Biz’den…
“Ülkemde, Dağ Gibi Bir Türk İmanı Vardır ..” “Dost bîperva , felek bîrahm, devran bîsükûn Dert çok, hemdert yok, düşman kavî, tâli’ zebun” Fuzulî Milletimizin eğitim ve akademik dünyası hususunda ve eğitim sistemleri konusunda genel geçer fikirlerimiz vardır.. Profesörler entelektüel hayatın ifadesidirler.. Hadiselerin aydınlanmış aklî yönlerini bildikleri için , hayatı da bildiklerini vehmederler.. Umumi efkâr da aynı hayalin içindedir.. Üniversite rektörleri, hocaları millete nasihat vermekte tereddüt etmezler.. Oysa hayatın sadece sun’i bir cephesini bilmektedirler.. Profesörler, çok faydalı olan yerlerinde kalmalı. Halk ta onlara layık oldukları önemi vermelidir.. Fakat hayatî şeylerin sevk ve idaresi , hakikatle temas halinde olanlara aittir. Terbiye hakikatle temasa geçmek suretiyle yapılır. Büyük aydınlara ihtiyacımız var, ama kâmil insanlara daha çok ihtiyacımız vardır.. Öğretmen, bir zekâyı tamamen hazır bilgilerle dolduran öğretici değil, öğrencilerin kendi kendilerine fikirlerini geliştirmeleri için onları teşvik eden bir insan olmalıdır. İlk sınıflarda öğrencilere , hafızaya dayanarak sağlam bilgiler, formüller ve terimler öğretilmeli, sonrada onları asil duygulara doğru itmeli: Hakkaniyet, cömertlik ,doğruluk duygularına.. Ama, daha sonrada , şahsi fikir sistemini bulması için zekalarını serbest bırakmalı.. Her karakterde yavaş yavaş bir iç hayatın teşekkül etmesi, yıkılmayacak kadar sağlam bir duygu ve düşünce bütünlüğü içine girilmesi mecburiyeti vardır..Eğitim temelleri bu minval üzerinde olmalıdır.. Eğitimin ardından dağ gibi bir yüreğe ihtiyaç vardır.. *Güzel ülkemin coğrafyasında insanların güzelliği kadar, tabiat yapısının güzellikleri de insan varlığımızla bütünleşmektedir.. Coğrafyamızdaki nehirlerin ovaların dağların her birinin ruh çizgilerini paylaşmak isterim.. Adı Ağrı Dağı olan Vatan dağının güzelliğini anlatmak isterim.. “Hakikaten güzeldir , herşeyden evvel hemşehri bir dağ olduğu için güzeldir.. Ve hem de dağların ağasıdır.. Vatana kökünden sapasağlam bağlı olduğu için ona benzer başkasıyla başka ülkelerde karşılaşmanıza imkân yoktur.. Allah onu Türk Milletine öylesine benzer yaratmıştır ki.. Alnı hep göklerdedir, yüce mi yücedir..rakipsiz bir üstünlüğü vardır.. Her şey her mahluk yükselmek ister bu dünyada. Ama bazen erişilmeyen yücelikler vardır, bununki öyle bir şeydir işte. Hep yüce şeylerin konağı ve otağı olmuştur.. Nuh’un gemisinin de mekânı olduğu doğru ise insan neslinin
beşiği, beşer tarihinin de , bittiği yerden yeniden başlayan eşiği olmuştur. Bu şeref bu dağa yakışır.. Bembeyaz ve dimdik başı ile her an gökleri delip bir başka aleme nazar kılmak istediğini zannedersiniz.. Hele hele doğuya kanat gerişine ne demeli? Sanki cansız bir toprak yığını değil de, hisseden, sezen, şuur ve idrak ile yaşayan ve hareket eden varlık.. Tıpkı bu ülkenin milleti gibi.. Milleti neyi duymuş, sezmiş neyi hesaplamış ise o da öyle yapmış. Bir koruyucu kuvvet bir melek gibi bu vatanın üzerinde dönüp dolaşmış, bile bile o semti o cepheyi seçerek o kanada oturuvermiş gibi bir hali ve bir maksadı var. Soğuk diyarlardan esecek kasırgaları; Türk imanlı göğsü ile karşılayıp onu hariminde yok etmeye ne derece niyetli ise bu dağ da şimale doğru kafa tutmaya ve göğüs germeye kararlı.. Hakikaten insan veya tabiat eliyle o yönden kopup gelecek fırtınalar, kasırgalar boralar ve hatta atomlar bile ona çarpıp dağılmaya kırılıp parçalanmaya mahkumdur.. Onu yakından görseniz, Türk göklerinin rüzgarları dumanlı başında öfkeli bir kırbaç gibi kem gözlerde ve hoyrat suratlarda şaklamaya her an hazır olduğunu hisseder ve heyecanlanırsınız..Hesabı şaşmaz bir hesaptır. Kurduğu siperin gölgesinde bıraktığı ovaların ve insanların; Sakin ve ılık meltemin kucağında barındığını bilir.. Uykuların korkusuz rüyalarla sona erdiğinden emindir.. Çünkü; Hemen yanlarında Allah’ı her daim hatırlatan, sonsuza kadar giden ve ömrü boyunca onları gözleyip gözetleyen dağ gibi bir Türk imanı gibi, bir dağ vardır.. Dağlar ağasının çocukları, kuzuları bilirler ki; Barikatların , mevzilerin, koskoca tabiat siperlerinin gerisinde milletin gücüne dayanarak barınan bir vatanda, milli varlığı ve benliği ayakta tutmak, istiklalini ve medeniyetini korumak için onların yanında kafa, bilgi, iman ve şuur dağlarını ve kalelerini inşa etmeye ihtiyaçları vardır.. Tarihin yanlış ve çile çektiren ağalıklarının yerine bu nevi irfan dağları ve kaleleri yükselirse bütün bir millet toprağıyla, dağı taşı, vatandaşı ve yurttaşıyla ağalar efendisi olur.. Bilgi ve refah yoluyla vatan evlatları toptan efendi olunca ağalık sadece Dağlara kalır..” Güzel ülkemin güzel insanlarına vatan, millet duygularımızı ve kültürümüzü anlatmak için saçımızı tarayarak yeni bir sayı ile huzura geldik.. Hz.Mevlânâ der ki; Bize, gözün değil gönlün gördüğü ‘yürek’ gerek… “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..”
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 8
BiR KARANLIK SOVYET MİRASI:
KARLAG TOPLAMA KAMPI Abdulhamit AVŞAR
TÜRK EVi VE MALZEME ÜZERiNE
Dr. M. Sinan GENİM
14 18
KURŞUNLU CAMiNiN KUBBESiNDEKi SÛRE Mimar Dr. Kâmil UĞURLU
OĞLUM! HAREKET OLUYOR.. Mehmet Kâmil BERSE
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak
27
KUTSAL KÜLTÜR
iKi DÜNYA KÜLTÜRÜDÜR
Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN
32 36 47
MÜZELER ŞEHRi
GAZiANTEP
Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN
ŞEHiR KOKUSU Mehmet MAZAK
OSMANLI iSTANBULU’NDA BiR ORYANTALiST:
THOMAS ALLOM
Mehmet SANCAK
Sanat, Kültür / Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
ŞEHİR SOHBETLERİ 22
22 BİRECİK; 3K ŞEHRİ: KELAYNAK, KÖPRÜ, KANAAT / Fahri TUNA 24 LEHİSTAN SEFİRİ YOLDA MI? / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 28 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ: SELANİK -2- / Hüseyin YÜRÜK
52
ŞEHiR VE VAKIF AHMET NARİNOĞLU
31 GURBETTE DOĞAN ÇOCUKLAR -şiir- / Kâmil UĞURLU 38 REVANİ VE YIKTIRILAN MESCİDİ’NİN HAZİN ÖYKÜSÜ / Dr. Şakir DİCLEHAN 40 KIRIM’IN KARASUPAZAR ŞEHRİNDE YAŞAM KÜLTÜRÜ-1- / Doç. Dr. S.KERİMOVA 44 İSTANBUL AVRUPA YAKASI ÖRNEĞİNDE; YÜKSEK KIYI YAPILARININ, ŞEHİR MEKANI İNSAN VE SOSYAL YAPIYA ETKİLERİ/ Dr.Şimşek DENİZ 48 ŞEHİRLER GÖÇ VE TALAN / Mehmet KURTOĞLU
66
51 MEDENİYETİN İLK HAMLESİ KÂBE’YLE BAŞLAR! / Muhsin İlyas SUBAŞI
FARKINDA MISINIZ ?
Dr. Abdullah KANSU
54 FATİH’TE BİR GÖNÜL KALAYCISI / Serdar YAKAR 56 ŞANLIURFA’NIN ÂBİDEVÎ SESLERİNDEN BİRİ: MUKİM TAHİR / İsmail BİNGÖL 60 TARİHİN ÇİLESİ İÇİNDE: 93 HARBİ, GÖÇLER VE ZEKİ BABA HATIRALARI -iki- / Alişan HAYIRLI 64 VARLIĞININ ANLAMI ÜZERİNE NOTLAR. / Mehmet BAŞ
72
KiTAPLAR VE
BiR KAYGIM Muhsin DURAN
68 TÜRKÇENİN USTASI / Hüseyin MOVİT 70 NE GÜZELSİN SEN ORTADOĞU! / Veli DALBUDAK 75 SANATA DAİR / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 76 BİR BİLET HİKÂYESİ / Prof. Dr. Âdem EFE 78 MUSEO DELLA TORTURA SAN GIMIGNANO ORTAÇAĞ İŞKENCE MÜZESİ / Salih DOĞAN 81 ŞİDDET, HER DÖNEMİN DERDİ / Recep ARSLAN 82 YOL ARKADAŞLIĞI KUTSALDIR / Erbay KÜCET
88
ŞEHRiN UYKULARINI
KAÇIRACAK SÖZLERİM İmdat AKKOYUN
84 YOL ARKADAŞLIĞI KUTSALDIR: DR.GÜLNİHAL KÜPELİ İLE SÖYLEŞİ / İbrahim BAŞER 92 ÇAĞIMIZIN MUS’AB’I MUSA BANGURA-1- / Sabri GÜLTEKİN 94 EDEBİYATIMIZIN PARILDAYAN YILDIZI EMİNE IŞINSU / Mehmet Nuri YARDIM
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay.
Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com
Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
Kapak Fotoğrafı: Büyük İstanbul Depremi 1894
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com
BİR KARANLIK SOVYET MİRASI:
KARLAG
TOPLAMA KAMPI Toplu yok edişlerin merkezi ise, tüm dünyanın, kendisi de 3 yıl kadar Karlag Kampı’nda tutulan ünlü yazar Aleksandr Soljenitsin’in “Gulag Takımadaları” adlı eseriyle varlığından haberdar olduğu cezaevi nitelikli çalışma kamplarıydı. Abdulhamit AVŞAR*
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//62// eylül
4
aha düne kadar dünya ve ülkemiz için en büyük tehditlerden biri olan Sovyetler Birliği dönemi artık neredeyse hatırlanmaz oldu. Bolşevik ideolojinin yaptığı tahribat, hem ülkede hem de zihinlerde geri plana atıldı, unutulmaya başlandı. Halbuki Türkiye, bugün içinde bulunduğu ittifaklardan yaşamakta olduğu siyasî ve sosyal ayrışmalara kadar bu ideolojinin önemli etkilerine maruz kalmış bir ülke. PKK terör örgütünün aslında Sovyet ideolojisini benimsemiş bir yapı olarak ortaya çıktığı, bugün bile söylem ve retoriklerinde bunu devam ettirdiğini hatırlamak yeterince aydınlatıcı olur sanırım. Tabiî bu sadece Türkiye’ye bakan yüzü. Sovyetler Birliği döneminin yıkıcı etkileri aslında bizi ilgilendiren çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmış ve daha derin izler bırakmıştır. Bugün birer bağımsız devlet olan Türk cumhuriyetlerinin tarihi de, sosyal ve kültürel dinamiklerinin niteliği de Sovyet etkisi göz önüne alınmadan anlaşılamaz.Bu sebeple, kardeş coğrafyaların daha iyi anlaşılabilmesi bakımından Sovyet döneminin de iyi tahlil edilmesi, etkilerinin, mirasının derinlemesine incelenmesi zarurîdir. Bu topraklardaki ortak geçmişimizi araştırırken, 70 yıllık sözü edilen sistemin mantığını ve uygulamalarını da anlamaya ve anlatmaya çalışmalıyız. Girişi bu kadar uzatmamın bir sebebi var: Cevabını aramak gereken soru şu: Bundan 30 yıl önce dünyanın iki büyük süper gücünden biri olan Sovyetler Birliği nasıl bu kadar hızlı dağıldı? Sanırım buna en başta verilebilecek cevaplardan birisi, sistemin, insana yalnızca bir nesne olarak, büyük bir makinenin parçası olarak bakışıydı. Komünizm, iktidarı ele geçirdikten sonra ilk iş olarak toplumun tüm beşeri birikimini yok etmeye girişmiş, emre amade hareket etmekten başka davranışa izin vermeyen “standart” bir insan profili oluşturmayı hedeflemişti. Buna uymayan ya da uydurulamayacağı düşünülen herkes, milliyet ve inanç ayrımı gözetilmeden yok edildi. Toplu yok edişlerin merkezi ise, tüm dünyanın, kendisi de 3 yıl kadar Karlag Kampı’nda tutulan ünlü yazar Aleksandr Soljenitsin’in “Gulag Takımadaları” adlı eseriyle varlığından haberdar olduğu cezaevi nitelikli çalışma kamplarıydı. Sayıları bini bulan bu kamplarda milyonlarca insan tutulmuş ve kimi fiziken kimi de ruhen yok edilmiştir. Burada
şu önemli hususun da altını çizmek gerekir ki, Gulaglar Stalin tarafından inşa edilmişse de, çalışma kampı projesinin akıl babası Lenin’di. Lenin, bir zamanlar kendisinin de sürgün edildiği Çarlık dönemi kamplarından ilham alarak böyle bir kamp oluşturma düşüncesi ortaya koymuş, ancak erken ölümünden dolayı hayata geçiren Stalin olmuştur. Kısa zamanda ülke çağında bine yakın kamp oluşturulmuştu. Bunlar çoğunlukla Sibirya, Ukrayna ve Kazakistan topraklarında kümeleniyordu. Bu minvalde Kazakistan’da 11 toplama kampı inşa edilmişti. Amaç, Kazakistan’ın uçsuz bozkırlarını açık bir cezaevi olarak kullanmaktı. Kamp kurulan bölgelerin Avrupa’dan uzak ve başka ülkelere doğrudan çıkışı olmaması buraları kaçışı imkânsız büyük bir cezaevine dönüştürme fırsatı sağlıyordu. Ancak bir amaç daha vardı. O da, kamplarda toplanan yüzbinlerce insanı zorunlu çalıştırma yoluyla Kazakistan’ın zengin yeraltı kaynaklarından yararlanma isteğiydi. Bu yazıda, bu kampların en büyüğü olan ve ayrıca, Kazakistan’daki tüm toplama kamplarının yönetim merkezi olan “Karlag”tan söz edeceğim. Rusça adı olan “Karagandinskiy Ispravitelno-Tridovoy Lager” (Karaganda Islah Edici Çalışma Kampı) olan Karlag Kampı’nın ana merkezi Kazakistan’ın zengin kömür yatakları bulunan Karaganda kent merkezinden 45 kilometre uzaklıktaki Dolinka kasabasında kurulmuştu. Kamp, doğudan batıya 200 kilometre, kuzeyden güneye 300 kilometre genişliğe sahipti. Yaklaşık 21 bin kilometrekarelik bir alanı kapsıyordu. Bu devasa kampta, mahkûmların tutulduğu 200’den fazla yer bulunuyordu. Karaganda ve çevresindeki yerlerden başka, Karlag Çalışma Kampları İdare Merkezi’ne bağlı ilave iki büyük kamp daha bulunuyordu: 350 kilometre uzaklıktaki Akmola’da kurulu meşhur “Vatan Hainleri Eşleri Kampı” ALJİR ile 650 güneydeki Balkaş Toplama Kampı. Yukarıda da kısaca değinildiği gibi, Sovyetler’in “halk düşmanları”nı enterne etme gayesinin yanı sıra Kazakistan’ın bu orta yerine toplama kampı inşa etmesinin bir başka maksadı daha vardı. Bu yolla bölgedeki zengin yeraltı kaynaklarını değerlendirmek. Böylece daha kısa bir süre öncesine kadar toplumun en aydın kesimlerini oluşturan aydın nitelikli insanlar, bedava işgücü olarak yararlanılan birer köle haline getirildiler. İdam edilmeyip hayatta kalabilen Karlag
mahkûmları, Karaganda’nın zengin kömür madenlerinde güç şartlarda zorunlu çalışmaya tabi tutuldular, bina ve demiryolu inşaatlarında, tarım ve hayvancılık işlerinde çalıştırıldılar. Bine yakın toplama kampı içerisinde Karlag, Sovyetlerin en çok önem verdiği kamplardan biriydi. Bu anlamda, ülkedeki tüm kamplar içerisinde yönetimi, daha sonra KGB adını alacak olan, Sovyet gizli teşkilatı NKVD’nin bir şubesi olarak örgütlenen tek çalışma kampı burası olacaktır. Adından da anlaşılacağı gibi, Sovyetler -görünürde- bu kampları, birer ıslah merkezi, zararlı fikirlere sahip insanları eğiterek topluma kazandırma yerleri olarak takdim ediyordu. (Günümüzde Doğu Türkistan’daki toplama kampları hakkında Çin’in söylemlerine ne kadar benziyor değil mi?) Gerçekte ise çalışma kamplarındaki sistem tamamıyla bir sindirme ve yok etme mekanizması üzerine kuruluydu. Buraya getirilenler köleleştirilmek maksadıyla tutuluyorlardı aslında. Bu merhametsiz sistem, kamptan kurtulabilenlerin anlatımlarında, yayınlanan hatıralarda ve bugün artık elde olan arşiv belgelerinde açıklıkla görülebilmektedir. Karlag’la ilgili nizamname 1930 yılında oluşturulur, kamp ise 1931’de açılır. Evlerinden, doğdukları ve yaşadıkları topraklardan, “halk düşmanı” yaftasıyla sürgün edilenler, ardı arkası kesilmeyen vagon katarlarıyla burrya taşınırlar. Bir vagona en az 40 kişi konulur. Bazen eksi 50 dereceye inen soğuklarda, tıka basa günlerce süren bir yolculukla buraya getirilirler. İroniktir ki, vagonların adı da “Stalin”dir, âdeta “büyük ağabey”in her yerde olduğunu göstermek istercesine. Karlag’a getirilen insanların çoğu Kazakistan dışında yaşayan halklara mensuptu ve Moskova, Sen Petersburg, Kiev gibi büyük şehirlerden toplanmışlardı. Sovyet yönetimi aslında hakikati dile getirme çabasından başka hiçbir suçu olmayan ama düşünebilen, kendi fikirlerine sahip aydınları, bilim adamları ve siyasetçileri bu şekilde “ıslah” ediyordu. Hatta bu insanların yalnızca kendileri değil, eşleri de sürgüne tabiydi. Mantık da çok basitti: Şayet bir kimse suçlu ise onun eşi de suçludur! Eşlerinden dolayı Kazakistan’a sürgün edilen kadınlar genellikle Karlag’ın bir şubesi olarak kullanılan Akmola Eyaletindeki “Aljir” Kampı’na gönderiliyor olsa da Karlag’ta da tutuluyorlardı. Bu kadın ve yanlarındaki üç yaşından küçük çocuklar, Stalin rejiminin işkenceci yöneticileri tarafından erkek mahkûmlardan bilgi alabilmek için rehin ve baskı unsuru olarak
5
kullanılıyorlardı. Karaganda bölgesindeki kampı görmek için gittiğimde bir hafta sonuydu. Kamp 1959’da kapatıldıktan sonra arazisinde zamanla köy ve kasabalar kurulmuş. Bugün yalnızca kampın yönetim merkezi olarak kullanılan binası ayakta. Kazakistan’ın bağımsızlığından sonra burası tadil edilerek o günlerin unutulmamasını sağlamak maksadıyla müze haline getirilmiş. Müzenin etrafı duvarlarla çevrili. Geniş bir bahçesi var. Tüm Sovyet sisteminin göz boyamacılığı burada da tüm özellikleriyle karşınıza çıkıyor. Mesela, hemen girişe, bir süs havuzu inşa edilmiş. Bahçenin iki tarafı yeşilliklerle ve çiçeklerle bezeli... Sanki, binanın mahzenindeki odalarda insanlar işkenceler altında inlemiyormuş, burada alınan kararlarla çalışma kamplarında bulunan yüzbinlerce masum insan zulme maruz kalmıyormuş da, bir dinlenme merkezine gidiyormuşsunuz gibi düzenlenmiş bahçe. Ama bugün bu sahnenin sahteliğini daha müzeye girmeden anlamamıza yardımcı olacak bir anıt dikilmiş bahçeye. Anıtta yer alan bir ifade çok çarpıcı: A. Tajibayev’in, Saken Seyfullin’in dilinden ifade ettiği “Vur” diyen kim? / Vuran kim? / Mezarım nereye gömüldü?” mısraları bize aslında müzenin içinde göreceklerimize ilişkin önemli bir ipucu veriyor. (Seyfullin (1894-1938), modern Kazak edebiyatının önde gelen şahsiyetlerindendir. Kazakistan Yazarlar Birliği’nin kurucusu ve ilk başkanıdır. Alaş Milli Hareketi’nin önderlerinden Mağcan Cumabay’a yardım ettiği ve Kazakların milli geleneklerine yer verdiği bir romanı gerekçe gösterilerek, Kazak Edebiyatı’na katkılarından dolayı “Enbek Kızıl Tuğ (Emekçi Kızıl Bayrağı” ödülüne layık görülmesinden yalnızca bir yıl sonra, 1937’de tutuklanarak toplama kampına konulmuş, ertesi yıl da idam edilmiştir). Bu anıtın hemen ilerisinde dikkatleri çeken devasa bir orak çekiç göze çarpıyor. Hemen yanına da Lenin’i andıran bir heykel dikilmiş. Bu manzaraya bakınca, Sovyet düşüncesinin varlık olarak insanı nasıl “hiç” olarak gördüğünü çarpıcı bir şekilde hissediyorsunuz. Bu orak çekiç ve heykel, kamp günlerine ait, o zaman inşa edilmiş. Bugüne kadar saklanması isabet olmuş, çünkü müzede görülecek ve bugünden bakıldığında bu kadarı gerçek olamaz duygusuna kapılacağımız belge ve bilgilerin yaşanmışlığı hakkındaki tereddütleri ortadan kaldırıcı bir rol oynuyor. Ve bu o günlerin ayakta kalmış bu iki objesi sizi birden geçmişin o karanlık günlerine götürüyor.
sayı//62// eylül
6
Burada yaşananların hatırası, insanı kuşatmaya başlıyor. Sanki dört bir yanda iniltiler, işkence sesleri ve zalimlerin yürekleri ezmek için attığı naraları duyar gibi oluyorsunuz. Kamp yönetim binası da sanki tüm ağırlığıyla üzerinize gelmeye başlıyor aniden. Bu halet-i ruhiye ile müzeye adım atıyorsunuz. Karlag Müzesi’nin kuruluşu resmi olarak 2001’de karar verilmiş, gerçekleşmesi ise 2011’de mümkün olmuş… Müze, eski Sovyet coğrafyasındaki en büyük Gulag temalı müze olma özelliğini de taşıyor. Aslında dönemin kamp yönetim merkezi olan müze binası üç kattan oluşuyor. Giriş, zemin ve birinci kat. Önce giriş katını gezmeye başlıyorsunuz. İlk olarak, 1930’lu yıllarda yaşanan açlık dönemiyle ilgili belge ve görsellerin sergilendiği bölüme adım atıyorsunuz. Kazakistan nüfusunun yaklaşık yarısının hayatını kaybettiği o meşum döneminde yaşananlara ait fotoğraflar, belgeler ve etkileyici tablolar gözler önüne seriliyor. 1930’lu yıllar, neredeyse tüm Kazak aydınlarının toplama kamplarına alındığı ve hemen hemen hepsinin idam edildiği yıllar aynı zamanda. Ardından Karlag’la ilgili tematik bölmeler yer alıyor: Günlük hayatta kullanılan eşyalar, annesiyle birlikte sürgün edilen çocuklara ait beşik ve eşyalar, kamptaki ekonomik faaliyetlere ait görseller, canlandırmalar, kampın kuruluşu ve tarihine ilişkin arşiv belgeleri, fotoğraflar… Giriş katındaki gezinti sırasında bir sistemin insanları nasıl toptan köleleştirdiğini ve iradesini yok edebildiğini yakından görebiliyorsunuz. En çarpıcı olanı da; açlık, zulüm, insan gücünü aşan zorunlu çalışma şartları altında nefes alamayan insanların tutulduğu yerlere, etrafı neşe dolu insanlarla çevrilmiş Stalin fotoğraflı propaganda afişlerinin asılmış olması. Düşünebiliyor musunuz, gün boyu onun zulmü altında inleyen bu insanlar, kaldıkları yerlere geldiklerinde, oturdukları kalktıkları yerlerde kendilerine gülümsemeyle bakan Stalin portreleri ile yüz yüze gelmek mecburiyetindeler. Şüphesiz kampa getirilen herkes büyük zorluklara maruz kalır. Ama özellikle kadınlar ve çocuklar için hayat daha da dayanılmazdır… Giyecek ayakkabı, kıyafet adına hiçbir şeyleri olmayan çocuklar için yorgansız, kuru kamış döşekler üzerinde uyumak başlı başına bir işkencedir zaten… Kadınlar ise yazın bağ ve bahçe işlerinde, kışın ise dikiş atölyelerinde çalıştırılırlar. Öyle ki, çocuklu kadınlar bile, günde en az 10
saat çalışmak zorundadırlar. Doğal olarak bu şartlar altında çoğu anne sütten kesilir; soğuk ve açlıktan ölen bebekler ise toplu mezarlara atılır. Hayatta kalabilen çocuklar da 4 yaşına geldiklerinde annelerinden alınıp çocuk kamplarına gönderilirler… Ve orada annebabalarının kim olduğunu bilemeden hayatta kalma mücadelesi verirler. Müzenin bodrum katı ise gerçekten bir “bodrum”. Karanlık bir dehlizin iki yanında, farklı cezalandırma yöntemlerinin uygulandığı demir kapılı odalar sıralanıyor. Mesela hemen koridorun sağında üstü demir mazgalla kapatılmış bir yer altı hücresinde ayağı prangalı bir tutsak yer alıyor. Karşısındaki odada da kollarından tavana asılmış bir başkası bulunuyor. Onun yanında yatakları tahta olan erkek ve kadın koğuşları, bitişiğinde sorgu odası… Ve dehlizin sonunda insanın kanını donduracak görünümdeki işkence odası. Duvardaki kan izleri, tavana ve duvarlara asılı kelepçeler, askılar… Buraya girince zulüm ve işkencenin şiddetini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Velhasıl, bodrum katı, insana ayrı bir zamana ve ayrı bir dünyaya aitmiş hissi veriyor. Oysa, hakkında çok şey duyduğumuz, söylediğimiz ama hakikatin bunların yanında sönük kaldığı gerçek bir dünya burası. Yaşanmış ve izleri hiç silinmeyecek olan bir dehşet dünyası… Sovyet zindanlarında mahkûmluğun nasıl olduğunu gösteren bir âlem… Müze gelen ziyaretçiler, bu alt üst olmuş ruh haliyle birinci kata çıkarılıyorlar… Bu katta, o dönemde yöneticilerin oturduğu odalar yer alıyor. Özgün mobilyalarla birlikte dönemin atmosferi de korunmuş. Her tarafta Lenin posterleri, mekânın insan üzerinde egemenlik kurmasını sağlayacak diğer eşya ve malzemeler… Ve bu odanın hemen karşısında tutsakların fırçasından çıkmış, dikkatle bakınca özgürce bir nefes alabilmeye hasret duyguların çizildiği “propaganda” resimleri. Bu katta Karaçay, İnguş, Ahıska Türkleri başta olmak üzere Karaganda’ya sürgün edilen çeşitli milletlere mensup halklara ait belgeler de sergileniyor. Onlara ait etnografik malzemeler sergileniyor. Karlag’ta konusunda anlatılacak çok şey var. Ama sanırım görülmeyince her şey eksik kalır. Bu sebeple şimdilik sözleri bu noktada sonlandırmak istiyorum. Bu arada, Dolinka dışında, Karlag’ın kara yüzünü sergileyen bir toplama kampı daha bulunuyor yakınlarda. “Spassk” adı verilen ve aynı zamanda “savaş esirleri kampı”
olarak da bilinen bu kamp “ölüm merkezi” olarak biliniyordu. Buraya gönderilen çok az insan geri dönebilmişti. Hastaların da ölümü beklemek üzere gönderildikleri bu kamptan bugün hemen hiçbir iz kalmamış. Yalnızca mezarları belli olmayan bir toplu mezarlık alanı göze çarpmakta… Sessiz, dilsiz, bozkırın ortasında yapayalnız bir mezarlık… Sürgünlerin tutuldukları diğer yerlerin ise ya tamamen izleri kaybolmuş ya da bugün başka amaçlar için yararlanılmakta. Öte yandan her milletten 1 milyona yakın insanın tutulduğu Karlag’da bugün, Stalin döneminde yaklaşık bir milyon insanın maruz kaldığı zorluklara bir pencere açtığı gibi Kazakistan’ın milli benliğinde Stalin dönemine karşı bir haykırışı da sembolize etmektedir. Kazakistan Milli Avrasya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Amirjan Alpeyisov’un ifadesiyle “Polonya ve Almanya’daki kamplar hakkında hep konuşuyoruz, örnek olarak gösteriyoruz. Peki, neden Sovyetler Birliği dönemindeki olaylar hakkında susmalıyız? Halkımızın bilmesi gerekiyor, geçmişin hatırlanması gerekiyor. Eğer halkımız geçmişteki olaylar hakkında bilgi sahibi olursa o zaman eksiklere meydan verilmez.” Kazakistan’a yolu düşenlerin muhakkak görmesi gereken yerlerden biri de başkent Nur-Sultan’a yaklaşık 2 saat mesafedeki Karlag müzesi olmalı… Burayı görmek, yine bir başka komünist ideolojiden beslenen Çin Halk Cumhuriyeti’nin “eğitim kampları” adı altında gizlemeye çalıştığı toplama kamplarının ne olduğunu da anlamamıza yardımcı olacaktır.
7
eçmişten günümüze dünya mimarlık tarihi içinde bilinen üç ev tipi vardır. Roma Evi, Türk Evi ve Çin Evi. Türk Evi; bir dönem Budapeşte’den Kahire’ye, Bahçesaray’dan Bağdat’a kadar uzanan coğrafyada, büyük bir imparatorluğun kültür mirası olarak var olan yapı tipidir.
TÜRK EVİ VE MALZEME ÜZERİNE
Bazı ülkelerin coğrafi sınırları zaman içinde değişebilir, çağımızda önemli olan kültürel sınırlardır. Günümüzde coğrafi olarak büyümenin güçlükleri göz önüne alındığında, etkin bir güç olarak kültürel büyümenin sonsuzluğunu ve önemini her zaman ön planda tutmak gerektiğini unutmamalıyız. Dr. M. Sinan GENİM
Üsküdar 'da Bir Sokak
Günümüzde Bosna-Hersek, Sırbistan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan bu yapıların örneklerini koruyup geleceğe ulaştırmak için çaba göstermektedirler. Ancak 1980’li yıllardan sonra giderek hızlanan bir politikayla, bu mirası “Vernacular/Yöresel veya Geleneksel Mimari” adı altında her ülke geçmişte bağlı oldukları imparatorluğun değil, kendi yöresel/geleneksel kültürlerinin örnekleri olarak tanıtmayı tercih etmektedir. Architecture d'Aujourd'hui isimli mimarlık dergisinin, Nisan 1985 sayısına ek olarak verilen Fransız Mimarlık Enstitüsü’nün “Mimarlık Bilgi Bülteni” isimli on altı sayfalık dosyanın konusu TÜRK EVİ’dir. Bu araştırmanın konusu olan yapıların yer aldığı bölge ve şehirler Balkanlardan, Güneydoğu Anadolu’ya kadar uzanan bir haritada yapı tipleri ve cephe özellikleri belirtilerek sunulmuştur. Genelde bir şehirdeki anıtsal yapıların yönetici sınıflar, hâkim ideoloji tarafından yapıldığı ve yaptırıldığı bilinmektedir. Ancak konutlar bölge halkının kendi kültürel kökenlerine bağlı olarak yapılmaktadır. Bu nedenle konutlar bir ülkenin kültürel bağlarının kaynaklarını göstermek açısından çok önemlidir. Bazı ülkelerin coğrafi sınırları zaman içinde değişebilir, çağımızda önemli olan kültürel sınırlardır. Günümüzde coğrafi olarak büyümenin güçlükleri göz önüne alındığında, etkin bir güç olarak kültürel büyümenin sonsuzluğunu ve önemini her zaman ön planda tutmak gerektiğini unutmamalıyız. Yaygın bir coğrafyada anıtsal mimarimizin çok sayıda örneğine rastlamak mümkündür. Özellikle TİKA, Balkan coğrafyasında geçmiş döneme ait anıtsal yapılarımızı korumak ve geleceğe intikalini sağlamak için büyük bir çaba sarf etmektedir. Ancak gerek bu bölgelerde, gerekse Anadolu coğrafyasında yaygın olarak bulunan geleneksel konutlarımızın çok azı böylesi bir destek görmektedir. Yukarıda da
sayı//62// eylül
8
Pantheon Tapınağı Kubbesi
Vitruvius
Pantheon-Tapınağı-Roma-İtalya
kısaca belirtmeye çalıştığımız gibi geleneksel konut mimarimiz bu bölgelerde yaygın yaşam kültürünü yansıtması, özellikle bazı yapılarda yer alan manzara resimlerinin imparatorluğun merkezi olan İstanbul’a olan özlemi belirtmesi açısından ne kadar önemli olduğu gözden kaçmamaktadır. Yaygın bir imparatorluk kültürünün günümüze ulaşan bu vazgeçilmesi mümkün olmayan örneklerinin bir an önce teker teker tespit edilip, rölövelerinin yapılıp, detaylı olarak belgelenip çok dilli ve kapsamlı bir yayınla dünyaya tanıtılması ve hatırlatılması gerekmektedir.
Eğer bir mimar, günümüzün yaygın ve ucuz malzemelerinden biri olan betonu kullanmayı beceremiyor, ortaya kötü sonuçlar çıkıyorsa, bilin ki o mimar ahşap, çelik veya herhangi bir diğer malzeme ile de başarılı sonuçlar, örnek ve öncü bir yapı yapmayı beceremez. Önemli olan malzeme değil, insanın yaptığı veya yapacağı işteki bilgi birikimi ve deneyimidir. Ahşap konusunda dilbazlık edenlerin hemen hiçbirinin yapı konusunda yeterli bilgi sahibi olduğunu da düşünmüyorum. Ahşap kullanıldığı bölge ve yapıya, hatta yapının neresinde, ne amaçla kullanıldığına göre çeşitlilik arz eder. Günümüzden iki bin yıl önce , “De Architectura/Mimarlık Üzerine” isimli kitabında ahşap konusuna yedi sayfalık bir bölüm ayırmıştır. Bu bölümün ilk cümlesi “Kerestelik ağaçlar sonbahar başında Batı rüzgarının esmeye başladığı zamana kadar kesilmelidir” demekte. Çünkü, ahşabın cinsi (Meşe, Gürgen, Çam, vs.) bir yana, kesilme dönemi bile yapıda kullanıldığı yere göre önemlidir. Günümüzde ahşap adı altında her cins kereste nasıl kesildiği bir yana cinsi bile bilinmeden hemen her yerde kullanılmakta ve yapılan bu uygulamadan başarılı bir sonuç çıkması beklenmektedir.
Geçmişi ve geçmişten kalan kültürel birikimi bir müzecilik anlayışı içinde teşhir etmek, onu esas gayesi olan yaşamdan soyutlamak ve dondurmak gelecek için bir çözüm değildir. Önemli olan geçmişin birikimlerini incelemek, onlar üzerinde araştırma yapmak ve ders alarak gelecek için yeni örnekler inşa etmektir. Son zamanlarda giderek artan bir şekilde malzemenin (ahşap) ön plana çıkararak korumanın yapılabileceği sözlerinin etkin olduğunu görmekteyim. Malzeme bir araçtır, tıpkı kalem gibi düşündüklerimizi ve kurguladıklarımızı hayata geçirmek için kullanılması gereken bir araç. Eğer siz yazı yazmayı bilmiyorsanız veya karmaşık bir yazı yazma sitiliniz varsa, kullandığınız kalem ne olursa olsun sonuç hüsran olacaktır. Mimaride önemli olan bir yapının içerdiği düşünce yapısı, vermek istediği mesaj, plan, kesit, görünüşün yanı sıra bağlama ve birleştirme teknikleridir.
İki bin yıl önce Vitruvius “Ağaçların birbirinden çok farklı ve değişik özellikleri vardır. Örneğin meşe, karaağaç, kavak, servi, köknar ve benzerleri, özellikle binalar için en uygun ağaçlardır. Ne meşe köknarla bir olabilir ne servi karaağaçla ne de bunlar gibi başka ağaçlar
9
Türk Evi'nin Yayılış Haritası
Arnavutköy'de Ali Paşa Yalısı
da başka ağaçlarca doğaca aynı özelliklere sahiptir. Tek tek her ağaç kendi cinsine özgü unsurlardan müteşekkildir, dolayısıyla her cinsin yapılardaki kullanımı da farklı farklı özellikler içerir” diye bu kitabı okuyacak mimarlara öğütte bulunuyor. İki bin yıl sonra bakıyoruz, konu üzerinde uzman olduklarını ifade eden, bazı aklı evveller, ne olursa olsun ahşabın yaygın olarak kullanımını teşvik etmeye çalışıyor. Bazı restorasyon çalışmalarında kavak ağacının taşıyıcı olarak kullanılmaya çalışıldığını görüp uyardım, ancak bu uyarımın “siz zaten ahşaba karşısınız” denilerek dikkate alınmadığını da üzülerek gördüm. Ahşap kullanıldığı ağaç cinsinin yanı sıra nitelikli bir bağlama ve birleştirme bilgisi de gerektirir. Ahşap yapı yapan ustalara geçmişte “Dülger” denirdi. Günümüzde bu kelimeyi hatırlayan bile kalmadı. “Neccar” adı altında birleşen ahşap sayı//62// eylül
10
imalat ustaları dülger, marangoz, ince marangoz ve doğramacı olarak dört ayrı ustalıkla sınıflandırıldı. Dülger yapının taşıyıcı sistemini çatar, marangoz döşeme, tavan kaplamaları, merdiven gibi daha nitelikli işleri üstlenir, ince marangoz zarf, dolap ve benzeri çoğunlukla da bir yapının taşınabilir ahşap imalatlarını yapardı. Adı üstünde doğramacı ise kapı, pencere gibi hareketli aksamı imal ederdi. Şimdi görmekteyim ki günümüz marangozlarının çoğu, bilir bilmez tüm bu işleri yapabileceğini iddia etmekte ve sorumluluk üstlenmektedir. Yaptığı işten hayır gelir mi, sanmam ama onlar ne yazık ki yapmaya devam ediliyor. Üstelik bir grup konunun uzmanı geçinen kifayetsiz muhteriste bu yapılanları onaylamayı ve teşvik etmeyi hüner zannediyor. Çoğu kere betonarmenin ömrüne değer biçenlerle konuşuyorum, üstelik bunların bir bölümü de konularında insan yetiştiren akademisyenler. Onlara göre betonarmenin ömrü otuz-kırk yıl, bilemediniz taş çatlasın elli yıl. Peki ahşabın ömrü dediğimizde yüzlerce yıl, eğer taş ve tuğla kullanırsanız yapının ömrü sonsuz denildiğine şahit oluyorum. Kulağıma eskilerin bir sözü geliyor “cahilin cesareti çoktur” gerçekte cahilin cesareti çoktur derler ama bence cahil haddini bilir, esas dikkat edeceğimiz yarı cahil, ne bilip ne bilmediğinin farkında olmayan kişilerdir. Kişisel beklentileri nedenleriyle, doğruya ulaşmak için çaba göstermeyen kişilerin egemen olduğu bir mimari faaliyetin, isterse adı restorasyon olsun geleceğinin olmadığını tarih bize çok kere gösterir. Gelelim betonarmenin ömrüne,
Amasya-Hazerfenler Konağı
betonarme, bin yıllardır kullanılan “Puteoli Volkanik Tozu” denilen ve beton yapımının ana malzemesi olan bir tür doğal malzemenin endrüstriyel olarak çimento adı altında imal edilmesi ve içine çekmeye dayanıklı demirin yerleştirilmesiyle oluşan ve çoğunlukla bir taşıyıcı sistem malzemesidir. Vitruvius kitabında “Puteoli Volkanik Toz” dediği bu malzemenin kullanımına üç sayfa ayırır. “Bu toz kireç ve moloz taşla ‘calce et caemento’ karıştırılınca her tür yapıyı dayanıklı kılmakla kalmaz, denizde kurulacak iskeleler bile onun sayesinde suyun altına sağlam oturur” diyerek, bu tozla elde edilen sonucu günümüze taşır. Konu üzerinde uzman geçinen çok kişi bilmez ama, MS. 113-124 tarihleri arasında Roma’da yapılan yüksekliği 45,6 metre, genişliği 54,5 metre olan, hâlen bazilika olarak kullanılan ve büyük bir kalabalık tarafından gezilmekte olan Panteon’un kubbesi dökme betondur ve 1800 yılı aşkın süredir, geçirdiği bunca depreme rağmen ayakta durmaktadır. Betonun ömrü nedir, işte size yaşayan ve binlerce yıldır kullanılan bir yapı. Peki, betonun içindeki demirin ömrü nedir, eğer gerçekten gerek betonun kalitesi, gerekse içindeki demirin veya çeliğin beton tarafından havayla teması önlenirse sanırım sonsuzdur. Daha öncede belirtmeye çalıştığım gibi önemli olan malzeme değildir, önemli olan malzemenin doğru kullanımıdır. Her tür malzeme doğru kullanılır ve bilgi ile desteklenirse sonuç olumlu olacaktır. Nereden nereye geldik, Türk Evi’den başlayıp malzemeye geldik. Bence mimari
Anadoluhisar Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı
konusunda günümüzde yaygın olarak “cambaza bak” oyunu oynanmakta, kifayetsiz muhterisler, malzemeyi ön plana çıkararak mimari yetersizliklerinin üstünü örtmeye çalışmaktadırlar. Türk Evi, araştırıp bilgi sahibi olacağımız bir kültürel birikimdir. Onun geleceğini ve ondan öğrenerek gelecek için planlayacağımız yapı tiplerini gerek plan, gerekse cephe düzeni olarak çalışmamız gerekmektedir. Malzemenin niteliği bizi mimar olarak kısıtlamamalı ve bir engel olarak görülmemelidir. Bugün ülkemizin yeni bir mimari anlayışa kavuşması gerektiği konusunda hemen hemen hepimiz müttefikiz, uygulanmakta olan mimariye bağlı olarak şehirlerimiz nerede ise birer kâbus ortamı gibiler. Bütün bu oluşumun uzun yıllardır uygulanmakta olan İmar Kanunu, 11
Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı
yönetmelikler, plan ve plan notlarından kaynaklandığını görmezden gelip, giderek daha detaylı bürokratik kararlarla bu işin önüne geçmenin mümkün olmadığının farkında bile değiliz. Çok kere belirttiğim gibi yıllar önce Prof. Oelsner ile öğrencileri arasında geçen konuşma gerçekten üzücüdür. - Bana söyler misiniz, Türk halkı ne yapmalıdır? .................................. - Dua etmelidir! .................................. - Türk halkı ne için dua etmelidir? .................................. - Belediyenin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir! Eğer bu imar planları tatbik edilirse, bu ülke birkaç asır belini doğrultamıyacaktır. Hâla aynı yöntemde ısrar etmemizin sonuçlarına katlanmakta zorlanıyoruz. Yeni bir mimari oluşturmak için başta İmar Kanunu olmak üzere, imar ve iskânla ilgili bildiğimiz her şeyi yeni baştan gözden geçirmeli, yeni bir yol ve yöntem belirlemeliyiz. Merkezden kaynaklanan emir ve buyrultular ile geldiğimiz nokta, oluşturduğumuz mimari ve şehirler hiçbirimizi mutlu etmiyor. Nerede ise bu şehirlerde yaşamaktan utanır hale geldik.
sayı//62// eylül
12
Çağımızın ünlü mimarlarından Frank O. Gehry bir konuşmasında; “Sizce bir mimar ne kadar özgür olabilir? Fiziksel kanunlar, istatistikler, mühendislik sınırlamaları… Bazıları da benim ufak oyun alanımı daha da daraltmaya çalışıyor. Bunu kabullenemiyorum” demiş. Kanunlar, yönetmelikler, yönergeler, imar planları, plan notları, kişisel kabuller, iyi ve güzele karşı toplumsal direnç, yerel yönetimler, bitmez tükenmez onay makamları, kötü işçilikler, sonu gelmez kişisel beklentiler… Nasıl olup ta, bir mimar bütün bunlara rağmen aradan sıyrılıp, güzel ve çağdaş bir bina yapabiliyor, doğrusu büyük bir hayretle seyrediyorum. Kanun, yönetmelik, bu kadar planın, plan notunun oluşturduğu şehirler ve mimarimizin, bu topraklarda binlerce yıllık birikimi göz önüne alarak çok daha iyi sonuçlara neden olması gerekirken, ortaya çıkan bu sonucun tedavisi için imarla ilgili her şeyi yeni baştan düşünmemiz ve düzenlememiz gerektiğinin farkına varmamamız bir mimar olarak beni üzüyor. Gerçekten bir kişi liderlik yapıp, takip etmemiz gereken yeni bir yol için önümüzü açmalı ve
Arnavutluk Gjirokaster Bir Ev
bizi geleceğin hışmından korumalı. Bu işlerin kısa zamanda olumlu bir sonuç vermesini beklemiyorum, ancak uzun bir süre içinde gelecek kuşakların yaşamaktan mutlu olacağı şehirler elde etmenin başkaca bir çaresi olmadığını düşünmekteyim.
Kastoria Emmanoğlu Evi
Ülkemiz insanının kabiliyetli ve yaratıcı olduğuna inanırım, onun hareket alanını kısıtlamak yerine, oyun alanını genişletmenin, ancak kesin olarak uygulanan az sayıdaki kural ve kararların daha iyi sonuç vereceğini, insanoğlunun geçmişe ait deneyimlerini göz önüne almanın faydalı olacağını belirtmek isterim. Kendimiz dışındaki, herkesin ahlaksız olduğu bir toplum düşünmenin kimseye faydası yoktur. Geleceği oluşturmak bizim elimizde... M. Sinan Genim 21 Eylül 2019, İstanbul. Eklenecek belgeler: Bir veya birkaç türk evi Panteon Türk Evi’ nin yayılış haritası KAYNAKÇA
1- Vitruvius, Mimarlık Üzerine, Çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul, 2017. 2- Prof. Oelsner’in 1943 yılında Akademi’de şehircilik dersine başlarken öğrenciler ile arasında geçen konuşma. Bkz. Turgut Cansever, Ev ve Şehir, İstanbul, 1994. S,102.
13
KURŞUNLU CAMİNİN KUBBESİNDEKİ SÛRE Dün böyleydi, bugün de burada hâfızlar “Efendi”dir. Bu sıfat herkese verilmez. Eğer ünvanınızda hâfızlık varsa siz “efendisiniz” Bu, kasaba halkının hâfızlığa verdiği değerin işaretidir. Mimar Dr. Kâmil UĞURLU
araklı bir özelliği sebebiyle de farklıdır, fark edilir. Anadolu kültürünün önemli şubelerine bu küçük merkez, ölçüler oluşturmuştur. Yurdun değişik bölgelerinde kendilerini belli eden hâfızların, hâtiplerin çoğu Taraklılıdır, temel eğitimlerini buradan almışlardır ve gerçekten farklıdırlar. Onlar kadim “Osmanlı kültürünün bakiyeleri”dirler. Taraklı’nın memlekete yolladığı erik, elma, ceviz ve şimşirden daha çok, daha değerli, daha meşhur ihracı bu hâfızlardır. Taraklı, din adamı eğitimini, gelenekselin özünü kavrayarak yapmaktadır. Mesleğin bütün kademelerini ve inceliklerini öğrencisine tâvizsiz uygulamaktadır ve zaman zaman rahlenin öbür tarafına tanınmış, büyük hocalar oturmaktadır. Bu hâl yakın zamanlara kadar devam etmiştir. Cumhuriyetin ilk zamanlarında ve tek partili dönemlerde, din ve dinî öğretenler yasaklandı. Yasaya rağmen buna cüret edenler ağır şekilde cezalandırıldı. Bu netâmeli zamanlarda bile Taraklı “hâfız ve hoca yetiştirmekten” geri durmadı. Bunu “genlerinde vâr olan tutuculuğundan” yapmadı. “Memleketin kültür devriminde yaşadığı akıl almaz şokların, insanların bünyesinde sarsıntı yaratmadan geçiştirilmesi için bulduğu tabii bir çözümdür. Gericilik veya tutuculuk değil, asla değil, hırsımızın imbiğine katılan yeni kimyanın kırıp dökmeden ve sırçasını çatlatmadan oluşmasına yardım edecek geleneksel bir yardımdır, bir katkıdır. Ne var ki bu durum, 1960’lara kadar böyleydi. Bugün bu özelliği zayıfladı ve gelenekteki ölçülerde mensubu kalmadı.
Fotoğraflar: http://bogaziciligezginler.blogspot.com/2017/01/yunus-pasa-camii-kursunlu-camii.html
Dün böyleydi, bugün de burada hâfızlar “Efendi”dir. Bu sıfat herkese verilmez. Eğer ünvanınızda hâfızlık varsa siz “efendisiniz” Bu, kasaba halkının hâfızlığa verdiği değerin işaretidir. Taraklı’da yetişip de, mesela İstanbul’a giden hâfızlar, önemli camilerde hemen vazifeye başlarlar. Kolay iş değildir. Selâtin camiler değil, ufak çaptaki camilere bile imam-müezzin, vaiz tayin edilirken en iyiler seçilir. Çünkü o kadar çok talibi vardır ki, onların içinden en iyilerini seçmek de zor, seçilmek de zordur. Taraklı’nın hâfızları bu sınavı her zaman ve zorlanmadan geçtiler. Buna en çarpıcı örnek Saim Özel Hocanın, Süleymaniye Camisi imamlığına seçildiği zaman teşekkül etmiştir. Herhangi
sayı//62// eylül
14
bir camiye imam olabilmek için asgari şart ortaokul mezunu olmak iken, Saim Hoca bu şartı sağlayamadı. Çünkü ilkokul mezunuydu. Hocayı dışardan imtihana sokup orta mektep diploması aldılar ve o ancak o zaman mihraba geçebildi, kürsüye ve minbere çıkabildi. Taraklılı hâfızların üslubu farklıdır. Bu ne kadar önemlidir. Genelde hâfızlar başarılı kabul edilen bir lider hâfızı taklit ederek onun yolundan yürürler. Halbuki Taraklı’da beş asırdan bu yana, sadece buraya özgü bir üslûp, bir tarz geliştirmiştir ve hemen tanınırlar. Hâfızlık dışardan görüldüğü gibi kolay edinilecek bir meslek, bir marifet değildir. Hafızlığı salt ezberlemek zannedenler yanılırlar. Meseleye tâlip olan bir “talebe” birçok denemelerden, eleklerden geçtikten, pedagojik şartları öğrenip uyguladıktan sonra bu zor unvanı hak ederler. Öylesine büyük ve kusursuz bir çalışma gerektirir ki, bazan ezber yapmaya çalışan talebe, kendini kaybeder, çok farklı bir dünyanın atmosferine girer ve kendinden geçer. Bu kendinden geçiş bazan inanılmaz boyutlara varır. Görenler anlatırlar, bir hâfız talebe, sabah ezanı vakti, caminin minaresine çıkmış ve şerefenin korkulukları üzerinde yürümeye başlamış. Kendisi meselenin farkında değilmiş. Sabah namazına gelenler bu acaip hâli görünce telâşlanmışlar ve aşağıdan “aman, düşeceksin…” diyecek olmuşlar. Bu hâlleri bilen hoca, “sakın sesinizi çıkarmayın, onu ürkütüp oradan düşürebilirsiniz, o kendinde değil. Aklı başında olsa zaten orada yürümesi imkânsızdır..” demiş. Çocuk, gerçekten biraz sonra güneşle birlikte kendine
gelmiş ve inmiş ve ne yaptığını, ne olduğunu hatırlamamış. Hüseyin Hâfız’ın Cuma hutbesini dinleyip de mağfiret için ağlamayan yoktur. Hocalık ve hâfızlık böyle bir şeydir. Hüseyin Hâfızın hemen öne çıkan iki çömezinden biri, oğulcuğu Hafız Saim Efendi, öteki de Hacı Mehmet Efendi’dir Hacı Mehmet, hocasından aldığı ilmi, bütün haşmetiyle ve verimliliğiyle âleme aktarmış, mesleğinde profesörlüğe yükselmiş Mehmet Erkal Hocadır. Öteki Hâfız Saim Efendi ise, Onu gerçekten tanıyanların, “Allah’û âlem, o, evliyâdandır” dedikleri, özel vâsıflara sahip, aynı zamanda tanınmış bir hattattır. Kendisi hâfızlığı hatt istifinden önce tutar, “hâfız” hitabına itirazı olmazdı. Hatta başlayışını şöyle anlatırmış yakınlarına: “Gençtik. Bir din görevlisi olan Recep Berk ile konuşurken, o zamanın Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde “Şark Tezyini Sanatları ve Hüsn-i Hatt” şubesi olduğunu, Akademi talebelerinin de buna çok itibar ettiğini gördük. Konuştuk, görüştük ve karar verdik. Müslüman Türk’ün yücelttiği bu sanat yok olup gitmesin diye, bu şubeye devam kararı aldık. O zamanlar kabiliyeti olanlar ve referans verebilenler dışardan misafir talebe olarak okulun bu şubesine devam edebiliyorlardı. Başladık. Orada, sapsarı saçlarıyla bize pek benzemeyen, canlı bir delikanlıyı gördük. Sorduk. Almanmış. Babası üniversitede Arapça hocasıymış. Oğluna diyesiymiş ki, oğlum; “Türkler yazık ki, bu sanatı kaybediyorlar. Sen git öğren. Bu sanat kaybolursa dünya sanatı en hârika şubesini 15
kaybetmiş olur.” Elin Almanın oğlu bizim sanatımızı öğrenirken, bizim yazdığımız ibareleri dikkat ve ciddiyetle tetkik ederken, değerlendirirken biz hâfız olarak, din adamı, din görevlisi olarak Arapçadan anlamıyoruz. Kendimi ayıpladım, çok ayıpladım ve çok utandım. Bütün gücümle Arapça öğrenmeye başladım..” Hatt derslerine ara vermeden devam etti Hâfız Saim. Arkadaşı Recep Efendi’yle birlikte. Niyeti hâlis olana Allah daim yardımcıdır. Bizim misafir talebe olarak kabul edilmemizi istirham eden bir tavsiye notunu okul müdiri Burhan Toprak’a götürdük. Uzun bir yazıydı, bizi methediyordu. Fakat yazı, yazının kendisi bir şaheserdi. İnci gibi bir istifti. Burhan Hoca, Mareşal Çakmak’ın anlı-şanlı damadı, bu yazıyı okuyunca, hayranlıkla, kâğıdı elinde çevirdi durdu. Sonra “Peki” dedi. Kaydımız için talimat verdi. Haftada iki gün hatta gitmeye ve meşklere başladık. Kâmil Akdik Hoca’ya yazdıklarımızı sunuyor ve çok istifade ediyorduk. Masası onun odasında olan tuğrakeş İsmail Hakkı Bey tezhip dersi veriyordu. Beşiktaşlı meşhur Hacı Nuri Efendi yine oradaydı. Ne zaman ki, hattat Halim Özyazıcı buraya tayin olundu, başımıza devlet kuşu konmuş oldu. Yazıyı esas ondan öğrendik. İnanılmayacak kadar titiz ve ustaydı. En küçük noktalarda dahi tavizi yoktu. Bir sıra sülüs, bir sıra nesih ile bize yazdığı meşkleri vardı. Sabahlara kadar çalışırdık. Yazdığımızı ona gösterirdik. Bunu fırsat beller, sohbetine diz çökerdik. O, başlıbaşına bir üniversiteydi. Senelerce bıkmadan usanmadan devam ettik. Yardımcısı gibi olduk. Yazının edebini ondan
sayı//62// eylül
16
belledik. Benim üzerime pek düşer, “Aman Saim, sakın bırakma” derdi. Halim Hocadan başka Hafız Saim Efendi Hattat Hamit Aytaç’tan da ders aldı. Hamit Hoca onun kıratına hayran olduğu için sık sık âşır okuturdu. Yine meşhurlardan Beşiktaşlı Hacı Nuri Efendi kızına Kur’an dersi vermesi için onu evine dâvet etti. Nuri Efendi’nin kızı, bir zamanların alaturka şarkılar söyleyen ve çok ünlü olan Tülin Korman’dı. Onun Süleymaniye’deki imamlığı döneminde, camide bir hatim duası merasimi vardı. Dua bitti. Kapıya durup gelenleri selametlerken çömezlerinden ve mektep talebesi olan bir çocuk onun elini öpüp hâl ve hatırını sordu. O da onun hâlini hatırını “lâf-ü güzafsız, çok basitçe fakat en tepe idrak noktasından sordu. Hatim duası münasebetiyle kendisine takdim edilen zarfı hiç açmadan ona naklediverdi. Belli ki hep böyle yapıyordu. “Sözü hikmet, bakışı ibret, sükûtu fikret, davranışı edep üzere olan bu büyük ruhlu insanlarda her insan aradığını bulur. Kendi kendisini keşfeder. Böylelerin vücutları muhitlerine rahmettir dense yeridir. Âhi Nâci İşsever onu yakından tanıyanlardandı. Ve tanıdığı için de hayrandı. Hocası, arkadaşı, ağabeyi olan bu “özel insandan” bahsederken kullandığı tabirler “süperlâtiv” değildir, gerçektir. Onunla dostluk ettiğim bunca zaman içinde onun, bir günden bir güne “Ben Süleymaniye’de baş imam iken..” veya “Nûr’u Osmaniye’deki yıllarım” diye söze başladığını hiç duymadım.
Ona, mesleğin inceliklerini anlatırken hikmet söylediğini Naci Bey elbette biliyor ve anlıyordu: - Bu yolun yolcusu isen soru sormayacaksın. Bu bir. Sonra, nasıl lezzet aldığını tarife kalkışmayacaksın. Bu iki. Üçüncüsü de yükseklikten korkmayacaksın. Kurşun Camisinin kubbe kasnağına kendi tensibiyle Tebâreke Suresini istifledi. Kubbe kuşağı sol yanından çatladı. O, bunu ilâhi bir işaret bildi ve şunu söyledi: - Aşk olsun ve maşallah, bu sûrenin ağırlığına kubbe yine de iyi dayandı. Ve ekledi: - Düşün ki hâfızın havsalası tüm metni taşıyor. Bizim işimiz sanıldığı kadar kolay değildir. Âhi Nâci Bey, onun bir dâvet üzerine Hicaz’a gittiğini ve Mekke tünellerine ve çıkışlarına hatlar yazdığını, çok sanatlı istifler yaptığını biliyor. Bir gün ona şu çok ilginç itirafta bulundu Saim Hoca: - Bak çocuk, dedi, ben Nuruosmaniye Camisi’nin ağladığını, terlediğini görmüşüm. O gün bu gündür de doyasıya ağlayabilmiş değilim. Kahkahalarını yumak yumak örekesinde eğirip buran utanmazlardan yılmışım. İşsever’in, Hoca ile ilgili yaptığı şu tesbit gerçekten ilginçtir: “Her ölüm aslında erken ölümdür” denir. Bu bence yanlış. Meselâ Hâfız Saim Efendi vaktinde gitti. Hâttâ geç bile kaldı. Ona ev ödevi olarak yüklenen misyonun zor taşınabilirliğinden
dolayıdır. Ama o taşıdı. “Benim bağrım kaynağına kavuşuncaya kadar yanacak” derdi, ondan.. Her fani gibi, vakti-saati yetti ve hayır hasenatını toplayıp heybesine dolduran hoca, bu dünyadan göçetti. Son günlerini hissettiğinden Taraklı’ya son gelişini uzattı, hazırlığını yaptı. Bir yakınına Yunus Paşa haziresine sırlanmayı düşündüğünü söyler gibi oldu. Fakat bu düşüncesinden vazgeçtiğini vefâtından önce bildirdi. Taraklı’nın gördüğü en kalabalık cenazeydi. Bu evliyâ meşrep hârika insan, çekik gözlü Türkmen kocasını dualara ve tekbirlere sarıp sarmaladılar ve kasabanın kadim kabristanına sırladılar “Okur ezberden” vücuhun yevme izin nâime Mesken etsin Rabbimiz Firdevsini Hafız Saime” KAYNAKÇA
1- Ahmet İşveren, “Bir verâset mangalından..” Irmak Dergisi, Saim Özel Sayısı, s. 56, 2005, Sayı: 60. 2- Ahmet İşveren, a.g.e., s. 56. 3- Ahmet İşsever, a.g.e., s. 58. 4- Ahmet Arı, Saim Özel Sayısı, Irmak Dergisi, Sakarya, 2005, s. 30. 5- Mehmet Erkal, Prof. Dr. Irmak Dergisi Saim Özel Sayısı, Sakarya, 2005, s. 3. 6- Âhi Nâci İşsever. Irmak Dergisi, Saim Özel Sayısı, Sakarya 2006. Emekli bir Taraklılıdır. Yaşayan en ünlü yalaza üstâdıdır. Hayatının büyük bölümünü yine hoca olarak Almanya’da yaşamıştır. Şimdi Taraklı’da eşi ve dostlarıyla yaşıyor. 7- Âhi Nâci İşsever, a.g.e. 8- Âhi Nâci İşsever, a.g.e. 9- Abdullah Uysal, Irmak Dergisi Saim Özel Sayısı, Sakarya, 2005, s. 6.
17
OĞLUM! HAREKET OLUYOR.. Hareket bayâ şiddetli oldu, kimbilir nerede yaşandı kimlerin ocakları söndü, abdest alıp gel, Kur’an okuyup dua edelim..dedi… Kur’an okuduk, dualar ettik..bu arada hafif hareketler devam ediyordu.. Anneciğim her sallandığımızda –Oğlum! Hareket Oluyor, diye telaşla ikaz ediyordu.. Mehmet Kâmil BERSE
in dokuz yüz altmış yedi yılının, yirmi iki Temmuzunda saat 19 sularında, Fatih Darüşşafaka caddesinde Fatih Camiine doğru yürüyordum, birden etrafımdaki binaların müthiş bir sarsılma içinde olduğunu ve toz bulutları arasında kaldığını, bulunduğum asfalt üzerinde ayaklarımı zaptedemeyecek ölçüde yalpaladığımı müşahede ettim.. Eski binaların birinci ikinci katlarından insanlar yola atlamaya başladılar, binaların caddeye doğru nasıl eğildiklerini gördüm, binaların çatılarından kiremitlerin ve bazı beton parçalarının yola savrulduğunu yüz metre kadar ileride Fatih Camiinin minarelerinin nasıl sağa sola eğildiklerini gördüm ve ürperdim…
sayı//62// eylül
18
Koşarak evime doğru giderken yollarda evlerinden işyerlerinden kendini sokaklara caddelere atmış kadınların erkeklerin çocukların, feryatlarını ve ağlamalarını gördüm yol boyunca, bazıları can havliyle 3.kattan atlayarak yaralanmışlardı… Hareketin bu kadar şiddetlisini ve dehşetini ilk defa yaşamıştım.. Evime geldiğimde sevgili anneciğimin (rahmet olsun) telaş içinde bana sarıldığını, evladım nerede kaldın, hareket oldu telaşa kapıldım, ağabeylerini aradım onlar dükkandalar, bir şeyleri yok, baban biraz önce dışarı çıktı konu komşuya bakmaya gitti, yardıma ihtiyacı olan var mı? diye..hareket bayâ şiddetli oldu, kimbilir nerede yaşandı kimlerin ocakları söndü, abdest alıp gel, Kur’an okuyup dua edelim..dedi… Kur’an okuduk, dualar ettik..bu arada hafif hareketler devam ediyordu.. Anneciğim her sallandığımızda –Oğlum! Hareket Oluyor, diye telaşla ikaz ediyordu.. Yaş olarak ilk gençlik yıllarımdı ama, Anneciğimin yanında kendimi güvende hissediyordum, doya doya sarıldığımı hatırlıyorum..Annem’in yakınları Gönende idi..bana daha önce yaşanmış Gönen hareketlerinden duyduklarını anlatmaya başladı , 1950 li yıllarda yaşanan Gönen hareketlerinde Gönendeki bir çok evin yıkıldığını, bazı yakınlarından vefat edenler olduğunu, yaralıların çok olduğunu anlattı.. Gönendeki kaplıcaların hareket olduğunda nasıl farklı sıcaklıklara ulaştığını ve farklı yoğunlukta akmaya başladığını anlatınca, kaplıca sularının bu hareketlerle bağı olduğunu anlamaya başlamıştım.. Anneciğim daha önceki yıllarda yaşanmış hareketlerden duyduklarını anlatıyordu, Adapazarında, Yalovada hareketler olduğunu ve bunların İstanbul’u etkilediğini anlatıyordu.. Devamla –Böyle durumlarda kapıya yakın olmamız gerektiğini, kapı kasalarının altında daha güvenli olabileceğimizi , Dualarla Allaha yalvarmamız gerektiğini ve okumamız gereken ayet ve duaları bana hatırlatmıştı. Aman evladım namazını sakın bırakma!.ikazını tekrarlamıştı..O günlerde hareket olduğunda hiçbir zaman dışarı çıkmak gibi bir girişimimiz olmamıştı… Bu anılarım depremle ilk yüzyüze geldiğim güne aittir.. Daha önceleri anlatılanlardan bilirdim hareketi..1969 yılının 3 martında yeni bir Gönen depreminde evde benzer hadiseleri yaşamıştım.. Burada bir kelimeden çokça bahsettim: Hareket kelimesi.. O yıllarda benim
çevremde ,aile içinde ve genel olarak halk arasında deprem’in adı “hareket” idi.. Daha sonraları zelzele, çok sonraları deprem adını kullanmaya başladık… Ülkemizde ve dünyanın bir çok ülkesinde meydana gelen deprem felaketlerinden sonra “Deprem” adının kelime olarak karşılığı ve kökeni hakkında ciddi bir araştırma yapma lüzumunu hissettim..Türkçede kullanımı çok eskilere gitmeyen, tahmini 1960 lardan sonra kullanılmaya başlanan deprem sözcüğünün yerine eskiden Hareket, Hareket-i arz ve bugün hâlâ pek çok lehçede kullanıla gelen zelzele sözcüğü kullanılmıştır.. Günümüzde gerek konuşma dilinde ve gerek yazı dilinde bu sözcüklerin kullanımda olmadığı ve bunların yerine “Deprem” sözcüğü kullanılıyor.. Deprem sözcüğünün TDK Türkçe sözlüğündeki karşılığı: “Yer kabuğunun derin katmanlarının kırılıp yer değiştirmesi veya yanardağların püskürme durumuna geçmesi yüzünden oluşan sarsıntı, yer sarsıntısı, hareket, zelzele” biçiminde verilmiştir..Kaşgarlı Mahmud un Divanı lügat-üt Türk eserinde Deprem sözcüğü yoktur.. Ancak Tepre fiilini ve onun türemiş biçimlerini görmek mümkündür… Tepre: Tepremek, kımıldamak..Tepren: Teprenmek, Teprendi neng, Nesne teprendi.. Tepreş: Oynamak, kaynaşmak demektir.. Halende Türk boylarında biraraya gelip bayram yapmaları kaynaşmalarına da tepreş denir.. yani kımıldamak hareket etmek..Deprem kelimesi de bu kökten devşirilerek Deprem sözcüğü literatürümüzde oturdu.. Ülkemizdeki ve özellikle İstanbul depremleri ile ilgili ciddi bir araştırma yaptım, yapılan çalışmalardan bazı önemli kısımları burada paylaşmalıyım.. Depremler, hiç kuşkusuz tabîî afetlerin en tehlikeli ve yıkıcı olanıdır. Şiddetine göre can ve mal kaybına veya hasara sebep olmaktadır. Ülkemizde de tarih içerisinde şiddetli depremler meydana gelmiş mal ve can kaybına yol açmıştır. İstanbul, tarih boyunca şiddetli bir çok deprem yaşamıştır. Bunlardan özellikle 509, 690, 894 yıllarında meydana gelenleri en şiddetlileridir. Bu depremlerde İstanbul'da bir çok yapı yerle bir olmuş, çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir. İstanbul'da yapıların çoğunun ahşap olması, bu kayıpları biraz olsun azaltmıştır kanısındayız. Çünkü kaynakların bildirdiğine göre bu şiddetli depremlerden sağlam kalabilen, dayanabilen ahşap binalardır. İkinci derece-deprem
bölgesinde yer alan İstanbul, İzmit Körfezi'nden Marmara Denizi'ne bağlanan Kuzey Anadolu fay hattının çok yakınındadır ve bu yüzden meydana gelen depremlerden etkilenmiştir. Bizans Dönemi'nde İstanbul'da yaşanan depremlerin büyük bir kısmı' kaydedilmiştir. Bunlardan bazıları uzun süreli ve şiddetli olmuştur. Örneğin, 554, ve 869 yıllarında olan depremler 40 gün sürmüştür. 1346 yılındaki deprem ise aralıklarla bir yıl devam etmiştir. İstanbul’da depremlerin izlerini taşıyarak bize lisan-ı hal ile anlatan bir yapı vardır : Ayasofya.. Bu yapının gördüğü hasarlar depremlerin büyüklüğü ve şiddeti konusunda tarihten bize rapor vermektedir.. Osmanlı döneminde, büyük tahribata sebep olan ilk deprem 16 Ocak 1489 tarihine rastlamaktadır.. Tarihler 22 Ağustos 1509’u gösterirken İstanbul ve Osmanlı küçük bir kıyamete uyandı. O günden itibaren 40 gün sürecek depremler silsilesi İstanbul nüfusunun büyük ölçüde yok olmasına sebep oldu. Bu deprem, bir çok insanın hayatını yitirmesine ve İstanbul'da büyük yıkıma sebebiyet verdi. 1000'in üzerinde ev yıkılmış 4 ile 5bin arasında insan hayatını kaybetmiştir. Yaralananlar'ın tahmini sayısı ise 10 bin dir. Edinilen bilgilere göre Divan-ı Hümayun üyesi 3 kişinin ev halkı da ölenler arasında yer almaktadır. Bunlardan Mustafa Paşa ve ona bağlı 360 sipahi atlarıyla beraber konakta ölmüştür..Hasar gören yapılar arasında Fatih, Beyazıt camileri, Topkapı Sarayı, Ayasofya'yı sayabiliriz. Topkapı Sarayı'nda önemli derecede yıkılma olmuş, Ayasofya'nın sıvaları dökülmüş, su bentleri yıkılmıştır. Kaynaklara göre, denizde büyük dalgalar ortaya çıkmış, bu dalgalar Galata ve İstanbul surlarını aşmıştır. Bu korkunç deprem yüzünden halk bir süre ilçelerde kurulan çadır ve barakalarda oturmuştur. Padişah da saray bahçesinde yapılan geçici odalarda sığınmış ve 10 gün sonra da Edirne'ye gitmiştir. II.Bayezid, İstanbul'un uğradığı bu felaketden sonra geniş bir imar faaliyetine girişti. Para toplamak için her evden vergi alındı, Anadolu ve Rumeli'den ameleler getirtildi. İki aylık bir sürede bir çok yer onarıldı. Bu deprem tarihe "Küçük Kıyamet" olarak geçti. İstanbul'un yaşadığı önemli depremlerden 1557 Nisan'ı, 1690 Temmuz'u 1766 Mayıs'ındakileri saymak mümkündür.. 1690'daki deprem Salı akşamı güneş battıktan sonra gerçekleşti. Bu olay, Fatih Camiinin minaresinin yıkılmasına, kubbesinin çatlamasına, Topkapı çevresindeki surların bir bölümünün yıkılmasına neden 19
oldu. Depremde, edinilen bilgilere göre çok sayıda ev yıkılmış, 20 kişi ölmüştür. Sarsıntılar birkaç gün daha devam etmiştir..İstanbul, 24 Mayıs 1719'da da büyük bir deprem geçirdi. Pek çok binanın bacaları, Topkapı Sarayı'ında Yalıköşkü civarında kayıkhanelerin bazıları yıkıldı. Surların bir kısmı tahrip oldu. İlk günkü sarsıntıdan sonra iki üç gün sarsıntılar hafif şekilde devam etmiştir. Bu deprem İzmit Körfezi civarında da etkili oldu.. Kaynaklarda yer alan bilgilere göre; İstanbul, 22 Mayıs 1766'da 1509'dan sonraki en şiddetli depremi yaşamıştır. Depremin süresi hakkında değişik bilgiler vardır. Deprem esnasında korkunç gürültüler duyulmuş, sarsıntılar aralıklarla 8 ay veya 1 yıl kadar hissedilmiştir. 25 Temmuz'da meydana gelen sarsıntı ise birincisi kadar şiddetli ve yıkıcı olmuştur. Halk uzun süre çadırlarda. Barınmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Padişah'ın sarayı da hasar gördüğünden III.Mustafa şehri terketmeye mecbur olmuştur. Birçok cami, han, saray yıkılmış veya hasar görmüştür. Bunlardan Fatih Camii, Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa Camii, Kariye Camii, Eyüp Sultan Camisini hasar gören, yıkılan camiler arasında sayabiliriz. Ayrıca, Şehrin su şebekesi zarara uğramıştır. Fatih Cami bu olayda tamamen zarar gördüğünden depremden sonra yeni bir cami yapılmıştır. Yine Fatih Camii gibi depremde hasar gören diğer binalar, Baruthane, Topkapı Sarayı. Yeniçeri odaları gibi yerler için tamirat işlemleri başlatılmıştır.. Temmuz 1790'daki depreme gelince; o gün gece sabaha kadar yirmişer, otuzar dakika ara ile 5 defa hafifçe ertesi gün sabahtan akşama kadar 4 defa aralıklarla sarsıntılar şeklinde olmuştur. 28 Ekim 1802'de ortaya çıkan depremde ise bazı kemerler ve haneler yıkılmıştır. Ahmet Cevdet, 1804 Aralığı'nda bir deprem olduğunu kaydetmekte, bu depremden bir gün öncesinde İstanbul 'un şiddetli bir fırtınaya maruz kaldığını ifade etmektedir… Bunların dışında İstanbul, 1837, 1841 yıllarında da deprem geçirmiştir. Böylece, İstanbul'un tarih boyunca geçirdiği yıkıcı depremleri kısaca özetledikten sonra 1894 yılında meydana gelen son büyük depreme geçebiliriz. İstanbul, son şiddetli depreme 10 Temmuz 1894 tarihinde sahne olmuştur. Deprem , güneyden kuzeye doğru üç şiddetli sarsıntı halinde hissedildi. Beyoğlu ve Boğaziçi'nde daha az zarar verdi. Depremin merkezinin Yeşilköy'den 8 kilometre uzaklıkta ve güneydoğu Marmara Denizi'nde sayı//62// eylül
20
olduğu tespit edilmiştir. Bir çok sivil bina hasara uğramıştır. Bunlar arasında, Kapalıçarşı, Bitpazarı, Yağlıkçılar, Çadırcılar, Mercan Çarşı tarafları tamamen yıkılmıştır. Mercan sokağında kükürtlü su fışkırmış, Sirkeci'de istasyon zarar görmüştür. Fatih, Beşiktaş, Ortaköy, Sultan Ahmet, Aksaray, Edirnekapı, Topkapı, Balat, Bakırköy, Silivrikapı semtleri zarara uğrayan yerlerdir. Semih Tezcan, Yalçın Acar, Ahmet Civ tarafından hazırlanmış olan bir araştırmada, bu depremin şiddetini 9, enlemini 40,60 boylamını da 25,60 olarak belirtmektedir.. 1894'deki bu deprem öğle saati 12.24'te alaturka saat ile 4.45'te meydana geldi. Sarsıntılar İstanbul dışında, Yanya, Bükreş, Girit, Yunanistan, Konya ve Anadolu'nun büyük bir kesiminde hissedilmiştir. İstanbul il sınırları içinde 474 kişinin ölümüne, 482 kişinin yaralanmasına, 387 dayanıklı yapı ve 1087 ev, 299 dükkanın büyük ölçüde hasar görmesine yol açmıştır. Yalnız bu rakamlar tespit edilebilenlerdir. Ölü ve yaralı sayısının daha fazla olması olasılığı vardır. Çünkü bazı yerlerde, örneğin Yalova'da ölü ve yaralı sayısı bilinmemektedir..Tarihsel Deprem Kataloğu (M,Ö.2100-M.S.1900),İstanbul,1981,s,63, adlı eserde depremin enlem ve boylamının belli olmadığı, şiddetinin saptanamadığı yazılıdır.,Ayrıca,aynı eserde depremin etkili olduğu yerlerin istanbul, Prens Adaları, Marmara Denizi, 'Karamürsel, Adapazarı olarak belirtilmektedir. 1894'te hazırlanmış ve sunduğumuz raporda da belirtildiği gibi deprem, Adalar ve yakın çevresinde büyük hasara yol açtığı görülmektedir… 10 Temmuz 1894 tarihinde yaşanan deprem akabinde, Sultan II.Abdülhamit bu deprem yüzünden epey hasar ve can kaybı olduğunu öğrenince, yaralıların hemen tedavisini, ihtiyacı olanlara yardım edilmesini, çadırlar kurulmasını emretmiş ve ayrıca fırınlardan bol miktarda ekmek dağıttırmıştır. Açıkta kalanlara, Şehremini'nin başkanlığında bir komisyon kurularak para, yiyecek ve çadır yardımı yapılmıştır.. 1894 yılı depremiyle ilgili olarak. söz konusu yıl Atina Rasathanesi müdürü tarafından hazırlanmış bir raporu, burada paylaşıyorum Belge, yıldız esas evrakı karton ll, Belge 17. C'de olup depremle ilgili, orijinal bilgileri içermektedir. Rapor, deprem bölgesinde yapılan bilimsel incelemeler, ölçümler sonucunda oluşmuştur. Burada yapılan gözlemlerin ve ölçümlerin ne gösterdiği açıklanmıştır. Bilimsel bir inceleme sonucunda
yazılmış bir rapor olması bakımından ve hemen olaydan kısa bir süre sonra hazırlanması açısından önemli bir belge niteliği taşımaktadır.. Rapordan anlaşılacağı gibi, Sultan II.Abdülhamit depremden sonra bir bilimsel araştırma yapılmasını istemiştir. Bunun üzerine, Atina Rasathanesi Müdürü Eserinisti (D.Eginitis) ile İstanbul Rasathanesi Müdürü Kumbari (Coumbary) ve yardımcısı Emil Lakvan (Emil Lacoine)nin incelemeleri sonucunda bu rapor hazırlanmış, 15 Ağustos 1894 tarihinde Padişah'a sunulmuştur. : Raporda anlatılanlara göre deprem ve sonuçları şöyledir: Deprem,. 10 Temmuz 1894 tarihinde öğleden sonra saat 12'yi 24 dakika geçe 3 kez şiddetli şekilde olmuştur. Bu sarsıntılar meydana gelen tahribatın tamamını oluşturmuştur. Birinci hareketden bir iki saniye önce arabalar geçiyormuş gibi yer altından şiddetli sesler duyulmuştur. Bu üç sarsıntı toplam 17, 18 saniye sürmüştür. Üç hareketin merkezleri birkaç derece ile kuzey doğu ve güney batı yönünde oynamaktadır. İncelemeyi yapan Eserinisti ve digerleri kendi yaptıkları araştırma, valilerden gelen telgraflar ve aldıkları diğer bilgileri dayanarak çeşitli yerlerde depremin şiddetine ve süresine ilişkin açık bir fikir edinerek aynı şiddette olan yerlerden geçen deprem kavislerini tespit edebilmişlerdir. Raporu hazırlayan kişi zelzele sırasında yerin dalgalı bir deniz gibi olduğunu yazmıştır.. 'Erdem Yücel, Tarih Boyunca İstanbul Depremleri" ,Hayat Tarih Mecmuası, sayı 6(Temmuz1971),s.63…Feriha Öztin,a.g.e. Söz konusu raporu eserinde kullanarak verilerinden yararlanmıştı Ayrıca, raporu kaynaklar kısmında günümüz diline çevirerek ve teknik terimler kullanarak vermiştir; Coumbary, Osmanlı Devleti'nde demiryolu yapımı için bulunan bir mühendistir. Osmanlı Devleti'nde ilk meteoroloji rasathanesi Fransa'nın da etkisiyle ve Coumbary'nin girişimiyle H.1284(186768)'te açıldı. Rasathane-i Amire'nin müdürlüğüne Coumbary getirildi.. Rapora bu bölgelerle ilgili bir harita da Hattın büyük ekseni Çatalca'dan Adapazarı'na kadar ve İzmit Körfezi boyunca 175 km uzunluğunda devam eder. Küçük egri ise aynı körfezin kıyısında Katırlı (Esenköy) ve Maltepe köyleri arasında olan araziyi içermekte ve 39 kilometredir. İkinci bölge de yalnız kötü inşa edilmiş bazı binalar yıkılmış diğer bazı binalar çatlamıştır. Bu bölge Çorlu, Tekfur dağı, Mudanya, Akhisar, Üsküdar, Ortaköy, Terkos'dan oluşmaktadır.
Büyük ekseni 248, küçük ekseni 74 kilometre uzunluğundadır.. Üçüncü bölgede deprem şiddetli ise de bazı eşyalar kalabilmiş ve evler hasar görmemiştir. Bölge Bandırma'dan ve Bilecik civarındaki Karaköy'den geçen hattan ibarettir. Büyük ekseni 354, küçük ekseni 175 km 'dir. Dördüncü bölge Yanya, Bükreş, Girit, Yunanistan, Konya ve Anadolu'nun büyük kısmını içine almaktadır. Bu bölgede deprem hafif hissedilmiş ve hasar olmamıştır. Beşinci bölge büyük olup, bütün Avrupa, Asya ve Afrika'nın bir kısmını kapsamaktadır. Bu bölgelerde hareket çok hafif olmuş ve sadece İngiltere'de Birmingam; Rusya'da Pavlus şehirlerinde ve Paris'teki aletlerde hissedilmiştir…Depremin şiddeti Heybeli ve Kınalı Adalar da daha fazladır. Burada Ruhban Mektebi yıkılmıştır. İnsanlar günlerce baraka ve çadırlarda yaşamışlardır. Arazinin durumu hasarın büyüklüğünde etkili olmuştur. Örneğin Katırlı (Esenköy) köyünün yarısı çamurdan oluşan arazi üzerine kuruldugundan hasar büyük olmuş, diğer yarısı ise dayanıklı arazide olduğundan hasar olmamıştır. Yine Yalova'da kurulan bir çiftiğin binaları kumlu arazide olduğundan yıkılmış diğer taraflar sağlam kalmıştır. Binalarda kullanılan malzemelerin iyi olmaması ve binaların eksikliği ve hepsinin merkezde olması İstanbul'da ve köylerde zararın artmasına nedendir. 1999 17 Ağustos depreminde Anneciğim hayattaydı, o gece yarısı büyük bir dehşetle kendimizi dışarı attık, ağabeyim anneciğimi sırtına alarak 5.kattan indirmiş, yan tarafımızda oturdukları ahşap konağa götürmüştü, O konakta bütün aile bireyleri ile dualar ettiğimizi cemaatle ailece Sabah namazını kılarak manevi bir iklimle yaşadığımızı hatırlıyorum… Belki on gün kadar bu konağın bahçesinde kalmıştık… bu depremin ince ayrıntılarını kaleme aldım ve ayrı bir makalede farklı duygu ve düşüncelerle paylaşmak istiyorum… Kaynakça:Dr.Kazım köktekin, Deprem sözcüğü-Dr.Hamiyet sezer 1894 raporu-Tarih-i Cevdet- S.Tezcan-Y.Acar-A.Civ: İstanbul için deprem rizki analizi-Feriha Öztın , 1894 İst depremi raporu-Emre Dölen, Tanzimattan Cumhuriyete bilim..Afad İnternet sitesi.. 21
BİRECİK; 3K ŞEHRİ: KELAYNAK, KÖPRÜ, KANAAT
Günümüzde Akyaka merkezi İtalya’da bulunan Cittaslow (Sakin-yavaş şehir) üyesi bir belde. Ben burayı gidip gezdim inceledim yaşanılası güzel bir yer. Benim şanssızlığım Akyaka’yı temmuz ayında tatilcilerin akın ettiği bir zamanda gezmiş ve konaklamış olmam. Fahri TUNA
elaynak şehri. Kelaynak city. Kelaynakland hatta. Bireciklilerin merhameti, hassasiyeti ve örnek ev sahipliği olmasa, yeryüzünden silinecekti bir kuş türü daha. Az daha Lillahi TealalFatiha diyecektik. Düşünün iki bin üç senesinde bütün dünyada sadece yirmi beş Kelaynak kalmıştı. Onlar da küsmüşlerdi dünyaya, darılmışlardı insana, inasanlığa. Bireciklilerin yufka yürekleri sayesinde bu sayı şimdilerde iki yüzleri aştı, çok şükür. Bu şefkat hareketi bile tek başına Birecik için büyük bir onurdur. Bütün insanlığın onuru omzunda taşıdıkları. Bin teşekkürler Birecik. Kırmızı hayattır. Eyvallah, aldık kabul ettik. Canlılığı, heyecanı, umudu sembolize eder. Birecik’in Kelaynak kuşları da kırmızı yüzlüdür. Birecik kadar hareketli, Birecik kadar vefalı, Birecik kadar bereketli olduklarından olmalı.
sayı//62// eylül
22
Su Fırat’ın suyu akar serindir, ölem ölem derdo ölem, akar serindir Yarimi götürdü anam kanlı zalimdir, ölem ölem kanlı zalimdir, nasıl gülem Daha gün görmemiş taze gelindir, ölem ölem derdo ölem taze gelindir Söyletmeyin beni anam yaram derindir, ölem ölem yaram derindir nasıl gülem Neşet Baba (Ertaş) bir gün bana ‘Türküler yalan söylemez Fahri Gardaş’ demişti. Elhak doğrudur. İnanırım. Ona da türkülere de. Fırat’ın suyu serin midir bilmem. Bakmadım. Ama bir şeyi iyi biliyorum. İki bin sonbaharında ömrümde ilk kez Birecik’te görünce Fırat’ı dilim tutulmuştu adeta. Ve dilimden ‘bizim Sakarya, Fırat’ın yanında dereymiş yahu’ sözleri dökülmüştü. İyi hatırlıyorum. Ne dediğim iyi anlaşılsın diye hatırlatmak isterim: Birecik Köprüsü’nün uzunluğu ne kadardır biliyor musunuz? Yüz, hayır; iki yüz hayır; üç yüz, o da değil; dört yüz o zaman, hayır hayır o da değil; beş yüz mü? Vallahi değil; hadi be, altı yüz değildir artık, çık çık daha da; deme be, yedi yüz mü? Tam yedi yüz yirmi altı metre, evet! Fırat, nehir değil de boğaz sanki. (Kıyısında gezinirken sehven ‘bu Fırat Deresi’ diye söz başlayan Ordulu Felsefe profesörü Hakan Poyraz kardeşimin kulakları çınlasın.) Birecik Köprüsü, sanki Fırat değil Sırat Köprüsüdür mübarek; iki şehri değil de iki ülkeyi, iki dünyayı bağlar birbirine. Öyle büyük öyle estetik öyle gizemlidir. Rahmetli kayınpederim İsmail Altay’dan dinlemiştim. 1956’da askermiş Urfa’da. Komutan şoförüymüş. Hem inşa aşamasında sık sık getirirmiş komutanını köprüye, hem de rahmetli Menderes’in açılış törenine şahitlik etmiş. (Sıkı bir CHPli olmasına rağmen ‘rahmetli Menderes’ der, gözleri parlardı anlatırken, bu hatıranın da payı olmalı bunda.) Sandalcılar karşıymış köprüye. Geçim kaynakları yok oluyor diye. ‘Ekmek davası’ derdi rahmetli. Büyük olaylar, karşı eylemler, isyanlar olmuş. Üç beş kişi ölmüş o arbedede mesela. Anlayacağınız, 726 metrelik dev köprü kolay inşa edilmemiş. Köprü dedim de. Kadir İnanır geldi değil mi aklınıza. Benim de geldi çünkü. 1975 yapımı, Fikret Hakan ve Necla Nazır ile Kadir İnanır’ın başrollerini paylaştığı o trajik film hani. Köprü filmi bir Birecik hikâyesidir. Denildiğine göre ana hatlarıyla gerçektir. Ayniyle vakidir. Ben söyleyenlerin yalancısıyım. Birecik, ne kadar
Kelaynak ise o kadar da köprüdür. Köprüdür, hüzündür, hicrandır. Altmış küsur senedir altından geçen Fırat’ın suyu serinletse de acıları. Bir yerlerde yazılıdır hüzünler. Seksen bir ili dokuz yüz altmış yedi ilçesi olan kocaman bir ülkeyiz, çok şükür. Bana mevcut ilçeler içerisinde kendine has özgün ve güçlü kültürü, tarihsel zenginliği, bölgesine kattıklarıyla ‘vilayet olmayı hak eden üç ilçe sayar mısın?’ diye bir soru sorsanız, hiç düşünmeden ‘Tarsus, Akhisar ve Birecik’ isimleri dökülür dilimden. Samimiyim, bu üçünü söylerim.
Martenci Ahmet isimli Demirci ustasının gövdesini tahtadan, namlusunu demirden yaptığı topla düşmana karşı koymuştur Birecik… Tarihî tahta top bugün Fransa’nın ünlü Louvre müzesinde sergilenmektedir. Düşman hayretler içerisinde kaldığı silahı alıp hatıra diye götürme gereği duymuştur. Birecik; Şeyh Ali Nariki dir. Melik-i Tahir’dir. Hacı Halil (Nurullah)tır. Dolapçı Mahmut’tur. Hasılı Birecik candır canadır canandır. Kanaatkar samimi cömert insanlar diyarıdır Birecik.
Birecik ilk sırayı alabilir içlerinde. Hadi oradan diyorsanız eğer, anlatayım: Lahmacunu Urfa soğanlı yer, Antep sarımsaklı. Ya Birecik? Soğanla sarımsağı karıştırarak… İki komşu ilden farklı olarak sentez yaparak, uzlaştırarak, yeni lezzetler üreterek. Çiğ köftesini, mumbarını, “unutbeni”sini, patlıcan kebabını lezzet anlamında anlatmak az gelir, yemek lâzım! Birecikliler hep söylerler: ‘Futbolda 1970’lere kadar Urfa ofsaytı bilmiyordu, amatör küme maçlarında biz gösterdik onlara. Bu cehaletleri altında öyle ezildiler ki, sonunda Serdar Tatlı diye bir Süper Lig hakemi çıkartıp geri kalmışlıklarını kapatmaya çalıştılar.”
Akif Ağbi(Gürkan) Konağı’nda defalarca yaşadık bunu biz. Bir otobüs insanı zengin sofralarından önce güler yüzleri tatlı dilleri edepleriyle doyurdular. Hem de kaç kere. Birecik Mimar Âkif Ağbi’dir benim için. İki dünyayı bir konakta birleştirip misafirlerine ikram eden aziz dosttur. Birecik hikâyeci Ahmet Karacan’dır benim için. Kalemi kadar özü sözü de zengin, geniş, lezzetli yazar. Birecik Kerim Temel kardeşimdir. Bir gece, sabaha kadar beni üstelik beş para almadan - Birecik’ten Mardin’e, en az beş saat, İzzet Yıldızhan’dan; Antebin kalesine astılar fermanımi, aman aman aman aman aman astılar fermanimi, Urfa Mardin beyleri kestiler fermanımi, aman aman aman aman aman kestiler fermanımi, Seven ölür yar için can verir canan için, seni sevdigim için le kestiler fermanımi
Unutmadan: Bir Birecikli ancak Urfa sınırları dışında, yani gurbete çıktığında ‘Urfalıyım’ der. Urfa topraklarında Bireciklidir. Urfa tribünleri, Birecik OnTemmuzspor’la maç yaparken nasıl tempo tutar, bilir misiniz? ‘Entep uşakları, Entep uşakları’ diye. Ya Antep tribünleri? Onlar da ‘Urfalı baboşlar, Urfalı baboşlar’ diye. Sanırsınız ki rahmetli Halit Çelikoğlu şarkı sözlerini Birecikliler için yazmıştır da, rahmetli Müslüm Gürses o ezilmişlerin dışlanmışların itilip kakılmışların tınısıyla şarkısını Birecikli hemşerileri için söylemektedir: Hataya düşmüşüm bunca sevmekle / Aramı açtılar benim gülmekle / Ömrümü geçirdim boyun bükmekle / Yine de kimseye yaranamadım Birecik ne İsa’ya ne Musa’ya, ne Urfa’ya ne Antep’e yaranamayanların şehridir. Yaranmak gibi bir dertleri da yoktur zaten. Kalesinden, tepesinden, Fakıbaba Camii’nden bahsetmeyeceğim. Onlardan Güneydoğu’nun her şehrinde var zaten. Ama insanı insandır Birecik’in. Konakları haza konaktır. Kapıları açıktır. Sofraları geniştir. Gönülleri zengindir. Birecik kurtuluş savaşında Fransız’a karşı koymuştur. Hem de ne silahlarla!.. Sıkı durun; tahtadan top yapmışlardır düşmana karşı…
Türküsünü bin kere dinleye dinleye ulaştırmasını, gözünü kırpmadan sabaha doğru geriye dönüp mesaisine yetişmesini nasıl unutabilirim. Birecik Kaymakamı Ozan Balcı’yı tanımıştım iki bin onda. Fidancılıktan süs bitkiciliğine, eğitimden okuma seferberliğine, yayından şiir akşamlarına; ‘işte vali olacak adam. Nice şehirlere vali olarak hizmet eder inşallah’ dediğim kaymakam. Adeta çağ atlatmıştı Birecik’e kısa sürede. O şimdi Tokat Valisi. Bileğinin hakkıyla gelen biri o makama. Orada da yerinde duramayan bir güzel yönetici o. Daha çok şehre nasip olur inşallah hizmetleri. Ozan Balcı ile Birecik ne de yakışmıştı birbirlerine. Birecikli ne kadar bu dünyada yaşıyorsa, o kadar da öte dünyada yaşamaktadır; mümin şehirdir. İki dünyalıdır. İki dünyacıdır. İki dünyadadır. Birecik vefadır, samimiyettir, cömertliktir. Birecik Oğuz yurdudur. Oğuz dillidir. Oğuz gönüllüdür. Birecik üç K’dır aslında:Kelaynak, Köprü ve Kanaat. Hep de böyle kalmalıdır, kalplerimizde. 23
LEHİSTAN SEFİRİ
YOLDA MI? Avrupa Birliği’nin lokomotifi Berlin yönetimi, Alman Nazilerinin Polonya’daki tahribatını unutturmak için yatırım üzerine yatırım yapıyor. Avrupa Birliği’ne de giren Polonya, Küçük Almanya olma yolunda ama Lehistanlılar Almanya’ya Rusya gibi hala limoniler.
Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
ehistan’ın bugünkü Polonya olduğunu yeni nesil bilmeyebilir. Ama Polonya tarihimizde ciddi bir yer teşkil eder. Çünkü sürekli Çarlık Rusyasının tehdidi altındadırlar. Ancak İstanbul’a sığınabiliyorlar. Tarlabaşında vefat eden Polonya’nın milli Kahramanı Adamawi Mickiavkzavi onlardan biridir. Osmanlı yönetimi, Babıali’de yabancı büyükelçiler toplantısına başlamadan önce işgal altındaki Polonya’ya veya kuşatılmış Varşova’ya destek için “Lehistan Sefiri geldi mi?” sorusuna “Yolda!” diyerek verilen cevap üzerine gündeme geçerlermiş. Polonya’ya hep sıcak ve sorunsuz bakmıştır Türk dış politikası. Öyle ki Adolf Hitler yönetimindeki Almanların Polonya’yı işgali sırasında Türkiye Büyükelçisi Von Papen Türk Hükümetine başvurarak Polonya’nın Ankara’daki binalarının kendilerine verilmesini istemiş, ancak bu talep kesin bir dille reddedilmişti. YENİÇERİ BIYIKLI CUMHURBAŞKANI
Önümüzdeki çeyrek asır sonrasında Türkiye ve Polonya’nın Avrupa’da güçlü iki devlet olarak kalacağını öne süren Amerikan tink tenk kuruluşu Strotfor’un yöneticisi Prof. Dr. George Freıdman’ın, yazdığı 21. Yüzyıl için Öngörüleri muhtevi GELECEK 100 YIL adlı kitabın Türkiye ile alakalı bölümü Pegasus Yayınları arasında neşredildi. Bu çalışmanın iddiasına göre; Türkiye, Polonya, Japonya ve ABD arasında 2050 yılında küresel savaş yaşanacak. Böyle bir Amerikan rüyası işte veya tuzağı!. İşte bu nedenle de hep merak ediyordum Polonya’yı. Sırasıyla Lehistan’ın 1596’ya kadar ilk başşehri Krakow, Wroclaw, Lodz, Bugünkü Başkent Varşova ve Lublin’i içine alan 10 günlük bir gezi programı gerçekleştirdim yaz tatilinde. Yeni bilgiler öğrendim, eskimez şehirler keşfettim. Avrupa Birliği’nin lokomotifi Berlin yönetimi, Alman Nazilerinin Polonya’daki tahribatını unutturmak için yatırım üzerine yatırım yapıyor. Avrupa Birliği’ne de giren Polonya, Küçük Almanya olma yolunda ama Lehistanlılar Almanya’ya Rusya gibi hala limoniler. Lehistanlılar genelde Katolik mezhebine tabiler. Kardinaller Meclisinde Papa seçilen İkinci Paul’un hemşerileri olması dolayısıyla bütün ülkede bayram yapılmış, hala da çok yerde ismi ve anıları yaşatılıyor. Sadece Papa değil elbette, Lehli yazar, şair, edebiyatçı, müzisyen, sinemacı, ilim adamı kim olursa olsun ya adına
sayı//62// eylül
24
yapılmış anıtı mevcut, yahut bulvar, cadde ve sokaklarda ismi yıldız içinde yazılmış biçimde vefa gösteriliyor. Yeniçeri bıyıklı ilk işçi Polonya Cumhurbaşkanı Leh Velassa’ya alaka da öyle. TUZUN KÜLTÜR TURU VEYA İNSUYU MAĞARASI
İlk durağımız UNESCO Dünya Mirasları listesindeki Lehistan’ın ilk Başkenti Krakow oldu. Papa İkinci Jean Paul Krakow başpiskoposu iken papa seçilerek buradan Vatikan’a gidiyor. Tarihi doku aynen korunuyor. Ortaçağ Avrupa’sında tarihi binalar arasında Krakow’da adeta yaşıyorsunuz. Yabancıların ihtiyaçlarını karşılayacak ve anlaşılır cümlelerle tanıtılan mağazalar, lokanta, pastane, tuvalet, çarşı vs gibi özel yerler de bu gündemin içinde yer almış. Krakow Milli Parkında resim sergileri açılıyor, kitapçılar var, yürüyüş parkurları kalabalık, bisikletlilerin sayısı bir hayli fazla. Ayrıca yaşlıların dinlenme ve gençlerin buluşarak birlikte oldukları ideal yerlerden birisi bu dev tarihi ağaçların ve yeşilliğin bulunduğu mekan. Bir yaya geçtiğinde bütün arabalar duruyor ve yol veriyor. Korna çalmak falan yok. “Tuz’un kültür turu mu olur?” sakın ola ki demeyesiniz. Polonya kapatılan Wiecizka Tuz Madenini bir cazibe merkezi yapmış, randevu almadan burayı gezemiyorsunuz bile. Tuzdan yapılmış avizeler, duvara oyulmuş üç boyutlu tablolar, yer altı gölleri, tuzla yapıılmış kabartmalar, anıtlar gizemli bir hava veriyor. Girişi 65 euro!. Tur otobüsleri ve yabancılar kuyrukta sıra bekliyor. İnanır mısınız Burdur’daki İnsuyu mağaraları kadar etkili değil. Etkili olan organizasyon. Buraları yaşadıktan sonra ülkemizdekilerle kıyas ettiğinizde gerçek ortaya çıkıyor. Ama bunun için, mesleğini ve uğraşını seven bir sahibinin ve sorumlusunun olması gerekiyor. GÜNÜMÜZ NAZİLERİ ARAKAN, FİLİSTİN VE KEŞMİR’DE Mİ?
Leh geçişinde Polonya milli oyunlarını, müziğini ve yemek kültürünü tanıyorsunuz. Şehir Merkezine uzaktaki bir lokantada konuk olduk. Tam karşısında ise bir Türk kebapçısı var. Kendi damak lezzetimize pek uygun olmayan, ancak değişik bir kültürü tanıtan yemekte dansçılar teker teker sizi folklorlarını oynamaya davet ediyor, şarkılarını birlikte söylemeye çalışıyorlar. Başarılı da oluyorlar. Enstrümanların hepsi de yerel. Wraclaw’a giderken Auschwitz-Birkenau Nazi Kampı’na uğradık. İkinci Dünya Savaşı sırasında insanlık dışı yöntemlerle tarihin en
büyük katliamına sahne olan ve toplamda 6 milyon insanın hayatını kaybettiği toplama kampları burası. 11 Nolu bloku özellikle gezdirdiler. Burada 70 binden fazla insan ya gaz odalarında veya fırınlarda yakılarak öldürülüyor. Kampta Yahudilerle birlikte eşcinseller, katiller, uyuşturucu kullanan suçlular da var. Katilleri Naziler koğuş ağası yapıyorlar, dayanılamayacak yeni bir eziyet için. Çocuklar ise tıbbı ilimlerde kobay olarak kullanılıyor. Tuvaletler açıkta ve 20 saniye müsaade ediliyor(muş). Bir yatakta onlarca kişi birlikte kalıyor. Mağdurların çocuk ve büyük ayakkabıları, giysileri, takma kol ve bacakları, valiz ve çantaları, gözlükleri de sergileniyor kampta. Bu eşyaları Stalin zamanında bölgeyi işgal ederek Almanları yenen Sovyet Orduları, daha sonra Polonya yönetimine bağışlamış. Dehşet bir yer. Ziyaretimiz sırasında ayin vardı. Burada hayatını kaybedenler için dualar ediliyordu. Aşırı kalabalıktı. Esasında birası Nazilerin işgali öncesinde Polonyalıların bir askeri kışlası imiş. Siyonistler bu onarılmaz acıyı örtülü bir propaganda olarak da kullanıyorlar. Her dilde yayınlanmış kitap var. Konuşmak yasak. Bunun için herkese kulaklık dağıtılıyor. Erasmus kontenjanından bölgeye gelen iki üniversiteli Türk genci Nazi selamı verdikleri için tutuklanmış ve hala cezaevindeler. Günümüzde ise Nazilere taş çıkartan uygulamalarla Filistin, Arakan ve Keşmir Müslümanlarını hatırlamak insani bir sorumluluk. CÜCELER ŞEHRİ
Wroclav Kuzey Polonya’nın Venedik’i olarak biliniyor. 124 köprü ile birbirine bağlı 12 ada üzerinde kurulmuş. Cüceler Şehri de deniyor buraya. Öyküsü de şöyle; 1990 SSCB dağıldıktan sonra Wroclaw’daki yerel seçimleri demokrat bir aday kazanıyor. Ancak komünistler eski rejime dönmek için faaliyetlerini artırınca belediye başkanı bütün şehri cüce anıtlarla donatıyor. Komünizm o’na göre cüce bir fikirdir. Gotik belediye binası aynı tarih estetiğini koruyor. Ortaçağ kasaplar bedesteni ise bugün sanatçılar çarşısı biçiminde değerlendirilmiş. Kiliselerin çanı her saat başı burada da çalıyor. Meydanlarda sihirbazlar, müzik grupları, seyyar satıcılar, simitçileri görmek mümkün. Otelleri gibi sokaklar da tertemiz. Üniversitesi iddialı ve 40 bin öğrencisi mevcut. Okuyan Türk talebeler de mutlu. Ayrıca Sicilya zeytinlerini lehçe söylemlerle satmaya çalışan fuar standındaki Kadıköylü genç de öyle.
25
Lublin’e geçtik. İkinci Dünya Savaşı sırasında yerle bir edilen Lublin hala onarıma, kentsel dönüşüme muhtaç. Ayakta kalan evler dikkatimi çekti. Mahallelere bir han kapısı gibi yerden giriliyor ve bütün mekanlar buradaki meydana bakıyor. İstanbul Hanlarının daha büyük olanı sanki. Bir kısım sakinler burayı otopark olarak kullanıyor, bir kısmı çocuk oyun alanı yapmış. Tam da festival sırasıydı, iyice Leh kültürünü yaşadık.
Lodz en ünlü Piotrowska caddesi yayalaştırılmış. Yeşil alanlar otobandaki gibi korunuyor. Yine Türk kebapçılar var, kıyafetleriyle belli olan Arap turistler. Varşova’ya girerken gözlerime inanamadım. Bir tarih beklerken sırf gökdelenler ve marka firmaların renkli, ışıklı tabelalarıyla temsilcilikleri bizi karşıladı. Kadim Varşova’ya girerken Sovyetlerin hediye ettiği gökdelen kültür sarayının önünden geçtik. Varşova merkezi hem Naziler, hem Sovyetler yerle bir etmiş. Ama Polonyalılar yıllanmış resimlerinden yola çıkarak meydanı eski tarihi mekan haline getirmişler. Hatta Stalin Vistül Nehri’nin karşı kıyısında Nazilerin şehri yağmalamasına ve yıkmasına seyirci kalmış, müdahale etmemiş. VARŞOVA’DA CHOPİN, İSTANBUL’DA ITRI DİNLEMEK MÜMKÜN MÜ?
Oh be eski Varşova’yı nihayet gördük. Aşırı kalabalıktı. Cami kentin çok uzağında. Her sokak turist dolu. Kraliyet Sarayı, 3. Zygmunt sütun ve Deniz Kızı Serena anıtı, kraliyet ve çan meydanları, Barbakan, Madam Curie’nin evi ilk gördüğümüz yerler oldu. Ama ben Chopin Konserini de kaçırmadım. Sadece yabancılar için bu ünlü müzisyenin eserleri değişik müzikhollere seslendiriliyor. Siz Dede Efendi veya Itri’nin eserlerini dinlemek isteseniz acaba böyle bir imkan bulunur mu İstanbul’da. Varşova’da 3000 kadar Türk ve işadamı yaşıyor. Metro’da Türk sermaye ve alın teri var. Varşova’dan sonra sanayi ve kültür şehri
sayı//62// eylül
26
Polonya yalnız ama iddialı bir ülke. İnsanları bir kısmı Protestan olmasına karşılık iyi birer Katolik. Tarihi kiliseler korunurken, yeni mimari özelliklerini taşıyan kiliseleri de görmek mümkün. Her taraf yemyeşil. Tarlalar ekili. Özellikle buğdaygiller ve ayçiçeği. Yeşil alanların haddi hesabı yok. Lokantalar hep dolu. Galiba evlerde yemek yapılmıyor olsa gerek ki çoğu kişi dışarda yiyor, içiyor. Siyaset hep gündemde tutulmuyor ama hızlı bir muhalefet gördüm. Avrupa Konseyi’nde de etkililer. Çünkü Başkan Donalt Tusk. Okuma yazma oranı kadar, kitap yayın istatistikleri de yüksek. Kitapçı sayısı da bir hayli fazla. Gençler modayı yakından takip ediyor. Dövmesiz insan yok gibi. Spor yapmayan genç de göremezsiniz. Müzik ve moda en etkili ve iletişimi çok hızlı bir yansıma içinde. Hukuk önde ve uygulamada insan hakları evvel geliyor. İç göç fazla değil. Vistül nehri ülkeyi bir baştan bir başa dolaşıyor. OSMANLI PAŞASI LEHLER
Milli geliri kişi başına 9 bin $ kadar. Bize benziyor. Otoban yakınlarındaki yerleşim birimleri rahatsız olmasın ve ses geçmesin diye yola duvar örülmüş. Polonya Avrupa Birliği’ne girdikten sonra daha cazip hale gelmiş. Dolayısıyla kapılarını sağlam tutuyor. Kontrollerini gerektiği gibi yapıyor. Kredi kartı her tarafta geçiyor. Ama hala kendi parasını kullanıyor, euroyu değil. Atları süslü, sürücüleri yabancı dil bilen Faytonlar her yerde ve insanlar kuyrukta. Adalar elektrikliğe geçmek istiyor bizde ise. Vah ki ne vah. Birinci Mehmet Çelebi Mehmet zamanında bir asker Müslüman oluyor ve Osmanlı Ordusuna katılıyor. İsmini Esat Murat Paşa olarak yazdırıyor. Nazım Hikmet’in büyükdedesi Mahmut Celalettin Paşa da öyle. Suriye’de görev yapıyor. ”Be biz Osmanlıyız, bizde adam çoktur “ diyen Nazım Hikmet Ran’ın Dedesi Nazım Paşa da bir Mevlevi aynı zamanda. Nereden bakarsanız bakın Lehistan ile tarihimiz sıcak ilişkiler içindedir. Bilmem 205 yılını beklemeye gerek var mı?
KUTSAL KÜLTÜR
İKİ DÜNYA
KÜLTÜRÜDÜR Türklerin Anadolu’nun bin yıllık tarihinde, oluşan kültürlerinin temelinde, kutsal kitapların sonuncusu Kur’an vardır. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
ürkiye’nin Brüksel’de yer alması, Anadolu insanının kendi kültüründen vazgeçmesi anlamına gelmez. Türkiye Batı’nın seküler kültürünü benimseyerek, Avrupa ülkeleri arasında saygınlık kazanamaz. Hayatın bütün alanlarında, hiçbir şeyin taklidi, aslının yerini tutamaz. Türkler Avrupa topraklarında yüzyıllarca kaldılar. Anadolu insanı Avrupa’da yaşamış, ancak hiçbir zaman Avrupalı olmamıştır.
*TC.Maltepe Üniversitesi
Müslümanların kültür kaynaklarıyla, Hristiyanların ve Yahudilerin kültür kaynakları birbirlerinden etkilenmiş, su ve yağ gibi, bir arada bulunmuş, ancak birbirine karışmamıştır. P. Valery’denT. S. Eliot’a kadar, bütün Batılı düşünürlerin vurguladıkları gibi, Avrupa kültürünün temelleri Yunan, Roma veHristiyanlığa dayanır. Bu üç kaynağa dört elle sarılan her ülke, hangi kıtada bulunursa bulunsun, coğrafya olarak Avrupalı olmasa da, kültür olarak Avrupalı sayılır. Avrupa’nın seküler kültürünün belirleyici kaynağı, Yunandan ve Hristiyanlıktan daha çok Roma’dır. Roma Hristiyanlığı, Yunanın mitolojik kültürü içinde eritmiştir. Kudüs Roma’yı Kudüsleştirmemiştir. Buna karşılık Roma Kudüs’ü Romalılaştırmıştır. Batı kaynaklarında çok görkemli olarak anlatılan Roma, Yahya Kemal’in dediği gibi, iç dünyasıyla hissizdir. Romalılar Atinalılar gibi, Romalı olmayanları, kendileri için çalışan, hiçbir değeri olmayan, varlıklar olarak görmüşlerdir. Türklerin Anadolu’nun bin yıllık tarihinde, oluşan kültürlerinin temelinde, kutsal kitapların sonuncusu Kur’an vardır. Türkler Avrupa kültürünün kaynaklarını, kendi kültürlerinin ışığında özümseyerek, Maveraünnehir ile birlikte, Anadolu’da büyük bir kültürel patlamaya yol açmışlardır. Anadolu insanının kültüründe, ekonomik, sosyal ve kültürel hayat, öteki dünyaya göre düzenlenir. Dünyada yapılan hiçbir iyiliğin, hiçbir kötülüğün karşılıksız, kalmayacağına inanılır. Dünyadaki sınırlı hayatın, yaşanır kılınması, sınırsız hayata ayarlanması, ağaçların meyva vermeleri için, sürekli budanmaları gibi, sürekli yeniden yapılanmasına bağlıdır. Kültürler de ağaçlar gibi, büyürler, olgunlaşırlar ve ölürler. Ülkeler arasındaki değer farkının önem kazandığı bir dünyada, Batının seküler kültürü, Doğunun kutsal kültüründen daha canlı, daha güçlü değildir. Dünyada seküler kültürünün güneşi batarken, kutsal kültürün batmayan güneşinin bilincine varılmaktadır. Yirmi birinci yüzyılda dünyanın neresinde olursa olsun, her ülkenin kültürü kendinedir. Dünyada hiçbir ülke, güçle kendi kültürünü başka bir ülkeye ihraç edemez. Güçlü olan kültür, farklı olan, farklı olduğunu bilen kültürdür. Seküler kültüre karşı, kutsal kültürün üstünlüğü, iki dünyayı birbirinden ayırmamasından kaynaklanır. Yaşanılan dünyada, ürün, hizmet ve bilgi üretmesini bilenler, yaşanılacak dünyada, hiçbir şeyin yoksulluğunu çekmezler. 27
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
SELANİK -2-
Selanik bir Yunan şehriydi sanmayalım, bugün öyle. Osmanlı onu Mart 1430’da Venediklilerden aldı. Katolik kilisesinin zulmü altında inleyen yerli halk bu fetihten hiç de şikayetçi görünmüyordu. Türkler şehre yerleşir yerleşmez genişleyen fetihleriyle birlikte Selanik, merkez olacağı geniş bir art ülke buldu. Limana gelen mallar buradan içeriye dağılıyordu. Balkanların ne zenginliği varsa buradan dünyaya taşınıyordu (Ortaylı,2013:187). Hüseyin YÜRÜK
elanik’in tarihimizdeki bir başka özel yeri Anadolu’nun kurtarıcılarının Selanik’ten çıkmış olmalarıdır. Gençliğinde Selanik Birahanelerinde “Ne olacak bu ülkenin hali?” oturumları yapan kişiler sonraki yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmışlardır. Sonraki Dönemlerde kaymakamlık ve valilik görevlerinde bulunan Tahsin Uzer Selanik Birahanelerinin yeni bir nesil yetiştirme fonksiyonundan şöyle bahsediyor:14 yaşımda iken Selânik'e geldim. Emin Bey ile Kolombia Birahanesine giderek bir iki kadeh içerdik. İlk içki içmeme Emin Bey sebep oldu. Fakat üç bardaktan fazla içmez, muhakememi ve terbiyemi kaybetmezdim. Arada sırada tiyatroya, Cafe Şantan'a da gider eğlenirdik. Bu suretle dünyayı, zevk ve safayı anlamaya başladım (Uzer,1999:9).
sayı//62// eylül
28
Bu tesbitin sahiplerinden biri olan Murat Belge şu izahatı yapıyor:"Kurtarılacak" yer, ‘sonunda bir tek orası kaldı’, Anadolu'dur. Ama "kurtarıcı" konumunda olanların çoğu aslen oralı değildir. Denebilir ki Türkiye Cumhuriyeti fikren Selanik’te kurulmuş, ama gerçek hayatta ancak Ankara'da somutlaşabilmişti. Anadolu halkı ise, ancak bu kuruluştan sonra, “Bu devletin milleti” olmak üzere, yoğrulmuş ve yetiştirilmiştir (Belge,2011:552). Murat Belge, açıklamalarına şöyle devam ediyor: Selanik, İstanbul'daki yoğun jurnalci ağının aynı derecede etkili olamadığı, buna karşılık uluslararası topluluğun varlığını hissettirecek kadar kozmopolit (İstanbul gibi), canlı bir kentti. Buradaki çeşitli mason localarının da ittihatçı kadroların yetişmesinde rol oynadığı anlaşılıyor (Belge,2011:576). Geçtiğimiz ay vefat eden Prof. Dr. Haluk Dursun da şehrin Osmanlı Tarihindeki bu anlamdaki yerini şöyle anlatıyor: Osmanlı döneminde bu iskele karşısı, gizli-açık bütün siyasî faaliyetlerin merkeziydi. Özellikle Talat Paşa'nın sürgün olarak Selânik'e gönderilmesi, Kule Kahveleri semtini, başta Yonyo Birahanesi olmak üzere, ittihatçıların toplantı merkezi haline getirmişti. Osmanlı sosyalist işçi hareketlerinde tütün işçileri önderliğinde sendikacılık, ilk işçi sınıfının Selânik'te ortaya çıkmasını sağlamıştı. İttihatçı Manyasizâde Refik Bey'den, İttihatçı meşhur dönme maliyeci Cavit Bey'e, Diyarbakır'dan kalkıp buralara kadar gelen Ziya Gökalp'den Ömer Seyfettin'e, meşhur mason Emmanuel Karasu'dan Türkçü (!) Yahudi Moiz Kohen (Tekin Alp)'e kadar Selânik yıllarca içinde değişik insanları barındırmış, yıllarca kaynamış durmuş, politik bir arena olmuştu.İşte Selânik deyince İttihatçılık, Yahudilik, Masonluk, Dönmelik, kısacası bütün anti-Abdülhamit güçler akla gelirdi (Dursun,2003:62) 1913 Bükreş Antlaşması ile Türk idaresi altında yaşamak istediğini belirten şehir halkının ve özellikle Yahudilerin protestolarına rağmen Selânik Yunan Devleti’nin bir parçası kabul edildi. I. Dünya Savaşı sırasında Eylül 1915’te müttefik güçler Selânik’e girdi ve Bulgarlar’a karşı Makedon cephesini açtı.Aynı dönemde, kıyının karşı yakasında Yunanistan Müslümanları zulme uğruyorlardı. Osmanlı Hariciyesi, büyük devletler nezdinde girişimde bulunarak, bu zulümlerin ve bunun sonucu olan Müslüman göçlerinin sebebinin, Yunan devlet politikası olduğunu belirtiyordu. Bab-ı Âli'nin kaleme aldığı 30 Nisan 1914 tarihli
bir memorandumda, Kasım 1912'den beri Yunanistan'dan gelen muhacirlerin sayısının 163.000'e ulaştığı belirtildikten sonra, Müslüman köylerine (Karcova, Berbudechta, Numur, Muhassi, Banya Çiftlik, Kara. ferie vs.) yapılan saldırıların bilançosu sunuluyordu. İhlalle' arasında Müslüman kadınlara tecavüz, erkeklerin ise askere alma bahanesiyle sürek avına tabi tutulmaları vardı (Dündar,2008:216). 1922-1923’te Trakya ve Batı Anadolu’dan gelen on binlerce Rum mülteci Lozan Antlaşması (1923) sonrası gerçekleşen nüfus mübadelesi sonucu Selânik’e yerleşti. Aynı dönemde Türk nüfusunun tamamı, Yahudi ve dönmelerin çoğu Türkiye’ye göç etti. Selanik, 2.Dünya savaşından da payını aldı. Selânik 4 Nisan 1941’de Alman ordusu tarafından işgal edildi. O yıllarda ve özellikle 1943’te Selânik’in Mûsevî halkının tamamı ya sürüldü ya da yok edildi. Selânik’te mevcut 49.000 Mûsevî’den 45.000’i 1940’larda öldürüldü. 1949’da Yunan iç savaşının sona ermesiyle şehrin yeniden yapımı ve modernizasyonu başladı; bu dönemde Doğu Akdenizli bir çehreden modern bir karaktere büründü. Bu süreçte Selânik’in tarihî bölümü olan yukarı şehrin büyük kısmı arsa spekülatörleri ve proje yöneticilerinin eline geçti (Kiel,2009:356). Günümüz Selânik’inde klasik Osmanlı mimarisinin çok azı ayaktadır. Hisar bir yana bırakılırsa bunların başlıcası, halk arasında Alaca İmaret olarak bilinen ve 1484’den kalan İnegöllü İshak Paşa Zâviyeli Camii’dir.İkinci büyük yapı sütunlu bölümüyle Balkanlar’da tek olan Hamza Bey Camii’dir. Ayakta kalan Selânik’in dört büyük hamamından ikisi 1444’te yapılmış Bey Hamamı ve Halil Bey Hamamı’dır. Selânik’te zamanımıza ulaşan Osmanlı yapıları arasında 1891’den kalma hükümet konağı 1893’ten kalma eski idâdiye (günümüzde Selânik Üniversitesi’ne ait bir fakülte binası), eski gümrük binası, 1902-1903’ten kalma belediye hastahanesi, bugün Yunan ordusuna hizmet veren 1903’ten kalma Üçüncü Ordu Komutanlığı’nın kışlası gibi geç Osmanlı dönemi kamu binaları da bulunmaktadır. Eski şehrin yukarı kısmı güçlü Bizans surlarının gölgesinde eski cazibesini bütün sokakları, dar geçitleri, XIX. yüzyıl evleriyle (ve XX. yüzyılda eskinin taklitleri olarak yapılanlarıyla) korumuştur. Eski şehrin doğusundan yeni oluşan çevre bölgelere kadar bir alanda iyi muhafaza edilmiş birçok XIX. yüzyıl konağı
vardır. II. Abdülhamid’in sürgün yıllarını geçirdiği yapı olan Villa Allatini de ayaktadır (Kiel,2009:357). ABD’li Türkiye Araştırmacılarından Health Lowry, Selanik’in Yunan yönetiminde yaşadığı büyük değişimi şöyle anlatıyor: Şimdi Türkiye’ye, İstanbul’a gelen turistler Bizans yapıtlarını görebiliyorlar. Halbuki İstanbul 550 seneden beri Türklerin elinde, Türk şehri, ama bunların hepsini korumuş, camiye çevirerek cami olarak korumuş.Maalesef Balkanlar’da bazı yerlerde böyle şey görmüyoruz. Çok üzerinde çalıştığım ve çok sevdiğim Selanik’e baktığınız zaman; yangından evvel 1916’da denizden çekilen panoramik bir fotoğrafta tam 38 tane minare saydım. Şimdi sadece bir tane var. Yani demek istediğim şu, bu Osmanlıların Balkanlarda kurduğu şehirleri tesbit etmekte güçlük çekiyoruz, çünkü gerçekten fiziki kalıntıları dahi yok. Arnavutluk’ta mesela Enver Hoca zamanında bütün minareler, halk tarafından yok edilmiş. Selanik’e baktığımız zaman, Selanik’te 15. Yüzyılın sonuna doğru, nüfusun yarısı Türk Müslüman yarısı Musevi. Otuz sene içinde iki misli büyüyorlar ve nüfusun %65’inin bu dışarıdan yeni gelen Yahudilerden oluştuğunu görüyoruz. Dünya tarihi içinde düşündüğünüz zaman böyle ikinci bir misal bulamazsınız (Lowry,2002). Şehri ziyaret eden Prof. Dr. Orhan Kural da bu anlamda şu gözlemlerini naklediyor: Selanik'te beş yüz yıllık Osmanlı döneminden kalan izleri sürmek isterseniz üzülürsünüz. Örneğin, Osmanlı mezarlığının üstünden bugün asfalt yol geçmiştir. Alaca Cami bugün bir sergi alanı, Hamza bey Cami ise kapalı bir sinemadır. On beş yıl önce restore edilmek üzere iskelesi kurulmuş camiler bugün kendi kaderine terk edilmiş.(Kural,2011:129) ŞAHİTLİKLER:
Selanik doğumlu devlet adamlarından biri olan Tahsin Uzer, Selanik’teki çocukluk günlerini şöyle anlatıyor: İşte ben, haremlik binasının zemin katında, caddeye ve denize bakan odada 1877 Senesinin 29 Ağustos gününde Dünyaya gelmişim. Binanın yola nazır kısmında, bahçedeki büyük su deposuna bağlı bir çeşme yapılmıştı. O zamanlar Selânik'te su sıkıntısı varmış, şehir su şebekesinin kurulmasından önceki su derdini, ben de hatırlıyorum. Her gün sabahın erken saatlerinde başlayıp gecenin geç saatlerine kadar yüzlerce erkek, kadın ve çocuğun, teneke ve testilerle gelerek, çeşme
29
başında itişip kakışıp, münakaşa ve gürültülerle su aldıklarını, çocukluğumda seyrederdim (Uzer,1999:2). Tahsin Uzer, Selanik’te yaşanan çok mühim bir siyasi olaydan ise hatıralarında şöyle bahesdiyor: Selanik’te ihtilâl kargaşalıkları devam ederken, limandan kalkıp İstanbul'a doğru yol alan "Mesajeri Maritime” Fransız vapur kumpanyasının "Guvadülkebir” adındaki yolcu gemisi; tam limanın “Karaburun” mevkiine yaklaştığı sırada, makine dairesine yerleştirilen saatli bir bombanın patlaması sonucu parçalandı yandı. Bu patlamada can kaybı büyük oldu.Fransız vapuruna saatli bombayı yerleştiren, Köprülü ilçesinden, 17 yaşında Bulgar "Gimnazya” (Bulgarcada lise demek) öğrencisi ”Gorgi” adında bir çocuktu. Polisimiz büyük gayret göstererek, bu sabotajcı Bulgar çocuğunu çarçabuk yakaladı (Uzer,1999:155). Tahsin Uzer, 31 Mart 1909 Darbesi ile devrilen Sultan II..Abdülhamit’in sürgüne gönderildiği Selanik’teki ilk anlarına şahitlik eden birkaç kişiden biri. Uzer o tarihi anları şöyle anlatıyor: 31 Mart olayından sonra 14 Nisan da Selânik'de şenliklerin cereyan ettiği gün, kalabalık bir gurup halinde ordu kumandanlığına gitmiştik. Bir ara üçüncü ordu müfettişliğine vekâlet eden Hadi Paşa, beni kendi makam odasına bitişik olan kabul salonuna alarak, ''Gizlice Sultan Abdülhamit'in Selânik'e getirilmekte olduğunu ve bunun için benim hazırlıklı ve tedbirli bulunmaklığımı söyledi”. Valinin ve halkın bu gelişten hiç bir bilgisi yoktu. İlk iş olarak Alatini veya Rahmi Bey'in köşk ve yalılarından birisini Abdülhamit'e konutluk için seçmeye karar verdim. Hadi Paşa Jandarma genel müfettişi İtalyalı "General Rubilan”a ait olan "Alatini” köşkünün mobilyalı şekilde kiralanmasını uygun gördü. 15 Nisan 1909 günü akşamı, Eski sultan Selânik'de olacaktı. Eşliğinde; haremleri, kızları, cariyeleri, oğulları ve diğer hizmetkârları ki, toplam olarak 38 kişilik bir gurup halinde geliyorlardı. Bunları ağırlamak için lazım olan yatak, yiyecek ve araba sağlanması görevi, Hadi Paşa tarafından bana verilmişti. Abdülhamit'i getiren tren, 15 Nisan 1909 gecesi yatsı zamanına doğru askerî istasyona girdi. Ses sada yoktu. Kendisini ben karşıladım. İlk arabaya; Abdülhamit, haremi ve oğulları Abdürrahim ve Âbit Efendiler, ikinci arabaya; üçüncü haremi, iki kızı ve bir cariye, üçüncü arabaya da; Binbaşı Fethi Bey, kitapcıbaşı ile ikinci musahip (sözcü) zenci "Cevher Ağa” bindiler. Yatsı ezanı okunurken, sayı//62// eylül
30
düşük padişah, Alatini köşkünün anıtsal merdivenlerine ayak basmış ve o anda ağzından duyulan sözler: "Aziz Allah Celle Şanuhu” yani "Allah aziz, şanı büyüktür” olmuştu.Abdülhamit onların tamamen çıkmalarını bekledikten sonra, bana dönüp:"—Vali Bey burdalar mı?" sorusunu yöneltti. Ben de:"—Rahatsız olduklarından gelemediler” cevabını verdim (Uzer,1999:246-247-248-249). Yakın zamanlarda Selanik’i ziyaret eden Prof. Dr. Orhan Kural Selanik’i şöyle anlatıyor: Selanik'i tanımak istiyorsanız işte size bazı ipuçları: Hakkında şarkılar söylenmiş, efsaneler oluşturulmuş Yedikule Zindanı, Osmanlı Mahallesi, geniş avlu içinde VII. yüzyıl eseri Ayasofya, Bizans şehir surları ve Manuel ile Anne Kapıları, Galerius Roma Zafer Parkı, banka şubeleri, lüks otelleri ile Aristotelous Meydanı, ünlü caddesi Via Egnatia, Anadolu kökenli Bizans Müzesi, zemin katındaki Roma Hamamı ve 1493 tarihli II. Beyazıt Kitabesi ile Osmanlı zamanında Kasımiye Camii olarak kullanılan etkileyici Demetrious Bazilika ve nihayet işkence mekânları ve korkutucu hücreleri ile ‘kanlı’ sıfatı olan, Venediklerce inşa edilen ve Selanik'in sembolü olarak kabul edilen Beyaz Kule (Kural,2011:130). Şehri 1990’lı yıllarda ziyaret eden Prof. Dr. İlber Ortaylı ise Selanik’in özel konumundan şöyle bahsediyor: Selanik bir Yunan şehriydi sanmayalım, bugün öyle. Osmanlı onu Mart 1430’da Venediklilerden aldı. Katolik kilisesinin zulmü altında inleyen yerli halk bu fetihten hiç de şikayetçi görünmüyordu. Türkler şehre yerleşir yerleşmez genişleyen fetihleriyle birlikte Selanik, merkez olacağı geniş bir art ülke buldu. Limana gelen mallar buradan içeriye dağılıyordu. Balkanların ne zenginliği varsa buradan dünyaya taşınıyordu (Ortaylı,2013:187). Selanik’i aynı yıllarda ziyaret eden Prof. Dr. Haluk Dursun ise şehirden şöyle bahsediyor: Gezginler ve sanatçılar Selânik'e denizden girmenin daha güzel olduğunu söylerler. Limandaki bakımlı evlerin, ovaya doğru yayılan kırmızı kiremitli kiliselerin, minareli camilerin çok hoş bir manzara ortaya ifade ederler. Ama ben öyle yapmadım. Dağlardan, ovalardan aşarak, yukarıdan aşağı inip deniz kıyısına ulaştım. Selanik, artık koskocaman bir metropol olmuş. Neredeyse bizim İzmir'le boy ölçüşecek. Zaten ona birçok benziyor: İkisi de doğuda önemli birer ticaret limanı, ikisi de kozmopolit, ikisi de Yahudi, Dönme, Rum ve Levanten etkisinde kalmış ( Dursun,2003:61).
Gurbette Doğan Çocuklar
Dağların ötesindesin, he mi, Hatta Okyanusların? Dilbilmez, turna uçmaz yerlerdesin ay yavrum, Ya biz haberini nerden alalım? Elimizin ermediği yerdesin, ya biz kime varalım varıp da sarılalım
Hayır olur inşallah her gice düşümüzde Kanada’ya taraf köprü kurulur davullar vurulur, ortasında hazırolda durulur Elizabeth’in askerleri tuhaf ve kalabalık Güyâ bir hanım sultan geçesiymiş, pek küçükmüş, daha üç aylık Dedeler, neneler hasret içre derkenar, (ha biz uyanmadan geçiverseydi, ne var..) Rivâyet oldur ki, geçer olmuşsun, ellerin menevşeymiş, ayakların akasya. Ay kızım, görmeden vurulduk sana Telefonda olsun, azıcık ağlasana, Senin sesin hanemize bereket, gülüşün dua olur Bir muştu olursun, koşar gelirsin uzaklardan çok uzaklardan bir kucak dolusu nur… Bizi bekletme n’olur, Artık titrek bir alev bizim yaşadığımız Ey ay yüzlü Umay kız giriversen kapımızdan tükenecek yalnızlığımız Tez gelesin, eğleşmeyesin, he mi, Gönlümüz tenha, gönül memleketimiz ıssız Seni bağrımıza basacağız, Aykız… Kâmil UĞURLU 31
MÜZELER ŞEHRİ
GAZİANTEP
Gaziantep’in, sanayi ve üretim bakımından müstesna bir şehir durumunda olduğunu duymuştum. Şehrin her yerinde birçok sanayi tesisi bulunuyor. Sokak aralarında bile konfeksiyon atölyeleri görebiliyorsunuz. Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN*
*T.C. Atatürk Üniversitesi
sayı//62// eylül
32
aziantep’e iki kere gittim. İkisinde de aynı gidiş ve dönüşü yaşadım. İlkinde 2013 yılının Ekim ayında Çevre ve Ahlak ana konulu bir bilgi şölenine katılmak üzere gitmiştim. Gidiş uçakla, dönüş ise otobüsle olmuştu. İkinci seyahatim ise öğrencim Dr. Öğretim Üyesi Ayşe Eroğlu Hanım’ın, 2019 yılı Ağustos ayında bir Yüksek Lisans tez savunmasına jüri üyesi olarak davet etmesi vesilesiyle oldu. Yine aynı yolla gidip döndüm. Her iki seyahatimde de farklı yerler görme fırsatım oldu. 2013 yılında katıldığımız sempozyuma Doç. Dr. Ali Kurt’la birlikte gitmiştik. İsmail Bingöl de TRT Erzurum Radyosu Yapımcısı olarak bilgi şölenine katılanlarla röportajlar yapmak üzere gelmişti. Sempozyumdan bir gün önce Gaziantep’te öğretmenlik yapan Doktora öğrencim Sever Işık bizimle ilgilendi ve eski Antep olarak isimlendirilen bölgeyi gezdirdi. O zamandan hatırladıklarımdan dikkatimi çeken birçok yer arasında bir mağara vardı. Mağara, semtin ortasındaydı ve ilginç olan tarafı, yerin altında değildi. Sorunca buranın doğal olmayan, oyularak yapılmış bir mağara olduğunu anladık. Üç beş asır öncesine dayanan mazisiyle bu mağaranın, yaz ve kışın ayrı sıcaklık derecelerine sahip bir mekân olduğunu öğrendik; kışın sıcak, yazın serin. Dışarıdaki aşırı sıcaklığa rağmen mağarada son derece ferah bir ortam vardı. Mağara mekân, bugünkü deyimiyle kafe olarak kullanılıyor ve otantik bir tefrişata sahipti. Bu tarz mağaralardan başka yerlerde olduğunu da öğrendik. İki gün sonra sempozyuma katılan tüm akademisyenlerle birlikte gezdiğimiz Tarihî Yeni Han içerisinde de bir mağara bulunduğunu hemen giriş kısmındaki tabelada gördük. Burada da Kaleoğlu Mağarası bulunuyordu. Anladığım kadarıyla yaz aylarının çok sıcak geçtiği Gaziantep ve bölgedeki diğer vilayetlerde sıcağa karşı bir önlem almak üzere, sıcakların bastırdığı aylarda buralara girilerek rahat nefes alınması gayesi güdülerek bu tarz mekânlar oluşturulmuş. Öğrendiğimiz kadarıyla bu geniş mağara yapılar, Antep’in Gazi unvanını almasına yol açan işgal sırasında müstevlilere karşı kullanılmak üzere silah deposu olarak da kullanılmış. Sempozyum öncesindeki şehir gezimizde eski Antep sokaklarından da geçmiştik. Oldukça dar olan sokaklarda yer alan evlerin tamamı beyaz taştan yapılmış durumda. Taşların beyaz olması, yörenin
jeolojik bir özelliği olsa gerek. Ama evlerin inşasında beyaz taş, tercih sebebi de olabilir; çünkü gündüzleri hava çok sıcak. Gün boyu ısıyı emen siyah taş, geceleri rahat uyumaya engel olur, bundan dolayı ısıyı emmeyen beyaz taşın yapı malzemesi olarak kullanıldığını sanıyorum. İlginç olan şu ki Güneydoğu Anadolu bölgemizde beyaz taş çok yaygın. Demek ki Yaratan, burada yaşayan insanların hizmetine kara taş yerine beyaz taşı sunmuş. Eski Antep gezimizde öğrencim Sever Işık, ben ve Ali Bey’i Bakırcılar Çarşısı’na ve Elmacılar (Almacılar) Çarşısı’na da götürdü. Bakırcılar Çarşısı, karşılıklı dükkânların bulunduğu uzun bir çarşı. Bu çarşıyı henüz gezmeden evvel de tanıyorduk. Çünkü ben ve Ali Bey bu çarşıyı Mitat Enç’in Uzun Çarşı’nın Uluları isimli kitabından okumuş ve gıyabında tanımıştık. Çarşıyı gezerken sanki daha önce orada yaşamışım gibi hislere kapıldım. Mitat Enç’in gözlerini kaybetmeden önce bu çarşıdaki gözlemlerinin bir yansıması olan bu kitap, bir çarşıyı ancak bu kadar iyi resmedebilir. İkinci Antep seyahatimden sonra bu eseri bir kere daha okumaya karar verdim; bakalım ne zaman bu fırsatı bulabileceğim. Bakırcılar Çarşısı’nda her türlü kap kacak mevcut. Bu çarşı bana çocukluğumun ve gençlik yıllarımın Erzurum’unu hatırlattı. Bir zamanlar Erzurum’da da Bakırcılar çarşısı vardı. Oradan geçerken ustaların çekiçlerini bakır kapların üzerine vururken çıkardıkları ahenkli seslerle adeta bir musiki icra ettiklerini yeniden yaşadım. Evlerimize henüz alüminyum, plastik, melamin ve teflon kapların girmediği o yıllarda tencereler, tavalar, taslar, tabaklar, tepsiler… hasılı bütün mutfak gereçleri bakırdandı. Bu kaplar, kullanıldıkça ve kullanım sonrası şallanınca kalayları yıpranır ve bakırları gözükmeye başlardı. Kalayın çıkıp bakırın görünmesi, kapların kalaylanma zamanının geldiğinin habercisi sayılır ve senede iki kere yine aynı çarşıda bulunan kalaycılara götürülüp kalaylatılırdı. Eskiyen bakır kaplar yenisiyle değiştirilirdi. Şimdi Erzurum’da maalesef toru topu iki ya da üç bakırcı ve kalaycı ancak kalmış durumda. Memleketimde, insanlığın tarihiyle neredeyse aynı yaşta olan bakır işçiliği, maalesef alüminyuma, plastiğe, teflona yenilmişti. Gaziantep’teki Bakırcılar Çarşısı’nı görünce Erzurum’da kaybolmakta olan bu mesleğin burada olabildiğine canlı olması bana tahmin edemeyeceğiniz bir sevinç ve umut verdi. Demek ki ülkemizde eski mesleklerin
ve zanaatların yaşatıldığı yerler tamamen yok olup gitmemişti. Buradan bakır bir yumurta tavası ve kahve cezvesi alarak evimizin bakır malzemelerine eklemeler yapmış olduk. Elmacı Pazarı, Gaziantep’in yemek kültürünün ön hazırlık ambarı gibi geldi bana. Antep mutfağının bütün malzemelerini bu çarşıda bulabilirsiniz. Biberin her türlüsünü, kurutulmuş dolmalık biberin bile birkaç çeşidini, kurutulmuş patlıcan, bamya, her türlü baharat, kuru sebze ve meyveler, çerezler, pestiller, kömeler, pastırmalar, sucuklar, lokumundan pişmaniyesine şekerlemeler… neler neler. İnsanın bu çarşıdan ayrılası gelmiyor. Gaziantep’in, sanayi ve üretim bakımından müstesna bir şehir durumunda olduğunu duymuştum. Şehrin her yerinde birçok sanayi tesisi bulunuyor. Sokak aralarında bile konfeksiyon atölyeleri görebiliyorsunuz. El sanatları yahut zanaatlar burada çok canlı vaziyette. Bu zanaatların yoğun olduğu tarihî Gümrük Hanı’nda en fazla dikkatimi çeken zanaat, yemenicilik oldu. Bu hanın dışındaki yemenicilerin dükkânlarının oldukça küçük olması da dikkatimi celbetmişti. Yemeni yapmak için büyük atölyelere ihtiyaç olmadığını anlamıştım. Meraklı bakışlarla dükkânlara bakarak yürürken yaşlı bir esnaf gördük ve onun dükkânına girip yaptığı işi biraz gözlemledik. Yemeni, tabanı manda derisinden yüzü ise sahtiyan denilen tabaklanmış ve cilalanmış teke derisinden imal edilen ve tamamen el emeğine dayanan bir erkek ayakkabısı olarak biliniyor. Doğal deri olmasından dolayı hem sağlıklı hem de giyimi kolay bir ayakkabı türü, daha doğrusu bir tür çarık. Bu yaşlı adam, kendisini işine adamış bir usta. Ne kadar yemeni yaptığını kendisi de bilmiyor. Dükkânında yüzlerce yemeni asılı vaziyette müşterilerini bekliyordu. Bir ibadet ciddiyeti ve heyecanıyla mesleğini icra eden bu usta karşısında hayranlığımı gizleyemedim ve kendisini tebrik etmeden dükkândan ayrılamadım. İşini bu kadar ciddiyetle ve severek yapan bir esnafa da Çanakkale’de rastlamıştım. Rıhtımda ayakkabı boyacılığı yapan bu esnaf, ayakkabıyı boyarken dünyanın en ciddi işini yapıyormuş gibi özen gösteriyordu ki onu izlerken ben de ayakkabılarımı boyatmadan geçemedim. Boya sandığını o kadar düzgün tasnif etmiş ve süslemişti ki görmeden geçmek olmuyordu. Her yaptığı boyadan sonra sandığını silip temizliyor,
33
sandığın üstünde toz gözükmüyor, aksine boyaları koyduğu şişeleri kaplayan sarı pirinç madenler parıl parıl parlıyordu. Onu da tebrik etmiştim. Kendi kendime şunu söylemiştim. Bu güzel ülkede her esnaf, her sanatkâr, her işçi, her işveren, her memur, her âmir, her akademisyen, her öğrenci ve öğretmen kısacası herkes işini en iyi şekilde yaparsa ülkemiz çok kısa sürede kalkınma hamlesini tamamlayıp gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşmış olur. Gaziantep Kalesi’nin etrafında yer alan hanlardan birisi olan Gümrük Hanı, Vakıflar kayıtlarına göre Hacı Ömer Efendi tarafından 1873-1878 yılları arasında yaptırılmış. Yolcu anı olarak inşa edilen yapının zemin katında depo ve ahır bulunurken, üst kattaki odalar ise sefer yapanların konaklaması için yapılmış. Han, eski yıllardan günümüze kadar iş yerleri, dükkân ve depo olarak kullanılmış. Geleneksel Osmanlı han mimarisine uygun olarak tek avlulu ve iki katlı han mimarisi özelliklerini gösteren Gümrük Han, Gaziantep’te bulunan 18 handan biri ve oldukça hareketli bir iş mekânı olarak göze çarpmakta. Eser, eski kent merkezinde bulunduğu için konum itibariyle, turistik ve iş gezisi amacıyla gelenlerin mutlaka görmek istedikleri yerler arasında yer almakta. 2011 yılında restorasyona başlanıp sekiz ayda tamamlanmış. Tarihi handa, kaybolmaya yüz tutmuş el sanatlarının üretim ve satış merkezi olarak ‘Yaşayan Müze’ adı altında hizmete sunulmuş durumda. Gümrük Han’ında gümüşçüler, tespihçiler, ressamlar, kilimciler, aba dokumacılar, mozaik sanatçıları, cam üfleme sanatçıları, bakır işlemecileri, takunyacılar, ebrucular, Antep işi örtü yapanlar, ahşap oymacıları, kutnu dokumacıları, yemeniciler ve sedefkârlık meslekleri yaşatılmakta. Gaziantep, Fransızların sayı//62// eylül
34
işgaline uğramış talihsiz kentlerimizden biri. Daha önce şehirde Ermenilerin terörü söz konusu olmuş. Mal bulmuş mağribî gibi şehre dalan Fransızlara karşı direnişe geçen Antepliler, bu direniş, mücadele ve savaşın sonucunda Fransızları şehirden dışarı atmışlar ve kendilerine TBMM tarafından Gazilik unvanı verilmiştir. Şehri kurtarabilmek için mücadele veren nice kahramanlar, göğsünü kurşunlara ve süngülere karşı germiş de bu unvan öyle hak edilmiş. İşte Antep’in Gazi unvanını almasında etkili olan isimlerden biri de Karayılan lakabıyla bilinen ve tanınan Molla Mehmet’tir. Yaşadığı dönemin zenginlerinden biri olan Molla Mehmet’in babası, Ermeniler tarafından şehit edilmiş, Mehmet de kendi çabalarıyla okuyup tahsil görmüş, sonra Doğu cephesindeki savaşlara katılıp yaralanmış, tedavilerden sonra Antep’in işgali üzerine hemen memleketine dönmüştür. Kurduğu çetesiyle Karabıyıklı mevkiinde düşmana ilk darbeyi indirmiş, daha sonra şehri kuşatan Fransız çemberini yararak Antep’e girmiştir. Karayılan lakabıyla düşmana nam salan Mehmet, karargâh olarak önce Bekirbey sonra Karagöz camisini kullanmış, şehir içi ve şehir dışında birçok savaşa katılmıştır. Şıhın Dağı’nda (Sarımsak Tepe) bulunan Fransızları püskürtme emrini alınca oraya gitmiş ve 24 Mayıs 1920 tarihinde bu çarpışmada şehit düşmüştür. Kabri Aşağı Şeyh Camii’nin bahçesinde bulunmaktadır. Vatanımızın namusunu kurtaran kahramanlardan biri olan Karayılan’ın kabrinde Fatiha’mızı okuduktan sonra gezintimize devam ediyoruz. Gaziantep denildiğinde akla mutlaka yemek ve baklava gelmekte. Akşam önce Antep yemeklerinin sonra da Antep baklavasının tadına bakarak ertesi günkü bilgi şölenine
dinlenmiş olarak katılmak üzere Gaziantep Üniversitesi’ndeki misafirhaneye gittik. Ertesi sabah sempozyum öncesinde bilgi şöleninin ruhuna uygun bir etkinliğe katıldık. Üniversite’nin ağaçsız bir alanına, üniversite rektörü ve diğer yöneticilerle birlikte bilimsel etkinliğe katılan akademisyenler olarak birer fidan dikimi gerçekleştirdikten sonra yoğun bir şekilde bilgi şölenine başladık. İki günlük bilimsel toplantıların ardından üçüncü gün, sempozyuma ev sahipliği yapan Gaziantep Üniversitesi’nin tertip ettiği şehir gezisine katıldık. İki gün önce gezdiğimiz yerleri tekrar gezme fırsatımız oldu. Bunun yanında gezemediğimiz yerlere de gittik. Yeni Han, bunlardan biriydi. Kutnu kumaşı üretenlerin bulunduğu bir başka iş hanına gittik. Kutnu’nun, Antep’e özgü, ipeği andıran bir kumaş türü olduğunu öğreniyoruz. Antepli hanımlar bu kumaştan yapılan elbiseleri severek giyiyorlarmış. bu cümleden olarak, gezdiğimiz yerler arasında dokuma tezgâhlarının sergilendiği bir müzenin bulunduğunu da kaydetmeden geçmeyelim. Bu toplu gezi sırasında benim en fazla dikkatimi çeken yer, bir açık hava müzesi konumunda olan eski bir zeytinyağı üretim yeri idi. Üzeri kalın cam tabakayla örtülü olan sahada üstten bakarak geçmişte yağ üretilen odacıkları görme imkânımız oldu. Zeytinlerin sıkıştırılarak yağın elde edilişi, dinlendirilmesi vs hep doğal ortamlarda ve ilkel şartlarda yapılıyormuş. Tabii ki bu zeytinyağı üretim yeri yüzyıllar öncesine ait ve şimdi müze. Bazı tarihi cami ve eski çarşıların gezilmesinin ardından Şahin Bey Belediyesi’ne ait olan büyük bir park alanında Belediye Başkanı’nın misafiri olduk. Bu devasa yeşil alan, Gaziantep’in nefes aldığı akciğerler gibi geldi bana. Güzel bir öğlen yemeğinin ardından sempozyum tam anlamıyla sona ermişti. Vedalaşarak dağıldık. Bir süre sonra Erzurum Lisesi’nden sınıf arkadaşım olan ve o sırada Gaziantep Üniversitesi’nde görev yapan arkadaşım Ahmet Kaya, sözleştiğimiz gibi gelip bize aracıyla yeni bir Antep turu yaptırdı. Onun götürdüğü en ilginç yer, Zeugma Mozaik Müzesi olmuştu. Burasının, gerek bina büyüklüğü, gerekse sergilenen mozaiklerin kapladığı alan bakımından dünyanın en büyük mozaik müzesi olarak bilindiğini öğrendik. Müzede, Zeugma Antik Kenti’nden çıkartılan ve yapıldığı dönemin sanatının ulaştığı zirve noktasının örneklerini meydana getiren mozaiklerin
haricinde yine Roma Dönemi’ne ait heykeller, sütunlar ve çeşmeler de bulunuyor. Belkıs/ Zeugma, 2300 yıl önce dünyayı ele geçirmek maksadıyla Anadolu topraklarından geçen Büyük İskender’in komutanlarından Selevkos Nikator’un yeni bir yerleşim yeri kurmak için bereketli Fırat ve Dicle kıyılarını seçmiş ve Büyük İskender’in, Fırat Nehri’ni geçtiği yerde, tepeler üzerine kendi adını verdiği bir kent kurmuştur. Selevkos Nikator, bu şehrin karşısına da eşi Apama’nın adını verdiği ikinci bir kent daha kurmuş ve iki kenti birbirine bir köprüyle de bağlamıştır. Buranın adı, M.Ö. 64 yılında Romalıların hâkimiyetine geçtiğinde ‘köprübaşı’ anlamına gelen ‘Zeugma’ olarak değiştirilmiştir. Zeugma, Sasaniler tarafından yok edilene kadar şaşaalı bir dönem geçirmiştir. Bu yıkımdan sonra kent, bir daha eski günlerinin ihtişamına ulaşamamıştır. İçinde bulunduğumuz zamanlarda yapılan kazılarda bulunan eserler, bu şehrin tam bir mozaik kenti olduğunu ortaya koymuştur. İşte bu kazılarda elde edilen buluntular, Zeugma Mozaik Müzesi’nde sergilenmektedir. Müzede Zeugma kentinin binalarını süsleyen büyük parçalar halinde birçok mozaik örneği bulunuyor. Ancak genel kanaate göre asıl önemli eser, küçük bir parça halinde keşfedilmiş ve buraya taşınmış olan M.S. İkinci yüzyıl menşeli Maenad ya da daha bilinir adıyla Çingene Kızı Mozaiği’dir. Yazılı basında ve TV haberlerinde çok sık gördüğümüz Çingene Kızı Mozaiği’nin, Maenad Villası’ndaki yemek odasının tabanını süsleyen mozaik olduğu tespit edilmiştir. Bu mozaikte resmedilen çingene kızının gözlerindeki mahzun ifade, bu mozaiği müzenin en beğenilen buluntusu yapmış ve Zeugma’nın Mona Lisa’sı olarak adlandırılarak antik kentin ve müzenin simgesi haline getirmiştir. Müzede yaklaşık olarak iki saat kadar kaldık. Tüm eserleri, sanki de bir arkeolog nazarıyla inceledikten sonra müzeden ayrıldık. Arkadaşımız, müzeden sonra akşama doğru bizi, İmam Çağdaş diye bilinen Gaziantep’in tanınmış kebap ve baklava salonuna götürdü. Burada yine Antep’e özgü bir şeyler atıştırdıktan sonra Gaziantep’in tepeler üzerinde yer alan mahallelerinden geçerek otobüs terminaline ulaştık. Ahmet’le vedalaşarak birinci Gaziantep seferimizi tamamlayıp Erzurum’a doğru yola revan olduk. Bu şehrin tepelerinin ne kadar önemli olduğu, bir sonraki yazının konularından biri olacak diyerek yazımızı sonlandıralım. 35
ŞEHİR KOKUSU Bir şehirde zamanı durdurabilmiş sokaklara rastlarsanız eğer o şehrin kendine has bir kokusu vardır. Amasya, Saraybosna, Üsküp, Bursa, Mardin, Sivas, Erzurum, Roma, Edinburgh, Budapeşte, Strazburg ve İstanbul gibi. Sokağa girdiğinizde geçmişten gelen sesler kulağınızda yankılanmaya başlarsa eğer o şehrin kokusunu almaya başlarsınız.
Mehmet MAZAK*
*TC Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//62// eylül
36
ültürel geziler yapmayı, yeni mekânlar, yeni kentler görmeyi arzu eden biri olarak farklı şehirlere her zaman yolculuklar yaparım. İç dünyamdaki keşif edilmemiş duygularımın tercümanı olacak mütercim şehirler arayışındayımdır belki de. Şehir kokusu, benim için insan kokusu, çocukluğumun kokusu, var olmanın kokusudur. Şehir kokusu benim için kundaktaki yavrumun, annemin kokusudur. Şehirlerde benim arayıp bulmaya çalıştığım koku işte budur. Gün içerisinde farkına varmadan geçmiş zamanlara yolculuklar yaparız. Hem de herhangi teknolojik araca ihtiyacınız olmadan. Sadece doğuştan sahip olduğumuz bir duyumuzu, koku almayı kullanarak geçmişten bir “an” veya “anı” hatırlayarak geçmişe yolculuk yaparız. Her yıl sıla-ı rahim için Mersin’e gidişimde Konya-Karaman üzerinden giderken Sertavul Geçidi’nden ayrılan toprak bir yola girer Torosların zirvesinde bir süre aracımız ilerledikten sonra derin bir vadide bulunan Kavaközü, Dağpazarı, Çivi ve Ballı(Eleski) Köyüne ulaşırız. Eşim ve çocuklarım her seferinde bu yolculuktan keyif almazlar. Baba, bu tozlu yolların ve bu kaderine terk edilmiş köyün nesini özlüyorsun derler. Eleski Köyü, Tırtar Mahallesi, Caminin Koyak bana dedemin kokusunu, ebemin şefkatini, çocukluğumun masumiyetini, babamın mücadelesini, annemin hayata tutunmasını ve beni bağrına basmasını hatırlatır. İşte ben bu kokuları hissetmek için her sene buraları görmeye gelirim derim. Beni buraları görmeye iten çocukluğumda almış olduğum kokulardır. Bir şehirde zamanı durdurabilmiş sokaklara rastlarsanız eğer o şehrin kendine has bir kokusu vardır. Amasya, Saraybosna, Üsküp, Bursa, Mardin, Sivas, Erzurum, Roma, Edinburgh, Budapeşte, Strazburg ve İstanbul gibi. Sokağa girdiğinizde geçmişten gelen sesler kulağınızda yankılanmaya başlarsa eğer o şehrin kokusunu almaya başlarsınız. Zamanın imbiğinden süzülüp gelmiş eserleriyle, o eserlerdeki her oymasıyla, her kıvrımıyla, her sütunuyla, her taşıyla geçmişin izlerini taşıyan bir şehir kendi kokusunu yansıtır size. “Aşk bir gül gibidir Yusuf'a benzer, kokusunu almaya bir Yakup ister” der bir sözde, eğer siz Yakup olmaya namzetseniz yaşadığınız ve gezdiğiniz şehrin kendine has kokusunu alırsınız. Gül bahçesindeki güzel kokuları alamıyorsan; kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda
aramalısın. Yaşadığın, gezdiğin, gördüğün şehrin kokusunu içinde hissetmiyorsan, bir şehrin kokusunu diğerinden ayıramıyorsan, şehri anlamış ve tercüme etmemişsindir.. “Her kalp içindeki çiçeğin kokusunu verir.” der Abdülkadir Geylani. Tarihi ve kültürel şehirlerde kendisini ziyaret edene zamanın imbiğinden süzülmüş kokusunu verir. Bir şehir eğer üzerinde tarih, medeniyet ve erdem taşımıyorsa, kokusu olmayan bir çiçeğe benzer. Kokusu olan şehir içerisinde tarih, medeniyet ve erdem taşıyan şehirlerdir. Her şehrin kendisine has kokusu vardır. Bazı şehirler yeşil kokar, bazıları kar, bazıları deniz, bazıları limon, bazıları ise tarih kokar. Şehir kokusu, insan kokusu ve var olmanın kokusu birbirini tamamlayan kokulardır. Sokaklarında portakal çiçeği ve baharat kokusuyla et kokusunun bulamaç olup beyni tahrik eden şehirdir Adana. Limon çiçeği, iyot ve deniz kokusunun bir parfüm güzelliğinde sarmaladığı, sokakları denize açılan şehirdir Mersin. Defne ve zahter kokulu bir şehirdir Hatay. Taş kokulu şehir Mardin, gül kokulu şehir Isparta, şehzade kokulu şehir Amasya, mesir macunu ve şehzade kokulu şehir Manisa, Mevlana ve misk kokulu şehir Konya, bürokrasi kokulu şehir Ankara, öğrenci kokulu şehir Eskişehir, medeniyet kokulu şehirdir İstanbul. Medeniyet kuran ve kokan şehirler vardır bu evrende, Roma gibi, Atina gibi, Granada, Kahire, İstanbul gibi. Kapitalizm kokan şehirler vardır New York, Frankfurt, Rotterdam ve Londra gibi. Birde sevgi ve muhabbet kokan şehirler vardır Semerkant, Buhara, Mekke ve Medine gibi. Şehrin belleğindeki birikimler farklı farklı şehir kokusu olarak karşınıza çıkar. İnsanoğlu şehir tercihlerinde ve gezilerinde aslında ne kokusu arıyorsa onun peşindedir. Sevilen bir şehirde, aidiyet hissi, rengi, mimarisi, sokakları, kaldırımları, üzerindeki yaşanmışlıklar hatırlandığında ilk akla gelen şehrin kokusudur. Şehrin tarihini duymak ve koklamak haz verir insana. Eski kaleler, meydanlar, sokaklar, kiliseler, camiler, mezarlar, antik kentler, konaklar oraya adım attığınız andan itibaren kendini anlatmaya başlar size. İnsan şehrin sokaklarında gezmeye başladığında tarihinin kokusu alır ve şehrin geçmişinde yaşamaya başlar. Bir şehrin geçmişi ile ne kadar derin bağlar kurabilirse insan, o kadar kendini o şehir ile özdeşleştirir. Nazım Hikmet, Hep Kahır şiirinde “Dur! bırak kaynasın kahvenin suyu/Bana İstanbul’u anlat nasıldı?/ Bana boğazı
anlat nasıldı?/ Şehirlerin şehrini anlat nasıldı?” sorularını sorar şiirin başlarında. Soruların cevabını şiirin sonuna doğru kendisi cevaplar. “Dur! bırak, kımıldama, kal biraz öylece n’olur/ Kokun İstanbul gibidir, gözlerin İstanbul gecesi” İstanbul’un şehir kokusu sevgilinin kokusudur. Ümit Yaşar Oğuzcan, İstanbul Dedim De Seni Hatırladım şiirinde “İstanbul, o büyük şehir/o mahzun şehir/İstanbul dedim de seni hatırladım./Boğaz içinden bir vapur geçer/ benim aklımdan senin gözlerin geçiyordu” diyerek İstanbul sevgisini ve güzelliğini sevgili özdeşleştirmiştir. İstanbul sevgili kokan şehirdir aynı zamanda. Bir şehri özlerken insan, sadece o şehrin sokaklarını, meydanlarını, evlerini, bahçelerini özlemez. Özleyen insan şehrin kokusunu, tadını, sesini ve dokunuşunu da özler. İnsan sahip olduğu tüm duyu organlarında da hisseder oraya tekrar ait olma arzusunu. Kokusunu hissetmediğin özlemediğin şehir senin şehrin değildir vesselam. 37
slam Medeniyeti, tarihin en büyük ve hakiki medeniyeti olarak edebiyat, şiir ve onun dallarına gereken değer ve önemi vermiştir daima. O nedenledir ki, dünya durdukça anılacak büyük sanatkâr ve şairler yetişmiş ve bunlar gerçekten de devlet adamları tarafından korunmuş ve himaye edilmişlerdir.
REVANİ VE YIKTIRILAN MESCİDİ’NİN
HAZİN ÖYKÜSÜ İlyas Şücâ Çelebi de şiirde “Revani” takma adını kullanmıştır. Bunun nedeni ve anlamı, Tunca nehri kıyısındaki bahçeler arasında ikametinin ve bu ırmağın tatlı akışının kendisinde uyandırdığı duyguların etkisi olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Dr. Şakir DİCLEHAN
Milletleri, kendi varlıklarının bilincine erdiren en etkili kültür planı, şiir ve edebiyat olmuştur her zaman. Bir toplumun tarihi, biraz da sanatkârlarının ve şairlerinin tarihidir. Osmanlı Devleti topraklarında irili ufaklı altı binin üzerinde şairlerin varlığı, bunun en güçlü kanıtıdır. Bugün yerinde artık yeller esen Revani Mescidi’nin çok hazin ve elem verici bir öyküsü vardır. 16.yüzyıl şairlerinden olan Revani’nin asıl adı İlyas Şücâ olup babasının adı ise Abdullah’tır. Edirne’de doğmuştur. Eskiden bir gelenek vardı, şiirde takma ad kullanmak. İlyas Şücâ Çelebi de şiirde “Revani” takma adını kullanmıştır. Bunun nedeni ve anlamı, Tunca nehri kıyısındaki bahçeler arasında ikametinin ve bu ırmağın tatlı akışının kendisinde uyandırdığı duyguların etkisi olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Divan Edebiyatı Tarihi’nin bir çeşit taslakları kabul edilen “Şairler Tezkiresi”nde (Tezkire-i Şuâra) verilen bilgilere göre, Sürre alayı emini olarak Hicaz’a yollanmıştır Revan. Peki nedir bu “Sürre” alayı? Osmanlı padişahlarının, ileri gelenlere dağıtılmak üzere, Mekke ve Medine’ye gönderdikleri para ve armağanlara verilen addır Sürre. Halifeliğin Osmanlılara geçişinden, yani Yavuz Sultan Selim’in Mısır Sefer-i Hümâyunu sonrasından itibaren, Osmanlı Devleti, her yıl, Haremeyn’e (Mekke ve Medine’deki mübarek mekânlara) armağan olarak para ve çeşitli armağanlar gönderilir. Gönderilen bu paralar başta Peygamber Efendimiz’in ve Ashab-ı Kiram’ın torunları olmak üzere, bütün Medineli fakirlere dağıtılırdı. Sürre Alayı, her yılın hac mevsiminde İstanbul’dan büyük merasimlerle uğurlanır, padişah İstanbul çıkışına kadar refakat eder, mübarek topraklara saygısından dolayı mutlaka yaya yürürdü. Bugün Marmaray’ın bir tren istasyon olarak kullandığı semte,
sayı//62// eylül
38
Ayrılık Çeşmesi isminin verilmesi de buradan gelmektedir. Bu merasim, İstanbul halkı için çok büyük bir olaydı. Mübarek beldelere milletin ortak yüreğini götüren Sürre Alayı’nı seyretmek için büyük kalabalıklar toplanırdı... Merasimi seyredenler, sevinçle ağlama arasında kalır, bazen kutsal mekânların hasretiyle gözyaşı dökerken, bazen de kutsal mekânlara armağan gönderen büyük bir millete mensup olmanın huzur ve neşesini yaşarlardı. Revani’nin Sürre Eminliği Sultan Bayezid tarafından Sürre emini olarak Hicaz’a yollanan Revani, Haremeyn halkı için gönderilen paranın dağıtılmasında usulsüzlük yaptığına dair şikâyetler üzerine, dönüşünde görevinden azledildiği ve ulûfesinin de kesildiği nakledilir. İnsanoğlunun, büyük de olsa şair de olsa bir takım maddi zaafları vardır ve dünya durdukça da olacağa benzemektedir. Revânî, bu olaydan sonra Sultan Bayezid’in gazabına uğramaktan korktuğu için İstanbul’dan ayrılıp o sırada Trabzon’da valilik yapan Şehzade Selim’in yanına giderek ona intisap eder. “Kul hakkı, kimseye yar olmaz diye bir atasözü vardır. Revânî, Trabzon’da önceleri Şehzade Selim’in (Yavuz) ikram ve ihsanlarına mazhar olmuşsa da bir süre sonra hoş karşılanmayan bazı davranışları yüzünden gözden düşer, bütün malı müsadere edilerek şehzadenin sarayından uzaklaştırılır. Arabistan’a gitmek için şehri terk eden Revânî, şehzadenin pişman olup arkasından adam göndermesi üzerine Trabzon’a geri döner ve eski itibarına tekrar kavuşur. Şehzade Selim tahta çıkmak üzere 1512 yılında İstanbul’a geldiğinde Revânî de onunla birlikte Dersaadet’e gelir. Anlatılanlara bakılırsa, şair yapılan cülûs törenlerini at üstünde büyük bir coşkuyla izlediği anlatılır kaynaklarda. Revânî’nin Sultan Selim’in cülûsundan sonra Matbah-ı Âmire kâtipliği ve eminliğine getirilir. Bir süre sonra da Ayasofya ve Bursa kaplıcaları mütevelliliği görevlerini üstlenir. Kediye ciğeri teslim etmek anlamında bir atama. Rivayete göre, bu görevi sırasında Saraçhane’de Bozdoğan Kemeri yanındaki (Bugünkü Hıfzısıhha Enstitüsü binasının yeri) mescidinin inşaatına başlamış ve bu inşaatın yanından geçen Yavuz Sultan Selim mescidin kime ait olduğunu sorduğunda, Ayasofya mütevellisi Revânî Çelebi’ye ait olduğu cevabını alınca, “Hoş Ayasofya’sın, hoş! Yılda bir mescid doğurursun” diyerek Ayasofya
mütevelliliğinin sağladığı maddî imkânlara işaret etmiştir. Şiir Anlayışı Revânî, hayat karşısındaki duruşu neyse onu fazla değiştirmeden eserinde işleyen bir şairdir. Başka bir ifadeyle şiiri, kendi hayatıyla paralel yürüdüğü için, her adımda genişleyip çeşitlenen bir yapı arz eder. İçinde bulunduğu an ve izlenimlerin özel tanığı olarak kendini anlattığı için, anlamlandırma kıtlığı ve anlatım kuraklığına düşmekten uzak bir şair olarak bilinir ve tanınır. Bu nedenle kendi suyuna attığı taşın halkaları gibi, şiir söyleme eylemini kendi içinde genişleterek çoğaltıp üretir. “ Çok günâh itdi göñül hizmete cânâ varamaz Afv it anuñ suçını kim utanur yalvaramaz Gibi beyitler, biraz da onun karakterinin şiire yansımış halini anlatır gibidir adeta. Klasik kaynakların ortaya koydukları ölçü ve gerekçelerin, çağdaş edebiyat bilginlerince de benimsendiği görülmektedir. Devrinde değerli, şiir ve sanat alanında donanımlı, yenilikçi ve özgün özellikleri olan bir şairdir Revani. Gözlerine kara sular inince, çağdaşları hemen kaleme sarılarak, “Kul ve Ka’be Hakkı”nı dillendirmeye başlar ve Revani’nin içinde bulunduğu duruma denk düşen şiirler söylemekten kendilerini alamazlar: “Müselmanlık bu mudur ki Revanî Unutdun Ka’beye varalı Hakkı Ne gam ger dinine noksan gelirse Hele dünyana ettirdin terakkî İçine kan dolup durdu gözüne Seni âhir onarmaz Kâ’be hakkı” Çok pişkin ve alabildiğine gamsız olduğu anlaşılan şair de aynı rahatlık içinde cevap vermekten geri kalmaz. “Be Revanî gör’e neler dediler Bal tutan parmağın yalar dediler Kâ’beyi böylece ziyaret eden Din ü dünyasını yapar dediler” Ne yazık ki, İstanbul’da birçok mescit ve tarihi binalar, büyük bir sorumsuzluk ve vurdumduymazlıkla yıkılmış, yıktırılmış ve hafızalardan silinmiştir. Revani’nin Mescidi de aynı âkıbete uğramıştır. Bozdoğan Su Kemeri’nin yanı başında bulunan Mescid’in yerinde bugün Hıfzısıhha Enstitüsü Binası yükselmektedir. Bize ne düşer? Bütün bu manzaralar karşısında susmak mı? 39
KIRIM’IN KARASUPAZAR ŞEHRİNDE
YAŞAM KÜLTÜRÜ-1-
Evliya Çelebi ünlü Seyahatname'sinde şöyle bahsetmektedir: ''Burası çok modern görünümlü bir şehirdir. Buranın yönetimini Kalga sultan han yönetmektedir. Ve bu han sayesinde burada ticaret yapan tüccarlar ve halk emin bir şekilde hayatlarını devam ettirmektedirler. Ayrıca bu şehrin yönetiminde 12 kadı asayişi sağlamakla görevlidir. Bu şehrin yanından geçen suyun adı Karasu nehridir. Doç. Dr. S.KERİMOVA*
*KIRIM KİPU Ünv.Ö.Üyesi
sayı//62// eylül
40
ırım yarımadasının büyük şehirlerinden biri olan Karasupazar, doğal güzellikler ortasında ve tarihi bir şehir olarak önemli bir yerleşim yeridir. Karasupazar adını yanından geçen Büyük Karasu nehrinden almaktadır. Şehrin tarihçesi (M.Ö.4 bin )yılına kadar uzanır. Neolitik yerleşimi (M.Ö IV bin) yılına ,ikinci dönemi ise bakır dönemi olan (M.Ö III.bin) yılına kadar uzanır. Şehrin yakınlarında bulunan 20 den fazla höyükte büyük bir taş mezar (M.Ö III. bin ) yılına ait bronz heykeller bulunmuştur. M.Ö III.bin yılına ait iskit döneminde yapıldığı sanılan ve yakınlarında bulunan bir dağın tepesindeki Ak-Kaya denilen yerde höyük ve kaya tonozlar, taşlar içine oyulmuş mağaralardaki işaretlerde, o zamanda yaşayan İskitler ve Sarmatyalılar'a ait işaretler bulunmaktadır. Şehrin tarihi geçmişine baktığımızda ilk olarak Moğol istilasından sonra yazılı dökümanlar bulunmaktadır. Moğollar Kırım'a XIII.yy. gelmişlerdir. Ayni zamanda coğrafi konumu bakımından Eski Kırım (Solhat) ile ticaret yolları açıldı. Ve daha sonra bu ticaret o zaman adı Konstantinopol olan İstanbul'a kadar uzandı. Bu bağlantı ile tüm deniz kıyısındaki yerleşim yerlerine ulaşılmakta idi. Karasupazar öyle stratejik bir konumda idi ki tüm ticaret yollarının kesiştiği bir pazar oldu. Batıdan gelen ticaret malları buradan asya ülkelerine ve hatta Hindistan'a kadar ulaştırılıyordu. Bu nedenle şehrin birçok yerinde Hanlar, Kervansaraylar gibi konaklama yerlerinin tarihi kalıntılarını görmek mümkündür. Burada yapılan ticaret ağırlıklı olarak hayvancılık ve bunlardan üretilen ürünler (yün, yapak, yağ) dir. Ayrıca tahıl, şarap, üzüm, fındık gibi ürünlerin de pazarlandığı ve hatta köle ticaretinin bile yapıldığı önemli bir pazar yeriydi. Yabancı tüccarlar burada silah, elbise, at, çeşitli el sanat eserleri, deri, kıymetli takılar, bakır mutfak eşyaları ticareti de yapıyorlardı. Evliya Çelebi ünlü Seyahatname'sinde şöyle bahsetmektedir: ''Burası çok modern görünümlü bir şehirdir. Buranın yönetimini Kalga sultan han yönetmektedir. Ve bu han sayesinde burada ticaret yapan tüccarlar ve halk emin bir şekilde hayatlarını devam ettirmektedirler. Ayrıca bu şehrin yönetiminde 12 kadı asayişi sağlamakla görevlidir. Bu şehrin yanından geçen suyun adı Karasu nehridir.
Nehrin kıyısında bulunan evlerde ve kenarlarındaki tepelerde yaşayan halkın çoğunluğu ermenilerdir. Batı tarafında görülen düzlükte 5500 çift katlı binalar görmek mümkündür. Ayrıca bunların yanında çatıları kiremit kaplı evler, büyük meyva bahçeleri, üzüm bağları görülür. Bazı binaların etrafları çim kaplıdır. Çayırlarla, otlaklarla ayni zamanda hayvan ahırlarıyla doludur. Diğer tarafta ise yüksek katlarla inşa edilmiş saraylar mevcuttur. Bu şehir günden güne gelişmektedir. Burada yaşayanlardan ağırlıklı olarak, anadoludaki baskınlardan kaçıp buraya yerleşen Amasya'dan, Tokat'tan, Sivas'tan gelen Türklerdir. Onları Kırım halkı kardeşleri gibi karşılayıp bağırlarına basmışlardır. Bu nehirde 100den çok su değirmeni, şehrin bahçelerini sulamak için su kanalları, ahşaptan yapılmış 8 adet köprü, 28 cami, 5 katedral, 5 adet medrese, 4 adet tekke, 8 adet okul, ayrıca tüccarlar için 8 büyük han mevcuttur. Bunlardan en iyisi Büyük vezir hanı diye anılan Sefer Gazi-aki handır. Bu han ticaret merkezinin ortasında bir kale gibi durmaktadır. Çünkü bu şehirde bir kale yoktur. Hanın içinde, her türlü konforu düşünülmüş 4 banyo mevcuttur. Hanın içinde 1140 alışveriş tezgahı, bir sürü el işi yapılmış ürünler satılmaktadır…'' Kırım hanlğı zamanında Karasupazar merkezi zengin ve soylu kişilerin yaşadığı ayrıca Şirinski'nin sülalesinin ikamet ettiği Mırzaköy birçok defa (1624-1675) Kazaklar tarafından istila edilip yakılıp yıkılmış, harabe haline getirilmiştir. 1736 yılındaki yakılmasının ardından, Kırım'ın başkentine Bahçesaray'a rus askerleri liderliğinde Minihom ile Karasupazar Fetiha II Giray'ın evinde başkanlıklarını ilan ettiler. Ancak bir yıl sonra şehri General Douglas yakarak idareyi kendi eline aldı. Karasupazar Kırım tatarlarının en çok yaşadığı şehirlerden biriydi. 18 mayıs 1944 tarihindeki sürgüne kadar, Bahçesaray, Aluşta ve Karasupazar en çok Kırımtatarlarının yaşam sürdüğü üç şehirdir. Bu şehirde birçok cami, sinagog ve kilise vardı. Burada bulunan Han camii en çok görünüşü heybetli olan yapıdır. Ve bu şehirde iki adet hamam bulunurdu. Büyük hamam ve Küçük hamam. Onlar halka her türlü hizmeti veriyorlardı. Hem temizlik bakımından hem de iletişim, toplantı, haberleşme gibi konuların işlendiği bir yer olarak görülüyordu. XV.yy. inşa edilen kervansaray, ahır ve Taş han gibi mimari
eserlerin tarihi kalıntıları Ak-Kaya denilen yerde bulunmaktadır. Kırım tatarlarının sürgününden sonra Karasupazar şehrinin adı Belogorsk olarak değiştirilmiş ise de hala Kırımtatar halkı o şehri Karasupazar olarak söylemektedirler. Birkaç yüzyıl önce Karasu denilen bir nehir adını bu şehre verdiğini biliyoruz. Karasu nehri uzaktaki dağların kayalıklarından akıp nehir halini alınca adına Kaya su nehri denmiştir. Ancak bu isim daha sonra değişikliklere uğrayarak Karasu nehri şeklinde anılmaya, söylenmeye başlanmıştır. Nehir yüksek kayalıklardan oluşan bir dağın altındaki kayaların arasındaki bir kaynaktan çıkmaktadır. Çıktığı yerde çok kuvvetli bir akıntı ile akar. Nehrin etrafı tabiat bakımından yaşamaya çok elverişli olduğundan ve ticaret yolları üzerinde olmasından dolayı burada hanlar ve kervansaraylar inşa edilmiştir. Önce şehrin adını Kıpçaklar Kaya-su olarak koymuşlardır. Fakat ilerleyen zamanda şehir bir pazar ve ticaret yeri olması hesabiyle adını Karasupazar koymuşlar ve öyle anılmaya başlanmıştır. Akmescit tarafından şehre girerken sağ tarafta Suvorov kaya denilen bir tepe vardır. Bu tepenin adı daha önce ''Terme tepesi'' olarak adlandırılıyordu. Ama Suvorov bu şehri zaptettikten sonra o tepeye Suvorov tepesi denilmiştir. Suvorov şehrin içindeki en büyük camiyi kendi ikametgahı ve yakınında bulunan diger cami müştemilatını da askerlerine kışla olarak dizayn etmiştir. Karasupazar şehrinden İçki denilen yerleşim yerine giderken sol tarafta yer alan bir tepe vardır. onu adı da ''Dört göl''olarak söylenir. Ama tepenin üzerinde 250-300 metre kare çukur bir alan vardır, fakat orada hiç su yoktur. Ancak eski zamanlarda bu tepeyi deve hörgücüne benzettikleri için adına ''Deve kırı'' da denilmiştir. Karasupazar ile Ak-Kaya köyü arasında eskiden kalma büyük bir meşe ağacı vardır. En az 800 yıllık olduğu rivayet edilir. Ağacın yüksekliği 18 metre, taç genişliği yaklaşık 40 metredir. Gövde çapı 3.8 m.dir. Gövde çevresi yaklaşık 12 metredir. Efsaneye göre bu ağaca ''Bahri meşesi'' denilmektedir. Bazı kitaplarda bu ağacın yaşı 800 den fazladır. Moğol istilacıların bir geleneği vardır.
41
Her istila ettikleri yere bir meşe ağacı dikerlerdi. Moğollar Kırım'a gelirken Azak denizi kıyısına gelirler. Bu suyun nereden geldiğini merak ederek geldiği yöne doğru giderler. Ve önlerine büyük bir kayalık çıkar. Suyun oradan geldiğini gördüklerinde büyük bir mutluluk duyarlar ve orada kalmaya karar verirler. Kırım da, Moğolların geldiği duyulunca herkes saklanmaya çalışır. Dağlara kaçarlar, büyük mağaralara sığınırlar. Tüm servetlerini de bu mağaralara veya kayalık yerlere götürerek gizlerler. Halk ellerine geçirdikleri kılıç, hançer, mızrak, balta, ok, yay gibi savaş aletlerini alarak kendilerini korumaya çalışırlar. Kayasu köyü tüm halkı birlikte Kurtluk köy mağaralarına saklanırlar. Kaya su köyünün savaşçıları Azamat-Bahri dağının eteğinde bulunan Alkalı Azmi ve Karabi kabileleri ile birleştiler. Ve bunları idare eden kabile komutanının adı Suvari idi. Düşmana karşı 1000 kişi olmuşlardır. Bahri ve Azmi yüksek bir tepeye çıkarak düşmanlarını gözetlerler. Ve çok büyük bir ordu ile karşı karşıya geleceklerini görereek bir plan yaparlar. Yaptıkları planlarını aynen uygulamaya geçirdiler ,ancak önlerinde çok büyük bir ordu olduğu için savaşı kaybettiler. Birçok savaşçı ölür ve yenildiklerini gördüklerinde Azamat dağı tarafına kaçarlar. Bu savaşta Azmi, Bahri, Bekmırza ve Suvari ölmüşlerdir. Moğollar tüm ölenleri bir çukura doldurup her tarafı yakarlar. Bundan sonra moğol ordusu girdiği her şehirde taş taş üstünde birakmaz hatta sokaklardaki kedileri köpekleri dahi öldürürler. Moğollar Eski Kırım tarafına doğru gittikten sonra, savaştan kaçıp mağaralara saklanan savaşçılar yerlerinden çıkarak geride bırakılan ölüleri kendi dini adetlerine göre toprağa verirler. Ak-Kaya köylülerinden ileri gelenler, bu savaşta ölenlerin şehit olduğunu söylerler, Onlar birer kahraman olarak tarihe geçecektir. Başta bulunan komutanlarının Bekmırza, Azmi, Bahri ve Suvari mezarlarını Deve kırı dağına taşırlar. Bunların mezarlarına birer kırmızı gül dikerler. Ancak savaş olan meydana getirip dört tane meşe fidanı dikerler. Bu fidanların adını da, Bahri, Suvari, Bekmırza ve Azmi olarak adlandırırlar. Her yıl kurban bayramında bu ağaçların altında birer tane kurban keserler. Bu adet yıllar boyu devam etmektedir. Bu dikilen fidanlardan sadece Bahri meşesi bu güne kadar gelmiştir. Diğer üç meşe ağacı 200-250 300
sayı//62// eylül
42
yıl yaşadıktan sonra birbiri ardından kurumuşlardır. Bunun sonucu olarak bu ağacın altında 1775 yılında Suvorov ordusu geldiğinde buranın adının Suvorov tepesi olarak anılmasını Osmanlı Sultanından talep etmiştir. Ve onun adıyla anılmasına karar verilmiştir. Fakat orası hala ''Deve Kırı'' tepesi olarak anılmaktadır. Bir efsaneye göre bu ''Deve kırı ''tepesi kendi tabiat olayı olmayarak insanlar tarafından kum ve toprak taşınarak meydana getirildiği rivayet edilir. Bu tepe meydana geldikten sonra dört kişi her zaman bu tepede nöbet tutarak düşmanı gözetlerlerdi Kış yaz bu nöbet hep devam eder. Kışın günü geceleri ve gündüzleri ateş yakarak ısınırlar ve yaktıkları ateşin küllerini temizleyerek orada uyurlardı. Başka bir efsaneye göre de orada dört tane muhafız bulunmaktaydı. Bir diğer efsaneye göre de burada dört cengaverin mezarları olduğu için ve onların mezarlarına da gül dikildiği için tepenin adı ''Dört gül'' olarak anılıyordu. Ve oradaki çukurun da, gülleri sulamak için getirilen suyun o kadar fazla olmasından mezarlar çökmüş ve büyük bir çukur olarak kalmıştır. Bu çukura yağmurlar yağdığı zaman su dolduğundan adı ''Dört Göl'' olarak ta anılmaktadır. Zamanla bu tepeye verilen önem ve ziyaretler unutuldu. Ve tepenin adı da buna bağlı olarak unutuldu. Karasupazar bir zamanlar büyük bir ticaret merkezi idi. Kırım'dan geçen büyük ipek yolu üzerindedir. Yer eski büyüklüğünü o zamandan geriye kalan tek parça bir kale görünümünde olan Taş-han ve etrafı ile büyük bir ticaret merkeziydi. Yakın tarihe kadar ticaret alanı olmuş ve Kırım idare meclisinin çalışma yeriydi. Tüm sosya-siyasi şahsiyetlerin çalışma alanıydı. Devlet ikinci meclisi Tavriya ilinde ve gazete kurucularından ''Vatan Hadimi'' Abdureşit Mediyev Karasupazar belediye başkanı oldu. Bu tarihi bina onun için tahrip edilmeyerek korunmuş oldu. Sovyetler birliği geçen yüzyılın yetmişli yıllarında, Karasupazar meydanında sayısız tarihi anıtları , tarih ve kültür degerlerini tahrip etti. Bu anıt Fatih Giray'ın sarayı idi. Onun yerinde şimdi ambulans çağrı merkezi vardır. O meydanın adı Kızıl Ekim olarak kaldı. Ve hala öyle hizmet vermektedir. Dünyaca ünlü besteci Alexander Spendiyarov da bu şehirde yaşamıştır. Kırımda 19.yy sonu ve 20.yy
başlarında demiryolu yapımına başlandı. Ama devam eden demiryolu Karasupaar şehrinden geçmediği için şehir monoton bir şehir olarak kaldı. Orada ikmet edenler çok büyük bir hevesle demiryolu bekliyorlardı ama beklenen demiryolu hiçbir zaman gelmedi. Karasupazar sıradan bir şehir olarak hüküm sürerken 20.yy da şehrin ileri gelen zenginleri büyük bir tiyatro binası inşa ettirdiler. Çok muhteşem ve zengin aksesuara sahip bir tiyatroydu. Büyük bir salonu, güzel bir balkonu ve fuayesi olan bir tiyatro binasıydı. Ancak ikinci dünya savaşı herşeyi yok ettiği gibi bu tiyatro binası da ondan nasibini aldı ve tiyatro binası yıkıldı. L.A.Kondranaki adında zengin bir adamın evlerinden biri de şehrin en güzel eviydi. Bu adam Karasupazar için çok yardımlarda bulunurdu. Kütüphanelere okullara, tiyatroya çok büyük yardımları olmuştur. Fakat şu zamanda onun evinin nerede olduğunu bilen yoktur. Hepsi yıkılmış harap edilmiştir. Ancak evlerinden birinin yerinde şimdi bir psikiyatri hastanesi olduğu (akıl hastanesi) söylenmektedir. Bir diğer yerde ise çocuklara sanat eğitimi verilen bir okul vardır. Ancak bu iki yerden hangisi onu mülkü olduğu kesin bilinmemektedir. Bir kısım halk ''Akıl hastanesinin ''bulunduğu yeri işaret ederken, bir diğer taraf ise çocukların sanat eğitimi gördüğü yeri söylemektedir. O evde herzaman harika müzik sesleri gelmekteydi. Evin odalarında resimler ve her zaman çalınan müzik sesleri vardı. Çok güzel gül bahçeleri, çatıda yıldızları izlemek için teleskop bulunurdu. Müzik olarak I.Çaykovskiy, E.Grieg, L.V.Bethoven gibi bestecilerin eserleri çalınırdı. Zamanın ünlü ermeni bestecisi Spendiyarov bu şehre çok önem verirdi. Zengin repertuvarı ile Kırımtatar folklor müziklerini yazdı. Bunlarla büyük bir özveri ile çalışmasını sürdürdü. Karasupazar'ın da müzikal bakımından zenginleşmesini sağladı. Besteci dünyaya altın müzik temelinde layık görülen ''Kırım etütleri'' adlı süiti sundu. Bestecinin evinin bulınduğu yer de bestelerine manevi olarak yardım etmiştir. Bestecinin evinin Kervansaray'ın yakınında olması, bestelerindeki ahengi daha da arttırdığını söylemek mümkündür. Gururla adından bahsettiğimiz Kırımtatar şairi Bekir Çobanzade Karasupazar'da doğmuştur. Karasubazar şehrinin bir yerlisi olan Bekir Çoban-zade, bir Kırımtatar şairi, öğretmen,
bilim adamı-Türkolog, Türk dilleri ve edebiyatı konusunda uzman. Bakü Devlet Üniversitesi Profesörü, Azerbaycan Yazarlar Birliği üyesi (1934'den beri). XIX yy sonlarına ait halk figürü - XX yüzyılın başlarında, temel eserler ve ölümsüz şiirsel eserler - eserleri her zaman ilgili olan tüm Türk dünyasının tarihinde önemli bir şahsiyetidir. 1904-1908 Karasupazar'da yeni okul rüştiyede okudu. Daha sonra Belediye başkanı Reşid Mediev'in girişimleriyle tahsiline İstanbul'da devam etti.1909-1914 yılları arasında Galatasaray lisesinde okudu. Buna paralel olarak İstanbul Üniversitesi'ndeki 3 yıllık Arapça ve Fransızca dil kursuna devam ederek iyi bir derece ile mezun oldu. Ve bu dil kurslarını bitirdikten sonra lisede öğretmenlik hakkı aldı. Bekir İstanbul'da okurken Çobanzade takma ismi ile ilk şiirini yayımladı. Kırım tarihinde Sovyet döneminin , manevi değerler alanında tam bir karanlık zamanı olarak bilinir. Kırım Tatarlarının 18 Mayıs 1944'te Kırım'dan sınır dışı edilerek sürgüne gönderilmesinden sonra, yarımadanın yerli halkına ulusal ve dini tonları içeren tüm tarihi değerlerin hemen hemen hepsi kasıtlı olarak toplatıldı ve yok edilerek yıkıma maruz bırakıldı. Büyük bir coşkuyla Sovyet hükümeti Kırımtatarları'nın geçmişini hatırlatan her şeyi sildi, Şimdi 20. yüzyılın başında o zamanki Karasubazar'dan izler bile kalmadı.
43
İSTANBUL AVRUPA YAKASI ÖRNEĞİNDE;
YÜKSEK KIYI YAPILARININ,
ŞEHİR MEKANI İNSAN VE SOSYAL YAPIYA ETKİLERİ Buralara yerleşen insanlar, kendi siteleri dahilinde alışveriş ve diğer gündelik ihtiyaçlarını giderebilmektedirler.. Dolayısıyla dışarıyla bağları kopmaktadır. Kendi kendine yeten bir sistemde sosyal bağlar zayıflamaktadır. İlçe nüfusunun yüksek katlı yapılarda yaşayan insanlara karşı önyargılı yaklaşması kaçınılmazdır. Dr.Şimşek DENİZ*
*MSGÜ-S.Zaim Ünv.Mimarlık Fak.Öğ.Üyesi
sayı//62// eylül
44
ökdelenler İstanbul da Büyükdere –Maslak aksından sonra hiç olmaması gereken yerde ve üzülerek söylemek gerekirse sahil şeritlerinde yükselmeye başladı. Zeytinburnu Yeşilköy arasındaki kıyılar,K. Çekmece Gölü kıyıları ve çok yüksek olmasa da Tophane kıyılarıyla Boğaziçinin başlangıcı. Ben burada hukuki sonuçlar doğurmaması için proje ismi zikretmek istemiyorum. Ama artık onları kamuoyu biliyor. Yazıda yüksek kıyı yapılarının etkilerini farklı parametrelerden almaya çalıştım. İNSAN VE SOSYAL YAŞAMA ETKİSİ
Zeytinburnu ve K.Çekmece gibi bölgelerde alt gelir grubunun hemen yanı başında yapıla rezidansların belli bir grubun kendini toplumun geri kalanından ayrıştırmasıyla oluşan bir sosyal izolasyon süreci ve bunun mekansal ifadesi, ele alınması gereken en büyük sonuçtur. Üst gelir gruplarının kapalı sitelerde toplumdan ayrı bir yaşam sürme eğiliminde olması yeni bir tür “gettolaşma” hareketi olarak da yorumlanmaktadır . Burada dikkat çeken bir diğer nokta, “konut”un yani aile yaşamının mahalle kültürüne yabancılaştırılmasıdır. Her konutun kendi bahçesinin olması, hobi odalarının konut donatımının bir parçası olması, içinde bulunulan konut çevresinin belli bir elit kesimden oluşması, yüksek teknolojili güvenlik sistemleri ile korunma, toplumun ve kentin geri kalanından kopuşu simgelerken, diğer yandan bu sitelerin hepsi, kente otomobille kolay erişilebilecek bir konumda, otoyol bağlantıları üzerinde ve yakınında yer seçmektedirler. Örneğin Zeytinburnu sahildeki yüksek kıyı yapılarının, İlçeden tamamen bağımsız üst gelir gruplarının mekanı haline gelmesi mekânsal anlamda kesin bir ayrışma ve toplumsal anlamda da bir kutuplaşmaya neden olacaktır. Yüksek binalarda yaşayan çocukların, alçak binalarda yaşayanlara göre daha saldırgan, gergin ve iletişim eksikliğine sahip olduğu araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Yüksek binalarla şekillenmiş yoğun yerleşim alanlarında, kişi ve toplumda oluşan bozukluklar, ruh sağlığı, şiddet ve suça yönelme, böyle ortamda yaşayanlarda dayanışma duygusunda azalma, ilişkilerin yüzeyselliği ve güvensizlikten ortaya çıktığı belirtilmektedir. Z.burnu ,Bakırköy sahilindeki yüksek yapılar,ilçedeki insanların birbirleriyle olan ilişkisini kesin
bir şekilde ayırmaktadır. Oldukça kalabalık olan bu konutların çevreyle ilişkisi site dışına çıkamamaktadır. Buralara yerleşen insanlar, kendi siteleri dahilinde alışveriş ve diğer gündelik ihtiyaçlarını giderebilmektedirler.. Dolayısıyla dışarıyla bağları kopmaktadır. Kendi kendine yeten bir sistemde sosyal bağlar zayıflamaktadır. İlçe nüfusunun yüksek katlı yapılarda yaşayan insanlara karşı önyargılı yaklaşması kaçınılmazdır. İletişim kopukluğu, insanlar arası güveni zedelemekte ve toplumsal değerleri zayıflamaktadır.. FİZİKSEL MEKANA ETKİLERİ
Projelerin, uygulandıkları çevrede ve kentin bütününde oluşturacağı sosyal ve ekonomik potansiyellerin değerlendirilmesi, kentin edineceği kazanımların arttırılması ve yaratacağı sorunların önlenmesi için , yakın çevresi ve bölgesi içinde var olan dinamikler dikkate alınarak geliştirilmesi gereklidir. Yer seçimi, çevresi ve kente etkileri, çevreden, kentten projeye girdiler, bir bütüncül planlama sistemi içinde değerlendirilmeli ve karar süreçlerine yansıtılmalıdır. Kentsel yerleşimlerde merkeze yakın olma ihtiyacı, yerleşim ve ofis faaliyetlerinin merkez ve çevresinde yoğunlaşmasına, merkez fonksiyonunun gelişmesine ve rantın artmasına neden olmaktadır. İşlevsel olarak konut, ofis, otel ya da karma kullanımlı olan yüksek binalar bulundukları bölgede ve orada yaşayanlar üzerinde güçlü baskıcı bir etki oluşturmaktadır. Yüksek binaların cadde kotunda kentsel mekanla kuracağı ilişkinin bu mekana olumlu katkı sağlaması tasarımda dikkat edilmesi gerek en önemli noktalardan biridir..
EKONOMİK ETKİLERİ
Bu bölgede yapılan projelerde m2 fiyatlarının 20000 TL ye yaklaştığı tespit edilmiş olup bu durum Bölgenin kullanıcı profilini baştan belli etmektedir.Sahil konut fiyatlarının yüksekliği kıyı şeridinde inşaat yapımını cazip kılmaktadır. Deniz manzarasının önüne set çekilen binaların değeri düşmüştür. Zeytinburnu ilçesinin genelinden daha yüksek bir refah seviyesinde yaşayan bu insanlarla ilçe halkı arasında bir bağ bulunmamaktadırlar. Zeytinburnu etkin bir işçi sınıfı profili ile birlikte, bir yandan da milyonluk dairelerde oturan insanların olduğu bir bölgeye dönüşmüştür. ŞEHRE VE ŞEHİR SİLUETİNE ETKİSİ
Yüksek yapıların İstanbul için söz konusu olmaya başladığı yıllarda çıkarılan tartışmaların İstanbul siluetine yönelik olması, konuya farklı bir boyut getirmiştir. Önem verilmesi gereken öncelikli konu, bilinçsizce yüksek yapılara karşı çıkmakla birlikte, kentin özelliklerini bozacak her türlü kimliksiz yapılanmaya da karşı tavır alınmasının gerektiğidir. İstanbul’da inşa edilen yüksek yapılar geniş çaplı planlama sürecinden geçmeden, tekil birer imaj öğesi olarak tasarlanmaktadır. Bunun neticesinde yükseklik, taban oturumu, parsel bünyesinde kapladığı alan farklılık göstermekte ve yüksek yapılarda çarpık şehirleşme meydana gelmeye başlamaktadır ALTYAPI SİSTEMİNE ETKİSİ Altyapı yatırımları mevcut yapı stoku üzerine yapılan tahminlere göre yapılmışken, yüksek katlı yapılar Mevcut altyapı sistemlerini zorlamaktadır. Kısa sürede, büyük oranda artan 45
nüfusa verilen altyapı Hizmetindeki aksaklıklar, vatandaşın hayat kalitesinin artmasını beklediği bir noktada tersi bir sonuç Doğurmaktadır. Şehrin belli bir noktasında bu aşırı yüklenme şehrin kendi altyapısında da olumsuz Sonuçlar doğurmaktadır.. ULAŞIM ALTYAPISINA ETKİSİ
Ulaşım yönünden değerlendirecek olursak, Zeytinburnu sahil şeridindeki bu yüksek yapıların satış stratejilerinin önemli bir dayanağı da güçlü ulaşım bağlantılarının odağında olmasıdır. Avrasya Tüneli bu ulaşım ağlarının başında gelmektedir. Ayrıca burada yapılan yüksek yapıların inşaatları sırasında trafiğe ve ulaşıma zarar vermektedir.. İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ETKİLERİ
Yüksek yapı planlamasında göz önüne alınması gereken bir diğer önemli faktör de bölgenin iklimsel özellikleridir. Örneğin bir gökdelen şehri olan New York’ta öncelikle rüzgar yönü tespit edilmiş ve o şekilde binalar konumlandırılmıştır. Rüzgarın şehre girebilmesi için, caddeler rüzgarın yönüne doğru konumlandırılmıştır. Böylelikle, şehre giren hakim rüzgarlar hava sirkülasyonuna engel olmamış ve şehirde hiçbir şekilde olumsuz etki oluşturmamıştır. Sahil şeridindeki bu yüksek katlı yapılaşmalardaki hassasiyet daha çok rant odaklı olduğu için rüzgar yönünün proje içerisindeki önemi oldukça düşüktür. Rüzgarın sayı//62// eylül
46
denizden gelerek şehrin içerisine girmesi beklenirken, önüne set çekmiş bu yapılar engel olmaktadır. Rüzgarın bu denli yüksek yapılarca birden kesilmesi farklı hava sirkülasyonlarına sebebiyet vermektedir. Zemin kotunda farklı hava akımları oluşmasını sağlayabilmektedir. Yüksek binalar bulundukları bölgedeki hava sirkülasyon düzenini değiştirir ve gölgeleri ile kamu alanları üzerinde istenmeyen, kontrolsüz alanlar oluşturur. Bu durumda kentsel çevre düzeni için zararlı etkiler ortaya çıkmaktadır. GÖLGE YARATMA SORUNU
Yüksek yapıların; rüzgar tünelleri oluşturma, güneş açısını engelleme, çevresindeki alçak katlı yapılarda ve yaya boyutunda güneşten faydalanamama, trafik sıkışıklığı ve altyapı yetersizliği gibi konularda çevreye olan yan etkileri yavaş yavaş kendini göstermektedir. Günümüzde yüksek binaların yapıldığı birçok ülkede güneş ve manzara engellemesi ile ilgili kurallar, proje denetiminin önemli bir parçası haline gelmiştir. Örneğin; Japonya da kış aylarında ve en kısa günlerde dahi, her konutun en az üç saat güneş alması gerektiği kabul edilmiştir ve önerilen projeler bu açıdan da değerlendirilmektedir Ülkemizde bu konu da pek önemsenmemektedir. Şehrin geri kalanlarındaki yüksek yapılarda olduğu gibi Zeytinburnu ,Ataköy ve K.Çekmece Gölü önüne yapılan yüksek yapılar yapı arkasına düşen gölgeler ile insanlara rahatsızlık vermekte, haklarını ihlal etmektedir. Gölge sorunu Proje aşamasında çözülmesi gereken bir sorundur.
OSMANLI İSTANBULU’NDA
BİR ORYANTALİST:
THOMAS ALLOM Türklerin Anadolu’nun bin yıllık tarihinde, oluşan kültürlerinin temelinde, kutsal kitapların sonuncusu Kur’an vardır. Mehmet SANCAK
Thomas Allom’un sanat dünyasında gelişimine katkı sağlayan ve onu önemli kılan unsurlardan biriside hiç şüphesiz 1834-37 yılları arasındaki Doğu gezisi olmuştur. Allom seyahatnamede kullanılacak gravürler için çalışmak için Sultan II.Mahmud döneminde Osmanlı topraklarına gelmiştir. Wiliam George Rose ve ve Diana Brooks tarafından aktarılan aile günlüklerindeki bilgiler göz önünde bulundurarak Sanatçının 1837 yılında Osmanlı topraklarına İzmir limanından giriş yaptığını bilmekteyiz. Ancak Allom’un seyahatine direk İstanbul’dan başlamamıştır. Yunanistan ve İtalya seyahatlerinin ardından İzmir üzerinden İstanbul’a geçiş yapmıştır. Allom Osmanlı ile alakalı 1838 yılında Fisher & Son Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor adlı eserde basılmıştır. Allom’un seyahatnamesine bakıldığı zaman farklı din yada etnik köken gözetmeden doğu imgesinin yansıtıldığı görülür. Mimari eğitim de alan ressam eserlerinde mimari figürü her zaman ön plana koymuştur.
air Nedim’in ‘’ Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl-ü behadır,Bir sengine yek pare acem mülkü fedadır.’’ Olarak tanımladığı İstanbul tarihten günümüze her zaman önemini korumuş ve dünyanın dört bir tarafından her dönemde ziyaretçilere ev sahipliği yapmış bir şehir olmuştur. Bu ziyaretçilerden bir taneside İngiliz Oryantalist ressam Thomas Allom’dur. Allom 1804 yılında Londra’da dünyaya gelmiş 1827 yıllarında 15 yaşlarında Mimar Francis Goodwin’in ofisinde Çıraklık yaparak mimarlık eğitimine başlamıştır. Allom resimle alakalı çalışmaları bir yayınevinde çalışmaya başladığı süreç içerisinde daha gelişerek üst seviyede resimler yapmaya başlamıştır.
Osmanlının mimari anlamındaki zenginliğini Gravürlerini çok güzel bir şekilde yansıyan ressam hareketli insan figürlerinede sıkça yer vermektedir. Ayrıca manzaralarla alakalı panoramik çizimlere yoğunluk vermiştir. Gerçekçi ve ayrıntı çizimi ile birlikte Osmanlı dönemi gündelik hayatını yansıtan eserleri ön plana çıkmaktadır. Allom Doğu dünyasına o kadar hayran kalmıştır ki yolculuk esnasında hızlıca geçmiş olduğu yerlerin bir eskizlerin çizmiştir.Thomas Allom’un mimar olması yapmış olduğu resimleri de fazlasıyla beslemiştir. Allom gördüklerini en güzel, en canlı şekilleriyle ve ayrıntılara önem vererek gravür çalışmalarına önemli katkı sağlamıştır. Seyyah resimlerini yayınladığı kıtabında Türk insanı hakkında edindiği izlenimlerine de yer vermiştir. Allom giriş bölümünde yaşadığı dönemde bilgiyi panoramalara taşıyarak daha eğlenceli iletme yönteminin oldukça benimsediğinden bahsetmektedir. Başka bir ülkeyi ve onun yerlilerini araştırmayı önemseyerek Osmanlı Bizans yapıları ile alakalıda önemli yerleri vurgulamıştır. 47
ŞEHİRLER GÖÇ VE TALAN Ortaçağ dünyasında işgal veya fetih sırasında komutan veya kral orduya şöyle seslenir: “şehir benim içindekiler sizin!” Şehir işgal veya fethedildiğinde yağma veya talan edilmesine üç gün veya beş, on gün izin verilir, bu süre zarfında savaşa katılanlar alacaklarını alır, şehir komutan veya kralın idaresine girer. Mehmet KURTOĞLU
skiden şehirler savaş ve talanlarla yıkılır, tahrip edilirdi. Özellikle ortaçağ dünyasında kale şehirlerin çoğalması, şehirlerin surlar ve burçlarla korumaya alınması yağma ve işgalleri engellemek içindir. Bu dönemde düzenli ordunun yanında bir de aşiret ve kabilelerden asker devşirilir, özellikle talancı aşiretler, kabileler talan ve yağma aşkıyla bu savaşa katılır, en önde yer alırlar. Haçlı ordularının büyük bir sayıya ulaşması da barbar ve talancı kabilelerden seçilmiştir, İslam orduları da… Örneğin İslam coğrafyasının zenginliklerine göz dikmiş Batılıların toplamış olduğu Haçlı orduları böylesine talan ve yağmacılardan devşirilmiştir. Savaşlarda en ön safta talancı aşiretler yer alır. Ortaçağ ressamları çirkin, yüzleri yaralı-bereli, vahşi bir biçimde tuvale yansıttıkları savaşçı resimlerinin ilham kaynağı işte bu talancı aşiretlerdir… Ortaçağ dünyasında işgal veya fetih sırasında komutan veya kral orduya şöyle seslenir: “şehir benim içindekiler sizin!” Şehir işgal veya fethedildiğinde yağma veya talan edilmesine üç gün veya beş, on gün izin verilir, bu süre zarfında savaşa katılanlar alacaklarını alır, şehir komutan veya kralın idaresine girer. Örneğin İmameddin Zengi Urfa’yı fethettiğinde şehrin güzelliği karşısında çarpılmış, yağma edilmesine izin vermemiştir. Ortaçağ dünyasında şehirler işgal ve talanı bekler, ne kadar süreceğini bilir, kaderine rıza gösterir. Ayrıca talan ve yağmadan sonra şehir yakılıp yıkılmışsa şehri fetheden komutan o şehri yeniden inşa eder, kendi adına mabetler, saraylar yaptırır. Şehre kendi kimliğini giydirir… Günümüzde artık şehirleri koruyan ne surlar ne de kaleler kalmıştır. Savaşlarda uçaklar gelip bombalayarak şehri yumuşatır, ardından piyadeler girip süngüsüyle şehri fethetmiş sayılır. Bunun dışında şehirler için asıl yıkım sinsi bir şekilde şehirlerin asli kimliklerinden koparılmasında yaşanmaktadır. Kadim şehirlerin bir kimliği, bir şahsiyeti vardır, bunu binlerce yılın birikimden sonra oluşmuş bir şeydir. Şehirleri savaştan daha çok artık göçlerle, belediyelerin getiriye dayalı talanlarıyla tahrip edilip yıkıldığı inkâr edilmez bir gerçektir. Belediyelerin kadim şehirlerimizde yaptığı tahribatları savaşlar yapamamıştır. Bir yandan iç ve dış göçler şehirleri silahsız bir işgal ederken, diğer yandan tarihi mekânları yıkıp yerine betonarme binalar diken belediyecilik
sayı//62// eylül
48
anlayışı şehirleri bitirmektedir. Yüz bin, iki yüz bin nüfuslu şehirler, göçlerle bir, iki milyona ulaşmış durumda. Şehrin yerlileri gelen büyük göçler azınlığa düşmüş, köylülük/kasabalılık kültürü altında ezilmiş, yok olmuştur. Şehir köyü değil, köy şehri kuşatmış, işgal etmiş, dönüştürmüştür. Daha doğrusu şehirlerimiz köye kurban edilmiştir! Göçmenler ise "köyden indim şehire" sarhoşluğu içinde şehri nasıl fethederim, nasıl kendime benzeterim edasında. Yılmaz Güney’in 60’larda, Tatlıses’in 80’lerde İstanbul’a meydan okuduğu gibi meydan okuyorlar! Sen mi büyüksün yoksa biz mi büyüğüz edasındalar! İstanbul’a lahmacunu, çiğköfteyi, kebabı, Urfa Sıra Gecesine davul zurnayı sokmakla övünüyorlar. “Biz kenardan gelenler şehirleri fethedeceğiz” diye meydan okuyorlar. “kırroyum ama para bende” diye cıyak cıyak bağırıyorlar! Kanun ve kural tanımıyorlar… İşin ilginci bunların hiçbiri “ben İstanbulluyum” diyebilme cesareti gösteremiyor. Büyük şehirlerde kurdukları şehir, kasa, köy dernekleriyle övünüyorlar. Yetmiyor konfederasyona giderek bilmem hangi şehrin kültürünü yaşatmak adına İstanbul’da, Bursa’da, Ankara’da yaşıyorlar. Köyü şehirde yaşatmanın mücadelesini vermeyi kültür ve şehirleşme sanıyorlar… Şehirlerin demografik yapısı göçlerle değişmiş, cahil, kuru insan yığınları şehirleri esir almış. Birey yok olmuş. Aşiret, tarikat, cemaat, menfaat birlikteliği kamusal alandan dinsel alana, sosyal alandan kültürel alana kadar her yeri kuşatmış. Nizam, intizam, nezaket ve kural hak getire! Şehirlerin bu sancılı durumundan göçmenlerin herhangi bir rahatsızlığı yok! Bilakis şehri talan etmenin, yağmanın zevkini yaşıyorlar. Köylülük veya kasabalılık bir zihniyet olduğu için bu insanları rahatsız etmiyor. Calvino'nun o muhteşem eseri “Görünmez Kentler”de vermiş olduğu anekdotta oldukça yerindedir. Şehre giren çoban, koyunlarını otlatmak için “yeşil alanları, parkları nasıl mera olarak kullanabilirim?” hesabını yapar. Çünkü bir çoban için mekânın anlamı meradan ibarettir. Şehrin nimetlerini gören bir köylünün tek amacı ise zenginleşip, o nimetlere ortak olmaktır. Köydeki kurnazlığı şehirde iki katına çıkar. Kaba kuvvet kendisinde olduğu için şehri nasıl yağmalayacağını düşünür. Belediye meclislerine bakınız büyük çoğunluğu köy kökenli veya köyden gelmiş siyasilerden oluşur.
Çünkü Türkiye’de siyaset yapma hakkını daha ilk günden köylüler elde etmiştir. Askere, polise, memura, öğrenciye siyaset yasaktır! Göçle gelen köylüler de yeşil alanları gecekondu nasıl yaparım, AVM'ye nasıl dönüştürürüm, bir tarihi mekânı yıkıp ondan nasıl gelir elde ederim çabasıyla şehre bakarlar. Belediyeler ise oy kaygısıyla kör ve sağırdır! Hatta bu zihniyetle işbirliği ve ortaklık yapıp yeni rant alanları açarlar. Şehirlerin talan ve yağmalanmasında içerden belediyeler dışarıdan köylüler işbirliği/ suç ortaklığı yapar. Belediye başkanı yahut meclis üyesi olup da servet sahibi olmayan çok az insan vardır. Belediyeleri ve belediye meclislerini artık şehrin eşrafı değil, kenardan gelen göçmenler oluşturmaktadır. Şehir bilinci olmayan, şehri tanımayanlar şehri yönetiyor. Belediyelerimizin sorunlara çözüm üretmede aciz kalmasının tek nedeni şehri tanımayanların şehirleri yönetmesidir. Bir dönem köy muhtarlığından belediye reisi olan bir zata yolların çamur olduğu söylendiğinde “ne var benim köyümde bundan daha çok çamur” diyerek cevap vermesi anlamlıdır. Bir şehri tanımak için en az üç kuşak o şehirde yaşamak gerekir. Ayrıca en az iki üç kuşak da eğitimli olmak. Şehri tanımak demek bir yerden bir yere gidebilmek değil, bir gönülden bir gönüle gitmektir. O şehrin metafiziğini bilmek demektir. Kadim mekânlarını, ruh mimarlarını, tarihini, efsanesini bilmek demektir. Rüyasında şehrin ulularını görmeyenler o şehri sevemez, o şehri yönetemez! O şehri anlayamaz da… Belediyelerin planı yok, planlaması yok, şehir kültürü yok! Ayrıca bu konuda fikir üretecek, tartışacak, danışacak ortak aklı bulacak ferasetleri dahi yok! Bu yüzden şehirler birbirinden proje çalıyor. Oysa şehirler farklıdır. Her birinin kendine has renkleri, kokuları, yüzleri vardır. Bir belediye başkanı seçildiğinin ilk ayından itibaren bütün her şeyi bilir(!) En büyük mimar, mühendis, şehir tarihçisi, plancı, programcısı kendisidir. Dini bilir, felsefeyi bilir, arkeolojiyi bilir. Konuştuğu zaman iyi bir vaiz, nutuk çektiği zaman iyi hatip ve liderdir(!) 60, 70 yıldır Türkiye göçlerle karşı karşıya. İstanbul göçler karşısında kurban edilmiş şehirlerimizin başında gelir. Şehri tekrar eski haline ya büyük bir deprem, ya büyük bir felaket ancak getirebilir. Şehirden çaldığınızı şehir tekrar geri alır. Hem de acı bir intikamla!
49
Göçler Türkiye’nin sosyolojini bozmuştur. 72 milletin bir arada yaşadığı kadim Anadolu, derinden aşırı milliyetçiliklere doğru gidiyor. Bir yandan Doğu’da Kürt milliyetçiliği ükselirken, Batı’da Türk Milliyetçiliği yükseliyor Milliyetçilikler birbirini besliyor. Bunun kökeni baktığımızda her iki milliyetçiliğin yükselişin nedeni köylülüktür. Şehirler asabiyete teslim olmaya doğru gidiyor. İbni Haldun, “şehir ve ülkeler asabiyetle kurulur ama asabiyetle yönetilmez” diyor. Şehirlerimiz altında ezildiği göç dolayısıyla asabiyetleşiyor, radikalleşiyor, köylüleşiyor…
İstanbul’un göçle değişimini durdurmak yerine Yeşilçam filmlerine malzeme edilmesi daha kolaydı. Göçü konu alan onlarca film yapıldı. Gecekondu filmlere konu oldu. Usta yönetmen Lütfi Akad’ın göç üçlemesi Gelin, Düğün ve Diyet filmleri göçün sosyolojini, psikolojisini işledi. Ama bu filmleri izleyen idarecilerden acaba kaçı ibret almıştır? Eğer ibret almış olsaydılar İstanbul bu hale gelir miydi? Kadim taşra şehirlerimiz kimliklerini yitirir miydi? Hiçbir belediyenin bu göçler karşında bir planı, bir iskân politikası olduğunu zannetmiyorum. Nüfus ve demografik yapı konusunda en ufak bir düşünceleri dahi olmamıştır. Osmanlının iskân politikasından azıcık bilgileri olmuş olsaydı hem Suriye göçünü, hem de iç göçleri daha bilinçli ve planlı yapabilir, bugün yaşadığımız sıkıntıları en aza indirgeyebilirlerdi. Önce sahiplendiğimiz şimdi ise karşı olduğumuz Suriyeli göçmenler Güneydoğu şehirlerimizi değiştiriyor. Kendi kültürlerini dayatıyor. Çünkü ticari akılları, İngilizceleri ve yazılı Arapçaları var. Varolmak, şehirlerde tutunmak için savaşıyorlar. Azınlık ruhuyla girdikleri şehirlerde kökleşiyorlar. Şehirlerimiz kimliklerini kaybettiği için göçmenleri kendi içinde eritemiyor. Göçle gelen kültür baskın çıkıyor çünkü. Biz 60, 70’lerde kadim şehirlerimizin işgaline, rant uğruna yıkılmasına göz yumduk. Netice şehirlerimiz kimliklerini koruyamaz bir duruma geldi. İç göçle köylülüğe, dış göçle Suriyelilere teslim oldu…
sayı//62// eylül
50
Bildiğiniz gibi Roma’yı göçler yıkmıştır. Göçler şehirleri bazen olumlu, bazen olumsuz yönde değiştirip dönüştürmüştür. Türkiye’de kırsaldan/köyden göçler, şehirlere doğru olduğundan, olumlu bir değişim ve dönüşümden bahsetmek mümkün değildir. Köyler boşalıyor şehirler doluyor. Cahillik ve köylülük şehirleri esir almış durumda! Cehalet ve köylülüğe doğru tam gaz gidiyoruz. Yani tersinden bir değişim ve dönüşüm yaşıyoruz. Bu yüzden Türkiye’nin geleceği medeniliğe değil, kabalığa mahkûmdur; büyük suçlara, cinayetlere, fuhuşa ve boşanmalara gebedir! Peki, bütün bunların sorumlusu kimdir? Bana sorarsanız son 50, 60 yıldır kitleler halinde gelen göçü görmeyen, buna çözüm aramayan hükümetler, belediyeler, sivil toplum örgütleri… Bir insanın öldürülmesini suç gören hukuk, neden bir şehrin kurban edilişini suç görmez! Şehirlerin rant uğruna peşkeş çekilmesi karşısında hukuk neden işletilmez? Bir köpeğin öldürülmesine kıyameti kopartan sivil toplum örgütleri, bir tarihi mekân yıkılırken neden sesini çıkarmaz? Şehirler insandır deyip şehirleri katlediyoruz. Farabi'nin erdemli şehirlerini okuyup asabiyetçi şehirler yaratmak acaba nasıl bir şey? Farabi bir Müslümanda bulunması gereken hasletleri şehirlerde de arar... Demokrasi diyoruz feodaliteden medet umuyoruz. Cumhuriyet diyoruz, aşiret ve asabiyete sarılıyoruz… Evimizin tapusunu teslim edemeyeceğimiz adamlara şehrin idaresini/tasarrufunu veriyoruz! Ecdat belediye başkanlarına şehremini demiş. Yani şehrin en emin kişisi. Bizim de şehreminileri bulmamız gerekir. Ancak o zaman şehirlerimiz, şehirliliğini koruyabilir. Ancak o zaman erdemli şehirler inşa edebiliriz. Ancak o zaman göçle talan ve yağma edilen şehirlere dur diyebiliriz….
MEDENİYETİN İLK HAMLESİ
KÂBE’YLE BAŞLAR!
Beşeriyetin tarihinde, insan eliyle, özellikle de manevi işaretle yapılmış ikinci bir bina yoktur. Muhsin İlyas SUBAŞI
“Bir zamanlar İbrahim’e beytin yerini göstermiş -ve şöyle demiştik-: Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf eden, kıyamda bulunan, rükû ve secde edenlere evimi temiz tut” (Hac 22/26); “İnsanlar arasında haccı ilân et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yol ve diyarlardan yorgun argın gelen, zayıf develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları müşahede etmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları -kurban kesmeleri- için sana -Kâbe’ye- gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin hem de fakir ve yoksullara yedirin. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve eski evi tavaf etsinler. Kim Allah’ın yasaklarına saygı gösterirse bu, rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır.” (Hac 22/27-29) Bu ayetlerden Kâbe’nin Hz. İbrahim’den önce de var olduğu, ancak yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve İbrahim tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır.
eryüzünde insan eliyle inşa edilen ilk bina Kâbe’dir.Kuran’da ‘Mescidi Haram’ olarak adlandırılan bu mekânın inşa tarihi Hz. Adem’e kadar götürülür.Kâbe’nin ilk defa ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı hususunda ihtilâf vardır. Kuran-ı Kerîm’de Kâbe ile ilgili olarak şu ayetler yer almaktadır: “Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev -mabet- Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96); “Biz beyti insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamını namaz yeri edinin. Biz İbrahim ve İsmail’e, ‘Tavaf eden, ibadete kapanan, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun’ diye emretmiştik. İbrahim, ‘Rabbim, burayı emin bir şehir yap! Halkından Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır’ dediğinde -Allah-, ‘Kim inkâr ederse onu kısa bir süre -dünyada- faydalandırır, sonra da cehennem azabına sürüklerim. O ne kötü bir akıbettir!’ demişti. Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber evin temellerini yükseltirken, ‘Ey rabbimiz, bizden kabul buyur! Şüphesiz sen işitensin, bilensin, demişlerdi” (Bakara 2/125-127);
Daha önce kimin tarafından inşa edildiği hususunda Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur. Bununla birlikte bazı kaynaklarda ilk yapanların Hz. Âdem yahut oğlu Şit, hatta onlardan daha önce melekler olduğuna dair birçoğu İsrailiyat kaynaklı, mübalağa ve efsane unsurlarıyla süslü, bir kısmı da sembolik anlamlar taşıyan rivayetler yer almaktadır. Kâbe’nin kutsallığı, bu ayetlere bağlı kalıp nübüvvet silsilesi içerisinde birinden diğerine aktarılarak günümüze kadar gelmiş olması ve insanların bu merkezden Yüce Yaratıcısına doğru bir manevi yolculuğa çıkmalarından kaynaklanmaktadır. Kâbe, dinde şuur ve hedef birliğini sağlaması bakımından önemli belirleyici bir misyonu temsil eder. Dinin sosyalleşmesinde, Haccın önemi açıktır. Bunun için ayette ‘toplanma mahalli’ ifadesine özel vurgu yapılmaktadır. Her ülkeden, her ırk ve milletten burada buluşan Müslümanların ortak idealleri bir iman atlası halinde merkezden muhite doğru yayılmasını sağlar. Bu binaya ‘taş yapı’ olarak bakmak onu temsil ettiği ruhaniyetinden soyutlamak olur. Ayetlere dikkat edilirse, Kâbe, Hac farizasıyla özdeşleştirilerek, insanların buradan hayatın seyri için yeni sorumluluklar yüklenmeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Beşeriyetin tarihinde, insan eliyle, özellikle de manevi işaretle yapılmış ikinci bir bina yoktur. Burasının kutsallığını ve önemini Yüce Yaratıcımızın bizzat işaret etmesiyle kavramamız gerekmektedir. 51
ŞEHİR SOHBETLERİ 22
ŞEHİR VE VAKIF Vakıflar insan eliyle doğdu, beşeridir. Elinde varlığı/malı olanın ihtiyacı olana karşılıksız (meccanen) dağıtması, vermesi bu müessesenin temeli olmuştur. AHMET NARİNOĞLU
limize bir kitap geçti. “Tarihte İlginç Vakıflar” Çocuklara tarihimizdeki vakıfları, hikayeleri ve çizimleri ile anlatıyor. Bizim şehirlerimizin vakıflarından hikayeler. Bu kitap vesile oldu şehir sohbetlerinde vakıflar hararetle, heyecanla mevzu edildi. Herkesin söyleyecekleri vardır. Zira vakıflara aşınayız. Ferdi, içtimai hayatımızda hala izleri var. Hala boşluğunu dolduramıyoruz. Vakıflar insan eliyle doğdu, beşeridir. Elinde varlığı/malı olanın ihtiyacı olana karşılıksız (meccanen) dağıtması, vermesi bu müessesenin temeli olmuştur. Dünde, bugünde, yarında var olacaklar. Esasen ırk, renk, dil, din, inanış, coğrafya fark etmiyor. Vakıf insani bir oluşum. Ne var ki bizim medeniyetimiz vakıfla var olmuştur. Vakıf dediğimiz kurumu daha iyi anlamalıyız ki, çekildiği hayatımıza geri dönsün. Vakıf tamamen insani bir kurum. Vakıf dağıtır. Vakıf dağıtmak üzere kurulur. Dernek ise toplar. Vakfın varlığı var.
sayı//62// eylül
52
Dernek gayesine uygun kaynak elde ederek çalışır. Vakıf zor, dernekçilik kolay. Bir dönem (80,90’lı yıllar) vakıf kurma kolaylaştı. Vakıflar dernek gibi kaynak toplamaya başladılar. Amaçtan sapıldığı görülünce kuruluş yeniden zorlaştı. Köylerde vakıflara rastlamadık. Ancak vakıf malı arazi, otlak, yaylaklar bulunmaktadır. Adana da Ramazanoğlu vakfının Tekir, Kızıldağ gibi yaylaları var. Buralara binlerce konut yapılmıştır. Vakıflar buralardan gelir elde etmektedir. Köylerde esasen birer vakıf teşekkülü gibidir. Her köy bir vakıf gibi çalışır. Ne varlığı varsa, ne üretirlerse paylaşırlar idi. Komşuda olmayana verilir. “Komşuda pişer bize de düşer “ atasözü bunu anlatır. İmece, salma gibi ortak çalışmalar yapılır. Otlak, yaylak, meralar, sulak alanlar paylaşılarak kullanılır. Harmanlar, bağbozumları, koç katımları, kışlık hazırlamalar benzerlerinde vakıf ruhu yaşar durur. Köylerde hayır-sever insanlar vakıf gibi çalışır. Sofraları açık, fakir fukaraya ürünlerinden/ürettiklerinde n verir. Eş, dost, akraba ile paylaşılır, tüketilir. Şükür ki hala Anadolu da ki paylaşan, dağıtan insanlar bu toprağın bereketleridir. Vakıf şehirlerde doğdu. Şehirli desek te olur. Olanların olmayanlara vererek ve paylaşarak insani denge kurma yolu vakıf oldu. Onun için vakfın temelinde varlık değil vermek var. Yani her varlıktan vakıf doğmaz. Vakıf tıpkı bir bitki gibi iklim ister, şehirler bu iklim mekanı. Oda bizim medeniyetimizde var. Birlikte yaşamanın sırrı şehri kolaylaştırmaya dayanıyor. Bu sırrı Yunus şöyle dillendirir. “Gelin tanış olalım/ işi kolay kılalım/ sevelim sevilelim/ dünya kimseye kalmaz.” Hayatı kolay kılmak için vakıflar kurduk. Kuranlar göçtü ama hayratlar/eserler yaşıyor. Tarihte biz şehirleri sivil yönetmişiz. Çarşı, Pazar, esnaf, çiftçi, her ne varsa birlikte yönetime katılmışlar. Kendi örgütlerinin kurmuşlar. Vakıflarda bu sivil yönetimin direği. Şehrin/şehirlinin neye ihtiyacı var hemen bir vakıf kurulur. Çareyi vakıf bulur. Bugünkü dille söylersek sorun yerinde, yerli/yerel kaynak kullanılarak, yönetişim eliyle çözülür. Zaten vakıflar daima derde derman olmuşlar. Yaraya merhem olmuştur. İnsanın, cemiyetin, canlıcansız varlıkların hayatlarına dokunmuş. Birde şehirlerde vakıf insanlar var. Onlar şehrin saklı sahipleri, temelleri, direkleri. Hiçbir karşılık beklemeden kendini bir işe, gayeye harcayan insan. Ömrünü adayan insan. Bu insanları sessiz
sedasız bir yerde bulursunuz. Mesleklerinin ehemmiyeti yok. Ömrünü o işe harcar dururlar. Şehrin bir tarafından tutarlar. Dünde vardı bugünde varlar evet. Hele bugün daha da muhtacız. “Tarihte İlginç Vakıflar” kitabı sadece ipuçları veriyor. Gör ki, tarihte şehirlerimizde ne vakıflar vardı. Neler neler yapmadılar. Bugün çılgın fikir, çılgın proje diye sunduklarımızın çok çok ötesini gören atalarımız vakıflar kurarak bugünün sosyal devletinin, paylaşıma toplumun hala erişemediği konulara el atmışlar. Demek ki düşünen, araştıran, ihtiyacı yerinde çözen bir toplum yapımız vardı. Aksi halde bu zenginlikte vakıflar kurulur, çalışır mıydı? Kitaptakilere göz atalım. Mesela kuşlara yuva, dilsiz hayvanları sulama, sokak hayvanlarına ekmek verme, ağaç dikme, çeyiz hazırlama, hastalara evinde bakım, sıcak ekmek dağıtma, yazın soğuk su dağıtma, fakirlerin vergisini ödeme, çevre koruma, misafirhane, yetimlere giysi, abdest alanlara sıcak su, evlendirme, helalleşme, yoksullara harçlık, kitap tamir, leylekleri koruma, göl temizleme, hastalara ilaç, hasta haklarını koruma, temiz hava aldırma/gezi vb., tohum ıslah etme … Hepsi de bugünün ihtiyacı gibi. ama o vakıflar yok. Ve sahipsiz gibiyiz. Her şehrimizde vakıfların olduğunu tarihten öğreniyoruz. Cumhuriyete kadar ulaşan vakıflarda Vakıflar Genel Müdürlüğü yönetimine geçer. Aile vakıfları sonradan mirasçı olduklarını bazı şehirlerde rastladık. Onlarda vakfı yaşatmak yerine akarlarından pay alma gayreti içindeler. Vakıf senetlerine göre vakıflar daim olmayı hedef edinirler. Maalesef eskiden beri gelen çok az vakıf yaşıyor. Yaşayanları bırakın kurulan vakıflar üzerine ne kadar araştırmalar yapıldı. Bilemiyoruz? Daha açık söyleyelim. Tarihte hangi şehirde (siz şehrimizde anlayın) ne kadar, kaç çeşit vakıf kuruldu? Kuranlar kimlerdi? Vakıf senetleri var mı? Hangi aileler yaşattı? Ne kadar yaşadılar? Hangi alanlarda hizmet verdiler? Yönetimleri nasıldı? Amaçları nelerdi? Kimler nasıl yararlandılar? Akıbetleri nasıl oldu? Mademki her şehirde bir veya birkaç üniversite var. Vakıflar, Devlet arşivleriyle işbirliği yapsınlar, varsa ailelerin elindeki belgelerden yararlansınlar şehrin vakıf tarihini ortaya çıkarsınlar. Bu sayede geçmişimizle tanışalım. Ülkemizdeki bu ciddi boşluk doldurulmalı, araştırmalar ile vakıflar gün yüzüne çıkarılmalı. Vazife sadece üniversitelere
düşmez. Aydınlarımıza aynı mesuliyet düşer. Yerel tarihçiler, araştırmacılar, yazarlarda öyle. Diyebilir ki; vakıf kuruluşları kolaylaşmalı. Güçlü, varlıklı ailelere vakıf kurmaları teşvik edilmeli. Şehrin ihtiyaç analizlerine göre sınırlı/ konulu vakıflar kurulmalı. Tarihi camilerde olduğu gibi büyük, merkezi camilerde vakıflar oluşmalı. Şehri marka değeri taşıyan insanları adına vakıflar kurulmalı. Şehrin geneline hitap eden o şehrin adını taşıyan, şehrin markası, imaj ve kimliğinin yaşatan, değerlerini koruyan, kamuoyu oluşturan, kucaklayıcı, kapsayıcı vakıf kurulmalı. Birde şehirlerde vakıf insanlar var. Onlar şehrin saklı sahipleri, temelleri, direkleri. Hiçbir karşılık beklemeden kendini bir işe, gayeye harcayan insan. Ömrünü adayan insan. Bu insanları sessiz sedasız bir yerde bulursunuz. Mesleklerinin ehemmiyeti yok. Ömrünü o işe harcar durur. Şehrin bir tarafından tutarlar. Dünde vardı bugünde varlar elbet. Maddi manada göç ile beraber oluşan şehirleşmeden sonra zenginleştik. Kıtlık, yokluk, yoksulluk çeken Anadolu insanı şehirlerde maddi refahı buldu. Hal böyle iken şehirlerimiz kentleşmeye yani modernleşmeye başlayınca o nispette yoksullaşma başladı. Şehirlerde/kentlerde hem zenginlik hem yoksulluk iç içe yaşıyor. Geri dönüş olmadığına göre bu hep devam edecek. Ancak birlikte yaşanacaksa kederde ve kıvançta ortak olmak mecburiyeti var. Medeniyetimizin çözüm yolu vakıflar olmuştur. Bugünde çok kolay. Öyle büyük gayeler, hedefler taşıyan, büyük varlıkları olan vakıflara hacet yok. Hemen yaşadığımız şehrin insani bir meselesine madden/manen varlığımızı adamak kafi. Şehirlerin temel insani problemleri var. Hemen ona el atmayla başlamalı.Mesala bazıları: Birlikte yaşama, aile düzeni, yalnızlık, yoksulluk, kısıtlılık, yaşlılık, yabancılık, göçmenlik, fakir fukaralık, çaresizlik, borçluluk, komşusuzluk, yakınsızlık, dostsuzluk, arkadaşsızlık… gibi hemen her yerde bekleyen meseleler. Bunlardan, yerinde kendi çapında vakıflar ile çare bulabiliriz. Atalarımızın kurduğu merhamet şehirleri böyleydi. Şehrin dün ki dinamiklerine/kudretlerine bugünde ihtiyacımız var. Nerdeyse şehre sahipliği bıraktık seyre çekildik. Artık “benim şehrim” demeliyiz. Şehri omuzlamalıyız. Şehir yükünü birlikte taşıyarak şehri hafifletmeliyiz. Sihirli değnek aramaya ne hacet. İşte vakıflar. Dün kurtarıcı idiler. Bugünde öyle olacaklar. 53
FATİH’TE BİR
GÖNÜL KALAYCISI
Maraşlı Ahmet Tâhir Efendi sıradan bir insan değildir. Öyle olduğu içindir ki zamanın en büyük entellektüellerini başında toplamış ve onlara ağabeylik yapmıştır. Sohbet halkalarında kimler yoktur ki… Fethi Gemuhluoğlu, Muzaffer Ozak, Babanzâde Ahmed Naim, Neyzen Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı, Miralay Hilmi Şanlıtop, Evrenoszade Sami… say sayabildiğin kadar… Serdar YAKAR
okluk ve huzursuzluk zamanıdır yaşanılan zaman… Ödemişli Ömer Lütfi askeri öğrenci olarak İstanbul Diş Tabibliği Fakültesinde okurken küçücük yüreğinde yaşar o büyük bunalımı. “Tarifi zor” dediği huzuru aramaktadır o da diğerleri gibi… Huzursuzluğun dibe vurduğu bir cumartesidir. Ömer Lütfi ve diğer tüm yatılı öğrencilerin gece 24.00’e kadar dışarı izinleri vardır. Bu günü kimi sinemada, kimi gezintilerde geçirmek için hazırlanırken öğrencilerden biri de abdest almaktadır. Gençlerden biri merak eder ve sorar: “-Bu akşam nereye gidiyorsunuz?” Abdestli genç cevap verir: “-Bizim bir kalaycımız var, gönüllerimizi kalaylatmaya gidiyoruz.” İşte bu cümle çarpılmışa çevirir genç Ömer Lütfi’yi. Artık o, “Gönül Kalaycısı”nın hep yanı başında olacaktır. Hem de ölünceye dek… Kimdir o gönül kalaycısı? Adı Ahmet Tâhir Efendi. “Maraşlı” diye bilinip “Hocaefendi” diye tanınmakta…
sayı//62// eylül
54
Maraş’ta doğup büyümüş, ilim için yollara düşmüş yıllar yıllar önce… Ömer Lütfi onu tanıdıkça daha bir sevecek ve adını evladında yaşatacaktır. Ayrıca “Muhabbet Üzerine” adıyla kaleme aldığı eseri ile de o güzel insanı bize de tanıtacaktır. Maraşlı Ahmet Tâhir Efendi sıradan bir insan değildir. Öyle olduğu içindir ki zamanın en büyük entellektüellerini başında toplamış ve onlara ağabeylik yapmıştır. Sohbet halkalarında kimler yoktur ki… Fethi Gemuhluoğlu, Muzaffer Ozak, Babanzâde Ahmed Naim, Neyzen Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı, Miralay Hilmi Şanlıtop, Evrenoszade Sami… say sayabildiğin kadar… Maraşlı Ahmet Tâhir Efendiyi daha yakından tanımak gerek.. Maraş’ta 1885 (1881 veya 1882 de olabilir)’de doğan Ahmet Tâhir Efendinin babası Maraş vilayeti katiplerinden Berberzade Nef’i Efendidir. Annesi ise Hızanoğulları’ndan Esma hanımdır. Adını taşıdığı dedesi Ahmet Efendi de vilayet başkatibidir. Daha çocukluk yıllarından itibaren iyi bir eğitim alır. Duruş Efendi’nin sohbetlerinde bulunur. Maraş’ta başladığı Medrese tahsilini Kayseri de tamamlar. Arkadaşları Hüseyin Avni (Konukman) ve Yusuf Bahri (Nefesli) ile birlikte İstanbul’a giderek yüksek tahsil yapar. Zeki bir öğrencidir. Eş zamanlı olarak Darülfünun’un Ulûm-i Riyaziyye ve Tabîiyye şubesi ile Hukuk şubesini birlikte okuyarak diplomasını alır. Daha sonra Medresetü’l-kudât’a gider. Ömer Nasuhi Bilmen buradan sınıf arkadaşıdır. Aldığı fen ve hukuk ilimleri ile yetinmeyen Ahmet Tâhir Efendi Medresetü’l-kudât’ta bulunduğu bu yıllarda mutasavvıf Ahmet Amiş Efendi ile tanışır. Gümüşhaneli Ahmed Ziyaüddin Efendi’den Nakşi hilafeti, Kuşadalı İbrahim Halveti Efendiden de Halveti hilafeti alan ve “Fatih Türbedarı” olarak bilinen Ahmet Amiş Efendiye intisap eder. Aslında tasavvufa çocukluk yıllarından meyillidir. Yüreğine ilk kıvılcımı Maraş’ta Duruş Efendi çakmıştır. Bu intisabın ardından kısa sürede seyr-i sülukunu tamamlayıp Hilafet-i Tâmme ile şereflenir. Ahmet Tâhir Efendi’nin Amiş Efendiye intisabının ilginç bir öyküsü vardır. Kayseri’den beri en yakın arkadaşları olan Hüseyin Avni ve Yusuf Bahri ile mürşit arayışına çıktıklarında henüz Darülfünun öğrencisidirler. Tekkeler açık ve her sokak başında bir şeyh efendi vardır. İstanbul’da ne kadar şeyh ve tekke varsa hepsini ziyaret ederler. Ziyaret ettikleri hiçbir tekkede bir türlü aradıkları nitelikte bir şeyh bulamazlar. Tüm ümitleri bitmek üzere iken
Hamzavî – Melamî kutbu Seyyid Abdülkâdir-i Belhi’nin adını duyar. Aradıklarını bulmanın sevinci ile ziyarete gittiklerinde beklemedikleri bir olayla karşılaşırlar. Abdülkâdir-i Belhi onlara nasiplerinin Fatih türbedarında olduğunu söyleyerek geri çevirir. Onca zaman İstanbul’un altını üstüne getiren bu üç genç hemen yanıbaşlarında olan Fatih’te soluğu alırlar. Daha ilk görüşme gönüllerde karşılığını bulur ve intisap gerçekleşir. Fatih Türbedarı Ahmet Amiş Efendi’nin çileli bir hayatı vardır. Tuna vilayetinde Tırnova’da doğmuştur. “Amiş” lakabı oradan kalmadır. Amca manasında kullanılmaktadır. 1920’de vefatı üzerine yerine Kayserili Mehmet Tevfik Efendi geçerse de onun da 1927’de vefatı ile tarikat postuna Ahmet Tâhir Efendi oturur ve bu görevini vefatına dek sürdürür. Soyadı Kanunu çıktığında mürşidi “Amiş” Efendinin adına telmihen “Memiş” soyadını alacaktır. Cihan Harbi patlak verdiğinde eli silah tutan her bir fert gibi Ahmet Tâhir Efendi de cephede görev alır. Görev yeri Kafkas cephesidir. Üçüncü Ordu Kumandanı Vehip Paşa’nın hukuk müşaviri olarak görev yapar. Savaş sona erdiğinde ise Sivas’ın Suşehri kazasına kadı olarak tayin olunur. Sivas Kongresi’nin yapıldığı tarihe (1919) kadar burada kadı ve kaymakam vekilidir. Sonra İstanbul’a çağrılır ve Beyazıt dersiamı olarak görevlendirilir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında dersiamlık müessesesinin kaldırılması ile Ayasofya Camiine vaiz olarak atanır. Ayasofya Camiinin 1934’de müze olacağı tarihe kadar burada görev yapar. Müze olan Ayasofya Camiinin 1934’de kapanması ile o da vaazlarını Sultan Ahmed Camii ve Nuruosmaniye Camiinde vermeye başlar. Bu arada aynı zamanda Bayazıt Devlet Kütüphanesi’nde Tasnif Heyeti üyesi olarak da görev yapmaktadır. Diyanet İşleri başkanlığı’nın yayınladığı İslâm Ansiklopedisi’nin verdiği bilgiye göre Ahmet Tâhir Efendi Arap, Fars ve eski Türk edebiyatlarını iyi bilir, vaazlarında âyet ve hadislerden sonra genellikle Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Mesnevi’si ile Divân-ı Kebir’inden beyitler okuyup bunları herkesin anlayabileceği bir dille açıklardı. Kendisi de mürşitleri gibi sohbet, muhabbet, hizmet ve râbıtayı esas alan bir seyrü sülûk usulünü benimsemiş, mensuplarını Koska’daki evinde, dönemin aydınlarının devam ettiği Beyazıt’taki Küllük Kahvehanesi’nde, Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki odasında ve yaz aylarını geçirdiği Çengelköy’deki Sultan Vahdettin
Köşkü’nde kabul edip sohbet yoluyla irşat etmiştir. Sohbetlerinde sahip olduğu hukuk, fen ve ilâhiyat diplomalarının kendisine tasavvuf yolunda hiçbir faydası olmadığını söyleyerek; “Resûlullah Allah’ın harem dairesidir; insan bir ağaca benzer, kökü Allah, gövdesi Muhammed, yaprakları da kendisidir; kişi çalışarak köküyle gövdesini bulmalı; mükevvenat bütün teferruatıyla beraber insanın kendisinde mevcuttur, sahibi de beraber; insanda aşk-ı ilâhî o kadar fazla olmalı ki ateşi yakmalı” der. Yine sohbetlerinde dile getirdiği güzel sözlerden bazıları şunlardır: “İnsanlar Allah’a birçok yoldan varırlar. Hüsnü hulk, ibadet, zikir, iyilik, vs. gibi. Fakat en kısa ve kestirme yol Muhabbettir.” “Mü’minlerin çektiği azap, hastalık, günahlarını azaltır, ona karşılıktır. Bu adamına göredir. Bazılarında da mertebe değişir.” “İnsanda Aşkı İlâhi o kadar fazla olmalı ki ateşi yakmalı.” “Maneviyatta ilerleye ilerleye evvelâ adını, sonra tadını, sonra huzurunu, en nihayet kendini bulursun.” “En büyük ibadet ve sevap, bir kalbi şad etmek, sevindirmektir. En büyük günah da bir gönlü kırmak, ihtizaz ettirmektir.” 1947’de ciddi bir rahatsızlık geçiren Ahmet Tâhir Efendi 1951’de emekliliğini ister. Emekli olmasına rağmen 1953 yılının ortalarına kadar vaazlarına devam eder. 1954 yılı nisanında Muzaffer Ozak’ın Sahaflardaki dükkanından çıkarken ayağı kayar ve uyluk kemiği kırılır. Aynı yılın temmuzunda mide kanaması geçirir ve 11 Temmuz 1954’de vefat eder. Cenazesi vasiyeti gereği mürşidi Ahmet Amiş Efendi’nin Fatih Camii haziresindeki mezarının yanında toprağa verilir. Bugün ziyaretgah olan mezar taşında şunlar yazılıdır: “Ya Hû!. Mişkat-ı feyz-i mübüvvet Misbah-ı sırrı velayet Pişâ-ı ehli visalet Mukteda-i salikin-i hakikat Tacû’l urefa fahril ulema Ahmed Tahir Memiş el Mer’aşî El Halvetiyyüş Şa’bânî Ruh-i şerifi için El fatiha 10 Zilka’de 1373/11 Temmuz 1954” Rahmetle anıyoruz. 55
ŞANLIURFA’NIN ÂBİDEVÎ SESLERİNDEN BİRİ:
MUKİM TAHİR
Evliliklerinden çocuğu olmayan Mukim Tahir; onu tanıyanların tarifine göre, güzel giyinen, iri yapılı, uzun boylu, kaytan bıyıklı, esmer ve çok yakışıklı biridir. Hoşsohbet biri olup fıkralar, hikâyeler anlatarak sohbetini, konuşmalarını süsleyen, gayet hürmetkâr, bir çocuğa bile hürmet eden bir kişiliğe sahiptir. İsmail BİNGÖL
rfalı Tahir Oturan; halk arasındaki adıyla Mukim Tahir… Eskilerin kendisini; “Kapıyı Çalan Kimdir” adlı, kendisinden derlenmiş bir Urfa türküsü vasıtasıyla bildiklerini söylemek yanlış olmaz. Sonradan birçok kişinin okuduğu bu türkü, nerdeyse onunla özdeşleşmiş. Buna belki “Ayağında Kundura” adlı türküyü de ekleyebiliriz. Yine Şanlıurfalı olan İbrahim Tatlıses’in meşhur olmasında ve bugüne gelmesinde, plağa okuduğu bu türkünün büyük önemi vardır ve hala büyük bir zevkle dinlenmektedir. Şanlıurfa Halk Müziği, ezgi yapısı, söz zenginliği, eser sayısı, kaliteli ve sistemli icrası ile Türk Halk Müziği içinde seçkin bir konuma sahip olmuştur. Güzel icra yeteneğine sahip yöre sanatçılarının ses rengi ve ağız özellikleriyle bütünleşen bu müzik, halk kültürümüze önemli katkılar sağlamıştır. Şanlıurfa müzik kültüründe “sıra geceleri” ve “yatı geceleri”nin özel bir rolü bulunmaktadır. Haftada bir gece evlerde toplanarak sıra gezen gruplar ile birkaç gün kalmak üzere dağlara yatıya giden grupların içinde çalgı takımı ve okuyucular da bulunur. Bu gecelerde sohbetlerin yanı sıra usta-çırak geleneği içerisinde makam geleneğine göre sistemli müzik icra edilmekte olup, gençler ilk müzik bilgisi ve terbiyesini bu gecelerde almaktadırlar. İşte bu kişilerden biri de; günümüzde bile meraklıları nezdinde şöhretini sündüren Mukim Tahir’dir. Mukim Tahir’in hazin hayat hikâyesi, 1900 yılında Urfa'nın Bıçakçı’lar mahallesinde başladı. Babası Mukimler’den Hacı Abdurrahman, annesi Fatma hanımdır. Memlekette sevilen ve sözleri geçen varlıklı bir aileye mensup olan Mukim Tahir’in ailesinin elinde çok geniş ve verimli araziler vardı. Arazilerinden bir kısmı Cumhuriyet kurulduktan sonra Suriye topraklarında kalmıştı. Ailesi varlıklı olduğu için, çocukluk ve gençlik yılları bolluk ve zenginlik içinde geçen Mukim Tahir; ilk evliliğini İshakoğullarından Fatma hanımla yapmış, hanımının ölümü üzerine Zeliha Hanımla evlenmiştir. Evliliklerinden çocuğu olmayan Mukim Tahir; onu tanıyanların tarifine göre, güzel giyinen, iri yapılı, uzun boylu, kaytan bıyıklı, esmer ve çok yakışıklı biridir. Hoşsohbet biri olup fıkralar, hikâyeler anlatarak sohbetini, konuşmalarını
sayı//62// eylül
56
süsleyen, gayet hürmetkâr, bir çocuğa bile hürmet eden bir kişiliğe sahiptir. Ne var ki; başına gelen kötü bir iş, talihini tersine çevirmiş ve bir cinayete karıştığından hapse düşmüştür. Mukim Tahir, çevresinde çok sevilen, sayılan, sanatçı ruhlu bir kişi olduğundan, arazi anlaşmazlığı yüzünden böyle bir işe karıştığına önce kimse inanmak istemez. Ama o, uzun yıllar Şanlıurfa cezaevinde hapis yatar. Ancak Cumhuriyetin onuncu yıl affından yararlanarak hapisten çıkar. Yalnız bu arada hanımı, bu hadise üzerine hastalanıp verem olur ve hayatını kaybeder. Artık onun için kötü günler başlamıştır ve zaman hüzünden yana dönecektir bundan sonra ne yazık ki… Hapse girmesi ve hanımının ölümü gibi üzücü olayların ard arada gelmesi üzerine Mukim Tahir’in o eski güzel ve refah içindeki durumu gerilerde kalır. Yaşantısı bozulur ve yaşadığı acıların da etkisiyle kendini gece hayatına kaptırır, sefahata dalar. Nerde akşam orda sabah diyerek, dolaşıp durur ve günlerce evine uğramaz. Bu arada da elinde olan araziyi ve mülklerini peyderpey satarak harcamaya başlar. Neticede “Hazıra dağ dayanmaz.” sözünde belirtildiği üzere, birkaç sene içerisinde hem mal varlığını kaybeder ve hem de içkinin pençesine düşer. Hayatının bundan sonrası acılarla geçecek olan sanatçı artık yalnız ve yoksul bir adamdır. Yapacağı bir meslek olmadığı için çok perişandır. Mecburen bir süre hamamcılık yapar, bir süre de Urfa'nın Haşimiye çarşısındaki dayısının fırınında çalışır. Sonrasında Aynzeliha Parkı’nda bulunan gazinoda bir süre hem okuyuculuk yapar, hem de bağlama ve darbuka çalar. 1939 yılına gelindiğinde, Mukim Tahir’in hayatında müzik daha önemli yer tutmaya başlar ve kendisi gibi musikiyle yakından ilgilenen, Şanlıurfa’nın musiki alanında tanınmış diğer isimleri Tenekeci Mahmut Güzelgöz ve Hacı Nuri Hafız ile Muhacir Çarşısı’ndaki Aslanlı Han’da bir oda tutarlar. Beraber mevlit okumaya giderler. O arada eski hayatındaki kötü alışkanlıklarını bırakmıştır. 1941 yılında Şanlıurfa Halk Evi kahvesini çalıştırır. Aynı zamanda Halkevi saz ekibini de çalıştırarak halk konserleri verdirir. Mukim Tahir, her ne kadar yukarıda sözünü ettiğimiz bu sanat çalışmalarını yapsa da, zengin iken fakirliğe düşmesini bir türlü içine sindiremez ve bu halinden çok sıkılır. 1945
yılında Zonguldak'a bağlı Yenice Kazası’nda müteahhitlik yapan arkadaşı Herrem Nuri, kendisini çalışmak üzere yanına çağırınca, tereddüt etmeden Zonguldak’a gider. Kendisini uğurlamaya gelenlere "bir daha dönmeyeceğim" der, dostlarıyla helalleşir. Sanki içine doğmuştur doğduğu, büyüdüğü, her köşesine bir hatırasını gömdüğü ve türküleriyle şenlendirdiği yere bir daha dönemeyeceği... Felekten yana yüzü bir türlü gülmeyen, Hak vergisi çok güzel bu sesin sahibi Mukim Tahir’in hakikaten de; ömrü vefa etmez ve halk müziğimizin bu önemli sesi, gittiği yerden bir daha ata yurduna dönemez. Mukim Tahir’den önce Yenice’ye çalışmaya giden Urfalı Köşker Hacı Mustafa Nacar, Mukim Tahir için "Onun yaşantısı kadar ölümü de hazin oldu." deyip, vefatı hakkında şunları anlatıyor: "Biz Zonguldak'ın Yenice Nahiyesi’nin Cebeci mevkiinde bulunan bir köyde, tren yolu işinde çalışmaya gittik. Mukim Tahir de bizden iki üç gün sonra oraya çalışmak üzere sazıyla birlikte geldi… Memleketten ayrılmanın hasretinden olsa gerek çok dalgın ve düşünceliydi. Hasta ve bitkin bir vaziyetteydi ve geldiğinin üçüncü günü çok rahatsızlandı. Yerimiz ilçeye yaya olarak bir saat mesafedeydi, ilaç almak üzere ilçeye gitmeye hazırlanırken vefat etti. Cenazeyle ilgili gerekli hazırlıkları yaptık, defnetmek üzere yakınımızda bulunan köyün mezarlığına götürdük. Mezarlık yeri, zemini yumuşak toprak olan tepelik bir yerdi. Toprağı kazdık ama sert bir zemin bulamadık ve açtığımız çukura gömdük, etrafına bir iki tahta koyduk. Yağmur yağıyordu ve toprak atınca tahtalar yıkıldı. Öylece üzerini kapattık. Çok üzüldük, memleketin en meşhur ve en zengin insanını, memleketinden yüzlerce kilometre uzak bir köyde, mezar bile olmayan bir çukura gömdük. Öldüğünde cebinden on para çıkan Mukim Tahir’in bu şekilde ölümüne çok üzüldük, moralimiz bozuldu, biz de dayanamayıp birkaç gün sonra Urfa’ya döndük.” İşte, "Ayağında kundura", “Kapıyı Çalan Kimdir?” gibi, bugün de çok tanınan birçok türkünün kaynak kişisi, bestekârı olan Mukim Tahir’in gömüldüğü yer daha sonra bütün aramalara rağmen bulunamamıştır. Sağlığında çeşitli acılar yaşayan ve peşini bırakmayan talihsizlik, ölümünden sonra da Mukim Tahir’in peşini bırakmamış ve dünya yüzünde bir mezarı bile olmamıştır. Vaktiyle zengin ve ünlü bir sanatçı iken, yaşadığı kötü olaylar sebebiyle, sıkıntılı günler yaşayan Mukim Tahir, ne yazık
57
ki bugün mezarının yeri bile bilinmeyen, “ünlü” fakat “garip” bir sanatçı olarak müzik tarihine geçmiştir. TRT Nota Arşivinde “Ayağında Kundura” türküsü ile ilgili bilgi şu şekildedir: (Repertuar N0:1958, Ezgi Adı: Ayağında Kundura, Yöresi : Şanlıurfa, Kaynak Kişisi :Mukim Tahir, Derleyen : Plaktan yazıldı, Notaya Alan : Mehmet Özbek). Ancak alttaki notta şöyle denmektedir: “Bu esere ait nota bulunamadı. Elinizde bu esere ait nota var ise lütfen yonetici@trtnotaarsivi. com email adresinden bizimle irtibata geçiniz. Gönderdiğiniz nota en kısa zamanda sitemize eklenecektir.” Fakat kurumsal olmayan, kendi çapında bir gayretin sonucu olarak yıllardır türkülere ve türkü severlere hizmet eden bir sitede ise, bu konuda şöyle bir not var: “1975 yılında Mehmet Özbek tarafından derlenmiştir. Rept. No: 1958. Şanlıurfa Halk Müziği, A.Akbıyık-S.Turhan-S. Kürkçüoğlu- O.Güzelgöz-K.Dökmetaş, Şanlıurfa Valiliği Kültür Yayınları, 1999. Notası Evren Seçkal tarafından gönderilmiştir.” (https:// www.turkudostlari.net/nota.asp?turku=123) Ne var ki burada da türkünün kaynak kişisi olan Mukim Tahir’in adı yok. Doğrusu hem kaynak kişisini ve hem de söyleyenini meşhur eden bir türkü hakkındaki bilgilerin bu şekilde olması gerçekten çok şaşırtıcı... Mukim Tahir, Şanlıurfa’nın yetiştirdiği en ünlü ses sanatkârlarından biridir. Aynı zamanda bestekârdır. İçli, yanık ve pürüzsüz, gür ve tok bir sese sahiptir. Sesinin gücü ve gırtlak nağmeleri dinleyenleri etkilemektedir. Eserleri çok ustaca okur. Kendine has okuma tavrı ile bir ekoldür. Çok iyi bir taklit yeteneği ve üstün vasıfları olan usta bir sanatçıdır. Mukim Tahir’le takım kuran ve onunla yıllarca müzik meclislerine katılan Tenekeci Mahmut Güzelgöz, Mukim Tahir'in müzik hayatı ile şu bilgileri vermektedir: “Mukim Tahir küçük yaşlarda müziğe merak sardı, babasının varlıklı olmasından dolayı bir çok hocadan ders aldı. Kör Ahmet Hafız, Kirişçi Halil, Cürre Mehmet ders aldığı hocalardan birkaçıdır. Bu hocalardan en çok Cürre Mehmet’ ten faydalanmıştır. Delikanlılık çağında sesinin çok güzel ve mahalli ağzı çok iyi kullandığından dolayı kısa zamanda büyük isim yaptı. Dağ yatıları ve sıra gecelerinde ustaçırak geleneği içinde Urfa makam geleneğini
sayı//62// eylül
58
öğrenmiştir. Zamanının en iyi gazelhanı oldu. Ayrıca iyi bir hanende idi. On beş kişi şarkı söylese sanki kendisi yalnız okuyormuş havası olurdu, bütün sesleri idare ederdi. Mukim Tahir, dönemin meşhur okuyucuları Damburacı Derviş, Hacı Nuri Hafız, Kel Hamza, Bekçi Bakır gibi ustalarla birçok müzik meclislerinde bulunmuştur. Bu meclislerde, fasılı idare eder, sabahlara kadar okurdu. Hafızası çok kuvvetli olup, şarkı, türkü ve gazel repertuarı çok genişti. Meclislerde okunan yahut herhangi bir yerden duyduğu bir şarkı veya türküyü hiç unutmazdı. Müzik dağarcığı geniş olduğundan okudukça coşardı. Çok mükemmel bir musiki kulağı vardı. Sesinin güzelliğinin ünü yurdun birçok yöresinden de duyulmuştu. 1940 yılında kanuni Arteki Candan İstanbul’dan Urfa’ya geldi, bir müzik âleminde bizleri dinledi, Mukim Tahir’le beni çok beğendi ve plak doldurmak için bizi İstanbul’a davet etti, Tahir de o ara sazda darbuka çalıp türkü söylüyordu. Mukim Tahir’in sefalet yıllarıydı. Mukim Tahir, İstanbul’a giderek ilk plağını Sahibinin Sesi Plak’a yaptı. Plakın bir yüzüne şehnaz makamında ‘Hüsnün senin’ gazelini, diğer yüzüne de ‘Elleri pambuğ’ türküsünü okudu. Bu plakın yapımcıları çok beğendiklerinden iki plak daha yaptılar. Bu plaklara ise Ayağında kundura, Kapıyı çalan kimdir, Kırmızı kurdela türküleri ile Yaram sızlar hoyratını okudu.” 1938 yılında Urfa Türkülerini derlemeye gelen Muzaffer Sarısözen grubundaki heyet Mukim Tahir başta olmak üzere birçok Urfalı’dan türküler derlemiştir. “Çarşıda nişe, Havayi deli gönül, Abdonun mezarı, Bu pınar eşme pınar” ezgileri Mukim Tahir’den derlenen ve kayda alınan eserlerdir. 1943 yılında Ankara Radyosu’ndaki konserinden ve ayrıca hususi gecelerde verdiği konserden sonra gazeteler kendisinden sitayişle bahsetmişlerdir. Ankara’daki bir Urfa gecesinin ardından; uzun boylu, iri yarı ve çok yakışıklı olan Mukim Tahir’i anlatan bir gazete; "Mukim Tahir, Birinci Cihan Harbi’nde Çanakkale ve Galiçya’da gördüğümüz Urfalı amca ve dayıların ta kendisi idi." diyerek bahsetmiş ve sanat derecesi için ise şu cümleleri kullanmıştır: “Birçok konserler gördük, orkestra şefleri topluluğu ellerinde tempo değnekleriyle idare ederlerken, Mukim Tahir on sekiz kişilik saz heyetini, başını öne eğmesiyle konsere Urfa Divan Peşrevi’yle başlanmış, saatlerce devam
eden ve makamdan makama geçen Urfa türkülerini icra ettirmiş ve yine başının arkaya gitmesiyle hatasız olarak fasılı sona erdirmiştir." Mukim Tahir, 1944 yılında otuz kişilik bir ekiple Türkiye turuna konserler vermek için çıkmış, Ankara Radyosu’nda bir konser verdikten sonra İstanbul’a gelmiş, orada 15 gün Tepebaşı Gazinosu’nda gittiği heyetle beraber konserler vermiştir. Günümüzün birçok sanatkârı Mukim Tahir’in eserlerini okumuşlardır. Bunlardan Zeki Müren, Bülent Ersoy ve İbrahim Tatlıses gibi sanatkârları sayabiliriz. 1935 yılında Halkevi Bando şefi olan Osman Özsoy, Mukim Tahir'in birçok müzik meclislerinde bulunmuş ve onu yakinen tanıyanlardan biridir. “Urfa Musikişinasları” adında başlayıp tamamlayamadığı eserinde Mukim Tahir’le ilgili "Maalesef Urfa Mukim Tahir’den istifade edememiştir. Ona bir iş bularak, yanına istidatlı gençler yetiştirilmek üzere verilmiş olsaydı, bugün birçok Mukim Tahirler yetişmiş olacaktı" diye not düşmüştür. Ses sanatçılığı yanında beste de yapan Mukim Tahir’in günümüze maalesef pek çok eseri ulaşmamıştır. Onun yaşadığı 1900-1945 dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşlarla geçen en çalkantılı dönemidir. 1920 Yılı Urfa’nın düşman işgalinden kurtuluşunun yaşandığı sıkıntılı dönemdir. Bu dönemde yaşanan sıkıntılar, çekilen acılar elbette türkülere, hoyratlara yansıyacaktır. Yine yaşadığı fırtınalı hayat, hanımının ölümü, yoksulluk yılları Mukim Tahir üzerinde olumsuz etkiler bırakmış ve bu da eserlerine yansımıştır. Ayrıca o yıllarda “esere sahip çıkma“ ayıp karşılanmaktaydı. Sözlü gelenek hâkimdi, ses kayıt cihazları yaygın değildi, nota bilenler pek azdı, derlemenin önemi henüz bilinmiyordu. O gün için bunların tespit edilerek kayıt altına alınmaması, birçok eserinin yok olup gitmesine sebep olmuştur. Mukim Tahir ömrünün son yıllarında 40 yaşının üzerinde iken İstanbul’a giderek üç tane taş plak yapmıştır. Birçokları gibi bizler de Mukim Tahir'i ancak bu plaklarındaki sesinden tanımaktayız. Okuduğu plaklarda yöresinin üslup ve ağzını aynen muhafaza etmiş, sesinin tüm özelliklerini kullanarak ustalığını ispat etmiştir. Plağa okuduğu eserleri daha sonraki yıllarda okuyan sanatçılar, onun tavrında okumaya çalışmışlardır. Şanlıurfa’da yetişmiş
musiki insanı Mukim Tahir şarkı, türkü, ilahi, gazel, hoyrat her türlü makamı icra eden biriydi. Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça dört dilde okuyabiliyordu. Özellikle “Ayağında Kundura”, “Kapıyı Çalan Kimdir”, “Elleri Pamuk”, “Kırmızı Kurdela”, Urfalı şair Abdi’ye ait olan “Hüsnün Senin Ey Dilber Nadide”. “Çarşıda Nişe”, “Bu Pınar Eşme Pınar”, “Abdonun Mezarı”, “Havayı Deli Gönül Havayı” adlı eserler, onun en çok tanındığı eserlerdendi. “İçli, yanık sesiyle insanın yüreğine dokunan Mukim Tahir’in hayatında her çeşit iniş çıkış vardı. Varlık, hüzün, hasret, ayrılık, yitiriş…” Eserleriyle, bağlama çalışıyla, sesiyle ve okuma şekliyle, kendine has bir tavır oluşturan Mukim Tahir'e yaşarken gerektiği gibi sahip çıkılmamış ve değerlendirilememiştir. Memleketine ölümsüz eserler bırakan büyük bir sanatçının yoksullukla kıvranmasına seyirci kalınmıştır. Ama o, yine de müzik tarihimizde kendine has bir iz bırakarak aramızdan ayrılmıştır. Mevla rahmet eyleye. Yararlanılan Kaynaklar: 1. Kalan.com
2. Kültür Bakanlığı sitesi 3. http://www.ihsanozturk.com/mukim_tahir_tahir_oturan-51.html 4. Muaz Ergü.https://www.dunyabizim.com/portre/ nice-insani-meshur-etti-kendi-gariban-oldu h25635.html /22 Kasım 2018
59
TARİHİN ÇİLESİ İÇİNDE: 93 HARBİ,
GÖÇLER VE ZEKİ BABA HATIRALARI -ikiSağlam bir dimağ, ahlaklı bir karakter, yardım sever bir kişilik, tevhidi bir inanç, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve mükemmel bir sorumluluk bilinci… Zeki Baba’nın kapısına gelen hiç kimsenin boş döndüğü görülmemiştir. Alişan HAYIRLI
alaban Köyü küçük ama zamanın en zengin köylerinden biriymiş… Şimdi nüfusu azalsa da evleri büyük ve güzel, bahçeli ve bahçelerde envaı türlü meyve ve çiçekler yetişmiş… Zeki Baba’nın akrabalarının evleri de öyle… Nejat’ın bahçesinde, kendiliğinden yetişen şeftaliden koparıp yedik. O da ne? Bu nasıl bir lezzet Allahım? Ben Gündüzbeyli olmama ve Gündüzbey’de dünyanın en lezzetli meyvelerini yememe rağmen ömrümde böyle bir şeftali hiç tatmadım. Dönerken yüzsüzlük gösterip üç adet kopardım ve eve getirdim, Zeki Baba’ya da vermedim, bencillik yaptım. Çekirdeklerini Gündüzbey’e götürüp orada ekeceğim. Evin hanımı Gülcan Yenge’nin alelacele kurduğu sofrada bize ikram edilen yemekler de çok lezzetliydi. Neden acaba? Yıllar sonra yapılan sıla-i rahimin etkisi mi? Baba ocağı olduğu için mi? Bu tarihi bulaşmanın yemeğe yansıması mı? Odaları kaplayan koyu sevgi ve muhabbetin buhar olup yemeğe sinmesi mi? Vefatlar, düğünler akraba ziyaretlerinin vazgeçilmez konusudur, kim ölmüş, kim kalmış, kim nerede ne yapıyor? Hepsi bir kere daha hatırlanıyor ve yad ediliyor. İlk defa öğrenilen bilgiler “Ya öyle mi?”, “Vah vah!” ya da “Maşallah”, “Ne güzel!” nidalarıyla anılıyor. Maziler birbir dökülüyor gözler önüne, sanki yeniden yaşanmış gibi dile getiriliyor. Hiç görüşülmemiş ya da uzun yıllar önce görülmüş akrabalar, hasret ve özlemle, biraz da buruk bir duyguyla anlatılıyor. Yüzler gülüyor, sevinç ve heyecan zirve yapıyor, herkes bu ani ziyaret karşısında biraz da şaşkın… Ama tatlı bir şaşkınlık… Bu sefer bitişik evden hızla ve büyük bir sevinçle koşan bir kadın, öyle iştahla kucaklaşıyor ki Zeki Baba’yla… Amcası torunu Emel abla… “Aaa Zeki abi gelmiş… Aman Allahım, gözlerime inanamıyorum.” Kadının eli ayağı tutuşuyor adeta… Yaşlı annesine bakmak üzere köye gelmiş… Karşısında aniden Zeki Baba’yı görünce nasıl da heyecanlandılar. Osmanlı şurubu, meyve ikramı eşliğinde koyu bir sohbet daha başladı Emel ablanın baba evinde… Balaban köyünde son olarak ziyaret edeceğimiz yer Köy kahvesi… Köyün ekabir takımı, yaşlılar bir anda Zeki Baba’nın etrafını sardı.
sayı//62// eylül
60
Rahmetli Alirıza Dayının oğlunun köye geldiğini duyanlar akın akın kahveye koşuyor. Köyün en yaşlıları Alirıza dayıyı tanıdıklarını söyleyince Zeki Baba iyice kulak veriyor. Babasının ismini duydukça adeta kendinden geçiyor, hiçbir kahve muhabbeti bu kadar mutlu etmemiştir Zeki Baba’yı… Artık ayrılık vakti… Yıllar sonra yapılan ziyaretin sonuna geldik. Bir daha görüşülmek üzere, sık sık gelip gitme sözleri verilerek, aile boyu gelinsin diyerek vedalaşılıyor. Geride tatlı bir iz ve hatıra bırakılarak… Biz de Oktay abiyi tekrar Uzunköprü merkezine bırakıp Edirne’ye dönüyoruz. (Zeki Baba, Uzunköprü ve Balaban ‘daki akrabalarını geçmiş yıllarda köyde bir iki kere ziyaret etmiş,İstanbul’da da zaman zaman görüşmeler olmuş.Ne var ki 1920 lerde başlayan ayrılık o yılların koşullarında zamanla derinleşmiş ve malesef üçüncü,dördüncü kuşaklara gelindiğinde akrabaların birbirlerini tanıyıp bilememe derecesine varmış.Zeki baba bu tür ziyaretlerin zamanla akrabalar arası ilişkileri canlandıracağına inandığını söylüyor.) Edirne… Mimar Sinan’ın muhteşem eseri Selimiye’nin ustalık eserinin bulunduğu serhat şehri… Eski Cami ve Üç Şerefeli Cami Selimiye’ye eşlik ediyor. Göğe yükselen dört minaresi, kubbesi ve işlemeleriyle… sanki benden daha iyisi yok der gibi sesleniyor. Meydan okurcasına… Osmanlı’nın ulaştığı
zirveyi simgeliyor Selimiye… Seyri doyumsuz, saatlerce hatta günlerce bakıp dursanız bıkılmayacak şahane bir eser. Şiir gibi… Hayranlıkla seyrediyoruz. Bir vakit namaz Selimiye’de, sonra Eski Cami, sonra Üç Şerefeli Cami… Camileri, köprüleri, medreseleri, şifahaneleri, tarihi eserleriyle Osmanlı’ya 100 yıla yakın başkentlik yapmış rüya şehir… Taşı toprağı tarih olan kutsal bir belde… Tunca’sı, Arda’sı ve hele hele Meriç’i ile gezenleri mest eden serhat beldesi… Akraba ziyaretleri ile mest olan Zeki baba bu sefer Edirne’nin güzellikleri ve muhteşem eserleriyle bi kere daha mest oluyor. Selimiye’yi birkaç defa görmüş olmamıza rağmen her seferinde ilk defa görmüş gibi haz duyuyoruz. Bağrında Selimiye gibi muhteşem bir eseri barındıran bu tarihi şehri Zeki Baba ile gezmek ayrı bir zevk… Peki Zeki Baba’yı özel kılan nedir? Hangi özellikleri; bir gezi ve makale konusu yapmamızı, örnek bir şahsiyet olarak sunmamızı sağlamaktadır. Ne gördük bu fani beden üzerinde, ne saklıyor bu 66 yıllık hayat içinde? Nasıl bir kimlik inşa etmiş? Bakalım; Sağlam bir dimağ, ahlaklı bir karakter, yardım sever bir kişilik, tevhidi bir inanç, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve mükemmel bir sorumluluk bilinci… Zeki Baba’nın kapısına gelen hiç kimsenin boş döndüğü görülmemiştir. Yolda yürürken karşısına dikilen bir dilenciye 61
yardım etmeden önce mutlaka onunla şakalaştığı ve bir ünsiyet kurduğu görülmüştür. Yardım ettiğini belli etmez, sanki arkadaşına verir gibi… İyilik yapmayı ve yardım etmeyi, hayatının en önemli eylem planı yapmış… Her yerde ve her zaman İslami konuları anlatırken şunu söyler: “Din çok sadedir. Allah’a ve ahirete gereği gibi iman ve salih amel…” İyilik yapın, der durur Zeki Baba… Bizi kurtaracak eylemin iyilik olduğunu beyinlere yerleştirmeye çalışır. Her alanda olduğu gibi dini anlayışta da özgün bir karaktere sahiptir. Aklını sonuna kadar kullanır. Sözleri ile eylemleri arasında tam bir uyum vardır. Zengin ve nüfuzlu kişilerle değil daha çok fakir, kimsesiz, mazlum ve gariban fakat aynı zamanda ahlaklı ve karakterli insanlarla dostluk kurar. Sokaktaki bir temizlik elemanı, bir işçi, bir hamalla iletişim kurmaktan büyük zevk alır. Hep haktan, hukuktan ve adaletten yanadır. Kendi öz çocuğu da olsa adaletten asla taviz vermez. Bir keresinde gariban bir kişi ile bürokraside yüksek bir görevi olan yakın bir dostu arasında kalmıştı da garibanı tercih etmişti. Müthiş bir zekaya, mukayese yeteneğine ve analitik düşünme becerisine sahip… Bilgileri, haberleri ve duyduklarını akıl süzgecinden geçirir ve okuduğu her kitabı mutlaka sorgular. Paylaşımcı, kadirşinas, vefalı ve duyguludur. Hislerini kaybetmemiştir. Edebiyatçı kişiliği,
sayı//62// eylül
62
şiire ve şarkılara olan düşkünlügünde de kendini gösterir. Mehmet Akif’in şiirlerini ve Yahya Kemal’in eserlerini okurken çoğu kez ağladığına şahit olmuşumdur. Kelime ustasıdır. Yanında konuştuğunuzda, bir kelimeyi yanlış kullandığınızda ya da yanlış aksanla telaffuz ettiğinizde hemen yakalar, asla affetmez. Dile, Osmanlıcaya, Farsçaya ve Arapçaya tam anlamıyla hakimdir. Dimağında yüzlerce şiir ve şarkı sözleri vardır. Türk Sanat ve Klasik Türk müziğine hayrandır. Günlük konuşma sırasındaki konulara, hemen bir şiir ya da şarkı mırıldanarak katılır. Şiirsiz geçen bir saati, edebiyatsız geçen bir günü, şarkısız geçen bir zamanı yoktur. Giyimi, kuşamı, oturması kalkması, konuşması, yemesi ve içmesi son derece nezih, kibar ve medenidir. Temizlikten ve kaliteden asla taviz vermez. Düzenli ve tertiplidir. Konuşması şiir gibidir, kitabî bir üslupla hitap eder. Nereye giderse gitsin (Ki ben bir çok kez şahit oldum, İstanbul’da, Gönen’de ve Malatya’da) herkesin sorununu dinler ve çözümü için mutlaka çaba sarfeder. Ailesine gösterdiği ihtimamın nerdeyse aynısını akrabalarına, komşularına ve arkadaş-dost çevresine de gösterir. Kuralcıdır, kalite düşkünüdür, kırmızı çizgileri vardır, ilk bakışta zor bir adam gibi görünür fakat birlikte oturmaktan, gezmekten ve seyahat etmekten zevk alacağınız birisidir. Yanında çok rahat hissedersiniz, çocukla çocuk olur, büyükle büyük… Beraber geçirdiğiniz her dakika boş
geçmez mutlaka bilgi dağarcığınıza yeni bir örnek davranış ya da orijinal bir bilgi katar. Vazgeçmediği bir tutkusu daha vardır: Mizah… Gülmeyi ve güldürmeyi sever. Mizahı sevmeyen zeki olamaz zaten… Kalite ve estetiğe düşkündür, bayağı ve basit olandan şeytandan kaçar gibi kaçar, asla kalitesizlerle düşüp kalkmaz, onlara pirim vermez ama onlarla da iyi geçinmesini bilir. Çok iyi bir gözlemcidir, hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz, en kuytu köşelerdeki güzellikleri görür, sanat ve estetik mahsulü bir eseri anında yakalar. Onun yanında herkes kendisini güvende hisseder, bilir ki başına bir iş gelirse sahip çıkar, yarı yolda bırakmaz, arkasından konuşmaz, müşfik ve sevecen tavırlarıyla herkesin gönlünde taht kurar. Dostunun rahatı için kendi rahatını feda eder. Halis, saf ve bozulmamış bir İslam inancına sahiptir. Bu anlayışı her zeminde, herkese karşı hiç çekinmeden ama tatlı bir dille ve bıkmadan usanmadan anlatır. Uzun saatlerini verir bu uğurda… Bir kişiyi bile kaybetmeye tahammülü yok. Kitap okumayı çok sever. Hatta işinden arda kalan zamanda kitap okumaz, kitap okumadan arda kalan zamanda işiyle uğraşır. Genel kültürü ve el becerisi tartışmasızdır. Günlük siyasi ve diğer alanlardaki gelişmeleri günü gününe takip eder. Memleket sorunlarını dile getirirken herhangi bir parti ya da siyasi görüşün bağnazca fanatikliğini yapmaz. Adil, mantıklı ve yapıcı yorumlar getirir. Ezbere ve kulaktan dolma piyasa bilgilerine dayalı tartışmaların içine asla girmez. İlim, sanat, ahlak ve akıl… İşte Zeki Baba’nın hayatına yön veren düsturlar. Bütün bu tespitlerim ve daha yazamadıklarım ayağı yere basan, gerçekçi, test edilmiş, birebir yaşanmış, görünmüş tespitlerdir. Zeki Baba, “baba” ünvanını hakkıyla kazanmış toplumumuzdaki ender şahsiyetlerden biridir. Onu tanıyıp, onunla yaşamış, beraber olmuş hiç kimse, bu özelliklerden birinin dahi üzerinde bulunmadığını söyleyemez. Bütün bu ulvi değerlerle mücehhez olup, aksine abartı olmayıp az ve eksik yazılmıştır. Allah-u alem biz bilemeyiz, içleri ve kalbi bilen sadece Allah’tır. Görmediğimiz bilmediğimiz hiçbir özelliği herhangi bir dünyevi çıkar uğruna insanlara yüklemekten Allah’a sığınırız. Peki neden
yazdım? Zeki Baba gibi insanların sayısı azdır. Toplumun böyle şahsiyetleri tanıyıp bilmesinde insanlık adına yarar gördüğüm için yazdım. İyi insanların da yaşadığını, iyi insanların da mutlu olduğunu, iyi insanların da zarar görmediğini, iyiliğin maraz getirmediğini, karşılığında kötülük görmüş olsak bile hala iyilik yapmaktan vazgeçmemek gerektiğini anlatmak için yazdım. Biz Zeki Baba’nın hayatından da anlıyoruz ki, önünde sonunda iyilik kazanacaktır. Ne mutlu iyi olanlara, ne mutlu iyilik yapanlara! Not: Bizi Edirne’de karşılayan, gezdiren, ağırlayan Malatyalı hemşerim sevgili dostum Mimar Bayram Yaman’a çok teşekkür ediyorum, sağolsun varolsun. Yüzümüzü ağarttı, Allah da her iki dünyada kendisinin ve sevdiklerinin yüzünü ağartsın. (Amin)
63
ütün zamanlar aynı döngünün içindedir. Varlığın başlangıcı ve bitişi bir çemberin etrafında şekillenir. İnsan yokluğun kalbinden varlığın damarına bir kan gibi akar. Hayat ezelden ebede kadar varlığı devam edecek olanın tezgâhında bitmeyen bir oluşla şekillenir. İnsan doğumun ve ölümün kapısından boynunu bükerek geçer.
VARLIĞININ ANLAMI
ÜZERİNE NOTLAR Kelime bulutlarını bir araya getirip daha sonra anlam yağmurlarında ıslanmak için düşüncenin göğüne ihtiyacımız vardır. Düşünce atmosferini kendine ait olmayan renklerle kirletenlerin sağlıklı bir fikir elde etmeleri zordur.
Mehmet BAŞ
Yaşamak kesintisiz süren bir hareketin nabzında atar. Varlık sahasına gelen her şey hiç durmadan belirli bir nizam ve intizam dairesinde hareket halindedir. Uzak ve yakın her şey birbiriyle bağlantı halindedir ve bu büyük kâinat korosunun dışında hiçbir farklı ses çıkmaz. Kendi aklı ve iradesi olan varlıklar kendilerine verilen sınırlar dâhilinde iyilik ve kötülük yapma melekelerine sahiptirler. Onların bu tercihleri yine kendilerine sorulacak olan bir hesabı içinde barındırır. Aşırılıklar ve eksikliklerin gel gitleri arasında kaybolmayıp orta noktayı bulan ruhların tatmin olmuş bir kalp ile bütün pozitif ve negatif imtihanlardan alınlarının akıyla geçmeleri daha kolaydır. Her insan kâinatın içinde küçük bir kâinat olarak var kılınmıştır. Büyüklüğü içinde bir küçüklüğü, küçüklüğü içinde ise bir büyüklüğü barındıran insanı anlatmak için elimizdeki çoğu ölçüt yetersiz kalmaya mahkûmdur. Anne karnındaki çocuğa doğacağı dünyayı anlatmak neyse bu dünyada yaşayan insanlara da başka bir âlemin varlığını anlatmak odur. İnsan beş duyunun çizdiği dünyanın dışına çoğu zaman taşamaz. Alışkanlıklar ve belirsizlik insanın önüne bir set olup gerilir. Kelime bulutlarını bir araya getirip daha sonra anlam yağmurlarında ıslanmak için düşüncenin göğüne ihtiyacımız vardır. Düşünce atmosferini kendine ait olmayan renklerle kirletenlerin sağlıklı bir fikir elde etmeleri zordur. Her şeyin bir sebepler zinciri ile birbirine bağlı olduğu evrende çoğu vakit sebepsizliğin kendiside bir sebep olarak görülebilir. Bu duruma erişen bir kalbin yürümek için ayağa konuşmak için kelimelere ihtiyacı yoktur. Realitenin kalın ve sert duvarlarına çarpan
sayı//62// eylül
64
metafizik bu çarpmanın şoku ile çoğu yerde kendini inkâr ederek fiziğin gönüllü bir kölesi haline gelmiştir. Absürt kelimesi çoğu düşünürün bu çıkmazdan kurtulmak için sarıldıkları gerçekten absürt bir tutum haline gelmiştir. Bir varlığı anlamlı kılmak için gereken bilgiden ve duygudan mahkûm olanların yaptıkları tek şey inkâr ile varlığı öldürme gayretleridir. Bu tutum hakikati sırtlanacak bir yüreğe sahip olmadıklarının işaretidir. İnsanın varlığa dair yaşadığı ilk ve en muhteşem tecrübe şaşkınlık tecrübesidir. Bir anda hiç görmediği ve bilmediği yere gelen insanın tutumu neyse doğar doğmaz gözyaşları içinde kalan bir bebeğin tutumu odur. Hakikat çoğu vakit çıplaktır ve insanlar bu çıplaklığa tahammül edemedikleri için onu kelimenin paçavradan elbiseleri ile donatırlar. Hakikate çıplak gözle bakmak için yüreği saflaştırmak lazımdır. Saflaşamayan yürekler ise hakikati remizler ve işaretlerin perdesinden seyredip anlamaya çalışırlar. Sadece duydukları ve gördükleri ile taklidi aşamayan zihinlerin hakikati çıplak bir şekilde kavramlarını beklemek zordur. Nasıl ki uzaktan seyredilen yemek insanın karnını doyurmuyorsa sadece başkalarının tecrübe aktarımı ile elde edilen bilgilerde ruhu beslemekten uzaktır. Bir bilginin yaşanıp hal haline gelmesi esas olandır. Sadece teori ve işin nasıl olduğu kısmı ile ilgilenmek akan bir çeşmenin nasıl yapıldığını ortaya koyup daha sonra susuzluk çekmeye benzer.
İnsanın eşya ile ilgili sorduğu çoğu soruyu kendisinin var oluşu ile ilgili sormaması esasında başına gelebilecek olan sorumluluktan kaçma duygusundan kaynaklanır. Hakikate teslim olmayan akıl ve kalp kendi sanal hakikatini yaratıp imitasyon düşünceleri kutsallaştırmakla vaktini heba edecektir. Her şeyin tekdüzelik ve bir rutin içinde erimesinden dolayı insanlar hayata dair olağanüstü halleri görmekten mahrum olmuşlardır. Esasında hayatın kendisi en büyük mucize olarak karşımızda durmaktadır. Çoğu inanç ve düşünce birer bilgisayar virüsü gibi esas olan programı bozmak için üretilmiştir. Bu virüslerin en tehlikeli olanları ise kendini hakikat olarak pazarlayanlardır. Bu noktada gerçekle yalanı birbirinden ayırt edecek en önemli mihenk fıtrattır. Fıtrat insanın orijinal yaratılış halidir. Nasıl ki araçlarda sonradan eklenen parçalar ve boyalar ortaya çıkarılıyorsa insanda da bu ortaya çıkarılabilir. Ruhun bedenin içine girmesi tarifi imkânsız derecede büyük bir olaydır. Esasında insan ruhu kâinata bile sığmayacak kadar geniş ufukları içinde barındırır. Fakat etten ve kemikten bir elbisenin içinde geçici bir süreliğine de olsa görünmesi var edenin kudret nişanlarından birisidir. İnancın alt yapısında aşk vardır. Aşk insan varlığının çamur kısmını altında döndüren sihirli bir iksirdir. Aşkı olmayan kalplerin gölgesi olmayan ağaçlardan farkı yoktur. Varlık sarayının kilitli kapısı ancak aşkın anahtarı ile açılabilir.
65
FARKINDA MISINIZ ? Sokakta yürürken, evdeyken, sabah güneş doğarken, yağmur yağarken, gece yaklaşırken biz hep kendimizden uzaklaşıyoruz. Ve alışıyoruz her şeye; yaşamımıza bugün gelen ile bizimle yaşıt olanın farkının kalmadığı bir hızla alışıyoruz. Dr.Abdullah KANSU*
okakta yürürken, evdeyken, sabah güneş doğarken, yağmur yağarken, gece yaklaşırken biz hep kendimizden uzaklaşıyoruz. Ve alışıyoruz her şeye; yaşamımıza bugün gelen ile bizimle yaşıt olanın farkının kalmadığı bir hızla alışıyoruz. Farkında mısınız? “Fark etmez” işte bu söz yaşadığımız değişimin dilimizde ki yansıması. Bir dostumun, muhatabından duyduğunda rahatsız olduğu cevap; Fark etmez. Farkı olmalı derdi ve anlamazdı. Yaptığımız her seçimin bir anlamı, bir ayrıcalığı bir özeli olması gerekmez mi diye düşünürdü. Ne dersiniz haksız sayılmaz sanırım. Değişimin hızını algılayamayız, çok yavaştır ağır ağır ilerler yolunda. Oysa yeni olanaalışma hızımız her geçen gün artıyor. Unuttuğumuz o kadar çok fark var ki hayatımızda. Hatırımıza hiç gelmeyecek ve karşılaştığımızda belki de garipseyeceğimiz bir geçmiş, hayatımızın her sahasından kayboluyor. Sokakta yürürken, evdeyken, sabah güneş doğarken, yağmur yağarken, gece yaklaşırken biz hep kendimizden uzaklaşıyoruz. Ve alışıyoruz her şeye; yaşamımıza bugün gelen ile bizimle yaşıt olanın farkının kalmadığı bir hızla alışıyoruz. Yağmur sonrası toprak kokusu; geçenlerde bir şehir! sokağında yürürken yağmur çiselemeye başladı ve damlalar dökülmeye başladı gökyüzünden, ben yürümeye devam ettim yağmur yağmaya. Yağmurda yürümeyi özlediğimi, unuttuğumu anladım. Ama bir şey eksikti sanki, evet yağmur sonrası toprak kokusuydu eksik olan. Ruhumda o koku duyulmuyordu. Yürüdüğüm sokakta etrafa baktım, gözlerim toprak aradı. Bastığım yere baktım ayaklarımda toprağı hissetmek istedim. Lakin olmadı. Şehre yağmur yağıyordu ve ben toprak kokusu duymuyordum. Beton şehre ne çabuk alıştığımızı, asfalt sokaklara ne çabuk uyum sağladığımızı o vakit fark ettim. Yağmurun yağdığı bir sokakta toprak kokusu duyulmayacak deselerdi; fark etmez diyebilir miydik? Fark eder… Peki o sokakta oturan çocukların bu kokudan mahrum büyümesi ne anlama gelir.
*Medipol Üniversitesi Hastanesi.
sayı//62// eylül
66
Toprağa teni değmeden çocuk olur mu? Yağmur toprağa dokunduğunda, elleriyle çamur yapıp oynamazsa bir çocuk, büyüdüğünde tanıyacak mı Onu. Bir karınca yuvası görmeden mievine dönecek, baharda tanıklık etmeyecek
mi toprağın yeşil elbisesini giymesine. Çocuk içindeğişmişse bir şeyler, o toplumda her şey başkalaşacak. Sezaryen ile narkoz verilerek merhaba denilen bir yaşamda ona bebek mi denilecek.İlk seçiminde dahi bu hakkı ona vermiyoruz. Bizim istediğimiz vakit doğum yaptırıyoruz “steril” ortamda insan eli değmeden hekim değil tüccar zihniyetiyle. Başka bir şeyin değişmesine gerek yok. Artık ne zaman doğacak diye güzel bir heyecanla sabırla beklenen bir bebek olmayacak.Sabırla beklediğimiz bir haberi sorarken, hiç kimsenin cevabı “eli kulağında olmayacak”. Çünkü eli kulağında ne demek ve nerden geliyor kimse bilmeyecek. İftar sofralarının kurulmadığı ve pencerelerinden minarelerin görülmediği bir şehirde “eli kulağında” demeyecek çocuklar, dedelerine cevap verirken. İftara ne kadar kaldı yavrum; -Müezzinin eli kulağında dedeciğim, şimdi okur denmeyecek. Minarenin olduğu bir mahallede dahi, denmeyecek. Minareden insan sesi değil, makine sesi gelecek. Gelecek makinenin, teknolojinin yükselişi gibi beynimizin sol yarımını büyütecek git gide. Gelecekte insan kafasının sol yarımı daha yüksek ve büyük bir yaratığa dönüşecek. Güzel olanı arayış içinde olan; sanata ve sevdaya aklı eren beynimizin sağ yarımı gitgide küçülecek. Yani anlayacağınız gökdelenler sadece etrafınızda değil, eş zamanlı beynimizin sol yarımında da yükselecek. Yükselecek öğrenim seviyemiz elbet, her yere bir üniversite kurulacak ve yine biz fark etmeyeceğiz bir üniversitemizdeki sosyal aktivitenin ana sponsorunun bir kondom firması olduğunu. Yavaş yavaş her şey doğallaşacak hayatımızda,güneşin doğudan doğması gibi. Ve hiç aklımıza gelmeyecek bir gün batıdan doğacağı. Batıya zaten dönmüşüz yüzümüzü ağzımız yayılabildiğine yayılıyor kelimeler sanki başka bir dildeymiş gibi geliyor bana, samimiyetin yansıması yöresel kullanımlar ayıplanıyor. Şehirli başka bir telaffuz, başka bir dil kuruyor. Benim en çok şaşırdığım bye bye’a olan alışkanlığımız. Sanki yüzyıllardır dedelerimiz birbirinden ayrılırken bye bye demiş. Artık anneler çocuklarına bye bye yap kızım babaya diyorlar. Eskiler birbirlerinden ayrılırken Allah’a emanet ederlermiş ve Allah’a ısmarlarmış sevdiklerini.
Batıya döndükçe yüzümüzü bizden ben’e dönmüşüz. Çaydanlıkta demlenen çay makbul değil artık şimdi sallama çay var. Sadece size ait bir çay. Paylaşılan ortaya konulan, sunulan, muhabbete vardıran çay yok. Her şey tek kişilik, caddelerdeki arabalara bakın onlarca yüzlerce araba geçecek ve hepsinde sadece tek kişi göreceksiniz ve içmeye ayranı olmayan ama arabası olan insanlar. İnsanlar olmayacak. İnsan olmayacak. Toprak artık insanı çürütmüyormuş. Toprak, kendinden olanı kendine katamıyormuş artık. Dünya çürüyemeyen insan! cesetleriyle doluyormuş. Yani insan olmadığımızı ve artık başka bir yaratık olduğumuzu bize hatırlatıyor toprak. Ve toprağın! olmadığı bir sokakta! yağmur! yağarken yürüyen! bir insan! en gerçek duyusunu; kokuyu kaybedecek. 67
TÜRKÇENİN
USTASI Ben kendisini Milliyet ve Yeni Yüzyıl gazetelerindeki "Doğru Türkçe" yazılarından gıyaben tanıyordum. Yazılarını dosyalayarak geniş bir kaynağa sahip olmuştum. Sonra da "Doğru Türkçe" (Metis Yayınları, 1988) adlı kitabı çıkınca kaynağım epey zenginleşti. Edindiğim bilgileri Türkçe Gönüllüleri ile paylaşıyordum.
Hüseyin MOVİT
sman Şiar Yalçın (d. 25 Ekim 1924, İstanbul – ö. 17 Ekim 2010, Ankara) Türk yazar, çevirmen, hukukçu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Latince ve Farsça bilen Yalçın, çevirileri ve Türkçeyi kullanma konusundaki hassasiyetinin yanı sıra satranç, briç, bulmaca ve Türkçeye olan ilgisi ile tanındı. 25 Ekim 1924 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Osmanlı Devleti’nin Maliye Nazırlarından Cavid Bey, annesi Aliye Şöhret Nazlıyar Hanım’dır. Annesinin padişah II. Abdülhamit’in oğlu Şehzade Burhanettin ile yaptığı evlilikten olan oğlu Osman Ertuğrul Efendi, dolayısıyla Osmanlı hanedanı ile akrabalık bağı vardı. Hanedan vârisi iken vefat eden Osman Ertuğrul Efendi, işte bu Çerkes Aliye Şöhret Nazlıyar Hanım’ın en büyük oğludur. Aliye Şöhret, Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca Şehzade Burhanettin'den boşanarak Cavid Bey ile evlenmiş ve bu evlilikten Osman Şiar doğmuştur. Babası Cavid Bey İzmir suikast girişimi ardından 26 Ağustos 1926’da idam edilince henüz 20 aylık bir bebekken babasız kaldı. İlk 20 aylık dönemine dair babasının tuttuğu defteri sonradan kitaplaştırmıştır (Şiar'ın Defteri, Maliye Nazırı Cavid Bey, İletişim Yayınları) Şiar Yalçın, babasının durumunu ancak 6-7 yaşlarında öğrenir. İlkokulu Nişantaşı’ndaki English Highschool’da okuyan Yalçın’ın buradaki sıra arkadaşı Altemur Kılıç’tır. Altemur Bey, ünlü İstiklal Mahkemeleri Reisi ( Üç Alilerden) Kılıç Ali’nin yani Şiar Bey’in babasının asılmasını onaylayanlardan birinin oğludur. Altemur Bey’in anlattığına göre, okul idaresi belki de bilerek ikisini yan yana oturtmuştur. Küçük yetimi Cavid Bey'in en yakın dostu olan o zamanın büyük gazetecisi Hüseyin Cahit Yalçın, küçük Şiar'ı evlat edinerek, soyadını vermiş ve koruma altına almış, tahsilini tamamlamasına yardımcı olmuştur. Hüseyin Cahit Yalçın'ın aileye yakınlığı Şiar Bey’in anlattığına göre babası ile aynı sınıfta okumalarından ve ikisinin de İttihatçılığından gelmektedir. Küçük yetimi, Cavid Bey'in en yakın dostu olan o zamanın büyük gazetecisi Hüseyin Cahit Yalçın büyütür. Arkadaşının yadigârı olan çocuğu nüfusuna kaydettirip soyadını verir, iyi bir eğitim ve olabildiğince geniş bir kültür almasını, çok
sayı//62// eylül
68
sayıda lisan öğrenmesini ve daha da önemlisi, küçük çocuğun babasını idam etmiş olan Cumhuriyet'e düşmanlık hissetmemesini sağlar. Osman Şiar, artık "Şiar Yalçın" olacaktır ve Cumhuriyet rejimi ile hiçbir problemi yoktur.. İlkokuldan sonra 1939’da Robert Kolej’e kaydoldu, 1945’te mezun oldu. Kolejdeki öğreniminin ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bir yıl Türkoloji bölümünde okudu, daha sonra hukuk öğrenimine yöneldi ve Hukuk Fakültesi'ni 1949’da tamamladı. Askerliğinin ardından 1952-1953 senelerinde Adalet Bakanlığı’nda staj yaptı ve Pınarhisar ilçesine sorgu hâkimi olarak atandı. Doktora öğrenimi için Paris’e gittiyse de 1960 İhtilali üzerine doktorasını tamamlayamadan yurda geri çağrıldı. Yurda dönüşünde İstanbul Cumhuriyet Savcı Yardımcısı olarak görevlendirildi. 1961-1962 arasında bu görevde kaldıktan sonra küçük bir sahil kasabasında savcılık talebinde bulundu. Finike’de görev yaptı. Savcılık görevini 19671970 yıllarında Koyulhisar’da sürdürdü. Bu dönemde Özellikle Akşam gazetesinde yayımlanan ve sol fikirler içeren yazıları altı ay hapis cezası almasına neden oldu, ardından Kemah’ta görevlendirildi. Yazdığı "Hoşt Amerika" başlıklı makalesi nedeniyle ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararıyla politika ile uğraşması sonucu meslekten uzaklaştırıldı. 1970-71 yıllarında TRT Dış Yayınlar Müdürlüğü’nde mütercim olarak çalıştı. 12 Mart döneminde tutuklanmasının ardından TRT’deki görevine son verildi. Bu tarihten sonra tamamen çeviri işleri ile uğraştı. Marks literatürü ve briçle ilgili kitaplar ağırlıklı olmak üzere 50 kitap çevirisi yayımlandı. 1997'de Türk Dil Kurumu tarafından Türkçeye katkı ödülü aldı. 20 senelik emeklilik haklarından yararlanamadı ve emekli olamadı! Daha önce iki evlilik yapmış olan Şiar Yalçın, 1967’den 1983’teki ölümüne kadar, yazar İzzet Melih Devrim’in kızı olan Remide Hanım ile birlikte yaşadı. Hiç çocuğu olmadı. Şiar Yalçın, Ankara’da akciğer ve böbrek rahatsızlığı nedeniyle tedavi gördüğü Başkent Hastanesi’nde 17 Ekim 2010’da hayatını kaybetti. Kocatepe Camii’ndeki cenaze töreninin ardından Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi. Babasının idam kararı hakkında Şiar Yalçın'ın görüşü: "İstiklal Mahkemeleri zaman zaman korumak isterken masum insanları haksız yere mahkûm
etmiş olabilir. Bu insanların başında Atatürk gibi düşünmemiş de olsa kendi çapında bir vatanperver ve son derece namuslu ve çok iyi kalpli bir insan olan babam Cavid Bey gelir. Uğradığı acı akıbetin kurbanları da bir buçuk yaşında yetim kalan ben ve çılgınca sevdiği ve ancak birkaç yıl birlikte yaşayabildiği kocasını kaybeden annem olmuştur." Bu konuda Altemur Kılıç'ın görüşü: "Benim rahmetli babam Kılıç Ali de ‘Ankara İstiklal Mahkemesi’nin ünlü yargıçlarından, Üç Ali’lerden biriydi .Cavid Bey’in oğlu Şiar, 1930 yılında ilkokul sıralarından beri yakın arkadaşım. Arkadaşlığımız 80 yıldır kesintisiz devam ediyor. Ben sağcı, o solcu ama hiç ayrılmadık! Bu asıl Şiar’ın büyüklüğüdür. Beni, babamın, babasının idam hükmünü vermiş olmasından dolayı hiç suçlamadı." Aliye Hanım, ölene kadar Atatürk ve çevresindekilere karşı, en hafif tabiri ile kızgınlığından hiç mi hiç taviz vermedi." Günümüz siyasilerinin alacağı ders: Altemur Kılıç’ın babası Kılıç Ali, Şiar Yalçın’ın babası Cavid Bey için idam kararı veriyor ve Altemur Kılıç’la Şiar Yalçın 80 yıldır bir “can dost” olarak yaşamayı başarıyor da... Ben kendisini Milliyet ve Yeni Yüzyıl gazetelerindeki "Doğru Türkçe" yazılarından gıyaben tanıyordum. Yazılarını dosyalayarak geniş bir kaynağa sahip olmuştum. Sonra da "Doğru Türkçe" (Metis Yayınları, 1988) adlı kitabı çıkınca kaynağım epey zenginleşti. Edindiğim bilgileri Türkçe Gönüllüleri ile paylaşıyordum. Kendisiyle bir gün tanışmayı çok arzuluyordum. TRT kökenli İsmet Topaloğlu ile birlikte sunduğum Kanal E'deki "Türkçe Türkçe" adlı programa katıldı ve memnuniyetini dile getirdi. Artık sıra tanışmaya gelmişti. İstanbul'a geldiğinde Dedeman Oteli'nde buluşur, lobide saatlerce Türkçe konusunda muhabbet ederdik. Engin Türkçe bilgisini dağıtmaktan zevk duyardı. Takıldığım her konuda gece gündüz fark etmez telefonla bilgi alırdım. Ankara İstanbul arasında tren yolunu tercih eder yataklı vagonlarda seyahat ederdi ..Satranç, briç oynamak, bulmaca çözmek/düzenlemek, köpekleri ile uzun yürüyüşler yapmak, özel merakları arasındaydı. Yurt dışına gidenlere Cohiba Cuban Cigars (Küba) marka puro ısmarlardı. Ruhu şad, mekânı cennet olsun! Kaynakça:
" tr.wikipedia.org"
69
NE GÜZELSİN SEN
ORTADOĞU!
O günlerde Suriye'de idim. Mevsim ilkbahardı. Ama Arap Baharının zerresi bile görülmüyordu ortalıkta. Veli DALBUDAK
sat döneminin Suriyesi'nde Sosyalist ülkelerin havasını taşır biraz Şam. Ama çakma bir havadır bu. Güney Amerika'nın sosyalist şehirlerinin isyan kokan asi havasından uzaktır. Biraz öykünmecidir, biraz semboliktir o kadar. Güney Amerika'nın çağıl çağıl çağlayan sosyalist nehirlerine yataklık yapmaktan uzaktır bu coğrafya. Havzanın ruhi iklimi de direnişçi değil teslimiyetçidir. İsyan günlerinden hemen önce yazmıştım bu satırları. Tunus ve Libya'da Arap Baharının getirdiği devrimler hedefe ulaşmış, diktatörler devrilmişti. Mısır'a sıçrayan bahar Tahrir'de yeni çiçekler açtırıyordu. Fakat Esat çok muhkem durduğu için Şam'a kadar ulaşmaz bu baharın yakıcı ateşi diye düşünüyordum. O günlerde Suriye'de idim. Mevsim ilkbahardı. Ama Arap Baharının zerresi bile görülmüyordu ortalıkta. Halep'teki kapalı çarşının İstanbulda'ki Kapalıçarşı'dan farkı yoktu. İğne atsan yere düşmez bir kalabalık güruhlar halinde dalgalanıyordu. Dükkandaki herhangi bir malı soran turistin pahalı bularak yoluna devam etmesi üzerine peşinden takip eden satıcı, pazarlığı ilk söylediği fiyatın onda birine kadar indirerek sürdürüyor ve ısrarının sonucunu alıyordu.
sayı//62// eylül
70
Satıcılar bu yoğun ortamda turistlerin dikkatini çekmek için her türlü sempatik hareketleri yapıyorlar, turistler de aslında çarşıyı gezmek, görmek için girdikleri bu yerde gaza gelerek mutlaka birşeyler alıyorlardı. Tüm Osmanlı coğrafyasının karakteristik özelliği kapalı çarşıların hepsi birbirine çok benziyor aslında. Ama her gittiğim yerde de girmeden, görmeden, gezmeden yapamıyorum. Aşırı kalabalık ve karmaşanın kendine özgü düzenine ve enerjisine bırakıyorsunuz kendinizi. Her zaman bayıldığım bu düzenli kaotik enerji, beni de şarj ediyordu. Baharatçılar, lokumcular, kuruyemişçiler, kuyumcular, hediyelik eşya satıcıları, sedef kakmacılar, bakırcılar, gümüşçüler, kıyafet ve aksesuar satıcıları, müzik aleti satıcıları falan derken birdenbire bir caminin girişinde buluyoruz kendimizi. Büyük bir cami, enlemesine uzuyor. 4 ayrı mihrabı var. Her mezhep için ayrı mihrap olduğunu söylüyorlar, Türkiye'de alışık olmadığımız birşey. Çok güzel bir yapı. 13. yy. da Emeviler tarafından yapılmış. İsmi oradan geliyor. Emeviye camii diyorlar. Geniş güzel bir avlusu var, ayakkabı ile girmek yasak. Taşlara basarak yalınayak dolaşmak insanı rahatlatıyor.. Avluda kalabalık İranlı hacılar gruplar halinde ağıtlar yakarak ağlaşıyorlar. Hz. Zekeriya'nın kabri ve peygamber efendimizin kutsal emanetleri de burada bulunuyor. Çağlar öncesine götürüyor bizi bu cami. Huşu içerisinde namazımızı kılıp çıkıyoruz... Ermenilerin yaşadığı Aziziye semti ihtişamlı kilisesiyle karşılıyor bizi. Kilisenin önünden semtin iç kısımlarına doğru yürüyoruz arnavut kaldırımı sokaklardan. Halep'in genel havasına ters bir durum var. Aziziye sokakları temiz, tertemiz. Avrupai bir hava hakim. Dükkan vitrinleri ve insan çehreleri değişiyor bir anda. Eski konaklar butik otellere dönüştürülmüş. Otellerde temiz ve düzenli... Halep'ten Şam'a doğru dümdüz yolda ilerliyoruz. Suriyeli sürücüler hızlı ve tehlikeli sürüyorlar araçlarını. Bu bir Ortadoğu kültürü olmalı. Yol kenarlarında sık sık küçük tezgahlarda kahve pişirenler var. Mükemmel bir kahve, inanılmaz bir lezzeti var. Türk kahvesi ile espresso arası birşey. Niye yol kenarında niye kahve diye sordum kendi kendime. Direksiyon başında uyumayı önlemek için belki de... Hava kararmadan Hama'ya ulaşıyoruz. Şoföre özellikle şehrin içinden geçmesini söylüyorum.
Şubat 1982'de Hafız Esed tarafından yakılıp yıkılarak 40.000 kişinin katledildiği şehirdeyiz. Sanki 30 yıl öncesinin izlerini süreceğim. Heyhat sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi hayat devam ediyor... Ve nihayet Şam. Sosyalist Baas partisinin kurulduğu yer. Her yerde Che Guevara resim ve heykelleri göreceğimi sanıyorum. Heyhat sadece Hafız Esed ve Beşar Esed'in dev resimlerini görüyorum her yerde. Bazı küçük meydanlarda küçük öykünmeci heykellerde göze çarpmıyor değil. Güzel bir şehir burası. Tarih kokuyor. Osmanlı izleri her yerde. Artık kullanılmayan Hicaz demiryolunun önemli durağı Şam Tren İstasyonu hüzünlü bir asaletle karşılıyor bizi. Şam trafiğinin İstanbul'dan pek farkı yok. Hatta daha kaotik. Zar zor ilerleyerek Hamidiye çarşısına ulaşıyoruz. Büyük, geniş, ferah bir kapalıçarşı burası da. Uzun bir yürüyüşten sonra çarşı Emevi Camii ile birleşiyor adeta. Avlunun girişinde Roma sütunlarının arasından geçer geçmez Selahaddin Eyyübi'nin türbesiyle karşılaşıyorsunuz. Cami Antakyalı mimarlar tarafından inşa edilmiş. Kilise mimarisinden formlar hemen kendini ele veriyor. Zaten burası önceden Roma mabedi, sonra da Vaftizci Yahya'ya adanmış bir kilise imiş. Caminin 3 minaresi var, üçü de birbirinden farklı. Ak Minare'nin Hz. İsa'nın gökyüzünden kurtarıcı olarak ineceği yer olduğuna inanılıyor. Otelin resepsiyonundaki genç, Bab Tuma'yı mutlaka görün dedi. Yerel halktan biri olan rehberimize söylediğimde "orası harabe bir yer, görülecek birşey yok. Üstelik güvenli de değil" cevabını aldım. Önce pek üstelemedim. Sonra yine ısrar ettim. "Harabe, çok kötü" dedi. "İyi de ben zaten harabe görmek istiyorum" deyince ağzındaki baklayı çıkardı. -Tamam ama ben içeri girmem, dışarıda beklerim sizi. - Niye? - Çok tehlikeli orası! - Pekala, ben tehlikeye bayılırım... Etrafındaki bütün duvarlar yıkılmış olmasına rağmen dimdik ayakta duran ihtişamlı tarihi kapının önünde iniyoruz arkadaşımla birlikte... Kapıya bir selam çakıyoruz ve tatil işte şimdi başlıyor diyerek hafif tedirgin ama ışıldayan gözlerle dalıyoruz içeriye... Cıvıl, cıvıl bir hayat sokakta. Sağlı sollu dükkanlar içeriye girip çıkan müşterilerle dolu. Binalar eski ama bakımlı, yollar arnavut kaldırımı. Hem de öyle yeni düzgün fabrikasyon taşlardan yapılma değil. O kadar
eski ki, taşlar uzun yıllar kullanılmış olmaktan dolayı hem parlamış, hem de düzgün bir şekilde yıpranmış. Daha dar olan dar sokaklara dalıyoruz. O da ne? Küçük, şirin eski mi eski bir kiliseyle karşılaşıyoruz. Merak ediyoruz usulca kapıyı açıyoruz. İçeride ayin var. Bir köşeye ilişiyoruz, cemaati rahatsız etmeden. İçerisi çok kalabalık değil. Rahip ve cemaat hep birlikte ilahiler söylüyorlar. Sonra rahip bir konuşma yapıyor. Ardından tekrar ilahiler söyleniyor. Eğlenceli bir ibadet ortamı sürüp gidiyor bu tarihi kilisede. İlahiler bitince rahip bir kutu çıkartıyor dolaptan. Kutudan bir kase ve kadehler çıkıyor. Kase ve kadehlere şarap konuyor. Rahip birkaç yudum içiyor. Sonra sıraya giren cemaate şaraba bandırılmış ekmek dağıtılıyor. Ayin devam ederken biz kiliseden sessizce ayrılıyoruz... Sokağa çıkıp biraz yürüdüğümüzde bir tarihi kilise ile daha karşılaşıyoruz. Bu defa dışarıdan bakıp yolumuza devam ediyoruz. Hem binaların eskiliği, hem taşları aşınmış dar sokaklar, hem de adım başı gördüğümüz bu kiliseler ilahi bir havaya sokuyor bizi. Hz. İsa'nın annesi Hz. Meryem'le birlikte Şam'da bir süre yaşadığını bildiğimizden sanki İsa ve Meryem Ananın kokusunu duyar gibiyiz. Diğer sokaklarda da küçük ve halen kullanılan tarihi kiliselerle karşılaşıyoruz. Rehberin bizi niye buraya getirmek istemediğini biliyorum artık. Kaba softa ham yobaz bu cahil müslüman, Hristiyan mahallesine gitmek istemiyor. Son derece modern, tarihe saygılı ve güvenlik problemi olmayan bu semti "tehlikeli bir harabe" olarak niteliyor. Neyse, iyi ki tehlikeyi göze almışız... Bab Tuma semtinde eski manastır ve eski konaklardan bozma çok güzel butik oteller var. Genelde ortada içinde bir kuyu ve küçük ağaçların olduğu büyük avlu ve avlunun üç tarafını kaplayan iki katlı bir bina. Otantik bir hava, mistik bir ortam, tarihi bir doku isteyenlere biçilmiş kaftan... Hayatı zorlaştırmak adına herşeyin varolduğu güzel Ortadoğu. Sahip olduğun tüm güzellikleri çirkinleştirmek adına her çabanın varolduğu büyük Ortadoğu. Tüm farklılıkların seni zenginleştirdiğini bildiğin halde, farklılıklarının kendini boğmasına müsaade eden zavallı Ortadoğu. Adeta İnsanlık tarihinin başlangıcı burası, bitişi de burası olmalı diye bas bas bağıran kadim Ortadoğu.
71
KİTAPLAR VE
BİR KAYGIM Fikir dünyaları yerli temeller üzerine kurulmalı. Kendi değerlerine ait orijinal kökenleri öğretilmeli, böylece yerlilik, öz güvenleri artırılmalı, başka kültürlerin uydusu olmamalı. Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle; “sağ ayağı bulunduğu yerde sol ayağı ise dünyayı içine alan bir pergel” gibi olmalıdır. Yoksa bir süre sonra kaybolmuş bir nesil olmaları içten bile değildir. Muhsin DURAN
ösyö Madlen Victor Hugo’nun Sefilleri’nde bir roman kahramanıdır. Yıllarca kürek mahkûmluğu yapmış olan kahramanımız zamanla kentin belediye başkanı olmuştur. Yanlış hatırlamıyorsam geceleyin evine hırsız girer. Antika pirinç şamdanları torbasına koyup bahçe kapısından çıkmakta olan hırsızın arkasından yetişir ve ona seslenir:
sayı//62// eylül
72
“Bayım aldıkların pek işe yarayacak parçalar değil, asıl kıymetli olanlar şu elimdekilerdir al, iyi para eder.” diyerek daha değerlilerini hırsızın önüne bırakması hafızamda renkli bir tablo gibi canlılığını korur. Kitabı yetmişli yılların başında bir lise talebesiyken okumuştum. İşin ilginci Sefiller’i yine o yıllarda ortaokulda okuyan benden birkaç yaş küçük olan ev arkadaşım Musa Çelik hediye etmişti. Kitap o bilinen kapağıyla hayli yıpranmış, yorgun olarak hâlâ kütüphanemdedir. Zannımca romanın kahramanı, kötü yola düşen bir insanın o kötü davranışı zorunluluktan yapabileceğine inanıyor. Bu insanın suçunda herkes gibi kendisinin de payı bulunduğunu düşünüyor. Bu sebeple de eline geçen önemli fırsatı kaçırmıyor, vicdanî borcunu birazcık olsun ödemiş oluyordu. Bizde roman, Tahtavî’nin Fransızcadan Arapçaya tercüme ettiği Telemak’ı,Yusuf Kâmil Paşa, Türk Edebiyatına ilk tercüme roman ,“Terceme-i Telemak” adıyla kazandırmıştır. Takip eden yıllarda ise, Sefiller ve aslı doğu klâsiklerinden mülhem, “Hay İbni Yakzan” (1) olan “Robinson Crusoe”nun tercümeleri yapılmıştır. Şurası bir gerçek ki batı klâsiklerinden roman, hikâye, tiyatro vb. tarzlar bizim edebiyat ve sanat dünyamıza yeni bir bakış açısı kazandırmış, müspet katkı sağlayarak bizim yazım dünyamızı zenginleştirmiştir. “Batı tarzında ilk telif roman olarak, Tanzimat dönemi yazarlarımızdan Namık Kemâl’in İntibah’ı, Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-u Talât ve Fıtnat’ı, Emin Nihad’ın Müsâmeratnâme’si zikredilir.”Haklı olarak her ithal nesnenin menfi-müspet eleştirisi mutlaka yapılmıştır. Konunun erbabınca bir tespit şöyledir: “Avrupa’da 19. yüz yılda ortaya çıkan roman türü, Türk Edebiyatına batılılaşma sürecinin bir parçası olarak kültürel bir gelişme sonunda değil, bir sanat çeşidi olarak ithal edilmiştir.” Edebiyat dünyasının bu yeni tercümeleri hakkında Batı’yı iyi analiz etmiş Osmanlı ulemasından başka bir münevverin, görüşü de ilginçtir: “Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvâri nazarla, Kur’an’da olan letâifi ulviyet, mezayâ-i haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân, onlar içinde gezer haricine çıkamaz; ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasviri hakikat. İşte yabâni edepse, hamaset noktasında hakperestliği etmez...” (2) –Yani; bize Avrupa’dan geçmiş olan edebiyat türleri -roman, hikâye, tiyatro- Kur’an-ı Kerim’deki ulvi ve
yüksek meziyetlerin lezzetlerini yansıtamaz. Onlar gibi besleyici gıdalar veremez. Kendi terazisini ona ayarlayamaz. Edebiyatta üç tema vardır. Birisi aşk ve güzellik, ikincisi övünme ve kahramanlık ve diğeri de gerçeklerin tasviri, yani betimlemedir. Batının edebiyatı geçmişini anlatma, övünme noktasında asla hakperest olamaz, abartır gerçeği söyleyemez.Osmanlı’da, Batıdan yeni çevirilerin olduğu o yıllardaki bu eleştiri yerinde bir tespittir. Daha o zamandan bu günleri öngören bir tespittir. Günümüzde Batı kültürünün ileri kolları olan istilacı araçların, olumlu, olumsuz yönleriyle eleştirilmeden bizim kültür dünyamızı kuşatmış olması, sosyolojik ve bilimsel olarak çeşitli platformlarda tartışıla gelmektedir. Günümüzde elbette sansürün adı bile anılmamalı. Genç nesiller kültür ve sanatta hayallerinin gittiği yere kadar özgür olmalılar. Fakat gençliğimizin ilk edebi besinleri, bedii zevkleri kendi kültüründen olmalıdır. Dışarıdan geleler ise adapte edilmelidir. Fikir dünyaları yerli temeller üzerine kurulmalı. Kendi değerlerine ait orijinal kökenleri öğretilmeli, böylece yerlilik, öz güvenleri artırılmalı, başka kültürlerin uydusu olmamalı. Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle; “sağ ayağı bulunduğu yerde sol ayağı ise dünyayı içine alan bir pergel” gibi olmalıdır. Yoksa bir süre sonra kaybolmuş bir nesil olmaları içten bile değildir. Maalesef eğitimimizde çocuklarımıza bu anlayışı veremedik hatta belli bir dönemde devlet projesi olarak vermedik. Dileriz emperyalistliğinden bugün de hiç taviz vermeyen Batı, Çanakkale savaşlarında, Millî Mücadele yıllarında büyük masraflarla nail olamadıkları emellerine ulaşamaz, diyemiyorum. Çünkü basım-yayım, medya ve yazılım dünyasının, eleştirisiz taşıdığı kültür, sanat, edebiyat adına “çöplük mâlumat” herkesi değil ama kültür köklerini bilenleri endişelendiriyor. Bugün, her ne kadar çok değerli romancı, şair, senarist, yönetmen varsa da yerli sanat ve edebiyat türlerinin üretilmesinde ve yayımlanmasında, dünya sıralamasının çok gerisindeyiz. İyi edebiyatçı ve sanatçılarımız az yetişiyor. Onların yazdıklarını da neslimize okutamıyor, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da ne yazık ki yetişen genç neslimizin ihtiyaçlarını yerli kaynaklardan karşılayamıyoruz. Bizim algımızdaki bir yanlış da roman, hikâye, şiir yazmanın gelgeç şeyler olarak kabul görmesidir. Bu türlerin okuma yaşı ortaöğretim dönemi olarak bilinir. Yazma yaşı da kırklarda, ellilerin başlarında sona eriyor.
İleri yaşına rağmen hâlâ roman, hikâye, şiir okuyan kimselerin bulunması, daha önemlisi de ileri yaşına rağmen hâlâ bu türleri yazan, usta yazarlarımızın bulunması, toplumumuzun kitaplarla olan zayıf bağlarını kuvvetlendirecektir. Hikâye, roman, şiir, bir filmden daha etkili, daha kalıcıdır. Bir filmin sahneleri yönetmen tarafından kurulur. İzleyici o sahneyi, dekorunu beğenmeyebilir. Hâlbuki hikâye veya romanda sahneler okuyucunun hayal gücüyle ve sevdiği dünyasına göre şekillenir. Mesaj okuyucunun iletilmesi gereken duygusuna, yine okuyucunun hayal ambalajıyla ulaşır. Onlarca film seyrederiz, doğru dürüst bir-iki cümle hatırımızda kalmaz, hâlbuki hikâyelerden, romanlardan, şiirlerden nice güzel sözler, beyitler hafızamızı süslemektedir. YENİDEN DİRİLİŞ
Sayısı elliye yaklaşan ırklara-milletlere, idarecilik yapmış olan otuz altı Türk Osmanlı Hükümdarları’nın yirmi beşi şâirdi. Bazılarının birden fazla divanı vardır. Gazel, mersiye, naat’lara değişik mahlaslarla imza atmışlardır. Bu hükümdarlar, dönemlerinin şairleri olan; Bâkî, Fuzûli, Nedim, Nefî, Nergisî, Neşatî, Seyyid Vehbî, Şeyh Galib gibi daha birçok şairlere maddi manevi destek olmuşlardır. Toprağından hiç bir zaman şairleri eksik olmamış bu milletin, bu toprağın çocuklarının, şiirin zevklerinden mahrum oluşu irfanımız adına ne acı bir gerçektir. Bu ırmakları nasıl kurutabildik? Doğrusu anlamak mümkün değil. Bu damar kesintiye uğramadan devam etmeliydi. Yeniden bir dirilişle; eski ve yeni şiir gözelerimize inerek, pınarları tekrar akıtmalı, kültürümüzle aramızdaki köprüyü yeniden kurmalıyız. Mehmet Akif’i, Arif Nihat Asya’yı bir merasim şâiri olmaktan çıkarmalı, şiirlerindeki dünyaları yeniden keşfetmeliyiz. Ahmet Mithat Efendi’nin, Ömer Seyfettin’in hikâyelerine dalıp, Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber, Leylâ ile Mecnûn gibi daha bir çok âşk kahramanlarımızın, âşık edebiyatımızın kurgu ve hayal dünyalarını yeniden anlamaya çalışmalıyız. Geçmiş kültürümüzün izlerini sürmeli, yeniden keşfetmeli, ufkumuzu açmalıyız. Tarihimizin içinde asırlar boyunca yetişmiş şâir, edip, ünlü devlet adamlarımızdan ilham almalıyız. Mahmut Kemal İnal’ın, kitaplarını okumalıyız. Bayezıd Devlet Kütüphane’sinin hangi rafında hangi kitabın olduğunu, araştırmacılara oturduğu yerden
73
tarif eden, binlerce kitap katalogunu kafasında taşıyan “ayaklı kütüphane” lerimizden İsmail Saib Sencer’den haberimiz olmalı. Onun gibi bilim sahibi, hünerverân denilen sanat erbabı kimseler az değil. Onların dünyasına girip, tozlu raflarda taş baskı, matbuu el yazması asırlık kitaplarını karıştırmalıyız. Yitik hazinemiz Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânu Lügâti’t-Türk’ünü, büyük fedakârlıkla yine kendi ismiyle anılan, kütüphanemize kazandıran bir diğer kültür adamımız, Ali Emiri Efendi’nin kitap delisi, kitap sevdalısı olduğunu bilmeliyiz. Onun; Henüz dokuz yaşındayken içinde beş yüzden fazla şâirin şiirlerinin yer aldığı Nevâdir’ul Âsâr isimli antolojide yer alan dört bin beyti ezberlemiş, gençliğinde hat sanatıyla meşgul olmuş sanat ve kitap âşığımızı mutlaka bayraklaştırmalı, böyle büyük şahsiyetlerimize sahip olmanın onurunu çocuklarımıza hissettirmeliyiz.(3) Münevver Ayaşlı, Sâmiha Ayverdi,Safiye Erol Hanımefendi’lerin zengin, engin edebiyat, tarih ve irfan birikimlerini zengin duru dillerini tekrar genç nesillere sunmalı onlara mutlaka tanıtmalı okutmalıyız. Milletin eli kalem tutanları olarak tarih, edebiyat, kültür, mimari türü sanat hazinelerinin içindeyiz. Bunların kıymetini, oturduğu taşın altındaki hazineden haberi olmayan aç ve sefil fukaralar gibi bilgisizlik, ön yargı ve ilgisizlik yüzünden anlamıyor, anlatmıyoruz. Hâlbuki dünyada, kısa bir araştırma sonucu, kültürümüzden ilham alarak yeniçağa roman ve hikâyelerini kurgulayan, yabancılar az değil. Biz de en azından kadim kültürümüzle yabancılar kadar olsun ilgilenmeliyiz. Yeniden dünya çapında yazarlar, şâirler, sanatkârlar, mimarlar çıkarma yarışında olmalıyız. Bu vadide olan kimseler bilir ki roman, hikâye, makale, şiir, resim, karikatür sanatkârlarının geçmişinde mutlaka onlara bu işi sevdiren öğretmenler, ustalar, gönül adamları vardır. Bizim rehber insanlarımız yeterince bulunmaktadır, onları tanımalı, tanıtmalıyız. Bu tanışma çağdaş dünyayı tanımaya asla engel olmayacak bilakis yaslandığımız duvara konulmuş bir ayna gibi bulunduğumuz dünyamızı geçmişimize doğru da alabildiğine genişletecektir. Kütüb-ü Sitte’den olan Sahih-i Buhari’nin mütercimi Babanzâde Ahmed Naîm Efendi’yi okurken hayat hikâyesinin sonuna şöyle bir cümlenin ilave edilmiş olduğunu gördüm: “Babanzâde Ahmed Naîm Efendi, Dârülfünûn ismi Üniversite olarak
sayı//62// eylül
74
değiştirildiği tarihte (1933) açıkta bırakıldı.” Halbûki Babanzâde din ilimlerinde olduğu gibi fen ve felsefe ilimlerinde de, eskilerin tabiriyle “yekta-eşsiz” kimseydi. Yeni üniversitenin böyle hocalara ne kadar da ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacın Batı’dan getirilen felsefe hocasıyla karşılandığı bilinir. Maalesef, Osmanlı münevverlerinin birçoğunun hayat hikâyesinin sonunda yukarıdaki aynı notun ilave edildiği görülmektedir. Birikimli insanlarımızı yeni nesillerden öyle bir uzaklaştırmışız ki hâlâ onlarla ve onların dönemleriyle köprüler kuramıyoruz. Bir kısmının isimlerini unutulmaya mahkûm etmiş, bir kısmını da zoraki veya merasimlik olarak anıyor ama anlayamıyoruz. Elbette ki geçmişe takılıp kalma zamanı değil ama hâlâ yitik hazinemize kavuşamadık. Bin yıllık tarihi birikimimizden, özgür, yasaksız, ön yargısız düşünceye sahip olamadığımızdan, istifade edemiyoruz. Okullara Osmanlı Türkçesi dersi konulmasıyla ilgili tartışmaları eski kültürümüzle aramızdaki yıkılan köprünün restorasyonu olarak görmek istiyorum. Bu geç kalmış karar, derin tarihimizi merak eden her Türk münevverini fazlasıyla heyecanlandıracaktır. Vakit, Batının ve Doğunun iyi olanlarıyla, geçmişimizin ve çağımızın faydalı olanlarını birleştirme vaktidir. Çağına göre şerefli bir tarihimiz, zengin bir kültür birikimimiz var. Bütün tarihimizi dönemlere ayırarak taramalıyız. Bu işlerin erbabı olanlar tespit ettikleri güzelliklerden ilham alarak, bu konuda bizden çok ileri olduğunda şüphe olmayan Batı’nın sanat değerleriyle harmanlayarak yeni eserler üretmeliyiz. Her sahada olduğu gibi bu konuda da ön yargısız, ufku geniş insanlara, düşünen beyinlere, araştıran, daima okuyan, kalem tutan ellere ihtiyaç var. Bu vadide yürümeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğu gibi her türlü imkânımız da vardır. Otobüste, metrobüste, tramvayda kitap okuyanları görmek beni mutlu ediyor. Ancak şöyle göz ucuyla kitabın kapağına baktığımda hemen hemen hepsinin de yabancı yazarlara ait olduğunu görmek bu sevincimi gölgeliyor. Acaba nasıl etsek de neslimizin eline bizi anlatan kitapları verebilsek?.. Batı kültürü, teknolojisiyle kuşattığı neslimizi kitaplar yoluyla teslim almaya mı çalışıyor? Yoksa bendeki yersiz bir kaygı mı?
-Sanat, Hayat ve Edebiyat-CİLT-1Türk, İngiliz, Fransız Şair ve Edipleri-CİLT-2-
Yazar: Halid Ziya UŞAKLIGİL Hazırlayan: Eren YAVUZ Büyüyenay Yayınları Kitap Tanıtım: Fatma DERİN
alit Ziya, modern Türk nesrinin ilk büyük ustası, roman ve hikâyede bir yol açıcı, edebî hatıra yazarlığında bir öncü olarak edebiyat tarihimizdeki müstesna yerini hakkıyla elde etmiş bir isimdir. Seksen yıllık uzun ömrünün son yıllarına kadar kalemi elinden bırakmamıştır. Bu süre içinde ülke ve toplumun geçirdiği büyük çalkantı, değişim, yıkım ve kuruluşlara tanıklık etmiştir. Altmış yılı aşan yazarlığı, kesintiler ve dönemler halinde, kimi yeni görünüm ve biçimlenişler içinde varlığını sürdürmüş, edebî zevk ve anlayışları, yeni şartlar altında, bazı kabuk değişimleri yaşamıştır. Sanata Dair adıyla 2 cilt halinde bir araya toplanan bu kitaptaki yazılar 1930 sonrasında, daha çok günlük gazetelerde
yayımlanmıştır. Sanata Dair’in bu birinci cildinde sanat hayatı boyunca dönem dönem romancı, hikâyeci, mensur şiir, hatta oyun yazarı olarak gördüğümüz Halit Ziya, edebiyat ve musiki hakkındaki bazı tespit ve değerlendirmeleriyle de karşımızdadır. Onun 1930’dan önce, bu konulardaki düşüncelerine, zaman zaman verdiği röportajlarında nadiren rastlandığı göz önünde bulundurulursa, olgunlaşmış halde, edebiyat ve sanatla ilgili görüşlerini etrafıyla bulduğumuz bu yazıların ayrı bir değer taşıdığını anlarız. Kimi zaman kendi deneyim ve yaşadıklarıyla zenginleştirdiği yazılar, yer yer seriler halinde devam ederse de daha çok günün getirdiklerine tabi olarak çeşitlenen bir görünüm sergilemektedir. Her şeyden önce şunu belirtelim: Halit Ziya tam bir Türkçe tutkunudur. Kullandığı dile güvenmektedir. Türkçe söz diziminin her türden kalıba girebilecek bir yumuşaklık ve esnekliğe sahip olduğuna inancı tamdır. Yazar, bu yazılarında, doğrudan bir eleştirmenlik yapmasa bile, yeni nesil edebiyatçılarının eser ve şahsiyetlerine yönelik, nezaket ve zerafet yüklü bir dille değerlendirmeler de yapmaktadır. Bunu yaparken bir seçmeye gitmemiş, günün getirdiği eserlerden, Yeşilköy’deki inziva köşesinde ziyaretinde bulunan, bu vesileyle tanıdığı isimlerden hareketle, büyük bir içtenlik ve alçakgönüllülükle yazılar kaleme almıştır. Tüm bu yazıları okurken, çağrışımlarla gelen öyle sürprizler oluyor ki, has bir edebiyatçı, iyi bir gözlemci ile karşı karşıya olmanın tadını çıkarıyorsunuz. Nice tamamlayıcı, yazarı bize etrafıyla tanıtıcı ayrıntıların yer aldığı bu yazılara dair keşfi sizlere bırakıyor, hepinizi, tüm fikirlerine katıldığımız değil, yazdıklarıyla beslendiğimiz bir yazarı yeniden tanımaya davet ediyoruz. Ola ki bu okuma bizi yeni düşünme ve ibda yolları arayışına da sevkeder. Her şeyden önce şunu belirtelim: Halit Ziya tam bir Türkçe tutkunudur. Kullandığı dile güvenmektedir. Türkçe söz diziminin her türden kalıba girebilecek bir yumuşaklık ve esnekliğe sahip olduğuna inancı tamdır.
ŞEHİR K İ TAP
SANATA DAİR
75
BİR BİLET HİKÂYESİ Isparta köy idi değişti kent oldu. Köy idi diyorum. Ben Isparta'ya geldiğimde akşamları 5'ten sonra bakkallarda, marketlerde ekmek bulunmuyordu. Pazar günleri ise ekmek çıkmıyordu. Ekmeği ikindi suları ya da cumartesinden almak gerekiyordu. Prof. Dr. Âdem EFE*
*T.C. SDÜ Öğ.Üyesi
sayı//62// eylül
76
ugün (07.04.2019 Pazar), kitaplığımın bir köşesinde durmakta olan Joachim Wach'ın Din Sosyolojisi (Çev.: Ünver Günay), isimli kitabını karıştırırken sayfaları arasında, 14.06.1994 tarihli "Gideceği Yer: Isparta" kayıtlı bir otobüs bileti buldum. Sevindim, mütebessim bir halde başımı önce sol aşağıya doğru hafifçe eğip ardından kavisli bir şekilde sağ yukarıya "cık...cık... cık" çekerek kaldırdım ve "hey gidi heyyy" der gibi oldum. Ardından bir de “zamanın behrinde iyi para vermişim: 180.000 lirayı” der gibi olmadım bilakis o cümleyi aynen dedim. Bu bilet beni çeyrek asır öncesine götürdü. O zamanlar Anadolu'da birçok yeni üniversite açılmış biz de (o tarihte Yard. Doç. Dr. olan Mehmet Emin Köktaş hoca ile başlayıp Prof. Dr. M. Rami Ayas hoca ile bitirmiştim) yüksek lisans yapıyor olmamızdan dolayı birkaç kişi ilanları takip ediyor sınavlara girip çıkıyorduk. 1991 yılında, şimdi Profesör olan Halit Ev, ki yaşı bizden büyük olduğundan Halit abi derdik, Mehmet Türkeri (Prof. Dr.), Murat Yıldız (Prof. Dr.), Muhammet Yılmaz (Prof. Dr.), Mümtaz Küçüksakallı, Mustafa Özel (Prof. Dr.) ve birkaç kişi daha yüksek lisansa başlamıştık. Öğretmenlik bir yandan dersler öte yandan ilerliyordu. Kıdemli üniversitelere girmek zordu. Lakin yeni açılan üniversitelerde o zamanlar kadrolar boş olduğundan deyim yerindeyse ayda bir ilana çıkılıyordu. İzmir'den Mehmet Bulut (Prof. Dr.), Kamil Özer (Dr.), Halit Ev (Prof. Dr.) hocalarla birkaç yere birlikte sınav için gidip gelmişliğimiz vardır. Isparta'daki bir sınavda Akhisarlı hemşehrim Mustafa Özel'le (Prof. Dr.) karşılaşmıştık. Özel hoca, daha sonra İzmir'de göreve başlamıştı. Sınavlar ilkin yabancı dilden sonra bilimden en son da mülakat şeklinde oluyordu. Mülakat Dekan Prof. Dr. İsmail Yakıt hocanın odasında oluyordu. (O zamanlar Isparta'da “hoca” deyinde bir Prof. Dr. Bayram Kodaman ile Yakıt hoca akla geliyordu). Biz adaylar çay ocağının önünde bekleşiyor, Ali Çolak isimleri okuyor Nejdet Durak evrakları hazırlayıp dekanın önüne koyuyordu. Sınavlar adet olduğu üzere ilk önce yabancı dilden bir gün sonra sabah bilimden öğleden sonra da mülakat şeklinde yapılmıştı. Sorulardan biri Ziya Gökalp'in milliyetçilik anlayışını anlatınız mealindeydi. Mülakat sorularından aklımda kalanlar ise kavim kelimesinin tahlili idi. Bir diğeri şu anda Türkiye'deki din sosyologlarını sayınız gibiydi. (...)
Mülakatta fakültede ne kadar hoca ya da hoca adayı varsa hepsi sıralanmış vaziyette yer alıyorlardı. Doç. olan Murat Sarıcık ile dekan yardımcısı Doç. Dr. Talat Sakallı hoca ile Yard. Doç. Dr. İsmail Hakkı Göksoy ve Yard. Doç. Dr. A. Yılmaz Soyyer vardı. Nejdet Durak (Prof. Dr.), Haluk Songur, (Prof. Dr.), İshak Özgel (Prof. Dr.), Yusuf Açıkel (Dr. Öğr. Üyesi), Talip Türcan (Prof. Dr.), Salim Öney, Saadettin Özdemir (Doç. Dr.), İhsan Akdaş (Dr. Öğr. Üyesi); Levent Öztürk (Prof. Dr.) ile Muammer Göçmen (Dr.) doktora yapıyor diğerleri hepsi hemen bir akran yüksek lisans aşamasında idiler. Ama içlerinde dekanın asistanı olması hasebiyle Nejdet Durak ile Isparta'da bir kitapçının oğlu olması sebebiyle Haluk Songur her daim beraber dolaşıyorlar bu yüzden de dikkat çekiyorlardı. Yakıt hoca bir yere giderken kendisi ortada asistanlar etrafında halelenmiş vaziyette el divan pençe, hocanın fıkralarına ya da esprilerine gülmeye hazır bir şekilde duruyor gibiydiler. Kur'an-ı Kerim okutmanları Hasan Ergün hoca düzgün giyimi ve geriye doğru taranmış saçları ile bana farklı gelmiş hatta bir ara “dekan bu hoca mı ki” diye içimden geçirmiştim. Bir de genç yaş sayılabilecek bir yaşta dünyasını değiştiren birbirimize hemşehrim diye hitap ettiğimiz Ali Ardıç hoca vardı. Rahmetli çok iyi niyetli ve saf bir ademdi, hemen her şeye çabucak inanırdı. Ama üniversitedeki birçok memura da Kur'an okumayı öğretti. Dersleri 50 dakika ile sınırlı değil, arada, yolda belde hemen her yerde öğrenciyi dinler, ezberlerini alırdı. Arapça okutmanları ise dedesi hacca giderken kendisini okusun diye Suriye'de bırakmış, ortaokul, lise ve üniversiteyi Suriye ve Arabistan gibi ülkelerde okumuş Yahya Atak (Okutman) , ile Osman Karakurt ve Nejdet Gürkan (Prof. Dr.) vb. gibi isimler vardı. Benim göreve başlama tarihinden birkaç ay önce veya sonra İbrahim Yıldırım (Dr. Öğr. Üyesi), Sevim Onay Özdemir (Prof. Dr), Nevin Karabela (Prof. Dr.), Nasuh Günay, Abdulgaffar Aslan (Prof. Dr.), Mevlüt Albayrak (Prof. Dr.), Necmettin Bardakcı (Prof. Dr.), Galip Türcan (Prof. Dr.), Bahattin Yaman (Prof. Dr.) gibi isimler de araştırma görevlisi olarak akademiyaya giriş yapmışlardı. Ardından pek çok arkadaş fakülteye intisap ettiler. İşbu bilet ertesi gün Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Arş. Gör. olarak göreve başladığım tarihi göstermektedir.
Benim için büyük bir anlam taşımaktadır. Beni bu kente getiren bilettir, ki 2 ay sonra Isparta'da 25 yılımı doldurup 26. yıla gireceğim. İnsan ömrü için uzun bir süre sayılır. 14 Haziran'da İzmir'de görev yaptığım Vali Nevzat Ayaz Lisesi'nden ilişiğimi kesip Isparta'da göreve başlamıştım. Göreve başladıktan kısa bir süre sonra, Ali hocayla birlikte uzun araştırmaların sonunda matematik öğretmeni Ali Ay hocanın Anadolu Mahallesi'ndeki GÖLTAŞ evleri diye bilinen betondan, vidalı diye tabir edilen bir ev tutmuş, ardından Akhisar'a gitmiş, oradan İzmir'deki eşyaları kamyona yükleyip taşınmıştık. İzmir’den sonra Isparta bize küçük gelmişti. Küçüktü ama şirindi, Anadolu'ydu. Bu evde iki yıl oturduk. Yan binadan bir daireyi Bahattin Yaman tutmuştu. İzmir'de iki yıl aynı fakültede okumuş aynı yerlerde kalmıştık. Bu evden çıkmak zorunda kaldık. Yine aynı mahallede bir başka eve taşındık. Burada da iki yıl kaldıktan sonra kendi evimize taşındık. "Zaman ne de çabuk geçiyor Mona?" misali evriliyorduk. Karbuz Çeşmesi'nden ilk suyu içtiğimde 27 yaşındaymışım, şimdi yarım asrı devirmişim. Büyük kızım 10 günlükken ben göreve başlamış, bu süre zarfında bir ev tutmuş, bebek bir aylık olduğunda da taşınmıştık, bu kız birkaç ay sonra tıbbiyeyi bitirecek. Isparta köy idi değişti kent oldu. Köy idi diyorum. Ben Isparta'ya geldiğimde akşamları 5'ten sonra bakkallarda, marketlerde ekmek bulunmuyordu. Pazar günleri ise ekmek çıkmıyordu. Ekmeği ikindi suları ya da cumartesinden almak gerekiyordu. Bir cumartesi günü İzmir'den buraya taşınmıştık taşınma telaşıyla daha doğrusu bilmediğim için mahalledeki bütün bakkalları dolaştığım halde bu nimeti bulamamış ve akşam yemeğini ekmeksiz bir şekilde tamamlamıştık. Makarna mı yedik bol pilavla mı yetindik şimdi unuttum. Ama sofrada ekmek yoktu, bunu hiç unut(a) mam. Bugün Isparta artık bir kent. Birçok şeyi unutuyorum. Ya da unutuyor insan (Hikaye uzun ya da Kutlu ustanın dediği gibi Uzun Hikaye). 77
MUSEO DELLA TORTURA
SAN GIMIGNANO
ORTAÇAĞ İŞKENCE MÜZESİ İlginç tarihi bir mekan içeri girerken adeta ürperiyorsunuz çünkü burada sergilenen aletler canlandırmalar gerçekten insanlık tarihinin en karanlık ve utanç kareleri.. Salih DOĞAN*
017 yılında İstanbul’dan bir gurup müzeci Toskana bölgesindeki Ortaçağ İşkence müzeleri destinasyonunu görmek ve incelemek üzere Floransa’ya bir seyahat yaptık. Bu bağlamda dark destinasyonun önemli lokasyonlarından biri olan San Gimignano İşkence Müzesini de ziyaret ettik. Lakin öncelikle size misafirlerini büyüleyen bu ortaçağ şehrinden bahsetmek istiyorum. SAN GİMİGNANO
Kuzey İtalya Toskana bölgesinde Floransa’nın güney batısında Floransa ve Siena şehirleri arasında, bir tepe üzerine kurulmuş orta çağ kale şehir olan San Gimignano yükselen kuleleriyle ünlenmiştir. Muhteşem ortaçağ mimarisi ve çevresindeki vadiden bakanlara görkemli bir manzara sunmaktadır. Şehrin sokaklarında yürürken kendinizi adeta ortaçağa gitmiş gibi hissediyoruz. Rehberimizin anlattığına göre; tarihteki görkemli günlerinde San Gimignano’da yaşayan Patrici aileleri servet ve güç sembolü olarak şehirde 72 kule inşa ettirmişler. Hepsi elbette günümüze ulaşamamış lakin mevcut kuleler hala dönemin feodal yapısını şehrin misafirlerine göstermeye yetiyor ve artıyor bile..13.yüzyıldan kalma surlarla korunmuş bu eski şehir etrafı ortaçağ evleriyle kaplı üçgen meydan Piazza della Cisterna’yı merkez almış. Torre Grossa taşı, Duomo di San Gimignano, Ghirlandoiao’nun Santa Fina Şapeli’inde freskleri bulunan 12.yüzyıldan kalma büyük kilise vitrayları ile gerçekten muhteşem. 1990 yılında UNESCO Dünya Mirası Alanı olarak kabul edilen San Gimignano aynı zamanda Vernaccia di San Gimignano beyaz şarabı ve safranıyla meşhur bir şehir. Ortaçağ dönemini keşfetmek için gizemlerle dolu bir şehir mutlaka görülmeli diyebilirim MUSEO DELLA TORTURA - ORTA ÇAĞ İŞKENCE MÜZESİ
*Museolojist
sayı//62// eylül
78
Ziyaretimizin sebebi aslında Tekfur Sarayı gibi Blakhernai Saray kompleksinin bir parçası olan Doğu Roma döneminden İstanbul’da kalan tek yer altı zindanı olmasının yanı sıra; yer altı tünelleri, labirente benzeyen sarnıçları ve son derece dar işkence odaları ile nadir bir özelliğe sahip olan “Anemas Zindanı”nın müzeye dönüştürülmesi ve tematik olarak bir işkence müzesi olabilirliğini kapsamında Toskana bölgesindeki işkence müzelerini
görüp incelemek.(Sonradan bu projeden çeşitli nedenlerle vazgeçildi) İnsanın insana zulmü, başkalarının acısından kaynaklanan zevk, başkalarının özgürlüğüne saygı duymadan onları cezalandırarak kendi ölçülerine uydurma arzusu, bunlar insanlık tarihinde epeyce eski bir durum. Lakin özellikle ortaçağ Avrupası bu anlamda önemli bir yere sahiptir. San Gimignano’daki bu işkence müzesi de zulmün ve işkencenin dönemsel obje ve gösterimlerle anlatıldığı en önemli hafıza mekânlarından biridir. İlginç tarihi bir mekan içeri girerken adeta ürperiyorsunuz çünkü burada sergilenen aletler canlandırmalar gerçekten insanlık tarihinin en karanlık ve utanç kareleri.. Müze sergi koleksiyonu bakımından dünya çapında bir üne sahip Portekiz, İspanya, Amerika, Meksika, Arjantin, Çekya’daki işkence müzelerinde bulunmayan “Acı ve ölüme neden olmak için üretilmiş 100 alet ve düzenek” mevcut. XVI, XVII ve XVIII yüzyıla tarihlenen olağanüstü nadir eserler ve eski ve kaybolan alet ve düzeneklerin yeni replikaları yeniden yapılarak sergilenmektedir. Giyotin, Demir Kazık, Sıkıştırma Rafı, Sorgu Koltuğu, Testereler ve bekaret Kemeri gibi yaygın olarak kullanılmış işkence aletlerinin türlü çeşitlerini görmek mümkün bu müzede. Ancak, serginin başka bir özelliği, ilk kez daha az bilinen fakat çok rafine işkence araçlarının ortaya çıkartılıp sergileniyor olmasıdır. Heretic'in çatalından gürültü uygulayan aletten, Gatta da Scorticamento'dan İspanyol
Örümceklerine kadar, bu araçlar insanın hayal gücünün ve sofistike zekanın en acımasız işkencelere maruz kalmanın yeni yollarını bulmada sınırsız olduğunu insanlık tarihine kanıtlayan araçlar bunlar. Müze, insana yüzyıllar boyunca nasıl işkence edildiğini göstererek şiddete karşı savaşmayı hedefliyor. Sergiler, yalnızca tarihten karanlık pasajlar göstermekle kalmıyor, aynı zamanda işkencenin halen farklı şekillerde mevcut olduğunu hatırlatıyor. Bize bugün dünyadaki rahat, ayrıcalıklı konumlardan şikâyetçi olmamamızı hatırlatıyorlar. Bununla birlikte, müze sadece korkunç ve çekingen bir turistik yer değil, aynı zamanda ziyaretçileri çağdaş insan hakları ihlalleri hakkında bilgilendirmek için kullanılan bir eğitim aracıdır. 79
Aletleri inceleyen ziyaretçilerimizin uyandırdığı korku, onları işkenceye karşı müttefiklerimiz yapmalarına izin veriyor. Sergi büyük bir tanıklık yapmak istiyor ve geçmişte oyalanmıyor, ama yaşayan bir mesele haline geliyor. İnsan doğasının en kötü yanını çıplak bırakır: her insan potansiyel bir kasap saklar ve saklar. Büyük bir doğruluk ve özelikle sergilenirse, sergi, konuyla ilgili sempatik bir farkındalığı körüklemeye ve bizden farklı görüş ve inançlara saygı duymaya yardımcı olur, Müze arkadaşlarla yaşadığımız duygu yoğunlukları aşağı yukarı hepimizin aynı şeyler; bazılarımız bir an çok kötü hissedip mekânı terk etme duygusuna kapılsak da, bilgilendirici ve insanların yüzyıllardır insanlar üzerinde yarattığı iğrenç işkenceler hakkında derinlemesine bir bakış sunuyor olması bağlamında önemli bir deneyim bayağı rahatsız hissettim ama insanlığın en karanlık dönemine tanık olmaktan dolayı da pişman değilim. Açıklayamadığım şey elbette
Müzede düzenlenen cihazlar arasında daha çok “Demir Tabut” olarak bilinen Nürnberg Maiden'i var.. İçi metal çivilerle kaplı, sallanan kapılı, tabut benzeri büyük bir kutu. İçine konulan kişinin kutunun kapatılması ile çivilerin batmasına maruz kalarak dehşet içinde büyük bir acıyla ölmesini sağlanıyormuş. İşkence mekânı kale duvarları çok kalın ve sağlam olduğundan, kapı kapatıldığında çığlıklar duyulmaz. Mağdurlar saatlerce, hatta günlerce defalarca bıçaklanacak şekilde içeride bırakılırmış. Yine çok önemli işkence aletlerinin başında keskin ve sıcak tutulan binden fazla sivri çivinin bulunduğu işkence koltuğu da mevcut.. Sergilenen başkaca objeler işkencecinin kullandığı maskeler ve işkence edilenin başına geçirilen kendi başına kaldıramayacağı ağır fiziksel işkence aletlerini görüyoruz. Oldukça gerçekçi modeller ve çeşitli araçların fotoğrafları vardı. Kulağa kurşun dökmek için kullanılan teknikler ve ağızda sıcak balmumu dökülen boğaz ve daha önce duymadığımız birçok dehşet aleti sayı//62// eylül
80
İnsanların böyle yaratıcı cezalandırma yollarını nasıl tasarladıklarıydı. Bu arada çok önemli bir noktayı hatırlatmadan geçmek istemiyorum bu mekan asla çocuklara uygun bir müze değil küçük yaşta İnsan ırkının hangi gerekçe ile olursa olsun bıraktığı bu korkunç miras onların zihninde travmalara yol açacaktır. Lakin biz yetişkinler bu insanlık dışı muamelelerin, ahlaksızlığın farkında olmak ve bu işkence araçlarının bazılarının bugün dünyadaki bazı ülkeler tarafından kullanılmakta olduğunu bilmemiz ve onlara karşı insan onurunu korumak mücadelesinde var olmamız açısından önemlidir diye düşünüyorum. Müze ziyareti sonrası tabii ki en zor olanı içeride yaşadıklarımızın ardından onca dehşet görseli ve işkence bilgisi aldıktan sonra ortaçağın görkemli şehri San Gimignano'nun sokaklarından yürüyüp bir süre dinlenmek üzere bir güzel kafeye oturup bir şeyler yiyip içmek olsa gerek.. 10 Euro'luk biletle aynı zamanda Ölüm Cezası Müzesine de girebildiğiniz müze her gün 10:0019:00 saatleri arasında açıktır. Yolu Floransa tarafına düşen herkesin bu insanlık tarihinin önemli hafıza mekânı Museo Della Tortura Müzesini görmelerini öneririm. Umuyorum insanlık tarihin bundan sonraki dönemlerinde sistemli ve sistemsiz işkencelere hiçbir zaman asla muhatap olmaz. Bu mekânlar işkenceye karşı pozitif bir farkındalık oluşumuna katkı sağlarlar…
ŞİDDET, HER DÖNEMİN DERDİ
Asıl meselemiz şiddet ama işin başında sevgisizlik var. Gazete ve televizyon haberlerini takip edenler hayal kırıklığı denizinde boğuluyorlar. Bu toplum, bu millet nasıl bu hale geldi diye düşüncelere dalıyorlar. Recep ARSLAN
nsanlar birbirini sevmiyorsa, şiddetin tohumu toprağa düşmüş demektir. Sevmiyor insanlarımız birbirini. Esasınsa hiç kimse kendini de sevmiyor. Elde cep telefonu ha bire kendi resmini çekip yayınlayanlar da kendini sevmiyor. Kendini sevse bu kadar ucuzlatmaz. Kadınlarımız da kendini sevmiyor. ‘Bedenime karışma, bu beden benim’ diye yürüyen kadınlarımız da kendini sevmiyor. Seviyor olsa vücudunun her tarafını sergilemez. Asıl meselemiz şiddet ama işin başında sevgisizlik var. Gazete ve televizyon haberlerini takip edenler hayal kırıklığı denizinde boğuluyorlar. Bu toplum, bu millet nasıl bu hale geldi diye düşüncelere dalıyorlar. 3 Haziran 2009 tarihli bir gazete şiddet için özel sayfa yapmış ve ilgili uzmanlardan görüş almış. 2017’de durum bütün fecaatiyle sürüp gidiyor. Kadına şiddet, çocuğa şiddet, işçiye şiddet, öğrenciye şiddet, öğretmene şiddet, doktora şiddet, hasta bakıcıya şiddet. Zayıfa şiddet, fakire şiddet. Seçmene şiddet. Şiddetin olmadığı, yeşermediği alan yok.
Temelinde sevgisizlik tohumu var elbette. Şöyle demiş bir hanımefendi: Türkiye’de son dönemde, katliam, tecavüz gibi şiddete dayalı haber bombardımanı yaşanıyor. Toplumsal şiddet ürkütücü boyutta. Hepimiz açığa çıkmayı bekleyen suçlu muyuz? Şiddet fıtratımızda, yapımızda, dokumuzda mı var? Bir STK Başkanı Purofesör, şöyle söylemiş: Her insanın yaratılışında açığa çıkmayı kollayan şiddet duygusu, yetisi vardır. Çözüm için toplum vicdanını rahatlatmak gerek. Önemli olan cümle bu. Toplum vicdanı rahat değilse, adalet duygusu beslenemiyorsa, kişiler birbirine, kurumlara, mütehassıslara, otoriteye, yöneticiye, üstüne güvenemiyorsa, güven duygusu kaybolmuşsa, insan geleceğinden, bir sonraki andan emin değilse, yasaların neyi suç sayıp saymadığı yöneticinin iki dudağı arasında belirleniyorsa, o toplumun vicdanı sancılar içindedir. Vicdan sancısı şiddet olarak doğar, büyür ve gelişir. Ünlü doktorumuz Arif Verimli de görüş bildirmiş: İnsanlar öfkelerini denetim altında tutamıyor. İnsanlar kendi adaletlerini sağlamaya çalışıyorlar. Herkes kendi adaletini sağlarken ölçüyü kaçırdığı için karşı tarafın da kendi adaletini sağlamasına yol açıyor. Bütün canlılarda neslin devamını sağlamak için saldırganlık duygusu ve yetisi vardır. Arif Verimli, şiddetin sebeplerini sıralıyor: Eğitilemeyen, refah temin edilemeyen durumlar, para ve imkean durumu iyi olmayan insanların saldırganlığı ortaya çıkarıyor. Şiddet, geliştiğinde denetlenemiyor, örtülemiyor. Arif Verimli de adalet duygusundan, herkesin kendi adaletini sağlamak için hareket ettiğinden söz ediyor.Bir başka isim ise ahlak ve hukuk geri pilana atıldı demiş. Ahlak ve hukuk adalet için geliştirilmiş iki kurum. Şiddetin günümüz toplumlarında ve insanlarında yaygın olduğundan söz ederek, meseleyi çağdaş hayatın bir getirisi olarak yorumluyor. Din şiddeti yasaklar, ama insanlar dini görmezden geliyor ya da şiddetine dini paravan yapıyor. Ahlak da kişiselleşmiş. Herkesin ahlakı kendine. Bu durumda ahlakın da bir bağlayıcı tarafı kalmamış. Hukuk derseniz adaleti sağlamayan hukuk kimsenin saygısını kazanmıyor. O yüzden hukuk da din ve ahlak kadar geçersiz hale gelmiş. Yine meseleyi getirip adalet duygusunun acınacak hale gelmiş olmasına ulaşılıyor. Adalet duygusu yoksa, herkes endişeliyse, tedirginse, korku içindeyse, her an tetikteyse sevgi duygusunun öne çıkmasına ihtimal kalmıyor. Çok vicdansız yorumlar da yapılmış. Şöhret olmak için öldürüyorlar demiş birisi. Hem de purofesör. Adaletin gecikmesine bağlamış olayı. Çok haklı. Devletin, bürokrasinin ve adalet mekanizmasının yavaşlığı, herkesi kendi adaletini bir an önce sağlamaya itiyor. Bu da şiddete ebelik yapıyor. Esas mesele ise şu: Suçlarla cezalar arasında bir eşitlik yok. Çocuğunuz bir bardak kırdığında onun kolunu koparmak ona ceza vermek değil, işkence ve zulüm yapmaktır. Mahkemeden çıkan yüz karardan 90 kadarı böyle ölçüsüz cezalarla sonuçlanıyor. Ölçüsüz ceza, geciken ceza vicdanı rahatlatmaz. Toplumun vicdanı rahat değilse şiddet kaçınılmaz. 81
YOL ARKADAŞLIĞI
KUTSALDIR
TYB de o yıllarda ayda bir düzenlenen ‘Pazartesi Sohbetleri’nde Necmeddin Erbakan, Aydın Menderes, Köksal Toptan, Cemil Çiçek, Yıldırım Akbulut, Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Celal Güzel ve Korkut Özal gibi isimler ağırlanmıştı. Erbay KÜCET
Fotoğraflar: https://twitter.com/SiyasetArsivi
ürkiye Yazarlar Birliği’nin 1993 Ocak ayında ‘Pazartesi Sohbetleri’ programının misafiri Refah Partisi İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dı. Henüz “Minareler süngü/Kubbeler miğfer” mısraı okunmamış, İstanbul Belediye Başkanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanı makam koltukları ile tanışmamıştı. O günlerde soğuğun iliklerimize işlediği bir Ankara gecesinde birlikte olmuştuk. TYB de o yıllarda ayda bir düzenlenen ‘Pazartesi Sohbetleri’nde Necmeddin Erbakan, Aydın Menderes, Köksal Toptan, Cemil Çiçek, Yıldırım Akbulut, Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Celal Güzel ve Korkut Özal gibi isimler ağırlanmıştı. Yazar ve bürokratların karşısında bu defa ‘Anadolu’nun İstanbul Çelebisi’ bir siyasetçi vardı. ‘Kursağında ne varsa dilinde de o var’ dediğim şahsı o gece tanıma fırsatı bulmuştum. O günlerden bugüne çok zaman geçtiğinden konuşulanlardan aklımda kalanları yazacak değilim. ‘Bir Liderin Doğuşu: Recep Tayyip Erdoğan’ kitabı aklıma düşürdü. Refah Partisi içinde yeni söylemleriyle dikkat çeken Recep Tayyip Erdoğan’ın sorulara verdiği samimi cevaplar karşısında moderatörlük görevini yapan Mustafa Çetin Baydar ‘Sadece partisi değil, hepimizin güzel hizmetler alacağımıza dair bir kanaat yüreğimi ışıklandırdı’ demişti. Aklımda kaldığı kadarıyla sorulardan biri de ‘alternatif liderlik’ konusundaydı. Tayyip Erdoğan bu konularda inanmış bir insanın ferasetini gösterirken aldığı mesuliyetin de idraki ve tevdi edilen görev dışında başka bir hedef peşinde bulunmadığı izlenimini vermişti. Sohbetin derin konulara girmesi ve açık yürekle verdiği cevapların uzamasıyla İstanbul’a gideceği uçağı da kaçıran reis ile gecenin bir yarısında yenilen yemeği bahane ederek sohbet konusunu daha özel alana getirmiştik. Onu Doğan görünümlü Şahin marka aracımla İsmail Hacıfettahoğlu ağabey ile birlikte Söğütözü terminalinden otobüse bindirip el salladığımda, yıllardır tanışıklığımız olan birini uğurladığım hissine kapılmıştım. Siyasî hayatımızda adını 27 Mart 1994 de yapılan yerel seçimlerle ülke genelinde duyuran Recep Tayyip Erdoğan’ın Refah Partisi İl Başkanlığı yaptığı dönemlerin önemli günler olduğunu bir kere daha hatırlatmakta fayda var
sayı//62// eylül
82
diye düşünüyorum. Onun gençlik günlerinden başlayarak verdiği siyasî mücadelesinin sadece İstanbul olmasına rağmen ülke ideallerini aştığını o günlere göz attığımızda söyleyebiliriz. 40 yaşında belediye başkanlık koltuğuna oturan Erdoğan cephesinden bakıldığında ise 94 seçimleri yıllar süren siyasi çabanın sonunda hak edilen bir ödülüydü. İstanbul'da önce Beyoğlu İlçe Başkanlığı, ardından 1985 yılında da İstanbul İl Başkanlığı ve partisinin merkez karar ve yönetim kurulu üyesi olmuştu. Bunları neden yazıyoruz. Hüseyin Besli ve Ömer Özbay tarafından kaleme alınan bir çeşit biyografi sayılan kitap vesilesiyle. Tayyip Erdoğan ile tanışıklığım bu yıllara dayanırken daha sonra Ak Parti kuruluşunda ve sonrasında ülkemizin bütün il ve büyük ilçelerinde yaptığı mitinglerle birlikte olacağımı bilemezdim. Ak Parti’nin kuruluş çalışmaları esnasında Amasya Milletvekili Akif Gülle’nin Milletvekili Danışmanı olarak görev yaparken 2 Ağustos 2001 de Afyon’da düzenlenen yeni oluşumla ilgili çalışmalardan başlayan birlikteliğimiz ‘Meydanların Sesi’ Recep Tayyip Erdoğan’ı takdimimizle devam etti. O yıllarda yağan yağmurda, tozlu yollarda birlikte dolaştığımızda birçok hatırayı da hafızamızın en güzel yerine yerleştirdik. Hatıralarımı derleyip bir araya getirmeyi düşünürken ‘Bir Liderin Doğuşu: Recep Tayyip Erdoğan’ kitabının basıldığını, hatta Türkçe dışında birçok dile çevirisinin yapıldığına sevindim. Hüseyin Besli, Recep Tayyip Erdoğan ile İstanbul günlerinden beri birlikte olan bir isim. Onun il başkanlığı ve belediye başkanlığı yıllarında konuşmalarını yazan Besli, yakın tarihe ışık tutacak bir esere şair Ömer Özbay’ın katkılarıyla imza atmış. Hüseyin Besli ismine basından aşinaydım. Ak Parti’nin kurulması öncesinde yapılan çalışmalar ve sonrasında birlikteliğimiz yol arkadaşlığının da ötesine geçti. Hüseyin Besli, “Yol kutsaldır. Yolları düz kılan, aşılabilir yapan ise yol arkadaşlarıdır” derken Recep Tayyip Erdoğan’ın toplumların tercümanı olan iyi liderlerin en yakın ve çarpıcı örneği olduğunu belirtmektedir. Erdoğan’ın, Cumhuriyet rejimi sonrası köşeye sıkıştırılan, görmezden gelinen, dışlanma noktasındaki insanların çıkış yolu olan bir lider olduğunu da ifade eden yazar, temelleri 40 yıl öncesine dayanan bu hareketin, medeniyet yolculuğundaki yol arkadaşlığı olduğuna da dikkat çekmektedir.
Tayyip Erdoğan’ın Kasımpaşa günlerinden başlayarak, okul yıllarını, futbol aşkını, siyasete nasıl girdiğine varıncaya kadar birçok olayı tarihi bütünlüğü içinde güzel ve akıcı bir üslupla anlatan kitapta Tayyip Erdoğan’ı liderliğe taşıyan hareketlerin neler olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. 14 Ağustos 2001 de Ankara Bilkent Oteli’nde yapılan toplantıda partinin ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’ adı ile açıklanmasının ardından Ak Parti’nin siyasi hayatımıza giriş yapması ile yaşanılanların perde arkasıyla anlatılması yakın tarihimizin gerçekleri olarak karşımıza çıkarmışlar. Tayyip Erdoğan’ın yol arkadaşlarının yaşadıkları diğer sıkıntılara da zaman zaman yer verilen kitapta seçim meydanlarında ‘kimsesizlerin kimi sessiz yığınların sesi’ olarak tanıttığımız liderle ilgili çok özel hatıraların yer aldığını da görüyoruz. Yazımızı “Tayyip Erdoğan 1994’den beri neden seçim kaybetmiyor?” sorusuna Hüseyin Besli’nin cevabı ile noktalıyoruz. “Öncelikle, her ortamda sahici davranıyor. Vatandaşa temas etmesini biliyor ve bu temas sonucunda mutlaka olumlu bir sonuç alıyor. İnsanlar onu kendilerinden biri olarak görüyor, Tayyip Erdoğan'ın başarısını kendi başarısı olarak algılıyor. Teorik tartışmalarla vakit geçirmiyor. Denediği ve birebir sonuç aldığı yöntemlerin takipçisi oluyor ve bunu da sürekli geliştiriyor.”
83
SANAT KANATLANDIRMIYORSA EKSİKTİR
DR.GÜLNİHAL
KÜPELİ İLE SÖYLEŞİ Artmaya giden yol eksilmekten geçermiş. Fazlalaşmak için azalmalıymış. Mesafeleri özleyenin çarıkları duvarda olursa eğer kanatlanırmış hatta… Masumiyetle bilenen kanatlar ufuklara meydan okurmuş da “…ve karanlığa kanat çırptılar!” dermiş geride kalanlar, hayretle… İbrahim BAŞER
alen Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak akademik hayatını sürdüren Dr. Gülnihal Küpeli ile; “…ve karanlığa kanat çırptılar” adlı son sergisi münasebetiyle sanat, sanat eğitimi, sanatçı, sanat eserinin oluşma yolculuğu ve kendi hikâyesi üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik. Sayısal anlamda fazlalaşan fakat muhteva olarak çoraklaşan klasik sanatlar bahsi gibi can alıcı pek çok konuya temas ettik ama bir röportaj muhtevası bunca yükü kaldırmakta zorlandı elbette. Talep oluşması halinde bu nehir söyleşinin devamı için de söz aldığımızı belirterek meydanı hocamıza bırakalım. İbrahim BAŞER: G. Küpeli kendini nasıl tanımlar? Bir garip sanatçı işte… Hakikaten, “bir garip sanatçı”, inanarak söylüyorum!
Küpeli’ye göre sanat hayatın neresinde durur? Tam merkezinde, akrep ile yelkovanın yarışının olmadığı yerde. Bu bir metafor elbette ama onun üzerinden ilerleyelim; gerçekten de sanat zamandan, mekândan, gündelik itiş kakıştan ve her ne kadar zaman zaman zıtlıklardan beslense de onların dışında-üstünde kalabildiği ölçüde sanattır. Sanatla ilk tanışma? İlk ne zaman tanıştım bilmiyorum ama şunu biliyorum; çocukken, tahminen ilkokul ya da ortaokul zamanlarında sokaktan çamur toplayıp sonra o çamurla kendime sandalyeler, koltuklar, masalar küçük heykelcikler imal edip mekân tasarımları yaptığımı hatırlıyorum. Hatta rahmetli annem benim için çok kıymetli bu heykelcikler çabucak kuruyup çatlıyor ve üzülüyorum diye tülbendini ıslatıp üzerlerini örterek “-Böyle yaparsan o kadar hızlı kırılıp dağılmazlar”, der ve daha dayanıklı olmalarını sağlardı. İlk malzeme dersini annemden aldım yani. Sanat yolculuğunuzun devamı nasıl geldi? Sonrası diğer sanatçıların hikâyeleriyle benzer; lisedeki resim, coğrafya, edebiyat hocalarımın bu konudaki yeteneğime dikkatimi çekmelerinin etkisi beni akademinin kapısında sanat eğitimine yöneltti diyebilirim. Üniversite çağımda hevesim muhabir gazeteciliğe yönelir gibi olduysa da gerek iç sesim, gerek ailemin yönlendirmesi ile kendimi Mimar Sinan Üniversitesi’nde Geleneksel Sanat eğitimi alırken buldum. Buldum ama aklımda hep ya seramiğe ya tekstile geçiş yapmak var. Bu yüzden ortalamamı yüksek tutma çabam oldu ve başardım da ama… Bir sihirli dokunuş mu? Kalbî desek daha doğru… Rahmetli Tahsin (Aykutalp) Hocam bu sanatı öğreten ve sevdiren ilk kilometre taşım oldu. Klasik tezhip hocasıydı ve kalem işi de yapardı ki mesleğine aşkla bakmayı ilk onda gördüm. Muhsin Demironat’ın öğrencisiydi kendisi ve Rikkat (Kunt) Hanım’dan da ders almıştı. Tahsin hocanın “hocalığı” beni bu sanata bağlayan, kalbimde mesleğin ilk sıcaklığını hissettiren şey oldu. Ve tabii sonraları akademik hayatımda Çiçek (Derman) hocamın mesleki rehberliği ile İnci (Ayan Birol) hocamın yenilikçi tarafımı besleyen yaklaşımları bugünlere ulaşmamda son derece kıymetlidir.
sayı//62// eylül
84
Biraz bu “hocalık” dilinden bahsetsek mi? Açıyorum; bilgi esaslı bir dil mi bahsettiğimiz, duygusal bir dil mi yoksa? Aslında her ikisi de… Meselâ desen dersi aldım Tahsin hocanın kendisinden ve hiç bilmediğim bir dünyayla tanıştık. ‘Penç’ diyor, ‘Rûmî’ diyor, ‘Hatayî’ diyor ki bunlar o güne kadar karşılaşmadığımız kavramlar, soyut bir dil. Ben ki; Akademi’nin giriş sınavında çizdirdikleri kestane ağacını stilize edin dediklerinde anlamayıp etrafıma sormuş bir saf kızım o vakitler, zorlanıyorum, ilgi alanım dağınık. 1987 yılından bahsediyorum, insanların tezhibin adına dahi yabancı oldukları, gerçekten fıkra gibi; “-Ne, tesbihle mi uğraşıyorsun?” dedikleri bir dönemi yaşıyoruz. İşte böyle bir hengâme yaşarken hem yumuşak, hem sert olabilen mizacı ve talebe dimağımızdaki merakı tahrik eden yöntemiyle bizleri bu sanata bağladı Tahsin Hocam. Bir deseni gösterir ve ilginizin oraya yönelmesini sağlar, siz daha “-Aaaa…”, derken deseni kapatır ve çizmemizi isterdi. Bu hem bakmayı, hem görmeyi, hem akılda tutmayı, hem öğrenme heyecanını yaşamamızı ve hem de kendimizi o faaliyetin bir paydaşı hissetmemizi sağlardı. …ve ben bölümde kalmaya karar vererek dört sene Tahsin hocanın talebesi sıfatıyla tezhip-minyatür eğitimi aldım, iyi ki de aldım! Günümüzde Sanat ve Klasik Sanatlar ilişkisine bakışı nedir Gülnihal Küpeli’nin? Şimdi önce şunu söyleyeyim ki, sanatı, ‘kitap sanatları’, ‘geleneksel sanatlar’ gibi alt başlıklara ayırmak aslında alanlarımıza suni çerçeveler çizmekten başka fayda sağlamayan şeyler. Sanatçı ‘sanatçı’dır ve sanat ortak bir formasyondur! Tabii ki birisiyle daha fazla uğraşır, o dili öğrenir, onda derinleşir ama sanatın diğer dallarıyla mutlaka irtibatı, teması, alışverişi vardır, olmalıdır. Evet, bir tarafı ile tezhip sanatı üzerinden oran-orantı, kompozisyon, renk öğrenirken diğer taraftan farklı sanat dallarıyla beslenmeli, tarihi ve kuramsal açıdan yeteneğinizi desteklemelisiniz. Bu yoksa eksik kalırsınız! Eğer bu irtibatları koparırsanız elinizde bir tek zanaat kalır ve o zanaatla da yalnızca bir şeyleri tekrar edersiniz. Sonuç itibariyle kendi adıma bir sanat eğitimi aldığımı söyleyebilirim ve üniversitelerin de daraltılmış alanlarda sıkışıp kalmak yerine, sanatın geniş coğrafyasında, birbiri ile irtibatlı bir eğitim vermeleri gerektiğini düşünürüm.
Bu noktada sormak durumundayım, sanat ve hayat ilişkisine bir ast-üst, bir sebepsonuç ilişkisi olarak bakmak ne derece doğru olabilir? Aslında bu bakış açısı yumurta ve tavuk ilişkisine benziyor biraz. Sanatı ne tam anlamıyla hayattan bağımsız bir alanda düşünebiliriz ne de hayatın herhangi bir alanına hizmet etmek için kurgulayabiliriz. Sanat ve hayat ilişkisine eğer sanatçı açısından bakacaksak, sanat hayatın tam da merkezinde değilse orada olgunlaşmış bir sanattan söz edilemez. Sanat ve sanatçı ilişkisi bahsine gelmişken serginiz üzerinden devam edelim. Sanat içe doğru biriken ve olgunlaşan mıdır, dışa doğru gelişen ve yaygınlaşan mı? Güzel bir noktaya geldik, evet, serginin isminden de anlaşılacağı gibi “karanlığa kanat çırpma” metaforu özelde benim ama genelde sanatsal üretim sürecindeki sanatçıların yaşaması gereken bir içe dönüş halinin ifadesi aslında. Kendisine öğretilenlerin, bildiklerinin ötesine geçmeye çalışan, risk alan her sanatçı bu hali yaşamadan sanat eserine ulaşamaz. Hayallerini somuta geçirmeye çalışan her sanatçı kendi karanlığında o kanatları çırpmak zorunda. Görünür hale gelmeden önce sanatçının kendi varlık alanındaki keşfini olgunlaştırması gerekiyor. Buradaki karanlık olumsuz anlam içermiyor. Aksine, kendi iç sesini duymak için yaşanması gereken zorunlu bir süreç. Tıpkı yalnızlaşma anlamındaki bir mecburi ıssızlaşma hali sizi olumsuz yönde etkilerken, seçilerek yaşanan bir yalnızlığın sizi beslemesi gibi.Üretebilmesi, hayal dünyasını zenginleştirebilmesi, kendini keşfedebilmesi için hayatın bütün o hareketliliğinden belli bir süre kendini çekebilmesi lazım bir sanatçının. Bunun bizim kültürümüzdeki karşılığı erbayın hali, inziva hali… Kendi içine dönme hali, üretimin başladığı andır diye düşünüyorum. Sürekli bu hal sürdürülebilir bir şey değil elbette. Zaman zaman kendi içinde, içe doğru; zaman zaman içinde yaşadığı sosyal çevrede dışa doğru oluşan bir med-cezirin kahramanıdır sanatçı. Bu med-cezir hali, serginizde anlatılan o iç yolculuğu da mı ifade ediyor? Bu halin içinde ‘ilham’ faktörü nerede duruyor? Olağanüstülük anlamında ilhamın, tabiri caizse bir meçhul elin omzunuza dokunma hikâyesinin kahramanı olmadım hiç. Ama günlerce kıvrandığım, ifadede zorlandığım
85
bir çalışmanın herhangi bir kafede otururken peçete üzerinde karalayarak çözüldüğüne şahit olmuşluğum vardır ki son sergimin çekirdek fikri ‘Nefs’ adlı çalışma böyle şekillendi. Yani demek istediğim şu ki, kendi iç sesinize yeterince kulak verecek kadar yoğunlaşırsanız adına ister ilham, ister çözüm deyin, ister sanatsal kuluçka ya da tefekkür, mutlaka bir çıkış yolu açılıyor önünüze. Tabii ki kalemi elinizden bırakmamak şartıyla çünkü “sanat; kalbin, beynin ve elin birlikteliğiyle ortaya çıkandır”, derdi bizleri yetiştiren hocalarımız. Ben de katılırım bu tespite, her ne kadar böylesine formülize etmesem de… Kalbiniz ve beyniniz kabul eder, eliniz yeterli değildir; eliniz ve beyniniz tamam der ama kalpten onay çıkmaz; kalp ve el uyumludur fakat beyin ikna olmamışsa eserin oturacağı sacayağı eksik kalır ki üretim sürecinde en zorlayan bu üçlü dengeyi oturtmaktır. Ben, bu süreçte mutlaka yalnız olmayı tercih ediyorum. Ve Çoğu zaman kendime acımasız davranır hatta kendimle yeteneğim arasında ağır iç çekişmelere girerim. Sergide anlattığım da aslında kendi yaşanmışlıklarımdan hareketle dışarıya ve dışardakilere kendi hikâyem üzerinden bir yol ve yolculuk resmetmekten ibaret. Her sanatçının üretimi böyle bir çileden mi geçer/geçmelidir peki? Samimi, taklitten/ tekrardan uzak, gerçek bir üretim için bu gerekli bir şey midir? Ben her sanatçının… …aslında her insanın, çünkü her insan tek ve biriciktir, bu yoldan geçmeden rüştünü ispat etmiş sayılmayacağını düşünüyorum. Bakın çevrenize sayısız insan sureti görürsünüz. Temel elemanları; ağız, burun, göz, saç aynı olsa da hepsi farklıdır. Sanat da böyle. Herkes kuş, herkes balık, herkes yaprak, desen çizebilir ama bu daha evvel yapılanın tekrarı olduğu sürece orada sanattan bahsetmeyi doğru bulmam. Sanat eğitiminde alaylı-mektepli kıyası, zaman zaman rekabete sokulması hakkında ne düşünürsünüz? Üniversite hocalığım dolayısıyla mektepli, atölyem olması sebebiyle de alaylı eğitim tarafında faaliyet gösteren birisi olarak söyleyeceklerim objektif olur diye düşünüyorum. Alaylı eğitimde usta-çırak ilişkisi ve zanaat eğitimi öncelikliyken diğerinde farklı disiplinlerle eşzamanlı ve diğerine göre talebeyi daha zorlayan bir süreç söz konusu. Alaylı yöntemde talibin ustayı görerek, birebir temasla
sayı//62// eylül
86
öğrenmesinin avantajı elbette büyük fakat ilerleyen safhalarda kendini farklı alanlarda, değişik kaynaklardan beslemeyi ihmal etmesi sanatsal gelişimini ve ‘kendi üslubunu’ oluşturmasını engelleyebiliyor. O vakit zanaat menzili varacağı son merhale olabiliyor. Diğer taraftan akademik eğitim de usta-çırak kozu olmadan daha çileli, emek isteyen bir yolculuk vaat ediyor. Aslında her ikisinde de varılan sanat menzilinde şartlar dengeleniyor ama yöntem ve öncelikler farklı elbette. Bu bakımdan konuya doğru noktadan bakıp avantaj ve dezavantajları iyi görmek gerekir. En başından bir rekabet ve kıyası doğru bulmam, sürecin verimli işlemesini önemserim. Sanat bahsi ve klasik sanatların bu çerçeve içinde uzun mücadele yıllarından sonra kendine yer açabiliyor olması hüznümüz ama son dönemlerde belediyeler eliyle popüler hale gelen klasik sanat eğitim kurslarına bakışınızı merak ediyorum. Bu bağlamda sayısal çokluk ve eğitim standardının söz konusu sanat alanlarına etkisini nasıl değerlendirirsiniz? Tarihi sürece baktığımız zaman ebru, minyatür, tezhip gibi klasik sanatların bir dönem ciddi anlamda ötekileştirildiği bir vakıa. Bizden önceki kuşak, bu sanat dallarını tekrardan canlandırmak, varlığını hissettirebilmek adına büyük çaba sarf etmişler. Bu çabayı gösterirken de “herkesin” bu sanatlarla meşgul olabileceği kanaatini oluşturmuşlar. Evet, herkes sanatla uğraşabilir, kimseye yasak koyamazsınız ama “sanatçı” söz konusu olduğunda devreye başka şeyler giriyor. Meselâ tasarım, meselâ yaratıcılık, belki de en önemlisi duygu ve duygu aktarımı giriyor devreye. Önce siz hissedeceksiniz ve sonra o hissettiğinizi karşı tarafa aktarabileceksiniz ki sanatçıdan bahsedebilesiniz. Sadece teknik uygulamaların mükemmel olmasıyla bu çizgiyi yakalayamazsınız. Burada varacağınız son nokta kuru bir zanaat performansından ibaret olur. Muhatabınızı üç saniye tutabilirsiniz bu yöntemle ve dördüncü saniyede sorulacak “-Eee?” sorusuna cevabınız olmaz. Hâlbuki duygu geçişini başarmış bir eserin muhatabı da artık o eserin seyircisi değil, paydaşıdır. Onunla birlikte yaşar. Kafaların karıştığı nokta üç aşamalı bir seyir gösterdi bence. İlk olarak meslek edindirme kursları eliyle herkesin bu sanatlarla uğraşabileceği algısı oluşturuldu ki bu doğruydu. İkinci adım, bu yola adım atan herkesin yaptığı çalışmalar sanat eseri sayılmaya
başlandı ki bunun için erkendi Ve nihayet üçüncü adım, bu faaliyeti yapanların da sanatçı kategorisinde değerlendirilmesi kabul görür oldu ki bu da yanlıştı. Popüler kültür elemanı olarak belki de en sona alınması gereken Klasik Sanatlar alanı bu anlayıştan çok zarar gördü. Hatta belki de en büyük zararı kendilerine sanatçı, çalışmalarına sanat eseri payesi verilen son halka gördü. Belki aralarındaki muhtemel gelişmelerinin önüne set çekilmiş oldu. Hazindir, bu kurumların kamusal alanda olması sebebiyle de koydukları kurallar sanatın ve sanat eğitiminin temel kriterlerinden önemli addedilir oldu. Bir yıllık kursiyerle bu işin çilesini çeken gerçek sanatçılar aynı kefede ve yaptıkları yıllık eser sayısıyla kıyaslanınca işin şirazesi kaydı. Bu hengâmede gerçek sanat erbabı da mevcut çığırtkan ortamda görünür olmaktan geri durmayı tercih etti. Sonuç olarak magazinleşmemesi gereken gerçek sanat alanı, popüler taklitlerle işgale uğradı. Taşlar yerine elbette oturur ama bu kafa karışıklığı ile ciddi zaman kaybına mal olur. Bakın bugün dünya üzerinde bu sanatlarla ilgili söz sahibi ülkeler arasında biz batılı ülkelerin de olduğu üst sıralarda değil, maalesef gerilerdeyiz. Bu işler sadece kurs açıp kursiyer yetiştirmeyle hallolmuyor. Klasik Sanatlar başlığı altında zikredilen tezhip, ebru, minyatür ve hat disiplinlerinin birbirleriyle ilişkisinin bir hiyerarşi, bir ast-üst, bir asıl-yardımcı mantığıyla değerlendirilmesi ve tabirimi mazur görün, “dövüştürülmesi” konusuna bakışınızı merak ediyorum. Ben de kendi içimde çok tartıştım, kavga ettim ama geldiğim noktada şunu söyleyebilirim; bir şeyi şiddetle savunuyor ya da o şeye pervasızca saldırıyorsanız o konuda zayıfsınız ve onu içselleştirememişsiniz demektir. Hâlbuki savunulmaya ihtiyacı olmayan sanatlar bunlar. Biz bu çağda ortaya tezhibi, minyatürü, hattı koyup yanına da ebruyu ekledik ve birbirleriyle mukayeseye, rekabete soktuk. Evlatlarını karşına koyup öncelik-sonralık-üstünlük sıralaması kadar tuhaftı bu çünkü aynı bütünün parçaları; aynı kültürün, aynı sanat dilinin farklı unsurlarıydı bunlar. Hepsi kendine has ve biricikti. Bu sanatların tamamını Kitap Sanatları çatısı altına koyup, niyeyse orada dövüştürdük. Dokunulmaz alanlar oluşturup, bu sanatları kutsamak; geleneksel üretim süreçlerini tabulaştırmak asıl olan eser-sanatçı birlikteliğini gölgeledi. Merkeze bir sanatı koyup, diğer sanatları yardımcı unsurlar olarak görmek, bazı
uygulama alanlarında haklı gibi görünse de genel resme baktığınızda son derece sığ ve eksik bir tespit. Tam da bu noktada söylemeliyim ki; “Geleneksel Türk Sanatları” kurgusunu bence yeniden ele alma vakti de geldi artık. Geleneği olmayan herhangi bir sanat düşünülebilir mi? Her biri sanatsal rüştünü ispatlamış bu disiplinlerin ‘sanat’ çatısının dışında bir başka alt başlığa ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Tezhibin, minyatürün veya hattın ayrı disiplinler olarak yeniden ele alınıp objektif bir gözle değerlendirilmesi gerekmekte. Bu kıyasçı, haksız rekabete sokucu, algıda sakatlayıcı kurgunun ancak böyle düzeleceği kanaatindeyim. Bu disiplinler her ne kadar aynı ailenin çocukları olsalar da ayrı ayrı hayat sürme haklarını çoktan elde etmeliydiler. Her birinin eğitimi bir ömür gerektiren bu sanat dallarının hepsini birden hem de birkaç senede öğrenmeöğretme çabası gerçeklikten uzak bence. Zaman zaman temas ettikleri, birlikte hareket ettikleri alanlar olması bu sanatların birbirlerinin alanlarını daraltıp, ast-üst, asıl-yardımcı rollerine sokulması sonucuna ulaşırsa ciddi haksızlık olur. Çünkü her biri tamamen bağımsız olarak da hayat sürdükleri alanlara sahip ciddi disiplinler. Buradan sözü tekrar sanatınıza ve tezhibe getirmek isterim. Hat, minyatür ve tezhip içinde anlaşılma hususunda anlaşılması belki de en çok emek isteyen tezhip sanatıdır çünkü soyutlamanın en yoğun kullanımı buradadır desem… Kesinlikle katılırım. Uzun zamandır dile getirdiğim konudur; anlamadığımız için biz tezhibi hep zanaat üzerinden ilerlettik ve 20.yy tezhip üslubunu oluşturamadık. Tezhipte eleştirdiğimiz barok ve rokoko üslubunun dahi aslında bir dili varken içinde yaşadığımız çağın üslubunu oluşturmuş değiliz. Yaptığımız; zanaat üzerinden çokça taklit yapmaktan ibaret ve bunun farkında olmamak da belki problemin kendisinden bile dramatik. Sanatı temiz-kirli, çapaklı-çapaksız gibi zanaat jargonuyla değerlendirmek sadece sanatın yok edilmesine yarar. “Bu dönemin fırçası, klasik dönemden daha iyi; daha temiz çalışıyoruz!”, şeklinde ifadelerle günümüzü daha ilerde görmek gibi şuursuz cümlelerin kurulabildiği bir ortamda sanatın ilerleyip sanatçının iltifat-marifet münasebeti içinde olmasını beklemek bir boş hayalden ibarettir. Sert gelebilir ama durum bu! Bazen gerçekleri hakkı olan sertlikte söylemek en doğrusu galiba, teşekkürler Gülnihal Hocam. 87
ŞEHRİN UYKULARINI
KAÇIRACAK SÖZLERİM
Batının bitpazarlarından ithal edilmiş bu elbiselerle bir yere varılamayacağını belirten Cemil Meriç hoca-öğretmen ve öğrenci-talebe tercihine şu keskin ifadelerle değerlendirir : “Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin bir kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir, isteyen, arayan, susayan”. ( Bu Ülke s.86) İmdat AKKOYUN
ünya yirmi dokuz buhranını geçireli tam altı yıl olmuştu. Babam beş yaşının güzelliğini sürüyordu. Henüz yoksulluk ve yetimlik bir kâbus olup çökmemişti üzerine. Muhtemelen evimizin önündeki kuru dal da kurumamıştı o vakitler. Ve kuşlar ihtimal kuru dallarına değil, yemyeşil yapraklarının arasına yapıyorlardı yuvalarını. O ise Filistinli bir ailenin Hristiyan bir çocuğu olarak açıyordu aynı yıl dünyaya gözlerini. İkisi de varsıl ailelerin çocukları olsalar da sürgünlük ortak kaderleri yazılacaktı alınlarına. Biri on yedi yaşında doğduğu topraklardan Amerika yollarına düşerken, diğeri tarumar edilmiş bir varsıllığın içinden çobanlığın yollarına düşecekti. Birinci paylaşım savaşı bitmiş gibi görünse de henüz taşlar yerine oturmamıştı. Çakallar ve kurtlar nasiplerine düşürülene henüz razı değillerdi. Bunun için ikinci paylaşım savaşını bekleyeceklerdi. Edward W. Sait’ten bahsediyorum. Fikrin hür iradesi. Kalemin cesur hali. “Zulüm bizdense, ben bizden değilim” diyebilmiş o cesur kalem. 1935 yılında Kudüs’te doğmuş, Kahire’deki eğitim sürecinden sonra ömrünün kahir ekseriyetini Amerika’da geçirmiş o cesur kalem. Batı birçok yönüyle Filistin zulmüne destek verirken ve FKÖ örgütünü terör ilan ederken o sadece yazdıklarıyla yetinmeyip fiilen de orada olduğunu hissettirmek için Filistin Ulusal Konseyine üye olur. Batı artık onu bir terör örgütüne destek vermekle suçlayacaktır bundan sonra hep. Fakat o bunlara aldırmaz, kalemini fikrinin emrine vererek gördüklerini, bildiklerini cesurca haykırmaya devam eder. Ta ki 2003 Aralık ayındaki ebedi sükununa kadar. Batı’yı içeriden eleştiren bu cevval kalem nihayet aynı kaderin garip bir cilvesi mi desem buna bilemiyorum ama babamla yanı yıl ayni 2003 yılında 67 yaşında dünyaya gözlerini yumar. Bir tek farkla ki babam 2003’ün Mayıs ayında ahirete irtihal ederken, o Aralık ayında yumar gözlerini. Babam bizde bıraktığı ulvi hasletleri, derin hatıralarıyla yaşarken aramızda, o yazdıklarıyla dirlik rüzgârları estirmeye devam eder hala. E.Said’in tutumu içerlikli bir eleştiri tutumudur aslında. Zira o hem Batı’yı, Hem de Doğu’yu bizzat görmüş, yaşamış, kılcallarında deveran eden havayı teneffüs etmiş, ruhları yakından tanımış biriydi. Bu yüzden hem sosyolojik, hem psikolojik, tarihsel ve kültürel analizleri yapabilen sıkı bir kalemdi. Dolayısıyla o
sayı//62// eylül
88
bunları yaparken Batı sözüm ona bugün olduğu gibi dün de demokrasi, insan hakları, hak, eşitlik gibi sözlerin altına gizledikleri sömürgeci durumları görmezden gelerek yazmayı tercih etmemişti. O “Doğu” ve “Batı” diye icat edilen hayali yapılar, hele hele ikincil ırklar, Şarklılar, Arik Irk, Zenciler vs. türü ırkçı sözler kurulmasıyla mücadele etmeye çalışmıştır. Ne Doğu’lu, ne Batı’lı. Doğu ve Batı’yı kanatları yaparak uçma derdindedir. Zira Batı’nın oluşturmaya çalıştığı kutuplaşmanın aksine Doğu ve Batı ideolojik karşıtlıklarla ayrılamayacak kadar iç içe geçmiş, içerikleri ve tarihleri birbirine bağımlı, melez bir yapı sergilemektedirler. Elimizdeki kitap onun 1993 yılından itibaren BBC’de yaptığı konferanslarından oluşuyor. 1948 yılında Bertrand Russell’in başlattığı ve ünlü tarihçi Toynbee başta olmak üzere bir çok ünlü ismin “ bu sabah Londra radyosunda…” diye başlayan Ortadoğu’daki çocukluğunun nakaratları arasında artık kendi isminin de olmasından dolayı oldukça heyecanlıdır Edward. Üstelik o yıllarda bu kolay olmadığı gibi, karın ağrılarından dolayı birçok homurdanmalara da göğüs germek demektir. Satükoyu delmek kolay değildir ve üstelik mevcut statüko onu hala öteki olarak lanse etmektedir. Reith Konferansları adı verilen bu konferanslarda onun teması “Entelektüel’in Temsil ettikleri” şeklinde olmuştur. O dönem bu bir takım çevreler yani statükonun kendisince “gayri İngiliz” bulunur. İtirazcı gazeteciler ve yazarlar ve akademisyenler ve yorumcular sık sık “ama o Filistinli” dolayısıyla Batı karşıtı olduğundan dem vurarak sesini kesmeye çalışırlar.
DİLİM SİVRİ ŞEHRİN UYKULARINI KAÇIRACAK BU SÖYLEDİKLERİM.
E. Said bütün bunlara aldırış etmeksizin bu konferanslarda “Etelektüel” kavramını ele almaya çalışır. Aslen iyi bir solcu olmasına rağmen Filistin ve Ortadoğu seslerinden dolayı sağcı lanse edilmesine aldırmaz. Ona göre ne sağcı, ne solcu entelektüel belli bir reçete, slogan, parti çizgisine ya da katı bir dogmaya uygun bir biçimde davranmaya zorlanamayandır. Hangi partiye yakınlıkduyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin, aslen kendini neye bağlı hissederse hissetsin insanlığın çektiği, acı, ıstırap ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından sapmadan yorumlar yapabilendir o. Nabza göre şerbet, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklar, tantanalı dönekler (buna belki ayrı parantez açmak lazım. Zira insanlar bazen dünkü fikirlerini değişen şartlar ve zamanla değiştirdiklerinde çok kolayca suçlanabildikleri bir suçlama aletine dönüşebiliyor bu kavram) ve günah çıkarma törenlerine rağbet entelektüelin kamusal rolüne gölge düşürecektir. DÜZENİN ADAMI DEĞİL, BOZGUNCULUĞU DÜZENLEYEN ADAM.
Bizde Hakk’ın ve Hakikatin sesi olarak telakki ettiğimiz entelektüeli E. Said belli bir zümre ya da kişilere bağlı kalmaksızın oldukça geniş halk kesimlerinin sesleri olmaya bağlar. Kamunun, burjuvazinin olduğu kadar onu asıl kendi kılanının sessiz yığınların sesi olmaklığı. Cemil Meriç’in fildişi kuleler dediği üstencil bakışına o da entelektüeli oradan tutup aşağı fırlatmakla destek verir. Ona göre entelektüelin 89
meselesi kamuoyunu biçimlendiren, onu konformistleştiren, iktidardaki bir avuç çokbilmişe güvenmeye teşvik eden uzmanlar, eş dost gurupları, profesyoneller, düzen adamları değildir. Zira düzen adamında bir çıkarcılık söz konusudur. Oysa entelektüeller şovenist milliyetçiliği, şirketleşmiş düşünce müsveddelerini, sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet imtiyazlarını sorgulayan kişilerin olması gerekir. Modernizmle beraber bizim kült kavramlarımız ardıllaştırılmış, yer yer ötekileştirilmiş ve nihayet unutturulmaya yüz tutturulmuştur. Bunun yerine yeni kavramlar icad edilmiş, yer yer batılı kavramlar ithal edilmiştir. Yüzyılımızda entelektüel kavramı da bunlardan biridir aslında. Dünün uleması, âlimi, hocası, muallimi gitmiş yerine bambaşka kavramlar getirilmiştir. Belki biraz da aydın kavramı dâhildir buna. Hatta bundan on yıl önce hoca yerine “öğretmen” kelimesi salıklanan bir dizi kurgulanmıştı. Ve o dizi diliyle bu hal baya bir yaygınlık kazanmıştı. Dizi işi daha da ileri götürüyor ve “hoca camide, hoca camide” diyerek hocayı camiye hapsediyordu. Aslında camiye hapsedilen sadece hoca değil, dinin kendisiydi. Oysa din hayattır ve her yerdedir. Dolayısıyla dinin anlatıcısı, peygamber varisleri, halifeleri hocalar dinin birer rol-modelleri olarak bir yere değil her yere ve herkese aitti. Ve bu yüzden cami ile sınırlandırılmaları mümkün değillerdi. SÖZÜ SÖYLEMEK KORU AVUÇLAMAK MENENDİNDEDİR.
İmanla cesaret arasında sıkı bir bağ vardır. İman nasıl bir cesaret işi ise inandığını söylemekte o kertede cesaret işidir. Entelektüelin gerçek boyutu işte burada ortaya çıkmaktadır. Firavun’a karşı Musa’nın yaman tavrıdır bu. İktidarın yüzüne karşı gerçekleri haykırabilmek. O bunu söylerken dünyevi hiçbir beklentisi de olamaz. Bu minvalde entelektüel Edward Sait’e göre “belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir.” Bura da aynı zamanda kamu açısından rahatsız edici konumları da omuzlayabilme durumudur. Kamunun gündemine sıkıntı verici sorular getiren, ortodoksi ve dogma üretmektense bunlara karşı çıkan, kolay kolay hükümetlerin veya büyük şirketlerin adamı yapılamayan, görünen kadar görünmeyenleri, varsıl olduğu kadar, ezilmişlerin de haklarını savunandır. Bu demek değil ki salt muhaliftir. Zaman sayı//62// eylül
90
zaman fikirlerinin hükümetler ya da sermaye sahipleriyle örtüşmesi bir eksiklik olarak değerlendirilmemelidir. İNSAN NE YAZARSA KENDİSİNİ YAZAR.
Edward Sait de kendisini yazmıştır bir nevi. Tıpkı kendisi gibi onun entelektüeli de yalnız, marjinal ve yabancıdır. Yüksek mevkilerde, makamlarda gözü yoktur. Yalnızdır zira kalabalıklarda “kendilik” hali bulmak mümkün değildir. Yine böylesi sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü göstermekten daha iyidir. Lafı eveleyip gevelemez. Bizdeki Akif menendi “sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek” nev’inden. Hayır, hayır entelektüel öyle gülme özürlü, asık suratlı, sürekli şikâyet halinde, mızmız ve mısmıl bir insan da değildir ve olmamalıdır da. Bunun örnekleri çoktur. Örneğin Chomsky ve Gore Vidal gibi. Edward entelektüel tanımını ortaya koyarken batının başta Michel Foucault olmak üzere Benda, N. Chomsky, Turgenyev, Joyce,S Stephen Dedalus, Dickens, Eliot, Adorno, Jean Genet gibi yazarların bu konudaki fikilerinden alıntılarla konuşmasını zenginleştirir. E. Sait’in bu konferansların ı konuşmalarını okurken sık sık Cemil Meriç düştü aklıma. Onun kalemi ve fikirleri de bu kadar ve sert ve eleştirmendi. Bu ülke ’den yükselen bir çığlıklar kesti önümü sık sık. Yüksek yazarlar. Meriç de Edward gibi entelektüeli fildişi kulelere yakıştıramaz. Onun bir ruhban sınıf oluşturması da yakışık almaz. Birbirlerini tanımışlar mıydı bilmiyorum. Ya da haberdarlar mıydı yazıp çizdiklerinden bilmiyorum. Fakat bir ruh kardeşlikleri olduklarından dem vurabiliriz sanırım. İkisinin kelimeleri de bir balyoz niteliğinde set vuruyor ve zemine. Ve ikisinin kalemi de bıçkın keskinliğiyle yara yara ilerliyor sağı ve solu. Batının entelektüel ve aydın kavramını 1975 yılında yazdığı “Aydınlık Olmayan Bir Mefhum: Aydın” adlı yazısıyla eleştirmiş C. Meriç. Biz biliyoruz ki kelimeler insanın olduğu gibi insandan müteşekkil medeniyetlerin de aynasıdır. Medeniyetler kelimeler ve kavramlarla varolur. “Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkûmdur.” diyen Meriç şöyle devam eder : “Abdalan-ı rum, ahiyan-i rum, baciyan-ı rum, gaziyan-i rum, dörtgenin kenarları. Devlet-i Aliyye bu sütunlar üzerinde yükseldi. Müesseseler geliştikçe isimler de değişti. Tekamül vahdet’te tenevvü değil midir?
Abdlan-ı rum kollara ayrıldı: alperen, derviş,… sonra: müfti, kadı, fakih, muhakkik, musannıf, şarih, münşi, şair, edip.” Devam eder Meriç. “İçtimai şuurun bu çeşitl temsilcilerini toplayan tek isim:ulema. ULEMANIN ORTAK SIFATI:HOCALIK.
Bir devrin ve bir ümmetin vicdanıdır hoca; ezeli hakikatın, yani İslami dünya görüşünün yayıncısıdır.” Muhtelif ünvanları taşıyan, içtimai şuur temsilcilerinin ortak adı: ulema sınıfının özellikleri şunlardır Cemil Meriç’e göre: Arif, mürşid, veli…aynı burcun yıldızları, İslam’da ilim kudsiyetle halelidir. Alim demek, insan-ı kamil demektir. Fil dişi Kule, Avrupa’nın icadı. Alim praxis’in içindedir, praxis’in yani cihadın. Ne içtimai bir sınıftır, ne içtimai bir sınıfın temsilcisi. Bir ümmetin vicdanıdır.”diye notlar düşer. Aradan birkaç ay geçtikten sonra bir makale daha yayınlar Cemil Meriç. Bu kez aynı makaleyi biraz değiştirerek ve derinleştirerek ve kalemini biraz daha sivrilterek. “Entelektüel: Avrupalı Bir Hayvan.” adıyla yayınlar. Sarsıcı olduğu kadar uyarıcı ve uyandırıcıdır Meriç’in ifadesi. Hatta bununla da yetmez Meriç insanın böğrüne saplar cümleleri. Bu yüzden ve uyanmak mümkün müdür bilmem amma rahatsız olmamak mümkün değildir. Makalenin önceki hallerine, hassaten de giriş cümlelerine bazı eklemeler yapar ve şöyle başlar Meriç: Müfti, kadı, fakih…içtimai şuurun bu çeşitli temsilcileri, hep aynı burcun
yıldızları. Ortak sıfatları: hocalık. Hoca, bir devrin ve ümmetin vicdanı; İslami dünya görüşünün yayıcısı, yani bir mücahid.” Cemil Meriç’in modernimizin silikleştirmeye çalıştığı müfti, kadı, fakih…ve hepsinin ortak sıfatını “hoca”, hocanın da biricik vasfını “mücahid” olarak vurgular. Batının bitpazarlarından ithal edilmiş bu elbiselerle bir yere varılamayacağını belirten Cemil Meriç hoca-öğretmen ve öğrenci-talebe tercihine şu keskin ifadelerle değerlendirir : “Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin bir kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir, isteyen, arayan, susayan”. ( Bu Ülke s.86) Batı damarlarımıza zerk ettiği öldürücü virüslerle önce kelimelerimizi yok etti. Zira kelimeler gittiğinde damarlarından kanı çekilmiş insan gibi medeniyetler de kaybolup gidecekti. Bunu iyi bilen Cemil Meriç gibi üstatlar da toplumu bu konuda teyakkuzda tutmak istemişlerdir. E. Sait’in entelektüel dediği, Meriç’in ise “hoca” dediği aydın öncelikle insan olmak ve insan olmanın farkındalıklarını bilfiil yaşamak ve yaşatmak gayesine düşmüşlerdir. Bunun için bir hak ve hakikat adamı olmak elzemliliği vardır. Ancak bu ruh bir toplumu topyekûn diri tutacaktır.
91
ÇAĞIMIZIN MUS’AB’I
MUSA BANGURA-1-
Cafer cevapladıkça hükümdar sarsıldı. Ve kararını verdi: “Benim ülkemde huzur ve güven içinde yaşayabilirsiniz. Önüme altından dağlar bile koysalar, sizden birine zarar veremem…” Sabri GÜLTEKİN
Görevliler huzura çıkan Müslümanlara Necaşi’ye secde etmelerini söylediğinde onlar: “Biz Allah’tan başkasının önünde secde etmeyiz” dediler.Necaşi’nin bu davranış karşısında, “Siz benim dinime ya da başka bir milletin dinine girmediniz. O halde sizi kavminizden ayıran, onlarla aranızın açılmasına sebep olan din nedir?” diye sordu. Müslümanların adına söz alan Cafer b. Ebi Talip(ra), Peygamber Efendimizin amca oğlu ve ilk Müslümanlardandı. O bu soruya şu muhteşem cevabı verdi: “Ey Hükümdar!.. Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömer, insanlık dışı bütün kötülükleri yapardık. Biz bu halde iken Allah(cc) bizim içimizden asil soylu, güvenilir, iffetli olarak bildiğimiz birini peygamber olarak gönderdi. O, bizi bir olan Allah’a inanmaya ve yalnızca O’na ibadet etmeye çağırdı. Bizi atalarımızın cahiliye adetlerinden ve kötülüklerden kurtardı. Baskı ve zulümler dayanılmaz bir noktaya geldiğinde senin ülkene sığındık...” AFRİKA’DA İSLÂMî DAVETİN İLK MÜRŞİDİ
slâm’ın ilk günleri... Mekke’deki zorlu günlerin çilekeşlerinden birisi de Cafer b. Ebi Talip. Çaresizliğe çare bulmak için muhacirlerle Habeşistan yolunda... Onlara dünyayı dar etmek isteyenler de peşinde... Kureyş’in elçisi olarak Amr b. As, Habeşistan Hükümdarı Necaşi ile görüşecek, Mekke’yi terk etmiş ve bu ülkeye sığınmış Müslümanların sınır dışı edilmesini ve Mekke’ye gönderilmesini isteyecekti. Müslümanlar Habeş Hükümdarı’nın huzuruna çıktıklarında bir tarafta Kureyş elçileri, diğer tarafta ise ellerindeki İncil sayfalarıyla hazır bekleyen din adamları vardı.
Hükümdar sordu, Cafer cevapladı. Cafer cevapladıkça hükümdar sarsıldı. Ve kararını verdi: “Benim ülkemde huzur ve güven içinde yaşayabilirsiniz. Önüme altından dağlar bile koysalar, sizden birine zarar veremem…” Allah ve Rasul’ün düşmanları, çağın Nemrut ve Firavunları zulümde sınır tanımamış; saldırılarını, baskı ve tehditlerini denizlerin ardına, kıtaların ötesine taşımışlardı. Allah yolunda her şeyini terk etmiş, tüm korkuları öldürmüş ve meçhule doğru yola çıkmış muhacirler bir gün gelecek, savaş meydanlarında destanlar yazacaktı. Afrika’da İslâmî davetin ilk mürşidi Cafer b. Ebi Talip idi… İslâmî mücadelenin ilk mimarı... Davetçi kervanıyla bir medeniyet inşa etti. Bir kıvılcımla Afrika’da bir meşale yaktı. Yakılan o meşale hiç sönmedi. Nesilden nesile, çağdan çağa İslâmî davet yürekleri ışıtıp, ısıtıp yankı bulmaya devam etti. EMPERYALİSTLERİN UYKUSUNU KAÇIRAN DAVETÇİLER… Emperyalizmin gezici karakolu “misyonerlik” üzerinden İslâm toplumlarını Hristiyanlaştırma projelerini hayata geçirmek isteyen küresel haydutların başı İngiltere çok uğraştı. Sömürüye maruz kalan, bağımsızlık mücadelesinin lideri ve Kenya’nın ilk Cumhurbaşkanı olan Jomo Kenyatta’nın
sayı//62// eylül
92
şu veciz sözleri her şeyi yalın bir şekilde anlatıyordu: “Onlar geldiklerinde ellerinde İncilleri, bizim elimizde bereketli topraklarımız vardı. Fakat bir zaman sonra baktık ki, onların ellerinde bizim bereketli topraklarımız, bizim elimizde ise sadece onların İncilleri var.” Hint alt kıtasında Müslüman ulema bu sömürü zulmüne karşı sessiz kalmayarak onurlu bir mücadele verdi. 19. yüzyılın ikinci yarısında Rahmetullah el-Hindî İslâm’ın hakikatını savunmaya başlamış ve bunun sonucunda misyonerlere ağır darbeler vurmuştu. Bir de 20. yüzyılda Afrika’da Hristiyanların uykusunu kaçıran bir diğer İslâm davetçisi Ahmet Deedat vardı. Ve onun 2005 yılında vefat etmesiyle birlikte davet bayrağını Zakir Naik’ler ve Musa Bangura’lar taşımaya başladı. “Nice icazetli âlimlerin, diplomalı aydınların başaramadığı yürek fethinin arkasındaki ruhu ve rüzgârı Musa Bangura’nın şahsında görebilmekteyim” diyor “Davet Yolunda Bir Siyah Bir Beyaz” isimli kitabın yazarı Ramazan Kayan., GÖNÜL VE İLİM EHLİ BİR SEYYAH
Ramazan Kayan kim?.. Gönül ve ilim ehli... Seyyar ve seyyah... Sefere susamış hissi hiç kaybolmayan, uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler aşmak fırsatı çıktığında yerinde duramayan bir adam. Kâh imanla yoğrulmuş hasbi yüreklerin arkasına düşen, kâh onların izdüşümlerini gönüllere nakşeden bir davetçi... Kelâm ve kalemliyle kutlu tebliğe hiç fasıla vermeden devam eden...Gönül hanesine misafir olup, fakirleşen ruhlara dokunan... Anadolu Platformu Denetleme Kurulu Başkanı Ramazan Kayan; mütevazılığıyla, ensar ruhlu fıtratıyla, azim ve çalışkanlığıyla çıktığı yolda yaptığı işi sadece Allah için yapan ve Allah’a güvenen, Allah’ın kendisine güvenenleri sevdiğini bilen bir kul. Ramazan hoca, evrenin bir kitap olduğunu bilgisiyle, gezmeyince tekrara düşüp aynı sayfaya takılı kalmak olduğunu yüreğinde taşıyor. Seferin hayat kitabını doğru okumanın eylemi olduğunu, zaferin ise Her Şeyi Yaratan’a ait olduğunu yaşayarak tefekkür ediyor. AŞK, KALBE DÜŞEN EN GÜZEL DUYGU
Fatih Camii’nin cenaze kapısından çıkıp Şehzadebaşı yönüne ilerlerken, en kutlu şifreyle birlikte muhabbetin kapısı açılıyordu. Ayaklarımız Fatih’te yürüyor, fakat biz her adımda tayy-i mekân yapıp Ramazan hocanın mihmandarlığında uçsuz bucaksız coğrafyalara seyahat ediyorduk. Anadolu Platformu’nun Fatih’teki Akasya Eğitim ve Dayanışma Vakfı’nda çaylar söyleniyor, sohbete eşlik
edenler çoğalıyordu. Söz dönüp dolaşıp tebliğe geliyordu. Mesele tebliği olunca Ramazan hocanın heybesinde birikmiş hâtıratlar birer birer çıkmaya başlıyordu. Anlattığı şeyin özeti değil, özü “siyah-beyaz aşk”tı. İnsanın kalbine düşen en güzel duygu, bizi var eden şeye duyduğumuz muhabbettir aşk. Ömür boyu peşinden koştuğumuz, fakat bir türlü vuslatına eremediğimiz aşk. Allah aşkı. Aşk sadece O’na mahsustur, gerisi sevgiden ibarettir. Aşk Allah’a güvenmektir; O’nun kendine güvenenleri çok sevmesidir. DAVET YOLUNDA BİR SİYAH, BİR BEYAZ
Ramazan Kayan hoca, “Davet Yolunda Bir Siyah, Bir Beyaz” isimli kitabında iki yüreğin yürüyüşünü bizimle paylaşıyor. Maskesiz, makyajsız…Yabancılaşmaya direnen, temsil ve tebliğ gücü yüksek iki yürek; Musa Bangura ve Gülseren Gümüş. Donuk ve durağın davet dünyamıza beyaz bir sayfa açan siyah adam; Musa Bangura… Ezberleri bozan bir azim, beşer sınırlarını zorlayan bir mücadele ile umut ve ufuk sunan; Gülseren Gümüş. Âlim, aydın, akademisyen, entelektüel kişilerin sergilemesi gereken hikmet ışığı bu iki kişide tezahür etmiş. İSLÂM DÜNYASININ EN FAKİR ÜLKESİ…
Çağımızın Mus’ab’ı Musa Bangura’nın rol model hayatına dokunalım önce…Bu yaşamdan ibretlik kesitin hikâyesi Mahmut Dönmez’in “Hocam, fakir bir ülkeye bir yetimhane yaptırmak istiyorum” demesiyle başladı. Arakanlı Müslümanların çileli mücadelesi gözlerimizin önünden hiç gitmese de, yolumuz Afrika’ya düştü. Sierra Leone… İsmini ilk defa duyduğum bir ülke…Sefaletin kalbine doğru bir sefere çıktığımızı yolda ilerlerken gördüğümüz manzaralardan anlıyoruz.İslâm dünyasının en fakir ülkesi… Sömürgeden artakalan sadece fitne, iç savaş, sefalet ve zillet…1961’de bağımsızlığına kavuşan ülkede asker olmayı reddetmiş binlerce gencin elleri ve ayakları kesilmiş… Şimdi bile ülkede binlerce elsiz, ayaksız, sakat insanlarla karşılaşabiliyorsunuz... Kara Kıta’nın ortak kaderi hâlâ devam ediyor. Sinmiş ve sömürüye teşne bir ruh hali…Sierra Leone’de ortalama ömür sadece 40 yıl…Burada günü kurtardıysan yarın kaygısı yok…Ülke misyonerlerin kuşatması altında…Yaklaşık 6 milyon nüfusu olan Sierra Leone’nin yüzde 60’ı Müslüman, yüzde 30’u Hristiyan, yüzde 10’u Animist, yerel kabile dinlerinden… Devam edecek.. 93
EDEBİYATIMIZIN PARILDAYAN YILDIZI
EMİNE IŞINSU 1938 yılında Kars’ta doğan yazarımız, Cumhuriyet devri şairlerinden ve yazarlarından rahmetli Halide Nusret Zorlutuna’nın kızıdır. Öğretmen olan annesi ve asker olan babasının görevleri dolayısıyla başta Kars ve Urfa olmak üzere bir çok Anadolu şehrinde dolaşır, insanımızın hem hüznüne hem de neşesine şahit olur. Mehmet Nuri YARDIM
Edebiyatımızda bazı şahsiyetler vardır ki onlar pek ortaya çıkmasalar da, medyada haklarında yazı ve haberler yazılmasa da, sürekli tevazu zırhına bürünseler de okuyucularının gönül tahtına çoktan kurulmuşlardır bile. Emine Işınsu işte bu seçkin, nadir ve nadide romancılarımızdandır. Ankara’da yaşayan sanatkârımız, verdiği eserlerle, çıkardığı dergilerle, yetiştirdiği gençlerle, üstün fikirleri ve idealleriyle bir nesli değil nesilleri yetiştirmiş bir ‘edebiyat ana’dır. 1938 yılında Kars’ta doğan yazarımız, Cumhuriyet devri şairlerinden ve yazarlarından rahmetli Halide Nusret Zorlutuna’nın kızıdır. Öğretmen olan annesi ve asker olan babasının görevleri dolayısıyla başta Kars ve Urfa olmak üzere bir çok Anadolu şehrinde dolaşır, insanımızın hem hüznüne hem de neşesine şahit olur. Gazetelerde yazılar yazan Işınsu, 1969 yılında çıkardığı Ayşe adlı dergiyi daha sonra Töre’ye çevirir. Töre, milliyetçi camianın sevdiği, takip ettiği ve okuduğu seviyeli bir dergi olarak yayın dünyamızı süslemiştir. Benim de ilk gençlik yıllarımda okuduğum Töre, hem sağlam bir düşünce hem de iyi bir edebiyat dergisi olarak temayüz etmiştir. Gençlik yıllarında burslu olarak Amerika’ya giden Emine Işınsu, Prof. Dr. İskender Öksüz ile evlendikten sonra da eşinin görevi dolayısıyla 1981’de Suudi Arabistan’da bulunur. Böylece hem Batı’nın en uç ülkesini, hem de Doğunun mühim bir ülkesini ve insanlarını yakından tanır. Bundan dolayı romanlarında zengin insan profili vardır. İlk kitabı şiirlerinden oluşan İki Nokta’dır ve 1956’da yayınlanır. 1994’te çıkan Bir Gece Yıldızlarla kitabında hikâyelerini bir araya getirir. Tiyatro eserleri ise ikisi de 1967 yılında neşredilen Bir Yürek Satıldı ile Bir Milyon İğne’dir. Romanları Ak Topraklar, Azap Toprakları, Atlı Karınca, Bayram, Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, Bukağı, Canbaz, Cumhuriyet Türküsü, Çiçekler Büyür, Dost Diye Diye, Küçük Dünya, Nisan Yağmuru, Sancı, Tutsak. Emine Işınsu, edebiyata hemen hemen herkes gibi şiirle başlamış, tiyatro ile devam etmiş, arada hikâyeler de yazmış ama daha ziyade romanda istikrarlı bir şekilde karar kılmıştır. Dolayısıyla farklı türleri kullanmış olsa da o öncelikle bir romancıdır. Romanlarını bütünüyle ele aldığımızda sağlam bir dil, tema olarak da belli bir ideal ve ülkü görürüz. Emine Işınsu, çizgisini hiç bir zaman kaybetmemiş,
sayı//62// eylül
94
istikamet üzere yürümüş ve âdeta büyük medeniyetimizin edebiyatımızdaki seçkin seslerinden ve sözcülerinden olmuştur. Roman tekniğini iyi kullanan yazar, insanoğlunun zaaflarını, hafakanlarını, acılarını, hüzünlerini ve psikolojik hâllerini dile getirmiş usta bir kalem erbabıdır. 1980’lerden önce siyasi kutuplaşmaların yoğun olduğu dönemde belili bir çevrede okunmuş ancak insan kıyımı gibi kültürel kıyım da yapan 12 Eylül Darbecilerinin kanlı müdahalesinden sonra Işınsu da eskisi gibi okunmamıştır ne yazık ki. Bugün de lâyık olduğu okuyucu kitlesine ulaştığını söylemek zor. Bu günah hepimizin, bilhassa edebiyat çevrelerinin büyük eksiğidir. Hâlbuki o, giderek durulaşan, enginleşen, geniş ufuklara açılan romanları ile en çok da bugünlerde muhtaç olduğumuz manevi iklime bizi taşıyabilecek sağlam rehberlerdendir. Işınsu, romanlarında sadece Türkiye’de yaşayan insanlarımızı anlatmakla yetinmemiş, Türkiye dışında yaşayan Batı Trakya Türklerini, Bulgaristan Türklerini ve Irak Türkmenlerini de dile getirmiştir. Onların yaşadığı acıları, çektikleri çileleri ve gördükleri işkenceleri gerçekçi bir şekilde tasvir etmiş, devletimizin ve dünyanın dikkatlerini bu insanlık dramlarına çekmiştir. Şüphesiz en büyük hususiyeti ise mensubu olduğu insanların değerlerine, inançlarına, geleneklerine bağlı oluşu ve bu konuda zerre kadar taviz vermemiş olmasıdır. Bugün inançlı, milliyetçi, muhafazakâr ve belirli görevlere gelmiş kişiler arasında Emine Işınsu okuyucusu olmuş pek çok talihli aydınımız vardır. Emine Işınsu ilk romanını nasıl yazdığını şu satırlarla ifade ediyor: “Oturup ilk romanım Küçük Dünya’yı yazdım. Turistik yer olarak Urfa’yı ele almıştım. Üniversite mezunu, çok hassas bir kızın, evlenip Urfa’ya gitmesini ve oradaki yaşantısını hikâye ettim. Kızın iç dünyası ile (ben buna küçük dünya diyordum) Urfa’nın mistik havası arasında bir paralellik kurmuştum... Âdeta cezbe hâlinde yazıyordum, mekân ve zaman mühim değildi benim için, mutfakta çorba karıştırırken, kızım Elif’i bacağımda uyuturken bile yazabiliyordum...” Işınsu yazma sebebini açıklarken bir bakıma yaradılış misyonunu da şöyle ortaya koyuyor: “Niçin yazıyorum?... Çünkü yazmak bilhassa roman yazmak beni mutlu ediyor. Mutlu etmekten de öte, yaşama sebebim oluyor. Şu
dünyaya beni bağlayan, çocuklarımın sağlık ve selâmetinden sonra, roman yazmaktır. Âdeta sebeb-i mevcudiyetim... Allah’ın beni dünyaya roman yazmakla görevli olarak yolladığına, samimiyetle inanırım.” Bir iç aydınlığıdır Emine Işınsu. Yazarken yüreğini ortaya koyduğunu söylüyor bir konuşmasında. Buna şüphe yok. Eserlerindeki “sıcak, samimi ve gerçekçi” ifadeler başka nasıl izah edilebilir ki? 1980’li yıllarda romancımızı Türk Edebiyatı Vakfı’nın o zaman Cağaloğlu’ndaki Yeşilay İşhanı’nda dinlemiştim. Sonra konuşması ile eserleri arasında aynı ruh beraberliğini gördüm. Hiç değişmedi yazarımız, hiç çizgisini değiştirmedi, aksine giderek mükemmelleşti, olgunlaştı, hem teknik bakımdan tekâmül etti, hem de muhteva olarak irtifa kazandı. Yaşayan Türkçenin güzel numünelerini edebiyatımıza kazandırdı. Peki kimin etkisinde kalmıştı edebiyatçımız? Elbette tahmin edilebileceği gibi iyi bir şair ve yazar olan annesi Halide Nusret Zorlutuna’nın tesirinde kalacaktır ve bu da son derece tabiidir. Nitekim kendisi de bunu şu satırlarda izah ediyor: “Yazılarımda, sanıyorum, bir tek annemin tesirinde kaldım, ilk romanınm Küçük Dünya’da, bence bu tesir açıkça görünür... İkinci romanım Azap Toprakları’nda kendi üslûbumu buldum gibi. Bu üslûbun giderek saflaşıp, durulaştığını ve çok aceleci olduunu farketmekteyim, ancak değiştirmek elimden gelmiyor. Yazarken, ‘benden içeri ben’in emrindeyim âdeta, ağzım yarı açık, bir koşu tuturmuş gibi...” Her romancının kendine göre bir roman tarifi vardır. Emine Işınsu’ya göre ise romanın tarifi kısaca “insandır”. Bu iddiasını şöyle açıyor: “Romanın tarifini yapmak gerekseydi, pek kısaca; ‘insandır’ derdim. İnsanın hayat içinde, iç ve dış (manevi ve maddi) macerası... Allah’ın yarattıklarının en şereflisi kıldığı insan, karmaşık bir mahluktur; zaman zaman kafası ile duygu bütünlüğünü sağlamakta zorluk çeker, kendini bilmez, tanıyamaz, bu yüzden kendinden uzaklaşır, kendine yabancılaşır. Özüne yabancı kişi, elbet içinde yaşadığı topluma da yabancıdır, işte bu yabancılık yahut tam aksi, kendini bilen kişinin hayata uyumu, insanın hayat içindeki macerasını yönlendirir.” Emine Işınsu son romanlarında Müslüman Türk’ün ruh kökünü hamur gibi yoğuran ve asırlarca güçlü bir şekilde ayakta
95
sorumluluk ve büyük bir ağırlık hissettim. Fakat aynı zamanda haz içinde, kararlı, sabırlı ve neş’eliydim. Sabır nedir ki?.. Varılacak hedefe doğru, sükûnetle çalışarak yürümek değil mi?.. Allah yardım etti, Yunus’un büyük sabrından bir nebze bahşetti bana. Kendi kaabiliyetim nisbetinde o sabırdan pay aldım, onun sükûn dünyasına girebildim, Yunus’la hâldeş oldum. Bazı zaman acılı, bazı zaman çok neş’eli; tedirgin ama bir taraftan huzurlu ve muhakkak pek kararlı ve şuurlu bir hâldi yine aynı zamanda, hülyâlıydı!.. Yunus’da ilâhî aşkı, Zehra’da beşer aşkını buldum.”
tutan Ahmed Yesevi, Mevlâna, Yunus Emre ve Niyazi Mısrî gibi tasavvuf büyüklerinin ve maneviyat önderlerinin hayatlarını da yazdı, onları romanlarında işledi. Böylece millî duygular aşıladığı okuyucularını manevi hislerle de besledi, donattı. Yazarımızla 2002 yılında bir röportaj yapmıştım. O zaman yeni yayınlanan Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri romanını da konuşmuştuk. “Yunus’ta ilahî aşkı buldum.” demişti. Bu romanı 3,5 yılda tamamlayabildiğini belirten yazarımız, o konuşmada şöyle demişti: “Rahmetli anneciğimin inşadı pek güzeldi. Evde iş yaparken pek çok şairimizin en güzel şiirlerini ezberden okurdu, benim neden öbürlerinden birini değil de, Yunus’u kendime yakın hissedişimin sebebini bilemiyorum, belki bir çocuğun bile gönlüne hitap ettiği için. Evet, kırk yaş dolaylarında Yunus’u romanlaştırmayı çok istemiştim, fakat sonra bunun mümkün olamayacağını gördüm. O sıralarda içim gelgitlerle pek dalgalıydı. Memleketimizde bir solsağ çatışması vardı, acı vardı, anaların göz yaşı vardı. Aşırı üzüntüler içindeydim. O gönülle Yunus’a ulaşabilmek, onunla hâlleşebilmek olamadı. Yeteri derecede bir ruhî olgunluğa erişemediğimi de düşünüyordum. Ve derken bir gün, bir arkadaşla sohbet ederken; içimden geldi, dudaklarım söyledi; ‘Artık Yunus’u yazacağım’ dedim. Dudaklarımdan çıkanı kulağım işitince, birden yüreğimde derin bir sayı//62// eylül
96
Işınsu, milletimizin asırlardır Yunus’a gösterdiği ortak sevginin temelinde, “Onun Allah’a, insana, tabiata gösterdiği, son derece samimi, dürüst, pırıl pırıl, şeffaf, tükenmeyen bir pınar gibi hayat kaynağı olan bu aşk terennümü” olduğunun altını çiziyor. Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Mevlâna gibi abide şahsiyetlerin edebiyatımızda ve sanatımızda yeterince işlenip işlenmediğine dair soruma şu cevabı almıştım: “Onlar için ne yapsak az olur, kifâyetsiz olur. Bu açıdan bakınca yeterince işlenmediği kanaatindeyim. Bence sadece Türkiye’de değil, bizimle beraber diğer ülkelerden de ilim adamlarının, romancıların, yayıncıların, filmcilerin bu ‘abide şahsiyetleri’ araştırmaları, kendi gönül süzgeçlerinden geçirerek bütün dünyaya anlatmalarını isterim.” Kadir kıymet bilen bazı müesseleler, muhtelif zamanlarda Emine Işınsu’ya ödüller verdi. Ama kanaatimce bu gençliğe, bu aziz millete asıl mükâfatı, o eserleriyle vermiştir. Muhterem yazarımıza Cenab-ı Allah’tan sağlıklı, bereketli, huzurlu ve hayırlı bir ömür diliyorum. Yazımızı merhume Halide Nusret Zorlutuna’nın kızı Emine Işınsu’ya yazdığı ve 1982 yılı Aralık ayında Töre dergisinin “Edebiyatımızda Işınsu” özel sayısında neşredilen “Kızım Işınsu İçin” şiiri ile tamamlayalım: “Işın kızım sana, oyuncak diye, / Gökten yıldızları, deresim gelir. / Güneşleri verip sana hediye, / Bahârı yoluna seresim gelir. // Senden birer parça, göl, deniz, dere, / Güzelliğin vurmuş sanki her yere, / Ayın ışığını sarıp güllere, / Başına bir çelenk öresim gelir. // Şakrak kahkahanla uçar her hüzün, / Erir ve dağılır sisleri güzün, / Ömrümün bahârı, ışıklı yüzün; / Bir saat görmesem, göresim gelir. // Sesin bir rüzgârdır, tatlı ve serin, / Gönlümdeki mâbet senin eserin. / Ruhuma gülerken güzel gözlerin, / Göklerdeki sırra, eresim gelir.”