydınların çoğunun içlerinin karanlık bir yerlerinde Kemalizm fidanını suladıklarını biliyorum. Şimdilerde adına demokrasi, evrensellik vs. diyerek o fidanlarına düşmanız dedikleri yerlerin gübresini döküyorlar. Sistemin yıllardır beyinlere yerleştirmeye çalıştığı “kifâyet” duygusunun eseridir bu. Her yıl İstanbul'un fethini kutlamak, ey Müslüman Türk milleti size İstanbul yeter, binlerce şehit vererek insanlığa açtığınız o toprakları unutun, şehitleri de boş verin. Zaten ne olduysa tarihinizdeki devletinizden oldu” demektir. Şu anda Halep, Şam, Kerkük, bütün Kuzey Afrika, Mısır, Selanik, Bosna'nın kimsesizliğinin devamını muhtemel Müslüman milletin idrak uyanmasına engel olmayı sağlamaktır. Bu okuryazar takımı kendi milletinin kadim diline medeniyetine hatta müziğine uzak durmayı bırakın düşmanlık yapmayı evrensellik adına içine sindiriyor. Bir zamanlar Eurovizyon yarışmasının sonunda İngilizce şarkıyla sayı//60// temmuz 74
yarışmayı kazanmayı içlerine sindirenlerin Ahmet Kaya'nın Kürtçe klip yapacağım niyetine neler yaptıkları daha yenidir. Yerlilik iddiasında bulunan İslamcılar bu hadisede tarafsız kaldılar. Sebebi Ahmet Kaya'nın Kürt ve bir de Alevî olması idi. Şimdi bakın sistem okullarımızda bu millî aidiyeti ve ruhu bertaraf edecek bir yanlışı daha müfredatımıza sokuyor: Tarih dersleri okullarda tercihli olacak. Yâni yeni yetişen nesil geçmişinden geçmişin ve geleceğin kendisine yüklediği mesuliyetlerden habersiz olacak: Alın size “ebter” bir nesil. Lafı uzattım helal edin hakkınızı. Ben Siverekliyim dedim. Babam terziydi. O zamanlar ilkokul çağındaki çocuklar tatil zamanlarında esnaftan bir usta yanına çırak verilirdi. Benim babamın yanında bir iki arkadaşım çırak olduğu için beni marangoz yanına verdiler. İlk zamanlar akşamları dükkan kapanmadan süpürge işi bana verildi. Yıllarca yaptım ve sonunda sonradan lise çağlarında da devam edince hiç olmazsa kendime yarar işi kendim yapabilir hale geldim. Sonradan süpürme işinde maharetim görünce aklıma o günler gelir. Okul sıralarındaki sıkıntım sonradan babamın durumun bozulması ile kardeşlerimi Ankara'ya göndermesiyle başladı. O arada sınıf arkadaşım ve şimdiki eşimle evlenmemizi geciktirdi. Uzun ve belalı yıllardır bahs-i diger.” Üstadla ilgili birçok hatırası olan Karcı ağabey bu bağlamda şunları söyledi: “Onunla tanışmamız ayrı bir mevzudur. Fakat benim üzerimdeki hakkı yıllarca iktisab ettiğim bilgi, düşünce ve sonunda vardığım idrâkin karşılığını Büyük Doğu dergilerinde bulmam olmuştur. Bu arada sadece Üstad'dan söz etmek haksızlık olur. Kemal Tahir'i Sabahattin Âli'yi, Nureddin Topçu (1909-1975) gibi milletimin yüz aklarını da saymadan geçmemeliyim. Çok içim yandığında bürosuna gidir türkünün aslında bir müzik meselesi olmadığını tek anladığına şahit olduğum Nevzat Kösoğlu (1941-2013) ağabeyi ve bir de çelebilik libasını hakkıyla taşıyan Galip Erdem’i (1930-1997) de unutursam ayıp olur.” Karcı ağabey başından beri yazmaya meraklıdır. Özellikle kadim şiire ilgisi çok yüksektir. Bu durumu şöyle açıklıyor: “Ancak yaptığım işin geleceğiyle ilgisi olmadan şiirler topladım. Hususen kadim şiirimizden. Türküler zaten kendiliğinden insanın kalbine kalbine sokulur farkına bile varmazsınız.” Bir ara Defne adlı o zamanın kalburüstü erkânının kalem oynattığı dergiyi biz yayımlamaya niyet ederler. Ekibin çoğu öğrencidir. Kadrodan
birkaç isim şunlardır: Atillâ Koç, Beşir Atalay, Osman Nuri Ersen ve Tahir Yücel. Bir iki arkadaşın hikâye ve çevirileri dışında bütün yük Karcı’nın üzerine kalır; dokuz ay dayanabilirler ve dergiyi kapatırlar. 1970 sonrası önemlidir onun için. Başta Nuri Pakdil olmak üzere birçok değerli ağabeyin yazdığı Edebiyat dergisinde iki şiiri ve iki hikâyesi yayınlanır. Kısa bir aradan sonra Nabi Avcı ve Ahmet Kot gibi dergi tecrübesi olanlarla Gelişme isimli bir derginin etrafında bir araya gelip bir şeyler yazıp çizmeye başlarlar. Karcı’nın ilk kitabına adını veren şiir de orada yayınlanır. “Yeni Bir Sevdâ Süleymanı”. Ardından Bir Başkasının Kitabı ve Yakarış Temrinleri simlerini taşıyan iki kitabı yayınlanır. Bu üç kitap iki yıl önce Tut Elimden Düşmeyelim adıyla yayınlanır ve o yıl Türkiye Yazarlar Birliği'nin yılın şiir ödülüne layık görülür. Mavera, Yönelişler, Seyir, Ay Vakti, Yedi İklim ve Hece gibi önemli dergilerde şiir, deneme, hikâye ve Farsça'dan bazı tercümeleri yayınlanır. Bana göre Karcı ağabey az, öz yani hikmetli, kadim tarzda sözler söyleyen bir âşıktır. Son zamanlarda kadim şiirimizle ilgili birikimlerini değerlendirmeyi dert edinir. Bu derdi aklına getiren Prof. Dr. Mustafa Balcı'dır. Balcı hoca bir toplantıda bu düşüncesini Hece Yayınları’nın sahibi Ömer Faruk Ergezen’e açınca, bugünkü deyişle, proje kabul görür ve Karcı ağabey büyük bir uğraşının içine girer. Dağınık olmaması için yüzyıl içinde değerlendirme gayretiyle 2018 yılında 17. yüz yılı toparlar. Tahminen 1400 sayfa falan olacakmış. Çünkü onyedinci yüz yıl şiir bakımından oldukça zengin şair ve şiir ihtiva ediyor(muş). 90 şaire ulaşır. Bu yüzyılda şöhret bulmuş ama yazdıkları nazmdan öteye varamamış olanları mecmuaya almamış. Bu arada şöyle bir cümle sarfetti Karcı ağabey, “Bu sebeple şiir ile nazm arasındaki farkın tartışılmasını umarak heyecanlandım lakin hiçbir ses seda duymadım şimdiye kadar. Şiir ilimsiz olmaz. Ağzına kadar dolu bilgileri de ilim saymamak gerekir. Uzun ve netameli bir mevzudur. Şiir ve nazm; ilimle bilgi. Bu yüzden kitabın başına bu kitap her hangi bir ilmî hususiyeti imâ veya ihtar etmez. İdrâk ve irfan ile kıraat edilmeli; vadisinde tahassüs ile seyran edilmelidir diye bir ihtar koydum. İlk önce Hece dergisinde başlayıp ardından çeşitli dergilerde Şâirler ve Şiirler başlığıyla yazdığım yazılar kitap haline geldi yayınlamayı, bekliyor. O yazılarda yaklaşık yirmi beş şairin şiirini kendimce değerlendirmeye çalıştım. Yine bir
zaman türküler üzerine yaptığım konuşmaları da bir araya toplamaya çalışıyorum. Adı Türkü Dinleme Temrinleri olacak nasip ederse mevlâmız .” Nihayet 9 Nisan 2019 tarihinde odamda çalışırken bir posta geldi. İçinden de ismime imzalı Mehmet Ragıp Karcı ağabeyin bir önceki cümlede zikrettiği müstesna kitabı çıkınca çok sevindim. Hemen okumaya başladım ve bir solukta bitirdim. Kitaptan birkaç paragraf alıntılamak istiyorum. “Türkü yakılır, yakıldığı için de yakmak için yürek arar. Bu yürek bir pervanenin kanadı, bir aşığın sevgilisinin saçlarına takılı kalmış gönlü, bir yerlerde kapanmış bir yara olabilir.” (s. 9). “Türkü bir yerlerde kapanmış bir yarayı deşmiyor, bir gönülde yeni bir yara açmıyor ve en önemlisi bir yaraya merhem olmuyor ve daha önemlisi İsmail’in kurduğu gibi sırtlanıp Boztepe’ye çıkmayı hayal ettirmiyorsa neye yarar?” (s. 9). “İnsanın dünyaya ayak basması sesledir.” (s. 20). “Derler ki ney, kaval, zurna, tulum gibi üflemeli çalgıların üzerindeki delikleri matkapla çok hassas bir şekilde delseniz bile o delikleri ateşte kızdırılmış bir demirle dağlamadıkça istediğiniz hissi bulamazsınız. Yani yanmadıkça odun bile melül olmuyor.” (s. 27). Böyle bir güzel insanla, türkü adamıyla tanışma şerefine nâil olduğum için kendimi bahtiyar addediyorum. (…) Edebiyatın birçok dalında mahareti olan Karcı ağabeyin eserlerini de şöylece zikredebiliriz: 1. Film/Yeni Bir Sevda Süleymanı (1986),/Bir Başkasının Kitabı (1996), 2. Belgesel/ Dört Mevsim Ilgaz (1995),/Ardanuç (1995),/ Kaçkar (1996). Kendi ifadesiyle Kaçkar belgeselini National Geografik ekibinden önce çekmişler./Yusufeli İçin Methiye (1998). 3. Şiir/ Bir Sevda Süleymanı (1981),/Bir Başkasının Kitabı (1996),/Yakarış Temrinleri (1996). 4-Hikâye/Talan (1999). Gelişme dergisinde yayımlandı. Kitap olmadı. 5-Deneme/Türkü Dinleme Temrinleri, Hece Yayınları, Ankara 2019. Hamiş veyahut müjde: 30 Haziran 2019 Pazar: 14:01 tarihli en son konuşmamızdan da Kadim Şiirimizden Seçmeler Mecmuası ve Bayburtlu Zihni isimli iki güzel çalışmasının yakında basılıp okuyucuyla buluşacağının müjdesini aldım. Muştuluğumu bekliyorum. 75
ŞEHİR SOHBETLERİ 19
ŞEHİR ESTETİĞİ
Burda doğru olan herkesin şehre bir estetik bakışı yerine, şehre özgü estetik olması halidir. O zaman kabul görür şehir bakışı yani estetik yaklaşımı ortaya çıkar. Ahmet NARİNOĞLU
sayı//60// temmuz 76
ohbette biri “şehirde güzel insanlar var” dedi. Öteki “güzel şehirde güzel insanlar olur” dedi. Bir diğeri “güzel şehir estetik şehir demek” deyince söz geldi şehirlerde estetiğe dayandı. Sohbette estetik üzerine sürdü. Kestirmeden soralım. Şehirlerimize “güzel” diyebiliyor muyuz? Uzaktan baktığımızda üzülmüyor muyuz? İçinden baktığımızda boğulmuyor muyuz? Gözümüzü tırmalayan görüntüler, çarpıklıklar. Maalesef bunlar gelişen, büyüyen değil, irileşen, yığılan kentlerin hali. Şehirlere baktığımızda iki yönden üzülüyoruz. Gelişmiş dünyanın kentleri daha düzenli, daha estetik. Geçmişimizdeki şehirlerimiz de daha özgün, daha düzgün idiler. Durum bu. İnsanoğlu önce noktayı buldu. Sonra noktalar arası çizgiyi buldu. Ve de bilimde, sanatta, zanaatta, mimaride kullandı. Ve bunu şehre kondurdu. Bizde adına şehir estetiği dedik. Estetiğe güzellik diyenler de var. Uygunluk diyenler, düzgün sade, göze hoş gelen, bütüncül, al beni diyenler var. Estetiğin zıddı olarakta; düzensiz, çapraşık, karmaşık, basit, göze batan, görselden uzak, dengesiz, uyumsuz, itici, çirkin kavramları kullanılıyor. Burda doğru olan herkesin şehre bir estetik bakışı yerine, şehre özgü estetik olması halidir. O zaman kabul görür şehir bakışı yani estetik yaklaşımı ortaya çıkar. Bir şehirde estetik’e şöyle bakılıyor 1. O şehrin kültürü öne çıkmalı, hemen farkedilmeli. 2. Şehrin coğrafyasındaki doğal çevre var olmalıdır (Dere, tepe, yamaçları dümdüz edilmiş şehirler sadece yığın olabilirler) 3. Açık alanlar, meydanlar, yollar, yeşil alanlar, parklar estetiği ele verir 4. Dış mekanlar, dış cepheler, kaplamalar estetiği yansıtır. 5. Silüetsiz şehir olmaz. Silüet olmayan yerde estetik aranmaz. Şehre içerden baktığımızda estetik olarak neler görürüz. • Zemin kaplamaları • Oturma birimleri • Aydınlatma elemanları • İşaret ve levhaları • Üst örtü unsurları • Satış birimleri • Sanatsal objeler • Bayrak direkleri
Kent estetiği üzerinde uzman şöyle tespitler yapıyor. • Şehrin tarihi, kültürü, medeniyeti ışığında kent kimliği ortaya konmalı. ( Mesela Konya için Selçuklu, Antalya için turizm şehri gibi) • Kent markası ortaya konmalı • Kent imajı ortaya konmalı • Kentin modern yüzü ve gelişimi belirlenmeli • Kentin üstlendiği yeni fonksiyonlar çıkarılmalı. ( Mesela sanayi şehri, turizm şehri) • Kentin coğrafyası, doğal yapısı, iklimi, konumu görülmeli (sahil kenti vb.)
başlanmalı. Eskiler içinde ne kadar güzelleştirirsek o kadar şehri kurtarmış oluruz. Şehri güzelleştirmek bir amme hizmeti. Batı ülkesinde bir şehri gezerken belediye yöneticisine sormuştum. Cadde ve sokakların, yapıların düzenli oluşu; yan yana aynı proje uygulamıyoruz da ondan cevabını almıştım. Öyle olunca binalar, vitrinler, geniş kaldırımlar, ağaçlar, çiçeklerle donanmış halleri elbette çekiyor. Necip Fazılı hatırlayalım. Binalarına kibrit kutusu derdi.
Bunların ışığında kentsel tasarım ve kentsel onarım ilkeleri, politikaları, kriterler, kurallar kabul edilmeli. Bunları yaşatacak mevzuat düzenlemeleri yapılmalı. Alınan kararlar uygulanmalı. Kent sakinlerine yükümlülük getirilmeli. Diyoruz ki, kentlerde/şehirlerde estetik kurulları oluşmalı. Şehir markası, kimliği, tarihi dokusu imajı çerçevesinde ilkeler konmalı. İnsan gibi şehir düzenlemeleri, yapılanması buna göre olmalı. Yoksa şehir yöneticilerinin kapasite ve keyiflerine bırakılırsa yazık ettiğimiz şehirlere yazık etmeye devam ederiz. Şu anki sisteme göre estetik çalışmalarının Kent Konseyleri üzerinde yapılması daha yararlı görülüyor.
Şehri estetik kılan en vazgeçilmez yan, cadde ve sokakların ağaçlandırılmış olmasıdır. Ağaç olunca kaldırımlarda geniş olacaktır. Ne yazık ki yeni ağaç dikmek yerine var olanları da kesiyoruz. Araçlar rahat seyretsin diye kaldırımları daraltıyoruz. Olmayınca kaldırımları geri genişletiyoruz, elektrik direği, işyeri kaldırım işgalleri, çöp bidonları, ilan kutu ve panoları, reklam direkleri ile kaldırımı dolduruyoruz. Adına da prestij cadde diyoruz. Bazı şehirlerde de güneşten yağmurdan korunmak için işyerleri üzerine sundurmalar yapıyoruz. Madem öyle ağaçları niye kesiyoruz. Şehirdeki yap bozlar estetik bırakmıyor.
Hakkını yemeyelim. Bizde de estetik kurullar var. Belediyeler şehirlerde meydan, bulvar, cadde ve sokaklara cephesi bulunan yapılarda şehircilik, mimarlık, kentsel tasarım ve peyzaj mimarlığı projelerinin ve uygulamalarının kent estetiği açısından değerlendirilmesi amacıyla kent estetik kurulları kuruyorlar. Kurulun ne kadar etkili ve verimli olduğu, katkısı elbette araştırılmalıdır. Ancak estetik halimiz ortada. Şunu bilelim. Yeni yapılar için tasarımdan
Bir zamanlar Çorumdan bahsedilirdi. O zaman uzun, tek bir caddesi vardı. Belediye haftada bir caddeyi kaldırımları deterjanla yıkar derlerdi. Çorumun bu caddesinde yürümüştüm. Gerçekten tertemizdi, gezmenin zevki vardı. Benzer misaller çok. Misale ne gerek var. Atasözümüz önümüzde. “Herkes kapısının önünü süpürse, sokak temizlenir”. Bugün özlediğimiz temiz şehirler değil mi? Temiz şehirlerdir elbette. 77
Binalar var ya! Binalarda insan gibidir. Suretleri vardır. Bakınca temiz, gözü tırmalamayan, göze hoş gelen, temiz, düzenli, kendi ifadesi olan binalar. İstanbul Kağıthanede Belediye başkanı cam giydirilmiş binalara izin vermiyordu. Şimdi yaşayınca anlıyoruz. Dev cam giyimli binalar, iklimi, ekosistemi dolayısıyla insan yaşamını olumsuz etkiliyor. Zararın neresinden dönersen kar misali bina giydirmelerine bilimin gözüyle bakmalıyız. Siluet, yani uzaktan görünüp şehri ayırt eden şehre mal olmuş ufuk görüntüsünde de yaya kalmış durumdayız. Neyse ki sembol binaları yan yana getirip kağıt üzerinde siluet çiziyorlar. Medeniyetler şehri İstanbul’u bile korumada zorlanıyoruz. Estetik, görünüm şehir markasının olmazsa olmazı. Marka şehirler olacaksa hani Anadolu sözü gibi şehirlerinde eli yüzü temiz olmalı. Yani estetik olmalı. Gelişmiş ülkeleri gezenler bilir. Şehirleri görünüşü ile dikkat çeker. Bizim şehirlerimiz niye böyle değil diye de üzülürüz. Hatta hayıflanırız. Buna hemen cevap vermek kolay. Oralar zengin memleketlerde ondan şehirleri düzgün. Bu cevap gerçekçi olamaz. Şehirlerin estetik görünümleri, mimari dokusu, güzelliği parayla değil zihniyetle/anlayışla ilgili. Olaya böyle baktıktan sonra şehirlerin estetik durumuna gelelim. Batıda şehircilik dünyaya örnek olmakta. Oralarda tarihi şehir ile modern şehir ayrılıyor. Bizdeki gibi üst üste yığılmıyor. Demek ki sayı//60// temmuz 78
şehirlerde iş alanı, hizmet alanı, yaşam alanı ayrışmalı. Şehirler bu planlama üzerine oturmalı. Batının aksine bizde öyle olmadı. Üst üste kuruldu. O zaman kentlerimizin görsel/görünüş yönünden durumuna bakalım. Her kent ayrı da olsa neticede birbirine benziyor. Yani ortak yanları var. Yapılacak tespit bütün şehirlerde aynıdır diyebiliriz. • Şehirlerde yerleşim dağınıklığı, karışıklığı var. Uzaktan veya yüksekten bakıldığında karmaşık görünüyor • Şehir içindeki bulvarlar, caddeler, sokaklar, kısaca yollar nizami değil, labirenti andırıyor • Şehir içindeki binalar aynı kat yüksekliğinde nizami değil, ısı, ışık, güneş, aydınlık, hava akımı yönünden birbirine engel, birbirini kesiyor • Binaların yüksekliği bir yana, cadde ve sokaktaki sırası da düzenli değil, biri içeride, öteki dışarıda • Binaların cephelerinde birbirinden farklı, kat yükseklikleri farklı. Pencere ve balkonlar farklı. Dışarıdan bakıldığında gözü rahatsız ediyor • Bina yüzeylerinde iletişim kabloları salkım saçak, adeta bina yüzeyine örülü. Karışık, dolaşık haldeler • Her binanın boya rengi ayrı. Kimi hiç boyanmamış kimi eski, soluk, kimi karışık, kimi zıt renkler ile dolu • Binalar düzgün sıvalı değiller. Bir kısmı sıvasız, tuğlalar ortada. Bir kısmı yalıtımsız. Dışarıdan bakınca rahatsız ediyor • Bina çatıları benzer durumda. Çatılı olanda var, çatısız olanda. Çatı uçları görünümü
bakımsız, tehlike arz ediyor. Kaldırımlarda yürürken çatı suları akıyor. Oluklar düzensiz • Kaldırımların üzerinde elektrik, telefon direkleri, yayaları engelliyor. Onlarda sarkmış, karışmış haldeler • Kaldırımlarda ağaçlar yok. Olanlarda gölge etmesin diye budana budana kuruyacak hale gelmişler • Tabelalar şehrin düzensizliğini tamamen ele veriyor. Her iş yerinin tabelası ayrı. Büyüklüğü, alanı, yeri, yüksekliği, şekli apayrı. Kimileri ışıklı, kimileri silik, kimileri zıt renklerle dolu. Tabelalar her şehrin bir ayıbı • Tabela yazıları hangi ülkede yaşadığınızı size söylemiyor. Yabancı yazılar ile dolu. Ülkemizi tabelalar ile ispatlayamayız. Yani buraya Türkiye diyemeyiz • Tabela yazı biçimleri, şekilleri, ölçüleri karma karışık • Tabelalar şehre yazık ediyor. Binaların haline tabelalarda eklenince şehir rahatsız ediyor Hal böyle olunca, yapacaklarımız çoğalıyor, acil hale geliyor. Acilen şehirlerin görselliğine/ görünüşüne el atılmalı. Durumu düzeltmek için atılan basit adımlar bile çok şeyi değiştirecek. Şehirde estetik kaygıları gütmeliyiz. O zaman şehrimizi güzelleştiririz. Bu meyanda: • Her sakin mesuliyet taşımalı • Her sakin şehrin sahibiyim diyebilmeli • Şehri okumalıyız • Güvenli, sağlıklı, yaşanabilir şehir çabası gütmeliyiz. • Şehre özgü, yerel değerleri yaşatmalıyız. Birbirine benzeyen şehirler özgün olamaz • Şehirden memnun olmalıyız • Şehri sevmeliyiz • Şehir ferah olmalı • Şehir geniş mekanlar olmalı • Görkemli yapılar olmalı • Özgün mekanlar/çevreler olmalı • Sakin trafik olmalı • Yayalaşarak yaşamalıyız • Coğrafyayı bozmamalıyız • Köşe yapılarımız görkem olmalı • Yabancı şehirler taklit edilmemeli Öyleyse nerden başlayalım? • Önce kablolardan başlayalım. Karma karışık, binaları saran kablolar düzenli hale gelmeli • Tabelalara el atılmalı. Şehrin kimliği simgesi olan renkler seçilmeli. Bütün tabelalar birbirine benzer nerdeyse tek tip hale getirilmeli. İşyeri reklamlarını, vitrinde gösterilmeli
• Elektrik, telefon direkleri yer altına alınmalı • Binalar yalıtımlı hale getirilmeli, sıvalar, boyalar yenilenmeli • Kaldırımlar yenilenmeli (ama her yıl değil). Yayaların, engellilerin rahatça yürüyeceği düzlükler olmalı • Caddeler, sokaklara standart getirilmeli, düzenli olmalı • Binalar plana uygun geri çekilmeli, kaldırımlar genişletilmeli • Yollara yöreye uygun ağaçlar dikilmeli, olanlar yaşatılmalı • Vitrinler yenilenmeli, vitrin görselliğine önem verilmeli • Kaldırım işgalleri kesinlikle önlenmeli. Uygun yerlere kaldırım kullanma planı yapılmalı ve uygulanmalı Peki, bunları kim yapacak? Hemen Belediye demeyin. Belediyeye rağmen böyle oldular. Belediye varken böyle oldular. O zaman hepimiz yapacağız. Yapmayan idareleri bizler zorlayacağız. Mehmet Akif’in sırlı mısrasıyla “biz sahip çıkarsak şehrimiz güzelleşecek/ görselleşecek”. Bir düşünür/aydın; şehri kurarken şehri talan ediyoruz der. İnsanı özünden, doğayı doğadan, kültürü medeniyetten koparıyoruz. Şehirlere yazık ediyoruz. Bunalan insanlara da şehirden kaçmadan başka şeyde veremiyoruz demekte. Haklı. Şehir aydınlara bırakılmalı, yöneten aydınlara. Bir şehirci hoca da; kent anlayıştır, kent talep etmektir, kent vermektir, kent katılmaktır derdi. Bunlar olursa kenti yönetenlerin işi kolay olmaz mı? Yunus Emre’de “işi kolay kılalım” demiyor mu? 79
SÖZ SULTANLARI Eski kültürümüzde güzel konuşan, düzgün söz söyleyen kimseye ‘sühan-ârâ’, edebi değeri olan, fasih konuşan kimseye ‘sühanver’; şiirsel akıcılıkta söz söyleyen aynı zamanda ateşîn hatiplere ‘sühan-perdâz’ söz sahibi denilir.
Muhsin DURAN
ahvaltısını yapmakta olan Harzem Şah’ı, şâire olan eşine “Vezirimle yapılmakta olan külliyemi ziyarete gideceğim. Bakar mısın hava nasıl?” dedi. Eşi, pencereden etrafa şöyle bir göz atarak “Mevsim-i şita şahımın atının ayakları altına gümüşten halısını sermiş” diye cevap verdi. Şah, eşinin bu şiirsel sözlerinden dışarıya kar yağdığını anladı, mütebessim bir edayla başını salladı. Güzel, edibane sözler insanda olumlu, hoşa giden mutluluk izleri bırakır. Muhatabının psikolojisini düzeltir. Tıpkı kaba ve çirkin ifadelerin insanı incitip moralini bozduğu gibi. Eski kültürümüzde güzel konuşan, düzgün söz söyleyen kimseye ‘sühan-ârâ’, edebi değeri olan, fasih konuşan kimseye ‘sühanver’; şiirsel akıcılıkta söz söyleyen aynı zamanda ateşîn hatiplere ‘sühan-perdâz’ söz sahibi denilir. Yine edebiyatımızda bir manzumenin zorlanmaksızın hatıra geliveren en güzel beytine ‘berceste’ denilmekte.
sayı//60// temmuz 80
Bir kasidenin sonlarında onu nazmedenin isminin bulunduğu beyte de ‘taç beyit’ denir. Belli ki bu beyit kasidenin ölçülüp değerlendirildiği beyittir. Çünkü bir sanat eseri biraz da onu yapan ustaya göre değer kazanır. Şairine nispet edilerek değeri tartılır. Dolayısıyla her manzume, beyitte adı geçen şairin olgunlaşmış meyvesidir. SU KASİDESİ
Uzun yıllar sonra Su Kasidesi’ni hazzına vararak bir daha okudum. Taç beyit şöyle: ‘Yüm-ni na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü-i şehvâre su’ ‘Fuzûli’nin sözleri Nisan bulutlarından dökülen iri damlalar misali şahların giysilerine taktığı iri iri inciler haline dönüşmüştür.’ İnanışa göre her yıl Nisan ayında istiridyeler denizden karaya çıkarak ağızlarını açarlar ve bir yağmur tanesi yutarak denize geri dönerlermiş. İşte o güzelim inci bir, Nisan yağmuru damlasından oluşurmuş. Şâir bu olaya telmih yapıyor. Fuzûlî anılınca âşıkların gözlerinden yaş eksik olmaz. Akıllarına hemen Su Kasidesi gelir. Efendimiz için yazmış olduğu kaside olanca ihtişamıyla ona âşık olan kimselerin hayallerinde canlanır. Âşıklar kendi gözyaşları gibi yeryüzündeki bütün nehirlerin de Efendimize kavuşmak arzusuyla asırlar boyunca başlarını taştan taşa vurarak aktığını ya okyanuslarda önünün kesildiğini ya da uçsuz bucaksız çöllerde yutulup kaybolduğunu ve O’na kavuşamayıp hasretlerinin devam ettiğini bu manzumeden öğrenirler. Bu iman hali Efendimizin âşıklarına bir ömür boyu taze hayat sevinci sunarak yaşamalarını sağlar. İnsanlığın hasret duyduğu O’nun mütevazı ama ihtişamlı hayatı olanca haşmetiyle gözlerinin önünde bir ömür boyunca tablolaşır, hiç kaybolmaz. O’na kavuşamayan, O’nu göremeyenlerin bitmeyen hasreti gönüllerde bir ukde olarak kalır. Kalır ama dünyalarındaki bu hasretin kavuşmaktan daha etkili olduğunu, kendilerini olgunlaştırdığını artık bu hasretle yaşamaya gönülden razı olduklarını da böylece anlamış olurlar. Fuzûlî’den yüzyıllar önce bu vadide nice sözler söylenmişti. Bunlardan birisi de, Efendimizin “Dişlerin dökülmesin” diye dua ettiği ve “Cebrâil (a.s.)’la takviye edildi” buyurduğu Şâir Hassan bin Sabit(r.a.) idi. “Ben sözlerimle Muhammed Mustafa (s.a.v.)’i övmedim, övemem ama O’ndan bahsederek sözlerimi methettim, kıymetlendirdim.” demişti. Benzer bir ifadeyi
Mevlânâ Câmî’den de duymuştuk. Belâgat ustalarından söz sultanı, Mevlânâ Câmî’nin bir başka olan şu sözleri de edebiyat harikası olarak asırların dillerinde dolaşıp durmuş, şimdi söz bilmez sözden anlamaz insanlara biraz da gönül koyarak tozlu raflardaki kitapların arasında saklı bir inci, bir güher gibi söz sarraflarını beklemektedir. İsterseniz o inci tanelerini Osmanlı Türkçesi’nin kulağımızı zinetlendiren musikili kelimeleriyle nakledelim. “Mahsûdu iblis-i pür telebbüs olan Adem’i, ervâh-ı mukaddeseye karşı lütfu mahsûsun ile mükerrem kıldın. Yoksa makam-ı v’âpesîn-i zerre-i hâk-i huveyliddir.” (Allah’ım! Çok tuzaklarla (silahlarla) donanımlı şeytanın ifsadına maruz kalan Adem’i, diğer mukaddes ruhlardan farklı olarak özel lütfunla (korudun) ikramlandırdın. Lütfun olmasaydı Adem oğlunun) makamı herkesçe bilinen (ilk yaratıldığı) toprak olurdu.(Alçalırdı) “Tarîk-ı aşkın rehzi nâni bî bâk ile hatarnâkdır. Yâver-i bedraka-i inâyetin olmaksızın menzil-i maksûda duhûl nasıl mümkün olabilir?” (Allah’ım! Senin aşkına düşen kimsenin yolu her an tehlikeli eşkiyaların kesebileceği bir yoldur. Yaver-i Ekrem’înin (büyük komutanının) Efendimizin (s.a.v.) kılavuzluğu olmaksızın gitmek istediğimiz yere ulaşmak nasıl mümkün olabilir?) “Çarh-ı berîn her sabah senin mihrinle câme-i nilgûnunu çâk eder. Gül ve lâle gibi, hâr ve hâşak dahî senin perverde-i iber-i rahmetin, ihsan dîde-i Rububiyetindir.” ( En yüksek gök her sabah senin güneşinle lâcivert elbisesini yırtar, aydınlanır. Senin beslediğin bulutlarla sulanan gül ve lâleler gibi, diken, çör-çöp dahi temizlenmek için yine senin ihtiyaç sahiplerini gören ve gözeten Rubûbiyetine, rahmet damlalarına muhtaçtır.) Beşer içerisinde söz sultanlarından birisi var ki onun sözleri edebiyatın zirvesine oturmuş. Yeryüzünde hiçbir insanın sözü O’nun sözlerinden daha fazla kitaplara geçmemiş. Bir ömür boyunca söylediği sözler yere düşmemiş. ‘Kütüb-ü Sitte’ (altı takım kitap) de ancak toplanarak kayda geçmiş bir söz sultanı… Gerçi kendisi beşerdi ama “O boş söz söylemez” idi. “Ne söylemişse vahiy”di. diye sözleri teyit edilmiştir. O’nun sözleri hem mu’ciz nümâ (mucizeli) hem de i’caznümâ (edebiyatın inceliliklerini içeren
fasih) sözlerdi. O, Seyyidel evveline vel âhirin... Öncekilerin ve sonrakilerin efendisi… Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizdi. Bir keresinde ashabının meclisinde tenezzül buyurarak ayağa kalkmış, su getiren arkadaşlarının elinden su kırbasını almış, onlara su dağıtıyordu. Meclise yabancı ülkeden gelen bir sefir girdi, selam vererek topluluğa seslendi “Bu kavmin efendisi (reisi) kimdir?” Herkes susmuş bakışlarını O’na yöneltmişlerdi. O ise sırası gelen ashabının kabına su doldurmuş ve göğsünü sesin geldiği yöne tam olarak çevirmişti. Yabancı sese “Kavmin efendisi kavmine hizmet edendir” hitabıyla hem kendisini tanıttırmış, hem de kıyamete kadar gelecek insanların içerisinde milletine karşılıksız hizmet eden (idareciler de dâhil ) bahtiyarları, efendileri, beyefendileri fasih, beliğ üslupla bize tanıtmıştı. Bütün bu beşeri güzel sözlerin yanında bir söz daha var ki o da ‘kelâmullah’ olarak bilinen Allah’ın sözü… “Eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içindeyseniz, hadi onun benzerinden bir sûre meydana getirin! Allah’ın dışındaki destekçilerinizi de çağırın. Eğer doğru sözlü kişilerseniz.” diye beşer sözlerine meydan okuyan bir söz. Sözün muhatapları bir benzerini getirseydiler kolayca mücâdeyi kazanmış olacaklardı. Ancak bu kolay (!) işi yapamadılar. Zoru tercih ettiler. Şâir Lebid ve yine şâire olan kızı Ukaz panayırında bir şiir yarışmasında çadırda bulunuyorlardı. Dışarıdan bir ses işitildi. Lebid çadırın kapısına yaklaştı. Bu Allah kelâmı Kur’an dan bir ayetti “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol…” Lebid hemen secdeye kapandı. Kızı telaşlandı “Baba yoksa Müslüman mı oldun? Şâir cevap verdi “Hayır kızım bu sözün belâğatine, edebî üstünlüğüne secde ettim” dedi. Ne garip değil mi? İnsanın edebiyat, şiir, sanat adına Doğu ve Batı klasiklerinin tamamını okuyup da bir kez dahi olsa edebin ve edebiyatın kaynağı Kur’an-ı Kerim’i okumaması? Dosta yaraşan dostunun kendisine yazdığı ve adresine gönderdiği mektubu değil bir kez belki bir başucu kitabı olarak her gün okumasıdır. DİPNOT
1 -Feyz-âbâd, Şeyh Vasfi 2 -Necm Sûresi, 3. Ayet 3 -Bakara Sûresi, 23. Ayet 4- Hud Sûresi, 112. Ayet 81
ünyayı anlamlı kılan insan zihnidir. Dünyadan aldığımız geribildirimlerle gördüklerimizin yorumlamasını beynimizle yapar ve kendi içimizde de bir dünya oluştururuz. Bu dünyanın değişkenleri yaşadığımız coğrafyaya göre büyük oranda şekil alır. İnsanlığın mimarları da burada değer kazanır.
DİJİTAL KÜLTÜR VE ŞEHİRLERİN YALNIZLIĞI
Bir ağaç nasıl suya ihtiyaç duyuyorsa ya da bir bebek ona sahip çıkacak bir koruyucuya, şehirler de insanların onlara kattığı değerler üzerinden beslenmeye ve ileri taşınmaya ihtiyaç duyar. Sinan DENİZ*
Çağlardır süregelen insan-şehir ilişkisi ve insanın yaşadığı, yerleştiği bölgeye kendi dünyası adına kattığı anlamlar birçokları tarafından fazlaca kaleme alındı ve değerlendirildi. İnsanın yerleşik hayata geçmesiyle beraber oluşturduğu değerler sistemi şehirlerin gelişmesi ve ileri taşınmasıyla hep bir paralellik göstermiştir. Bir ağaç nasıl suya ihtiyaç duyuyorsa ya da bir bebek ona sahip çıkacak bir koruyucuya, şehirler de insanların onlara kattığı değerler üzerinden beslenmeye ve ileri taşınmaya ihtiyaç duyar. Bizler, dijital çağın sakinleri, eski zamanların tozlu sokaklarını, eskimeye yüz tutmuş ahşap binaları, kırılmış kaldırımlara çizilen tebeşir oyunlarını çok çabuk unuttuk. İnternetin ve akıllı telefonların hayatımıza girmesiyle birlikte yaşadığımız değişimin şehirler üzerindeki etkisi ise onlara bağlanan değerler damarının daralmasıyla sonuçlandı. Bir zamanların heybetlileri, dijital çağda hayatta kalmaya çalışan şehirler bizlere miras kaldı. Öksüz bırakılan şehirlerin en boynu büküklerinden birisi ise İstanbul. Aldığı her darbede renk kaybeden bu güzel inci, griliğe teslim olmamak için direniyor. Kendi değerlerini oluşturan dijital çağ, zihinleri internet içine hapsettiğinden, güneşle beslenen gözler yapay ışık kaynaklarına döndüğünden beri verilen bu savaşta, şehirlerin pek az fedaisi var. Gelişen teknoloji kendi değerlerini, kültürünü ve hatta dünyalarını beraberinde getirdi. İnsanlar kitleler halinde sanal dünyalara göç ettiler ve içleri dolu hayalet şehirler böylelikle ortaya çıktı. İnsan doğası gereği toprakla, zeminle bir bağlantıya sahiptir. Yüksek yapılaşmanın dijital çağın kabullenilmesi sürecini hızlandırdığını da söyleyebiliriz.
*Bilgi Ünv.Uluslararası İlişkiler
sayı//60// temmuz 82
Kuleler içindeki kapsüllerde yaşamaya itilen insanlar zeminle olan bağlantısını zamanla yitirdi ve bu açığı yükselmekte olan dijital dünya doldurdu. Bir süre sadece hane içinde kendisine yaşam alanı bulan bu yeni
dünya, akıllı telefonlarla birlikte sokağa taşındı ve paradigma değişimi büyük oranda tamamlandı. Şimdi her oyun-uygulama farklı bir dünyaya sahip ve sanal coğrafyalar üzerinde değerler tanımlanmakta, savaşlar verilmekte. Fiziksel dünya ise bu oyun ve uygulamaların birçoğunda gözardı ediliyor, kültürlerin devamı ve beslenmesi için gereken önlemler alınmıyor. Toplu oturulan yerlerde insanların artık ilave organı haline gelen akıllı cep telefonlarıyla sürekli teması ve iş yerinde bilgisayarlarıyla bütünleşen insanlardan müteşekkil çalışma düzenleri insanları yalnızlaştırıyor. Yalnızlaşan insanların ruhu sonuçta şehrin yalnızlığını ortaya çıkartıyor. Yapay zekanın gelişmesiyle ortaya çıkacak elektronik kişilikler ve akıllı şehirler bu süreci belki de daha keskin hale getirecek. Önünde patlayan flaşlarla fotoğraflara hapsedilen tarihi mekanlar nefes almayı bırakalı uzun zaman oldu. Oysa yapılması gereken bu mekanların tarihi değer ve derinliklerinin teknolojinin de yardımıyla daha iyi anlaşılmasının sağlanmasıydı.
Böylece varolan değerler korunur ve kültürün devamlılığı kuvvetli bir şekilde sağlanabilirdi. Küresel yüzeyselleşmenin gri pençelerinden şehirleri gene dijital çağın getirilerinin doğru kullanılması kurtaracaktır. Bunun için yapılması gereken kültürün ve teknolojinin aynı potada eritilmesidir. Bu sentezi ortaya çıkartabilen şehirler değerlerine değer katacak ve hayatta kalmaya devam edeceklerdir. Galata Kulesi’nin sadece #GalataKulesi olmadığı bir dünyada buluşmak dileğiyle. 83
vliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden uzun uzadiye bahsettikten sonra sözü, “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” diyerek bitirir. Bir şair-edebiyatçı olan Tanpınar: “Canım Evliya! Sen de bu iki cümlen için benim hafızamda adın Bursa ile birleşiyor. Sen, Bursa’nın şiirini tadanların başında gelirsin ve bir gün senin ruhunu şad etmek istersek Bursa çeşmelerinden birine senin adını veririz. Ve sen onun ağzından bu güzel şehrin zaman içinde geçirdiği macerayı bize bir su damlası kadar saf ruhunla nakledersin.
BURSA VE KIRK ÇEŞME SULARI Bursa, bir su şehridir ve bu itibarla bize hiç beklemedik bir adamı hatırlatır. Bu kişi, Şeyhü’l-İslam, Kara Çelebi-Zade Abdülaziz Efendi’dir. Dr. Şakir DİCLEHAN
Bursa, bir su şehridir ve bu itibarla bize hiç beklemedik bir adamı hatırlatır. Bu kişi, Şeyhü’lİslam, Kara Çelebi-Zade Abdülaziz Efendi’dir. Acayip ruhlu bu bilgin, ikbali, yani başa geçmeyi seven, fakat onu, sert ve haşin mizacı yüzünden bir türlü elinde tutamayan zeki, fakat geçimsiz bir insandır, Bursa’nın hayatına oldukça garip bir şekilde girer, menfaya, yani sürgüne gönderildiği yer olan bu su şehirde, çeşme yaptırmayı kendisine biricik eğlence edinir ve servetinin önemli bir kısmını bunun için harcar…” Doğu insanı, aşırı ve tersinden aşırı kutuplar arasında bir sarkaç gibi gidip gelen ve bir türlü istikrar ve orta yolu bulamayan bir karakter yapısının sahibidir. Zaman, gün ve yıllarını göstermemekte, ya geçmiş bir anıya saplanıp kalmakta ya da ilerilik iddiasındaki hayalden kurulu kağıttan bir gelecek zaman köpüğü olma çizgisinden öteye geçememektedir. Karaçelebi-Zâde Abdülaziz Efendi, içinde yer aldığı siyasî olaylar yanında edebî ve tarihî eserleriyle de şöhret kazanmıştır. İnşâ ve belâgata önem verdiği ve üç dili çok iyi kullandığı eserlerinden ve şiirlerinden anlaşılmaktadır.
*TC Süleyman Demirel Üniversitesi Öğretim Üyesi
sayı//60// temmuz 84
Ayrıca hayatının son yıllarını geçirdiği Bursa’da bazı kalıcı eserler bıraktığı ve hayırlı işlerde bulunduğu bilinmektedir. Bursa Ulucamii’nin iki tarafına birer sofa, Setbaşı’nda cami, Ulucamii’nin batısında bir muallimhâne yaptırdığı, Bursa’ya iki saat mesafede Uludağ eteğindeki Gümgüm mesiresinden şehre “müftü suyu” ismiyle meşhur olan bir su getirttiği ve bir kısmı kitâbeli, çinilerle süslü kırk kadar çeşme inşa ettirdiği bilinmektedir.
Bursa Ulu Câmii yanındaki çeşmenin kitabesindeki beyitler Abdülaziz Efendi'ye aittir: “Abd-i âsî Azîz miskînün Eşk-i çeşmiyle geldi şehre bu su Nice su âb-ı Kevser ayağıdur Pâk ü bârid lezîz ü anber-bû” Kara Çelebi-Zade Aziz Efendi’nin çeşmelerini tasvir eden edebiyatçı Tanpınar’ın tespitleri oldukça ilginçtir. Aynı zamanda şair de olan Tanpınar: “Bursa’ya gidip de bu kentin üstünde günün her anına tılsımlı aynasını tutan su seslerini dinleyince yavaş yavaş Kara ÇelebiZade’ye hak verdim. Şimdi onu daha çok tanıyor ve seviyorum. O, benim için artık şiiri, hayatına sindirmiş, ince ve zarif ruhlu, rüya adamlarının ön safında geliyor. Sevdiği kadını, güzelliğini bir kat daha açacak mücevherlere ve pırlantalara boğan çılgın ve müsrif, fakat zevk sahibi bir âşık gibi o da güzelliğin bilincine erdiği bu kente, su sesinden çelenkler, avizeler, sabahların uyanışına inci dizileri gibi dökülen ve akşamların gurbetinde büyük mücevherlerin parıltısıyla taştan gerdanlıklar hediye etmiş. İstemiş ki günün her saatinde çeşmeler, kendi ikbal-perest ve mustarip ruhunun doğduğu ve büyüdüğü şehirden uzak, ruhunun feryatlarını gelen geçen anlasın. Bu ses, onlara ömrün büyük dönüm noktalarını, mevsimlerin güzelliğini ölümden bahsetsin. Tenha gece saatlerinde acı nefis muhasebelerine dalsın. Aldatıcı ikbali, haşin bilekli talihi terennüm etsin.
Kim bilir belki de bizzat kendisi, her şeye ve herkese küskün geçirdiği acı bir kanunun telleri gibi ayarlamaya çalışır ve bu hayali musikiden kâh mehtaplı Boğaz gecelerini, kâh onun İstanbul sabahlarını o kadar nurani yapan ezan seslerinin bir yansımasını arar. Ona ömrünün macerasını nakledecek feryatları, bildiği ve hasretini çektiği İstanbul’u bu güzeller güzeli şehre ithaf ederdi. Zavallı Abdülaziz Efendi, şimdi onu Bursa sokaklarında arkasında Bursa vakıflarında çalışan, mimar, kalfa ve suyollarının oluşturduğu küçük bir görüyor gibiyim. Şüphesiz ara sıra başını kaldırıyor, açık Bursa havasından billur renkli kavislerin birbirini kat edeceğini büyük toplanış noktalarını ve hepsinin birden bu şehrin semasında yapacağı ahenkli âlemi düşünerek bir orkestra şefinin ve bir iç alem mimarının guruyla gülümsüyordur. Tanpınar, sözlerini şöyle sürdürür. Bursa’ya her gidişimde onu düşünür ve bazen bir ömrün garip tesadüflerle manasını tamamlayabileceğine şaşardım. IV. Mehmet devrinin başlangıcında iyi ve kötü o kadar rol oynayan Kara Çelebi-Zade Abdülaziz Efendi, Boğazdaki yalısından rakibi Bahai Efendi’ye fazla komşuluk edememiş. Bursa’ya sürgüne gönderildikten sonra Onu bir daha İstanbul’a uğratmamışlardır. O da çağdaşlarından Naima’nın, o kadar yararlandığı tarihini yazarak intikamını aldı. Gariptir ki, resmi hayatta bu kadar dengesiz yaşayan ve koşan adam, tarihinde çoğu zamanlar, en tarafsız hükümler verir. 85
BİR ŞEHİR MASALI DİYELİM.. Misafire neden geldiği sorulmaz bizim oralarda. Tanrı misafiri çıkar ve gelir, gelirken on kısmetle gelir, birini yer diğerlerini geldiği yere bırakıp gider denilir Recep GARİP imam iken, manda berber iken, annem kaşıkta, babam beşikte iken… Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten, alnını yardı eşikten… Annem kaptı maşayı, babam kaptı küreği, gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi… O öfke ile Tophane minaresini cebime sokmayayım mı borudur diye… O öfke ile Tophane güllesini cebime doldurmayayım mı darıdır diye… Orada buldum iki çifte bir kayık. Çek kayıkçı Eyüp’e… Eyüp’ün kızları haşarı… Bir tokat vurdular enseme, gözlerim fırladı Anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi. dışarı… Orada gördüm bir kız… Adı Emine, gittim yanına… Bir Dar attım kendimi dışarı… Kaç kaçmaz mısın? Vardım bir pazara. tarafı tozluk dumanlık, bir tarafı Bir at aldım dorudur diye. Bineyim çayırlık çimenlik, bir tarafı sazlık samanlık… Bir tarafta boyacılar dedim, at bir tekme salladı bana geri dur diye… Padişahın topları boya boyuyor renk ile… Bir tarafta demirciler demir dövüyor ateşe başladı. Topladım gülleleri cebime koydum darıdır diye.Tozu denk ile… Bir tarafta Mehmet Ali dumana kattım, Edirne’ye yettim. Paşa cenk ediyor şevk ile… Anan yahşi, baban yahşi, kurtuldum Selimiye minarelerini belime soktum borudur diye. Yakaladılar ellerinden… vardım masal iline.” beni tımarhaneye attılar delidir “… Ben deyim şu ağaçtan, siz diye. Babamdan haber geldi, onun eski huyudur diye. Bereket deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu bir kuş uçtu; kuş uçmadı, Gümüş inandılar, tutup beni saldılar. uçtu. Gümüş uçmadı, Memiş Neyse uzatmayalım, masala uçtu. Uçar mı, uçmaz mı demeye başlayalım…” kalmadı; Anam düştü eşikten, babam düştü beşikten… Biri kaptı “Bir varmış, bir yokmuş. Zaman maşayı, biri aldı meşeyi; dolandım zaman içinde, kalbur saman durdum dört köşeyi… içinde. Deve tellal iken, horoz ehirde size masallar anlatacak değilim.. Lakin bir yarenlik edeyim şu bizim masallar diyarında söze nasıl başlanırmış onu dinleyip sonra Elif’in Kuşüzümü Gözlerine gelelim. Masallar şöyle başlarmış söze. Naki Tezel derlemiş, bırakmış bize “Evvel zaman iken, deve tellal iken, saksağan berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.İp koptu, beşik devrildi.
sayı//60// temmuz 86
Vay ne köşe bu köşe! Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe; Bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, diye iki tekerleyip üç yuvarlarken aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!.. Hemen bir sarıya bir fare deliği bulup, attım kendimi dışarı; Gelgelelim şu mahallenin yumurcakları haşarı mı haşarı ..Bir fiske vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı!.. Az gittim uz gittim… Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!.. Vay başıma, hay başıma Bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil, ya bir devlet kuşu konsa başıma, Ya da alsa beni kanadına kaşına, demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim? Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla, Zümrüdüanka dedikleri değil mi? Kafdağı’nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!..” Evet, böyle bir masalımsı havayla dolmuşa binip az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Yayla mı yayla, yaylak mı yaylak, şu karşıdan gelen oğlak… Çoban Mustafa’nın kavalı, dinlendirir ovayı.Gel masaldan çık, bırakıver azıcık. Olmaz mı olur elbette. Geldik geleli biz bu bağa bahçeye, şu dağın ardında ki otlağa. Davarlarımız otladı, oğlanın ödü patladı.. Yaz mevsimini bize haber veren bahardı. Baharın muştusunu çiçeklerden öğrendik. Arılardan, kelebeklerden öğrendik. Yayla zamanı geliyor diyerek hazırlıklarımızı tamamlayıp bir mayıs sonrasında çıktık yaylaya. Yaylalar esenlik getirir, Ayak değmeyen yerde bitirir. Çadırlarımızı, çardaklarımızı kurduk. Kuzularımız, oğlaklarımız epeyce büyüdüğü için artık onlar için kuzluk yapmaya ihtiyaç yoktu. Bende üniversite dersleri bitince soluğu ailemin yanında, köyümün bulunduğu Toros Dağlarında geçirmek, anneme, babama yardım etmek üzere gelmiştim. Bu nedenle yaylada keyif çıkarmakla birlikte bir yandan kitaplar okuyor, şiirler yazıyor, diğer yandan davarları otlatıyor, sürüyü kuyudan sulamaya filan gidip geliyordum.. Böğürtlenler yenilir cinsinden meyvelerini vermiş, dağ armutları, alıçları, erikleri, kızılcık kirazları bizleri beklemiş, şimdi tam sırasıydı doğal hayatın verdiklerine hamt etmenin, şükretmenin. Mevsim derlenip toparlanma mevsimidir. Ambarların doldurulma mevsimidir. Davarlar süt verir, et verir, yağ, peynir, çökelek verir. Bunlar dağların türküleriyle Çoban Mustafa’nın kavalındaki namelerle, kıldığımız namazlarla, çektiğimiz
tesbihlerle bereketler sağlar. Yaş kesmeyiz, bilir yaş kesenin baş keseceğini köylümüz. Kurumuş odunlardan, dallardan, köklerden yakacaklar toparlayıp getirilir. Yorgun, argın bir gelişle geliyorlardı. Sanki uzun yollardan geliyor gibi geliyorlardı. Oysa bizim oralarda yani Yüksek Toros Dağlarında komşu köylerden gelip geçenler ya da kendi köylülerimizden birilerinin ara sıra uğradığı olurdu. Kuşüzümü mevsimi de gelmiş, ara sıra toplayıp yediğimiz de olurdu. Ne güzeldir Kuşüzümünün duruşu, görünüşü, rayihası. Yetiştiği yer bitkisinin yaprakları da dikensiz, pürüzsüz, üstüne yatıp debelendiğimiz olur. Muhteşem bir yer yatağını andırsa da üzümlerinden dolayı kimseler kıyamaz. Zariftir, narindir, dokunsanız ağlayacak, kırılacak bir yönü varmış hissi verir. İncitmeden toplarsınız üzümlerini, minicik, mini minnacıktır üzümleri. Esmer, andız rengini yansıtır, sürme çekilmiş gözü andırır Kuşüzümü. Davardan üretilen yiyecekleri saymaz isek eğer. Sonra dereotları, ebegümeçleri bol bulunur. Isırgan otlarınaysa hiç kimse yanaşmaz nedense. Kekikler türlü türlü, yayla çayları çeşit çeşittir. Bir de süpürgeler vardır. Onlarla buğday saç içinde kavurulunca ona kavurga denir ki onun kavurulmasında çoğunlukla bu tür narin süpürgeler kullanılırdı. Annem, babaannem hep bu süpürgeyi kullanırdı. Yayla gülleri vardır bir de çıtır mı çıtır. Öpersiniz, koklarsınız, içinize, ta yüreğinize doldurursunuz. Öyledir yayla gülleri. Sandal ağaçları, ladinler, katranlar, çeşit çeşit çam ağaçları, andız ve devasa ardıçlar vardır yaşını bilemediğim. Bu karşılıklı birbirinin dilini anlamakla da ilgili olmalı. Yaklaştıkça fark edilebiliyor artık 2 at ile 2 yerde yürüyenle gelenler 4 kişiler. Birisi yolcunun terkisinde gözüküyor. Evet, artık misafirlerimiz yayla çadırına yaklaşınca köpekler kendisini gösterdi ben müdahale edince kuyruğunu kıstırıp oldukları yerlere oturdular. Komşu köyden geliyorlardı. Çardaktan inip karşıladık. Selam verdiler, selamlarını birlikte ve aleyküm selam diye aldık. Hoş geldiniz, hoş geldiniz, merhaba diyerek onları buyur ettik. Anne, baba, kız ve bir oğuldan ibarettiler. Anlayacağınız dört kişilerde misafirlerimiz. Buyur ederken göz göze gelmiştik kızla. Sonra öğrenecektim adının Elif olduğunu. Oğlan 12 yaşlarında, kız 16-17 yaşlarındaydı. Çardakta uygun olan yerlerde oturuldu. Soluklanıldı. Soğuk su, ayran ikram ettik. Sofra hazırlığına başlamıştı bile annem. Gelen misafir
hanımda anacığıma yardım etmek için çadıra inmişti. Babam gelen misafirle ben de Elif ve Hüseyin’le birlikte muhabbete başlamıştık. Elif’in gözleri can evime ateş düşürdü. Göz göze geldiğim her an bakamamanın getirdiği bir durumla karşılaşıyor bir yandan da sanki heyecanlanıyordum. Yanaklarıma ateş düşmüş sanki yanıyordu. Yanaklarımın pembe olduğundan asla şüphem yoktu. Sessizce ama volkanlar gibi kaynıyordu içimiz. Bunun böyle olduğunu Kuşüzümü gözlerinden okudum. Misafire neden geldiği sorulmaz bizim oralarda. Vakit nasıl geçiyordu bilmiyorum. Neler yaptığımızı, konuştuğumuzu da seçebilecek durumda değildim. Zaten Elif lisede okuduğu için ona soracak şeyler bulduğumdan Hüseyin bir iki cümle sonrasında aşağıya inmek istedi. Dolaşmak istediğini söyledi. Bizde peki dedik. Ara sıra babamla göz göze geldiğimiz de oluyordu elbette. Lakin babalar bizi biraz serbest bıraktılar (bu gayri ihtiyari olarak gerçekleşti). Anacığımın çadırdan sesiyle ben ayağa kalkmıştım ki Elif müsaade ederseniz ben gidip yardım edeyim, diyerek yanımızdan ayrıldı. Sofralar kuruldu bağdaş kurup, diz kırıp oturduk hep birlikte Allah ne verdiyse yedik şükür. Misafirlerimiz epey dinlenmişlerdi. Yemeklerini de yiyince keyifleri de yerine geldi. Ardından şöyle güzel bir çay faslına sıra geldi. Elif çayları doldurup ikram etti. Eline, yüzüne yakışıyordu hizmet etmek. Üniversite sınavları bitince alelacele buraya gelmemin bir sebebi olmalıymış meğerse. Çay içerken de epey bir muhabbet ettik. Elbette ki ayrılık zamanı gelmiş onlar yollarına devam edeceklerdi. Mecburen boynu bükük, çaresiz bir vaziyette dokunsanız çözüleceğim, dokunsanız ağlayacağım denir ya, aynen öyle bir hal ile hem benim durumum hem de Elifin durumu farksızdı. Böyle bir aşkın dillere destan havası olsa olsa Karacaoğlan’da Dadaloğlu’nda olur, o da türkü türkü dillere destan gibi yayılırdı. Fark ettirmeden okulunu öğrendim, telefonunu aldım… Elbette bizi buluşturup tanıştıran Allah, yeniden buluşturup içimizdeki yangının cevabını verdirecekti ona inanıyordum. Kuşüzümü Gözlerle beni öylesine öksüz, öylesine yoksun, öylesine bir acının, öylesine derin bir kuyunun içine attı ki yalnızca hoş geldiniz safalar getirdiniz, ne güzel edipte geldiniz cinsinden şeyler söyleyebildim. Görüşmeyi umarak uğurladık misafirlerimizi. Elif bir iki kez dönüp belli belirsiz parmaklarını oynattı ya; Kalbimi alıp götürdü Elif. Aşk ateşinde kaynattı beni. Duramam içimde bir lamelif. Derin sulara fırlattı beni.. 87
MEDDAH
Yüzüme çarpan nemli sıcaklık, burnuma gelen çay kokusu ve kulağıma dolanan gençlik uğultusuydu. Dipte bir boş tabure bulup sırtımı duvara yasladım, garsonun dolandırdığı çay tepsisinden hissemi aldım ve... İbrahim BAŞER
İnceden yağan yağmurla halleşen İstanbul'a melankolinin inci bir gerdanlıkçasına yakıştığı vakitlerdendi. Bozacıya çağıran sevdalı sesin kalbimi tamamen etki altına almasına bir kaç saat daha vardı ve aynı kalpteki ikinci sevdam selüloz elbiseli diğer yârimle kaçamak yapmak için yolumu Sahaflar tarafına düşürmüş ve el hak aradığımı da bulmuştum. Eski paralar, kartvizitler, çakmaklar arasında boynu bükük, benzi soluk ve cildinin yaralı hali dokundu evvelâ. Elime aldığımdaki hissi ifade güç ama evvelden beri çalıştığım sahne sanatları konusundaki en kurak olduğum, yazılı kaynak sıkıntıma can suyu olacak bir çalışmaydı bu. Tezgâh sahibinin haris tavrından hazzetmediğim için istediği paranın üçte birine kora kor bir pazarlıkla alıp iç cebime itinayla yerleştirdiğim ‘Meddah Hikâyeleri’ ile halleşerek Beyazıt meydanını geçtim. Üniversite merdivenlerini çıkarak, Esnaf Hastanesi istikametine doğru adımlarımı hızlanan yağmura uydurdum. Vezneciler tarafına dönen yolda karşıma çıkan, rüzgârla sallanan tabeladaki ‘Direklerarası Cafe'nin önünde duraladım. Su sebilinden bozma yapı boyacıya kadarki zamanı değerlendirmek için iyi bir alternatifti, girdim içeri... ...yağmur dışarda kaldı. Yüzüme çarpan nemli sıcaklık, burnuma gelen çay kokusu ve kulağıma dolanan gençlik uğultusuydu. Dipte bir boş tabure bulup sırtımı duvara yasladım, garsonun dolandırdığı çay tepsisinden hissemi aldım ve... ...evet, iç cebimdeki sevdamın söyleyeceklerine kulak verme vaktiydi. Yılları, cilt kapağındaki aşınmalarla işaretleyerek teninde biriktiren yârim, bir bilge edasıyla söze girmeye hazırlandı sanki. Meddah hikâyeleri anlatan bir antika kitapla, adında Direklerarası olan bir Osmanlı sebilindeki hasbihalim işte böyle başladı. Çaydan yakıcı bir yudum ve söz meddahta... Ey yârân! ‘Say ki Sultan Süleyman olmuşuz’ diyen erbab-ı kelâmın da tebellür ettirdiği üzere demem o ki; sohbetin, alışın ve verişin, demlenmenin ne yeri var ne de vakti. Belki olsa olsa vakt-i merhunu vardır, onun izahı da fakirin fersah fersah ilerisinde bir idrak işidir vesselâm! Ey erbabı sohbet! Huzurlarınıza getireceğim hadise aynıyle vaki olmakla birlikte isimleri gizlemek ve bu sayede
sayı//60// temmuz 88
cisimleri ve cisimlerin ruh-u lâtifleri rencide olmaktan muhafaza edelim düşüncesiyle kendimizce bir düzenleme yaptık. Sürç-ü lisan eder isek affola... Hikâyât-ı Taş- ı Böbrek Bir vakitler üç-dört yüksek tahsil talebesi, arkadaşlık tabir edilen Hal ile hallenmekte olup her fırsatta bir araya gelmekte idiler. biribirlerinden aldıkları lezzet her türlü hazzın ötesinde olmakta ve bu sebepten oka gerek, her dem bu lezzet ile haşır neşir olma arzusunu lisan-ı hâl ile beyan etmekte idiler. Kime mi? Biribirlerine pek tabii! Hatta öyle ki, tek eğlenceleri bu idi. Nasıl? Anlatayım: Talebe adamın eğlencesinden ne olur, yaptıkları, sabahlara kadar vatan-millet üzerine, manevi kemâlât üzerine imali fikr ile ocakta kaynayan çaya tütünün katık edildiği, muhabbete bulalı bir hoş alışveriş idi. Mekânları ecdattan yâdigâr bir medrese binası olmak hasebiyle, kendilerinde oluşan o hoş daüssıla hissiyatı da dimağlarına nakş olmakta idi. Aralarından Siylikoç nam kişi matbuat ve neşriyyat işleriyle meşgul olup hasbel kader eldeki üçotuz lira ile yeniden bir neşriyat, tevziyyat, tahsilat fasit dairesinde döner dururdu. Yanlış beyan olmasın hazirun; evet, gerçi tekdüzelik mevcuttu. Fakat bu, üç-dört ahbabın üzerinde menfi bir mevcudiyet husule getirmiyor; yenilen domates-ekmeklerin yahut üzüm-peynirlerin veyahut ekmek arası helvaturşu denemelerinin mecazıyla müşahhaslaşan eğlenceli, hoş ve insani yapılarında tekamüle vesile olabilecek müsait ortamların neşv-ü nemâlanmasına yol açıyor idi. Gerçi, olanda her daim bir hikmet vardır ya, ‘beşer-şaşar’ kaide-i irfaniyyesi mucibince. Günlerden bir gün bu zevatın keyfini kaçıracak ve olandaki hayrı fehmetmek yerine oflayıp puflamalarına yol açacak sıkıntılı bir durum hasıl oldu. Âniden çıkıveren bu hal içreyken, çare çıkabilecek mecralarda imal-i fikr fırsatı dahi bulamayıp zuhurata tabi olmaktan başka çıkar yolları kalmadı. Zira sağdan bak üç kişiydiler, soldan bak dört. Çok zorlasan beş olmuyorlardı. Siylikoç; yani yayınevi reisi, yani yayınevi tek personeli ve yani yayınevinin hatta müstahdemi, ezcümle yayınevinin herşeyi olan zat hasta idi. Böbrek nam sakatatı iflâs durumunda olup zannolunur idi ki, içlerinde taş barındırmaktadırlar. Hatta hekimin
demesi o idi ki cerrahi müdahale ihtimali ağır basmaktadır. E, pes yani; bir de hastahaneye yatmaz mı?! Bütün bunlar olmakta iken dostlar; tayyare tahsili verilen mühendishanedeki acar bir talebeden bahis açmamız farz oldu. Şöyle ki, Nûrüddin nâm bu zat, kalb-i selim sahibi bir hoş âdem idi ki fıtrattan gelen cazibenin menfi tezahürleriyle bezeli olmak sebebi ile muhitin de pek âdem barındırmaz idi. Fakirin mevzu-u bahis âdem hakkındaki kanaati odur ki, mevcudiyetinde hıfsolmuş cazibe ol kişiyi hırçınlaştırmakta ve bu hırçınlık, çevresindekilere fehmolunamayıp Nûrüddin’den geri durmayı tercih etmekte idiler. Her ne hal ise; biz mevzuyu elimizden kaçırmayalım ve dahi istikametimizi şaşırmayalım. Cenâb-ı Mevlâ cümlemizi sırat-ı müstakiyminden ayırmasın, âmin ! Demem o ki; ol âdem için günler hendese tahsili, muhatap sıkıntısı ve dahi kendine Şeyh Küşteri rahmetlinin Hacı Cavcav'ı gibi 'bir eğlence' zımni talebi ile geçmekte idi. Olacak bu ya, Yaradan'ın yazdığı yazıyı hayata aksettirecek sebep umulmadık yerden tezahür ediverir, öyle de oldu. Mezkûr zat merakını mucip olan bu dost halkasını uzaktan bir kaç defa temaşa etti ise de temkin alışkanlığı münasebetiyle mekânlarından geri durmayı yeğlemiş idi. Hangi mekân mı? Şu bizim sağdan say üç, solday say dört eden ve tek ziynetleri biribirlerine duydukları muhabbetten mamul yüzlerine akseden ziya olan ahbabın meskun olduğu mahalden bahisteyim. İşte demem o ki, bu Nûrüddin bir gün tayyare mektebinin çayhanesinde pinekler iken izahını yapamadığı ve lâkin cezboluşunun da önüne geçemediği o arka-da meclisinin bir azası ile üy-beş kelâm ediverdi. Şöyle ki, mevcut durum sıkıntılı idi. Siylikoç hastahanede şifa bekler iken, başlatılmış bir faaliyet akim kalmanın arefesinde olmak hasebiyle mevcut üç-dört ahbabın tadı-tuzu kalmamış idi. Dönelim âna hâzirun. Diyeceksiniz ki, ‘-Ey beni Adem, ne diye lafı gelmektesin ve ne diye bizlerin dahi vaktine ziyanlık vermedesin?’ Eğer bu şekil tasavvurlar zihninizde şümul 89
bulmaya başladı ise derim ki: "-Duur!" “-Neden?” derseniz, bunca kelâm ile bunca alın teri boşuna zuhura gelmemekte ve omuzumuzdaki bu peşkir boşuna ıslanmamakta. Çünkü söylemeye çalışırım ki şair yanlıştır ve iyi insanlar iyi atlara binip gitmemiştir. Hemen tashih-i kelâm eyleyelim, gitmiş de olabilirler belki amma halen arz üzerinde en azından 'iyi' namzetleri vardır ve olacaktır. Aksi düşünce, Yaradan'a bühtandır. Her neyse, lafın ucu kaçmadan mevzuya rücu edelim. Siylikoç, yayınevinin üçotuz lirasını beşotuz lira edebilmek maksadıyla, müstakbel Ramazan ayı münasebetiyle başka bir vilayette vücut bulacak kitap pazarına iştirak etmiş ve nakdi teminatı da vermişti. Anma ve lakin hastahaneye yatmasına sebep olan araz elini kolunu bağlamış, tut ki, tabir-i avamiyeyle ' kader ağlarını örmüştü'. Geceleri kaynayan çayın müşterileri, çay ile tütün zemininde neşv-ü nema bulan hoş meseleleri Siylikoç’un şahsında temsil olunan kitabevi ile yekvücud gördüklerinden olsa gerek, bir imece tutturuverdiler. Her ne kadar tamamı talebe olan zevatın imtihan vakitlerine denk gelmesi münasebeti ile şerait sıkıntı verse de, hatta sıkıntıyı göze alarak birer haftalık dönemlerle hadiseyi bölüşüverdiler. Lakin, olmadı! Sağdan say dört eden sayıları, hastalık münasebeti ile üçe düşünce ramazan müddetinden bir haftalık açık veriyorlardı ve bu sürede tezgahın açılmaması, Siylikoç'un hesaplarına göre muhtemelen edecekleri kâra tekabül ediyordu. Yapılacak iş hedefine varmıyordu. Vaziyet, keyfe kederdi. Ammaa, hadisenin neticesi keyfe keder vermedi! Nasıl mı? Dinleyin... Bana hadiseyi nakleden sağdan say dört kişinin ikincisi, bir gün ecdat yadigârı medresenin bahçesinde volta atıp boşu doldurmaya, doluya aldırmaya uğraşır iken, kendi demesi ile uzun sayı//60// temmuz 90
ve zaif bedenli Nurüddin nam beni âdem girmiş cümle kapısından. Lafı dolandırmamış... “-Böyle böyle bir sıkıntınız var imiş. Bir haftasına da ben talibim”, dediğiyle çıkıp gitmesi bir olmuş. İkincinin dediğine bakarsanız, bu zatın sağdan say dört kişiyle bir zahiri teması olmayıp, hem de tayyare mektebinin birincilik ihtimali olduğu bu demde böylesi bir fedakârlığı pek izah edilesi değilmiş. Bir serap gibi şehrin kalabalığına karışıveren bu uzun ve zaif suret, üzerinde fazlaca kullanılmış ‘ ceket’ nam siyah kısa cübbesinin etekleri rüzgârda savrula savrula kaybolmuş gözden ve adı her anıldığında bu haliyle gelmiş hatıra... Eh, fazla laf merkep yükü demiş ecdat. Sözü bağlamadan diyeceğim o ki... ...akl-ı maaş ile yapılan evdeki hesaplar çarşıya uymamış; kitabevi öyle büyük kârlar edememiş. Lakin Nurüddin’e, yaptığı bu tercih birinciliğe malolmuş ise de; o vakitten sonra, sağdan bak dört eden sayı beşe, gecelerin sahibi olan sohbetler yeni bir çeşniye ve Yaradan’ın lütfu olan "sohbette halden hale geçiş"te taze bir menzile vesile olmuştur belki de kim bilir? Meydanın sahibi, mananın sahibi yüce Yaradan'dır, fakire haddi aşmamak münasip olsa gerektir. Siz sormadan ben diyeyim, Siylikoç'un mübarek taşı da; 'taşı gediğe oturtmanın' huzuruyla vücut iklimini suhuletle terk eylemiş. Kıssamız bundan ibarettir, her kul kendi irfanınca hisselene vesselâm! "-Abi, çay?" Omzunda peşkirle çay soran kahveciyi bir an Meddah sanmanın şaşkınlığıyla bön bön baktım. İçinde bulunduğum âna ve mekâna aymamla saate bakmam bir oldu. Bozaya on dakika vardı... ...ve hanımlar bekletilmekten hiç hoşlanmazlardı. Alelacele çay parasını sehpaya bırakıp çıktım. Vefa'ya doğru giden ıssız yolda, paltomun rüzgârda savrulan eteklerine gülümseyip, Nurüddin’e selam ederek yürüdüm...
Büyüen Ay Yayınları Kitap Tanıtım: Süleyman Sezai YAZAR Burchardt’ın Mehmed Ali Paşa ve oğlu Tosun Paşa’yla da Kahire’deyken başlamış olan tanışıklığı ve ilişkisi vardır. Burckhardt, Bedevî ağırlıklı bir hareket olarak gördüğü Vehhabîliğin ve dolayısıyla Suud ailesinin Arabistan’ın geleceğindeki rolünü hissedip görebilmiş olduğu gibi Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı payitahtına sadakatten uzak olduğunu ve Mısır’da kök salma ihtirasını da görmüştür.
üyüyen Ay bir yeni kitapla daha dikkatlerimizi kendimize döndürüyor; hem de bir Batılının 18145 yıllarında yapmış olduğu Hicaz seyahatinin ürünü olan bir kitapla. İlk 1829 yılında yayınlanmış olan bu seyahatname, gerçek şu ki Türk okurla çok gecikmiş bir biçimde buluşmuş oluyor. 1800’lerin başında, istihbarî boyutu da olan bir Afrika seyahati için görevlendirilen Burchardt ilk yıllarını Suriye ve Mısır’da geçirir. Plânladığı seyahatin gerçekleşmesi için gerekli ortam oluşmayınca güney Mısır’a ve Nubia (kuzey Sudan) içlerine yönelir. Deve sırtında gerçekleştirdiği bu ikibin kilometreyi aşkın seyahatinin ardından da yolunu Sevakin üzerinden Kızıldeniz geçişiyle Hicaz’a düşürür. Üzerine ‘ajan’ gölgesi de düşmüş olan yazarımız cüretkâr bir seyyah, tutkulu bir kâşif, dikkatli bir detay gözlemcisidir. Burchardt’ın Hicaz seyahatinin gerçekleştiği yıllar biz Müslümanlar için dikkate değer yıllardır. Bu dikkate değişi oluşturan
özelliklerin bazıları olarak şunlar zikredilebilir: Sömürgecilikle ateşini harlamış olan sanayileşmenin dönüştürücü ya da değiştirici ürün ve etkilerinin İslam coğrafyasında görülmesi için zaman henüz çok erkendir. Ulaşım ve haberleşme İslam’ın ilk doğuş yıllarında olana göre farklılaşmış değildir; Hicaz bölgesi içinde olduğu gibi Hicaz bölgesine geliş ve gidişler de önceki dönemlerde nasılsa o şekilde gerçekleşmektedir. Modern iş makinaları Hicaz şehirlerinin (özellikle Mekke ve Medine’nin) topoğrafyasını değiştirmiş, onları Manhattanlaştırma eğilimindeki Batı’ya mahkûm yöneticilere hizmet verme durumuna gelmiş değildir. Modern’in aksı işlevini gören banka ve sigorta şirketlerinin şubeleri henüz İslam şehirlerinde zuhur etmiş değildir. Ama İngiliz güneşi (nüfuzu ve etkisi) Ortadoğu’yu gölgelemeye başlamış durumdadır. İngilizler Hindistan’a gidiş yolu güzergâhının güvenliğini esas alan bir perspektifle Ortadoğu’ya da odaklanmış durumdadır. Osmanlı’nın Ortadoğu’da giderek zayıflayan kontrolünün, giderek daha çok Hac kervanlarının güzergâhının güvenliğini sağlama esaslı hâle indirgenmiş olduğu görünmektedir. Hicaz’ın kutlu şehirleri Vehhabî işgalini ve vahşetini yaşamıştır. Burchardt’ın seyahati de Mekke ve Medine’nin Vehhabî işgalinden kurtarılışının hemen sonrasına rastlamıştır. Burchardt’ın gözlemleri dönemin tüm bu özelliklerini belli ölçüde yansıtmaktadır. Seyyahımızın Hicaz’da olduğu dönemde, bir süre sonra Osmanlı’ya isyan edecek olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve oğulları da da Vehhabîlerle savaş için oradadır. Burchardt’ın Mehmed Ali Paşa ve oğlu Tosun Paşa’yla da Kahire’deyken başlamış olan tanışıklığı ve ilişkisi vardır. Burckhardt, Bedevî ağırlıklı bir hareket olarak gördüğü Vehhabîliğin ve dolayısıyla Suud ailesinin Arabistan’ın geleceğindeki rolünü hissedip görebilmiş olduğu gibi Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı payitahtına sadakatten uzak olduğunu ve Mısır’da kök salma ihtirasını da görmüştür. İsviçre’nin Basel şehrinde ticaretle meşgul bir ailenin çocuğu olan Burchardt İngilizler adına Nijer Nehri güzergâhı üzerinde bulunan memleketlere ve Nijer Nehri kaynağına ilişkin inceleme seyahatiyle görevli olarak 1809 yılı Martında Londra’dan yola çıktığında 25 yaşındadır.
ŞEHİR K İ TAP
HİCAZ TOPRAKLARINDA 1814 YILINDA YAPILMIŞ BİR SEYAHATİN NAMESİ
91
YARALI KELİMELERLE KENDİNİ AVUTAN DA KİMDİR
Şimdi türkülerin albümünü karıştırıyorum.. şimdi türkülerin resmi geçit töreni düzenliyor önümde.. Urfa dağlarında gezen ceylanlara ne oldu.. ne oldu suları buz gibi çağlayan şehire.. Mehmet BAŞ
ecenin saat üçünde bir bıçak gibi böğrüme batan da ne …gece siyah saçlarını akrep ve yelkovanın tarağında sessizce tararken.. arka fonda her zaman ki gibi türküler .. Sesin en güzel desenleriyle yıkanıyor ruhum. “ip attım ucu kaldı. tarazda kücü kaldı.. ben sevdim eller aldı.. yürekte acı kaldı” Göğsümün karıncalanan noktasında henüz keşfedilmemiş coğrafyalar... Kulaklarımda sessizliğin barikatını yıkan sözler... ” elmayı yüke koydum, ağzını büke koydum , aldın yari elimden, boynumu büke koydun.. “ Boynumuz bükülmeye yıllar önce alışmış zaten.. her kapı önünden kovulan kim.. Her aşkın gururu yıkılmış sokaklarında volta atan kim.. hangi türkü bu yaraya merhem olur.. Hangi söz kalbimin kırılmış fay hatlarını tamir edebilir. “ Gine bahar geldi akıyor seller .. derdim içerimde ne bilsin eller.. “ Niğde’nin kışa dönen göklerinden Hasan dağına doğru bir kuş havalanıyor. Melendiz dağlarında yavru şahinler dönüp duruyor. Oradan torosların karlı zirvelerine doğru siyah bulutlar ilerliyor. Bolkar dağlarından Şekerpınarı’na doğru inerken Aşık Tahiri’nin diliyle “ Adana’ya bir kız geçti gördün mü ? “diye soruyorum.. Akköprünün üstünde akan suları seyrediyorum.. oradan bulutlar yönünü dağlarıma doğru çeviriyor.. Demirkazık tepesinden bir yıldız kayıyor bahtıma.. Aladağların kartalları al giymiş rüyalarımı kapıp gidiyor ansızın.. Çekiç Ali’nin sazının tellerinden bir turna havalanıyor. Bir turna meçhul yarınlara aşkın ve hüznün destanını taşıyor. “sarı yazma yakışmaz mı güzele … sarardı gül benzim de döndüm gazele”.. ah ah…gül benzi sararmışlara selam olsun.. Selam olsun aşk yüzünden kendinden vazgeçenlere. Aşkın kapısında geda olanlara selam olsun.. selam olsun canan için göz kırpmadan feda edenlere.. “ Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca” kim gönül dağlarına tırmanıyor öylece.. can özünde bir yangın başlamış çoktan.. bir yangın ki yeri göğü kaplamış.. Ateşten kalemlerle ateşten kâğıtlara kül olmuş hayalleri karalıyor. Her aşk insanı bir dağcıya çeviriyor. Yoksa kolay mı öyle gönül dağlarına tırmanmak. Dağlar içinde en yüce dağ gönül dağıdır. Zirvesinin üstünde ki karları görmek için bir ömür tırmanmak bile yetmez. Belki kaf dağına giden bir anka kuşu gibi kanat çırpmak yazılıdır aşıkların alnına..
sayı//60// temmuz 92
“ Güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi”..Sessizlik en güzel şiirdir güzelim.. Bir gençliğin avlusunda bırakıp gittiğimiz at bak nasıl da kişniyor. Kim yaralı kelimelerle kendini avutur böyle.. ben senin gözlerinin hapishanesinde çoktan mahkum olmuşum. Dünya benim zindanım değil mi. Göklerin yorgun bulutları çöllerin kumuna niye hiç yüz vermez. neden ağaran saçlarım siyahlığın ülkesinde öylece boynunu büker.. git bu çıkmaz sokaktan ben senin rüyalarına hiç girmedim.. Kül olmuş anılar denizinde bir gemi batıyor. Bir gemi kıyısız denizlerin ortasında yelkenlerini sürükleyecek rüzgarı bekliyor.. “ bir gemim var salıverdim engine. Şimdi rağbet güzel ile zengine” şimdi rağbet boyalı tebessümlere.. Şimdi rağbet dışı güzel içi çirkin olanlara.. Her şeyin kendini inkar ettiği meydanlarda yavaşça kapanıyor hayatın sahnesi… hayat dudaklarında garip bir ıslıkla dolaşıyor yalnızlığın meydanında..kim bilir hangi savaştan kaldı bu yara.. kim bilir… “Vara vara vardım bir kara taşa… yazılanlar gelir sağ olan başa”.. insan yazgısının peşinde nasıl da koşuyor öylece.. Yazgı hangi kalemle yazılmış insanın alnına. Kader beyaz bir defterde siyah hatıraların yazıldığı bir hüzünler atlası mıdır yoksa.. hayat bir çerçeve ve insan bu çerçevenin içinde durmadan değişen bir fotoğraf karesi işte.. çamurdan bir kafesin içinde durmadan kanatlanıyor ruh kuşu.. İnsan şimdiki kaderinden yarınki kaderine kaçıyor.. “Ankara’da yedim taze meyveyi boşa çiğnemişim yalan dünyayı..” kulağımda bir mermi vızıltısı.. Başımda eski rüyalar ülkesinin münadileri dönüyor. “ söyleyin anama anam ağlasın anamdan gayrisi yalan ağlasın” hayalin vagonları bir hüznün lokomotifine asılmış “ trene bindim de tren salladı , zalim doktor ciğerimi elledi”.. Artık nereye gidersem gideyim bu yara iflah olmaz. Artık ne yaparsam yapayım bu sızı dinmez.. “Ah yalan dünyada, yalandan yüzüme yalandan gülen dünyada”… kaç kışın avlusundan geçtin öylece.. kaç yağmur yağdı üstüne… Sen bu rüzgârın önünde ne zaman gazel oldun savruldun… ne zaman böyle kalakaldın köşelerde.. şimal rüzgarların önünde bir yaprak gibi savrulduğun günler artık geride kaldı.. Uludağ’ın ayazında artık üşümüyor sinen.. Göbekli dağa dönerek ağlamıyorsun artık..
Temenyeri parkının civarında dolaşmanın bir anlamı kalmadı.. herşey bir rüyaydı ve artık çoktan görüldü bitti..ah ah..“ hep sen mi ağladın hep sen mi yandın, bende gülemedim yalan dünyada”.. Şimdi türkülerin albümünü karıştırıyorum.. şimdi türkülerin resmi geçit töreni düzenliyor önümde.. Urfa dağlarında gezen ceylanlara ne oldu.. ne oldu suları buz gibi çağlayan şehire.. Ali Paşa mahlesinde lorke oynayan kızlar nerdedir şimdi.. Maden dağı yine dumanlı mı?. Erzurum dağları kar ile boran mı, “İyi günün dostu sürdü sefasın, canım diyen dostlarım hani diyen ağalar nerdedir. ”.. Harran ovası ne zaman viran oldu.. yine yeşillendi mi Niğde bağları, Gesi bağlarında kimler dolaşıyor öyle.. Ürgüp’ten de çıktığını kimse duymadı mı,, dam başında açan çiçeklere ne oldu, Sivas ellerinde kimin sazı çalınır, Maçka yolları hala taşlı mı…çamlığın başında hala tütün tüter mi.. Yozgat’ı hep sel Sorgun’u duman mı alır.. Ya da kim çeker akçakızın göçünü....Emirdağ’ı bir geçmeyle yol mu olur…sabahılan doğar mı seher yıldızı..kimin kara kaşları öyle ferman yazdırır.. kim beyaz giyerse söz olur.. tokat yolları mı hala taşlı mıdır..kırat gemini alınca buna hangi yol dayanır.. ağ gelinde inmiş midir yayladan.. Ah türküler sürdüm kanayan yerlerime.. avuttum kendimi böylece yaralı kelimelerle.. türküler bir sığınak gibi oldu yüreğimin zelzelerine..” seher vakti yarin kapısını” türkülerle çaldım.. “ kadir mevlam beni muhannete muhtaç etme “ diye türkülerle yalvardım.. her sitemde her nazda bir türkü çıkıp geldi yanıma.. “ divane aşık gibi dolaşırken” hayatın tam kalbinde, suskunluğumun ülkesinde, garipliğimin mahşerinde… 93
EDEBİYAT KALEMİZİN BURCU
NURİ PAKDİL
Nesilleri yetiştiren Edebiyat dergisi, hangi amaçla yayınlanmıştır? Pakdil, derginin çıkış manifestosunu şöyle açıklar: “1969’da Mehmet Âkif İnan, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt’la birlikte Edebiyat dergisini çıkarmaya karar verdimizde, bizi bu girişime zorlayan etken aslında tekti: Ülkü olarak Batıcılığı seçmediğimizi yalnızca yerli düşünceye ve bunun tüm değer yargılarına bağlı olduğumuzu söyleme.” Mehmet Nuri YARDIM
içbir emek boşa gitmez, hiçbir gayret sonuçsuz değildir. Nuri Pakdil bu ülkenin değerleri için bir ömür yaşadı, bugün yaşı 85. Allah sağlıklı ve bereketli bir ömür nasip etsin. Çırpınan bir yürek, zonklayan bir beyin, inanan bir kalp, hassas bir vicdan ve düşünen bir kafaya sahip. Gençlerin ona olan ilgisini görünce Rabbime hamdediyorum. Bir ara İstanbul’a kitap fuarına gelmişti. Arkadaşlarımla ziyaret edip kitap imzalatmaya çalıştığımız üstadın etrafı gençler tarafından âdeta kuşatılmıştı. Eserlerini almak istemiştik ama tükenmişti. Başka bir fuarda bu nasip oldu. Bazıları görmek istemese de Türkiye’de çok güzel gelişmeler oluyor. Evet kitap okunuyor, kültüre, ilme, irfana büyük bir ilgi var. Fuarlar dopdolu. Yürekli, inançlı ve idealist bir nesil yetişiyor. Kimisi sadece olumsuz örnekler verip karamsarlık tohumu ekse de bu algıya kanmamak gerek. Benim gördüğüm hayal değil biricik hakikat. Yeni nesil, kendi değerlerini anlatan yazarlara yöneliyor. Onları okuyor fikirlerinden istifade ediyor. Bu muştu, bu müjde yeter. Kütüphanemdeki eserlerine bakıyorum: Batı Notları, Sükût Sûretinde, Korku, Ahid Kulesi, Arap Saati, Klas Duruş, Derviş Hüneri, Yazının Epik Resmi Çekildiği Sırada, Kalem Kalesi, Arap Şiiri Güldeste I-II. Her kitabın ismi köklü bir mesaj içeriyor. Her kitap kültür savaşında âdeta bir kurşun. Yazarın yayıncısı Necip Evlice, ‘Nuri Pakdil, kitapları konusunda çok titizdir. Tashih kabul etmez. Bir ara bir kitapta tashih çıktı diye bütün nüshalarını düzeltip öyle dağıtıma verdik. Defalarca kontrol ettiği, gözden geçirdiği ve artık yayımlanmasına izin verdiği kitaplar için ‘Bu kitabı da namluya sürün…’ derdi.” diyor. Nuri Pakdil yeri gelir yazar/konuşur, yeri gelir susar. Sadece kelâm edilmez o âlemde, kalem de şanlı askısına çekilmiştir. Nitekim, kendisiyle Edebiyat dergisinde (Şubat 1984) yapılan röportajın bir yerinde bu konuyu açıklığa kavuşturur ve “Hiç kuşkusuz, yoğun suskunlukla da kimi süreçlerde, konuşma denli, kelâm denli sert bir muhalefet şerhi düşülebilir.” der. Hani bazı ozanlar “Avaz avaz sustum” der ya! Öyledir Pakdil’in suskunluğu. Sıradan bir söz orucu değildir, esaslı bir duruştur. Bir bakıma hâl dilini öne çıkarmaktır. Pakdil bir iç aydınlığıdır. Bir öfkedir bazen, bazen de merhamet ummanı. Bütün duygular
sayı//60// temmuz 94
bir tarafa o yeryüzündeki Müslümanların müşterek vicdanı, ortak sesidir. Pakdil için mukaddes yerler, kutsal emanetler vardır. Bir sohbet esnasında ona Kudüs’ü sorarlar. Şöyle cevap verir: “Utana utana bakıyorum Kudüs resmine. Evet kalbimizle bakıyoruz hepimiz. Bakışıyoruz bakmasına da, ateş’ten bir yaşam çıkarabilecek miyiz bakalım? Kudüs kalbimin üstünde ince bir tüldü; şimdi alınyazımdır.” O şu mısraları kalbiyle yazarak bize mazlum dünyanın sembolü hâline gelen Kudüslü Müslümanları ve Kudüs muhabbetini emanet etmiş bir üstün hikmet adamıdır: “Gel Anne ol Çünkü anne Bir çocuktan bir Kudüs yapar Adam baba olunca İçinde bir Kudüs canlanır Yürü kardeşim Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin” Nuri Pakdil’in kullandığı kelimeler ve kavramlar arasında özgürlük, alın teri, emek, Ortadoğu, sömürü, emperyalizm ve mülkiyet de vardır. O, belirli bir kesimin istilası altında tutulan bu kelime ve kavramları, en doğru şekilde, yalın hâliyle kullanır. İslam’ın çağdaş meseleler hakkındaki özgün reçetelerine işaret eder ve kurtuluşun bu yolda olduğunu açıkça söyler. Böylelikle masum kelimelerin, farklı, maksatlı ve yanlış alanlarda kullanılmasını engeller. Yazı ustamız, 15 Ekim 2011 tarihinde Hüseyin Su’ya “Yazdığımız kadar yazdığımız yer de önemli.” derken sağlam duruşun önemine işaret
ediyor aslında. 2010 yılında TRT tarafından yapılan ‘Nuri Pakdil Asla ve Daima’ belgeselini seyretmiştim. Yazarımızı belki de en iyi ifade eden iki kelime. ‘Asla’ yılmamak, bırakmamak ile ‘Daima’ okuma ve yazma, yanı sıra mücadele ve direniş… BAĞLANMA
Nuri Pakdil’in selamı ile Fethi Gemuhluoğlu’nun selamı arasında köklü bir ruh akrabalığı vardır. Gemuhluoğlu o meşhur Dostluk Üzerine başlıklı konuşma/ kitabına şöyle başlar: “Efendim, Evveli, âhiri, zâhiri, bâtını selâmlarım.” Bağlanma kitabını Gemuhluoğlu’na adayan Pakdil’in bu selama cevabı benzer tonda, ağırlıkta ve üst seviyededir. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın da katıldığı “Necip Fazıl Ödülleri” gecesinde aldık bu muhteşem selamı: “Sizi antiemperyalist, antikapitalist, antifaşist ve antifiravunist duygularımla selamlıyorum.” Nesilleri yetiştiren Edebiyat dergisi, hangi amaçla yayınlanmıştır? Pakdil, derginin çıkış manifestosunu şöyle açıklar: “1969’da Mehmet Âkif İnan, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt’la birlikte Edebiyat dergisini çıkarmaya karar verdimizde, bizi bu girişime zorlayan etken aslında tekti: Ülkü olarak Batıcılığı seçmediğimizi yalnızca yerli düşünceye ve bunun tüm değer yargılarına bağlı olduğumuzu söyleme.” Pakdil umut dolu bir dünyaya doğru yelken açar. Star’dan Bedir Acar’ın sorusuna cevap verirken gerçek aydınlığa ve kurtuluşa işaret eder: “Dünya, tüm yeryüzü, eninde sonunda, İslami düşünceye doğru, mutlaka evrilecektir. 95
Başka çaresi kalmamıştır. İslam düşüncesi, hasta dünyayı iyileştirecek tek çaredir. Kapitalist toplum, çürük bir ağaca dönmüştür. Kesinlikle göreceksiniz: Büyük çatırtıyla yıkılacaktır. Gelecek, İslam’ındır. Bizler, yeryüzünün umut meşalesiyiz, umut elçileriyiz. Ve de, bu bilinçle, bu dikkatle, bu heyecanla yaşamaktayız.” 15 TEMMUZ
Mütefekkir yazar Nuri Pakdil, alçak FETÖ’cü teröristlerinin Türkiye’yi parçalamaya çalıştığı 15 Temmuz 2016 gecesinden hemen sonra şu açıklamayı cesaretle, mertçe ve mümince yapmıştı: “Meşru Yönetime, dolayısıyla Türkiye’ye karşı yapılmaya çalışılan darbe ve darbecileri lanetliyor, kınıyor, ayıplıyorum. Büyük bir direniş gösteren sivil halkımızın yanındayım ve bu direnişi sonuna kadar destekliyorum.” Nuri Pakdil’in gençleri çok sever. Bir gün kütüphanedeki kitaplarına bakar. Çoğunu okumuştur. Başucu kitaplarını ayırır, geri kalanını Edebiyat dergisinin yazıhanesine yollar. Daha sonra bir ilanla bütün kitaplarını gençlere armağan eder. Edebiyat dergisinin önünde uzun bir kuyruk oluşmuştur. Gençler bu anlamlı hediye için sıraya girerler, beklerler ve üstatdan kitaplarını alırlar. Üstat Pakdil, uzun bir suslukluk döneminden sonra İstanbul’a daha sık gelmeye başlamıştı. Bir ara Eyüpsultan’daki programa katılmış ve hakkındaki paneli dinlemiştim. Üstadın özlü konuşması muhteşemdi. Sohbetin ardından eserlerini imzalattım. “Adaş” diye hitap etti, tebessümü eksik olmadı. Oğullarım Fatih Kerem ile Ömer Faruk’a kitap imzalarken okudukları mektepleri sordu. O gün, Ankara’da uzun yıllar yaşadığını, bundan sonra gelip İstanbul’a yerleşmesini teklif ettim. “Hayır” dememişti, “Hayırlısı” demekle yetinmişti. Üstadın 50 civarında eseri bulunuyor. Başlıcalarını analım: Anneler ve Kudüsler, Arap Şiiri, Derviş Hüneri, Edebiyat Kulesi, sayı//60// temmuz 96
Klas Duruş, Put Yapımevleri, Sükût Sûretinde, Konuşmalar, Otel Gören Defterler, Günlük, Mektuplar, Ahid Kulesi, Bağlanma, Batı Notları, Biat, Bir Yazarın Notları, Kalem Kalesi, Kalbimin Üstünde Bir Avuç Güneş, Korku, Umut, Arap Saati, Bir Yazarın Notları. Edebiyatın farklı türlerinde kaleme alınmış bu muhteşem külliyatı okumadan modern Türk edebiyatını anlamak ve bu konuda hüküm yürütmek, fikir beyan etmek mümkün değildir. Zira bu eserlerle nesiller yetişmiş ve edebiyat dünyasında var olmuşlardır. Yedi Güzel Adam’ın ilki ve ağabeyi olan Nuri Pakdil’in bütün eserlerini gençlere, bilhassa modern edebiyatımızı tanımak ve anlamak isteyenlere hararetle tavsiye ediyorum. Nuri Pakdil’in Ankara’da Akay Yokuşu’ndaki Edebiyat dergisi yazıhanesi... Batı Notları basılmış, gençler heyecanla kitapları raflara yerleştiriyorlar. Mutat olduğu üzere bir coşku, bir sevinç... Heyecan içindeki Nuri Pakdil, elini kaldırıp parmağı ile daireler çizerek “çaylar dönsün beyler” diye seslenir. Orada bulunan Mehmet Âkif İnan, gür sesiyle müdahale eder: “Nuri Pakdil, çaylar dansöz mü ki dönsün.” Başta Nuri Pakdil olmak üzere yazıhanedeki herkes kahkahayla güler. TRT’nin yayınladığı “Yedi Güzel Adam” filmi, dikkatleri değerlerimize çekti. Kitap fuarlarına katılan üstat Pakdil bir sevgi halesi oluşturdu. Kalem ve kelâm ustası büyüğümüzle ilgili olarak yurtiçinde ve dışında bir çok panel ve sempozyum yapıldı, kıymetli tebliğler sunuldu. Kendisine uzun yıllar niçin sustuğu sorulduğunda, “Her zaman sükutu seçtik ama ‘susmadık’. Bizim sükutumuz, bambaşka bir konuşma biçimidir. Nuri Pakdil, tüfeğini her koşulda elinde tutmasını bilmiştir.” diye cevap vermişti. Elhak doğrudur. Pakdil, sükutu seçtiğinde bile mesajlarını haykıra haykıra verebilmiş bir kılavuz adamdır. Haziran ayı başında kaldığı otelde yere düşüp kalçasını kıran ve başarılı bir ameliyat geçiren Nuri Pakdil, edebiyatı ciddiye alan büyük bir dava ve medeniyet adamıdır. Bir ideal, mefkure, ülkü ve iman eridir. Onu buradan saygıyla selamlıyorum. “Kalem, benim Kale’mdir!” diyen büyüğümüz, muhteşem bir çınar, sağlam duruşlu, muhkem tavırlı âbide şahsiyettir. Onunla ilgili yapılan her faaliyet, berekete ve coşkuya vesile oluyor. Çünkü o bizim ‘yerli ve millî’ aydınlarımızdandır. Bedenine sıhhat, ömrüne bereket diliyorum.