Biz’den…
‟Mutluluk, Kendine Yeter Olmaktır.” Yurdum… Ağladığım senin içindir! Güldüğüm senin için; Öpüp başıma koyduğum Ekmek gibisin! Cahit Külebi Bizim ülkemizde; Vatan, Devlet, Millet ve Bayrak duyguları kişilerde sonradan oluşmaz.. Doğuştan itibaren aileden başlar atadan dededen gelen ruhla Şehirlerimizde inkişaf eder.. Şehirlerimizde bizim insanımızla hemhal olursunuz, Bayrağımızı gönderde görürsünüz duygulanırsınız, kahvelerde evlerde radyolarda müziğimizi dinlersiniz türkülerimizi duyarsınız moraliniz düzelir yada ruhunuzu size anlatır ..Evde anne yemeği yerken damak tadınız oluşur, tarihten gelen yemeklerimizin çeşitlerine anne eli değince sanki vatanımın tadına varırsınız.. Milli bayramlarda askerî resmi geçitlerde askerimizi görünce göğsümüz kabarır.. Göklerde Türk yıldızlarını görürsünüz sınır ötesinde askerlerimizin kahramanlıklarını duyarsınız Devletimizin varlığını hisseder ve titrersiniz.. Bu topraklar vatan toprağımızdır, ata toprağımızdır, Bu topraklarda ecdadın emanetlerine, eserlerine, kültürüne, mimarisine sahip çıkarsanız, Bu topraklara ata tohumları ekerseniz millet olduğunuzu kanıtlarsınız.. Dilimizi yaşatırsanız, inancımızı yaşarsanız vatan ve millet kavramlarını idrak etmişsiniz demektir.. Dilimizi iyi konuşamayan insanların çevresi ile uyumu yetersizdir.. Bu insanlar kendini ifadeden acizdir, aile huzurları yoktur kavgaya her an meyillidirler ,zira karşılıklı anlaşma- uyuşma için derdini anlatacak bir dil gereklidir.. Türkçeyi iyi konuşup yazamayan kişilerin bir başka dili öğrenmesi de zordur.. Seksen milyondan fazla insanımızı İstiklal Marşımız ayağa kaldırıyorsa, Minarelerden ezan sesleri duyulunca diğer sesler susuyorsa, Bu topraklar için şehit olan vatan evlatlarının mezarlarında dualar okunuyorsa bu vatanın sahiplerinin şuurlu olduğunu anlarsınız… Çocuklarımıza; Kültürümüzü tanıtmak, milli manevi duygu ve bilgilerle donatmak ana babalar ve öğretmenler için birinci derecede sorumluluktur… Çocuklarımızın eğitiminde sadece okul değil, hayat mektebi de gereklidir ve çok önemlidir.. Bu konuda iyi bir çevre iyi arkadaşlar ,iyi komşular, estetik yapılar ve güzel şehirler gereklidir.. Çocuklar mutlu ortamlarda yetişirse mutlu olurlar ve mutlu şehirler oluşur.. Farabi, ”Mutluluk, kendine yeter olmaktır.” der.. Mutlu olmalarını istiyorsak çocuklarımıza, Kitap okumayı ,okutmayı görev bilmeliyiz.. Kitabın medeniyet tarihindeki uzun bir macerası var elbette. Her çocuğun sahip olduğu İlk kitap önemlidir, bu nedenle çocuğa ilk kitabı alırken iyi bir kitap seçmeliyiz.. Kültürümüzü taşıyan her sanat, çocuklarımızın ve gençlerimizin ilgi duyması ve aktif olarak faaliyet göstermesi
gereken alanlardır.. Becerisi oldukları her konuda çocukların, baskı görmeden ilgilenmelerine müsaade edilmeli ve destek olunmalıdır.. Ülkemizin geleceği , milletimizin huzuru ve refahı; çocuklarımızın ve gençlerimizin huzurlu ve mutlu ortamlarda özgürce ilme ve sanata yönlenmeleri ile ve bu konuda destek görmeleri ile sağlanır.. İlme uzak duran İnancını bilmeyen, insanlığını da kaybeder.. ”Ateş yakmadan, Su akmadan, güneş doğmadan, çiçek açmadan, karınca çalışmadan edemez…Ya insan? İnsan olduğunu düşünmeden nasıl yaşar..” diyor üstad M. Said Çekmegil.. bundan yola çıkarak insan, insanlığını kaybederse ona halâ insan gözüyle nasıl insan diye bakılır… Aramızda insanlığını yaşar gibi gezenler vardır mutlaka… Bu ülkede gördüklerini yalansız , sadece doğruları yazanlar ve konuşanların sayısı çok olmalı ki bunlar okunmalı.. Millete doğruları anlatan münevverler olmalı, sözüne güvenilir vatanına bağlı milletine bayrağına devletine bağlı gazeteciler ve yazarların sayısı çok olmalı.. Gençler bu insanlardan ilham almalı, menfaat hırsıyla kavga içinde olan yazar ve gazetecilerden uzak durulmalı.. Aralık ayı içinde hem doğum hem de vefat tarihlerinde rahmetle ve özlemle andığımız büyük şairimiz Mehmet Akif Ersoy büyüğümüzün dediği gibi; “Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim / İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.” İfadesi , ilkeli bir şairin bize örnek sözleridir.. Vatan sevgisi millet aşkı ile yanan şairimiz, bütün mısralarında bizlere öğüt verir.. Bir başka şiirinde Nevruz’a öğüt verirken Tüm Türk gençlerine seslenmektedir ; “İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum Nevruz? Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit iş de gerek. Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme; Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek.” Çok okuyan, İlimde ve teknikte sınırları aşan bilgilere ulaşan, sanatı şiiri musikiyi seven, çok kitap okuyan, çok çalışan , vatanına milletine devletine bayrağına, dinine bağlı, dilini iyi kullanan,Dedesi Mehmet Akif’in tavsiyelerini idrak eden bir gençlik hayalimizdir… Şehir ve Kültür dergimiz, bir yılı daha geride bırakırken saçımızı taradık gravatımızı taktık yeni bir sayı ile tekrar huzurunuza geldik.. Yeni yılda yeni bir sayıda daha buluşmak dileğimizdir.. Hz. Mevlânâ der ki; ”Öz dilinden ayrı kalmış kimseler, Yüz lisan, yüz nağme bilmişken, susar! “ “Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza..”
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 ISSIK GÖL YERYÜZÜNÜN GÖKYÜZÜNE BAKAN GÖZÜ
Abdulhamit AVŞAR
9
18
DERSAADETTE BiR PAYİTAHT -I-
Mehmet Kâmil BERSE
DÜRÜSTLÜKTE YARIŞANLAR
SINIR TANIMAZLAR
Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN
10 14
TiRAN EDHEM BEY CAMii
Dr. M. Sinan GENİM
22
HÜZNÜN BiR BAŞKA ADRESi
DOĞU TÜRKiSTAN -IMuhsin DURAN
32 TOKYO
IŞIKLAR, RENKLER VE KALABALIKLAR ŞEHRi
DR. Kenan BÖLÜKBAŞ
KURŞUNLU CAMii’NiN KUTSAL EMANETLERi Dr.Mimar Kâmil UĞURLU
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak
40
SUDAK'TA CENEViZ KALESi
Doç.Dr. Svetlana KERiMOVA
Sanat, Kültür / Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
17 BİZİM ŞEHİRLERİMİZDE SÖMÜRGE LEKESİ YOKTUR!/ Muhsin İlyas SUBAŞI 24 FETHİN RÜYASININ GÖRÜLDÜĞÜ ŞEHİR: MANİSA / Mehmet MAZAK 26 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ: YANYA, DEDEAĞAÇ, KAVALA, İSKEÇE / Hüseyin YÜRÜK
44
30 DENİZSİZ BİR DENİZ ŞEHRİ: DENİZLİ / Fahri TUNA
KARiYE CAMii
Y. Mimar: Cem ERiŞ
36 İSTANBUL’UN KİLİDİ / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 39 KARADENİZ GÜZELLEMESİ -şiir- / Kâmil UĞURLU 43 CINGAR ÇIKARMIŞTIK / Erbay KÜCET 48 İSTANBUL’UN GİTGİDE KAYBOLAN RUHU / Dr. Şakir DİCLEHAN 50 DENİZLİ’NİN ADIM ADIM YOLLARI / Mustafa UÇURUM 52 MERHUM HOCAM AHMET HALUK DURSUN’A MESELE İYİ İNSAN OLMAKTA/ Doğan GÜNGÖR
56
YAŞAYAN HAZiNELER Recep GARİP
55 RADYO TİYATROSU / İbrahim BAŞER 58 ŞEHİR VE DİL / Mehmet KURTOĞLU 63 ŞEHİRDEKİ KÖYLER / Ali BAL 64 ŞEHİR SOHBETLERİ 24: KASABA / AHMET NARİNOĞLU 68 TÜRKÜLERİN DÜNYASINDABİR ŞEHİR: ERZURUM -II- / İsmail BİNGÖL 70 MÜZELER ŞEHRİ GAZİANTEP –III- / Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN 72 MARAŞ’TA İLK GAZETE: AMÂL-İ MİLLİYE / Serdar YAKAR
60
KUDÜS'TEN
75 GAZİ İBRAHİM TEVFİK ÇIRAKMAN GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUP / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN
Nurettin TAŞKESEN
76 ANTAKYA HABİB-İ NECCAR PANORAMA MÜZESİNE DOĞRU! / Salih DOĞAN
KURTUBA'YA
79 ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ RUH HALLERİNİN İLMİ / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 80 İNTİHARLAR NEDEN ÇOĞALIYOR? / Yay. Haz.: Prof. Dr. Adem EFE 83 ŞEHİR VE ÖLÜM / Mehmet BAŞ 86 ALİ YAKUP CENÇİLER HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ-II- / Mustafa ATALAR
84
88 SABRİ F. ÜLGENER’İN DÜŞÜNCESİNDE TASAVVUF VE KAPİTALİZM-2- / Nuh Muaz KAPAN TÜRK SiNEMASINiN BiLGE YÖNETMENi:
METiN ERKSAN Hüseyin MOViT
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
90 MİLLÎ KÜLTÜRÜMÜZÜN SESİ SALİH TUĞ / Mehmet Nuri YARDIM 92 ÇAĞIMIZIN MUS’AB’I MUSA BANGURA-3- / Sabri GÜLTEKİN 92 KUM RENGİNDE İKİ BAŞLI GÜMÜŞ KARTAL YUVASI / Münir BALICA Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com Kapak Fotoğrafı: Kariye Camii Fatih / İstanbul
tayurt topraklarında en çok görmek istediğim yerlerden biri Issık Göl’dü. Kırgızistan’a her gidişimde çok arzu etmeme rağmen dillere destan bu gölü görmeye bir türlü imkân bulamamıştım. Meğer görmek resmi bir programa nasip imiş!
YERYÜZÜNÜN GÖKYÜZÜNE BAKAN GÖZÜ:
ISSIK GÖL
“Ey Issık Göl, yeryüzünün gökyüzüne bakan gözü! Sana sesleniyorum ey suları buz tutmayan göl!” Cengiz Aytmatov Abdulhamit AVŞAR*
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//65// aralık
4
Yaz başlarında, Kırgızistan Cumhurbaşkanlığı’nın daveti ile Şanhay İşbirliği Örgütü Medya Forumu’na TRT adına katılmak üzere bu ülkeye gitmiştim. Etkinlik kapsamında Issık Göl gezisi olduğunu öğrenmek ise benim için gerçek bir sürpriz oldu. Bu harikulâde tabiat güzelliği, ülkenin kuzeyinde, Kazakistan sınırında yer alıyor. Karayoluyla başkent Bişkek’ten 3-4 saatlik uzaklıkta. Issık Göl, adı tüm Türk dünyasında farklı bir heyecan uyandıran bir başka güzelliğin, Tanrı Dağları’nın Kırgızistan uzantısı üzerinde yer alıyor. Yaklaşık 1600 metrelik bir rakıma sahip. Buzullar ülkesi Kırgızistan’ı dört bir taraftan kuşatmış yüksek dağların daha aşağı eteklerinde bulunan göller bile, kışın o amansız soğuklarında buz tutarken, Issık Göl’ün suları 365 gün dalgalanmayı sürdürüyor. Adı da buradan geliyor zaten, “Issık” yani “Sıcak” göl… Göl, 120’ye yakın akarsunun yanı sıra yer altında bulunan çok sayıda sıcak su kaynağından besleniyor. (Konu açılmışken, Türkiye Türkçesinde “ıssık” kelimesinin, “ısınmak” fiilinde halen yaşadığının da altını çizelim. Bilindiği üzere, “sıcak” kelimesi de, kimi yörelerimizde “ısıcak” olarak telaffuz edilir.) Bunun dışında, bu ihtişamlı gölü, dünyadaki diğer göllerden ayrı kılan birçok özelliği daha var. Mesela, dünyadaki tüm denizlere en uzak noktada bulunan göl olma unvanı taşıyor. Yani, bu anlamda benzeri yok. Aynı zamanda yeryüzünün en büyük ikinci dağ gölü, derinlikte ise beşinci sırada. Yine, Hazar’dan sonra elinden tuttuğu, en tuzlu ikinci göl olma unvanıyla da on binlerce benzerinden ayrılıyor. Göl, 82 kilometre uzunluk, 60 kilometre genişliğe sahip. 6.236 km2'lik bir alanı kaplayan gölün en derin yeri 688 metre iken, ortalama derinliği 278 metre, kıyılarının toplam uzunluğu ise 988 kilometredir. Yani, TürkiyeSuriye sınırından daha fazla. Yer üstünden 120 civarında akarsu ile beslenirken, gölün altında da çok sayıda termal kaynak bulunuyor. Göl sularının bir başka kaynağı ise uzun kış ayları boyunca yağan karın erimesiyle ortaya çıkan
sular. Issık Göl’ün çevresi tarih boyunca hep önemli bir yerleşim yeri olagelmiş. Öyle ki, göl sularının altında 2500 yıllık öncesine ait bir şehir kalıntısının var olduğu söyleniyor. Anlatıldığına göre, su seviyesi, bir zamanlar bugünkünden 8 metre daha aşağıdaymış. Zamanla sular yükselmiş ve çevresine kurulu ileri medeniyet seviyesine sahip bu şehir altında bırakmış. Zaman zaman dergimizde yer alan yazılarımızda da dile getirmeye çalıştığımız gibi, bizim Türkistan (Orta Asya) coğrafyasına bakışımız “göçebe halk” bakışıdır ve oryantalist kökenlidir. Oysa bu coğrafya, kadim zamanlardan beri önemli yerleşimlere beşiklik etmiş bir medeniyet havzasıdır. İki yüzyıla yakın süren Rus Çarlığı ve Sovyet işgal dönemleri sona erip, 20.yüzyıl sonlarında ülkeler bağımsızlıklarını elde ettikten sonra yapılan araştırmalar bu gerçeği tüm açıklığıyla teyit eder mahiyettedir. Kazılarla, “bozkır”ın her köşesinden yerleşik düzene ait buluntular ortaya çıkarılmakta, bugün bile hayranlık uyandıran uygarlık eserleri keşfedilmektedir. Sanırım, Türklerin “cihan hâkimiyeti mefkûresi”ni gerçekleştirebilmek adına yaşadıkları hareketli hayat, onların “göçebe” olarak adlandırılması/ kabul edilmesi neticesi doğurmuş; bu ise bizlere, akın/talanlarla hayat idame eden, evleri/ barkları olmayan halk algısıyla sunulmuş ve zihinlerimize böyle yerleştirilmiştir. Oysa ortaya çıkarılan milattan binlerce yıl öncesine ait “altın elbiseli adam”lar, Yesik
Kurganı’nda bulunan tabaktaki yazı, “Pazırık halısı” gibi olağanüstü zengin sanat eserleri bir yana, kadim zamanlara ait mezar taşları bile Türkistan coğrafyasındaki yerleşik hayat hakkında bize pek çok bilgi verir. Meselâ, geçen aylarda, Kazakistan’da bulunan Hun Türklerine ait devasa bir mezarlığa gitmiştim. Göz alabildiğine geniş bir alana yayılmış yüzlerce mezar bulunuyordu. Aradan geçen 2 bin yıldan fazla zaman boyunca toprağın altında kalanları hesap bile etmiyorum. Mezarların en önemli özelliği ise taştan yapılmış olmalarıydı. Bir kısmı da bugünkü kümbet/ türbe mimarisinin ilk örnekleri olan “kurgan” formunda inşa edilmişlerdi. Şimdi bölgedeki bu kadar çok sayıda taştan yapılmış mezar/ anıtmezar, konar-göçer bir halkın yapabileceği bir şey midir? Göçebe, yaşadığı yeri geçici görür. Ölenler, bir daha kabirleri görülemeyecek kişilerdir. Dolayısıyla, toprağa gömülür ve sadece hafızalarda diri tutulurlar. Oysa “mezar yapma” geleneği, orada yaşama, toprağa sahip çıkma iradesinin bir tezahürüdür, yaşadığı yeri “vatanlaştırma” gayretidir. Ve bunu ancak, bir bölgede devamlı yaşayanlar başarabilir. Hele ki, yukarıda sözünü ettiğim Hun mezarlığı örneğinde olduğu gibi, aynı alanda yüzlerce mezar varsa ve bu mezarlar taşı bile olmayan bir bölgeye uzaktan taşınan taşlarla ve bu taşlar işlenerek yapılmışlarsa, orada göçebelikten söz etmek doğrusu çok sathi bir yaklaşım olmaz mı? Issık Göl’e dönersek!.. 5
Burası, bizim kaybettiğimiz/unuttuğumuz kadim medeniyet izlerini hatırlatan/yaşatan yerlerden birisidir. Bunu hem gölün etrafındaki eski yerleşim yerleri hem de yer adlarından anlamak mümkündür. Meselâ, Bişkek’ten geliş yönünde, Issık Göl kenarında yer alan yerleşim yerinin adı “Balıkçı”dır. Eski zamanlardan beri burada balık ticareti yapılıyordu ve bu amaçla gölün etrafında bir yerleşim yeri oluşturulmuş ve bunu anlatan bir ad verilmişti. Balıkçı!.. Ne kadar Türkiye Türkçesi bir kelime değil mi? Kırgızistan ve diğer tüm Türk coğrafyasında dolaşırken, tüm Türklerin yer adı verme geleneklerinin birbirlerine ne kadar benzediklerine bir kez daha şahit oluyorsunuz. “Balıkçı” da böyle konulmuş bir yer adı. Bugün bile birçok endemik balık türünün yaşadığı Issık Göl, özellikle bir zamanlar, çok sayıda balık türü barındırıyormuş. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da aşırı avlanma, balık zenginliğini tüketmiş ve birçoğunun neslinin yok olmasına yol açmış. Ama bu haliyle bile oldukça farklı çeşit balıklar halen yaşamaya devam ediyor. Gölün, altın sarısı ışıldayan sularının 40 metre derinliğinde bile balıkların yüzdüğü söyleniyor. Bu balık türlerinin bir kısmını şehrin çıkışında yol kenarlarına dizilmiş balık tezgâhlarında görmek mümkün. Çatma tahtalarla yapılmış ve satıcılarının genellikle kadınlar olduğu buralarda balıklar kurutulmuş olarak da satılıyor. “Kurutulmuş” derken, yine tezgâhlarda müşterilere sunulan “kurut”lardan söz etmemek de olmaz elbette. Evet, Orta Asya Türkçesi’nde de süt ürünlerinin kurutulmasıyla elde edilen azığa “kurut” denilmektedir. Kırgızistan’da üretilen kurutlar ise oldukça meşhur ve ülke dışından da yoğun talep olduğu ifade ediliyor. Bizim kafileden Orta Asya coğrafyasından olanların torbalarla kurut alması bunu ispatlıyor zaten. Biz de, kurutların lezzetini tatmadan geçmedik elbette… Bişkek’ten Issık Göl’e doğru giderken, benim açımdan ilk sürpriz, yolun iki yanının yemyeşil tarlalarla kaplı olması olmuştu aslında. Kırgızistan, dünyanın en dağlık ülkelerinden birisi. Daha önceki seyahatlerimde gittiğim yerler de genellikle dağlık yerlerdi. Böylesine geniş ve kilometrelerce uzanan ovalar görmemiştim. İçimden, burada yapılacak tarım faaliyetlerinin neredeyse tüm Kırgızistan nüfusunu besleyebilecek miktarda ürün alabileceği düşüncesi geçti. sayı//65// aralık
6
Tabii, kardeş Kırgızistan adına sevindim. Issık Göl’e doğru uzanan alandaki bu verimlilik, tarih boyunca, bu bölgede önemli yerleşim şehirlerin kurulmasına vesile olmuş. Türkiye tarihçiliğinde, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin gölgesinde kalan Karahanlılara ait Balasagun şehri bunlardan biri. (Oysa Karahanlıları anlamadan Selçukluları, Selçukluları anlamadan Osmanlıları hakkıyla anlamak mümkün değildir, eksikliktir.) Adı, Kutadgu Bilig’in müellifi Yusuf Balasagun’dan dolayı da meşhur olan bu şehir, Karahanlıların ilk başkentiydi. Şehrin ayakta kalabilen kalıntıları Issık Göl yolu üzerinde bulunan Tokmak civarında yer alıyor. Ziyaret için Tokmak şehrine girince sağa dönüp 10 km kadar yol gitmek kâfi. Bu özveriyi gösterenleri, Tanrı Dağları’nın eteklerindeki bu kadim şehrin günümüze gelebilen en görkemli yadigârı “Burana” minaresi karşılar ve tarihin derinliklerine doğru uzun bir yolculuğa çıkarır. (Dergimizde, daha önce, konuyla ilgili “Balasagun: Unutulan Karahanlı Başkenti” adıyla bir yazımız yer almıştı. Tafsilat için oraya bakılabilir.) Balasagun’dan sonra yine iki dağ arasında uzanan ovaların arasından geçerek Issık Göl’e doğru yolculuğa devam ediyorsunuz. Issık Göl’e giden kafilede, Şanhay İşbirliği Örgütü’ne üye, gözlemci üye, dialog üyesi vs. derken 10’dan fazla ülkeden katılımcı vardı. (Türkiye, örgütün dialog üyesidir.) Bizi çok geniş bir bahçenin içinde bulunan villa tipi evlere yerleştirdiler. Her bir müstakil bina, birbirinden 200-300 metre uzaklıkta, yeşillikler arasına inşa edilmişti ve birbirine bitişik 4 villadan oluşuyordu. Bu, oldukça geniş bir alana yayılmış ve içinde nadir pek çok bitki türünün bulunduğu son derece düzenli bahçe, Sovyetler Birliği döneminde kamu yetkilileri için misafirhane olarak inşa edilmiş. -Parti önde gelenlerinin sayfiye yerlerinden biri anlayacağınız-. Bağımsızlıktan sonra ise Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edilmiş ve önemli konukların ağırlandığı, bir kısmında da ücretli olarak konaklanabilecek bir sosyal alana dönüştürülmüş. Issık Göl’e ulaştığımızda öğle saatleri olmuştu. Konaklayacağımız yerlere yerleştikten sonra gölde gezi tertip edileceği söylendi. Benim için çok heyecanlı bir andı doğrusu. Yol boyu uzaktan seyrettiğim Issık Göl ile nihayet tanışacak, sularına dokunacak, esintisinde ferahlayacaktım. Velhasıl, büyük bir heyecanla
göl kıyısına gittim. Her adım atışımda, Cengiz Aytmatov’un farklı hikâyelerindeki Issık Göl anlatımları gözlerimin önüne geliyor ve yüreğim, sanki kayıp bir dosta kavuşmanın heyecanıyla, çarpıyordu. Tahmin edileceği gibi diğer konuklar, gemiyle su üzerinde dolaşma ve kendilerine ikram edilenleri bu emsalsiz manzaranın farkına dahi varmadan tüketme derdinde, eğlenceye dalıp, göle değil birbirlerine bakıp eğlenmeye başladılar. Ben ise geminin kaptan köşküne en yakın bir yer oturdum ve sırtımı eğlenceye dönüp Issık Göl ile sohbet etmeye başladım. Neler anlatmadı ki! Tarihin ilk zamanlarından beri eteğinde yurt kuran hakanlardan, imparatorlardan bahsetti: İskit beyleri, Hun hakanları, Göktürk kağanları, Karahanlı hanları… Kimler konaklamamış ki çevresinde! Sonra, dünyanın her yerinden İpek Yolu’nu takip edip gelen tüccarlar, bitmez tükenmez savaşlardan yorulup gölün şifa veren sularında mola veren askerler, sevinçlerini kıyılarında yaşayan gençler, ihtiyarlar, kızlar, erkekler… Ama 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren dilini bilmediği insanlar etrafında dolaşmaya başlamış… Binlerce yıldır dinleye geldiği at kişnemelerinin yerini korkunç patlama sesleri çıkaran makineler almış... Sonra, sularında yüzmeye başlayanlar da değişmiş. Kendisine hürmetle yanaşan, yüzerken sularını incitmemek için büyük itina gösteren insanların yerini, çıkardıkları bin bir bağırtı-çağırtıyla ürküntü veren ve kabalıkla sularını yaran kalabalıklar almış... Kısacası, son iki asırdan bahsederken hüzün vardı, gölün sözlerinde… Ben de göle, Aytmatov’un Beyaz Gemisi’ndeki Boynuzlu Geyik Ana efsanesini, Momun Dede’yi, Orazkul’u ve de kayıp babasının bir gün beyaz bir gemiyle Issık Göl üzerinde belireceğine ve ona insan başlı balık olarak kavuşacağına inanan çocuğun hikayesini anlattım. Anlatırken bir yandan da, gayr-ı ihtiyari hüzünlendim, gözlerimden yaş taneleri yuvarlanmaya başladı. Bu hal ile birlikte, Issık Göl’ün ortasında seyreden gemide tuhaf bir manzara peyda oluşmuştu. Gemideki herkes kahkaha ile eğlenirken, ben hüzünle gözyaşı döküyordum. Ama gördüm ki, göl de bana eşlik ediyor. Onun da gözlerinden damlalar düşüyor ve bu damlalar esintiyle yükselerek yüzüme çarpıyordu. O an anladım, Aytmatov’un
göle niçin “Yeryüzünün gökyüzüne bakan gözü” dediğini! Yolculuk bitti, gemi kıyıya demirledi, tüm Şanhay İşbirliği Örgütü toplantısı katılımcıları arkalarına bakmadan gölden uzaklaştılar. Ben ise, dünyanın bütün denizlerine bu kadar uzaklıktaki Issık Göl’ün sahiline indim. İncecik, pamuk gibi yumuşak kumlu sahiline serilmiş bir şezlong üzerine kıyafetlerimle uzanarak gölün berrak sularını, kıyıdaki gemi ve evlerin suya yansıyan görüntülerini seyrettim, bir süre daha… Ve Issık Göl ile ilgili Türk mitolojilerini hatırlamaya çalıştım. Bilindiği gibi, her halkın mitolojisinde, efsanevi mekânlar, bir şekilde kişileştirilir, canlı bir varlık haline gelir. Kırgızistan’ın incisi Issık Göl’ün oluşumu hakkında da benzer inanışlar bulunmaktadır. Bunların en çok bilinenlerinden biri, Çolpan Kız efsanesidir. Güzeller güzeli bu kıza, Çolpan adı verilmesi, gökyüzündeki en parlak yıldıza, Venüs’e benzeyen gözleridir. Çolpan Kız, evlilik çağına geldiğinde pek çok talip çıkmaya başlamış. Ancak bunların arasında Ulan ve Santaş’ın kıza olan sevgileri dillere destan hale gelmiş. Ve bu iki yiğit, birbirleri ile Çolpan kız uğruna merhametsiz bir mücadeleye girişmişler. Çolpan, kendisi uğruna gösterilen bu acımasız rekabet karşısında kanlı gözyaşları dökmeye başlamış. O kadar ağlamış ki, akan yaşları birikerek Issık Göl’ü oluşturmuş. Kız da bu gölde kaybolmuş. Bunun üzerine onun için mücadele eden yiğitler de, gölden uzaklaşarak gözden kaybolmuşlar. Ama hasretleri dinmeyince rüzgâr olup Çolpan Kız’ın kaybolduğu sulara doğru esmeye başlamışlar. 7
sayı//65// aralık
8
“Ulan”, doğudan, “Santaş” batıdan esiyormuş. Ve o gün sonra, doğu rüzgârına “Ulan”, batıdan esene de “Santaş” denilmeye başlanmış. Ve iki rüzgâr olan iki yiğit, sevdalarını, gölün bir yerinde kendilerini bekleyen Çolpan Kız’a anlatmaya devam etmişler. (Altını çizelim ki, bizde argo bir kullanım haline gelen “ulan” kelimesi, Kıpçak Türkçesi’nde “yiğit, mert kişi” anlamına gelmektedir. Ve mesela Kazakistan’da “asker” yerine “ulttık ulan (milli yiğit)” sözü kullanılmaktadır.) Diğer yaygın efsane ise, zalim hükümdar anlatısına dayanıyor. Issık Göl bölgesine de hakim olan bu hükümdar, fakir bir aileye mensup ama güzelliğiyle dillere destan olan Çolpan Kız’la evlenmek istemiş. Ama başka bir yiğide gönlünü kaptırmış olan kız, zalim hükümdarın talebini kabul etmemiş. Yaptığı göz boyayıcı birçok vaade rağmen kıza evlenmeyi kabul ettiremeyen hükümdar, onu zorbalıkla ikna etmeye girişmiş. Lakin Çolpan Kız, zalim hükümdarla evlenmektense ölümü yeğlemiş. Bunun üzerine yer ve gök, etraftaki her şey ağlamaya başlamış. O kadar çok gözyaşı dökülmüş ki, bunların birikmesiyle de göl oluşmuş. Gözyaşlarının sıcaklığından dolayı da “Issık” adı verilmiş.
olan Divan-ı Lügati’t-Türk’de de “Isığ Köl” adı ile geçer. Seyahatimizde, Issık Göl’ün kenarındaki iki önemli şehre de gezi planlanmıştı. Ancak, hava şartlarının değişmesi sebebiyle görmek mümkün olmadı. Bunlardan Çolpan Ata, Bişkek-Issık Göl güzergâhında Balıkçı kasabasından sonra yer alan bir şehir. Efsanede kadın adı olarak zikredilen “Çolpan”, burada erkek adı halini almış. Göle giderken, şehrin içinden geçtik ama gezme imkânı bulamadık. Çolpan Ata’da görülmesi gereken iki önemli yer olduğu ifade edildi. Her ikisi açık hava müzesi olan bu yerlerden “Ruh Orda”, beşeriyetin aynı kökten geldiğini anlatmak üzere inşa edilmiş. İçerisinde farklı dinlere ait mabetlerle, tarihte iz bırakmış şahsiyetleri anlatan bölümler bulunuyormuş. Diğer açık hava müzesinde ise binlerce yıllık kaya resim yazılar sergilendiği ifade edildi. Çok istemiştim ama kaldığımız yere uzaklığı ve diğer katılımcıların gönülsüzlüğü sebebiyle kafileden ayrılıp gidemedim. Çolpan Ata’da ilginç bir başka yer de Dünya Göçebe Oyunları’nın gerçekleştirildiği hipodrom ve buraya gitme imkanımız oldu. Bizim için oğlak oyunundan, at üstünde kartalla avcılığa kadar oldukça ilginç sporlar sergilendi. Hipodromun hemen dışında ise, Kırgızistan’ın geleneksel el sanatları ve yiyeceklerinin satıldığı bir sergi alanı vardı, orada alışverişler yaptık, bol bol fotoğraf çekildik. Issık Göl’ün etrafında kurulmuş bir başka önemli şehir de Karakol şehri. Şehrin, özellikle kaplıcaları ile meşhur olduğu söylendi. Adına bakılırsa, zamanında önemli bir askeri garnizon olduğu da söylenebilir. Bunların dışında muhakkak görülmesi gereken yerlerden birinin de Ceti Ögüz (Yedi Öküz) Kanyonu olduğu söylendi. Adını, vadinin girişinde ziyaretçileri karşılayan yan yana dizilmiş öküzlere benzeyen renkli yedi adet tepeden alan vadi, sahip olduğu çam ormanları, buz gibi akan şelaleleri ile de bölgedeki tabiat harikalarından biri imiş. Bu arada, göl kenarındaki yerleşim yerlerinden bir diğerinin adının da “Sarıkamış” olduğunu söyleyelim.
Kız da zaman zaman gölde görünmeye başlamış. Deniliyor ki, Issık Göl’ün üzerindeki dalgalar Çolpan Kız’ın saçlarıdır, kıyısına gidildiğinde duyulan uğultular da onun konuşmaları… Gelen herkese bu yolla, kendisini hatırlatır, hikâyesini anlatırmış… Halk inanışında, güzelliğinden dolayı kıza benzetilen ve onun gözyaşları ile temsil edilen Issık Göl, kadim metinlerde de zikredilen bir göldür. Mesela, Türk dilinin en eski sözlüğü
Issık Göl, bugün, Kırgızistan’ın en önemli turizm merkezlerinin başında geliyor. Özellikle yazın, pek çok yerli ve yabancı turist hem tatilini geçirmek, hem de tedavi amaçlı buraya geliyor. Ama, bana sorarsanız, Issık Göl’e öncelikle ve özellikle onun tarih içinde yaşadıklarını, efsanelerini, halk içindeki sevgisini görmek, şahit olmak için gelmek gerekir; tabii, gelmeden önce de Cengiz Aytmatov’un Issık Göl ile ilgili hikayelerini okumak da!..
Üretim gücünün büyütülmesi, çift yönlü bir süreçtir. Bir ülke, başka bir ülkenin üretim gücüne katkı yapmadan, kendi üretim gücüne katkı yapamaz. Her ülke için yararlı olmayan bir üretim, hiçbir ülke için yararlı olmaz. Dünya barışının güvencesi, siyasal sınırlar değil, ekonomik sınırlardır. Ekonomik sınırları belirleyenlerin başında, bütün ülkelere bir gözle bakan, yararlı ürün, yararlı hizmet ve yararlı bilgi üretmenin, öncüsü ve ustası olan, kurumlar ve kuruluşlar yer alır.
DÜRÜSTLÜKTE YARIŞANLAR
SINIR TANIMAZLAR Her ülke için yararlı olmayan bir üretim, hiçbir ülke için yararlı olmaz. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
lkelerin siyasal sınırları dış politikalarıyla, ekonomik sınırları da iç politikalarıyla çizilir. Ülkelerin dış politikalarında, devletin askeri gücü etkiliyken, iç politikalarında milletin üretim gücü etkilidir. Her ülkenin üretim gücü, siyasal sınırlardan daha çok ekonomik sınırlara dayanır. Siyasal sınırlar istenildiği zaman, istenildiği kadar değiştirilemezler. Buna karşılık ekonomik sınırları sabit değildir, ülkelerin üretim güçlerine göre sürekli değişirler.
*TC.Maltepe Üniversitesi
Uzaklık ve yakınlığın önemsizleştiği Yirmi birinci yüzyılda, üretim gücüne yeni boyutlar kazandırmak için yarışmayan şehirler, tüketim kültürüne yeni boyutlar kazandırmak için yarışırlar. Bunun için tarihin her döneminde, üreten eller tüketen ellerden daha üstün görülmüştür. İster ürün, ister hizmet ister bilgi üretimi olsun, üretim sürecinde girdiler alınır, çıktılar verilir. Üretim bir alış ve bir veriş, olmaktan daha çok, bir veriş ve bir alıştır. Üretimde veren alır, alan verir. Veriş ve alışın olduğu yerde, savaş değil barış vardır. Savaş ortamında kayıplar, barış ortamında kazançlar belirleyici olur. Barışta kazandıranlar kazanırlar, kazananlar kazandırırlar. Kazandırma ve kazanma sürecinde, en etkili sermaye dürüstlüktür. Ürün, hizmet ve bilgi üretiminde en güzel meyvalar, dürüstlüğün ağacında yetişirler. Üretim dünyasında meyvası para olan ağaç yoktur. Bunun için Anadolu’da, ‘’Para sokaktan toplanılmaz’’ denilir. Para akıl ve alın terinin ödülüdür. Bir ülkenin siyasal sınırları dışında yaşayan soydaşları, o ülkenin diasporasını oluştururlar. Diasporalar ülkelerin siyasal sınırlarını aşmada, ekonomik sınırlarını genişletmede, önemli bir görev yüklenirler. Onlar şehirler arasında ekonomik, siyasal ve kültürel köprüler kurarlar. Onların doğdukları şehirler kadar, doydukları şehirler de önemlidir. Kare dünyanın ekonomisinde, uzak şehir, yakın şehir yoktur. Her şehir hem yakındır hem uzaktır. Yirminci yüzyılın başında, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” diyen, Ziya Gökalp’ın rüyası, aynı yüzyılın sonunda gerçekleşmiştir. Artık Turan ne Asya’dır, Türklere ne de Avrupa’dır. Turan büyük çarşıya, dönüşen kare dünyadır. Bütün dünya ülkeleri, Turan ülkeleridir. Bütün dünya şehirleri Turan şehirleridir. Nasıl büyümeyen ay küçülürse, büyümeyen ülkeler, büyümeyen şehirler de küçülürler. Ademoğulları birbirlerine üstünlük taslamazlarsa, herkes birbirine saygı ve sevgi gösterir. Sınav dünyasında insan, toprak, su ve paranın boş durması iyi karşılanmaz. Sınırsız dünya, ferman dünyası değil, derman dünyasıdır. Düz dünyanın üretenleri, yoksul düşmezler. Kare dünyada, ayrımcılık yapılmaz. 9
iran merkezinde, İskender Bey Meydanı’na çıkan Luigi Gurakıqi Caddesi’nin, meydan ile buluştuğu noktada yer alan Edhem Bey Camii, Tiran’da bulunan Osmanlı eserlerinin, şüphesiz en önde gelen anıtsal yapılarından biridir.
TİRAN EDHEM BEY CAMİİ
Ekrem Hakkı Ayverdi bir vakıf kaydını esas alarak caminin bânisinin Şâban oğlu adında bir zat olduğunu ileri sürer. Dr. M. Sinan GENİM
sayı//65// aralık
10
Üzerinde bulunan kitabeye göre H. 1208/17931794 tarihinde, tek kubbeli, kare mekândan oluşan bir cami olarak yapılmıştır. Caminin giriş ve girişe göre sol yanına doğru yapıyı saran ve son cemaat yeri olarak kullanılan ahşap revaklar ise H.1238/1822-1823 tarihinde inşa edilmiştir. Kitabede yapının banisi olarak Molla Bey adı verilmektedir. Cenâb-ı mîr-i a´zam sâhibü´l-hayrât Molla Bey Edip tarh-ı esâsıyla ibâdet-gâh- can-bahşâ Şerefyâb oldu itmâmıyla işbu kubbenin lâkin Muvaffak olmadı itmâmına minarenin ammâ Ekrem Hakkı Ayverdi bir vakıf kaydını esas alarak caminin bânisinin Şâban oğlu adında bir zat olduğunu ileri sürer. Molla Bey’in 1808 tarihinde öldüğünü, oğlu Hacı Edhem Bey’in yapıyı tamamlattığı kabul edilmektedir. Caminin tarihçesini ve tamamlanmasını anlatan, şair Sûzî Çelebi tarafından yazılmış ikinci bir kitabeside bulunmaktadır.
Enver Hoca döneminde bir süre ibadete kapatılarak, müze olarak kullanılması, başka yapılara benzer şekilde yıkımını önlemiştir. Arnavutluk’un demokrasiye geçmesi sonrası, 1990 yılların başlarından itibaren tekrar cami olarak ibadete açılmıştır. Yüksekçe, kâgir, kare planlı yapının kubbesi, sekizgen bir kasnak üzerine kuruludur. Kasnaktan kubbeye geçiş dört köşedeki tromplar ile sağlanmıştır. Yapıyı iki yönden saran ahşap revakların yapı ile bütünleşmiş bir görüntüsü vardır. Taşıyıcı olarak mermer kolonların kullanıldığı ve kolonları birbirine bağlamak için yarım yuvarlak kâgir kemerler yapıldığı görülmektedir. Sütunların mermer başlıkları belirli bir üsluba bağlı olmaksızın geleneksel anlayıştan farklı bir biçimde işlenmiştir. Edhem Bey Camii’nin en ilgi çekici yönü gerek ana mekânın, gerekse ahşap son cemaat bölümünün iç bölümlerinin hemen hemen hiç boşluk bırakılmaksızın kalem işi bezemelerle kaplanmasıdır. Rumeli’nin pek çok bölgesindeki cami ve tekkelerin, çok sayıda evin iç ve dış yüzeylerinin benzer şekilde kalem işi süslemelerle kaplandığını bilmekteyiz. Bu süslemeler, manzara resimleri, abartılmış anıtsal yapı görünüşleri, meyve sepetleri, çiçek buketleri, onları saran veya çerçeveleyen sarmaşık benzeri barok motiflerden 11
oluşmaktadır. Caminin mihrap nişinde yer alan benzeri bezemelerin bu yapının bir bahçeye benzetilmeye çalışıldığını, her baktığınız noktada sizi farklı bir düşünceye ve meraka sürüklediğini hissettirmektedir. Edhem Bey Camii, bu bölgede İslâm’ın yayılmasından çok sonra yapılmasına karşın büyük bir coşkuyu yansıtması açısından da önemlidir. Osmanlı anıtsal mimarisinde pek karşılaşılmayan aykırı bir örnek olarak Kalkandelen Alaca Camii’ye benzer bir anlayışın hayata geçmiş hali olarak gezildiğinde insanı etkilemekte, namaz öncesi ve sonrası yapıyı terk etmeden mekâna olan ilginizi artırmaktadır. Her ziyaretimde uzun bir süre oturup bir dönemin anıtsal yapılarındaki bu mekân anlayışının nasıl bir anlayışın ürünü olduğunu düşünmüşümdür. Her ne kadar Rumeli dışında bizim camilerimizin iç ve dışları süslü değilse de özellikle güney batı Anadolu’nun bazı köylerinde yer alan mescitlerin içindeki bezemeler aklıma gelir. Bu yazı eki fotoğrafları 2015 yılı sonbaharında Tiran’a yaptığım bir gezi sırasında çektim, daha sonra 2019 yılı Nisan ayı içerisinde sayı//65// aralık
12
yaptığım gezi sırasında İskender Bey Meydanı ve ona çıkan bazı sokakların araç trafiğine kapatıldığını ve büyük bir bölümünün park haline getirildiğini gördüm. Yüzyıllardır gerek meydan, gerekse sokaktan hemen fark edilen Edhem Bey Camii son düzenleme sırasında önüne dikilen ağaçların arkasına saklanıyordu. Son gezimde caminin içine giremedik, çevresi yüksek bariyerlerle kapatılmış olup, onarım çalışmaları devam ediyordu. TİKA tarafından onarım yapıldığını anladık, ancak önüne dikilen ve giderek büyüyeceği anlaşılan ağaçlar nedeniyle kısa süre sonra yapının görünmez
ve algılanamaz olacağı anlaşılmaktadır. Hemen yanında yer alan saat kulesinin çevresine yapılması düşünülen gökdelende bu önemli yapının görünüşünü büyük oranda etkileyecek ve onu bastıracaktır. TİKA ilgililerinin veya bu oluşuma etkin bir şekilde müdahale etmesi gereken Türk makamlarının olaya müdahale ederek yapının önüne dikilen ağaçları kaldırtması gerekir. Kısa süre içinde büyüyecek ağaçlara geç kalınmadan müdahale edilmesi ve yeşil karakterini artırmak için bölgenin fazla yükselmeyen bir bitki örtüsü ile takviye edilmesi gerekmektedir. 13
alk nezdinde bu caminin adı Kurşun Camisi veya Kurşunlu Cami’dir. Kubbesinin kurşunla örtülmüş olması, ayrıca duvar yapısını meydana getiren ince yonu taşların birbirlerine kurşunla bağlanması onun bu ismi almasına sebeptir.
KURŞUNLU CAMİ’NİN KUTSAL EMANETLERİ Mola verilen Taraklı’da cami ihtiyacı belirlendi ve Sultan burada bir cami inşâsı için Yunus Paşa’ya talimat verdi. Dr.Mimar Kâmil UĞURLU
Taraklı’da çarşının hemen yanıbaşında, Mimar Sinan ekolünün sâde, sâkin ve sağlam eserlerindendir. Bâzı kişiler, hatta bazı mimarlar, caminin Mimar Sinan tarafından yapıldığını söylerler. Bu yanlış bir bilgidir. Sinan Usta’nın kurduğu Hassa Mimarlar Ocağı, Devlet-i Alî Osman’ın değişik bölgelerde inşa edilecek cami, medrese, imaret benzeri kamu yapılarını Dersaadet’ten yolladığı mimar ve kalfalarla inşa etmiştir. Projeler bu ocak tarafından hazırlandığı ve ocağın başında “Ser mimaran-ı Hassa” olarak Sinan Usta bulunduğu için eserlerin ona atfedilmesi normaldir. Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferine çıkarken Taraklı’da mola verdi ve ordu burada kısa süre dinlendi. Bu tarihte Sultan Selim’in sadrâzamı Sinan Paşa idi ve Yunus Paşa da Divan vezirlerinden biriydi. Sefere o da katılmıştı. Mola verilen Taraklı’da cami ihtiyacı belirlendi ve Sultan burada bir cami inşâsı için Yunus Paşa’ya talimat verdi. İstanbul’dan mimar ve kalfa yollandı ve cami inşaatı başlatıldı. Ordu, elbette inşaatın bitmesini beklemedi. Kısa moladan sonra yoluna devam etti. Sultan Selim ve ordusu, Mısır’a varmadan kendisini bekleyen Tomanbay ve ordusuyla karşılaştı. Ridaniye’deki savaş yaman oldu. Sadrâzam Sinan Paşa bu savaşta şehid oldu. Yerine Yunus Paşa getirildi. Mısır’ın fethi gerçekleştirildi. Dönüş yolunun başında Sultan, başarısından dolayı Yunus Paşa’yı Mısır’a vali olarak atadı. Fakat kısa süre sonra ondan başka birini, eski Halep Beylerbeyi olan Çerkez asıllı Hayır Bey’i tâyin etti. Yol boyunca Sultan Selim, sadrazam ve sefere iştirak eden allâmelerle sohbet (müsahabe) ederek yürüdü. Mısır Beylerbeyliğinin kendisinden alınıp Hayır Bey’e verilmesi Yunus Paşa’yı incitti, üzdü. Yolda padişah keyifle “artık Mısır’ı da arkada bıraktık” gibi bir şükür cümlesi sarfedince, Yunus Paşa
sayı//65// aralık
14
bu durumu fırsat bildi ve teessürünü izhar etti. - Belî, hünkârım, şunca zahmet çekilip külliyetli telefat verilerek kazanılan Mısır, yine bir çerkeze verildi ve sarf edilen emek hebâ oldu, gibi cüretkâr ve maksadını çok aşan bir lâf etti. Padişah bu harekete ve söze aşırı şekilde kızdı ve tepki gösterdi. Yanında yaya olarak sefer eden solaklar kethüdasını yanına çağırdı, atını durdurdu ve: -Tez başını alın bu densizin, dedi. Hemen boğdular. Sonra onun başını gövdesinden ayırdı ve üç gün beraberinde götürüp hiddetinin geçmesini bekledi. Sonra onu Katye’de bir hanın içine gömdürdü. Ordu yola devam etti. (1517) Cami talimatı Yunus Paşa’ya verilmişti. Allah-u âlem, masraflar da onun tarafından karşılanıyordu. Asker ve Sultan aynı güzergâhtan döndüler. Cami inşaatı bitmeye yakındı, fakat bitmemişti. Yunus Paşa, inşası için temelini attığı camide namaz kılamadı. Ordu Taraklı’da yine bir mola verdi. Sultanın beraberinde harikulâde emanetleri vardı. Bütün İslâm âleminin üstüne titrediği “Mukaddes Emanetler” ordunun yed-i emânetindeydi. Taraklı’daki kısa dinlenme günlerinde Yunus Paşa’nın camisinde muhafaza edildiler. Emanetlerin tutulduğu mekânda, caminin hariminde hafızlar ara vermeden Kur’an okudular. Rivâyet olunur ki, Sultan da bu hafızların arasında diz çöktü ve okuma sırasında ona isâbet eden bölümü kıraat etti. Taraklı camisinden ayrılan ve Mısır fatihi olan ordu İstanbul’a vâsıl olunca, Sultan alışılmışın dışında, çok kalabalık ve heyecanlı bir karşılayıcı grubunun farkına vardı. Sordu: - Kullarınız, Sultanlarını ve onun taşıdığı aziz emânetleri karşılamak, baş tacı etmek isterler, cevabını aldı. Bundan memnun olmadı Sultan. Aksine, canı sıkıldı kibire kapılmaktan korktu ve: - Bunlar bizim bir şey becerdiğimizi sanırlar, işin aslını, derûnunu bilmezler. Belli ki bizi günâha sokacaklar. Ordu burada bekletilsin, karanlık çöküp herkes sakinleşince, hânelerine avdet edince varırız, dedi. Vakit geçirilmeden kutsal emanetler için mekân inşa edildi. Hz. Yavuz bu süreçte onların
bulunduğu mekânda oturmadı, hep ayakta ve saygıyla ve sâkin bekledi. Durmaksızın Kur’an okunmasını burada da talimat eyledi. Yine hafızların sırasında diz çöktü, kendisine isabet eden bölümleri okudu ve bu kısmeti için Allah’a şükretti. O gün başlayan hatim zinciri bugün de tavizsiz devam ettirilmektedir. Mukaddes emanetleri Dersaadetten önce Taraklı misafir etmiştir bu saadete ve şerefe ermiştir ve bununla haklı olarak övünmektedir. Cami zaman içinde yıprandı. Üç küçük kubbeli son cemaat mahalline, içinde ahşaptan yapılı kadınlar mahfeli de bulunan bir bina inşa edildi ve bir süre de böyle kullanıldı. Cumhuriyet döneminden sonra (yani 1950’lerde) rölövesi ve onarım projeleri yapıldı, kalan harap kısımları yeniden inşa edildi. İnşaat sırasında dikkatli olunmaya çalışıldı. Malzeme analizi yapıldı. Taşların bir bölümünün Kandıra’dan getirildiği anlaşıldı. Oradan yeniden taş getirdiler. Fakat inşaatın bir yerinde Kandıra taşı bitti. Tekrar oradan taş tedariki için zaman kaybetmek istemediler ve Taraklı taşıyla inşaatı tamamladılar. Çok da iyi ettiler. İçindeki bezemeleri bir şeylere benzetmeye çalıştılar, benzetemediler. Garip ve anlamsız,naif motifler sıvanın üzerinde garip kaldı. Fakat büyük hattat Taraklılı Saim Özel hocanın istiflediği sağ ve sol duvarlardaki yazılar diğer motiflerin hatasını günahını kaybettirdiği gibi, o duvarlara ayrı bir güzellik kazandırdı. 15
Caminin mihrap ve minberi taş malzemeyle inşa edildikleri ve ayak altında olmadıkları için daha az yıpranmayla bugüne intikal ettiler. Bu küçük cami büyük ve yüklü bir geçmişe sahiptir, iddiasız, mütevâzi bir tarih şâhididir. Kurşun Camisi kadar eski ve değerli birkaç yapı daha vardı Taraklı’da. Hamam gibi, Cephanelik gibi. Hamam metruk halde, fakat cephanelik artık yok. Naci İşsever’in anlattığına göre hamam Adapazarı’ndaki çarka benzer bir çark da bulunduruyordu bünyesinde. Değirmensuyu, Gantelerin evine yakın bir yerde bu çarka ulaşır, onun dolaplarıyla yükselir, irtifa kazanır ve Taraklı Hamamına kadar ulaşan ahşap bir olukla ve kendi akıntısıyla halvete varırdı. Halvetin külhanında iri kütükler kazanları kaynatır, Taraklı’nın insanları bundan faydalanırlardı. Taraklı da, birçok Osmanlı yerleşiminde görülen hamam kültürüne sahipti. Hamamlar için ayrı günler vardı. Taraklılı hanımlar hamam gününü tam bir şölen olarak yaşarlardı. Sadece banyo günlerine mahsus bir bohçaları, o bohçanın hamam günlerine özel yiyecekleri vardı. Ayva, güvez, katık …bulgur sarma, çengel üzüm, taze peynir, ferik elma, sarı pestil, çekirdeksiz erik burcu, döngeller bu bohçanın vazgeçilmezleriydi. Erkekler, hamamı daha rasyonel kullanırlardı. Sabah dükkan açmadan, hatta sabah sâlâsı verilmeden açılan ve ısıtılan hamama girer, orada gusül abdestini aldıktan, yıkanıp temizlendikten sonra namazın farzına, cemaate yetişir, sonra gönül huzuruyla dükkanını açar siftahını beklerdi.Caminin kapısı Camiönü denilen meydancığa açılırdı. Zamanla Taraklılar da asrileşti. Önce odanın içinde bulunan gusülhanede yıkanan aileler, yıkanma araçlarının artması ve çeşitlenmesiyle hamamı ihmal eder oldular. Talibi olmayan mekanlar küser. Bu güzel ve nitelikli bina da müşterisi azalınca önce zayıfladı, bakımı azaldı, sonra terk edildi ve yok oldu. Şimdi artık görülemeyen hatırlanınca yürek burkan bir başka bina da Taraklı askeri kışlası ve kışlanın cephaneliği idi. Taraklı halkı bu askeri binaya “debboy” derdi. Naci İşsever’in hatırladığına göre debboy binası nitelikli bir yapıydı. Kocaman bir cephesi vardı ve çocukların gözünde orası “devlet gibiydi”. Endamlı, mağrur ve saygı telkin eden, biraz korkulan, fakat mutlaka sayılan, kutsal bilinen bu çehreye erişilemezdi. Buna rağmen öteki devlet yapılarına benzemezdi. Onların soğuk ve yapmacık tavırlarının yanında bu güzel sayı//65// aralık
16
bina daha çok halk, daha sıcak bir dost, arkadaş “bizim oğlan”dı. Belki dede şefkatine ve karşılık beklemeyen sevgiye benzerdi. Çocuklar bu binayı çok severlerdi. İç bölümleri ahşap ağırlıklıydı. İki katta dört bölümü vardı. Taşlarıyla ve havasıyla tam yerliydi. Taşları yontma tabir edilen traşlıydı ve bulundukları yerde, harikulâde güzel ve endamlı bir gelinin güzel gözleri gibi duruyorlardı. En küçük eksikleri veya fazlaları yoktu. Yapılacak küçük bir müdâhale bile bu olağanüstü ahengi yok edecek gibi duruyordu. Askeri birliğin şehri terketmesiyle debboyun ve cephaneliğin kapılarına kilit vuruldu.. Bir gün sabah vakti Belediye yetkilisi zabıtalar ellerinde bir tomar anahtarla cephaneliğin kapısında görüldüler çocukların sevgilisi bu oyun mekânına ne yapılacak merakıyla çocuklar da ordaydılar. Demirci karapekmez Mustafa, yanında getirdiği bir tomar eski anahtardan birini seçti. “Demek ki dişiymiş” dedi ve anahtar deliğine ilk soktuğu anahtarla kapıyı açtı. İçerisi boştu. 1950’li yıllarda Bulgaristan’dan gelen göçmenlere tahsis edildi burası. Onlar bir ev-bark sahibi edilinceye kadar burada ağırlandılar. Yolayrığın’da yapılan evlerin inşası bitince onları oraya naklettiler. Debboy boşaltıldıktan sonra yarı beline kadar duvarlarını yıktılar. O muntazam ve nazlı kemerler, zarif demir şebekeler balyozlarla kırıldılar. Çocuklar eski oyun mekanlarının molozları arasına daldılar ve taşları birbirine kenetleyen bağ kurşunlarını kazmayla-keserleçekiçle çıkardılar. Bunu kendilerine ve çocuk gönüllerine hak gördüler. Götürüp kalaycılara sattılar. Karşılığında helva-ekmek aldılar. Bu yıkım cinnetinden cephanelik de payını aldı. Kaşla-göz arasında onu da yıktılar ve yerine bir ilkokul yaptılar. Ne hikmetse birkaç yıl sonra okul oradan başka bir yere yapılan binaya taşındı. Bir zamanlar Taraklı’da, şu anda bulunanlar dışında, onlar kadar değerli ve nitelikli iki Osmanlı yapısı olduğunu çoğu kimse bilmez. DİPNOT
1- Osmanlı Tarihi, TTK, 1983, Ank., s. 290-294. 2- Osmanlı Tarihi, A.g.e. 3- Bu tesbiti Ahi Naci İşsever yapmıştır. Kendisi şu anda Taraklı’da ikamet eden ve aldığı her nefesle Taraklı’yı yaşayan bir azizdir. Onsuz Taraklı’yı anlamak zordur. (Taraklı, Ahi Naci İşsever, Kendi Yay., Ank. 1994). 4- A. Naci İşsever, a.g.e., s. 69. 5- A. Naci İşsever, a.g.e., s. 71. 6- A. Naci İşsever, a.g.e., s. 74.
BİZİM ŞEHİRLERİMİZDE SÖMÜRGE LEKESİ YOKTUR! Bize gelince; çıktığı bütün seferlerinde ‘İ’lay-ı Kelimetullah ve Devlet-i Ebed Müddet’ idealinin dışında bir hesabımız olmamıştır. Muhsin İlyas SUBAŞI
atı şehirleri dikkatinizi çeker mi bilmem? Ben zaman zaman bu şehirlerin görüntülerine bakarım: Hemen birçoğunun o 3-5 asırlık taş duvarlarında, sömürge acımasızlığının kalın lekelerini görürüm. Afrika’nın gelişmemişliğini işgal ve yağma vasıtası yapanlar, buralardaki insanları köleleştirerek getirip şehirlerini kurmuşlardır. Şehirler medeniyetin inşa ve ihya merkezi olarak ele alınırken, bu gerçeğin gözardı edilmemesi gerekmektedir. Kaynaklar, bir asır öncesine kadar Fransa başta olmak üzere, İngiltere ve İtalya’nın köle ticaretiyle geliştiğinden söz eder. Yakın zamana kadar İngilizlerin Hindistan’ı, Fransızların Cezayir’i, İtalyanların Libya’yı işgali ve bu emperyalist yağmaya karşı verilen mücadeleyi hepimiz hatırlarız. Mesela Fransızlar, 1830’da Osmanlı eyaleti iken işgal ettikleri Cezayir’deki 132 yıllık katliamları ve bu toprakların yeraltı zenginliklerini yağmalaması unutulacak bir olay değildir.
Cezayir’inin önderliğinde Cezayir halkının başlattığı direniş binlercve insanına canına mal olmasına rağmen, bu bağımsızlık mücadelesi başarılmış ve Fransız sömürgesinden bu ülke ağır bir bedel ödeyerek kurtulmuştur.. Keza, İtalyanların da Libya’da işlediği cinayetler ve Ömer Muhtar’ın bu işgale karşı verdiği mücadele hafızalardan siliniş değildir. Bir dönem Portekizlilerin, arkasından Hollanda’nın işgaline uğrayan Hindistan’ı ise en uzun süre egemenliği altında tutan İngiltere olmuştur. Gandi’nin verdiği mücadele sonucu bağımsızlığına kavuşan bu ülkenin birçok zenginliği uğradığı sömürge boyuna elinden gitmiştir. Tabii sömürgeci devletler sadece burada isimlerinden söz ettiklerimizden ibaret değildir; Portekiz, Hollanda Belçika, Almanya ve İspanya’nın kanlı elleri Afrika ve Asya ülkelerinin üzerinde olmuştur. Başarabilselerdi, Osmanlı Devletini yıkan bu karanlık güçlerin İngiltere, Fransa, İtalya ve bunların güdümündeki Yunanistan’ın işgal çabası Yeni Türkiye’ye doğurmadan başarıya ulaşsaydı, ülkemizin geleceğini tayin hakkımız belki de elimizde olmayacaktı. Amerika ise başlı başına bir emperyalist uygulamayla günümüze gelmiştir. Bu kıtanın keşfi ve buraya beyaz adamın gelmesiyle, bunlar kendilerini ayakta tutacak gücü, Afrika’nın yerlilerinde bulmuşlardır. Bu insanları silah zoruyla köleleştirerek gemilerle ülkelerine taşımışlar ve bunların alın teriyle bugünkü Amerika’yı inşa etmişlerdir. Bugün bu ülkede. kontrolsüz güç haline gelen siyahların taşkınlıkları, bir anlamda geçmişte bu insanların atalarına yaptıkları zulümlerin kefareti gibi geliyor olmalıdır. Atalarımızın derin anlam ifade eden bir yaklaşımı vardır: “Zulm ile abat olanın ahiri berbat olur” diye. Bugün, bu ülkelerin refahın getirdiği bunalımı aşamayarak nesil kaybına uğramaya başlamasının ana sebebi öyle sanıyoruz ki, geçmişteki bu günahlarından kaynaklanmaktadır. Bize gelince; çıktığı bütün seferlerinde ‘İ’lay-ı Kelimetullah ve Devlet-i Ebed Müddet’ idealinin dışında bir hesabımız olmamıştır. İnsanlığın kurtuluşu için bir anlamda davet harekâtı olan bu seferlerde, İslam’la şereflenen hiçbir ülkeye ve ülke insanına dokunulmamıştır. Atalarımız devletin bekası için bize karşı husumet duyanlara ise karşı koymak gibi bir savunma hakkını kullanmışlardır. Bizim yaşadığımız toprakları şehir haline dönüştürmek için yapılan bütün camiler, medreseler ve diğer önemli binalar başta Padişahların ve kanuni varislerinin kişisel serveti olmak üzere hayır sahipleri tarafından inşa edilmiştir. Bu bakımdan bizim şehirlerimizin hiçbirisinde sömürge lekesi yoktur. Şehrin onurunu sağlayan da bu anlayış olmalıdır! 17
DERSAADETTE
BİR PAYİTAHT -ı-
Yıldız Sarayı beş yüz bin metrekarelik alanıyla, toprak büyüklüğü olarak İstanbul’un ikinci büyük sarayıdır. Sahilden Balmumcu’ya kadar uzanır. Sultan Abdülhamid devrinde Yıldız Sarayı âdeta bir marka olmuş, neredeyse devletin isminin önüne geçecek duruma gelmiştir. Mehmet Kâmil BERSE
içeklerin de dili vardır, herkes biraz bilir kendine lazım olduğu kadarını… Gül duyguları simgeler, papatya samimiliği, sırdaşlığı… Sümbül sunarsanız sevdiğinize, bu; “irtibatımız kopmasın” demektir. Lale, gurur demektir, ihtişamı azameti resmeder. Osmanlı tarihinde on iki yıl süren yenilikçi dönem, Lale Devri’nin (ki, bu adı ilk kullanan Yahya Kemal Beyatlı olmuş, Ahmet Refik Altınay’ın dönemi anlatan kitabına isim olmasıyla da tescillenmiştir) sırrı bugün bile çözülememiştir. Tabiidir ki Lale Devri denince akla ilk gelecek isimlerden biri Şair Nedim’dir. İstanbul’u hayranlıkla anlattığı şiiri, Şair Nedim’in yüzyıllar geçse de unutulmayacak eseridir. Divan edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Nedim, Beşiktaş’ta yaşamıştır, Çırağan eğlencelerinde, Kâğıthane sefalarında Şair Nedim, hep ön planda olmuştur. Rivayet odur ki, Patrona Halil İsyanı sırasında, damdan dama atlarken düşmüş, kader onu doğduğu semtte ölümle buluşturmuştur. Adı, yaşadığı semtin ana caddelerinden birine verilmiş olan Nedim’le yaptım girizgâhımızı… Bunu özellikle yazıyor, tarihî bir şahsiyetin cadde adı olmasını takdirle anıyorum. Bu vesileyle, Beşiktaş’ta tarih boyunca yaşamış şair, yazar, sanatçı, bilim adamı, ulema, vüzera, udeba arasında bazılarını hatırlatmak isterim; Tevfik Fikret, Behçet Necatigil (onun adı da yaşadığı sokağa verilmiştir), Neyzen Tevfik, Cahit Sıtkı Tarancı, Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday, Kemani Rıza Efendi, Nevres Paşa, Neyzen Yusuf Paşa, Selahattin İçli, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Refik Altınay, Nehar Tüblek; gayrimüslim vatandaşlardan Kemani Tatyos Efendi, Hanende Bogos Efendi, Tanburi İzak… Dolmabahçe Sarayı’nın kuzey kısmındaki binalarında Resim ve Heykel Müzesi’nin varlığı, şu anda restorasyonda olduğu için hissedilmiyor. Binanın hemen bitişiğinde çok başarılı bir restorasyonla kullanılabilir hâle gelen bölüm ise, sahile olan rıhtımı ve makama yakışan güzelliğiyle T.C. Başbakanlık İstanbul Makamı olarak kullanılmaktadır. Deniz Müzesi ile Hayreddin İskelesi arasındaki eski tütün deposu, yıllarca metruk hâlde beklerken, şimdi Beşiktaş’a yakışır lüks bir otel olarak inşa edildi.
sayı//65// aralık
18
DENİZE İNEN IHLAMUR DERESİ
Beşiktaş’ın tarihine baktığımızda yukarıdan denize dik inen Ihlamurdere Caddesi’nin altında bir zamanlar gür akan Ihlamur Deresi olduğunu ve üzerinde büyükçe bir köprünün yükseldiğini öğreniriz. Bizans döneminde bu kıyılarda üç önemli yapı göze çarpar; Ayios Mihael Kilisesi, imparatorların yazlık sarayı Ayios Mamas Saray kompleksi ve Fokas Manastırı. Saray kompleksinde bir hipodrom olduğu, bazı kaynaklarda belirtilir. Beşiktaş asıl yerleşim yeri kimliğini Osmanlı döneminde kazanmıştır. Sahil boyunca yalılar ve sahil sarayları Osmanlı döneminde hep var olmuştur. Kaptan-ı derya Beşiktaş’ta oturur; sahilde olan Donanma-i Hümayun, her bahar mevsiminde buradan demir alır; Topkapı Sarayı’nın Yalı Köşkü’ne geçen padişahı, Sarayburnu açıklarında selamlayarak Ege denizine, Akdeniz’e doğru fetihlere yelken açardı. ANILARA YOLCULUK, ANILARDA YOLCULUK…
Beşiktaş gibi eski semtler, insanın geçmişle yaptığı söyleşinin yoğun olduğu yerlerdir. Caddelerinde yürürken tramvayın çanını duyar gibi oluyorsunuz. Tramvay İstanbullunun hayatında çok önemliydi; Beşiktaş tramvayı deyince A.Kadir’in çok önemli bir şiiri geldi aklıma; bu şiir, o dönemin şehir hayatının sadeliğini ne güzel anlatır; “Bahçemdeki dut ağacı/ Vurdu ince dallarıyla penceremin camına,/Bir Beşiktaş tramvayı geldi aldı beni,/Bir Beşiktaş tramvayı götürdü sana./ Çemberlitaş, Şehzadebaşı, Saraçhane./ Almışım parmaklarını ellerime,/ Beşiktaş tramvayında gidersin yane yane./ Terzi Âdem, Berber Ali,/ Dikimane’den Emine Teyze/ ve Makbule/ Üç sarışın birader,/ Kapalıçarşı terlikçileri./ Bir küçücük simitçi çocuk,/ Levent bir hizmet eri./ Hep iyi insan bunlar./ Dert yüzü görmesinler/ Eksik olmasınlar./ Vatman ağabeyimizde eksik olmasın/ Her akşam böyle götürsünler seni evine./ Bir elimde gönlüm benim,/ Bir elimde sefer tasın.”
Tarih kokan İstanbul’umun tarihle iç içe Beşiktaş bölgesinde nereye dönseniz, “beni de anlat” der gibi gözünüzün içine bakıyor… Bugün Four Seasons Oteli olarak güzel bir mekânda turizme hizmet veren tarihî Atik Paşa Yalısı, Feriye Sarayları ve bugünkü kullanımları, yalılar, Ortaköy Mecidiye Camii… Muhteşem
bir otel olarak faaliyet gösteren Çırağan Sarayı’nın kaderinde, hep yangınlar ve felaketler olmuştu. Harap hâldeyken, içindeki toprak zeminli Şeref Stadı’ndaki hatıralarım, bugün gibi tazedir. Okul maçlarımızın bazıları orada oynanırdı. Ben de okul gazetesini çıkarıyordum ve maçlarımızı çiçeği burnunda bir gazeteci olarak takip ediyordum. Siyah-beyaz fotoğraflar çekiyordum, Kimler yoktu ki çektiğim resimlerde okul takımımızda; Ahmet Cemal Ayvacı, İbrahim Küçükaydın, Seyfettin Esenlik (rahmetli), Recep Tayyip Erdoğan, hocalarımız rahmetli Fevzi Bektaş, Turhan Köselioğlu… Hatıralar hâlâ taze… ÇOCUKLUK HAYALLERİMİN EN UZAK SEMTİ
Beşiktaş, çocukluk hayallerimin en uzak semtlerinden biriydi. Orada oturan babamın arkadaşı Hüseyin Efendi, sık sık babamla beraber ziyaret ettiğimiz çok muhterem, güngörmüş, ak saçlı, ak sakallı, sözü-sohbeti dinlenir bir İstanbul beyefendisiydi. Fatih’ten Harbiye tramvayına biner, aktarmalı olarak Beşiktaş’a giderdik. Küçücük dünyamda bu gezinin, ileride benim seyahat notlarımı oluşturacağını nerden bilirdim…
Benim için uzunca bir yolculuktan sonra Beşiktaş’ta iner, yokuş yukarı çıkarak Hüseyin Efendi amcaların evine giderdik. Bu bölük pörçük anılar, zaman içindeki bilgilerle pekiştiğinde çok sevdiğim Hüseyin Efendi amcanın, babamın dergâhtan ihvan arkadaşı olduğunu, birçok savaşa tanıklık ettiğini anlıyorum. Hüseyin Efendi amca, Balkan kökenliydi. Babamdan yedi yaş büyük olduğuna göre, 1898 doğumluydu. Daha iki yıllık evliyken eşi vefat etmiş; gördüğü bir rüyanın peşinden, tek varlığı olan kızıyla beraber 1935’te İstanbul’a gelmiş, dergâhı bulmuştu. Babamla da orada tanışmışlardı. Hüseyin Efendi amca, yaşayan bir tarih gibiydi. İstanbul’a gelince Beşiktaş’a yerleşmiş vefat edinceye kadar aynı evde yaşamıştı. Bu semtle ilgili çok şeyler dinledim kendisinden… Öyle ya, Hüseyin Efendi amca son dört padişahı görmüş; o dönemlerde imparatorluk topraklarında muhtelif yerlerde yaşamış, çalışmış; en son tütün fabrikasından emekli olmuştu. Hâsılı, güngörmüş kişiliği, küçük yaşta bana bildiklerini anlatma; hatta gezdirme gibi bir sorumluluk yüklemişti kendine… Önceleri pek idrak edemediğim ama aklım erdikçe önemini kavradığım bir konu olan, yerleşim yerlerindeki mezarlıkların içler acısı durumuna 19
dikkatimi çekerdi. Daha İstanbul’a gelişinin bir yıl sonrasında başlayan ve Fransız mimar Henri Prost’un kentleşme planıyla yaşanan değişikliklerin tanığı olmuştu. Abbasağa, Maçka, Taşlık ve Vişnezâde parklarının, eskiden mezarlık olduğunu, sökülen mezar taşlarının okunmadan yok edildiğini, içi acıyarak anlatırdı. Modern şehirleşme adına (Bu tahribatın da H.Prost un planı olduğunu araştırdığımda öğreniyorum) iskelenin bulunduğu bölgede bulunan mahalle yıkılmış, duvarlar kaldırılmış, Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesi ortada tek başına kalakalmıştı. Ben, şu anda iskelelerin bulunduğu yerde, son yüzyıla kadar bir kervansaray olduğunu, Anadolu’dan Rumeli’ye asker ve mal sevkiyatının bu limandan yapıldığını, hatta burada bulunan meydana, Deve Meydanı dendiğini de ondan öğrendim. Bu zengin bilgilerin ışığında bende, bu konuyu hep derinlemesine inceleme merakı oluştu. Barbaros Hayreddin Paşa’nın bu mahallede, Mimar Sinan’a cami, medrese, darülkurra ve türbesini yaptırdığını öğrenmiştim. Üzgünüm, bugün bu eserlerden sadece türbe ayaktadır. O dönemin veziriazamı Rüstem Paşa’nın kardeşi olan Kaptan-ı derya Sinan Paşa da Mimar Sinan’a Cami, medrese ve çifte hamamdan oluşan bir külliye yaptırmış. Bu yapılar da günümüze eksiksiz ulaşamamış; çifte hamam tarihin tozlu sayfalarına gömülmüştür. Bu anılarım o kadar taze ki… Sanki o kadife gibi sesiyle Hüseyin Efendi amcam, -zaman zaman babamın da katkılarıyla- geçmişte yaşadıkları olayları ve kişileri de dramatize eder gibi anlatır, zaman zaman kendini kaptırıp Balkan ağzına döner, fark eder etmez İstanbul Türkçesine döner, benden de öyle konuşmamı isterdi. Yaşadığım Beşiktaş’ın o günlerinde apartmanlar yoktu; sanki Fatih’in bir kopyasıydı. Bahçeli evler vardı, bahçelerinde çiçekler mis gibi kokardı, içinde kırmızı balıklar yüzen, nilüferlerin daha da güzellik kattığı süs havuzlu bahçeleri olan konaklar vardı. Hüseyin Efendi amcalara gittiğimiz zamanları unutulmaz kılan, sadece onun kendimi büyük hissettiren, saygılı muhabbetlerinin tarafı olmak değildi. Güzel bahar havalarında, bahçeye doğru uzanan taşlıkta sedire oturur; semâverde gelen çayımızı keyifle içerdik. Benim çayıma biraz su koyarlardı, sıcak ağzımı yakmasın diye… “Sen paşa çayı iç” derlerdi, kendimi paşa gibi hisseder, üstelik paşaların da ılık çay içtiğini sanırdım. Rahmetli babam hiçbir ziyarete eli boş sayı//65// aralık
20
gitmezdi. Bu bir paket çay ya da kesme şeker de olurdu, Mehmet Efendi’den kahve de… Bir gün babama, “niye bir şeyler götürüyoruz, onlar fakir mi?” diye sormuştum. Hiç unutmam; babam “Oğlum” dedi, “Dostların ziyaretine eli boş gelmek, değirmene buğdaysız gitmektir.” Yıllar sonra aklıma yazdığım bu sözün Mevlana’ya ait olduğunu öğrendim. Beşiktaş’ı anlatırken anılar beni nerelere götürdü… Şükürler olsun küçük yaşımda babamın girdiği meclislerde bulundum, anlasam da anlamasam da, bugün rüya gibi hatırlasam da, o günlerden süzülen bir kelime bile, beni sayfalarca yazı yazdıracak birikime kavuşturdu…Geldik bugüne… Beşiktaş ziyaretlerimizden birinde, ikindi vakti babam ile Hüseyin Efendi Amca, beni de alarak değişik bir mekâna götürdüler, sahile paralel bir yürüyüşten sonra, Yıldız Parkı’nın kenarından çıkan dik bir yokuşa tırmandık ve sanki gizli bir bahçeye girdik. Çocukluk yıllarımdan beynime kazınmış buğulu/efsunlu görüntüleri, günümüze kadar sürecek bu ruhanî havanın muhabbetinin başlangıcıydı. Gittiğimiz yer Yahya Efendi Dergâhı’ydı. O gün nasıl çocukça sevindiysem, sevdiğim bu mekânı her ziyaretimde sanki kendimi günahlardan arınmış, hafiflemiş gibi hissederek çocukça sevinmek istiyorum. O bahçe girişindeki kapıdan girerken, kendinizi cennetin bir katına girmiş gibi hissediyorsunuz, (son ziyaret ettiğim kurban bayramı öncesinde tamirat çalışmalarının hızla yapıldığını gördüm ve sevindim) burada kusuru göremiyorsunuz, eğri olan nesneler bile size dosdoğru oldukları izlenimi veriyor. Bahçedeki mezar taşlarının her biri lisan-ı hâl ile size kendini anlatıyor. Üzerlerindeki yazıları okuyarak taşlar arasında yürürken, ardınızda kalan ervahtan diğeri sanki “benimle de tanış” dercesine size dokunuyor. Hiçbir mezarlığın bu kadar canlı, bu kadar kendime yakın bulmadım. Bu duygularımı sadece yaş ilerlediğinde hissetmedim, çocukluğumda ve gençliğimde de aynı hisleri yaşıyordum. Hazirenin arasındaki küçük bir selamlama ve fatihalardan sonra, dergâhın kapısından girdik. Biraz uzunca olan koridoru adımlarken zaman tünelinden geçtiğimi düşünüyorum. Koridorun sonunda sağıma dönüyorum, birkaç tane sanduka ve büyükçe ahşap bir kapı, kapı açılıyor; o muhterem insan, Yahya Efendi’nin sandukası ve diğer sandukalar… Yahya Efendi Dergâhı’nın son postnişini Hz. Abdülhay Efendi’nin vefatından sonra, müritlerinden
Mehmet Yekta Dümer Efendi’nin şiirlerinden bir kıtayı burada yazmak istiyorum; (…) Itırlanmıştı sanki her yanı Dergâh-ı Yahya’nın, Sanırdık her yanında bir buhurdan vardı (anber) den . Geçerdim cilvesinden, naz-ü cevrinden şu dünyanın, Görünce o münevver kametin mihrab-ü minberden… (…) Ne oldu Sultanım, neden tad kalmamış orda, Neden güllerle sünbüller perişan-ü harab olmuş. Deva bulmaz bir halet var gönülhanemdeki (kor) da, Ne hayrettir ki o günler hayal olmuş, serap olmuş… Yahya Efendi Trabzon’da doğmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşidir. İlim tedrisinden sonra çeşitli görevlerde bulunmuş, bu arada devrin ulemasından Zenbilli Ali Efendi’den de ders almış, kendi parasıyla aldığı yere dergâhını ve evini kurmuş, kalan ömrünü hakka ve insanlığa adamış bir Allah dostudur. Yahya Efendi bu araziyi satın aldığında, Yıldız tepesinden sahile kadar uzanan geniş bir araziydi. İnşa ettirdiği mescit, tevhidhâne, medrese, hamam, çeşme ve çeşitli müştemilatlarla tekke oluşturulmuş; etrafını bağlar ve çiçek bahçeleriyle cennet gibi yapmış. Bir bölümü Yıldız ve Çırağan saraylarına katılan, Yüksek Denizcilik Okulu’nun arsasını da içine alan çok geniş toprakları vardı. Tekkenin bulunduğu yere kemerlerle su getirildiği tespit edilmiştir. Yahya Efendi, 1570’te vefat ettiği zaman, kendisini çok seven Padişah II. Selim, Mimar Sinan’a mescidin hemen bitişiğine türbe yaptırmıştır. Mimar Sinan’ı bu tekke içinde de görebiliyoruz. Bu gün otel, bir zamanlar Şeref Stadı olarak kullanılan Çırağan Sarayı’nın bu bölümünün de tekkeye ait olduğu ve tekkeye ait bir kayıkhanenin bulunduğu tarihi kayıtlarla tespit edilmiştir. Zamanla Abdülmecid ve Abdülaziz zamanında tekke arazileri saraylara bölünmüş… Hazirede hanedan mensuplarından çok sayıda mezar var, ve şehzade mezarlarına ayrıca türbe yapılmış.. Yahya Efendi Tekkesi, 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması kanununa kadar ilave yapılarla mahalleyi andıran büyüklüğe ulaşmıştı. XVII. yüzyıl tarihli Güzelce Ali Paşa’nın türbesi doğu yönündedir. Cumhuriyetin ilanından sonra tekke hüviyetini kaybettiği için cami olarak hizmet vermiş.. Geniş bahçesi bakımsız bir hâlden bugün temizlenerek
düzenlendi... Tekkenin giriş kapısında üstü saçaklı bir sahanlıkta, orta yerde taştan bileziği olan “dergâh kuyusu”nu görüyoruz. Hemen yanında “Selim, Fatiha 1861” kitabeli havan biçiminde sadaka taşını görüyoruz. Tekkenin girişinde bulunan alınlığında Sultan Abdülhamid’in tuğrası bulunan bir çeşme var. Çeşmenin hemen arkasında bulunan sette, inanışa göre Hızır (a.s.) ile Yahya Efendi’nin buluştuklarına inanılan bir servi ağacı yükseliyor. Cami içindeki ahşap malzemelerin çoğu, Sultan Abdülhamid tarafından bizzat ölçümleri alınarak Yıldız Marangozhanesi’nde yapıldığı bilinmektedir (ihtimaldir ki bazıları bizzat sultanın elinden çıkmıştır). Elli yedi yıl önceki ziyaretten bugüne, bu güzel mekânı her ziyaretimde mutlaka yanımda getirdiğim ziyaretçiler olmuştur. Buraya gelen herkesin, bu mistik havanın etkisine girdiğini anlamamak mümkün değil… Zaman zaman mezar taşlarını incelerken ilginç yazılarla karşılaştım; Hattat Şevki Bey’in mezar taşında (Mızıka-ı Hümayun hocası) şu yazılıydı:”Çün ecel geldi, olmaz aman/ Cürmümü affeyle ya rabbel mennan/ Mağfiret kıl olmasın hali yaman/ Mahzar-ı nur-ı şefaat kıl her zaman”. Yine orada mezar taşlarından bildik kişileri de görebiliyoruz; Hacı Arif Bey (yanında yatan karısının mezar taşından onun da orada olduğunu öğreniyoruz), Güllü Agop namıyla maruf (Müslüman olunca adı değişmiştir, Güllü Yakup Efendi), Beşiktaş’ın efsane futbolcusu, ilk stada adını veren Şeref Bey.. Yahya Efendi, yaşadığı sürece boğazdan geçen, sefere çıkan bütün gemicilerin uğrayıp hayır dua aldıkları bir gümrük kapısı gibiydi. Sadece Müslümanlar değil, her dine mensup gemici, saygıyla gelir hayır dua alır ve giderdi. Çevrede bulunan birçok gayrimüslim, Yahya Efendi’nin gösterdiği hoşgörü ve insanlıktan ötürü Müslüman olmuşlar, din değiştiren gayrimüslimlerin din adamları, kendilerinden dindaş “çaldığı” için, Yahya Efendi’ye “Hırsız Evliya” lakabını takmışlardı. İnsan bu dergâhtan çıkmak için ayaklarına hükmedemiyor. Ona, yine Yahya Efendi’nin Âşık Çelebi’ye verdiği bir beyitle veda edelim: “Hep gelenler yana yana geldi gitti dünyadan/Şimdi nevbet bana geldi, döne döne yanayım” Beşiktaşlı Hüseyin Efendi amca 2004 yılında vefat etti 106 yaşındaydı. Allah rahmet eylesin, nur içinde yat Benim Hüseyin Efendi amcam. 21
HÜZNÜN BİR BAŞKA ADRESİ
DOĞU TÜRKİSTAN -IUygur Türk’leri dinine düşkün bir milletti. Çocuklarımıza dörtbeş yaşlarında Kur’an-ı Kerimi öğretir ezberine çalıştırırız. Çin devletinin esareti altında kendi benliğimizi ancak böyle koruyabileceğimize inanıyoruz. Çin devleti bunu iyi bildiği için camilerde ve özel alanlarda Kur’an öğrenimini şiddetle yasaklamıştı. Muhsin DURAN
sayı//65// aralık
22
elahattin Kudüs’ü Kurtar! Hasta yatan babamın odasından sesler geliyordu. Eski evimizin üst katına çıkarken, ahşap merdivenin son basamağının gıcırtısını bastıran o iniltiyi daha net duyuyordum: Selahattin Kudüs’ü kurtar. Selahattin Kudüs’ü kurtar. Selahattin Kudüs’ü kurtar!.. Her üç cümleden sonra babam biraz dalıyor, yine aynı sözleri tekrarlıyordu. Son zamanlarda hafızasını tamamen kaybetmişti. Oğlunun kızının isimlerini unutmuş, kendisine yemek, su veren günlük ihtiyaçlarını karşılayan aile fertlerini, ziyaretine gelen kimseler zannediyordu: Sen kimsin, kimlerdensin, nereden geliyorsun? Gibi sorular soruyordu. Bir aydır aynı cümleyi sık tekrarlar olmuştu. Ben ise, Selahattin kim, Kudüs neresi? Doğrusu hiç bilmiyordum. Çocukluğumun geçtiği okulda, Çin devleti, Türkleri kimliksizleştirme ve yalnızlaştırma politikası uyguluyordu. Dünya coğrafyasını, dünya tarihini tanıtıcı doğru dürüst bir bilgi almamıştım. Harita bilgim sıfırdı. Dünya devletlerinin nerede olduğunu Bizden başka bir Müslüman devletin varlığı hakkında da bilgim yeterli değildi. Türkistan sınırları içerisindeki bütün bölgelerde olduğu gibi Kaşgar bölgesinde de TV den Çin devletinin kendi propagandasını yaptığı paket programlar yayımlanıyordu. Bunlar Çin’in ekonomisini, sanayisini, askeri gücünü övücü yayınlardı. Dünyayı tanıtıcı programlar yoktu. Zaten ben de böyle bir TV kanalını faydalı bulmuyor, izlemiyordum. Uygur Türk’leri dinine düşkün bir milletti. Çocuklarımıza dört-beş yaşlarında Kur’an-ı Kerimi öğretir ezberine çalıştırırız. Çin devletinin esareti altında kendi benliğimizi ancak böyle koruyabileceğimize inanıyoruz. Çin devleti bunu iyi bildiği için camilerde ve özel alanlarda Kur’an öğrenimini şiddetle yasaklamıştı. Kur’an öğretenler sıkı bir takibe alınıyor. İkinci defa görüldüğünde derhal tutuklanıyordu. Bu amaçla evlere, cami ve eski medreselere aralıklarla baskınlar tertip ediliyor. Gizli olarak çocuklara dini şeyler öğretmeye çalışan hocalar işkenceden geçirilerek hapsediliyordu. Çıkarılan bir yasa ile Türkler, ola ki bir Çinliye zarar verir diye evlerdeki bıçak, satır gibi kesici aletlerin mutfakta zincirle sabitlenmesini mecburi yapmışlardı. Bizi zararlıkçı, tehlikeli bir millet olarak görüyor, geleneklerimizi mutlaka terk etmemizi amaçlıyorlar. Çin polisi sık sık binlerce mahkûm Türk’ü elleri kelepçeli şehir
şehir dolaştırarak ceza evinden ceza evine nakil ediyoruz diye halkın moralini bozan TV görüntüleri izletiyor. Halka gözdağı vererek yıldırmak istiyordu. Hayat böyle sıkıntılı bir şekilde zor bela akıp giderken babam vefat etti. Defin işlerini yaparken çok zorluk çıkardılar. Çin polisi, ne mezarı başında ne de evde Kur’an-ı Kerim okumamıza izin vermedi. Babam benden farklı olarak bir süre medrese eğitimi almıştı. Hoca arkadaşları hayli fazlaydı. Cenazesine geldiler. Cemaat kalabalıktı. Namazını kıldırırken zorluk çıkardılar. Halk ısrar etti direndi. Zar zor kılınabildi. Cemaatin cenaze konvoyuna katılmasını yasakladılar, halkı dağıttılar. Fakat cemaat ara sokaklardan ve farklı yollardan mezarlığa ulaştı. Mezarı başında babamın arkadaşı, cenaze namazını kıldıran Kaşgarlı Iydgâh Camii İmamı cemaate zarar gelmesin diye kısa sûre ve dualarla defin işlemini tamamladı. Babamın vefatından kısa bir süre sonra erkek çocuğumuz dünyaya geldi. Evvelce benim ve annesinin aklında birçok isim vardı ama babamın son sözlerini hatırladım: Selahattin Kudüs ü kurtar! Hanıma hatırlattım. Eşimin de aklında o varmış, benden önce, ismini Selahattin koyalım, dedi. Aklıma bu isim takılmıştı. Benim mesleğim ticaretti. Bir kaç mağazam vardı. Devamlı onların koşuşturmasıyla günüm tükeniyordu. Günlük kazancım iyinin üzerindeydi. İlimden irfandan ise pek nasibim yoktu. Bu isimlerin neyin nesi olduğunu anlamak için Iydgâh Camii İmamı Müderris Efendiye gittim. O bana: “Hıristiyanlık dünyası Roma’da Papalığın teşviki ve çeşitli vaatleriyle her devletten gönüllü asker topladılar. Müslümanların elindeki kutsal topraklar üzerinde askeri ve siyasi kontrol sağlamak için “haçlı ordusu” nu kurdular. Bu ordu İslamiyet’in yaşamasını ve yayılmasını önlemeyi amaçlıyordu. Bu nedenle İslam ülkelerine kanlı, vahşi saldırılar düzenlediler. Bu, Haçlı Ordusu’na karşı savunma yapan, öne çıkan iki önemli İslâm mücahidinin birisi; Selçuklu Komutanı Nurettin Mahmut Zengi, diğeri de Eyyûbî Devletinin Komutanı Selahattin Eyyûbî’dir,” dedi. Selahattin Eyûbî’nin kahramanlıkları, yenilmezliği, nefsi fedakârlığı yanında hocanın söylediği şu bilgiler beynime çakıldı kaldı: “Selahattin yüksek insani meziyetlere sahip, iyi huylu, cömert, adil, kültürlü ve müsamahakâr bir kimseydi. Türkçe, Arapça ve Kürtçe’yi bilen, iyi tahsil görmüş bir hükümdardı. Kur’an-ı Kerim ve Ebû
Temmâm’ın Hamâse ( Eski Arap şiiri antolojisi; 961 şâire ait 1661 kaside, kıta ile birlikte hikâye ve fabl bulunan kitap) sini ezberlemişti. Zarif ve ince bir kişiliğe sahip komutandı. Zamanındaki birçok âlimden hadis ve fıkıh okumuştu. İtikadi mezhebi Eş’ârî ameldeki mezhebi Şâfîi idi. Edebi zevkleri üstün, tarihi malumatı engindi. Verdiği sözü tutar, insanların kendine olan güvenini sarsmamaya özen gösterirdi. Adalete önem verir, gerektiğinde kendisi de hâkim karşısına çıkardı.” Daha sonra Kudüs hakkında araştırma yaptım bilgimi artırdım. Kur’an’da: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O gerçekten işitendir, görendir.”(1) Ayetinde oradaki mescidin adının geçtiğini, Hz. Peygamber Efendimizin burada peygamberlerin ruhaniyetlerine namaz kıldırdıktan sonra da Mîrac’a yükseldiğini hadis-i şeriflerinden öğrendim. Kudüs Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde Müslümanların idaresine geçmiş. Orada yaşayan Hıristiyan, Yahudi önde gelen patrik ve din adamları şehrin sembolik anahtarlarını Müslümanlara, Hz. Ömer’in adaletli eline teslim etmişler. Mescid-i Aksâ’nın üç büyük din tarafından da kutsal bir şehir olduğunu, Müslümanlar için Mekke ve Medine’den sonra üçüncü, seçkin bir şehir, Müslümanların ilk kıblesi olduğunu öğrendim. Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Kudüs topraklarında birçok peygamberin doğduğunu ve milletiyle yaşadığını öğrendim. Burası Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman cemaatlerin asırlar boyu bir arada barış içinde yaşadıkları yeryüzünde az bulunan topraklardan birisiymiş. Hakikaten Müslümanlar, yeryüzünün birçok noktalarında olduğu gibi burada da zulmün sona ermesi, adaletin yerleşmesi, farklı inançtan insanların barış içerisinde bir arada yaşamaları için büyük fedakârlıklar göstermiş, büyük mücadeleler vermiş olduklarını öğrendim. Devam edecek... 23
FETHİN RÜYASININ GÖRÜLDÜĞÜ ŞEHİR
MANİSA Anadolu şehirlerinin bir çoğunda olduğu gibi Manisa’da da kültür hayatı çok derinden ve sahici dinamiklerle devam etmektedir. Mehmet MAZAK*
ehirleri gezip görmek okumak ve incelemek keyif verir insana. Bir şehrin sokaklarını, meydanlarını, konaklarını ve tarihi yerlerini gezerken zamanı aşıp, geçmişindeki yaşanmışlık gözlerinizin önüne geliyorsa o şehir size kendini yazdırır. Manisa’ya seyahat etmek, medeniyetlerin izini takip etmek, Osmanlı elinde ince bir sarraf elinde işlenmiş değerli bir mücevher haline gelmesini gözlemlemek için bu şehre yolculuk yapmıştım.
*T.C. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//65// aralık
24
Tarihe meraklı biri olarak ailem ile birlikte şehzadeler şehri Manisa’ya doğru yola çıkmış, şehre yaklaşınca kilometrelerce uzayan zeytin bahçeleri ve meşhur Sultaniye üzümüne ait bağlar ile şehri bir uçtan diğer uca kucaklayan Spil Dağı bizleri karşılamıştı. Şehre ilk girişimizde uğrak yerimiz olan Sultan Camii ve çevresi Manisa şehrinin ruhunu oluşturmaktadır bana göre. Hititler, Frigler, Lidyalılar, Yunanlar, Persliler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular gibi, pek çok medeniyetin hüküm sürdüğü, Osmanlı döneminde 16 şehzadenin sancak beyliği yaptığı şehzadeler şehridir Manisa. Tarihte ilk parayı basan Lidyalıların başkenti Sardes Antik Kenti’ni bağrında yaşatan ve bunun gibi onlarca tarihi mekâna ev sahipliği yapan Manisa Birri’nin ifadesi ile “Gül-i ra‘nâ çok bir gülsitândır şehr-i Mağnîsâ, Dil-i şûrîde-i Birrî o gülşen içre bülbüldür.” Baharın güzelliği, bülbüller, çeşit çeşit ve rengârenk çiçekler, beyazıyla, kırmızısıyla, sarısıyla, gül-i ra‘nâsıyla, özellikle gülüyle Birri gibi bir şair böyle bir ortamda Manisa’yı topyekün bir gül bahçesine, kendisini de bülbüle benzetivermiştir. Teselya’dan gelip yerleşen Magnetler’in Spil Dağı eteğinde kurduğu bu şehir, “Magnesia” olarak anılmış ve zamanla Hitit, Frig, Yunan, Lidya, Pers, Roma, Bizans, Saruhanoğulları Beyliği ve Osmanlıların bir yerleşim yeri olmuştur. Beyliğin bölgedeki varlığından dolayı şehir Saruhan olarak da anılmıştır. Osmanlı egemenliğinin ardından şehrin ismi Mağnisiye, Mağnisa ve son olarak Manisa şeklini almıştır. Şehir, Osmanlıların bir sancak merkezi olmasından dolayı geleceğin padişahlarının idarecilik yeteneklerinin geliştirildiği bir şehzadeler şehri olmuştur. Şehzadeler Şehri Manisa’da şehzadelerin kimlikleri, kişilikleri, ilk heyecanları, ilk yönetim tecrübeleri, ilk hüzünleri, ilk sevinçleri hülasa tahta giden yolda günlerin nasıl geçirildiği, nerelerde ve nasıl şartlarda yaşadıkları düşüncesi Manisa ziyaretimde hissetmeye çalıştığım duygu olmuştu. Şehzadeler ile birlikte yaşamış Hanım Sultanlar, ünlü hocaların bu şehzadelere lalalık yaptığı, büyük komutanların onları askeri alanda eğittikleri, sosyal hayata dair ilk gözlem ve deneyimin yaşandığı bu şehrin derinliklerinde heyecan, acı ve ümit pınarları hala çağlıyordur diye görmek istedim Manisa’yı. Manisa’da görev alan devlet erkânının yaptırıp bizlere bıraktığı eserleri ve bu eserlerin çevresinde oluşan mahalleler daha çok ilgimi çekti benim. Bir şehir gezisinde asıl olan ortada
görünenden ziyade görünmeyene, bilinmeye vakıf olmaya çalışmaktır. Şehzadeler Anadolu da belli başlı şehirlerde görev almışlardır. Önemli şehirler şunlardır; Manisa, Amasya, Konya, Trabzon, Kütahya, Sivas, Sinop, Muğla, Bursa, İzmit, Eskişehir ve Balıkesir’dir. Şehzade sancakları içerisinde ise en meşhur olan Manisa'dır. Bunun sebebi ise burada yetişen şehzadelerden padişah olanın çok olmasıdır. “Saruhan Tahtı” denilen Manisa, özellikle “ Ulu Şehzade”ler (Veliaht Şehzade) için saltanat eğitiminin verildiği bir şehirdi. Saruhan tahtına oturan ilk şehzade Ertuğrul (1390-1392), son şehzade Sultan III. Mehmed’dir (1584-1595). Saruhan tahtına oturan ilk Şehzade Ertuğrul (1390-1392). Sultan II. Murad, Ali Bey’den sonra, önce büyük oğlu Alâeddin’i (1437), sonra da diğer oğlu Mehmed’i Saruhan’a Sancakbeyi tayin etti. On iki yaşındaki Şehzade Mehmed, 1443 yazında Manisa’ya geldi. Aynı yıl acele olarak tahta geçmek üzere Edirne’ye çağrıldı. Ancak bir müddet sonra meydana gelen olaylar, II. Murad’ı tekrar tahta çıkmaya mecbur etti. Varna Zaferinden sonra, bu kez Manisa’ya geldi ve yerleşti. Burada “Saray-ı Amire” olarak anılan bir saray inşa ettirdi ki, bu saray daha sonra buraya gelen şehzadelerin ikametgâhı oldu. Şehzade Mehmed, babasının ölüm haberi üzerine, hızla Manisa’dan Edirne’ye giderek yeniden tahta geçmiştir. 1453 yılında İstanbul’u fethedip Bizans’ı tarih sahnesinden kaldırarak, Fatih unvanını kazanmış, Manisa’ya ise, küçük yaştaki ortanca oğlu Mustafa’yı tayin etmiştir. Bundan sonra Manisa sancakbeyliğine sırasıyla Şehzade Abdullah, Şehzade Şehinşah, Şehzade Korkut,Şehzade Alemşah, Şehzade Mahmud tayin edilmiştir. Şehzade Mahmud’un ölümüyle Manisa’ya gelen Şehzade Korkut yeniden sancakbeyliğini ele geçirmiştir. Yavuz Sultan Selim, 1513 yılında Şehzade Korkut’tan boşalan sancakbeyliğine oğlu Şehzade Süleyman’ı tayin etti. Şehzade Süleyman 1520 yılında tahta geçene kadar Manisa da kaldı. Kanuni Sultan Süleyman 1533’de büyük oğlu Mustafa’yı sancakbeyi olarak Manisa’ya gönderdi. Daha sonra sancakbeyliğine Şehzade Mehmed, Şehzade Selim getirildi. Dört yıllık aradan sonra, 1546’da Manisa’da doğan Şehzade Murad, Şehzade sancakbeyliğine getirildi (1562). 1566 yılında Manisa da doğan Sultan II. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed, 1595 yılında III. Mehmed olarak tahta çıkıncaya kadar Manisa
da kalmıştır. Şehzade Mehmed, aynı zamanda sancak beyliği yapan son şehzadedir. 175 yıl şehzade sancağı konumunda kalan Manisa bu dönemde sanat ve kültür merkezi olarak çok gelişmiştir. Bu şehzadelerden padişah olanlar ise şunlardır: Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad, III. Mehmed ve Manisa’da doğmuş olan Mustafa’dır. Anadolu şehirlerinin bir çoğunda olduğu gibi Manisa’da da kültür hayatı çok derinden ve sahici dinamiklerle devam etmektedir. Manisa denince Şehzadelerden sonra ilk olarak Hafsa Sultan akla gelir. Hafsa Sultan, Yavuz Sultan Selim'in karısı, Kanuni'nin de annesidir. Sultan Camii ve Külliyesini yaptırmış şehrin kalbini inşa etmiştir. Spil dağının eteğine Mimar Acem Ali'ye, Sultan Camii, medrese, Sübyan Mektebi, imarethaneden oluşan külliyeyi 1522'de tamamlatmıştır. Ardından bir darüşşifa ve bir çift hamam yaptırır. Manisa’da yaşadığı dönemde günün birinde Hafsa Sultan hastalanır, Merkez Efendi, Dumanlı Dağ'ın binbir çiçeğinden, otundan oluşturduğu Mesir Macunu'nu, Sultan'a yedirilir ve sultan iyileşir. Sultan’ın ricasıyla o gün bugün Manisa'da doğa bahara uyanırken, Sultan Camii'nin minaresinden Mesir macunları halka saçılır, Mesir Şenlikleri yapılır. Manisa demek Merkez Efendi, Mesir Macunu, Şehzadeler ve Hafsa Sultan demektir birazda… Manisa şehri gezimizde bir gece konaklayarak şehrin havasını teneffüs edip, mesir macunu tadına bakıp, Manisa kebabı ile karnımızı doyurmuştuk. Sultan Camii ve Külliyesi, Muradiye Camii ve 1490 yılında II.Bayezid’ın eşi Hüsn-i Şah Sultan tarafından yaptırılan Hatuniye Camii ve Külliyesini ziyaret edip, Hatuniye Camiinin yanında bulunan “Meşrubat-ı Umumi içerisinde, bir iksir-i âzam’dır çay” yazan kıraathaneden doya doya çay içmiştik. Kısaca Manisa’nın tarihini ve kültürünü, geçmişini öğrenmeye çalışmıştık. Manisa, İstanbul’un fethinin rüyasının görüldüğü şehirdir. Manisa, dünyaya kanun ve nizamın nasıl verileceğinin planlandığı şehirdir. Kınalızâde Hasan Çelebi şiiri ile başlamış olduğumuz yazımızı Birri’nin beyitleri ile tamamlayalım. Memâlik-i Anadolıda misli nâdirdür ‘Ale’l-husus ki ol lâlezâr-ı Mağnîsâ O lâlezâr ki yokdur nazîri’ âlemde Hak eylemiş anı hâss-ı diyâr-ı Mağnîsâ 25
YANYA
Coğrafya ve Tarihçe: Şu anda Yunanistan'da bulunan bu şehir güney Arnavutluk’un sancak merkeziydi. Pindus sıradağlarının batısında bulunan bu Epir şehri Balkan savaşında Türk kahramanlığının unutulmaz öneklerini sergilemiştir. Ekim 1431 yılında Türk hâkimiyetine giren Yanya, 6 Mart 1913 yılında Yunanlılara geçmiştir. Kuzeyin Katolik olmasına karşın, güney Arnavutluk Hıristiyanları Ortodoks'tur ve Yunanistan'ın önemli bir tesiri bu bölgede kendisini gösterir.
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
YANYA, DEDEAĞAÇ,
KAVALA, İSKEÇE Haluk Dursun, 1990’lı yıllarda ziyaret ettiği Yanya şehrine ait gözlemlerini şöyle anlatıyor: Selânik'le Yanya arası bizim kültür tarihimiz açısından tam bir hazine. Ne ararsan bulunur. Hüseyin YÜRÜK
Haluk Dursun, 1990’lı yıllarda ziyaret ettiği Yanya şehrine ait gözlemlerini şöyle anlatıyor: Selânik'le Yanya arası bizim kültür tarihimiz açısından tam bir hazine. Ne ararsan bulunur. Ama eski tarihi bilmeyen, ya da o bölgeden gelmeyen birisi şehirleri, kasabaları sırayla geçip gidip hiçbir tanıdık simaya, hiçbir hatıraya rastlamaz. Transit giriş yapan bir turist gibi bir uçtan diğer uca Yunanistan'ı geçip gider. Ah Yanya! Daha sabahın erken saatinde şehir merkezine girer girmez tarihî bir Osmanlı çınarı karşımıza çıkmaz mı? (Dursun,2003:77) Dursun şöyle devam ediyor: Yanya kale kapısı Osmanlı tuğralı, Osmanlıca kitabeli. Her bakımdan tam bir tarihî kale içi. Alaturka kiremitli eski evler son derece bakımlı. Fransız usulü panjurlar biraz levanten havası verse de, farzet ki Antalya Kaleiçi'ndesin. Bahçeler yaz sonunun güzelliğini taşıyor. Sardunyadan zakkuma kadar çiçekler, kirazdan üzüme kadar meyveler. Hele bir narlar var ki, aman ki aman. Tam manasıyla Arnavut kaldırımlı dar sokaklardan geçerek Çınarlı meydanlarda Osmanlı eserlerini görüyoruz.1606 tarihli Arslan Paşa Camii şimdi Belediye Müzesi olmuş. İmaretin taş örtülü çatısı ve duvarları son derece düzgün taş işçiliği örneklerinden. Arnavut kaldırımının hem zemin döşemesi, hem basamakları çok düzgün. Duvar diplerinde çiçek açmış ebegümeçleri Acem boruları üzerine sarılmış. Bırakın Avrupa'da bir yabancı ülkede olmayı, insan neredeyse Anadolu'da bir kasabada hissedecek kendini. Tam karşıda yüksek dağlar çepeçevre sarmış Biraz yürüyerek ilerideki tepeyi aşarsanız Kaleiçi’ndeki göl manzarasını seyredebilirsiniz. İşte orası da ayrı bir âlem.Göl kıyısı boydan boya çınar. Osmanlı'nın 1870 yapımı askerî hastanesi Bizans Müzesi olmuş. 1611'de yapılan Fethiye Camii 1795’te Tepedelenli Ali Paşa tarafından
sayı//65// aralık
26
restore edilmiş. Arkasında bütün ailesinin yattığı haziresi de var. Ali Paşa'nın kendisi orada kellesi koparılmış olarak yatıyor. (Dursun,2003:78-79) Osmanlı Devleti Döneminin Yanya valilerinden biri de Ahmet Cevdet Paşa'dır ki; istemeye istemeye İstanbul'dan Yanya'ya gitmiştir. Ama sonra Yanya’yı çok beğenerek "Bana İstanbul'u bile aratmadı." demiştir. Yanya’nın Berat kazasında mutasarrıflık yapan Çapanoğlu Celaleddin Bey Berat’tan şöyle bahsediyor:Berat, Yanya Vilayeti'ne mülhak ikinci sınıfdan bir livadır, İskelesi ':Adriyatik" denizinde Avlonya kasabasıdır ki Berat'a tabi bir kaza merkezidir. Avlonya, Berat'a iki günlük mesafededir ve İtalya ile karşı karşıyadır. Luşna (Fiyeri) ve Iskarapar namlarında diğer iki kazası daha vardır. Her yerde iki okka dört yüz dirhem olduğu halde Berat'da yerli mahsulü için beş yüz dirhemdir. Zeytinyağı, bademi, ayvası çok güzeldir. Luşna arazisi fevka'l-gaye münbit bir arazidir. (Çapanoğlu,2013:188) DEDEAĞAÇ
Coğrafya ve Tarihçe: 1912’ye kadar Osmanlı toprağı olan Dedeağaç, o tarihte Bulgarların kontrolüne girmiş ve 1920’de de Yunanistan’ın bir parçası olmuş. İsmi de zaten 1920’de şehri ziyaret eden ilk Yunan kralı olan I. Aleksandros’a ithafen, Aleksandropolis olarak değiştirilmiş.Dedeağaç, Osmanlı’nın son dönemlerinde kurulmuş, görece yeni bir yerleşim yeri olduğu için diğer Yunan şehirlerinin aksine tipik Yunan mimarisindeki tarihi binaları pek çok yok. Şehirde binalar modern olsa da ana caddeler dahil kat sayısı 4-5’i geçen bina sayısı yok denecek kadar az.Türkiye sınırına sadece yarım saatlik mesafede yer alan Dedeağaç, 57 bin nüfuslu küçük ve sakin bir şehir. 1900’lü yılların başlarında Dedeğaç’ta Mutasarrıflık görevinde bulunan Ebubekir Hazim Tepeyran o günlerin Dedeağaç’ını şöyle anlatıyor:Dedeağaç'ta mülkiye, adliye, posta ve telgraf, jandarma daireleri; hapishane, Ziraat Bankası ve kasabanın biricik camii iyice geniş ve dört tarafı duvarla kapalı bir arsa içinde ayrı ayrı yapılmıştı. Deniz tarafında ve biraz içerideki mülkiye dairesinden başka hepsi kenarlarda idi. (Tepeyran,1998:217-218) Ebubekir Hazim Tepeyran şöyle devam ediyor: Dedeağaç'ı iki parçaya ayıran Hamidiye Caddesi'nin deniz tarafındaki arazi vaktiyle
hükümetçe istimlâk olunmuş, buna rağmen her dönümünün on, on beş para takdir olunan bedelleri de sahiplerine verilmemiş olduğu halde Şark Demiryolları Kumpanyası'na ödünç olarak tahsis olunmuş; böylece kasabanın, çarşı, pazar ve otellerinin bulunduğu mühim bir kısmı belediye kanunları hükümlerinden müstesna bir Avusturya müstemlekesi haline gelmişti. Kumpanya istasyondan bu mendireğe kadar hattı uzatıp sahilde birçok araziye tasarrufunu sağladığı halde buna kanaat etmeyerek limanın ilerisini de almıştı. Bu yüzden Osmanlı Dedeağaç'ın deniz kenarında bir karış yeri yoktu. (Tepeyran,1998:299) Dedeağaç küçük ve yeni bir kasaba olduğundan hastanesi; icabında istifade edilecek büyük han, cami, medrese gibi binaları yoktu. Bunun için Anadolu'ya gitmek üzere Osmanlı vapurlarını bekleyen ikinci Ordu'nun hasta ve zayıf askerleri sokaklarda yatıyordu. (Tepeyran,1998:303) Balkan Savaşına katılan subaylardan biri olan Albay Rahmi Apak da şehirden şöyle bahsediyor: Dedeağaç'ta halkın dörtte üçü Rum’du. Edirne'nin Karaağaç istasyonu o gün bir mahşer kalabalığı arzediyordu Bir alaydan artık asker, bütün generaller, yüksek sivil işyarlar, Genel Meclis ve belediye üyeleri, mahallin ileri gelenleri, sarıklı müftüler, metropolitler, hahamlar karşılamaya 27
çıkmışlardı. Gelen heyetin başı ise bir yüzbaşı Ruşeni Bey idi. Fakat İttihat ve Terakki Partisi'ni temsil ediyordu. Tren İstasyona girerken otuz bir pare top atıldı. Vagondan ilk çıkan Ruşenî'nin göğsüne hamail vari asılmış geniş bir ipek kurdele üzerine yağlı boya ile: "İttihat ve Terakki'nin En Küçük Fedaisi" yazılmıştı. Ruşeni otuz üç yıl çektiklerimizi anlattıktan sonra: "Yaşasın hürriyet, yaşasın adalet, yaşasın vatan..." diye bağırdı. Ruşeni kürsüden inerken gözüne ilişen bir binbaşının göğsündeki nişanı koparıp yere attı ve ayaklarının altında çiğnedi. (Apak,1988:31) Albay Apak o yıllarda şehirde yaşayan Türklere karşı uygulanan soykırımdan da şöyle bahsediyor:Dedeağaç'ın kuzeyinde birçok Türk köyleri vardı. Bu köylerin halkı ecnebi konsoloslarının bulunduğu Dedeağaç şehrine, canlarını kurtarmak için sığınmışlardı. Bulgar komitacıları medeni Rum halkının ve limanda demirlemiş İngiliz ve Fransız harp gemilerinin subay ve erlerinin gözleri önünde bine yakın zavallı köylüyü öldürmüşlerdir. Rum ahali ve yabancı Avrupalı deniz askerleri bu kasaplığı hoş görmüşlerdir. Hâlbuki gemilerden karaya çıkarılacak yüz kişilik bir deniz kıtası pekâlâ bu katliamı önleyebilirdi. Amma öldürenler Hıristiyan ve ölenler de Müslüman olunca buna kimse itiraz etmedi. (Apak,1988:87-88) KAVALA
Kavala Yunanistan'ın Doğu Makedonya ve Trakya bölgesinde aynı adı taşıyan ilin merkezi olan sahil kentinin adıdır. Osmanlı Devleti döneminde Balkanlar'ın en önemli merkezlerinden biriydi. Osmanlı yönetim sistemine göre de 1910 yılında Selanik vilayet, sayı//65// aralık
28
Drama liva (mutasarrıflık) idi. Kavala ise Drama'ya bağlı bir kazaydı. Osmanlı Devleti Döneminde Selânik'ten başka Kavala'da da İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve İtalya devletlerinin konsoloshaneleri vardı. Şehir, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın doğum yeridir. Ahmet Cevdet Paşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan şöyle bahsediyor: Arabistan'da karışıklıklar ve kaynaşmalar içindeydi: Vehhabilerin Haremeyne musallat olması bir türlü önlenemiyordu. Kâbeyi ziyaret edeceklerin rahatça gidip gelmesini sağlayabilmek için bu sefer de Şam Valisi Azimzâde Abdullah Paşaya seraskerlik ünvanı verilip hazırlık yapması için yazışmalar olmuştu. Vehhabiler o sırada bütün Arap yarımadasını pençelerine geçirmişler, hatta bu paşaya hacca geleceklerin silâhlarını da, yiyeceklerini de beraber almalarını, korunmalarını da yiyip içmelerini de kendilerinin sağlayacaklarını bildirmişlerdi. Ama o sırada kim olsa Vehhabilerin hakkından gelecek gücü kendinde bulamıyor, devlet de herhangi bir şey yapacak durumda bulunmuyordu. Değil gönderecek askeri veya silâhı hatta oradaki memurlarının maaşını sağlıyacak parası bile yoktu. İşte bu yoklukta Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yardım istendi. Ne var ki böylece Osmanlı Devleti Mısır'ı Kölemenlerden kurtarayım derken Kavala Arnavutlarının eline vermiş bulunuyordu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:60:61) Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Mısır Krallığı sırasında girdiği ilişkileri Sultan 2.Abdülhamit Dönemi Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa şöyle anlatıyor: Sultan Hamid şunu hiç unutmuyordu. İngilizler'in Marcester Ticaret Odası marifetiyle Kavalalı Mehmed Ali
Paşa’ya verdikleri altın madalyanın fotoğrafı da Sultan Hamid'in yazıhânesinde mahfûz idi.Bu madalyanın bir tarafında İngilizce olarak:"Hind'in kara yolunu serbest tutan, düşman devletlerin tebaasını mallarını himaye eden, nizam, ticaret, ilim dostuna” ibaresi yazılıdır. Diğer tarafında İngiliz firması vardır. (Tahsin Paşa,1990:342) Mehmet Ali Paşa Kavala'da bir medrese inşa ettirmiş. Oğlu Abbas Hilmi Paşa da 1909 ve 1911 yıllarında Kavala'yı ziyaret etmiş. İmaretin geliri Taşoz adasından sağlanırdı. Osmanlı döneminde imarette kazanlar kurulur, her gün fakirlere yemek dağıtılırdı. Kavala medresesinden de binlerce müderris yetişmiştir. Kavala’dan Haluk Dursun şöyle bahsediyor: Sonra mahalle aralarındaki eski Türk evlerini gezerek şu anda restore edilen ve Türk özelliği hiç vurgulanmayıp sanki bir Mısır eseriymiş gibi lanse edilen tarihî Osmanlı imaretine girerek ikinci katındaki İmaret Cafeye oturdum. Hemen yanında harap halde Cami-i Şerif'i bulunuyordu. Önündeki revaklar, sütunlar altında küçük, şirin bahçesinin içinde yemekler yeniliyor, kahveler içiliyordu. Binaya Mısır posterleri asılarak Arap havası verilmeye çalışılıyor ise de Osmanlıca kitabeler duruyordu. Benim üst katta oturduğum yerden ise iç avlu, hem hücrelerin bulunduğu kısım, hem de karsıdaki Kavala limanı gözüküyordu. Kalesiyle birlikte biraz Bodrum'a, taş evleriyle Ayvalık'a, eski Kaleiçi evleriyle Antalya-Alanya'ya, liman içindeki balıkçılarıyla Gelibolu'ya, kordon boyuyla İzmir'e benzeyen bir şehir. Ama bir an karşıdaki tepelere bakınca dağın zirvesindeki muazzam haçı görüp kendinize geliyorsunuz. (Dursun,2003:70-71)
göz atıp, hemen dağlara tırmanmaya başladık. Önce meşhur Hamidiye köprüsünü gördük. Bir kısmı yıkılmış, ayakta durmaya çalışan, fanatik Yunanlılar tarafından ay yıldızları kazınmış Hamidiye köprüsünü. Ve sonra Dere boyları'nda ilerleyip, soğuk sularından içe içe Rodop Dağları'na tırmanış...Onlar ne güzel köy isimleri: Kozluca, Elmalı, Ilıca, Şahin, Ketenlik, Yassı ören, Gökçe pınar ve sonu ovayla biten Volkanova, Memkova, Şinikova, Mustafaova... Yol boyunda tarlalar İskeçe'nin meşhur tütününden manzaralar sergiliyorlar. Dağ, taş, ekilebilir her yer tütün. (Dursun,2003:66) Eski Büyükelçilerden Oğuz Gökmen İskeçe’deki Müslümanların yaşadığı bir sorundan şöyle bahsediyor:Fener Patrikhanesi ile Batı Trakyadaki Türklerin İskeçe Müftülüğü aynı konumdadır. Şimdilerde peşi peşine hapis cezalarına çarptırılan İskeçe Müftüsü Emin Ağa ile Fener Patriği Bartholomeos’un durumlarına bakıyorum da ne yalan söylemeli kısaca utanıyorum.(Gökmen,1999:122)
İSKEÇE
KAYNAKLAR
Yunanistan‘ın kuzeyinde, Batı Trakya’da yer alan İskeçe, bölgede Türk nüfusunun en yoğun olduğu şehirlerden biri.İskeçe’nin tarihi MÖ 870’li yıllara dayanıyor. 1371’de itibaren Türklerin yerleştiği kent, Balkan Savaşları sırasında Bulgaristan egemenliğine girmiş. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan istikrarsız dönemde, 1920 yılında halk oylaması ile Yunanistan’a bırakılan İskeçe, Lozan Antlaşmasında karara bağlanan nüfus mübadelesi kapsamına alınmayan şehirler arasında. Haluk Dursun, ziyaret ettiği İskeçe şehrine ait gözlemlerini şöyle anlatıyor: Selânik'le İskeçe’de saat kulesini şöyle bir görüp, cami önündeki Osmanlı çınarına şöyle bir
• Apak Rahmi, (1998), Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara:Tãrih Kurumu Yay • Ahmet Cevdet Paşa,(1973),Cevdet Paşa Tarihi, Cilt:1,İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay, • Çapanoğlu Mahmut Celaleddin Beyin Hatıraları,(2013), • Ankara :Türk Tarih Kurumu Dursun A. Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Gökmen Oğuz,(1999), Bir Zamanlar Hariciye, İstanbul:? • Tahsin Paşa,(1990),Yıldız Hatıraları,İstanbul: Boğaziçi Yayınları • Tepeyran Ebubekir Hazim,(1998),Hatıralar, İstanbul:Pera Yay,
29
‘- İstikamet Baba Dağlarııı, sağa dön! Marş!’
DENİZSİZ BİR DENİZ ŞEHRİ:
DENİZLİ Televizyonda, radyolarda ne zaman Özay Gönlüm çıksa benim aklıma hemen Naime Ninem gelir. Yani anneannem. Annemin annesi. Çocukluğum gelir.
Fahri TUNA
enizli ilkin budur benim zihnimde. Tuzla’da yedek subay okulunda kısa döneme ayrılıp kura çektiğimizde bana Denizli çıkmıştı. Sevinmiştim. Denizi olan bir yere gidiyordum ne de olsa. (Sene 1984. O zaman akıllı telefon, Google, novigasyon filan hak getire.) Eve geldim, haritayı açtım. Aaa o da ne? Denizli’de deniz yok. Resmen kandırmışlar bizi. ‘Bu ismi koyana yazıklar olsun’ dedim içimden, yalanım yok! Yirmi beş yaşımın baharında, 11 Piyade Tugayı, 12. Piyade Alayı, Çavuş Talimgah Taburu 4. Bölük’te, - ki kısa dönem sekiz aylık ‘Mehmet Beyler’e, biz 240 üniversite mezununa - Siirtli Neşet Onbaşı’nın biz acemilere ilk derste öğrettiği - verdiği mi desek – komuttur bu. Bir de Gaziantep Islahiyeli Ramazan Onbaşı’nın ‘ayağınızı yekindirin’ sözcüğüdür. Ne yiğit ne mert ne iyi kalpli adamdı Ramazan kardeşimiz. Otuz beş koca sene sonra bile Denizli ‘Baba Dağları’dır bende en çok. Sonra ‘Akabe Kitabevi’dir. Sahibi Kamil Gökalp adındaki yiğit Egelidir. Kısacık dönemde - yedi ay beş gün bize yedi sene beş ay gibi gelmişti aslında - ne çok kitap edinmiştik. Cahit Zarifoğlu’nun ‘Yaşamak’ını ilk o günlerde Denizli Akabe’den alıp okumuştum. Sonraki otuz beş yıl içinde üç kez aha okuyacak ve her seferinde başka başka yerleri çizip yıldızlayacaktım. “Tellidir yavrum anam tellidir tellidir amman / Denizli'nin horozları bellidir / Ötüver de gül ibiğim bir yol ötüver / Geniş olan gam zamanı değildir Asmam çardaktan / Suyu bardaktan / Bir yol öpüver de gocman gız / İliman yanaktan amanın iliman yanaktan” Bunu bir tek Özay Gönlüm’den dinlemeli. O Özay Gönlüm ki radyo çağımızın fenomenlerindendi. İçine bolca pekmez katılmış sesiyle, Ege şivesiyle söylediği birbirinden güzel ve ilginç Denizli Türküleriyle gençliğimizin kahramanlarındandı. Hâlâ da öyledir merhum. Televizyonda, radyolarda ne zaman Özay Gönlüm çıksa benim aklıma hemen Naime Ninem gelir. Yani anneannem. Annemin annesi. Çocukluğum gelir. Çikolata icat edilmemiş bizim melmelekette. Edilmişse de bize uzanmamış daha. Sene bin dokuz yüz altmış beş filan. Naime Ninem bütün torunlarına gelirken, soğan kabuğunda kaynattığı yumurtalar getirirdi rahmetli. Aman ne lezzetliydi onlar. Bal bal. Sanki içine şeker
sayı//65// aralık
30
koyuyordu ninem. Bildiğiniz yumurtaydı halbuki. 1970’lerin, 80’lerin, 90’ların Denizli’si tek kelimeyle ‘Özay Gönlüm’ün Ninesi’dir. Daha doğrusu Ninesinin Mektubu’dur. O lirik, komik, tipik mektubu. Dinlerken, kulaklarımızın gülme hızımıza yetişemediği, bazen karnımıza ağrılar girdiği mektup. Türkiye’deki sosyolojik değişimi, köyden şehre göçü, çağ atlamayı, sınıf atlamayı, o Anadolu irfanı ile iki seksen bir doksan, yerle bir eden mektup. Daha fazla uzatmadan o meşhur mektubun minik bir bölümünü buraya da alalım: “Ey benim umudumun Gandili / Göz yaşımın mendili / Dağdan, bayırdan aşı(r)madığım / Gözden, gönülden düşü(r)mediğim / Duaynan böyütdüğüm / Türküynen yörütdüğüm / Gardan, gışdan gayı(r)dığım / Bazlımaynan doyu(r)duğum / Güneş’im, Ay’ım / Yavrııım, bidenem, Özay’ım. Amanın yavrım / Ben öyle duyuyom / O gocuman memleketlede / cicili bicili, boyalı moyalı, / şıngırdak fıngırdak, / Kirpikleri takma, / saçları sokma, / Onlan bunlan düşüp gakma, / Gözleri elde, etekleri belde, / Artanı da yerde, / Sıska mıska, şıbıldak gibi bazı, / Çirkin mirkin hanımla, gızla oluveriyormuş... Amanın onlara tutuluveren de, / yanıveren de deme yavrım. / Alceen gızın soyu sopu belli, / saçı sırma telli, / Eline el değmemiş, / kötü süt emmemiş, / Sevisi derinde, / eti butu yerinde olmalı. / Dizine otutturuvedin mi kucağın dolmalı domuz, / Hem evlenince pazara kadar değil, / mezara kadar varmalı. / Ee hanım dediğini de alaya kattın mı / Koluna taktın mı yakışmalı / Duvara attın mı yapışmalı. / Bu sözlerimi eyi dinle bakem / Bi kulağından sok da öte kulağını tıka / çıkıvermesin ulen.” Denizlili, şivesiyle bakışıyla görüşüyle tam da budur. Bir de tozu horozu kızı meşhur derler Denizli’nin. Elhak doğrudur: Tozunu iyi biliriz. Kışlada yürürken otururken çay içerken toz fırtınasına yakalanmışlığımız çoktur. Horozunu görmedik. Sadece merkezde üç yol ağzında Yeni Cami karşısında meşhur bir horoz heykelini görmüşlüğümüz vardır, o kadar. Kızına gelince; birer ikişer yıllık evliydik biz. Nikâhlı eşlerimiz aklımızda, kız mız görmedik doğrusu… En meşhur yemeği pidesidir Denizli’nin. Denizli Pidesi. Bir Bafra, bir Karadeniz, bir de Denizli Pidesi. Üstüne pide tanımam. Söyleyeyim size. Bazı eserler yahut doğal zenginlikler tek başına o şehir kadar ünlüdür. Hatta o şehirden büyük, fazla, ileridir de. Örneğin Selimiye tek başına Edirne eder, Hacıbayram tek başına Ankara, Ulucami tek başına Bursa, Orhan Camii tek başına Adapazarı, Şeyh Edebalı tek başına Bilecik eder. Pamukkale de tek başına
Denizli’dir. Denizli kadardır. Hatta fazlasıdır. Pamukkale şifadır, tarihtir agoradır. Şehirdir Pamukkale, şiirdir Pamukkale, üniversitedir Pamukkale. Seksen iki milyon Türk vatandaşının Pamukkale’de çektirdiği en az bir fotoğrafı vardır, bembeyaz kayalar üzerinde. Keloğlan nerelidir bilemem; ama Acıpayam ilçesindeki Keloğlan Mağarası da mutlaka görülmesi gereken yerlerdendir. Bir de bezdir Denizli. Buldan bezidir. Yumuşak, incecik, zarif, pamuklu sevimli bir kumaştır. Denizli sanayiinin de önemli bir bölümünü Buldan bezi oluşturur. Toz horozu kadar bezi de meşhurdur Denizli’nin dense yeridir. Yeri gelmişken hatırlatalım: Sadrazam Yedi Sekiz Hasan Paşa okuma yazma bilmediğinden imzasını Osmanlı rakam sistemine göre düz ve ters v şeklinde attığından bu lakabı almış -, Kanuni döneminin ünlü bilim adamı ve mutasavvıfı Merkez Efendi, ünlü ressamımız İbrahim Çallı, Behçet hastalığına adı verilmiş ünlü hekim Behçet Uz, ünlü bestekârımız Selahattin Pınar, Gayserili Nöri Gantar tiplemesiyle ünlenmiş tiyatrosinema oyuncusu Tekin Akmansoy, ünlü yönetmen ve yapımcımız Osman Sınav, ünlü aktör Bulut Aras, anatomi ressamı dostumuz Prof.Dr. Ahmet Sınav da Denizlilidir. ‘Bizim romanımız niye yok?’ sorusuna medeniyetimizin büyük şairi Yahya Kemal merhum ‘bizim romanımız türkülerimizdir’ diye cevap verir ya hani, aynen inananlardanım ben de bu söze. Örneğin ünlü Denizli türküsü Cemile mesela: Cemile'min gezdiği dağlar meşeli imanım / Haydi üç gün oldu Cemile’m ben bu derde düşeli, Gaydırı gupdak Cemile'm nasıl nasıl edelim biz bu işi / Nikâhımızı gıysın ünlen gelin Hoca Memiş'i. Cemile gız ne gezersin hayatta / Basma da fistan parlak da babuç ayakda, Gaydırı gupdak Cemile'm nasıl nasıl edelim biz bu işi / Nikâhımızı gıysın ünlen gelin Hoca Memiş'i. Cemile'min fistanı saman sarısı imanım / Haydi de gören sancek Cemile gız muhtar garısı, Gaydırı gupdak Cemile'm nasıl nasıl edelim biz bu işi / Nikâhımızı gıysın ünlen gelin Hoca Memiş'i. Denizli, Ege’nin müreffeh kenti, gelişmiş zengin şehridir. Pamukkale’nin gölgesindeki şehir. Kandırıkçı şehir Denizli. Denizli: Denizi olmayan bir deniz şehri. Helal vallahi. Son söz: ‘- İstikamet Nizamiye, sola dön! Marş!’ Oradan da evlere. Vira bismillah. 31
IŞIKLAR, RENKLER VE KALABALIKLAR ŞEHRİ
TOKYO Tapınak bölgesini gezdikten sonra Tokyo Camii’ni ziyarete gittik. Ziyaret sırasında caminin hemen yan tarafında TİKA’nın yaptırdığı bir kültür evi inşaatına rastladım. Çalışan işçiler Türkiye’den gelmiş. Onlardan biriyle ve bugüne kadar tanıdığım en güleryüzlü din adamlarından biri olan Tokyo Camii’nin imamıyla da sohbet ettim. DR. Kenan BÖLÜKBAŞ*
* TRT Müzik Kanal Koordinatörü
sayı//65// aralık
32
sya Pasifik Yayıncılar Birliği (ABU) Şarkı Festivali’ne katılmak için 16-20 Kasım günlerinde Tokyo’daydım. Festival Komitesi ile yaptığımız toplantılardan arta kalan zamanlarda şehri olabildiğince çok gezmeye çalıştım. Geziyle ilgili izlenimlerimi sizlerle paylaşmak isterim. Önce en baştan, yani uçağın havalandığı nokta olan İstanbul Havalimanı’ndan başlayalım. Hayatımda ilk kez Japonya’ya gideceğim için oldukça heyecanlıydım. Uçaktaki yolcuların büyük bir bölümünün Japonlar olduğunu çekik gözlerinden anlamak hiç de zor olmadı. Yolculuk, onları tanımam için ilk ve en önemli fırsattı diyebilirim. Hasta maskesi takan bu kadar büyük bir kitleyi ilk kez bu yolculukta gördüm. Gezi boyunca da tüm Tokyo’da hastalıklara karşı yaygın bir önlem olarak maske takıldığına şahit oldum. Yolculuk esnasında ilk dikkatimi çeken şey, Japonların –nedense- hiç gülmüyor olmasıydı. Şaşırtıcı derecede ciddiler. Yolculuğun ilerleyen saatlerinde biraz yürümek için koridora çıktım. Kabin ışıkları kapatılmış uçaktaki karanlık ortamda yüzlerce insan, ağızlarında maske ve gözlerinde uyku bantları ile hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Manzara, bir korku filmini andırıyordu adeta. İstanbul Havalimanı’ndan Tokyo Narita Havaalanı’na varmak, yaklaşık 12 saat sürüyor. Uzun, sıkıcı ve yıpratıcı bir uçak yolculuğunun sonunda Türkiye’de sabaha karşı ikide başlayan yolculuğum, Tokyo’nun yerel saatiyle akşam dokuzda Narita Havaalanı’nda sona erdi. Yani gece başladığım yolculuğu gene gece tamamlamış oldum. Bunun sonucunda Türkiye ile Japonya arasındaki altı saatlik fark ve 12 saatlik yolculuk nedeniyle "jetlag"dan epeyce etkilendim ve bunun yarattığı uykusuzluk sorununu gezi boyunca yaşamaya devam ettim. Tokyo Narita Havalimanı çıkışında üç kişilik ekibimizi, 15 yıldır Tokyo’da yaşayan ve bir Japonla evli olduğunu sohbet sırasında öğrendiğim Turhan Bey karşıladı. Kapalıçarşı civarında bir büfe işleten Turhan Bey, İstanbul’a turist olarak gelen ve şimdi eşi olan hanımefendi ile tam da bu büfenin önünde tanışmış. Evlilik sonrası eşiyle birlikte taşındığı Tokyo’da, özellikle Müslüman nüfusa hizmet veren, gıda ağırlıklı bazı ticari işler yapıyor. Tokyo’da Shibuya adında, merkezi konumdaki bir semtte bulunan otelimize yerleştik. Hiç de lüks olmayan sıradan görünümdeki otelin geceliğinin 15.500 Yen (Yaklaşık 900 TL)
civarında olduğunu öğrendiğimde, Tokyo’nun dünyanın en pahalı şehirlerinden biri olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimi söyleyebilirim. Şehirle ilgili ilk izlenimim; mağaza tabelalarının tamamının rengârenk, ışıl ışıl ve sıra dışı büyüklüğü oldu. Tokyo için bir ışık ve renk şehridir demek yanlış bir ifade olmaz. Dikkatimi çeken şeyleri sırasıyla söylemem gerekirse; inanılmaz kalabalıkların sel gibi aktığı, geniş caddeleri, kaldırımları olan bir şehir Tokyo. İnsanlar, genel olarak dikkat çekecek kadar kısa boylu. Yerden yüksekliği 1.73 cm olan ben, ilk kez kendimi fidan boylu biri gibi hissettim. Diğer yandan herkes zayıf ve sırma saçlı. Kel ya da göbekli birine neredeyse hiç rastlamadım desem yalan olmaz. Boydan az önce kazandığım moral, bu gerçekle birlikte çok geçmeden saman alevi gibi sönüverdi. Japonlar, etraflarındaki insanlarla kültürel bir davranış kalıbı olduğunu sandığım nedenlerle göz teması kurmamaya özen gösteriyor. Bu da, bizim gibi etrafındaki herkesi radar gibi tarayan bir toplumdan gelmiş biri için şaşırtıcı bir gözlem oldu. Sokaklarda sigara içmek kesinlikle yasak. Sadece belirlenmiş noktalarda sigara içmeye izin veriliyor. Trafik ise İngiltere’de olduğu gibi soldan akıyor. Yaya trafiği de aynı şekilde soldan. Bisiklet, çok sık kullanıldığı için kaldırımlar ve yollar, bisikletlilere göre düzenlenmiş. Öte yandan, Tokyo'da İngilizce bilen birilerine rastlamak, maalesef kolay değil. Yardım istemek için yaklaştığım Japonların çoğunun, en basit soruları bile anlamakta zorlandığını söylemeliyim.
Taksi şoförleri fazlasıyla ciddi, kibar, şık ve yardımsever. Müşterileri ile neredeyse hiç konuşmuyor, sadece navigasyon cihazı ve trafiğe odaklanıyorlar. Üniformaları, işlerine olan ciddiyetlerini tamamlayan unsurlardan biri. İstanbul’da gördüğümüz taksicilerin hallerini düşününce, aralarında ne kadar büyük bir kültür farkı olduğunu anlıyorsunuz. Tokyo, adeta bir üniformalılar şehri. Mağaza önlerindeki güvenlikçilerden yol bakımında çalışan işçilere kadar tüm görevliler, şapka ya da baret takıyor. Hepsi, aynı zamanda birbiriyle uyumlu, rengârenk üniformalar içindeler. Görevliler, ilk bakışta adeta bir robot gibi aşırı ciddi görünseler de bir adres sormak ya da bir şey danışmak için yanlarına gittiğinizde –çoğunun yabancı dili olmasa bile- sanıldığından çok daha yardımsever ve güleryüzlü davranıyorlar. Benzer yardımseverlik ve güleryüzü, robotumsu ciddiyetlerine rağmen karşılaştığım tüm Japonlar’da gördüğümü rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta metro istasyonuna nasıl gidebileceğimi sorduğum bir Japon, neredeyse 15 dakika boyunca metronun girişini göstermek için benimle birlikte yürüdü. Yoshi adındaki bu genç adam, Yehova Şahitleri adlı Hristiyan bir tarikata mensup olduğunu ve inancını anlatmak istediğini söyleyerek yürüyüş boyunca bazı bilgiler verdi. İstasyonda bilet alırken bozuk paralarım yetmediği için paramın üstünü tamamlayacak kadar da cömertti. Beni biraz sıksa da hem inancını anlatmak için gösterdiği bu fedakârlığı hem de yardımseverliği takdire şayandı. Metroya geldiğimizde yardımları için teşekkür ettim ve kısa mesafeli yürüyüşlerimde din değiştirme âdetim 33
olmadığını söyleyerek kendisini kibarca yolcu ettim. Tokyo’daki ilk günümde tarihi Meiji Tapınağı’nı gezdim. Tapınak, oldukça büyük bir park içerisinde bulunuyor. İnsanlar akın akın bu tapınağa geliyor. Etrafta sessizlik hâkim. Gelenler, huşu içerisinde inançlarının gereği olan belli ritüelleri yerine getiriyor. Aynı gün, tapınak içerisinde geleneksel bir evlilik törenine denk geldiğim için epey şanslı sayılırım. Tapınak çevresinde özellikle geleneksel kıyafetler içindeki yetişkinler ve çocuklar dikkatimi çekti. Gördüğüm kadarıyla, önce kepçeye benzeyen bir araçla kutsanmış sudan ellerine döküyor, ardından ellerindeki bozuk paraları bir sandığa atıyor ve ellerini birleştirip saygı duruşunda bulunduktan sonra ellerini iki kez çırpıyorlar. Tapınak bölgesini gezdikten sonra Tokyo Camii’ni ziyarete gittik. Ziyaret sırasında caminin hemen yan tarafında TİKA’nın yaptırdığı bir kültür evi inşaatına rastladım. Çalışan işçiler Türkiye’den gelmiş. Onlardan biriyle ve bugüne kadar tanıdığım en güleryüzlü din adamlarından biri olan Tokyo Camii’nin imamıyla da sohbet ettim. Altı yıldır bu camide hizmet veren din görevlisi ve orada karşılaştığımız Türkler, bizi büyük bir mutlulukla ağırladılar. Ardından Tokyo’daki bir Türk esnafı ziyaret etmek üzere Tokyo'nun elektronik bölgesi olarak görülen Akihabara adlı semte geçtik. Akihabara’daki ElectricTown, dev mağazalar ve pasajlar içerisinde çok sayıda elektronik eşya, cep telefonu ya da bilgisayar gibi ürünlerin satışı sayı//65// aralık
34
yapılıyor. Bazı elektronik ürünler, Türkiye’ye göre çok daha çeşitli ve ucuz. Buradaki kısa gezintiden sonra, sahibi Denizlili olan bir dönercide mola verdik. O da 15-20 yıldır Tokyo’da yaşıyor. Japonların dönerin tadına alıştıklarını ve dönere ilginin büyüyerek devam ettiğini söyledi. Umarım yayılır çünkü Japonya’ya gidecekseniz hiç alışık olmadığımız bir mutfak kültürleri olduğunu sakın unutmayın. Sabah kahvaltısında pirinç, brokoli, yeşillik ve ne olduklarını bilmediğim tuhaf yiyeceklerden oluşan bir kahvaltı anlayışları var. Eğer Türkiye’den hazırlıklı gelmezseniz, ya bunları yemeyi ya da aç kalmayı göze almanız gerekiyor. Restoranlarda ise özellikle domuz ağırlıklı bir tüketim olduğu dikkatimi çekti. Domuz eti yemek istemezseniz, yiyecek alternatiflerinin çok fazla olmadığını bilmenizde yarar var. Konuştuğum Türkler, Japonya’da toplam Türk nüfusunun 8-10 bin civarında olduğunu, bunun 4-5 bininin Tokyo’da yaşadığını söyledi. Sayıları çok fazla olmasa da Türkler, diğer milletlerin Müslüman nüfusuyla birlikte kendilerine uygun bir gıda ekosistemi oluşturmuş ve bu şekilde helal yiyecek sorununu aşmışlar. Şehir, adeta metro hatlarıyla örülmüş. Metro haritalarına baktığımda, karınca duasını andıran hat çizgileri, ilk başta korkutucu görünse de kısa sürede nereye, nasıl gidileceğini çözmek zor değil. Şehrin en faal noktaları da zaten bu metro hatlarına göre şekillenmiş. Otelin bulunduğu Shibuya’dan metroyla yaklaşık yarım saatte müzenin olduğu Uneo semtine ulaştım. Müze, Uneo Park adındaki büyükçe ve çok bakımlı
bir alanda bulunuyor. Park içerisinde bulunan Tokyo Ulusal Müzesi gezmenizi tavsiye ederim. Ziyaretin ardından parkın yakınındaki bir çarşı içerisinde dolaşma fırsatı buldum. Çarşı; rengârenk ve ışıl ışıl. Dükkânlara giren çıkan kalabalıklar, bir insan denizinin içerisinde yürüyormuşsunuz hissi uyandırıyor. Fiyatlar ise bize göre çok pahalı. Bir şişe küçük suyun 100 Yen yani yaklaşık 6 TL olması, fiyatlar hakkında az da olsa bir fikir veriyor. Kalabalık demişken geniş caddelerde yaya geçitlerinin, yeşil ışığın yanması ile birlikte daha önce hiç görmediğim şekilde ana baba gününe döndüğüne burada şahit oldum. Bu anlar, inanılmaz bir görüntü güzelliği yaratıyor. Bu arada, hem yayaların hem de araçların trafik ışıklarına dikkat etmek konusunda oldukça hassas olduğunu söylemeliyim. Bunun yanında Tokyo’da kaldığım süre içerisinde, araçların korna sesini sadece bir iki kez duydum. Bu yönüyle de bizden epeyce farklılar. Japonya'nın en yüksek ve dünyada Burç Halife'den sonra en yüksek ikinci kulesi olarak bilinen 634 metre yüksekliğindeki Skytree’ye gittim. Ben, 350 metredeki seyir terasına çıkmayı tercih ettim. Biletler, yetişkinler için 2300 Yen yani yaklaşık 120 TL. O yüksekliğe asansörle çok hızlı bir şekilde çıkarken insanın kulakları tıkanıyor. Terasta, 360 derecelik bir Tokyo manzarası sizi bekliyor. Diğer tavsiyelerimden de kısaca bahsedeyim: Edo – Tokyo Müzesi: Edo şehri, Edo döneminde (1603 – 1868) Japonya’nın siyasi merkezi olarak şekillenmiş. Edo, o zamanlardaki Tokyo’nun adı. Müzede, Edo’nun
zengin kültürünü yaşam boyu sürdüren sıradan insanların hayatını keşfedebilirsiniz. Suşi: Bir zamanlar lüks bir yemek olan suşi, şimdilerde popüler bir fastfood. Denemelisiniz. Kabuki Tiyatrosu: Kabuki, bir Japon halk tiyatrosu türü. Edo kültürü, bugünün Tokyo’sunda da devam ediyor. Tokyo Körfezi Yolculuğu: Tokyo Körfezi gezisiyle, Tokyo’ya denizden de bir göz atın. Odaiba: Odaiba, Edo döneminde şehir savunması için bir ada kalesiydi. Bugün, Fuji Televizyonu, Telekom Merkezi ve uluslararası sergi merkezi burada sıralanıyor. Tokyo’daki ana sahil alanlarından biri. Meiji Tapınağı: İmparator Meiji ve imparatoriçe Shoken adına yapılmış bir tapınak. Omote – Sando ve Harajuku’nun yoğun bölgelerinin ortasında 700.000 metrekarelik geniş bir alana (100 futbol sahasına eş değer) sahip sakin bir yer. Bu bölgeye Japonya’nın her yerinden 100.000 ağaç bağışlanmış. 100 yıl boyunca dikilen bu ağaçlar, derin bir ormana dönüşmüş. Otorii (Tapınak Kapısı): Otorii, (12 metre yüksekliği ve 17,1 metre genişliğinde) 1500 yıllık hinoki selvi ağaçlarından yapılmıştır. Honden (Posta Salonu): Ana salon 1920 yılında inşa edilmiş fakat savaş sırasında yanmış. Mevcut salon, 1958 yılında yeniden inşa edilmiş. Japonya’da yeni yıl kutlamalarında en çok ziyaret edilen tapınak. Tokyo 2020: Tokyo Körfez bölgesinde önümüzdeki yıl triatlon, plaj voleybolu, kürek ve binicilik gibi olimpiyat yarışmaları düzenlenecek. Hazırlıklar devam ediyor. Bu bölgeyi de görmeden gelmeyin. 35
iz bu dizeleri ve melodiyi hatırladınız mı bilmiyorum ama öyküsü şöyleydi; 250 yıl eyalet merkezi olarak Osmanlı’ya hizmet veren Ahıskalılar Diktatör Stalin’in emriyle aynı Kırım Türkleri gibi bir gecede Türkiye’ye ajanlık yaptıkları iddiasıyla genç yaşlı, kadın erkek, hasta veya çocuk demeden vagonlara bindirilerek sürgüne gönderilmişti.(24 Temmuz 1944)
İSTANBUL’UN KİLİDİ Ahıska sınırımıza 13 kilometre kadar uzaklıktaydı. Ahilkelek, Aspinza, Hırtız, Vale, Bagdanivka ve Edigön gibi Kafkasya’nın hemen girişinde bir Müslüman Türk bölgesiydi. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Bu insanların bir bölümü yollarda ölmüş, cesetleri vagonlardan aşağı atılmış, bir kısmı hastalanarak yolda hayatını kaybetmiş, bir kısmı de işkence görerek hakka yürümüştü. Çoğu insanın mezarı yok, gruplar halinde hendeklere gömüldü. Bu karar Moskova’da alınmıştı. Sovyet Ordusu’nda askere alınan Ahıskalılar terhis edildiklerinde evlerini ve ailelerini göremediler! Çünkü hepsi sürgüne gönderilmiş, evleri de zapt edilmiş, Ruslar yerleştirilmişti. Hayatta kalan Ahıskalılara daha sonra SSCB içinde dolaşma izni bile verilmedi, sürgüne gittikleri ve özellikle Özbekistan’da ikamete mecbur edildiler. Müttefik Devletler liderleri Winston Churchil (İngiltere), Franklin D. Roosevelt (ABD) ve Josef Stalin(SSCB) Yalta Livadia Sarayı’nda (Kırım) bir araya gelerek dünyanın barış adı altında nasıl paylaşılması gerektiği konusunda anlaşmışlardı (11 Şubat 1945). Benim de birkaç defa ziyaret ettiğim bu saray hala turistik bir müze olarak kullanılıyor. DÜNYADA VATANSIZ OLAN TEK TOPLULUK
Ahıska sınırımıza 13 kilometre kadar uzaklıktaydı. Ahilkelek, Aspinza, Hırtız, Vale, Bagdanivka ve Edigön gibi Kafkasya’nın hemen girişinde bir Müslüman Türk bölgesiydi. Önce Ruslar tarafından işgal edildi, sonra Sovyet Birliklerince. Çok sayıda insan şehit düştü. İşte o günlerden kalma dizeler bunlar. Ahıska gül idi gitti, Bir Ehl-i Dil idi gitti, Söyleyin Sultan Mahmud’a, İstanbul Kilidi gitti! Ahıska bugün için Gürcistan sınırları içindedir. Ama artık ne o kent özelliği ve ismi ile, ne de o güzel insanlar topluluğu artık yok. Geçtiğimiz günlerde beni telefonla bir Ahıska Türkü olan genç akademisyenlerimizden Rüstem Mürseloğlu aradı. Sürgünün 75. Yılı dolayısıyla Medeniyet Üniversitesi’nde sayı//65// aralık
36
Ahıskalı Türkler Uluslararası Sempozyumu yapacaklarını belirterek isimler istedi. Verdim. Gerçekten(16-17 Kasım 2019) tarihleri arasında çok değerli bir çalışma yapıldı. TRT yoktu ama Rüstem Mürseloğlu’nun hazırladığı Ahıska Sürgünü filmi bize tarihi yeniden yaşattı. Halen 9 ülkede Ahıska Türkleri yaşıyor. Nüfusları 500 bin kadar olan Ahıskalılar Dünyadaki vatansız kalan tek topluluk. Sürgünde yaşayan Ahıskalılar, yaşadıkları Özbekistan’da Sovyet fitneleriyle diğer soydaş-dindaş toplulukları içinden dışlanmaya çalışıldılar, kan aktı (Fergana Faciası). ÇOK ÇALIŞKAN VE GÜZEL TÜRKÇEYE HAKİMLER
Çimkent’te otobüsümüz bir Pazar yerinde mola vermişti. Yolun bir tarafında Ahıskalılar, diğer yanında ise Özbekler vardı. Taraflar birbirine kin ve nefretle bakıyordu (1992)! Çok üzüldüm. Büyük Mütefekkirimiz Ahmet Yesevi’nin toprakları Yesi’yi ziyaretimde konuştuğum yaşlı bir adam karşı tarafı at sidiğine konmuş bir siyah sinek olarak görüyordu. Böylesine tarafları birbirine düşman etmişlerdi. Oysa bir Ahıska Türkünü tanımak bir ayrıcalık olacaktı. Sürgün psikolojisi içinde bile bir kere çok çalışkan ve güvenilir insanlardı. Çorak toprakları bile yemyeşil tarlalar haline getirip, üretime soktuklarını ben yaşadım. 10 Bin Ahıska Türkü’nü ABD neden Nevada çölünde iskan edilmesini kararlaştırdı? İşte bu yüzden. Ama önce asimile edecek endişelerim hala var. Türkiye 1993’ten bu yana Ahıska Türklerinin sorunlarıyla daha fazla alakadar oluyor. Bir kısmı TC vatandaşı oldu, bir kısmı çifte vatandaşlık statüsü kazandı. 2005 yılında Bitlis’in Üzümlü, Van’ın Ahlat ilçelerinde ikamet edildiler. 100 bin kadar Ahıska Türk’ü de iskansız yaşıyor. Ahıska’nın bulunduğu Gürcistan’da ise önce bir kimlik bunalımı yaşandı(2007). Sonra anlaşmalar çerçevesinde kolaylık sağlanacağı belirtildi ama Ahıskalıların Türk oldukları konusu Tiflis yönetimince kabul edilmedi Donduruldu kaldı. Ahıskalılar halen Türk olarak Türkiye, Azerbaycan ve Ukrayna’da daha rahat bir hayat sürüyorlar. AHISKA TÜRKÜ
Medeniyet Üniversitesi’nin programına 13 ülkeden temsilci katıldı, 60 bilimsel tebliğ sunuldu. Sonuç bildirisinde Ahıska Türklerinin sorunlarının daha yapıcı ve hızlı çözülmesi, yaşadıkları bölgelerde sivil toplum, akademik
hayat ve kamu kesimiyle ilişkilerini artırmaları, kabiliyetli gençlere yatırım yapılması, sorunun hukuki boyu üzerinde serbest dolaşım, mülkiyet, miras ve tazminat haklarının korunması için işbirliğine gidilmesi, adalet, yurttaşlık, insan hakları ve evrensel değerler ışığında çalışmaların yoğunlaştırılarak neticelendirilmesi istendi. Dilerim bu tür çalışmalar artarak devam eder. Sadece maddi imkanlarla ve kurulan sivil toplum kuruluşlarını desteklemekle değil, hukuki, eğitim, insani ve ekonomik sürecin de Ahıska Türkleri için gerekli olduğunu düşünüyorum. Bütün çalışmalarımda benim Ahıska Türkleri vardır. Çimkent’ten Almatı’ya gitmek için tren beklerken; isimlerinin Canbolat Murat ve İbrahim Beşlioğlu olduğunu daha sonra öğrendiğim bu iki genç yanımıza yaklaşarak “Siz Türksünüz? Çünkü kanım çekti” dediğini hala titreyerek hatırlıyorum. Bu deyimi biz de kullanıyoruz onlar da unutmamış. Türk Dünyasında Türkiye Türkçesine yakın dili Ahıskalılar kullanırlar. 70 Yıllık SSCB faşizmi onları dil ve dinlerinden edememiş. Sonra bu iki genç trenimiz geldiğinde kondüktörüne hediye vererek bizim bütün gece boyunca rahat etmemizi de sağlamıştı. Ayrıca kompartımanımıza çok sayıda kavun bırakmıştı çam sakızı çoban armağanı diyerek. Bir saatlik tanışıklığımız böyle neticelenmişti. Almatı’yı gezerken dilimizden Türk olduğumuzu anlayan İstanbul Mahallesinde oyun oynayan sokaktaki çocuklar hemen evlerine haber vermiş, Ahıska Türkleri evlerinden çıkarak bizi konutlarına davet etti konuk olarak, koç çıkardı ve kurban kesmek istedi. “Bir başka sefere” diye hatırlatmamışa binaen ancak müsaade ettiler. “Gurbettesiniz bir ihtiyacınız var mı?” diye sorması heyetimizdekilerin yüreğinin yağını eritmişti. VATAN CEMİYETİ
Kırım’da ise tertip ettiğimiz bir toplantıda Ahıska Türkleri Vatan Cemiyeti Başkan Yardımcısı Aslanof Taştan ile tanıştım. “Tatar soydaşlarımız vatanlarına döndü biz hale dönemiyoruz” diye dertlenmişti. Sorunları çok iyi biliyordu, Gürcistan Lideri Gamzagurdia’nın Ahıskalıları aldattığını, Şevardnadze’nın ise zayıf kaldığını, Saakaşvili’nin de sorunu örtmeye çalıştığını; Ahıskalılara Ruslarla birlikte yaşamak 37
üzere karma yerler verdiklerini, ana topraklara sokmak istemediklerini üzülerek bildirmişti. Sovyetler dağıldıktan sonra genel merkezleri Moskova’da olan Ahıska Türkleri Vatan Cemiyeti Başkanı Yusuf Serveroğlu ile Yıldızlar Yeniden Parlıyor(Kayıhan Yayınları-1994) adlı Türk Dünyası notlarımı muhtevi kitabımın yayınlanışından sonra Ankara’da tanıştım. Türkiye’ye her gelişinde birlikte oldum. Türkiye’de yaşayan Ahıska Türkleriyle alakalı hep temasalar yaptı, girişimlerde bulundu, sorunlarının çözümü için uğraştı. O günlerin Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu da Ahıskalıydı. Yusuf Serveroğlu ve arkadaşlarını misafir etti. Yusuf Bey bana dönerek “Sayın Cumhurbaşkanını ara da bize randevu al Mehmedim” dedi. Şaşırdım. Çankaya’yı aradım. Yusuf Serveroğlu ve üç arkadaşının görüşmek istediklerini söyledim. “Hemen gelsinler” demez mi? Gittiler, görüştüler, Türkiye ile Gürcistan’ın yapması gereken konuya ilişkin çözüm önerilerini anlattılar. Anlaşma da sağlandı ama hayata ve uygulama geçmedi. Daha sonra benden TBMM Başkanı’ndan randevu istememi rica etti. Mustafa Kalemli ile görüştüler. Daha oturmadan “Sayın Kalemli siz de Ahıska Türküsünüz! Öyle değil mi? demez mi?” TBMM Başkanı Mustafa Kalemli şaşırdı. Nereden anladığını sordu. Bazı kelimelerin söyleyişinden çıkardığını bildirdi Yusuf Serveroğlu. Gerçekten Mustafa Kalemli annesi tarafından Ahıskalı imiş. Benim aziz dostum Yusuf Serveroğlu Moskova’da daha sonra hakka yürüdü ve Dağıstan’da defnedildi. Mekanı cennet olsun. Ömrünü Ahıska Türkleri davasına vakfetmişti. sayı//65// aralık
38
GARİBİM GURBETLERDE
Sempozyuma Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi, Ahıska Türkleri Dernekleri Federasyonu Başkanı ve Ahıska Dergisi sahibi ve yayın yönetmeni Yunus Zeyrek iki yıldır kanser tedavisi görüyordu, plaketini almak için gelemedi ve bir gün sonra da hakka yürüdüğünü öğrendik. Sohbetleri, kitapları ve yayınları hep Ahıska Türkleri içindi. Nurlar içinde uyusun. Medeniyet Üniversitesi ve Rüstem Mürseloğlu’nun bu girişimi dilerim başlangıç olur, bilimsel çalışmalar sürer. Çünkü Ahıskalıların sorunları hala masada duruyor. Zonguldak ile Kerç arasında vapur seferlerinin başlatılması Rusya tarafından ilhak edilen işgal altındaki Kırım sorununu çözemezse, Ahıska Türklerinin sorunları da öyle görünüyor. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası boyutta siyasi, kültürel, ekonomik, sivil toplum girişimlerinin programları ve yayınlar artarak sürmeli. Ahıska bölgesi şehir, sürgün, toplum tarihleri çalışmaları çoğalmalı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları çerçevesinde Ahıska Türklerinin mülkiyet ilişkileri talepleri değerlendirilmelidir. Roman, hikaye ve sinemada Ahıska Sürgünü örnekleri çoğalmalı, dünya dillerine tercüme edilmelidir. Ben Ahıskalıyım, Sağır mısın ey Çoruh, kör Aras, Duy beni Ağrı, dinle beni Erciyes; Hürriyet istiyorum,hürriyet istiyorum, Yol ver bana Hazar, al beni Kafkas
Yunus Zeyrek
Karadeniz Güzellemesi - Adaşım, biraderime-
Karadeniz üzerinde üç katar turna Üçüncü katarda biri var halsiz uçup-geçip giderler ondan habersiz Gitmen turnam gitmen orda insan var, insan varsa sevda gezer sahilinde, bilesiz Bir konacak yer bulaman, her taraf deniz.. Karadeniz üzerinde martı uçar mı, Üstüne varsam benden kaçar mı? Kaçar kurban olduğum, kaçar Mevlâm onu kuş eylemiş, Kol kanat vermiş Kısmeti temiz Altında deniz.. Karadeniz üzerinde salkım saçak bulutlar Kırım’dan kopup gelmiş kaçak bulutlar, heybeleri hasret dolu gurbet nakışlı yiğit bakışlı biri benim biraderim. Aynı öne serilmiş ezelden seccâdemiz üç bir yanımız deniz..
Karadeniz kıyısında yanık takalar parmakları birbirine ulalı. karabataklar gibi bir batar, bir çıkarlar yoldaşları bir kemençe bir türkü yârin yoluna bakarlar Canını sevdiğim hamsi aklını şaşır yolunu bize düşür bak, biz evdeyiz, evimiz deniz.. Nasib olsa da varsam kıyısına Karadeniz’in, suyuna dalsam yunsam, arınsam Bir gelin görsem yüzbir yaşında yüzü buruşuk ve mübârek gözleri çakır ve sırtında çalı, Yüzünde anamın yüzünü görsem, görsem ve ölsem… Gökler beni istikbâle çıkardı şüphesiz, şâhidim olurdu deniz…
Kâmil UĞURLU
39
Sudak'taki Ceneviz kalesi, 1371-1469 yılları arasında, 13. yüzyıldan kalma bir Yunan el yazmasına göre 212 yılında inşa edilmiş olan başka bir kalenin yerine Sugdei'nin üzerine kurulmuştur. Kale, daha sonra Sourozh adıyla bilinen Rus kronikleri tarafından bilinen şehri savundu.Doğu coğrafyacıları ve Arap tüccarlar arasında Sudak olarak biliniyordu. O dönemde şehirde yaşam tam olarak kurulmamıştır.
SUDAK'TA CENEVİZ KALESİ Kaledeki tek iyi korunmuş mimari yapı camidir 1453’teki Konstantinopolis’in düşmesinden sonra, Türkler gözlerini Kırım’a çevirdi. 31 Mayıs 1475'te Osmanlı İmparatorluğu'nun bir filosu Kefe kıyılarına yaklaştı, Doç.Dr. Svetlana KERİMOVA*
*KIRIM KİPU Ünv.
sayı//65// aralık
40
Ocak 1223'te, şehir Moğol-Tatarlar tarafından ele geçirildi. Arap yazar Ibn el-Asir bu istilayı şöyle tarif etti: "Sudak'a gelince, Tatarlar onu ele geçirdi ve sakinleri dağıldı, bazıları aileleri ve mülkleriyle dağlara tırmandı ve bazıları denize doğru gittiler." Halen Batu liderliğinde Moğol-Tatarların bir sonraki işgali Aralık 1239'da gerçekleşti. Tatarların etkisinin azaldığı anda, Ceneviz'liler kıyılarda yeniden ortaya çıktı. Cenova'nın aktif olarak teşvik ettiği 13. yüzyılın ikinci yarısında Bizans İmparatorluğu'nun restorasyonu, Cenevizliler ile Venedikliler arasında aktif bir yüzleşmeye yol açtı. 1316'da kabul edilen, Karadeniz'deki Ceneviz kolonilerinin Tüzüğü, “Cenevizliler veya Ceneviz denilen ya da olarak adlandırılanların, Cenevizin yararlarını kullanmasını, satın almasını, elde etmesini, yabancılaştırmamasını, şahıslara veya üçüncü şahıslar aracılığıyla, askerlerde bulunan ve her ihlal için, her bir ihlalci için 100 altın para cezasına çarptırılmasına karar verildi. ” 1380'de Rusyanın Tatar ordularının Kulikovo sahasındaki Rus alayı tarafından yenilmesinden kısa bir süre sonra, Ceneviz sonunda Tatar'larla özel bir anlaşma imzalayarak Sudak ve çevresini güvence altına aldı.Ceneviz ticaret merkezleri ve Kırım kıyısındaki ticaret şehirleri XIII yüzyılda ortaya çıkmaya başladı.XIV yüzyılın ilk çeyreğinde, İtalyanlar 1357 - Balaclava (Cembalo)'da Kerch (Cherkio ya da Vosporo) aldı, daha sonra göçebe Theoldius'u (Cafa) ve 1365'te Venediklilerden Sudak (Soldayu) aldı.Toprağın geri kalanı, Tatarlarla anlaşarak Ceneviz'lilere gitti.İtalyanların yaşadığı tüm Kırım bölgeleri, Venedikliler ve Tatarlara karşı korunacak bir kalenin inşa edildiği Kefe'de merkezi olan Ceneviz Gazaria olarak adlandırıldı.Ceneviz kaleleri iki duvar çemberi şeklinde yapılmıştır. İlk çemberin arkasında işçi ve atölye evleri vardı ve ikinci duvarın (kale) arkasında kale yöneticisinin binası, idari binalar, özellikle önemli malların bulunduğu depolar ve muhtemelen soyluların konutları
vardı. Büyük alana rağmen - yaklaşık 30 hektar, Sudak'taki Ceneviz kalesi konumu nedeniyle neredeyse zapt edilemezdi. 157 metre yüksekliğindeki Jenevez-Kaya Dağı (Castle Hill) üzerine inşa edilmiştir.Kökeni itibariyle, dağ antik taşlaşmış bir mercan kayalığıdır ve kuzeyden hafifçe eğimli bir kütle ve güneyden dik, Sudak Körfezi'ne doğru uzanır. Kalenin duvarlarının yüksekliği altı metreye ulaşmıştır ve bazı yerlerde sekiz metre bile olsa, kalınlığı bir buçuk ila iki metredir. Kulelerin yüksekliği 15 metreye ulaşır. Kale savunmasının dış kuşağında, Fortress Hill'de 14, liman bölgesinde bir tane kulesi vardı. On iki tanesi hala duvarların üzerinde yükseliyor, biri ayrı duruyor ve sadece iki tanesi temelde kalıyor.İç savunma hattında - kale - dört kule ve Aziz İlyas Kalesi vardır.Kale, özellikle iyi bir şekilde güçlendirilmiştir. Duvarları ve kuleleri, Fortress Dağı'nın yüksek kayalık bir bölgesinde bulunuyordu. Ana savunma düğümü kale idi, kaleyi doğudan tamamlıyor gibiydi. Üç ana giriş kapısı bulununmaktaydı. Günümüze kadar gelebilen bu kapıların kalıntılarıdır. Sur ve kulelerin duvarları yerel malzemeden yapılmıştır: gri kalker, kumtaşı ve kalker. Duvarcılığın doğası, kalenin çoğunlukla yerel ustalar tarafından inşa edildiğini göstermektedir. Su temini için ise şehre Perchem Dağı'ndaki bir kaynaktan (Kale Dağı'ndan daha yüksektir) ve daha sonra şehrin her yerine dağılmış olarak temin edilebilir. Kaledeki tek iyi korunmuş mimari yapı camidir 1453’teki Konstantinopolis’in düşmesinden sonra, Türkler gözlerini Kırım’a çevirdi. 31 Mayıs 1475'te Osmanlı İmparatorluğu'nun bir filosu Kefe kıyılarına yaklaştı, Kefe kuşatması başladı ve 6 Haziran'da güçlü bir kaleye ait büyük bir garnizon ele geçirildi Kefe'nin ardından Soldaya ve Cenevizin Kırım'da sahip olduğu diğer yerler düştü. Sudak'taki kale, dünyaya özgü bir anıtın statüsündedir.Ancak, önemli statüsüne rağmen, henüz tam olarak çalışılmamıştır (İyileşme hakkında, onun hakkında konuşmuyoruz bile).İlk taşlar kalenin duvarlarına atıldığında, Kırım tarihi Kırım bilimi hala kesin bir cevap veremiyor.Ancak Sudak'taki “kalenin” görünümü tam olarak Cenevizlilerle bağlantılı.Sudak'taki kalenin tarihi, Kırım'a gelen ve bölgenin potansiyelini gören ve burada etkilerini genişletmeye karar vermiş olan Kefe'deki Cenevizliler'in (Feodosia) haklı gösterilmesiyle başladı. Kıyıdaki modern Kerç'den Balaklava'ya kadar. 1365'te sahip
oldukları stratejik olarak önemli bir karakol haline getirme kararı vermeden kavga ettiler. Ceneviz kalesinin bulunduğu Kırım'ın Sudak bölgesi, benzersiz bir coğrafik yapıya sahip. Kale dağı antik mercan kayalıklarının üstüne inşa edilmiştir. Tüm tasarımlarla Ceneviz'liler tarafından, kale olarak ve savunma amacıyla inşa edilmek üzere yapılmıştır. İçinde bir askeri üs, 14 kuleden oluşan Ceneviz kalesi, Kırım'da daha sonra bir sembol haline gelmiştir. Kalenin inşaatı neredeyse bir asır kadar sürmüştür. 1371-1469 yılları arası inşaası yapılmıştır. Çok zahmetli ve meşakkatli bir çalışmanın sonucunda, çok güçlü kalıcı bir yapı istihkam edilmiştir. Bir düzüne kulelerin biribirine bağlanması, aralarına geniş ve yüksek duvarların örülmesi, her haliyle farklı bir yapı olarak inşa edilmiştir. Antik yunan yerleşkesinin adı Sudak olarak anılmıştır. Savunmasını güçlendirmek için iç-içe iki ayrı duvar örülmüştür. Bu duvarlar daha sağlam olması için kemerlerle birbirlerine bağlanmıştır. İki duvar arasındaki yerde işçiler, takviye malzeme depoları ve diğer malzeme depoları mevcuttur. İkinci duvarın arkasında ise idare binaları, Kırım'daki konsolos binaları ve yerel yönetici ikametgahları vardı. O zamanda yapılan en güçlü yapılardan biriydi. Tam teşekküllü bir kompleks ve tüm bileşenleri ile çok güçlü bir kale duvarları. Ana kapı olarak bilinen yerdeki asılı duran levhada 1389 yılında inşa edildiği yazılıdır. Daha geniş bir araziyi kontrol edebilmek için isimsiz üç kule daha kuzey doğu tarafına inşa edilmiştir. Ve yarım daire şeklinde kuzeybatı tarafı ile birleştirilmiş olup, ana giriş kapısına kadar uzanır. 1475 yılında Türk'ler tarafından alınmasından sonra bile yapı hala onarım içindeydi. Ceneviz kalesinin 1783 yılında ruslar tarafından alınmasından sonra bile onarım çalışmaları hala devam ediyordu. Ancak 70'li yıllarda yapılan restorasyon çalışmaları ile kale orijinal hali ile onarılmıştır. Kısmen yıkılan duvarları ve zarar gören diğer kuleleri aslına uygun olarak restore edilmiştir. Tasarımı şöyledir, dörtgen kule, köşe kule ve duvarlar arasından geçen ve onları oluşturan kapalı bir avlu. İlk arada ticari amaçlar için kullanılan bir alan. Onun üzerinde su depoları ve daha yukarıda çeşitli işler için yapılmış odalar mevcuttur. Tüm tasarım konsolları yandaki bağlantıları sağlamak için kuleleri daha sağlamlaştırmak amacıyla yapılmıştır. 2 katlı 41
3 duvarlı yapı ve dişleri duvarları olan 2 katlı bir otel aralığı gibi ve en yüksek noktası üst güçlendirmesi olarak kabul edilir. Bruges çan kulesinin adı X-XIII yüzyıl arasında kale Aziz İlyas olarak anılmıştır. Kule şeklini anımsatan dörtlü bir bekçi vazifesi görmektedir. Çalışmalarda Ana giriş kapısı yüksek savunma için yenilenmiştir. Açık üç katlı kulesi Yakobo Tortello gibi görünüyor. bina - dörtgen güzelliği olan vurgular kemer dilimi. Üzerindeki kitabeye göre silindir biçiminde, ortaya çıkan bu kule istihkam sistemi oluşturuyor. 1385 yılı benzer bir yapı bulunduğunu ve başka bir kule -Bernabo di Franchi di Pagano, çok daha sonra 1414 yılında inşa ediliyordu. Kulelerin incelenmesinde kuzey-batı tarafında bulunan alt kemer savunma sistemine dikkat edilmelidir. Bunları inşa eden Covanni adlı Marion ve Gvarko Rumbaldo'dur. Givanni Marion 1388 yılında ilk inşaatı yapmıştır. Onun dörtgen tasarımı zamanla desteklenmiş olup dört katlı savaş stratejisine uygun olarak parapet, yanunda onu destekleyen bir kule Gvarko Rumbaldo kulesi sadece bir ereksiyon kulesi olarak kullanılır. 1394 yılında Gvarko Rumbaldo kare şeklinde üç katlı bir kule ile biribirinden ayrılmıştır. Kuzey-doğu toprakları alt savunma kemeri, sayı//65// aralık
42
günümüze kadar diğerlerinden daha iyi korunmuş Paskıvale Yuriçe kulesidir. Çok katlı açıktan eklenenler ise üç katman olarak desteklenmiştir. Cenevizli'ler 1392 yılında mimari açıdan ilginç bir yarım kule tarafından desteklenen bir arka plan üzerinde tüm sistemi bağlamışlardır. Kule adı Corrado 1404 yılında inşa edilmiştir. Artık limanı güçlendirmek kalmıştır. Bir kare kule ile Frederico Astarvera limanın savunmasını güçlendirmiştir. bu üç katlı bina 1386 yılında kaleye ilave edilmiştir. Genel olarak Ceneviz kalesi, Sudak şehri için ağır bir tarihsel ve kültürel olarak kabul edilir. Çok ünital yapı Kırım ve özelliği savunma yapısı olarak mimarisi antik tavri, yansıtıcıları X-XVII. yüzyıllar arasındadır. Ceneviz kalesindeki tapınaklar ve çekici kuleleri ile kendi topraklarında yer alan tapınakları arasında Türk'lerin inşa ettikleri camiler, Vaktiyle toplam 48 caminin bulunduğu Kefe’de bugün sadece Müftü Camii kalmıştır. 1623 –1639 yılları arasında inşa edilen camiden Evliya Çelebi“ Kubbesi kurşun ile, taş minareli güzel bir camidir. Kıble kapısının ve avlu kapısının üzerlerinde altın yaldızlı tarihleri yazılıdır.”Şeklinde bahsetmekteydi. Cami, Rus işgalinin ardından 1784’te Ermeni Katolik Kilisesi’ne çevrilmiş ve minaresinin şerefeden yukarısı yıkılarak çan kulesi haline getirilmiştir. Sovyet döneminde Ermeni Katolik Kilisesi de kapatılmış ve bina konut olarak kullanılmıştır. 1964’te ise bina tekrar camiye çevrilmiş, 1970’lerde de yıkık minaresi tamir edilmiştir. 1990’larda yeniden Tatarlara iade edilen camide restorasyon çalışmaları halen devam etmektedir. Dolayısıyla cami duvarlarında Ermeni Katolik Kilisesi döneminden kalma freskler hala mevcudiyetini korumaktadır. daha sonra da gelen diğer sahiplerinin inşa ettikleri ortodoks katedrali ve daha sonra da katolik kiliseleri. Sonunda XVIII. yüzyılında tekrar tekrar değişime uğradı. Ve birçok tasarım değişikliklerine maruz kalmıştır. Ortodoks kilisesi, alman kilisesi, ve ermeni kilisesi ile katolikler için tasarlanmış diğer kiliseler. Bu gün burada arkeoloji ve tarih müzesi olarak çok ilginç sergiler vardır. Ceneviz kalesi ortaçağ atmosferini hala üzerinde taşımaktadır. 2001 yılından beri orada çeşitli, festivaller, şövalye ustalarının gösterileri, en gerçek turnuvalar düzenlenmektedir. Bu festivaller genellikle ağustos ayında gerçekleşir. Ve adına da ''Ceneviz Miğferi''denilir.
CINGAR ÇIKARMIŞTIK
Cıngar Mizah Dergisi’ çalışmasında görev almamız istenildiğinde ülkemiz ve dünyada gidişat güllük-gülistanlık değildi. Erbay KÜCET enellikle muhalif nitelendirilen mizahın geçiş dönemlerinde öne çıkan söylem aracı olduğunu belirtirken Karagöz, Ortaoyunu, Meddah gibi seyirlik türler ile Nasrettin Hoca ve Bektaşi fıkralarının mizahımızda yer aldığını hatırlatmakta yarar var. Daha çok sıkıntı ve kargaşanın yaşandığı dönemlerde, halkın mizah aracılığı ile ortak şuuru yakaladığına şahitlik edenlerdeniz. Mizah yapmanın veya mizahla iştigal etmenin veya nasıl ol-un-maması üzerine yazılanları, söylenilenleri de ciddiye aldığımızı ifade etmek isteriz. Mizahı sululuk olarak gören bir zihniyetten bugünkü gülmecelere kuşbakışı göz attığımızda aslında mizah kavramının insanın doğasından geldiğini söyleyebiliriz. Mizah ile uğraş vermenin ne denli zor olduğunu ifade ederek mizah alanında uğraş verenleri serinletmenin görevimiz olduğu bilincindeyiz. Kavgaya yol açmanın, gürültü, patırtı çıkmasına neden olmanın, bahane bulup kavga etmenin argodaki karşılığı ‘çıngar çıkarmak’ terimi dergiye isim olarak koyulduğunda doksanlı yılların başındaydık. Her alanda olduğu gibi İslamî düşünce ve yaşayış biçiminde yaşanılan veya yaşatılan popüler kültüre karşı ‘Cıngar Mizah Dergisi’ çalışmasında görev almamız istenildiğinde ülkemiz ve dünyada gidişat güllük-gülistanlık değildi. Ruanda iç savaşı, McDonald's’ın Moskova’da şube açması, Yugoslavya’nın Kosova'ya girmesi, Güney Afrika'da ırkçı rejime karşı savaşan Nelson Mandela’nın özgürlüğüne kavuşması, Jülide Ateş’in Türkiye güzeli seçilmesi ve ilk tüp bebeğin doğuşu, hacı adaylarının tünel faciası, Irak’ın Kuveyt'i işgali, Berlin Duvarı'nın yıkılması, Bahriye Üçok’un, kargo paketi patlaması ile ölümü, Türk Hukuk Kurumu başkanı
Muammer Aksoy’un öldürülmesi, Millî İstihbarat Teşkilatı eski müsteşar yardımcısı Hiram Abas’ın öldürülmesi, Tansu Çiller’in siyasete atılması, 1961’de kaldırılan tramvayın İstiklal Caddesi'nde çalışmaya başlaması, Cemil Çiçek’in "Flört fuhuştur", "feminizm sapıklıktır" sözlerine kadınların düdükle cevabı, Amerika’nın Irak'a füze saldırısı, Amerika’nın "Çöl Fırtınası" operasyonunu Kuveyt'i kurtarmak için yaptığını söylemesi, 2. Körfez Savaşı, Irak’ın, İsrail'e Scud füzesi yollaması, Manukyan’ın vergi rekortmeni olması, Yıldırım Akbulut’un, başbakanken genel başkanlığı kaybeden ilk siyasi olması, Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Kazakistan, Moldova, Azerbaycan, Ermenistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Kırgızistan liderlerinin bir araya gelerek Sovyetler Birliği'ne son verip Bağımsız Devletler Topluluğu'nu kurduklarını açıklamaları ve Türkiye'de ilk Kürtçe gazetenin yayınlanmaya başladığı sıcak günlerde görsel sanatlar ile İslamî düşünce arasında çelişki varmış gibi gösterilmesi karşısında 16 Kasım 1990 da yayın hayatımıza ‘Cıngar’ın girmesi ses getirmişti. Yazı İşleri Müdürlüğünü Hasan Demir, Teknik Sorumluğu ise Ahmet Efe’nin üstlendiği derginin sahibi M. İhsan Arslan, ilk sayıda ‘Tebessüm’ başlıklı yazısı ile “….insan ne kadar mutlu olabiliyorsa bizde kendimizi o kadar mutlu addedeceğiz” diyerek okuru selamlamıştı. ‘YARASI OLAN GOCUNSUN’
Cıngar’da o güne kadar muhtelif gazete ve dergilerde yazı ve çizgilerine aşina olunan isimlerden aklımızda kalanlara göz atacak olursak; Yüksel Namlı, Cemal Satkın, Ahmet Yozgat, Necmettin Çanak, Faruk Akören, Macit Tunç, Erhan Dündar, Metin Keskioğlu, Soner Hızarcı, Dağıstan Çetinkaya, Abdurrahman Doğan, Niyazi Çöl, Mehmet Keskinkılıç, Tuncay Karakuş, Bahadır Boysal, Kasım Özkan gibi karikatüristler ile yazı kadrosunda İbrahim Sadri, Zeki Ceyhan, Hasan Demir, Tayfun Sarıkaya, Abdurrahman Dilipak, Halil Kaleli, Selim Bakır, Yaşar Güçlü ile birlikteydik. Dinin mizah ile ilişkisi, nerede başlayıp nerede biteceği, nelerin mizah kapsamında değerlendirilip nelerin hakaret diye addedileceği, muhafazakâr insanların bu konudaki düşünceleri üzerinde duracak değiliz. Yüksek Öğretim Kurulu’nun tez çalışmalarına göz attığımızda mizah üzerine araştırmaların arttığını söyleyebiliriz. “Türk edebiyatında mizah, mizah dergiciliğimiz, cumhuriyet döneminde mizah vb.” başlıklarla mizah kavramına açıklık getiren çok sayıda incelemeye rastlanılmaktadır. Cıngar, yayınlanan diğer mizah dergilerinin seviyesine hiçbir zaman inmemiştir. Mizah ve dinî düşünce ilişkisi üzerinde hassasiyetle durup, inanç ve akaid konularına çok dikkat edilmiştir. Titiz çalışmalara imza atıldığı halde yaşanılan bazı sıkıntılar çözülemediğinden “Veda sahife(fi)fesi” başlığı Cemal Satkın imzalı yayınlanan 47. sayısında dergide yazar ve çizer olarak görev almış olanlarla olan diyaloglarını komikleştirmeye gayret etse de ‘Cıngar’a veda edildiğinde takvimler 4 Ekim 1991 Cuma gününü gösteriyordu. Dinozor, Fit, Cümbür, Ustura ve Cafcaf mı? akıbetleri Cıngar oldu. 43
yüzyıl başlarında imparator Konstantinos tarafından yaptırılmış Khora Manastırı'nın kilisesi olan yapı, İstanbul’un fethinin ardından XVI. yüzyıl başlarında camiye çevrilmiştir. IV. Haçlı Seferi sırasında (1204-1261) harap olan mâbedin çok büyük ölçüde tamir ettirilip genişletilerek 1321’de tamamlandığı bilinmektedir. Palailogos sülâlesinden ve ileri gelenlerden birçok kişinin gömüldüğü manastır İstanbul’un fethine kadar kullanılmıştır. KARİYE CAMİİ HAKKINDA T.C. DANIŞTAY İDARİ DAVA DAİRELERİ KURULUNUN ALDIĞI KARARIN KARİYE CAMİİ VE BENZER DURUMDAKİ VAKIF ESERLERİMİZ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRİLMESİ
KARİYE CAMİİ
Fetihte ilk ele geçirilen yapılardan biri olan manastır, bir süre boş kalmış, şehrin içindeki bazı kilise ve harabeler bilhassa Sultan II. Bayezid döneminde camiye dönüştürüldüğü sıralarda Sadrazam Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrilmiştir. Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı: Cem ERİŞ*
Fetihte ilk ele geçirilen yapılardan biri olan manastır, bir süre boş kalmış, şehrin içindeki bazı kilise ve harabeler bilhassa Sultan II. Bayezid döneminde camiye dönüştürüldüğü sıralarda Sadrazam Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrilmiştir. Nitekim 953 (1546) tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde “Kenîse (kilise) Camii” adıyla zikredilen mâbedin paşanın Çemberlitaş’taki evkafına bağlı olduğu kayıtlıdır. Osmanlı döneminde Kahriye Camii olarak da adlandırılmıştır. İstanbul’daki sahâbe mezarlarından Ebû Saîd el-Hudrî’nin makam-kabrinin de burada olduğu kabul edilmektedir. Mimar Sinan’ın eserlerinin adlarını bildiren listelerden Tezkiretü’l-bünyân ve Tezkiretü’l-ebniye’den Mimar Sinan’ın Kariye Camii’ne yakın bir medrese inşa etmiş olduğu öğrenilmektedir. İstanbul medreseleri hakkında 20 Ağustos 1330’da (2 Eylül 1914) yazılan bir raporda, dört odalı ahşap bir yapı olan Kariye Medresesi’nin son derece harap bir durumda olduğu belirtilmektedir. Anlaşıldığına göre bu yıllarda medrese küçültülmüş ve daha sonra tamamen ortadan kaldırılmıştır. İstanbul depremlerinde hasar gören camii pek çok defa tamir ettirilmiştir. Özellikle öncekilere göre daha şiddetli olan ve camide önemli izler bırakan 1766 yılı depreminin hemen arkasından cami Mimar İsmâil Halîfe tarafından onarılmıştır. İstanbul’u dolaşan bazı yabancıların, seyahatnâmelerinde caminin içinde mozaikle işlenmiş resimler gördüklerini yazmalarından duvar resimlerinin bir kısmının üstlerinin o dönemlerde de açık olduğunu düşündürmektedir. İstanbul’a büyük zararlar veren 1894 depreminde de Kariye Camii’nin bazı kısımları harap olmuş, hatta minaresi de yıkılmıştır (EYİCE,02/12/2019).
*Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı / Restorasyon Daire Başkanı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi
sayı//65// aralık
44
Kariye Camii 19. yy dan itibaren Avrupalı "araştırmacıların" üzerinde yoğunlaştığı bir dönemde özellikle Bizans araştırmalarının
merkezinde yer alan Ayasofya Camii'nden sonra üzerinde pek çok araştırma yapılan eserlerden biri olmuştur. 1940'lı yıllarda Amerikan Bizans Enstitüsü'nün çalışmalarının caminin müzeye dönüştürülme sürecinde yoğunlaşması ise ayrıca dikkat çekicidir. Camii, müze ve müze deposu olarak kullanılmak üzere 29.08.1945 tarih ve 3/3054 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Milli Eğitim Bakanlığı'na tahsis edilmiştir. Günümüzde de Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca işletilen bir müzedir. T.C. DANIŞTAY İDARİ DAVA DAİRELERİ KURULU'NUN KARARININ İÇERİĞİ
Davacı Sürekli Vakıflar, Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği tarafından Davalı T.C. Cumhurbaşkanlığı'na karşı, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nca verilen Danıştay Onuncu Dairesi'nin 12.03.2014 tarih ve E:2010/14612, K: 2014/1474 sayılı kararının onanmasına ilişkin 26.04.2017 tarih ve E:2014/4645, K: 2017/1860 sayılı karara karşı karar düzeltme istemi neticesinde görülen davada Kurul, 2577 sayılı Kanunun 49. maddesi uyarınca temyiz talebini kabul etmiş ve Danıştay Onuncu Daire'nin ilgi kararının bozulmasına ve yeniden karar verilmek üzere dosyanın anılan Daireye gönderilmesine 19.06.2019 tarihinde oyçokluğu ile karar vermiştir. Yargılama sürecinde davaya konu istem: İstanbul ili, Fatih İlçesi'ndeki Kariye Camii'nin müze ve müze deposu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı'na tahsisine ilişkin 29.08.1945 tarih ve 3/3054 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptalidir. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından temyiz edilerek bozulan Danıştay Onuncu Dairesi'nin ilgi kararında: "Kariye Camii'nin müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmamış ve dava reddedilmiştir." Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun ilgi temyiz ve bozma kararında yapılan hukuki değerlendirmeye göre: "Kariye Camii Şerifi Osmanlı Devleti döneminde özel hukuk hükümlerine göre vakfedilmiş mazbut Fatih Sultan Mehmet Vakfı'na ait hayrat taşınmazlardandır. Söz konusu hayrat taşınmazlar gerek mülga 13.06.1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ve gerekse meri 27.02.2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümleri uyarınca kamu malı niteliğindedir. Hayrat taşınmazlar, mülga 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu'nun 10.maddesi (Madde 10 - Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmıyan veyahut işe yaramaz bir hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata tahsis edilebileceği gibi bu kabil hayrat ayın veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayın veya para dahi aynı suretle diğer hayrata tahsis olunabilir. Mimari ve tarihi değeri olan eserler satılamaz.) ile halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 15 ve 16. maddelerinde HAYRAT TAŞINMAZLARIN NİTELİKLERİ VE DEĞERLENDİRİLMESİ
MADDE 15 – Vakıfların hayrat taşınmazları haczedilemez, rehnedilemez, bu taşınmazlarda mülkiyet ve irtifak hakkı için kazandırıcı zamanaşımı işlemez. Genel Müdürlüğe, mazbut ve mülhak vakıflara ait olup, tahsis edildikleri amaca göre kullanılmaları kanunlara veya kamu düzenine aykırı yahut tahsis amacına uygunluğunu kaybetmiş, kısmen veya tamamen hayrat olarak kullanılması mümkün olmayan taşınmazlar; mazbut vakıflarda Meclis kararı ile mülhak vakıflarda vakıf yöneticisinin talebi üzerine Meclis kararı ile gayece aynı veya en yakın başka bir hayrata dönüştürülebilir, akara 45
devredilebilir veya paraya çevrilebilir. Bu paralar aynı surette diğer bir hayrata tahsis olunur. Aynı vakıf içerisindeki dönüştürme veya devirlerde bedel ödenmez. HAYRAT TAŞINMAZLARIN TAHSİSİ
MADDE 16 – Mazbut vakıflara ait hayrat taşınmazlara, Genel Müdürlük tarafından öncelikle vakfiyeleri doğrultusunda işlev verilir. Genel Müdürlükçe değerlendirilemeyen veya işlev verilemeyen hayrat taşınmazlar; fiilen asli niteliğine uygun olarak kullanılıncaya kadar kiraya verilebilir. Bu hayrat taşınmazlar; Genel Müdürlükçe işlev verilmek amacıyla, vakfiyesinde yazılı hizmetlerde kullanılmak üzere Genel Müdürlüğün denetiminde onarım ve restorasyon karşılığı kamu kurum ve kuruluşlarına, benzer amaçlı vakıflara veya kamu yararına çalışan derneklere tahsis edilebilir. Mülhak vakfa ait hayrat taşınmazın tahsisinde Genel Müdürlük görüşü alınır. Tahsis edilen taşınmaz; ticari bir faaliyette kullanılamaz, tahsise aykırı kullanımın tespiti halinde Genel Müdürlüğün talebi üzerine taşınmaz, bulunduğu yerin mülki amirliğince tahliye edilir. Cemaat vakıflarına ait, kısmen veya tamamen hayrat olarak kullanılmayan taşınmazlar, vakıf yönetiminin talebi halinde Meclis kararıyla; aynı cemaate ait başka bir vakfa tahsis edilebilir veya vakfın akarına dönüştürülebilir.) öngörülen hükümler hariç olmak üzere vakfın belirlediği kullanım şekli dışında bir kullanım amacına tahsis edilemez. Hayrat vakıfların temel özelliği bunların amaç dışı kullanımlara karşı üçüncü kişiler yanında bizzat Devlete karşı da korunmuş olmasıdır. sayı//65// aralık
46
Bu vakıfların Devlet koruması altında olması, Devletin istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması anlamına gelmez. Devlet sadece vakıf mallarının amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen kendisine emanet edildiği varlık konumundadır. Bir düzenleme ile olsa bile hayrat vakıfların başka bir amaca özgülenmesi hukuka aykırı olacaktır" denilmektedir. Kaldı ki Danıştay Onuncu Daire'nin aldığı kararda: " İstanbul'un tarihi alanlarının önemli parçalarından biri olan ve ortak miras olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip Kariye Müzesi'nin, inşaa edildiği yüzyıllar öncesinden günümüze kadar uzanan süreçte tarihe tanıklık etmesi, belli bir zaman diliminde veya kültürel mekanda, mimarinin veya teknolojinin, anıtsal sanatsal gelişiminde, şehirlerin planlanmasında, insani değerler arasındaki önemli etkileşimi göstermesi, insanlık tarihinin bir veya birden fazla anlamlı dönemini temsil eden yapı tipinin ya da mimari veya teknolojik veya peyzaj topluğunun değerli bir örneğini sunması ve bir veya birden fazla kültürü temsil eden önemli bir örnek olması nedeniyle tüm dünyaya tanıtılma işlevinin gereği gibi getirilebilmesi amacıyla müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir " denilmektedir. Görüleceği üzere söz konusu değerlendirmede belirtilen hususlar camiinin evrensel kültür varlığı niteliğinin vurgulanarak, bu niteliklerin herkes tarafından izlenebilmesi ve dünyaya sunulabilmesi yönünden müze olarak kullanılmasını esas almakta, buna karşılık
hayrat taşınmazın camii olan asli fonksiyonu ile de kullanılabilmesini reddetmektedir. Halbuki memleketimizde gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı döneminden günümüze ulaşan ve bugün de ibadethane işlevini yerine getiren hiç bir camimizde yerli veya yabancı turistin gezmesine, ziyaret etmesine hiç bir yasal veya toplumsal engel söz konusu değildir. Örneğin; Sultanahmet Camii, en az Ayasofya Camii kadar dünyada tanınmakta, yerli ve yabancı ziyaretçiler tarafından ilgi görüp gezilirken camii işlevini de eksiksiz yerine getirebilmekte ve günde 5 vakit cemaatle namaz da kılınabilmektedir. Caminin işlevini sürdürmesi onun dünyaya tanıtılmasında hiç bir engel teşkil etmemektedir. Bu husus tabii olarak hayrat Kariye Camii için de aynen geçerlidir. Dolayısıyla bugün ibadete kapatılarak müze olarak tahsis edilmiş camilerin yukarıda zikredilen kanun maddeleri gereği, hem hukuken hem de topluma ve ibadete saygı gereği camii olarak kullanıldığı sırada ziyarete açık tutulmasında, dünyaya tanıtılmasında hiç bir sakınca bulunmamaktadır. MEVZUATTA YAPILMASI ÖNERİLEN DÜZENLEMELER
5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 15. maddesinin sonuna gelmek üzere : Hayrat taşınmazların nitelikleri ve değerlendirilmesi MADDE 15 – Vakıfların hayrat taşınmazları haczedilemez, rehnedilemez, bu taşınmazlarda mülkiyet ve irtifak hakkı için kazandırıcı zamanaşımı işlemez. Genel Müdürlüğe, mazbut ve mülhak vakıflara ait olup, tahsis edildikleri amaca göre kullanılmaları kanunlara veya kamu düzenine aykırı yahut tahsis amacına uygunluğunu kaybetmiş, kısmen veya tamamen hayrat olarak kullanılması mümkün olmayan taşınmazlar; mazbut vakıflarda Meclis kararı ile mülhak vakıflarda vakıf yöneticisinin talebi üzerine Meclis kararı ile gayece aynı veya en yakın başka bir hayrata dönüştürülebilir, akara devredilebilir veya paraya çevrilebilir. Bu paralar aynı surette diğer bir hayrata tahsis olunur. Aynı vakıf içerisindeki dönüştürme veya devirlerde bedel ödenmez. "ANCAK CAMİİ NEVİNDEN HAYRAT TAŞINMAZLAR, HİÇ BİR ŞEKİLDE BU AMAÇLARI DIŞINDA KULLANILAMAZ, DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DIŞINDA HİÇ BİR KAMU KURUM VE KURULUŞUNA,
BENZER AMAÇLI VAKIFLARA VEYA KAMU YARARINA ÇALIŞAN DERNEKLERE TAHSİS EDİLEMEZ, GELİR GETİRİCİ BİR FAALİYETE KONU EDİLEMEZ, SATILAMAZ. BUNA AYKIRI GEÇMİŞ TÜM DÜZENLEMELER İKİNCİ BİR DÜZENLEMEYE GEREK KALMAKSIZIN İPTAL EDİLMİŞ SAYILIR. " şeklinde bir hüküm ilave edilerek ne kadar camii fonksiyonu dışında kullanılan ibadethanemiz varsa hepsinin aslına rücu ettirilmesi mümkün olabilecektir. Bu düzenleme sonrası Türkiye genelinde, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce benzer durumdaki tüm camilerin tespiti yapılıp envanteri çıkarıldıktan sonra tahsis edildikleri kurumlara yapılacak tebligat ile söz konusu hayrat camilerdeki hayrat amacına aykırı kullanımların tahliyeleri temin edilebilecektir. Aykırı kullanımlardan tahliye edilen tüm camiler, mabed görevlerini yerine getirmek üzere mevzuata göre gerekli işlem ve restorasyonları gerçekleştirildikten sonra 5 vakit namaz ibadeti yanında yerli- yabancı ziyaretçilere açık bir şekilde asli vazifelerini vakıf şartları doğrultusunda sürdürebileceklerdir. KAYNAK
(1) SEMAVİ EYİCE, "KARİYE CAMİİ", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/kariye-camii (02.12.2019).
47
ağımızda şehirler, dünyanın büyük şehirleri, anlamlarını yitiriyorlar adeta. Batı dünyasının soğukkanlıdaha doğrusu soğukkanlılığı bilimle özdeşleştirmiş- düşünürleri, bunu yeni tarz bir şehirleşmenin başlangıcı gibi kabul etmektedirler. Kanıt olarak da en büyük şehirleşmenin 20. yüz yılda olduğunu göstermekte ve buna dikkat çekmektedirler.
İSTANBUL’UN GİTGİDE
KAYBOLAN RUHU
Her şehrin bir ruhu vardır. Bunu, daha çok, yeni dış yapılar, sokak ve parklardan ziyade, “insan” ve tarihi anlam taşıyan sanat eserleri ve âbideler oluşturmaktadır. Dr. Şakir DİCLEHAN
Fransız yazar, düşünür ve devlet adamı Malraux (1901-1976) otuz yıl içinde iki kez Kahire’yi ziyaret ettiğini, birincisinde üç yüz bin olan kent nüfusunun, ikinci gidişinde beş milyona varmış bulunduğunu görmekten şaşkınlık içinde kaldığını yazar ve binlerce yıl içinde olmayan bu yığışmanın kısa bir zamana sığışı gibi eşsiz ve şaşırtıcı bir olgu karşısında olduğumuza işaret eder. Aynı durum, İstanbul için de söz konusudur kuşkusuz. İstanbul’a geldiğim 1966’li yıllarda, nüfusu bir milyon iken, şu anda aşırı bir artışla 16 milyona ulaşması, beraberinde büyük sıkıntı, problem ve keşmekeşliği de getirdiğini de görmekteyiz. Bunun farkına varan belediyeler, idare ve idareciler, artık atı alanın Üsküdar’ı geçtiğine inanıyor, görüyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabını çekiyorlar. Gerçek olan şudur ki, eski şehirler, bütün unsurlarının matematik bakımından, sayı ve hacim olarak büyümelerine karşın, nitelik yönünden açık ve seçik bir şekilde, anlamlarını yitirmekte ve mutlu insanların yaşadığı kentler olmaktan çıkmaktadır. Kentler, bir yandan, geçmişte kazanmış oldukları anlamlarını yitirirken, öte yandan yeni bir anlam kazandıkları yolunda bir belirti de ne yazık ki pek görülmemekteddir. İstanbul, madde ve anlam olarak en büyük yıkım ve çöküşe uğramış olmaktan ötürü, bizi zorunlu olarak “şehir” kavramı üzerinde düşünmeğe ve bu olguya daha derinden ve daha içinden bakmayı götürüyor. Her şehrin bir ruhu vardır. Bunu, daha çok, yeni dış yapılar, sokak ve parklardan ziyade, “insan” ve tarihi anlam taşıyan sanat eserleri ve âbideler oluşturmaktadır. Büyük sanatkârların, insanlığın gerçek, doğru, iyi ve güzel adına ortaya koydukları
sayı//65// aralık
48
kurumlar, şehrin ruhunu yaşatmakta ve onlara ebedilik damgasını vurmaya neden olmaktadır. Eski güçleri ölçüsünde yeni değerler ortaya koymadıkları sürece, eski üstünlük ve yüceliği dengeleyecek yeni insan atılımları ve kurumları getirmedikçe, yeni bir uygarlığa ve uygarlık atılımına gebe olmadıkça, bu göçüş kaçınılmazdır. Bunun en çarpıcı örneği, İstanbul’un dramıdır. Daha doğrusu, İstanbul trajedisi, İnsanlar, kentlere bir kentli olmaya gelmiyorlar, tam tersine kentlere sürülüyorlar. Bir sürgündürler onlar kentte. Giderek onlardaki bezginlik, yılgınlık ve göç ruhu, ölmekte. Böylece uygarlıkların anıtlaşmış amaçları olan kentler, amaçsızlığın yıkıntıları haline gelmektedir. Bir Dünya başkenti olan İstanbul’un bu hale gelmesi, çok üzücü bir durum olduğu gibi aklı başında ve değerler üzerinde kafa yoranları fazlasıyla üzmektedir. İstanbul insanının yüzünde, yaşam, umut, neşe, inanç ve incelik mutluluğu göçmüştür adeta… Büyük eserler verme gücü kalmamış, kolay başarıları, bir mucizeymişçesine benimser olmuştur. Köylü olmak ayıp değildir. Ancak büyük şehre gelip köylü kalmak ve köylüce yaşamak, büyük bir eksikliktir. Batı yaşam tarzının girdiği her yerde, insanlara bir daha uyanması kolay olmayacak bir afyon etkisi yapmaktadır adeta. Batı yaşam tarzına tutkun ve ona benzemeğe çalışan Ortadoğu toplumları ve şehirleri, ne Batılı olabilmiş ve ne de Doğulu olarak kalabilmişlerdir. Rutubetin çarptığı insanlar gibidirler adeta. Yüzleri, rutubet vurmuş bir duvara dönmüştür. Su akıntılarının, maden damarlarının ve insan emeğinin kattığıyla birlikte nezaket, aşk, umut, kibarlık ve şehir ruhunun hakikatini zamana üfleyecek bir bilince ihtiyaç vardır İstanbul’da… Belediyeleri de aşan ve bir devlet politikası haline gelmesi gerektiren girişimlere, kararlara ve eylemlere gereksinim vardır İstanbul’da. İstanbul’un güzelliklerini, ruhunu ve manevi atmosferini dile getirenlerin başında sanatkârlar, şairler ve edebiyatçılar gelmektedir kuşkusuz. 20. asrın büyük şairi Necip Fazıl Kısakürek’in: İstanbul benim canım Vatanım da vatanım Demesi boşuna değildir. İstanbul’da çeşitli dilleri konuşan halkların bulunuşu, bir zenginliktir
aslında. Zaten Ortadoğu dedikleri bölgemizde, halk çok eski medeniyetlerle birlikte gelen bir insan topluluğudur. İslam’la birlikte bu topluluk, bir millet haline gelmiştir. Farklı dil ve ırklardan olmaları, millet özelliğini bozan, yıkan bir faktör olmamış, aksine güçlendirmiş, pekiştirmiştir. Çünkü ırklar birbirine karıştıklarında, diller birbirinden kelimeler, deyimler ve söyleyiş biçimleri aldılar. Gelenek ve görenekleri, hemen hemen her yerde aynı olan bir halk doğdu. Bu halkın birlik ideali, ırk esasına bağlı değildir. Renklerin, ırkların, hatta dillerin farklılığı, bir zenginlik görünüm vermeğe yaramıştır. Bir misyonla yüklü, donanımlı ve dolu olan Sezai Karakoç ise, büyük nehirlerin kıyısından büyük şehirlerin ortasına bir tayf gibi inişi şu veciz cümlelerle ifade eder: “Topluma karşı ödevimiz bu. İnandıklarımızı, doğru bulduğumuz şeyleri söylemek. Büyük nehirlerin kıyısından büyük şehirlerin ortasına bir tayf gibi inmişsek işte bunun için. Bu haber için inmişiz. Bir vasiyetin haberini vermek için inmişiz… Şehirlerin kapalı ve kirlenmiş havasına, taze dağ havası getirmek, işte bütün hevesimizin özü. Niyetlerin arılığı, düşüncelerin aydınlanışı, ruhların sağlamlaşması, davranışların tazeliği… İşte bizim için ana hedef çizgileri…” Tüm olumsuz şartlara ve duruma bakarak ümitsizliğe düşmeden İstanbul’a sahip çıkmak, şehrini seven her insanın bir görevi ve bir sorumluluğudur. “Ancak Dadaloğlu’nun dediği gibi: “Ölen ölmüştür/Kalan sağlar bizimdir.” Bari kalanları koruyabilsek… 49
abah vakti varılan şehirleri seviyorum. Uzun bir yolculuğun ardından yavaş yavaş aydınlanmaya başlayan hava ile birlikte girilen şehrin yabancı yüzü bana o kadar tanıdık geliyor ki. Sanki yıllarca yürümüşüm sokaklarında, caddelerini adımlamışım, esnafına selam vermişim gibi bir tanıdık sabah rüzgârı dolaşıp duruyor başımın üstünde.
DENİZLİ’NİN
ADIM ADIM YOLLARI Biraz daha yürüyünce Özay Gönlüm ile karşılaşıyorum. Yolun kenarında, öyle güzel bir yere kurulmuş ki çocukluğumuzun kahramanlarından Özay Gönlüm. İbrahim Çallı Sanatevi’nin önünde güzel bir anıt, Mustafa UÇURUM
Yine bir sabah vakti ulaştım Denizli’ye. Uzun yollar aşarak geldiğim şehri ilk defa görecek olmamdan dolayı her yeri ezberleyerek geçtiğim yollardan sonra şehirle baş başa kalınca şehri baştan sona fethetmek için yola düşebilirim deyip şehir dışı olduğunu tahmin ettiğim sokaklardan başladı adımlarım. Kaldığım yerin hemen yanı başında Pamukkale Üniversitesini görünce yerimi sabitlemiş oldum. Şimdi sırada şehir merkezini bulmak vardı. Yönümü tayin edince özellikle “Oraya yürüyerek gitmek zordur, epeyce uzak.” sözünü duyunca daha bir keyifle adımlamaya başladım kaldırımları. Denizli, büyük bir şehirde olduğunuzu hissettiriyor hemen size. Cadde, sokak, işyeri, kurulu düzen insanı içine çekiyor. Yürüyorum. Evlerin bahçelerinde zeytin ağaçları. Özellikle yaşadığım şehirden farklı bir şeyler görünce bu daha da ilgimi çekiyor. Zeytini kahvaltı sofrasında görenler için zeytin ağaçları oldukça ilginç ve mitolojik. Yürüdüm. Genelde yürürüm. İlk kez gittiğim şehirlerde kaybolana kadar yürürdüm eskiden. Şehrin keyfini çıkarana kadar, şehirle iyice tanışana kadar hem de… Bulmam gereken hedefimin Çınar Meydanı olduğunu öğrenmiştim. Eskiden olsa sora sora bulurdum gideceğim yeri. Şimdi öyle mi? Cebimdeki akıllı cihaza yazıyorum gideceğim yeri, o bana yol arkadaşı olarak tarifini yapıyor. Çınar Meydanı’nı buldum. Hem de hiç yorulmadan. Meydanda çınardan önce dikkat çeken ayrıntı, elbette horoz. Şehrin simgesi olan horozun etrafı hiç boş kalmıyor. Gelenler gidenler, fotoğraf çekenler, çekinenler horozun gönlünü ihya ediyor. Caminin etrafı hiç boş kalmıyor. Çınar ağaçlarının serinliği kendine çağırıyor herkesi. Öylesine sessiz ve huzurlu. Cami avlusu ve huzur sözcükleri her şeye rağmen hâlâ birbirine o kadar çok yakışıyor ki. Tam dört yolun ortasında duruyorum. Hangi tarafa gitsem deyip bir taraftan başlıyorum. Ne de olsa her yer bana yabancı. Yürüyorum. Bir
sayı//65// aralık
50
çeşme. Hem de buz gibi suyuyla. İki ağzı var. Adını öğreniyorum. Çatal Çeşme. Bakıyorum. Gelip geçen içiyor sudan. Ben de içiyorum, buz gibi. Biraz daha yürüyünce Özay Gönlüm ile karşılaşıyorum. Yolun kenarında, öyle güzel bir yere kurulmuş ki çocukluğumuzun kahramanlarından Özay Gönlüm. İbrahim Çallı Sanatevi’nin önünde güzel bir anıt, şehre yakışan. Epeyce oturuyorum kulağımda Gönlüm’ün gönlümüzü durultan sesi. Çocukken Denizli demek Özay Gönlüm demekti benim için. Elinde kendine has bağlaması yâren, Denizli ağzıyla söylediği türküler, okuduğu mektuplar bir anda gözümün önünden geçti. Tekrar horozun yanındayım. Bu kez büyük bir caddeye doğru yöneliyorum. Şehrin kalbi burası, belli. Gelen, giden, büyük mağazalar, afişler, bolca telaş. Şehrin bütün yüzleri burada. Cadde boydan boya köpeklerin egemenliğinde. Sessizce uyuyan, kimseye karışmayan, varlıklarını hissettirmeyen köpekler bunlar. Tâ ki bir polis otosu gelene kadar. Polis arabasının etrafı bir anda köpekler tarafından çevriliyor. Başka arabalar geçiyor, insanlar geçiyor, hiçbirine bakmıyor köpekler. Polis otosunun etrafında hepsi. Polisler uzaklaşıyor, köpekler tekrar kıvrılıyor kaldırıma.
Öner, Faruk Sarıkavak ve birçok yeni dost.... Söğüt altında canlı tanıklar eşliğinde Necip Fazıl merkezli sohbetler… Yılmaz Şentürk, bir edebiyat öğretmeni. Hem de okur-yazar bir öğretmen. Denizli’de bulunduğum sürece yoldaşlık ettik Yılmaz Hoca ile. Bir hazine dairesine girer gibi girdik kitaplarla dolu odasına. Binlerce kitap. İçim ferahladı kendim gibi birini görünce. Şehri bir de onunla adımladık. Bir dost, bir mihmandar hassasiyeti ile tanıttı şehri bize. Nurettin Topçu, kültür, sanat, edebiyat, dergiler çevresinde dönüp durdu hasbıhalimiz. Kale ilçesine gittiğimizde biberlerin renk cümbüşü karşıladı bizi. Her yerde kurutulmuş kırmızı, sarı, pembe renkte biberler. Elbette biber tatarı. İnceğiz Kanyonu’na doğru yola düştüğümüzde incir ağaçları ve zeytin ağaçları karşıladı bizi. Zeytin ağaçlarının kenarları incirler tarafından çevrelenmiş vaziyette. Sebebi de zeytinleri sineklerden korumak. İncirin lezzeti ile meşgul olan sinekler zeytinlere ulaşamıyor ve böylelikle kaliteli ürün elde ediliyor. Kanyona ulaştığımızda kat ettiğimiz yollara değen bir güzellik karşıladı bizi. İnsanın içini yer yer ferahlatan yer yer titreten bir doğa harikası vardı karşımızda.
Denizli Dergi Çalıştayı Elbette her gezimizin bir güzel sebebi de oluyor. Denizli’de bulunma sebebim Denizli Dergi Çalıştayı. İkincisi yapıldı bu yıl. Gençlik ve Spor İl Müdürlüğünün düzenlediği çalıştay örnek bir çalışma. Türkiye’nin dört bir yanından gelen dergiye gönül vermiş gençlerle buluştuk. Derdimiz dergiler deyip hasbihal ettik. Ketebe Piyan dergisinin büyük emeği var bu çalıştayda. Kutlanmayı hak eden güzel bir çalışma. Ali Ayçil, Dursun Çiçek, Sinan Terzi, Necmettin Asma ve ben katıldım çalıştaya. Dergiler her açıdan masaya yatırıldı. Sorular, cevaplar, görüş alışverişi derken dopdolu vakitler geçirdik. Mutlaka devam ettirilmeli bu tür etkinlikler. Hatta başka iller de örnek almalı.
Leblebi Nerenin Hemşerim? Bunu yazmazsam eksik kalır. Türkiye’de kime sorsak leblebinin memleketi neresidir diye alacağımız cevap çok büyük oranda Çorum olacaktır. Denizli’de cevap çok farklı. Çünkü kocaman bir tabelada “Leblebinin Başkenti” yazıyor Denizli’de. Yılmaz Şentürk ile olayı yerinde inceledik. Leblebi fabrikalarının olduğu sanayi sitesine gittik. Onlarca fabrika harıl harıl çalışıyor. Ustalar çok net konuşuyor. “Biz olmasak Türkiye leblebi yiyemez. Bizde de Serin Hisar bu işin merkezi.” Çorum’un leblebisi de Denizliden ve Kütahya Tavşanlı’dan gidiyormuş zaten. Fabrikaları, leblebi dolu tırları, kamyonları görünce leblebinin merkezinde olduğumu ben de anladım.
Yeni Şehirler Yeni Dostluklar Şehirler sadece doğal güzellikleri ile yer etmiyor dimağımızda. Yeni dostlar da kazanıyoruz şehirlerde. Denizli’den de birçok dost ile yüz yüze tanışma fırsatımız oldu. Abdurrahman Ali Öncel, Sinan Terzi gıyabi tanışıklığın vicahiye dönüştüğü dostlardan. Abdullah Karaceylan, Mehmet
Denizli’den Kalan Denizli’den güzel anılar ile ayrıldım. Yeni dostlar, yeni mekânlar, hoş muhabbetler, dergi deyince gözleri umutla ışıldayan gençler geride kaldı. Yarım bıraktığımız ne varsa bir dahaki sefere diyerek ağzımda taze leblebi tadı ile gecenin koynuna doğru yola düştüm. 51
MERHUM HOCAM AHMET HALUK DURSUN’A
MESELE İYİ İNSAN OLMAKTA
Kaderin üstünde bir kader vardı İnsan ince ince hesaplar, sabahlardı Küçük hesap peşinde ne kapsa kârdı Saçları sarıydı, belki de karaydı Gözleri mavi, baktığı yer saraydı Altın akçeyle verilmiş paraydı Gençlikti, sağlıktı, tutan iki eldi Gafil ise verilen nimetleri deldi Suyun akışı gibi basitti hayat Bugünün aşını yarın yersen bayat Doğan Güngör Doğan GÜNGÖR
sayı//65// aralık
52
eçenlerde okuduğum bir haberde; ortalama insan ömrünün 2025 yılından sonra 100 yılı geçeceği yazıyordu. İnsanda var olan hırs, ihtiras, kıskançlık, tahammülsüzlük, mutsuzluk, sahip olduklarımızın farkına varamama hastalığı, 100 değil 200 yılda yaşasak değişmeyecek. Aksine artacağı aşikârdır. Ömrün uzun olması değil aslında mesele. Mesele iyi insan olmakta. Muhterem Hocam Prof. Dr. A. Halûk Dursun, ölene kadar hayatına dokunduğu gençlere bir şeyler öğretme çabasındaydı. Onunla çalışmam; o güne kadar hayata dair geliştirdiğim fikirleri tamamlamama yardımcı oldu. Her şeyden önce disiplin, iş ahlakı, çözüm odaklı ve sürekli çalışabilme kabiliyeti ve hayatın bir kitap bizimde o kitabı okuyacak kişiler olduğumuz gerçeği. Hiçbir gerçek yaşanmadan anlaşılamaz. Önce bir konu, onunla ilgili farklı cephelerden yazılmış yazılar, o günün şartları ve günümüze yansımaları sonra kalkıp gidilecek ve yerinde görülecek. Yollarımızın kesiştiği sabah pazartesi. Çetin yollar yufka yüreklilerle geçilmezdi. Önce derin bilgisiyle ezdi. Ondan sonra yaptıkları ise hep testti. Doğan Güngör Meşhur çay hikâyesi, bir sefer anlatmıştım. Orda olma şansına nail olanlar biliyor. Bilenler bilmeyenlere anlatsın. (instagram: #dgngngr06) Tanışmamızda İlk sözleri; “Benimle çalışması kolaydır aslında ama biraz aksiliklerim var.” Demişti. Sonra anladım ki onunla çalışmak hiç te kolay değildi. Ama değer verirdi emeğe, yiğidi güzelce öldürür sonra methiyeler okurdu üstüne. Burada amaç eğitmekti tabi. İyi adamdı vesselam. Babamı kaybetmemin ardından Allah’ın karşıma çıkardığı bir çıkıştı. Babam gibi sevmiştim. Öyle ki baba oğul zannedenler olurdu. Şimdi dönüp bakınca iyi ki tanıdım diyorum. Ömrünün son 6 yılında en yakınında ben vardım. Özel Kalem Müdürü, Danışmanı ve sanki oğlu olmuştum. Uygulamalı ders verirdi. Bana en çok yaptığı iltifat; hayatımda tanıdığım en becerikli kişisin. Sözüydü. Bu söz o kadar değerliydi ki. Hocayı tanıyanlar bilir. Öyle kolay beğenmez, teşekkür falan edecek ne mümkün. Prof. Dr. İlber Ortaylı ile oturur, Reis hocam der, Obama gelince O, Ayasofya’yı
o anlatır, gastronomiden, faunadan, floradan anlardı. Doğu ve Güneydoğuda gitmediğimiz il demiyorum nerdeyse gitmediğimiz ilçe kalmamıştı. Bakan Yardımcısı olarak gittiği ve kendisine bağlı kütüphanenin bayan personeli karşılamaya çıkınca önce siz buyurun hanımefendi der kapıdan onu geçirir sonra kendi geçerdi. İstanbul beyefendisi olduğunu gösterirdi. Topkapı Sarayı Müdürlüğü yaptığı dönemde makam odasına yuva yapan kuşa sebep o odayı kullanmamıştı. Bu hikaye daha meşhur, bilmeyenler internette bulabilir. Makam odası sevdası, makam arabası sevdası, makam sevdası olmadı hiç. Bakanım dediğimde bana “hocam” de der, başkasına takdim ederken Sayın Bakanım dediğim de ise; siz Doğan’a bakmayın hocam deyin derdi. Onun için, binlerce öğrencisi, Dünya’yı yemiş bitirmiş bilgisi, sonucunda tanıdığı en becerikli kişi bendim. Bu beni hep mutlu edecek. 36 saat, 10.000 km 5 uçak 3 ülke. Katılmamız gereken programlar nedeniyle görevli gittiğimiz seyahatin ardından nerdeyse hiç uyumamıştık. Öyle ki görüşmelerin bir kısmını havalimanında gerçekleştirdik. Gece 02:00 de Rusya’dan dönmüştük. Hocanın İstanbul’da evi olduğu için havalimanından evine geçecekti. Doğan sen ne yapacaksın dedi. Hocam bugün İstanbul’da kalır yarın Ankara’ya dönerim demiştim. Hemen yok devlete bir gece otel parası ödetme bekle havalimanında ilk uçakla dönersin Ankara’ya demişti. Çalışmak, kanaat etmek, yeterince çalışınca sana çok uzak görünen hedeflere bile ulaşmak, işte bana kazandırdığı en önemli özellik buydu. Parayla satın alınamaz seyahat; Faraşin Yaylası. Ankara’dan sabah çıktığımız karayolu sonrası Adana, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Nusaybin, Cizre, ve Şırnak’a varmıştık. Öğle yemekleri için durmaz arabada leblebi yerdik. Bir seferinde leblebinin tozu genzine giden şoför boğulacaktı, suyu kendim içirmiştim. Sonrasında Helikopter ile Kato dağına ulaşmıştık. Faraşin yaylasında Bakanlığımızın destek verdiği koyun kırpma festivaline katılmıştık. Herkesin korkarak gitmediği yerlere biz güle oynaya gidiyorduk. İnince davul zurna ve halkoyunları ile karşılandık. Aralarına girip koyun kırptık. Bir kamyonetin arkasında ses sitemi vardı. Yanlarına gittim ve “Ölürüm Türkiyem” parçasını çalmalarını istedim. Şarkı çalmaya başlayınca hocanın gözleri beni aradı. Yanına yaklaştığımda; bu işte senin parmağın var
gibime geliyor dedi ve gülüşmüştük. Yedisu; Bingöl’e gittiğimiz gün Yedisu’da açılacak kütüphaneyi görme planımız vardı. Bilen bilir zor bir coğrafyadır. Kıvrıla kıvrıla gittik, zaten düz yolumuz hiç olmazdı. Önce Kaymakamlığa uğradık. Kaymakam, Belediye Başkanı ve Komutan ordaydı. 15 dk oturduk oturmadık doğru kütüphane inşaatına geçtik. İncelemelerin ardından askeri birliğe geçip gözetleme kulesine çıktık. Askerler şaşkınlık içinde bizi izliyordu. Bunların burada ne işi var dercesine bakışlar o kadar belli oluyordu ki. Kulede Komutan bir gün önce gri listede olan 4 teröristin öldürüldüğü Şeytan dağını gösteriyor, namlular Şeytan dağına dönmüş herkes teyakkuzda. Kulağıma eğilen bir komutan; burada ne işiniz var? diye fısıldadı. Döndüm ve gülümsedim, Buralar bizim ya! ne işimiz var makamda cevabını verdim. Dicle’nin kuzuları için harcanan ömür Gitmezsek gelmezsek bizim olmaz öbür Şehidin kanıyla Kato’da açan bür Hayatında yoktun şimdi cesedini sömür Yedisu, Sason, Çatak, Pervari Beytüşşebap, Yüksekova, Hakkari Cizre, Şırnak, Silopi ve Şemdinli O zaman yoktu yanımızda bu ahali Silvan, Midyat, Nusaybin, Çukurca Komutan fısıldadı ne işiniz var burada Burası bizim ya! Ne işimiz var Makamda Hep yollarda; kâh havada kâh karada İlk dersimiz; kuzular sonra çakkallar En güzel Sular Müküs’ten akarlar Meşe önemli, boğazda ise erguvan Öğrenemediğim tek ders kaldı; O da Ankara’dan bakanlar. Bir bardak çay, peynir ve ekmek Arabada ise leblebi yemek gerek Yolluksun, harcırahsız, korumasız Kelle koltukta ille de vatan demek Mezardan Mezara geçen bir ömür Hayat gösterir kim ak, kim kömür Aracı şimdi Hoşab’ın kenarına sür Nasıl olsa herkese bitecek bu ömür Doğan Güngör 53
ama işte kalkıp gidince Müküs olduğunu anlarsın. Oturduğun yerden ise oranın ismi başkadır. Onun için anlamazsın. O güzel suyun dibinde bir küçük kütüphane vardır. İçinde üç çocuk. Hoca sorular sordu, işi gücü gençti çünkü. Belli ki biri hevesli atladı hemen cevaplar verdi. Hoca Doğan yazalım bu gencimizi dedi. Hayatta iken beraber planladığımız Kars programına çağıralım demişti. Hocam göremedi belki ama çağırdım ve Kars’a getirdim. Şimdi Türkiye’nin dört bir yanından; yaşadığımız coğrafyaya dost, tarihini ve kültürünü bilen, birbirini tanıyan ve kardeş olduğunu anlayan, musiki dinleyen, kitap okuyan, özgüvenli, her biri hatip, meraklı, sevgi ve heyecan dolu yüzlerce gencimiz var, hocanın emaneti. Şimdi hoca öldü, 2 ayı geçti. Ah De’dim, umarım Vefa gelir.
Devlet denen şey çok önemlidir. Devletin olmazsa ne kültürün, ne namusun ne de inancın kalır. Devletin varken kültürün yok olursa, savaşmadan teslim olmuşsun demektir. Bizim derdimiz kültürdü evet, yani dilimizdi, yani inancımız, yani Anadolu’ydu, yani Millet ve Devletti. Aynı kökten gelmiş, adeta harmanlanmış, hamur gibi yoğrulmuş, kökleri Orta Asya’da gövdesi Türkiye’de dalları ve meyveleri ise Balkanlarda olan bir çınardık biz. Sonra birileri gelip aynı ağacın meyvelerine siz düşmansınız dedi. Dönüp köküne, gövdesine bakmayan meyveler buna inandı. Bizim amacımız onlara köklerini hatırlatmaktı. İşte bu amaçla hafta içi mesaimizin dışında gece ve hafta sonu sahada çalışarak “Anadolu Tarih ve Kültür Birliği Buluşmalarını” başlattık. Müküs’se gitmiştik. Bilen bilir haritada Müküs yazmaz sayı//65// aralık
54
Öğrenciler hep sorar nasıl başarılı oldunuz? Nasıl bir meslek seçmeliyim? Hangi üniversite, hangi okul, anılarınızı anlatır mısınız? Ne yapmalıyım?Sanırım bunca şeyin sonunda şunu diye bilirim. Mesele iyi insan olmakta. Önce iyi insan olun. Kimsenin hakkını yemeyin, başkasının emek verip yaptığı şeyleri sahiplenmeyin, ahlaklı olun, dürüst olun, çalışkan olun sonra ise şunları söyleyebilirim; gece yatmıyor, sabah kalkmıyor, Merak etmiyorsanız işiniz zor. Kitap okumak yetmez, Hayatın kendisi bir kitap, başınıza gelen olaylar, karşılaştığınız kişiler ise Allah’ın sizinle konuşmasıdır. Seyahat etmek önce yaşadığınız şehirden başlar sonra dünyaya yayılır. Yaşadığınız coğrafyayı, maddi durumunuzu bahane etmek sadece kendinizi kandırmak olur. İstediğinizde birçok şeyi başarabilirsiniz. Algılarınız, ön yargılar, çevre, gözünüzdeki ve gönlünüzdeki perdeler yakınları uzak eder. Korku sizi durdurur. Gidin, görün ve insanlarla tanışın. Kim olduğunuzu öğrendiğinizde rahatlayacaksınız. Aydınlık bir günün sabahı Ankara Şehri, Matemi, düzeni ve bir köşesinde Hacı Bayram-ı Veli
ahvaltı sonrası herkes işine, okuluna gitmiş; o, annesiyle baş başa kalmıştı.
RADYO
TİYATROSU
Anneyle içilen bir sıcak sabah çayına katılan çocukluk hayalleriyle daha iyi giderdi radyo tiyatrosu. İbrahim BAŞER
Evdeki huzurlu sessizliğe nağme yapan çaydanlığın cilvekâr fıkırtılarına eşlik eden buhar konvoyuna bakıyordu dalgın gözlerle... Aslında bakmak kelimesiyle ifade etmesi güç; daha karmaşık, daha neşeli, daha derin (...), daha fazlasıydı yaptığı. İki elini yumruk yapıp dayadığı elma yanakların sıkıştırmasıyla iki çizgiye dönen göz aralıklarından baktığı şey çaydanlık olsa da gördükleri çok farklıydı. Evet, bakmaya başladığında fokurdayan, pardon fıkırdayan çaydanlığın ucundan çıkan nazlı buhar konvoyu onu bir tren seyahatine çıkarmıştı bile... Dumanlarını savura savura giden o hayal katarında, pencere kenarı bir koltukta manzara seyrindeydi çiçekler ve kelebekler arasında... Gözlerini kısıp kirpikleriyle bir ışık huzmesine hapsetti sonra yükselen buhar konvoyunu ve gökyüzüne doğru koşuşan bembeyaz kuzulara dönüşüverdi baktığı... Başını yana eğip ışıkla renklendirince, buhar sütunu bir gökkuşağına dönüştü... Ne demişti annesi; "-Gökkuşağının altından geçen çocukların bütün dilekleri olurmuş!". 0 halde gelsin o masal kuşu, neydi adı, Zümrütlü Ankara mıydı? ''- Uyuyor musun kuzum?” “-Hı!!” “-Kafan masaya düştü düşecek. Uykun geldiyse kanepeye uzan, masada uyuma...” “-Yok anne yaa, uyumuyordum ki... Hem radyo tiyatrosu başlayacak ya!" “-Eveeett! En heyecanlı yerinde kalmıştı dün. Çöpe atılan antika cezvenin akıbeti belli olacaktı." “-Hıı...” “-Hadi ben birer çay koyayım da içelim.” Annesi bilseydi ki gökkuşağına kanatlanmış bir uçuş denemesini, uçsuz bucaksız ovada yol alan trenle birlikte bardağa çay diye koymakta, ne yapardı acaba? Olsun! Anneyle içilen bir sıcak sabah çayına katılan çocukluk hayalleriyle daha iyi giderdi radyo tiyatrosu. Anne parmağına dolanmış dantel ipinin tığa ilerleyerek o sihirli dokunuşlarla çiçeklere, desenlere, halkalara dönüşmesindeki haz, çay koymaya kalkınca kesildiyse de parmağa dolanan ipin çocuk kalbine ilerleyerek 'Hatayi'lere, 'Penç'lere, 'Rumi'lere doğru yol alacağını kendisi dâhil kimse bilemezdi. O mahrem vakitlerde içilen her yudum çay; damaktan dimağa yol olur da zaman ve mekândan sıyrılır; annesiz, radyo tiyatrosuz ve hayalsiz kıraç zamanları mayalardı vakti geldiğinde... 55
YAŞAYAN
HAZİNELER
Şehirleri seviyorum. Bir şehre dair değerleri, tarihi kıymetleri gezip görmek, yine o şehrin ulularını, dervişlerini, ermişlerini ziyaret edebilmek bana çok kıymetli gelir. Recep GARİP
aşayan Hazineler" ülkemizin kıymetlerini gençlerle buluşturarak geleceğe dair umutları büyütme çabasıdır. Üçüncü yıldır çekimlerimiz sürüyor. Ustalardan çekimlerini-belgesellerini gerçekleştirdiklerimizden Ara Güler, Emin Işık, Şule Yüksel Şenler’i ebedi âleme yolcu ettik. Sayısız isimler, kayıp hazineler Anadolu’nun kuytuluklarında yaşamayı sürdürüyorlar. Ansızın kapısını çalacak tılsımlı elleri bekliyorlar. Hasan Celal Güzel’i niyetlenmiş olsak da çekimi gerçekleştiremedik. Onu da uğurladık. Nuri Pakdil Usta’mızın çekiminin uygun bir zamana hasrederken onu da yolcu ettik. Görüldüğü üzere kıymetler tek tek aramızdan ayrılıyorlar. Gece 01.15 de Ümraniye - Dudullu’dan otobüsle Afyonkarahisar'a yola çıktım. Sabah saat 07.00 da şehir terminalinde indim. Rahmi Malik ve Rukiye Madra’nın mihmandarlığıyla üçüncü dönemine bismillah dedik. Sabah namazını otobüs terminali mescidinde kıldım. Malûm aylardan kasım ve sabah soğuğu üşütüyor. Saat 14.00 de Ahmet Yaşar Kocataş'ın çekimiyle 3. dönem yani 27.bölüm "Yaşayan Hazineler" deki yerini alacak inşallah. Afyonkarahisar kalesinin önündeki Keçeciler çarşısında Unesco ödüllü Keçe Üstadımızın son görüntülerinin kaydını yaptık. 20. 45 de nasipse tekrar İstanbul için otobüsteki yerimi alırken ekibin diğer üyeleri Ankara’ya doğru yola koyulmuş oldular. Şehirleri seviyorum. Bir şehre dair değerleri, tarihi kıymetleri gezip görmek, yine o şehrin ulularını, dervişlerini, ermişlerini ziyaret edebilmek bana çok kıymetli gelir. Geçmiş ecdadımıza Fatihalar göndermek, insanı mesrur ediyor. Bir bakıma onların ruhlarıyla kaynaşıyorsunuz. Camiler, medreseler, şadırvanlar, köprüler, hanlar, ahşap konaklar, kaleler, şehrin çarşıları, pazarları, eski şehre dair kalıntılar, yatırlar, şehrin meczupları, yürüyüş yolları önemli... Bir şehir insana nasıl dokunur? Sahiden de bir şehir dokunur mu insana? Bir şehri sevmenin anlamı nedir? Şehirlerin dilini çözmeden şehirle tanışmak mümkün müdür? Bir şehri sevmenin-katlanmanın da bir bedeli var mıdır? Bence en önemli sorulardır bunlar. Siz şehre dokunuyorsanız şehirde size dokunuyor. Bu kesinlikle böyledir. Asırlar öncesindeki izlerden benliğimize düşen, ruhumuza
sayı//65// aralık
56
dokunan, gözümüzün gördüğü tarihi kıymetler, abideler, yapılar, bunların bize dokunuşlarıyla kendi asırları içerisindeki kıymetlerinin, değerlerinin, sancılarının, sevinçlerinin farkına varabilmişseniz eğer, işte o zaman şehir anlam kazanıyor. Şehrin ruhuyla insanın ruhu buluşuyor demektir. Böylelikle anılar defteri kayda başlıyor. Afyonkarahisar'a daha önceleri de geldim. Bu gelişim diğerlerinden farklı. Kültürel mirasımızla, değerlerimizle, yaşayan hazinelerimizle üç yıldır KYK-TRT işbirliğiyle belgesel çekiyoruz. Bugün bu şehrin önemli belleklerinden biri olan Ahmet Yaşar Kocataş'ın 60 yıllık "Keçe" ustalığı yolculuğunu gençlikle buluşturmak ve onlara hedefler belirlemede notlar düşmekten ibarettir. Bir adam, ruhunu, aklını, gayretini ortaya koyunca nasıl dünya sanatkârı oluyor, Unesco ödülü alabiliyor, bunu konuşup, çekimimizi tamamladığımızda kayıp hazineleri arayıp bulma yolculuğu daha da anlam kazanıyor elbette. Sabahın erken saatinde ulaştım Afyonkarahisar'a. Henüz güneşin doğmasına bir saatten fazla vakit vardı. Kaplıcalar şehri, dünya markası haline dönüşen manda kaymaklı lokumun şehri. Çekim heyetimizle buluşuncaya değin terminalde oturmayı tercih ediyorum. Terminalde insan karakterlerini daha rahat çözebiliyorsunuz. Her türden, renkten, karakterden, dilden, dinden, kılık ve kıyafetten insanların gelip geçtiği kervansaraylara benziyor terminaller. Geriye çekilip bir kuytuluktan izlemeniz yeterlidir. Afyonkarahisar, eski şehirlerarası terminalindeki şehirlerarası otobüs bilet gişeleri, şekerlemecisi, berberi, çay ocakçısı, irili ufaklı 39 otobüs esnafının yılların birikiminin getirdiği sosyal sermayesini de 5 milyon TL nakdi birleştirerek, güçlünün zayıfı yutamayacağı gerçek bir sosyal denge temelli bir anonim şirketi ile 19 milyon TL'lik bir yatırım yapılarak kurulan ilk özel şehirlerarası terminaldir. Çay ve sandviç içtiğim mekândaki bilgilerden aktarmış oluyorum bunları. Türkiye'de bunun bilinmesi gerekiyor ki çoğalsın, dayanışma, imece güçlensin. Bunu bilmek bile bir şehirle tanış olmak demektir. Afyonkarahisar kaplıcaları, maden suyu, Frig Vadisi, Peri Bacaları, Kalesi, Ulu Camisi, Kaymaklı ekmek kadayıfı tatlısı, ağzı açık böreği, patatesli ve mercimekli bükmesi, sucuk döneri, kaymaklı şekeri ve lokumu oldukça meşhurdur. Gidenler bilir, gitmeyenler bir an evvel bir yol bulup Afyonkarahisar'a gelip, gezip görmelidir.
Bir şehre gelmeden önce o şehre dair bilgiler edinmek, gezilecek yerler ile ilgili notlar çıkarmak, yine o şehrin edebiyatıyla, sanatıyla, kültürüyle, İlim irfan sahipleri ile temas kurabilmek açısından hafıza bilgilerini tazelemek önemlidir. Ahmet Yaşar Kocataş, dedesinden, babasından devraldığı “Keçe ustalığından” uluslararası bir sanatkâra dönüşmesindeki engellerden sadece birine şöyle serzenişte bulunuyor:“Bezli keçede başarılı olmamıza rağmen bir üniversite hocasının çalışması diye üretimini sürdürmedim. Oysa ilk bezli keçe benim dükkânımda yapıldı. Çok sonrasında başkaları üretip satmaya başlayınca ben de üretmeye başladım. İstanbul Kapalıçarşı’dan sipariş alıyordum ama benden alıp beş misli fiyat yazdılar. Ben de kendim satmaya başladım artık onlara vermiyorum, sadece burada satıyorum. Benim 100 liraya verdiğime onlar 400 lira fiyat koyuyor. Müşteri bizi buluyor. Ertuğrul dizisinin şapkaları, fesleri, Yunus Emre dizisinin şapkaları benim çalışmalarım. Keçeden seccade yapıyorum ayrıca kabartma keçeyi de benden başka yapan yok.” Söz sanatkâra ait; "..Kendimi çok mutlu hissediyorum. Allah’ın verdiğine rıza gösteriyorum. İşimi yaparken parayı düşünmem, nasıl olsa bir alıcısı olacaktır. Ben sanatı düşünürüm öncelikle. Hiçbir yaptığım da elimde kalmadı bugüne kadar. Desen kitabım falan yok, tamamen doğaçlama motiflerim. Eğer moralim iyi ise motiflerime öyle yansır, değilse karamsar motifler çıkar.” Bunlar geleceğimizin teminatı olan gençliğimiz için önemli notlar. Mehmet Ömer Özkale Aktaş - Olokumun sahibi Ali Özkale'nin evladı beni misafir etti. Kahve, çay, lokum özellikle güler yüzü ve tatlı diliyle ikramlarda bulundu. Teşekkürlerimle sevgili Mehmet Ömer. Afyonkarahisar’a daha sık gelip kale civarını gezmek niyetimi hafızama yerleştiriyorum. Mevlana’nın yerleştiği, izlerinin yüzyıllardır devam ettiği bir şehir burası. Gezip görmeliyiz şehrimizi vesselam. 57
ŞEHİR VE DİL
Bir medeniyet kurabilmek için de bir şehri yönetebilmek için de güçlü bir diliniz olması gerekir. Dili olmayan şehirlerin ufku dar olur. Bırakın medeniyet üretmeyi bir tasavvurları dahi olamaz. Mehmet KURTOĞLU
ir şehrin büyüklüğünü ölçmek istiyorsanız, o şehirde konuşulan dilin evrenselliğine bakınız. Yine bir şehrin medeniyet yaratacak potansiyelini anlamak istiyorsanız, o şehirde konuşulan dillerin çeşitliliğine bakınız. Zira büyük bir coğrafik alana hâkim olabilmek için büyük bir dile sahip olmak gerekir. Bugün İslam coğrafyasının medeniyet olarak geri kalmasının arkasında dilin gücünü kaybetmesi yatmaktadır. Yıllar önce bir İstanbul seyahatim sırasında Üstat Sezai Karakoç’u ziyaret etmiş, Urfa’da çıkarmış olduğum sanat ve edebiyat dergisini kendisine takdim etmiştim. Üstat dergiyi karıştırdıktan sonra, “Urfa önemli bir şehirdir. Bu şehirde üç dinin ve dilde eğitim yapacak üniversite kurulmalı. Osmanlı döneminde Ortadoğu’da dilimizle vardık. Ortak alfabemizle. Bugün İngilizler ve Amerikalılar da dilleriyle Ortadoğu’dalar. Dilleriyle orada varlıklarını sürdürüyorlar…” demişti. Daha sonra benzer ifadeleri Said-i Nursi’nin mektuplarında okumuştum. Bir medeniyet kurabilmek için de bir şehri yönetebilmek için de güçlü bir diliniz olması gerekir. Dili olmayan şehirlerin ufku dar olur. Bırakın medeniyet üretmeyi bir tasavvurları dahi olamaz. Stefan Zweig’in “Yarının Tarihi” kitabını okurken dilin ne denli önemli olduğunu daha bir anladım. Zweig, Avrupa’nın Ortaçağ karanlığını dil eli aştığını, zira Latince gibi ortak dili keşfedene kadar zayıf ve küçük dillerden oluşan Avrupa’nın medeniyet üretemez durumda olduğunu söylüyor. Zweig ardındandın şunları yazıyor: “Ve sonunda mucize, bir çırpıda gerçekleşiyor, Avrupa’nın kendi henüz bütünüyle gelişmemiş dilleri yüzünden birbirinden ayrı düşmüş olan insanları, yeni bir
sayı//65// aralık
58
düzenlemeyle ortaya çıkan Latince sayesinde yeniden birbiriyle konuşmaya, mektuplaşmaya ve birbirini anlamaya başlıyorlardı. Ülkeler arasındaki sınırlar ortak dil sayesinde bir kanat çırpışıyla aşılıveriliyordu; “Hümanizm çağında bir üniversite öğrencilerinin Bologna’da, Prag’da, Oxford ya da Paris’te bulunması, önem taşımıyordu; çünkü nasılsa kitapları Latinceydi ve üniversite hocalarının hepsi de nasılsa Latince konuşmaktaydılar. Avrupa’nın bütün düşünen insanları, artık tek bir konuşma, düşünme ve davranış biçimini paylaşıyorlardı. Rotterdamlı Erasmus, Giordano Bruno, Spinoza, Bacon, Leibniz, Descartes bunların hepsi de kendilerini aynı cumhuriyetin, büyük bir bilginler cumhuriyetinin vatandaşları saymaktadırlar. Avrupa yine ortak bir eylem uğruna, yeni bir uygarlık anlayışının geleceği uğruna çaba harcadığını duyumsamaya başlamıştı.” Bugün bir medeniyet krizi yaşıyorsak, şehirlerimiz sancılı bir durumda kendi olmak veya başkasına benzemek arasında tereddütler geçiriyorsa, bunun tek nedeni şehirlerimizin dilini kaybetmiş olmasıdır. İmparatorluk dili olan Osmanlıca gerçekte Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşan bir medeniyet diliydi ve İslam coğrafyasını Arap alfabesiyle birleştiriyordu. Osmanlı Ortadoğu’da diliyle vardı. Bu dili kaybettiğimizde, Ortadoğu7da yerimizi İngilizler ve Amerikalılar dilleriyle aldılar. Bugün Arapların emperyalistlere teslim oluşu silah gücüyle değil, dillerinin gücünü kaybettiklerindendir. Bugün halkımız beş yüz kelimeyle konuşuyor. Şehirlerimizi yöneten idareciler, valiler, belediye başkanlarının sözcük dağarcığı üç beş bin kelimeyi geçmiyor. Sözcük hazinesi dar olanın ufku da dar olur. Şehirlerininiz sancılıdır diyoruz, aslında bu sancı toprağın, şehrin değil, onun içinde yaşayan ve idare edenlerin sancısı, daha doğrusu yetersizliğidir. Bir şehre yol açan mühendisin, o şehrin yirmi otuz yıl ilerisini göremeyişi düşüncesizliği yani dilsizliğidir. Çünkü insan sözcüklerle düşünür, sözcüklerle ufkunu genişletir. Medeniyet inşa etmek yol açmakla, yol açmak ise düşünceyle ilişkilidir. Meşhur bir söz vardır: “Her yol Roma’ya çıkar” diye. Bu söz boşuna söylenmiş bir söz değildir. Bu söz Roma’nın işgalci, kolonici zihniyetinin bir sonucudur. Romalılar işgale çıkarken yol açarak hedeflerine giderler. Şehirleri yakıp yıkıp talan eder ama kendi zihniyetlerine uygun Roma benzeri şehirler inşa ederler. Yol açmak yalnızca fiziki bir durum değil, aynı zamanda
medeni bir eylemdir. Roma’nın önünde şehirlerin tek tek teslim olması bütün yolların Roma’ya çıkmasından dolayıdır. Roma şehirleri yollarıyla fizikî olarak, idaresiyle ruhî olarak kendine bağlamıştır. Tarih boyunca İslam şehirleri çok kimlikli, çok dinli, çok dilli olmuşlardır ama Arapçayı ortak dil kabul ederek devletler ve imparatorluklar kurmuşlardır. Bugün de İslam coğrafyası Avrupa’dan daha çok dilli ve kimliklidir. Tek dil, tek kimlik ile kendini korumaya alan Avrupa şehirleridir. Amerika ve Avrupa bugün İslam coğrafyasındaki çok kimlikli ve çok dilli yapıyı suiistimal ederek, asabiyet, aşiret, kabile, ırk, mezhep ve dil üzerinden Suriye’de Irak’ta, Yemen, Afganistan ve Libya’da olduğu gibi iç savaşlara sürüklemiştir. Kendileri Latince üzerinde birlik sağladıktan sonra, farklılıklarını çoğulculuk adıyla tanımlamış ve bir zenginlik olarak görmüştür. İslam coğrafyasında ise bu çok kimlikliği, çok dilliliği farklılık olarak tanımlamış, bu yapı üzerinden giderek savaştırmıştır. İslam şehirleri bugün tarihinde hiç olmadığı kadar dağılmış ve parçalanmıştır. İslam şehirleri dilsiz kalmıştır. Ortak dili, medeniyet dilini, gönül dilini kaybettiğinden kendini yönetemez duruma gelmiştir. Bugün İslam şehirleri gelenekten hareketle kendini yeniden inşa edememektedir. Çünkü ortak dilini, ortak kültürünü ve geleneğini kaybetmiş, İngilizceye teslim olmuştur. Emperyalistlerin diliyle düşünen, onun dilini alarak kendi dilini unutan bir ülke kaybetmeye mahkûmdur. Bugün Suriye göçüyle birlikte görünür olan Arapça tabelalara olan tepki, nedense yüz yıldır görünür olan İngilizce isim ve tabelalara gösterilmemektedir. Arapçadan rahatsız olan ama İngilizceden rahatsız olmayan bir zihin inşa edilmiştir… Medeniyet tarihçisi, İngiliz ajan Arnold Toynbee harf devrimini üzerine “bu Türkler kafayı yemiş” diyerek hayretini dile getirmiştir. Çünkü dilimizle kendi medeniyet havzamızdan koptuğumuzun ve hafızamızı kaybettiğimizin farkındadır Toynbee. Geçen yüzyılda Suriye ve Beyrut’u gezip gözlemler yapan ve bunu mektuplar şeklinde kaleme alan Yusuf Akçura, bu topraklardaki Arap milliyetçiliğinin yükselişe geçtiğini gördüğünde üzüleceğine bilakis sevinir ve bu milliyetçiliğin Türk milliyetçiliğinin yükselişine neden olacağını söyler. Aynı zihniyet aynı milliyetçi duygularla
Selanik ve Manastır’da kurdukları komitacılıkla Balkanlar’ın kopmasına göz yummuşlardır. Selanik’te tek bir mermi atmamış, Edirne’nin düşmesi için durup beklemişlerdir. Oysa bu dönemde Osmanlının en güçlü ordusu bu topraklarda bulunmaktadır. İbni Haldun’un “geçmiş ve gelecek su gibidir birbirine benzer” sözü sanki bugün için söylenmiştir. Zira geçen yüzyılda Ortadoğu’da yaşananlar bu yüzyılda aynı şekilde tekerrür etmektedir. İşgallerin dahi yapamadığı müdahaleyi dilsizlik yüzünden şehirlerimize yönetenler yapmaktadırlar. Şehirlerimiz ne kendisi olabilmekte ne de başkasına benzemektedir. Sancılı ve karmaşık bir hal alması idarecilerin, mimar, mühendis ve sosyal bilimcilerin dilsizliği, ufuksuzluğudur. Örneğin Güneydoğu şehirlerini beş yüz kelimeyle Kürtçe düşünüp, üç yüz kelime Türkçe konuşanlar yönetmektedir. Böylesine bir dilsizlikle, şehirlerin Roma’dan Bizans’a, Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan kadim şehir kimliğini yok etmektedirler. Batı şehirlerimizi yönetenlerin de bundan farkı yoktur. Bunlar da beş bin kelime Türkçe, beş yüz kelime İngilizce ile düşünüp konuşmaktadır. Avrupa’yı görmeyen belediye başkanı, mühendis ve mimarımız hemen hemen yok gibidir. Ama bunlar Avrupa şehirlerini gördükleri halde, aynısını şehirlerine uyarlamaktan dahi acizler. Çünkü dilsizler, ufuksuzlar, düşüncesizler. Dilsiz olduklarından bir medeniyet tasavvurundan yoksunlar. Bir şehirle ruh bağı kurmak, gönül diliyle konuşabilmek için o şehri tanımak, o şehri okuyabilmek ve en önemlisi büyük bir sözcük dağarcığına sahip olmak gerekir. Ancak o zaman medeniyet coğrafyasındaki şehirlerimizin rolünü ve dilini anlayabilirler. Bugün dilini çözemedikleri, tanımadıkları ve bilmedikleri şehirleri, göçle gelen kuşaklar yönetiyor. Bunlar ne şehri anlayabiliyor, ne de şehir kendilerini... Tasavvuruz yöneticilerin eline kalan şehirlerimiz kısır bir döngü içinde; dilsiz ve üslupsuzdur. Şehir demek dil ve üslup demektir. Her şehrin bir tarihi, bir dili bir üslubu vardır. Bu dil ve üslup bir anda oluşan bir şey değildir. Uzun bir süreçte oluşmuştur. Ama ne yazık ki şehirlerimizi idare edenler şehirde bir geçmişi, bir yaşanmışlığı yoktur. En vahimi ise bunların dili ve üslubunun olmamasıdır. Kendileri dilsiz olduğu gibi şehirleri de yıkarak hafızasına ve ruhuna müdahale ederek dilsizleştirmektedirler… 59
KUDÜS'TEN
KURTUBA'YA
Endülüs İslam Medeniyetinin özünde; birlikte huzur, barış ve refah içinde yaşamak prensipleri vardı. Kur'ân'ın Ehli Kitaba verdiği hakları dürüst bir şekilde uygulayan ve İslam'ı hakkıyla yaşayan Müslümanlar, bu yeni ülkenin kısa zamanda hidayete ermesine vesile oldular. Nurettin TAŞKESEN
er zaman girdiğimiz Babül Esbat yerine bugün de Babür Rahme'den girip, bu ulvi mescidin bir başka yönünü keşfe hazırlanırken; karşımıza çıkan iki melek yüzlü, masum çehreli çocuk, bizi o mekândan ve zamandan alıp çok uzaklara götürmüştü. Coğrafyalar, şehirler, mekânlar insanın ruh ve hissiyatıyla ne kadar da irtibatlı. Tarihle coğrafyanın iç içe geçtiği kadim şehirlerin; zamanı aşarak insanları bir girdap gibi kendi içine çektiğini, ancak Kudüs ve Kurtuba'yı gördükten sonra anladım. Bu mukaddes şehrin ruhaniyetini kuşatmış olan peygamberlerin atasının adını taşıyan bu çocuk da nereden çıkmıştı. Mescidi Aksa'nın bahçesinde birden peyda olan İbrahim'in yanında bir de kardeşi Yezan vardı. Bize doğru gelirlerken; ne yalan söyleyeyim, fakir ve gerçekten yardıma muhtaç Kudüslü çocuklardan işte ikisi daha diye düşünerek, cebimdeki madeni paraları yoklamıştım. Ama daha önce kızıma, çocuklarla Arapça konuşmasını tembihlemiştim. Çocukların isimlerini ve yaşlarını öğrendikten sonra, yanımızdan ayrılacaklarını düşünerek, madeni paralardan İbrahim'e uzattım, kabul etmedi. Yedi yaşında olduğu için utanıyor diye ısrar ettim, yine istemedi. Bu defa beş yaşındaki Yezan'a döndüm, o da para istemiyordu. Hayretler içinde kalmıştım. Çocuklar niye yanımıza gelmişler, niye para istememişler ve niye yanımızdan ayrılmıyorlardı? Ah, yüzyıl önce koskoca imparatorlukla birlikte kaybettiğimiz mukaddes şehrin masum çocukları, böyle yapmayın! En hassas noktamızdan bizi vurmayın! N'olur bir şeyler isteyip, sonra da alıp gitseydiniz, bizi böyle elemlere gark etmeseydiniz! Sadece yaka kartımızdaki küçücük ay yıldız için mi peşimize düşüp, belki yarım saatten fazla bizi bırakmadınız! Yoksa, yoksa, siz Onbaşı Hasan'ın neslinden misiniz? Veya onun hikâyesini mi duydunuz? Bu son Osmanlı askerinin, bu Mescidi Aksa muhafızının niye burada yıllarca nöbet tuttuğunu mu öğrendiniz? Hayır, hayır! Büyüklerin bile duymadığı, duyanların da inanmadığı, inananların da hikâye zannettiği bu gerçeği sizin bilmenize imkân yoktu. Fakat o küçücük masum yürekleriniz neler hissetmişti de, 400 sene
sayı//65// aralık
60
bu mukaddes beldelerin hadimi, bekçisi, muhafızı olan bir milletin minicik bir bayrağı sizi cezbetmişti. Hâlâ Osmanlı'nın geri döneceği günleri mi bekliyorsunuz yoksa? Kim bilir belki bir gün Onbaşı Hasan makineli tüfek takımıyla birlikte taburunu alır, yeniden buralara gelir. O zaman zalimler kaçacak delik arar. Mazlumların yüzü güler. Şehirler ve insanlar, ne kadar da birbiriyle özdeşleşir, bütünleşir ve ayrılmaz olurlar. Fatih Sultan Mehmed deyince İstanbul demenize gerek kalmaz. Bursa deyince Orhan Bey, Edirne deyince Murad Hüdavendigar belirir hayalinizde. Ama Kudüs'ün adını anınca, önce âlemlere rahmet o yüce Resul'ün mi'racı gelir aklınıza. Ardından peygamberler diyarında medfun olan Hz. İbrahim ve neslinin ruhaniyetini hissedersiniz. Hz. Musa ve Harun'un ayak seslerini duyar, Hz. İsa'nın ve havarilerinin kokusunu, şehrin dar sokaklarında ve taş duvarlarında ararsınız. Sonra sıra fatihlere gelince, Hz. Ömer'i, Selahaddin Eyyubi'yi, Yavuz Sultan Selim'i ve Kanuni Sultan Süleyman'ı hatırlarsınız. Tarihi çok büyük bir mezaristan zannedenlere, Kudüs yaşayan efsanelerle cevap verir. Kudüs Hz Ömer demektir, onun dünyanın ilk insan hakları belgesi olan tarihi Emannamesi demektir. Kudüs, Selahaddin Eyyubi'nin rüyası, ideali, hayatı demektir. Bir insan bir şehirle bu kadar bütünleşebilir mi? Evet, surlarından, sokaklarına, Mescidi Aksa'nın medreselerinden Kıble Mescidinin yakılmış minberine kadar her şey size onu hatırlatır.
Eyyubi'den itibaren barış, adalet ve esenlik diyarı olan Kudüs'ün surlarını yaptırırken, elHalil kapısının üstüne öyle bir kitabe yerleştirdi ki, dört asır boyunca Müslümanlar, İseviler ve Museviler bir arada huzur içinde yaşadılar. Ne yazıyordu bu kitabede acaba? Birincisi bir tevhid cümlesiydi, insanlara Allah'ın bir ve tek olduğunu anlatan. İkinci cümlesi ise İslam'ın özünü, Kur'ân'ın İbrahimi mesajını ifade ediyordu: "Lâ ilâhe illallah, İbrahim Halilullah"
"Kudüs artık Osmanlı'nın baş tacıdır. Kimse ona yan gözle bakmasın. Hz. Peygamberin (a.s.m.) ayağının izine, namahrem eli değmesin. Kanımız, canımız bahasına onu koruyacağımızı cümle âleme ilan ediyoruz."
Barış ve huzurun hakim olduğu şehirler, dünya üzerinde değişik coğrafyalarda görülmüştü. Ama hiçbir şehir Kurtuba ve Kudüs kadar birbirine benzememişti. Daha İslam'ın ilk asrında Müslümanlar coğrafyayı ve fethi birlikte keşfetmişti. Atlarının yorulduğu yerde çadır kurmuş, dağların üzerinden aşmış, nehirlere köprü kurmuş, Allah'ın yüce adını en uzak diyarlara ulaştırmaya çalışmışlardı. Günün birinde karşılarına çıkan bir deryanın ucu bucağı görünmüyordu. O zaman onun bir derya değil umman olduğunu anlayarak, kuzeydeki boğazı aşıp yeni bir kıt'aya geçtiler. Dünyanın her yerindeki insanların tevhid inancına ve Kur'ân'ın ilahi mesajına muhtaç olduğunun şuuruyla bu yarımadaya huzur ve refah götürdüler.
Muhteşem asrın, muhteşem hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman, şehri imar ederken sadece sosyal ve ekonomik hayatı canlandırmakla kalmadı, aynı zamanda kültür hayatına damga vuracak icraatlar yaptı. Hz. Ömer ve Selahaddin
Endülüs İslam Medeniyetinin özünde; birlikte huzur, barış ve refah içinde yaşamak prensipleri vardı. Kur'ân'ın Ehli Kitaba verdiği hakları dürüst bir şekilde uygulayan ve İslam'ı hakkıyla yaşayan Müslümanlar, bu yeni ülkenin kısa
Müslümanların hamisi, mazlumun dostu, zalimin düşmanı, dünyaya adalet dağıtan Devleti Aliyye'nin Hadimül Harameyni Şerifeyni olan Sultanı Yavuz Selim Han, 12 bin kandille nura gark olmuş Mescidi Aksa'da yatsı namazını eda ederken, cihana şu mesajı vermişti:
61
zamanda hidayete ermesine vesile oldular. Dinlerinde kalan İsevi ve Museviler de İslam'ın adil hükümlerinden o kadar memnunlardı ki, dillerinden âdetlerine kadar birçok konuda Müslümanları taklit etmekten kendilerini alamıyorlardı.
işgalciler; İşbiliye'deki Ulucami'i tamamen yıkarak ayakta kalan minaresi Giralda'yı çan kulesine çevirmekle başlattıkları, diğer inançlara hayat hakkı tanımama gayretleri sonunda, merhametsiz, maddeci ve menfaatçi bir dünyanın temelini de atmış oluyorlardı.
Ve Kurtuba. Neredeyse beş asır Avrupa Medeniyetinin başşehri olmuş, ilmiyle, hikmetiyle, tekniğiyle, kültürüyle bu kıt'anın her alanda öncülüğünü üstlenmişti. Ortaçağda kralların saraylarında 90 kitap bulunurken, II. Hakem'in kütüphanesinde tam 400 bin kitabın olduğu Kurtuba. Avrupa'da temizliğin ne olduğu bilinmezken, tam 800 umumi hamamı bulunan Kurtuba. Paris, Roma, Londra sokakları karanlık ve çamur içindeyken, tertemiz caddeleri kandillerle aydınlatılan Kurtuba... Papa II. Sylvester'in gençliğinde Aurillac'lı Gerbert adıyla üç sene eğitim gördüğü, matematik, astronomi ve diğer insanlar tarafından şeytan aletleri diye tavsif edilen rakamlarla hesap yapmayı öğrendiği Kurtuba. Museviler tarafından Hz. Musa'dan sonra gelen İkinci Musa diye adlandırılan filozof Maimonides'in (Musa ibni Meymun) doğduğu ve yetiştiği Kurtuba. Batılıların Averroes dedikleri, kitaplarını yıllarca üniversitelerde okuttukları ve onun şerhleri sayesinde Aristo'yu öğrendikleri İbni Rüşd'ün şehri Kurtuba...
Ah Kurtuba! İçinden akıp giden Vadilkebir nehri dile gelse de yaşadığın mesut yüzyılları bir anlatsa! Kudüs gibi adalet, barış ve huzur şehri olduğunu, minarelerinde beş vakit yankılanan ezan sesi ile herkese güven verdiğin günleri bir yad etse! İnsanlar inat, hırs, haset, intikam gibi hissiyata kapılarak yaptıkları katliamın, tahribatın ve yozlaşmanın acı sonuçlarını bir görebilselerdi, bu muhteşem kültür ve medeniyet yok olur muydu?
O devirde dünyanın en büyük üçüncü mescidi olan Ulucami'de namaz kılan binlerce mü'min, bir gün bağnaz Katoliklerin o güzelim Kurtuba'yı işgal edip mescidin tam ortasındaki onlarca sütunu keserek bir katedral inşa edeceklerini nereden bileceklerdi. Bu sayı//65// aralık
62
Kudüs'ten Kurtuba'ya uzanan bir hüzünlü yolun üzerinde yapa yalnız hissediyorum kendimi. Uzak İslam diyarlarının yetim ve sahipsiz çocuğu olan Kurtuba ile, Müslümanların çevrelediği bir coğrafyada ihanetler zinciriyle kuşatılmış Kudüs bize ne ifade ediyor acaba? Dersimiz sanat tarihi mi, dinler tarihi mi, ortaçağ tarihi mi, yoksa kültür ve turizm mi? Hayır, hayır! Dersimiz insanlık. Kudüs'ü ve Kurtuba'yı anladığımız gün, adaleti, huzuru, barışı, hoşgörüyü velhasıl insanlığı anlamış olacağız. Bağnaz Katoliklerin Kurtuba Ulucamii'nde yaptıklarıyla, Museviliği temsil etmeyen Siyonistlerin Mescidi Aksa'daki zulümlerinin birbirine ne kadar benzediğini göreceğiz. Müslümanlar dinlerinin güzelliğini idrak edip birbiriyle çekişmeyi bıraktığı gün, bütün dünya İslam'ın yüce mesajına geri dönecek, mutluluğu ve barışı yakalayacak.
ŞEHİRDEKİ KÖYLER Balkonunda sebze yetiştiren, site bahçesine yün serip havalandıran ve salça yapan kadınlarımız vardır. Site bahçelerinde uygun yeri bulduğu an, orada ateş yakıp ızgara yapan, semaver kaynatan da vardır. Ali BAL ehirleşme uzun bir süreç sonunda varacağımız gelişmişlik düzeyidir. Kalabalık nüfusun bulunduğu nice yerleşim yerleri tam manasıyla şehir olamamıştır. Şehir, geleneği ve kültürüyle var olan bir yerdir. Bir yerleşim yerine baktığımızda orasının açık hava müzesi görüntüsü yoksa öncelikle orası tarihî bir yer değildir, tam manasıyla şehir de değildir. Günümüzde köyler boşalmıştır. Bu köylü nüfus, şehirlerde ya kenar mahallelerde ya da toplu konutlarda kendilerini konumlandırmıştır. Şehirler, içinde köylerin yaşadığı, nüfusu gittikçe artan yerler hâline geldi. Köylülük aslında bir yaşam ve düşünce biçimidir, birkaç nesil boyunca da kültürel kodlarda yaşar. Türkiye nüfusunun çoğu köylerde idi. Şimdi bu nüfus şehirlerde toplandı. Taşradan göçenler gecekondulara yerleşti. Büyük şehirlerin kenarlarında kurulan bu yapılar hiçbir zaman şehir olamadı. Özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda bir şehrin kenar mahalleleri kıymetli değildi. Nüfus artıkça şehir yayıldı, yeni yollar ve caddeler açıldı ama bu sadece fiziki bir gelişimdi. Kültürel ve sosyal gelişim hiçbir zaman olmadı. Nüfusumuz şehirlerde toplanırken sorunlar da büyüyordu. Geldiğimiz nokta itibariyle şehirlerimiz nüfus olarak büyüdü ama içinde barındırdığı sosyal yapı hâlâ köylüdür. Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerde, TOKİ tarafından gerçekleştirilen kentsel dönüşümlerde de görüyoruz ki küçük küçük müstakil evlerde yaşayanlar, şimdilerde yüksek katlı binalara taşındı. Kenar mahallelerdeki çirkin görüntüler kalktı ama şimdi de göğümüzü kapatan, birbirinin güneşini kesen devasa binalar çıktı ortaya. İçinde onlarca köyü barındıran büyük sitelere sıkışan köylü nüfus, maalesef şehirleşme sürecinde geride kalmıştır. Buradaki nüfus ancak hayatını sürdürme derdindedir. Sosyalleşme için uzun zamana ihtiyaç vardır.Zaman zaman karşılaştığımız ilginç görüntüler vardır. Balkonunda sebze yetiştiren, site bahçesine yün serip havalandıran ve salça yapan kadınlarımız vardır. Site bahçelerinde uygun yeri bulduğu an,
orada ateş yakıp ızgara yapan, semaver kaynatan da vardır. Bazı kadınlarımız da apartman önlerini kapatarak dedikodu yapmaya devam ediyor. Tüm bu görüntüler tam da köylü yaşamın gerçeğidir. Şehirlerimizdeki köylü nüfus, sosyal varlığını sürdürmeye böylece devam etmektedir. Şehirdeki sosyal yapılanmaların çoğu köy derneklerinden oluşmaktadır. Köye olan özlem devam etmektedir. Nostalji gibi görünse de aslında herkesin içinde yaşattığı bir köy vardır. Ahmet Kutsi Tecer’in sesine kim kulak vermez ki? “Orda bir köy var, uzakta/O köy bizim köyümüzdür./ Gezmesek de tozmasak da/O köy bizim köyümüzdür./ Orda bir ev var, uzakta/O ev bizim evimizdir./ Yatmasak da kalkmasak da/O ev bizim evimizdir.” Şehirlerde, evlerin salonlarında köy özlemini gösteren fotoğraflara ve tablolara rastlamak mümkündür. Bu özlem öylesine büyüktür ki şehirlerde kurulan derneklerde köy hayatı dramatize edilmektedir. Özellikle düğünlerde bu köylülük kendisini gösterir. Geleneksel oyunlar, kıyafetler, yemekler, birtakım âdetler düğünlerde yaşatılmaya çalışılmaktadır. Şehir hayatı, bu birikimi yutsa da tamamen ortadan kaldıramıyor. Elbette geleneğin yok olmasını kimse istemez ama şehirleşemeyen toplumun getirdiği problemler daha risklidir. Köyden göçüp de şehirlerde âhir ömrünü yaşayan yaşlı insanlarımızın gözlerinde köy hasretini, dağları, tarlaları, ağaçları, ırmakları, dereleri, çayırları, otlakları görmek mümkün. Bu acı tablodan daha acısı da yıllardır şehirde yaşamasına rağmen şehirleşemeyen nüfusun kaldığı eşiktir. Hatta bu düşüncemiz tüm Türkiye için düşünülürse, büyük sorunumuz uygar toplum seviyesine ulaşamamaktır. Nihaî nokta bir medeniyet ihdasıdır. Medeniyet tezimiz, ne köylülük ne de gelişigüzel şehirleşmedir. Gökdelenlerin yükseldiği değil, kendi sanatımızın yükseldiği bir şehir hayal etmeli. Köy yerinde kalmalı, şehir medeniyet göstergemiz olmalıdır. Kütüphaneler, müzeler, tiyatro ve gösteri merkezleri, sinema salonları, fuar alanları gelişmiş modern şehir için vazgeçilmez alanlardır. Tarihî şehirler ise hepsini içinde yaşatan açık müzeler gibidir. Faruk Nafiz Çamlıbel’in dizeleri içinde bulunduğumuz hâlin en güzel anlatımıdır. Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini, Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini... Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz Bir yanımız hep köyde, bir yanımız hep köylü kalacak… 63
ŞEHİR SOHBETLERİ 24
KASABA Andırın bir kasaba. Şehir kültürünü yaşıyor. Şehre yaklaşınca yerleşimlere yakın yol kenarında bir çeşme vardı. Çeşmede duruldu. Çamura bulanmış kara lastik ayakkabılar güzelce temizlendi. AHMET NARİNOĞLU
aşlarken.. Köyde doğdum. İlkokulu (o zaman mektep derlerdi) köyde; toprak damlı bir köy odasında bitirdim. Okul bitince diploma lazım, diploma için kimlik ( o zaman hüviyet cüzdanı derlerdi) lazım, nüfus cüzdanı için de fotoğraf lazım. Bunlar için de ilçeye ( o zaman kaza derlerdi) gidilecek, fotoğraf çektirilecek, nüfus müdürlüğüne ( o zaman nüfus dairesi derlerdi) gidilecek, kimlik alınacak. Son sınıftan mezun 11 kişi, başımızda büyükler bir bahar günü, hayatımızda gördüğümüz en büyük şehir olan Andırın'ın yaya yürüyerek yolunu tuttuk. Andırın bir kasaba. Şehir kültürünü yaşıyor. Şehre yaklaşınca yerleşimlere yakın yol kenarında bir çeşme vardı. Çeşmede duruldu. Çamura bulanmış kara lastik ayakkabılar güzelce temizlendi. Çamur sıçramış üstbaşımız temizlendi. El yüz yıkandı. Saçlar tarandı. Şimdi kasabanın kırma taş döşeli kuzey yolundan, çarşının olduğu caddeye yüründü. Saatler süren çamurlu yoldan sonra, şimdi taş döşeli yol, cadde ve sokaklarda yürüyorduk. Ayrı iki yer. Çamurlu, tozlu bir dünya ve çamursuz, tozsuz şehirli bir dünya. Kazaya yani şehre girerken büyüklerden tembih üstüne tembihler. Çarşıya girince düzgün (rap rap değil) yürüyeceksin Önüne (sağa sola değil) bakacaksın Önünü, düğmelerini (yaka paça açık değil) ilikleyeceksin Büyüklere başını öne eğerek selam vereceksin Konuşurken, cevap verirken ‘’hıı,ne,cık’’ demeyeceksin. Buyurun efendim, baş üstüne diyeceksin. Büyüklerden önce oturmayacaksın. Türkçeyi güzel tane tane konuşacaksın. Şehre giriyorduk ve ilk şehir dersini alıyorduk. Ve böylesi nice şehir, tembihleri, nasihatleri aldık, yaşanmışlıklara tanık olduk. Bugünden geriye bakıldığında şunu görüyoruz; Şehir de tıpkı bir okul gibi, aile ocağı gibi öğretiyor, eğitiyor. Bir üniversite gibi hayata hazırlıyor. Hani sokakta bir öğretmen gibi öğretir derler ya. Bizim kuşağın şehirleri (kasaba, ilçe, il, şehir olsun) medeniyet, kültür kaynağı idi. Şunu kabul edelim ki şehirlerde eğitildik, medeni
sayı//65// aralık
64
yaşamı şehirlerde öğrendik. Bu yaşam tarzı öyle ki inançlarımız da değerlerimiz de aynıydı. Bugün şehirlerimizi de sorguluyoruz, gençliğimizi de sorguluyoruz. Şehir bir sahne gibiydi ve ilk görücüye çıkar gibi şehirlerdeydik. O zaman bile kasaba, ilçe, il merkezlerine şehir diyorduk, şehir biliyorduk. Büyükler de önce berbere uğrar güzelce traş olur, sonra terziye uğrar üstünü başını fırçalarlar, ayakkabısını, yemenisini boyacıda fırçalatır veya boyatırlar. Onlarda çarşıya girmeye hazırdır. KASABAYA BAKALIM
Öyle ise kasabaya biraz eğilelim. Bu yerleşim birimi bizim şehir hikayemizi anlatır. Bizim kültürümüzde kasaba, ilçe merkezleri, şehirde il merkezlerine deriz. Eskiden köy, kasaba, şehir varken kasabalar kalktı yerine belediye dendi ise de tutmadı. Şimdi yerleşim kültüründe köy ve şehir kaldı. Yani modern kültür küçük büyük farketmeden şehirleri birbirine benzetiyor. Neredeyse kentlerde aynı sosyoloji yaşanıyor. Eskiden durum faklıydı. Şehirler birbirlerine benzemezdi.O şehrin kültürel sosyal hayatı diğer şehirden farklıydı. Yani şehirlerin renkleri vardı. Kasabalar idari merkez olarak mahiye veya ilçe merkezi (kaza idiler). Nahiyeler kalkınca nüfusu 2000 üzerinde olanlar belediye oldular. Gelişme potansiyeli olanlar, merkezi olanlar da ilçe merkezine dönüştüler. Bir kısmı da köhneleşerek köye döndüler. Bu seyir kasabanın hayatını tamamen dönüştürdü ve değiştirdi. Bir yanda şehir hayatı, bir yanda köyleşme, kasaba medeniyet ve kültürümüzün temel taşlarıdır. Hala Anadolu’da kasaba hayatı, sosyal ve kültürel boyutları ile tutunmaya çalışıyor. Toplumda gelenek ve görenekler azaldıkça, yaşama şekli değiştikçe kasabalar da nasibini alıyor. Kasabanın olmazsa olmazı cami (ki burada Cuma namazı kılınır) çarşı-pazar, idari merkez (yönetim birimleri) olmasıdır. Selçuklu ve Osmanlı devirlerinden Cumhuriyet’e, hatta günümüze böyle gelmiştir. Birkaç mahallesi olan kasaba köyden nüfus ve yerleşim şekli ile ayrılır. Mahallelere genellikle aşağı mahalle, yukarı mahalle denmektedir. Bunların isimleri olsa da kasaba hayatı bir bakıma mahalle hayatıdır. Konya Beyşehir’de bir köy. Toros dağları ortasındaki bu köyde nüfus artınca, tarım ve hayvancılık da kıt olduğundan geçim de daralınca Avrupa’ya yol görünür. İsveç'e giden
bir aile köylülerini buraya çeker. Yabancı ülkeye gidenler neredeyse bir kasaba kadar nüfus olurlar. Hepsi bir arada koloni şeklinde yaşarlar. Ülkenin diline, kültürüne, sosyal hayatına kaynaşma olmadığından yabancılaşma başlayınca bu Türk göçmen topluluğunda araştırma başlar. İsveç'den üniversite, bizden üniversite hocaları bir araya gelerek İsveç'e göçen kolonileşen topluluğu yerinde (kaynağında) araştırmak, sebeplerini bulmak(tabi ki çözüm aramak) için ilçeye gelirler. Neticede sosyolojik araştırma raporu yayınlanır. Sonuç cümlesi anlaşılır ve basittir. Türkiye'den İsveç'e gelen Türkler köyden doğrudan şehre (şehir kültür ve sosyolojik hayatına) ara kademeden geçmeden yerleştiğinden kaynaşma ve uyum yaşanmamaktadır deniyor. Sayılan gerekçeler arasında ulaşım vasıtası olan (at, eşek, kağnı) at arabasından direk otomobile (mercedes vb.) binmek de var. Yabancıların yaptığı bu tespit, bizim ülkemizin gerçeğinin ta kendisi. Bu ülkede köyden kalkıp doğrudan ara kasaba ve şehir hayatı yaşamadan, tecrübe etmeden büyük şehirlere göç, maalesef dengeleri altüst etti. Kasaba hayatı yaşamadan yani kendi bölgemizde şehir hayatını tecrübe etmeden büyük şehirlere göç ettik. Yani yerleşim basamaklarını tek tek çıkamadık. Reşat Nuri Güntekin ''ben Gönen'de doğdum'' diye hikayesine başlar. Gönen Anadolu’da diğer kasabalardan biri. Anadolu Notlarında ise Anadolu yu gezerken o günün kasaba toplumunu bize aktarır. Edebiyatımızda köy roman ve hikayeleri kadar olmasa da kasaba roman ve hikayeleri yazılmadı. KASABA İNSANI
Kasaba insan hazinesi. Kasaba insanı kültür ve medeniyetimizin imbiğinden süzülen değerler ile yoğurulan insan hamuruna benzer. Bu ülkenin gücü insana dayanır. İnsanımız da kasabalarda yetişir. Kasabalar da insan yetiştiren düzenimizdir. Birbirlerini tanırlar,Çoğunlukla hısım veya akrabadır Komşuluk münasebetleri sıkıdır,Huzurlu ve sakin hayat sürer Kendi yağı ile kavrulan kanaatkar, hırsı az insanlar 65
Bireyden çok bir ailenin, kabilenin, oymağın insanı konumundalar Toprağa bağlı/bağımlı yaşarlar,Devletten fazla istek ve talepleri olmaz Herkes birbirini izler, takip eder,Mahalle baskısı yaşanır Yeniliklere, değişime kapalıdır. Bu yaşam tarzında memnundu Göçmez veya memleketi mecbur kalmadıkça terk etmez İnanç ve değerlerine bağlıdır,Gelenek ve göreneklere tartışmasız uyar, yaşar Büyüklere karşı saygılı, küçüklere merhametli, Fikir ve görüş ayrılığı yaşamaz, tartışmaz (ancak siyasi hayat bu yönü bozar),Aileye aşırı bağlı ve bağımlı Duygusal memleket özlemi yaşar, gurbete dayanamaz Bir genç Anadolu kasabalarında nasıl yetişirdi?Kasabalarda geniş ve büyük aile ocağı vardı. Herakraba bir öğretmen gibi genci eğitirdi Ailede dede / nine gibi büyükler gence hayat dersleri verirdi. Öğretir, eğitirdi Sokakta eş, dost, akraba ve tanıdıklar genci işler, uyarır, yönlendirirdi Çocuk esnafa çırak olarak verilirdi. Her esnaf veya usta bir öğretmen gibi genci her sahada eğitirdi,Anne / babalar belki ümmi (okur / yazar) değildi ama hayat insanıydılar Okullara giden çocuk ‘’Eti senin kemiği benim’’ anlayışıyla öğretmene teslim edilirdi. Öğretmen de ‘’Emanet kutsaldır’’ ruhu ile davranırdı. Sokak, mahalle kültürü vardı. Genç bu kültür ile kimlik kazanırdı,Mahalle gencin sosyalleşmesinde, topluma hazırlanmasında zemin/ortam oluştururdu. Cami mahallenin merkezinde yer alırdı. Çocuğun ilk sosyalleşmesi büyüklerin çocuğun elinden tutarak camiye götürmesi ile başlardı, Akrabalık, komşuluk ilişkisi genci yetiştirirdi KASABADA HAYAT
Kasabada yaşamak başlı başına bir yaşam şeklidir. Bizim kuşak yetişti. Üç yerleşim kademesi vardı: Köy, kasaba, şehir. Her birinin farklı sosyal kültürel hayatı vardı. Bu da bu ülkenin gücü, rengi ve zenginliğiydi. Göç, pazar ekonomisine geçiş, kırsal kalkınma hamleleri en çok kasabaları vurdu. Kasabalar merkezi sayı//65// aralık
66
olmaktan çıktı. Merkez şehirlere kaydı. Halâ kasabalar var. Yaşam değişse de gelenek/ görenekler devam ediyor. Kasaba hayatı sade hayattı. Göç almaz, giren çıkan az olurdu. Herkes birbirini birebir tanırdı. Çoğu akraba veya hısımdı. Yabancı yoktu. Böyle olunca her şey yerli yerindeydi. Değişim yaşanmazdı. Mesela hırsızlık olmazdı. Dükkanlar açık bırakılırdı. Kapılarda kilit olmazdı. Kimsenin malında kimsenin gözü yoktu. Herkes tanış, yakın, biliş olduğundan huzurlu bir yaşam vardı. Sonradan şehirler büyüyüp yabancılaşınca güvensiz şehirler doğdu. Kasabada çarşı pazarda günlük hayat mutlu geçerdi. Esnaf müşteriyi sipariş yapmayana gönderirdi. Esnaf arasında yardımlaşma vardı. Borçlu olana komşu destek olurdu. Esnaf arasında sohbet, mizah, şakalaşma olurdu. Cuma günleri yöre başta Cuma kılmaya gelir, alış-veriş yapardı. Pazar için ayrı gün varsa o gün de kalabalık olurdu. Buluşma günleri panayır gibi olur, kasaba canlanırdı. Mevsime ve bölgeye göre canlı zamanlar olagelir. Anadolu’da bazı kasabalarda ‘’yedi harman’’ , ‘’yedi pazar’’ gibi kasabanın canlılığını anlatan tabirlere rastladık. Kasabada sadece çarşı, pazar, cadde – sokak yok mahalleler de var. Mahalle tam bir kültür harmanı. Esnafı, çiftçisi, memuru, işçisi, hepsi mahalleli. Yediden yetmişe mahalleli. Mahallelerde kadim kaç nesil burada yaşamış evler konaklar var. Her birinin hikayeleri farklı. Ortak yanı kasabanın ruhunu, kültürünü taşımaları. İyi günde kötü günde mahalleli bir arada. Sevinçler paylaşarak çoğaltır, üzüntüleri paylaşarak azaltırlar. Düğün, dernek, bayramlar – seyranlar hep bir arada. Akşamları konu-komşu akraba ziyaretleri. Birde pişen ne varsa komşuya taşımalar. Tarladan, bağdan, bahçeden, hatta pazardan ne gelirse paylaşmalar, imeceler, yardımlaşmalar. En çok da hanımların ocaklarında yaptıkları kış hazırlıkları; ekmekler, yufkalar, tandırlar, neler neler.. Adeta her şey göz önünde. Her şey yardımlaşılır ve paylaşılır. Mahallede aile, hayatı en masum haliyle yaşar. Büyükler sayılır, küçükler sevilir. Söz dinlenir, söz tutulur. Kadına hürmet anneye hürmetten gelir. İnsan insanı kollar, korur. Sadece insan mı? Diğer canlılar da öyle. Her canlının kıymeti var. Her yaratılan hoş görülür.
Hele düğünler, hafta süren düğünler.. sokakta, bahçede, avluda.. ‘’Okuntu’’ denen davetiyeler.. Her gün, sabah, öğle, akşam ziyafetler, davullar, zurnalar, cümbür cemaat katılımlar.. Hediyeleşmeler, güzellikleri paylaşmalar.. Bugün model kentlerden bakıldığında, şehir hayatının hızlı, yorucu ve boğucu temposu yanında kasaba hayatı sakin, huzurlu, doğa ile iç içe, herkesin birbirini tanıdığı, hayatın güven içinde geçtiği, karmaşa ve kaostan uzak yaşamın sergilendiği mekanlar. İstanbul’dan Karamürsel ilçesine gelen misafirlerimiz çarşı Pazar dolaşınca bu tespitleri yapmışlardır. Bunlar esasen kasabaya dair tespitlerdi. Hayat sakin ve huzurlu,Esnaf müşteriyi evine gelmiş gibi karşılıyor Dükkânların kapıları açık, çalan yok, kapamıyor,Çarşıda tek katlı binalarla dizili Herkes gülüyor şakalaşıyor,İnsanlar bağırmıyor konuşuyor,Araç gürültüsü az Kaldırımlarda kalabalıklar yok, Yaşlılar gençler kol kola,Alışveriş yaparken pazarlık yapılıyor İş yerlerinde çay, kahve ikram ediliyor,Biri diğerinin elindeki yüke yardım ediyor Dükkânların önünde oturuluyor, Gelen geçenler selamlaşıyor Anadolu’da her kasaba aslında bu güzellikleri, kültür birikimini ve zenginliğini yaşıyor. Esasen Anadolu da her kasabanın doğası, yerleşimi, yapısı farklı. Bu manada bir değil binlerce kasaba var. Lakin kültür ve medeniyet zenginlikleri aynı olsa da her kasaba aynı zenginliktedir. Her kasabanın renkleri, çiçekleri, kokuları, yemekleri, tatları ve birikimleri her neyse birbirinden farklı. Buna kasabanın zenginliği diyoruz. Kasaba denince akla çarşı, pazar gelir. Çarşı pazarlarda esnaf var. Taşrada tarla, bağ bahçe orada çiftlikler var. Çiftçiler köy mezra mahallede yaşar. Kasaba ekonomisi tarım ticarete dayanır. Yörenin ihtiyaçlarına göre zanaat türleri bulunur. Özellikle tarım ve hayvancılığa uygun zanaat çeşitleri yer alır. Bugün kasabanın dönüşümü ile beraber hepsi kaybolmaya yüz tutmuş sanat ve zanaat grubuna girerler.(Derici, semerci, demirci, çulhacı, ayakkabıcı, yorgancı, dokumacı vb ).
Köylerde olduğu gibi kasabada da kapalı ekonomi var. Aile ekonomisi var. Her şey aile içinde üretilir, aile içinde tüketilir. Üretilenleri dağıtmak, paylaşmak, hayatın doğal akışı içinde olduğunu unutmayalım. Bölüşerek tok oluruz anlayışıdır bu. Gaza, beze, tuza para verildiği, diğer ihtiyaçların yerinde üretildiği bir iktisadi hayat vardı. Kapalı ekonomiden açık pazar ekonomisine geçildikçe kasaba da nasibini alır. Kasaba civarında bağda bahçede mevsimine göre ne üretilirse pazara getirilir. Kasaba pazarları güzel olur. Rengarenk ürünleri yan yana sunan köylü kadınları. Dalından yeni koparılmış mis gibi meyveler, yöresel geleneksel el yapımı ürünler. Sadece ''pazar'' günleri, pazar yerlerinde alışverişler olmaz, cadde, sokak başlarında yere serilen ürünler. Kasabaların bu hale gelmesi için uzun zaman geçer. Önceleri kendi üretip tüketmeye dayalı iken, ürün satmak ayıp sayılırken, paralı ekonomiyle beraber pazarlarda gelişir. Hele yaz, sonbaharlar doğada ne varsa kasabada, pazarda. Kasaba pazarlarına doyum olmaz. Esasen yöresel üretilenler bakkal, manavlarda da satılır. Çok az mal, çevre şehirlerden gelir. Şeker, tuz, bez gibi şeyler. Kasabalarda olmazsa olmaz esnaflar var. Kasabaya kimliğini verir. Bunlar; fırın, bakkal, kahvehane, terzi, berber, kasap, lokanta, marangoz, demirci ve ötekiler. Rahatlıkla söyleyelim. Kasaba ekonomisini bağlayan çiftçiler, esnaf ve memurlar. Bunlar kasabaya sıcak para getirirler. Ekonomi çarkını döndürürler. Bundan dolayı Anadolu kasabalarında kalkınmak, tarım ve ticaret dışında aranmıştır. Geçen zaman da bunu doğrulamıştır. KASABA NEREYE?
Kasaba yeniden yerleşim birimi olmalı. İdari merkez olmalı. Ekonomik merkez olmalı. Hayatın merkezi olmalı. İnsanları büyükşehirlere yığan orada kültür ve medeniyet iddiasını kaybederek kitleleşen toplumu kasabalarda tutarak veya kasabalara geri çekerek medeniyet iddiamıza yeniden dönmeliyiz. Atalarımız bu coğrafyada şehir adına kasabalar kurdular. Kendilerini burada var ettiler. Ne yazık ki modern şehirlerimiz kasaba düşmanı bir başka ifade ile kasaba yutan duruma geldiler. Nasıl toplumun temeli aile ise yerleşim düzenimizin temeli de kasabalardır. Köyler insan kaynağımız, kasabalar da bunu işleyen ocaklarımızdır. Şehirler ise var olma davamızdır. Akıbetimiz kasabalarda. Haksız mıyım? 67
üzyıllardır elemle, ıstırapla yoğrulan Anadolu insanı, sesine ses verilmeyince, aşkına karşılık bulamayıp, sevgilisi tarafından terkedilip, tahammül gücünün tükendiğini görünce tabiatla konuşmaya, içini ona dökmeye başlar. Dertlerini çok uzaklara götürmesi dileğiyle Aras nehrine seslenir:“Aman Aras han Aras / Bingöl’den kalkan Aras Al başımdan sevdayı / Hazar’da çalkan Aras”
TÜRKÜLERİN DÜNYASINDABİR ŞEHİR:
ERZURUM -II-
Sanat yaşamı boyunca çeşitli görevler üstlenmiş olan Neriman Altındağ Tüfekçi, hançeresinin farklılığı ve sesinin genişliği, bunun yanında, titiz çalışması sebebiyle, repertuarında yer alan türküleri, özellikle de uzun havaları aslına sadık kalarak, yöre üslubuna uygun olarak yorumlamış, bu konuda büyük başarı ve ün kazanmıştır. İsmail BİNGÖL
Aras’ı başkaları da anlatabilir belki ama hele de gurbettekilere onu en iyi anlatacak olan, yürekten kopup gelen ve rengiyle, tınısıyla, söyleyişiyle diğerlerinden ayrılan, bir bayan sesi olarak, nağmenin dilinin, sözün ahenginin onda bir başka güzelliğe büründüğünü gördüğümüz sanatçı Neriman Altındağ Tüfekçi… Onun sesi dinleyeni alır götürür uzak diyarlara. Sılayı yakın, gurbeti vuslat eder. Seveni sevdiğine kavuşturur. Yakar kavurur, ta içine işler yüreğin. Acılar sökün eder dört bir yandan. Gözyaşlarını birbirine göstermemek için herkes bir yana dağılır. Geçmiş dile gelir, unutulduğu sanılan eski sevdalar bir bir dile gelir. Sırlar dökülür, küllenmiş yaralar içten içe yeniden kanamaya başlar. Yanık sesiyle dinleyeni mest edip, kendinden geçirir, alıp başını buralardan gidesi gelir dinleyenin... Sanat yaşamı boyunca çeşitli görevler üstlenmiş olan Neriman Altındağ Tüfekçi, hançeresinin farklılığı ve sesinin genişliği, bunun yanında, titiz çalışması sebebiyle, repertuarında yer alan türküleri, özellikle de uzun havaları aslına sadık kalarak, yöre üslubuna uygun olarak yorumlamış, bu konuda büyük başarı ve ün kazanmıştır. Tanınmış halk bilimci Halil Bedi Yönetken “Derleme Notları” adlı kitabında kendisinden “Halk türkülerimizin ideal üslubunun çok değerli temsilcisi” diye söz eder. Yaşar Özürküt’le yaptığı bir söyleşide bu konudaki tavrını şöyle dile getirir sanatçı: “Bizim 1941’lerde 1950’lerde okuduğumuz türküler neden revaçtaydı. Halk neden tutuyordu onları? Çünkü biz türküleri aslına sadık kalarak okuyorduk. O üslupta çalıyordu arkadaşlarımız. Bugün türküler tutulmuyorsa, o emeği vermeyen ses ve saz sanatçılarının yüzündendir. Halka o lezzeti verememişlerdir. Bizi o zamanlar radyo kapılarında bekleyen halk neden bunlara o ilgiyi göstermiyor. O günün koşullarında iki bavul dolusu mektup almıştım
sayı//65// aralık
68
dinleyicilerden. Daha az bir kadroyduk. Olanaklarımız daha sınırlıydı. Ama halkın sevgisi doruktaydı.” Kültürümüzün yaşaması ve sonraki nesillere doğru şekilde ulaşması için hayatını bu yola adayan, yazdıkları ve yaşadıklarıyla etrafındakilere, tanıyanlara, bilenlere örnek olmaya çalışan mütefekkir, yazar ve siyaset adamı Nevzat Kösoğlu da bir türkü sevdalısıydı ve türkülerle harmanlanmış bir yaşantının daha anlamlı olacağı kanaatini taşıyor, buna yürekten inanıyordu. Bu inandıklarını ise yazdıklarında dile getiriyor, bu konuda kitaplar yazıyor, sohbetlerinde türkülerin dünyasından dinleyenlere katreler sunuyordu. “Geçmiş Zaman Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri” adlı kitabında (Ötüken Yayınları, 1. Basım 2007. İst.) bunlardan bir bölümünü okuyucuya sunan milletine vefalı kişi Nevzat Ağabey, oradaki sayfaların bir yerinde, doğduğu yere, Erzurum’un İspir ilçesine dönüyor ve şöyle diyordu: "Ben İspir kasabasını çocuk gönlümün cenneti olarak bilirim. O günleri anlattım. Sanırım küçük çevrelerde yaşayan herkesin böyle bir cenneti vardır. Bu yüzden yazdıklarımı okurken, birçok ortak duygu ve çağrışımlarımız olduğunu göreceksiniz. O güzellikleri yeniden hatırlayarak paylaşmak ve zaman zaman durup biraz düşünmek, umarım hoşunuza gidecektir.” Çağın başından beri insanoğlu, çok hızlı bir teknolojik gelişimin etkisi altında... Hayatın bütün safhalarına sirayet eden bu gelişim, değişimi de beraberinde getirmekte ve halka ait birçok değeri önüne katıp bir bilinmeze doğru götürmektedir. Bu durumda, sel önünden ne aparılırsa, elde kalan ve kalacak olan işte bunlardır. Bunu zamanında tahmin edenler, erken davranmışlar ve değişimin elinden bir şeyler kurtarabilmek için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Kabaca; derleme, toplama, arşivleme ve yazıya aktarmadır bu yolun önde gelenleri... Kaybedilenler, değişimin önünde sürüklenenler, millî kimliğimizle yakından ilgilidir ve tabii ki bu arada milli kimliğimiz de aşınmakta, her geçen gün biraz daha tanınmaz hale gelmektedir. Vaziyeti biraz olsun düzeltmek için önerilen çarelerden biri hakkında yine bir başka kitabındaki (Milli Kültür ve Kimlik, Ötüken Yayınları, ilk baskı 1997, İst.) yazısında Nevzat Kösoğlu şunları söylüyordu: "Millî kimliğimize sahip mi olmak istiyorsunuz; farklı olmak, bilinmek, onurlu ve başı dik mi
kalmak istiyorsunuz? Türkü dinleyin ve türkü söyleyin. Çünkü millî kültürümüzün ana sütunlarından biri musikimizdir ve musikimizin kalbi de türkülerimizdir. Türkülerin nasıl yakıldığını, neyi anlattığını ve neyi sembolize ettiğini bilmediğimizde ortaya çıkan davranışlar, türküyü de yaralar, türkü söyleyeni de. Bazı türküler vardır, söylerken içinde biraz hareketlilik barındırsa da aslında beraberinde büyük bir acı taşımaktadır ve bunu ancak onun kültürüne de vakıf olan bilir. Yoksa o türküyle ilgili olarak sergilenecek davranışlar, türkünün anlamına uygun düşmez. Doğan Hızlan bir yazısında işte böyle bir türküye değiniyor: “Fazıl Hüsnü Dağlarca Madımak türküsünü (Kaynak kişi: Fahri Karaoğlan, Derleyen ve notaya alan: Nida tüfekçi ) dinlerken, seyrederken ağlamış. 'Neden,' diye sormuş Konur Ertop, o da, yoksulluğun türküsüdür, Anadolu'nun yoksulluğuna ağlıyorum, demiş. 'Çünkü,' diye sürdürmüş konuşmasını Dağlarca; 'bahar gelecek, etraf yeşerecek, madımaktan yemek yapacaklar.' Türküler, hayatın içinden gelirler başka bir hayatta yolculuklarını sürdürürler. İnsanın, Anadolu'nun bütün öyküsü, acısı, mutluluğu, şehveti onların içindedir. (“Dağlarca Madımak'a neden ağladı, Hürriyet Gazetesi, 5 Şubat 2001) Akademisyen, yazar ve siyasetçi Naci Bostancı’nın türküler hakkında farklı tespitler ihtiva eden bu cümlelerinden sonra duralım. Ve hatta türkülerin dünyasındaki önemli şehirlerden biri olan Erzurum’dan ve bu kadim şehrin daha çok kendi yöresinin türkülerindeki yerinden bahsettiğimiz yazımızı bitirelim artık. Zira türkülerin ve onlara sesleriyle hayat verenlerin dünyasına yürek dayanmayacak. En iyisi, Muharrem Akkuş’tan alınan bir Erzurum türküsüne vurgu yapan birkaç mısra ile lafı hitama erdirelim: “Bir işmar gelince / İzbe bir Erzurum sokağından Tutar iki can / Gecenin bir yanından Habersizlik tufanına tutulmuş gibi Habersizleşip acılarından Bir türkünün içinde kaybolurlar: "Oğul Bu haber ne haberdir Sinem kabar kabardır Bir yanım kurt kuş yemiş Bir yanım bihaberdir." (İsmail Bingöl, Geceye Mihman İki Can, Ay Düşleri, Ares Yayınları.İst.2009) 69
lginç bir mimarisi olan Eyüboğlu Camii tek katlı kubbesiz ve minaresi de caminin yanına monte edilmiş.
MÜZELER ŞEHRİ
GAZİANTEP –III-
Gaziantep Kalesi’nin hemen yanında Ali Nacar Camii var; buranın minaresi de daha önce gördüğümüz Eyüpoğlu Camii’nin minaresine benziyor; yalnız bu minare caminin yanında değil biraz uzağına yapılmış. Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*
*T.C. Atatürk Ünv.Öğ.Üyesi
sayı//65// aralık
70
Eyüboğlu mahallesinden yukarı doğru dar bir Antep sokağından oyuncak müzesine doğru ilerlerken orijinal Antep evlerini hayranlıkla seyrederek ilerliyoruz. Bazı evlerde restorasyon var. Evleri merakla seyrederek ilerlerken kapılarının güzelliği ve üzerlerindeki elçekler dikkatimi çekiyor. Çocuklar için kapının alt kısmına, büyükler için de üst kısmına takılmış olan elçek veya kapı tokmakları bana hemen Erzurum’un eski evlerindeki kapı elçeklerini hatırlatıyor. Eskiden Erzurum’daki kapılarda da aynı durum mevcuttu; demek ki çok değil, bundan otuz kırk yıl öncesine kadar Türk kültürünün her tarafında aynı incelik vardı, ama zil sistemi bu önemli estetik unsuru ortadan kaldırdı. Oyuncak müzesinin bulunduğu yerde Atatürk müzesi de var ve önce orayı geziyoruz. Atatürk’ün 1933 yılında Antep’e geldiğinde kaldığı yer müze yapılmış ve geldiği tarih olan 26 Ocak 1933 tarihinde Antep’te kendisine fahri hemşehrilik verilmiş. Atatürk’e verilen nüfus cüzdanının büyütülmüş resmi müze girişine konulmuş. Müze girişinde görev yapan genç kızlara, Atatürk’ün başka hangi şehrin fahri hemşerisi olduğunu soruyorum. Gaziantep’ten başka bir yerin olmadığı cevabını alınca onlara Erzurum’un Atatürk’e çok daha önce, 23 Temmuz Erzurum Kongresi’nden sonra hemşehrilik verdiğini ve 23 Nisan 1920’de kurulan TBMM’ye Erzurum milletvekili olarak girdiğini özetle anlatıyorum ve gençler buna oldukça şaşırıyorlar. Müzede tanınmış şahsiyetlerinin resimleri ve biyografileri var; aynı zamanda aynı katta bir de kitaplık bulunuyor. Atatürk’ün kaldığı odanın oldukça mütevazı olduğu dikkatlerimizden kaçmıyor. Odanın ahşap tavanı sade işlemeli, odada ahşap bir dolap var ve pirinçten tek kişilik bir yatak, önünde bir kilim, üstünde bir mangal ve makatlar bulunuyor. Atatürk Evi’nin hemen yan tarafında oyuncak müzesi var. Bu oyuncak müzesi Sunay Akın tarafından oluşturulmuş. Üç katlı müzenin en alt katında bir mağara var ki Gaziantep’te bu taş mağaraların yaygın olduğunu artık biliyoruz. Mağaranın içerisinde galeriler oluşturulmuş ve bu galerilerde oyuncaklar sergilenmiş. Bu galerilerde ilk çağlardan itibaren günümüze
kadarki oyuncakları sırayla sergilemişler. Mağaradan çıktıktan sonra müzenin oyuncaklar bölümü başlıyor. Binanın katlarındaki odalarda pek çok oyuncak var. Sergilenen oyuncaklar arasında ilgimi çekenlerden bir tanesi bizim de çocukluğumuzda tabanca olarak kullandığımız büyükbaş ve küçükbaş hayvanların çene kemikleri oldu. Çocukluğumuzda tabanca niyetine kullandığımız bu doğal oyuncakları burada görmem beni çocukluğuma götürdü ve oldukça da mutlu oldum. Mesela o yıllarda kullanılan iş makinalarının, vinçlerin oyuncakları sergilenmiş. 1910-1920 yıllarının oyuncakları yine Almanya’da yapılmış onlar burada sergileniyor. Bu müzeyi gezerken, bizde çok sonraları kullanılan birçok eşyanın Almanya’da çok eskiden beri kullanıldığını anlıyoruz. Oyuncaklar arasında neler yok ki, o zamanlar Almanların kullandığı her eşyanın oyuncağı da yapılmış, mesela mutfak setleri bunlardan sadece biri. Gaziantep Öğretmen Evi’nin bulunduğu yerin çok güzel ve hava sıcaklığını yok eden bir bahçesi, bu bahçenin hemen yanında da şu an restorasyona alınmış olan büyük bir kilise var. Bulunduğumuz yerin hemen altında ise, kiliseye vakfedilmiş olan şarap imalathaneleri ve mahzenleri bulunuyor. Buranın hemen yan tarafında Çınarlı camiinin minaresi ile Şehitlik Anıtı yan yana; çünkü anıtın altında cami var. Şehitlik Anıtı’nda Gaziantep savunmasında bu bölgede hayatını kaybeden 6317 şehidin temsili mozolesi bulunuyor. Gaziantep Kalesi’nin hemen yanında Ali Nacar Camii var; buranın minaresi de daha önce gördüğümüz Eyüpoğlu Camii’nin minaresine benziyor; yalnız bu
minare caminin yanında değil biraz uzağına yapılmış. Güneydoğudaki minarelerin tipik mimari özelliği, burada da görünüyor. Hemen karşımızda Gaziantep müzesi ve Gaziantep Kalesi var ve kale de yine o beyaz taştan yapılmış. Şu anda Gaziantep’in Cumhuriyet dönemindeki en eski çarşısında bulunuyoruz. Buraya Eski Çarşı deniliyor, ama tarihi Eski Çarşı değil. Tarihi Eski Çarşı biraz ileride ve burası trafiğe kapatılmış. İstanbul’daki İstiklal Caddesi’ni andıran çok ilginç manzaraların bulunduğu, eskinin alışveriş merkezi mahiyetinde bu semt, şimdiki AVM’lerin prototipi. Burası için adeta İstanbul’daki Kapalı Çarşı’nın açık hava versiyonu diyebiliriz. Şimdi bu canlı çarşının içerisinde yine Gaziantep yöresine özgü bir katmer imalatı atölyesinde Antep’e özgü üretilen katmer yiyoruz. Bu güzel tatlı ve ardından yine Gaziantep’e özgü güzel bir kebapla gezimizi tamamlıyoruz. Çünkü Gaziantep, bir gastronomi şehri. Gaziantep’i bu kadar ayrıntılı bir şekilde tanıtan sevgili öğrencilerim Ayşe Eroğlu ve Sever Işık’a candan teşekkür ediyorum. Dönüş yolculuğumu otobüsle yapıyorum. Gaziantep’ten ayrılalı on beş yirmi dakika olmuştu ki otobüsün yardımcı personeli yanıma gelerek “abi siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sordu. Ben de işimi söyledim. Bu kez de ben ona “niçin sordun?” dedim. “Hocam sizi tanıdım da ondan!” dedi. “Nereden?” diye sorduğumda bana “Kardelen TV’de sizi çok gördüm.” deyince bir hoş oldum. İki yıl önce bir ramazan ayı boyunca yapmış olduğum ve farklı bir sahur programını ve zaman zaman kültür sohbetleri için davet edildiğim günleri hatırlatmıştı. 71
MARAŞ’TA İLK GAZETE
AMÂL-İ MİLLİYE
Millî mücadeleyi başlatan şehir olan Maraş’ınsesini duyuracak bir gazetesinin olmaması büyük bir eksikliktir. Serdar YAKAR
azılı kaynaklar Maraş’a ilk matbaanın 1913’de Hüdaizâde Tahsin Bey tarafından getirildiğini kaydeder. Tahsin bey o yıllarda Maraş’ın Osmanlı meclisindeki üyesidir. Şehrin düşman işgaline uğraması ile konak selamlığında bulunan matbaa gizli bir yere taşınır. Millî mücadele günlerinde el ilanları bu matbaada basıldığı gibi Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Nizamnâmeleri de bu matbaada basılır ve dağıtılır. Matbaa mürettiphanesinde ise Muallim Hayrullah Bey ve öğrencisi Ganiyusufoğlu Ahmet Bey görev yaparlar. Hüdaizâde Tahsin Beyin matbaasının yanı sıra 1916’da Ahmet Bey tarafından Maraş’ta ikinci bir matbaa daha kurulur. Yenigün gazetesini neşreden bu ikinci matbaa Seyyidhanzâde Ali Efendinin evinin altına kurulmuştur. Bunlardan ayrı olarak millî mücadele günlerinde Kısakürekzâde Avukat Mehmet Ali Bey’in elle yazıp çoğalttığı bildirilerin varlığını hem oğlu Şahap Kısakürek dillendirir hem de Şeyh Ali Sezai Efendi hatıralarında dile getirir. Kaleden bayrağın indirilmesi üzerine kaleme alınan bildiriyi de bu manada değerlendirmek gerekir. Ahmet Bey tarafından 1916’da yayınlanan “Yenigün” gazetesinin kaç sayı yayınlandığı hususunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Gazetenin nüshalarına rastlanılmamıştır. İngiliz işgalinin hemen ardından “İntibah” adıyla yeni bir gazete çıkartılmak istenmiştir. 2 Nisan 1919’da başvurusu da yapılmış ama ne var ki bir sonuç elde edilememiştir. Millî mücadeleyi başlatan şehir olan Maraş’ın sesini duyuracak bir gazetesinin olmaması büyük bir eksikliktir. Bu eksikliği Sivas’ta yayınlanan İrade-i Milliye bir bakıma gidermeye çalışır. Sivas Kongresi’nin ilk oturumunda gazete konusu ele alınmış ve İstanbul delegesi İsmail Hami Danişment bey görevlendirilmiştir. Bu görevlendirme sonucu İrade-i Milliye’nin ilk sayısı 14 Eylül 1919’da okurla buluşur. Haftalık olarak yayınlanan gazetenin her bir sayısında Maraş ile ilgili en az bir habere yer verilerek Maraş’ta eksikliği duyulan gazete ihtiyacı giderilmeye çalışılır. Gazete, Mondros mütarekesi sonrasında gelişen olayları tarihin kaydettiği en büyük milli felaket olarak değerlendirir ve millî bir şuurun kazanılması için çaba gösterir. Haksız işgallere şiddetle
sayı//65// aralık
72
karşı çıkan yazılar yayınlayan İrade-i Milliye İngilizlerin Maraş, Urfa ve Antep’ten geri çekilme kararını da sevinçle karşılar. Bu sevincin yanında Fransız kuvvetlerinin işgali de şiddetle kınanır. Maraşlının başlattığı şehir içi çatışmalar, bu çatışmalarda şehrin bir yangın yerine dönüşü ve düşmanın yirmi ikinci günün sonunda kaçmak mecburiyetinde kalışı yine İrade-i Milliye’nin sahifelerinde yer alarak tüm bir dünyaya duyurulur. “Zavallı Müslümanlar Buna da mı Medeniyet Diyecekler” başlığı altında kaleme alınan yazıda Batı medeniyeti eleştirilerek barış ve kurtuluş güneşinin doğudan doğacağı vurgulanır. İçinde bulunulan asrın medeniyet asrı olmasının mümkün olmadığı, bu asrın olsa olsa mezalim asrı veya fecayi asrı olabileceği kaydedilir. Bu hükme varmanın sebebi olarak da Maraş ve çevresinin Türk ve Müslüman mezarlığına döndürülüşü gösterilir. Maraş ve Fransa karşılaştırması yapılarak Avrupa medeniyetinin sadece Türklerin değil bütün bir İslam aleminin düşmanı olduğu da ilan edilir. Türklerin yalnız Anadolu’da değil, âlem-i beşeriyette bir kuvvet olduğu, böylesine şanlı bir milletin öldürülemeyeceği, yok edilemeyeceği vurgulanır. İrade-i Milliye sayfaları arasında yer alan “Milli Galeyan” başlıklı yazıda da İstanbul işgalinin tüm bir yurtta tepki ile karşılandığı, Anadolu’nun her tarafında çoban ateşlerinin yükseldiği, işgalin kabullenilmesinin mümkün olmadığı, Maraş’ta devam eden çatışmalar için yurdun her bir tarafından yardımlar toplandığı, Sivaslı hanımların kendi aralarında topladıkları 37 bin kuruşu Maraş ve İzmir mücahitlerine gönderdikleri kaydedilir. Yine gazete sayfaları arasında yer alan bir şiirde ise; “Bir haber var mı? Adana’dan, Urfa’dan Kan bürümüş dağlarını Maraş’ın Biz korkmayız kardaş için ölümden Haber aldık! Evde durmaz gideriz” denilir. Şehrin düşman işgalinden kurtuluşunun hemen ardından ihtiyacı iyiden iyiye hissedilen gazete konusu tekrar gündeme gelir. İşte tam da bu günlerde Maraş’ın ilk matbu gazetesi yayın hayatına girer. Hacı Nuri Bey’in sahipliğini yaptığı ve Ayaşlızade İsmail Hakkı Bey’in hazırladığı “Amâl-i Milliye” 29 Nisan 1336/1920’de okurla buluşur. Arşivlerde yalnızca bir sayısı yer alan, başka sayıları var
mıdır yok mudur bilinmeyen Amâl-i Milliye yayın çizgisi itibariyle İrade-i Milliye ile paralellik arz eder. İlk sayfada yer alan “Altın Ordu” başlıklı makalenin altında “Oğuz” ismi yer alır. Yazıda özetle Türklerin tarihte büyük devletler kurduğu, kurulan bu büyük devletlerden belki de en önemlisinin Altın Ordu Hanlığı olduğu anlatılır. Türk milletinin kahramanlığı dile getirilirken aynı zamanda gevşek ve rahat düşkünü milletlerin de akıbetinin zillet olacağı vurgulanır. Asırlardan beri kınına girmeyen Türk kılıcının bir kez daha gereğini yapacağı, aziz vatanı kurtarmak için harekete geçeceği anlatılır. Daha önce İrade-i Milliye’de yayınlanan Bursa mitingine ait haberler bir kez de Amâl-i Milliye’de yer alır. 20 binden fazla kişinin katıldığı Bursa mitinginde Şeyh Servet Efendi hitap ederek şu cümleleri kurar: “İzzete uyan ey Müslüman, Ey Türk, Sultan Osman ve diğer beş padişahın huzurunda bulunuyorsunuz. Onların şu muzdarip ruhları tesellinizi bekliyorlar. Gidin Sultan Osman’ın türbesine koşup onun hakipakine yüzünüzü sürün ve haykırarak deyiniz ki, kurduğun devleti yıktırmayacak, namus-u milliyi kurtaracağız.” Amâl-i Milliye sayfaları arasında batılıların Türkiye Barışı dedikleri konunun özüne girerek okuyucularını aydınlatmaktan da geri kalmaz. İngiltere’nin başını çektiği batı dünyası, Türkiye barışı konusunda kendince üç önemli konu belirlemişti. Bunların ilki İstanbul meselesi idi. Diğer iki önemli konu ise hilafetin durumu ve Ermenistan meselesi idi. 25 Mart 1920’de Lord George Avam Kamarasında bir konuşma yaparak bu konudaki görüşlerini dile getirmişti. Amâl-i Milliye bu konuşmaya dikkat çekerek “Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler” başlığını atmıştı. Lord George konuşmasında; “Türkiye Hükümeti’ni İstanbul’da bırakmak demek onu sıkı ve şedit bir kontrol altında bulundurabilmek demektir” diyor ve bir bakıma savaş çığlıkları atıyordu. Lord George’un savaş çığırtkanlığı hem İngiltere’de hem de İngiliz sömürgelerinde kızgınlıkla karşılanmış ve artık silahla değil politika ile geleceğin şekillenmesi gerektiği savunulmuştu. Lord George’un toplantıda dile getirdiği Ermenistan hakkındaki görüşleri de önemliydi. Ona göre Ermeni meselesinde başarılı 73
olunulamamıştı. “Harp ettiğimiz hasımlarımızın arasında hürmete şayan olmaklıkta en az liyakat kesbetmiş olanı” olarak Türkleri göstermekten çekinmiyordu. Amâl-i Milliye’nin gizli kapılar ardında yapılan bir görüşmeye bu kadar kısa sürede ulaşması ve ayrıntılı bir şekilde sahifelerine taşıması önemli bir gazetecilik olayı idi. Ermeni meselesi, Türk düşmanlığı ile bilinen İngiliz politikacılarından Lord Balfour ve Lord Cecil’in oluşturmaya çalıştıkları suni bir konuydu. Ermeniler Osmanlı coğrafyasının değişik vilayetlerinde dağınık bir halde yüzyıllardır yaşamlarını sürdürmekte idiler. Bundan dolayıdır ki Anadolu’nun herhangi bir bölgesi için halkoyuna gidilip Ermenistan ilan edilmesi mümkün değildi. Ermeniler en yoğun bir şekilde bulundukları Kilikya’da bile azınlık durumunda idiler. Kilikya’daki Müslüman nüfusu Ermenilerden üç dört misli fazla idi. Yapılan istatistikler bölgedeki Müslüman nüfusu 546 bin, Ermeni nüfusu 130 bin, Rum nüfusu 36 bin olarak vermekte idi. Bu rakamlara itiraz edenler de vardı. Bunlardan biri olan Asquit; “İslamlar ile Hıristiyanlar arasında böyle bir nisbetsizliğin mevcudiyetine hiç ihtimal veremiyorum” diyordu. Amâl-i Milliye, Paris’te bulunan Meclis-i Ayan eski başkanı Ahmet Rıza Bey’in “Univer” gazetesinde yayınlanan bir beyanatına da yer vererek Ermeni meselesinin batıda yanlış anlaşıldığına dikkat çekiyordu. Ahmet Rıza Bey Ermenilere yönelik katliam şayialarının mürettip bilgiler olduğunu, bu konuda yapılacak tahkikat ile hakikatin ortaya çıkacağını savunuyordu. Ahmet Rıza Bey’in yakındığı en önemli konu ise Türklerin batıda yanlış tanıtıldığı hususu idi. Kendisinin Paris’te bulunma sebebinin de bu yanlış bilgileri gidermek olduğunu söylüyordu. İngilizler işgal siyasetlerini Wilson’a kabul ettirdikleri gibi Osmanlı padişahının ismini de bu siyasete alet ediyorlardı. Ortaya attıkları fikirleri sanki Müslümanların halifesi olan Osmanlı padişahının düşünceleriymiş gibi yaymaktan çekinmemişlerdi. Yapılan propagandaya göre yalnız Osmanlılar değil, bütün Müslümanlar İngiltere’ye müteşekkir olmalı idi. Özellikle Hintli Müslümanlar İngiliz idaresine karşı itaatli olmalı, barış ve sükunet içinde yaşamalı idiler. İngilizler halifenin ağzından haberlerle işgal bölgelerindeki otoritelerini güçlendirmeyi amaçlamakta idiler. Yaptıkları propagandalar ile İngiliz hükümetinin Rum ve Ermenilere karşı hilafet ve saltanatı sayı//65// aralık
74
koruduğunu, bu amaçla hilafete karşı olanların cezalandırıldığını dahi dile getirmekten çekinmiyorlardı. Maraş’ta yayınlanan mahalli gazetelerin ilki olan “Amâl-i Milliye”’nin tek sayılık nüshasının ardından nüshalarına ulaşabildiğimiz ilk mahalli gazetemiz “Maraş” gazetesidir. Bu gazete Maraş Valiliği tarafından neşredilen resmi bir gazete olup 1933-1948 yılları arasında neşredilir. Resmi bir gazete olması hasebiyle bu gazetede fikir ve sanat yazılarına, özellikle de fikir ve sanata ayrılmış özel sayfalara pek rastlanmaz. Buna rağmen gazetede yazan A.Saim Emirmahmutoğlu Maraş’ın meselelerini dile getiren yazılar kaleme alır sürekli. A.Saim Emirmahmutoğlu’nun 1946’da “Maraşı Sevenler ve Güzelleştirme Derneği” tarafından yayınlanan “Maraş İçin” adlı kitabı da bu yazılardan oluşmaktadır zaten. “Maraş” gazetesinden sonra Maraş’ta yayınlanan bir diğer gazete “Engizek”tir. Nadire Tolun tarafından 1 Nisan 1947’de ilk sayısı yayınlanır. Ahmet Çiftçioğlu, Adile Kandeğer gibi isimlerin şiirleri yer alır bu gazetede. Maraş fikir ve sanatına mührünü vuracak olan “Demokrasiye Hizmet” ise 19 Haziran1950’de yayınlanmaya başlar. Öncesinde bir “Hizmet” daha vardır. Av. Mehmet Aksöyek tarafından 11 Şubat 1948’de yayınlanmaya başlar. A.Saim Emirmahmutoğlu gazetenin sürekli yazarlarındandır. Sonrasında ise isminde küçük bir değişiklik yaparak devralacaktır. Ve ardından “Maraş Postası” yayın hayatına girer. Her biri ayrı bir yazının konusudur. KAYNAKÇA
• Yaşar Akbıyık, Milli Mücadele’de Güney Cephesi (Maraş), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990. • Serdar Yakar, Maraş Milli Mücadelesinde Şeyh Ali Sezai Efendi, Ukde Kitaplığı, Kahramanmaraş, 2004. • Suat Zeyrek, Milli Mücadele Yıllarında Maraş’ın Düşünce yapısı ve Seviyesine Bir Kanıt: Amal-i Milliye Gazetesi, Uluslar arası Osmanlı Döneminde Maraş Sempozyumu, Kahramanmaraş, 2012. • Tülay Aydın, Âmâli Milliye, Kahramanmaraş Ansiklo pedisi, Ankara, 2017 • Hatice Başkan, Türk Basınının Fransız İşgali Altındaki Maraş’ı İşlemesi (15 Eylül 1919-11 Şubat 1920, yayınlanmamış tez. • İrade-i Milliye, Tıpkı Basım, Sivas Belediyesi Amâl-i Milliye
GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUP Bir Türk Subayının Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı Anıları Büyüyenay Yayınları Yayına Hazırlayan: İbrahim Zeyd GERÇİK Kitap Tanıtım: Fatma DERİN
azi İbrahim Tevfik Çırakman, 1887 yılında Ankara, Ayaş’ta dünyaya gelir. On dört yaşında hafız olur. Ayaş Rüşdiyesi’nin ardından medrese yüksek eğitimini tamamlar. Ankara Muallim Okulu’nun sınavlarını 1910 yılında vererek 23 yaşında öğretmen olur. 19 Aralık 1917 tarihinde, 30 yaşındayken, İhtiyat Zabiti (Yedek Subay) adayı olarak askere alınır. Bir yıl askeri eğitimin ardından Ocak 1918’te Suriye Tartus şehrinde Takım Komutanı olarak göreve başlar. Şam’ın düşmesinden sonra Ekim 1918’de Emir Faysal’ın komutasına geçen Arap askerleri tarafından Lazkiye’de esir alınır. Lübnan’ı alan Fransız askerleri tarafından 9 Kasım 1918 yılında Beyrut’a getirilir. Fransızlar Ocak 1919 yılında ellerindeki esirleri İngilizlerin Mısır’daki meşhur Seydi Beşir Esir Kampı’na gönderirler. İbrahim Tevfik Bey’in yaklaşık iki yıllık esaretinin 20 ayı bu esir kampında, çölün kavurucu sıcağı ve boğucu nemi altında geçer. 1 Ekim 1920 yılında esaretten kurtulan İbrahim Tevfik Bey, 6 Ekim’de bir grup esir Osmanlı askeriyle birlikte İstanbul’a döner ve terhis olur. 9 Kasım 1920’de memleketi
Ayaş’a ulaşır. Esaretten döndükten beş ay sonra II. İnönü Savaşı’nın (23 Mart-1 Nisan) hemen akabinde, 7 Nisan 1921 tarihinde tekrar askere alınır. Garp Cephesi 61. Tümen, 190. Alay, 2. Tabur, 5. Bölük, Takım Subayı olarak göreve başlar. Birliğiyle birlikte Kütahya-Eskişehir Savaşları’na (10-25 Temmuz 1921) katılır. Sakarya Meydan Savaşı’nda (23 Ağustos-13 Eylül 1921) ve Büyük Taarruz’da (26 Ağustos-9 Eylül 1922) düşmanla ana cephe hattında savaşır. Alayı ile birlikte Yunan Ordusu’nu İzmir’e doğru sürerken 31 Ağustos 1922 günü öğlen vakti, Uşak Belikdüzü’ne (Kurtköy) yakın bir yerde vücuduna üç kurşun saplanarak yaralanır. Konya ve Ankara hastanelerinde tedavi olduktan sonra 29 Ekim 1922 yılında Kocaeli Tavşancıl’daki birliğine geri döner. 16 Haziran 1923 tarihinde terhis olur. Terhisin ardından kısa süreli bir esnaflık girişiminden sonra tekrar öğretmenliğe başlar ve Polatlı Şabanözü Köyü’ne öğretmen olarak atanır. Bir yıl bu köyde öğretmenlik yaptıktan sonra 1924 yılının güz döneminde öğretmenlikten ayrılır. Gazi İbrahim Tevfik Çırakman’ın Hatıratı 1918-1924 yılları arasında yukarıda ana hatlarını aktardığımız, onun doğrudan tanık olduğu tarihi olayları, gözlem ve deneyimlerini kapsamaktadır. 1918-1924 yılları, I. Dünya Savaşı’nda; bir milyondan fazla şehidin verildiği, katliamların, göçlerin, kıtlıkların yaşandığı, yüzbinlerce çocuğun yetim kaldığı, altı yüzyıllık çınar Osmanlının çöktüğü ve Anadolu halkının acı, sabır ve kanla yoğrularak var oluş mücadelesini verdiği yıllardır. Gazi İbrahim Tevfik Bey bu çöküş ve var oluş mücadelesinin; açlıkla, acıyla, korkuyla, terle, esaretle, savaşla, kanla sınanmış tanığıdır. Bu eser, Gazi İbrahim Tevfik Bey’in, onun yaşadığı tanıklık ve acılarla, bir milletin varoluş mücadelesinin hikâyesidir. Gazi İbrahim Tevfik Çırakman’ın Hatıratı, I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında Arap coğrafyasında yaşananlar, İstiklal Mücadelesi’nde ordunun durumu ve yapılan savaşlar hakkında ayrıntılı bilgiler vermesi açısından önemlidir. Aynı zamanda hatıratı İstiklâl Harbi sonrası Anadolu’nun sosyoekonomik yapısı, toplumun eğitim düzeyi ve geçmişten bugüne devam eden yönetim zihniyeti sorunlarına ilişkin de önemli bilgiler sunmaktadır. Bu bilgiler Türkiye’nin bir asırdır çözülememiş olan eğitim sorununun kök nedenlerinin anlaşılması açısından da önem taşımaktadır.
ŞEHİR K İ TAP
GAZİ İBRAHİM TEVFİK ÇIRAKMAN
75
ANTAKYA HABİB-İ NECCAR
PANORAMA MÜZESİNE DOĞRU! Habib-i Neccar M.S. 40’lı yıllarda Antakya’da yaşamış Hz. İsa’nın havarilerine inanan ve bu uğurda canını veren bir Hristiyan marangozdur. İslami kaynaklara göre "Kur’an-ı Kerim’de YâsînSûresi’nin 13-27 ayetlerinde kıssası anlatılan kişi" şeklinde ifade edilmektedir. Salih DOĞAN*
ANO-ROMA-N “SONSUZLUĞA KOŞARKEN” DİJİTAL ANTAKYA PANORAMA SERGİSİ
“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi; “Ey kavmim! Sizden hiçbir ücret istemeyen bu elçilere uyun”… “(Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): ‘Cennete gir!’ denildi. O da, ‘Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!’ dedi. (Yâsîn Sûresi 20-27) Habib-i Neccar M.S. 40’lı yıllarda Antakya’da yaşamış Hz. İsa’nın havarilerine inanan ve bu uğurda canını veren bir Hristiyan marangozdur. İslami kaynaklara göre "Kur’an-ı Kerim’de YâsînSûresi’nin 13-27 ayetlerinde kıssası anlatılan kişi" şeklinde ifade edilmektedir.
*Müzeci
sayı//65// aralık
76
Rivayete göre, MS 40’lı yıllarda İsa’nın yardımcıları Antakya’ya gelip tanrının tek olduğunu anlatmaya çalıştıklarında onlara inananların başında bir marangoz (neccar) gelir. Neccar Pagan inanışından vazgeçip onlara katılır. Ancak havarilerin yeni vaazları halkı öfkelendirir. Bu durumdan haberdar olan dönemin hükümdarı havarileri hapse attırır. Bunun üzerine Antakya’ya yeni bir elçi, Şem’un Safa gönderilir. Zamanla hükümdara yaklaşan Şem’un, elçileri yeniden huzuruna çağırmasını ister. Elçiler mucizeleriyle hükümdarı ikna eder ve hapisten kurtulurlar. Halk ise havarilere inanmamakta kararlıdır ve uğursuzluk getirdiklerini düşündükleri için onları taşlarlar. Elçilerin taşlandığını duyan Habib-i Neccar koşarak gelir ve “Ey kavmim sizden hiçbir ücret istemeyen bu elçilere uyun” der. Ancak Habib-i Neccar öfkeli ahaliyi durdurmaya çalıştığı sırada elçiler ile birlikte şehit edilir.
İnsanlık tarihi, dinler tarihi ve bölge tarihi bakımından kadim şehirlerimizden Antakya’da yaşamış ve şehriyle özdeşleşmiş olan Habib-i Neccar Hazretlerinin hikâyesi ile “Antakya Habibi-i Neccar Panorama Müzesi”ni hedefleme serüveni kıymetli dostum Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Öğretim Görevlisi Gökhan Maraşlıoğlu‘nun panoramalar konusundaki yüksek lisans tez çalışmasıyla başlıyor. Çünkü bu süreci yakinen biliyorum zaman zaman müzemize gelir birlikte dünyanın öteki ülkelerindeki panoramaların teması, tekniği, estetiği gibi birçok konuda fikir alışverişinde bulunduğumuz bir arkadaşımız. Zor ve meşakkatliolan panorama konusu, derin araştırmayı, uzun soluklu bir enerjiyi ve sabrı gerektirir. Gökhan Bey’in bu konuda şartları zorlayıp sık sık Antakya’dan İstanbul’a gelerek çalışmaları konusunda sanatçılarla görüştüğünün, yurt içi ve yurt dışı panorama uzmanları, küratörler ve proje koordinatörleriyle bir araya gelerek uluslararası konferanslar düzleminde istişareler yaptığına şahidim. Gökhan Maraşlıoğlu “Panorama 1453 Tarih Müzesi’nin Algı Olanaklarını Genişletmesi Bakımından Resim Diline Katkılarına Genel Bir Bakış” konulu tez çalışmasıyla başlayan Panorama serüveninde kendi şehri Antakya’nın sahip olduğu ve Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerim’de geçen kıssada yer alan Habib-i Neccar Hazretlerini konu edinen bir çalışmayı sürdürdüğünü,zaman zaman yaptığımız görüşmelerimizden biliyordum. Geçtiğimiz kasım ayı içerisinde bana bir davetiye gönderip Habib-i Neccar Panorama Müzesinin temelinin atıldığı “PANO-ROMA-N ‘Sonsuzluğa Koşarken’ Antakya Habib-i Neccar Panorama
Sergisi”nin daveti için aradığında sesinin tonundan heyecanını anlamamanız mümkün değildi. Antakya şehrine, ülkemize ve insanlık tarihine kazandırılacak eserin fikir, teknik ve görsel temelini attığı sergi açılışına beni davet etti. O tarihlerdeprogramım yoğun olduğundan açılışa katılamadım lakin kendisi üniversite yönetiminin de bu konuda hassas olduğunu müsait olduğum bir tarihte panoramalar konusunda bir konferansa davet etmek istediklerini belirtti. Ben de Rektör Hocama teşekkürettiğimi, sergi bitmeden organize edilirse seve seve gelebileceğimi, böylece hem sergiyi görebileceğimi hem dekonferansı gerçekleştirebileceğimi söyledim. Sağ olsunlar Sayın Rektörümüz Hasan Kaya ve Güzel Sanatlar Fakültesi DekanıSeval Yavuz uygun bulmuşlar ve 5 Aralıkta “Türkiye’de ve Dünyada Panorama Müzeleri” konulu bir konferans verdikten sonra, ülkem adına heyecan duyduğum “PANO-ROMA-N‘Sonsuzluğa Koşarken’ Antakya Habib-i Neccar Panorama Sergisi”ni görebildim. ANTAKYA HABİB-İ NECCAR PANORAMA MÜZESİ ÖN ÇALIŞMASI “PANO-ROMA-N ‘SONSUZLUĞA KOŞARKEN’ ”
Gökhan Maraşlıoğlu Antakya’nın iki bin yıl öncesine doğru bir bakış ortaya koyarak; bu topraklarda barış ve kardeşlik içinde yaşamış ve yaşamaya da devam eden her iki dinin ortak bir değer olarak kabul ettiği Habib-i Neccar’ın ve elçilerin son anlarına tanıklık etme anını kurguladığı bir gösteri oluşturmuş. Kurgu oluşturulurken Antakya’nın arazi yapısı, bakış yönleri ve sütunlu Herod caddesi (Kurtuluş cad.) doğru bir şekilde konumlandırılmaya 77
çalışılmış, günümüzde Habib-i Neccar Camiiolan yeri linç girişiminin gerçekleştiği yer olarak gayet başarılı bir şekilde yorumlamış. TEKNİK BİLGİLER
Foto-video manipülasyon, 2x14 metre (9,36 m çapında 180 derece), Projeksiyon Yansısı. Dönem filmlerinden görsellerin derlenerek kurgusal bir kompozisyona dönüştürüldüğü bu özel gösteride; yaklaşık 10 metre çapında, 180 derecelik bir panorama sunumu ile M.S.40'lı yıllarda Roma İmparatorluğu yönetimindeki Antakya'da, YasînSûresî'nde anlatılan Habib-i Neccar Hazretleri'nin ve gönderilen iki elçinin son anlarının bir canlandırması başarılı bir görsel şölene dönüştürülerek sunulmuş. Bu sunum ile antik Antakya sokaklarını ve büyük agorasını başarılı bir şekilde yansıtabilmiş ve izleyicilerini hikâyenin içine çekmeyi başarmış. Gökhan hocamızı tebrik ediyorum. Büyük bir fikrin ve büyük bir idealin görsel temelleri atılmış, proje ortaya çıkmış ve geriye müzeye dönüşmesi için hızla yapılması gerekenler kalmıştır. Bugün bizim ülkemiz “Panorama Müzeciliği” konusunda birçok ülkenin önüne geçmiş durumdadır. Bu konuda bilgi birikim ve tecrübesi olan profesyonel sanatçılara, uzmanlara müzeci ekiplere sahibiz. Bu bağlamda Gökhan Maraşlıoğlu hocamıza ve üniversitemize, Antakya şehrimiz için her konuda destek vermeye hazır olduğumuzu belirtmek isterim. Yeter ki bu büyük hikâye panorama müzesine dönüşebilsin. Başta Gökhan Maraşlıoğlu’na, bu çok önemli çalışmada onu yüreklendiren teşvik eden tez danışmanı Doç. Seher Kurt’a,desteklerini sayı//65// aralık
78
esirgemeyen değerli Dekanımız Seval Yavuz’a, projeyi birlikte konuştuğumuz Hatay İl Kültür ve Turizm Müdürü Hüsnü Işıkgör’e üniversite Rektörümüz Hasan KAYA’ya ve çok teşekkür ediyorum. Gerçekten büyük heyecan duyduğum bu çalışmada; Panorama İstanbul, Panorama Samsun, Panorama Konya, Panorama Bursa, Panorama Gaziantep’ten sonra ülkemiz ve bölge tarihi ve dinler tarihi bakımından Antakya şehrinin uluslararası marka değerini çok çok üst noktalara taşıyacak bir müzenin temel birikimi ortaya konmuş ve özetlenmiş. Gökhan Maraşlıoğlu hocamı tebrik ediyorum, kesinlikle kervan yola çıkmış ve inşallah bu aşamadan sonra müze halini alıncaya kadar da durmayacağına inanıyorum. Son olarak, birçok ilimizde açılan, açılmak üzere olan ve proje aşamasında olan panorama müzeler ile şehirlerin kültürel miraslarının korunması, yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması hedeflenirken, bu müzeler bulundukları şehirlerin turizmine de katkı sağlamaktadır. Bu doğrultuda, “PANO-ROMA-N ‘Sonsuzluğa Koşarken’ Antakya Habib-i Neccar Panoraması”, Hatay ilimizde de inanç ve kültür turizmine yönelik kalıcı bir panorama müzesi olabilmesi için temel teşkil eden bu projenin müzeye dönüşmesi konusunda,Antakya’da bulunan Üniversite, Yerel Yönetimler (Valilik, Belediye), STK’lar ve Kültür Bakanlığımızın işbirliği ve Cumhurbaşkanlığımızın koordinasyonuna ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Umuyorum bu inisiyatif bir an önce alınır ve ülkemize yeni bir müze kazandırılır. www.panoroman.site
RUH HALLERİNİN İLMİ Bir Türk Subayının Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı Anıları Büyüyenay Yayınları Hazırlayan: Hicret OSTA Kitap Tanıtım: Fatma DERİN
lm-i Ahvâli’r-Ruh-Ruh Hallerinin İlmi 1327/1911’de ilk yayımlanışından 108 yıl sonra ilk kez okurlarımızla buluşuyor. Eser, Ahmed Hilmi’nin kurucusu olduğu Hikmet Matbaa-i İslamiyesi’nde basılmıştır. İlk Osmanlı üniversitesi olan Darülfünûn-ı Osmanî’de tedris edilen bu eserin, sadece bir ders kitabı mahiyetinde yazılmadığını kitap girişindeki “Birkaç Söz” başlığı altında yer alan Ahmed Hilmi'nin takdiminden öğreniyoruz: “Eserden memul olan istifâdenin yalnız Darülfünûn’un mümtaz talebelerine has ve münhasır kalmaması için
mümkün mertebe vâzıh ve sade bir lisanla yazılmasına çalışılmıştır.” “Her insan, vicdanında bulduğu hakikati söylemek borcundadır.” diyen Ahmed Hilmi’nin kaleme aldığı bütün külliyatının temelinde bu düşünce yatmaktadır. Onun vicdanında bulduğu hakikat, Tanzimat’la birlikte makas değiştiren bir topluma muhatabı olduğu değişim karşısında taklitten uzak durmasını öğütlemektir. Onun, bütün tavsiyeleri, öğütleri ve ortaya koyduğu düşünceler, salt tarafgirlik anlayışı içerisinde körükörüne bir savunma tarzı ve üslubuyla değil, aksine ilmî usûlle işlenmiş tatminkâr bir düşünsel hesaplaşma şeklindedir. Böylece ortaya koyduğu görüşlerin teorik altyapısını göstererek tahkiki neticelerini aktaran yazar, modernleşme hareketi ile geleneksel kurumlar arasındaki çatışmada izlenmesi gereken yol ve yönteme taklitten uzak bir düşünce yapısının hakim olmasını ister. Ahmed Hilmi, düşünce eserlerinde Auguste Comte, Descartes, Kant, Spinoza, Leibniz… gibi filozofları karşısına alır, sorular sorar ve İslâm düşüncesinden aldığı donanımla cevaplar öne sürer. O, bu tutumuyla, Batı düşüncesi karşısında kompleksten kaynaklanabilecek taklitçiliğe karşı ne toptan ret ne de toptan kabul tavrı sergiler. O, hiçbir zaman eleştirelsorgulayıcı tavırdan ayrılmaz. Ruh Hallerinin İlmi bu amaç ve yöntemle kaleme alınmış olup, psikoloji ilminin önemini, tarifini, usûlünü ve konularını içeren bir eserdir. 19. yüzyıl sonunda bütün ilimlerin anası kanul edilen “felsefe”den kopup bağımsızlığını henüz ilan eden Psikoloji’nin incelendiği ilk Türkçe kaynaklardan biri olan bu eser iki parça halinde basılması planlanmasına rağmen elimizde bu ilk bölümü bulunmakta, diğer bölümünün akıbeti, yazılıp yazılmadığı henüz bilinmemektedir.
ŞEHİR K İ TAP
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ
79
İNTİHARLAR NEDEN
ÇOĞALIYOR?
Doktorlara sorarsanız, intiharın hakikî sebebi cinnet-i muvakkatedir. İntihar edenler ekseriya asabı bozuk, dimağı hasta insanlardır. Necmeddin Sâdık SADAK* Yay. Haz.: Prof. Dr. Adem EFE**
**Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Öğretim Üyesi;
sayı//65// aralık
80
eçen hafta, iyi aileye mensup iyi terbiye görmüş, bir genç kızın intiharı İstanbul’da teessürle karşılanan bir hâdise oldu. İntiharın âmilimeçhûl kaldığı için, hiç sebepsiz, ansızın, gâip olan azîz ve kıymetli mevcûdiyetler karşısında duyulan elem ve ızdırâbı, onun yakınları daha kuvvetle hissettiler. Esasen bu faciada bir sebep aramağa ne lüzûm var? İntihar edenlerin, umûmiyetle canlarından usanmalarına sebep olarak gösterdikleri şeyler hakikat halde birer vesileden ibarettir. Bazısı aşkın, bazısı sefaletin yahut ümitsizliğin, kara tâli(h)in kurbanıdır. İntihar eden bin kişinin bini de başka başka sebeplerle hayatına hitâme çekmektedir. İyice dikkat edilirse, bu sebeplerden ekserisi bir insanın “muhafaza-i nefs” insiyâkına galebe çalacak derecede kuvvetli değildir. Rûz-i merre hayatın her gün maruz kaldığımız ale’l-âdetâli’sizlikleri, ümitsizlikleri ve teessürleri bazen bir bi-çareyi adem diyarına kendi ihtiyarıyla göçtürmeğe kâfi değildir. Doktorlara sorarsanız, intiharın hakikî sebebi cinnet-i muvakkatedir. İntihar edenler ekseriya asabı bozuk, dimağı hasta insanlardır. Bunlar bazen irsiyetin, bazen de içtimaî hayatın kurbanı olan marîzlerdir. Her şeyin sebebini uzviyette arayanlar için intiharın sâiki de uzvî veya rûhî tereddilerdir. Halbuki intihar vakalarının teferruatı tetkik edilirse, bunlar arasında dimağima’lûliyyeta’razına pek az tesadüf edilir. İntihar edenlerin hemen hemen umûmiyeti, son dakikaya kadar iradelerine sahip, muhâkemeye, tefrîk ve temyîze muktedir insanlardır. O halde, muhafaza-i nefs gibi, şuurumuzu kuvvetle sarsmış ve hareketimize şiddetle hâkim bir sevk-i tabiîye galebe çalan bu sâik ne olabilir? Eğer bu sâik, rûhî, uzvî, yani ferdî olsaydı, muhtelif insanları muhtelif mahallerde ve zamanlarda intihara sevk eden bu hususî sebepler lâ-yetenâhi bir surette mütenevvi’ olduğundan, intihar adetleri gayet mütehavvil olmalıydı. Halbuki milletlerin intihar istatistiklerini tetkik ettiğimiz zaman görüyoruz ki, her sene intihar miktarı ve nispeti hiç değişmiyor. Uzun seneler aynı dereceyi muhafaza ediyor. Bu intizam, intiharın ferdî âmiller neticesi olmadığını gösterir. Bazen bir milletin tarihinde, birdenbire intihar adetlerinin yükseldiği görülür. Bu devreler tetkik edildiği zaman mutlaka, o cemiyet içinde büyük siyasî, içtimâî bir buhrana tesadüf
edilir. Daru’l-Fünûnİçtimâiyât Enstitüsü’nde bu sene yapılan ihsâi tedkikât, İstanbul’da son senelerde intihar adedinin, hiçbir yerde tesadüf edilmemiş bir nispette arttığını gösteriyor. Aynı seneler, geçirdiğimiz derin içtimâî ve siyasî takallübleretesâdüf eder. İçtimâiyâtcıların tedkikatından netice şudur: Nasıl fertleri bazen nevmidiye sevk eden rûhîcereyânlar varsa, aynı suretle cemiyetler içinde zaman zaman esen bedbinlik rüzgârları vardır. Bu cereyâna kapılan mukâvemet kabiliyeti zaif insanlar arasında intihar vukuatı çoğalır. Bir cemiyetin içinde “müvellidu’lintihar” namı verdikleri bu nevmidîcereyânın birdenbire kuvvetlenmesine sebep de içtimâîriştenin muhtelif şerâit altında gevşemesi, fertlerin kendi kendilerini muayyen ve kuvvetli bir hedefe merbut görememeleri, daha umûmî tabirle mefkûrenin zaafa uğramasıdır. Nereye vakf-ı nefsedeceğini, hangi kutsi gayeye teveccüh edeceğini bilemeyen, vâsi’ cemiyet hayatı içinde kendini yapa yalnız hisseden ma’şeri vicdanın zabt u rabtından hariç kalan fert, rûhunu ezen bu ümitsiz ve boş hayattan yegâne kurtuluş çaresini ölümde bulur. İntiharların çoğalmasına mâni’ olmak için husûsî hayatımızı tanzim etmek bu sebeplerden dolayı kâfi değildir. İçtimâî hayatın kesâfetini arttırmak, fertleri ma’şerivicdânın sıkı inzibatı içine sokmak lazımdır. Daha doğrusu eski itikatların sarsıldığı, vicdanların nev-ummâ boş kaldığı bir zamanda, yeni ve aynı derecede kuvvetli bir mefkûrenin ümit ve hararet verici şulelerine muhtacız. Bu bedbinlik cereyanıyla mücadele için içtimâî rabıtaları daha fazla sıkmak icap eder. Fertleri gerek millîhayatın, gerek husûsî meslek hayatının şevk, cesaret, ümit telkin eden kesîf faaliyeti içinde yaşatmağa uğraşmalıdır. Zavallı “Belma” ne kimyadan kırılan numarası ne muhayyel ve masûm bir aşkın ne de müfrit hassasiyetinin kurbanıdır. O diğer, yüzlerce ve binlerce ölüm yoldaşı gibi boş ve lüzûmsuz gibi görünen mefkûresiz bir hayatın uçuruma yuvarladığı bi-çârelerden biridir. Necmeddin Sâdık, Isparta asliye mahkemesinde savcı muavinliği yapan SâdıkŞihabeddin beyin ve Arife hanımın oğlu olarak 1890 de Isparta'da doğmuştur.1903’te girdiği Mekteb-i Sultani’den (Galatasaray Lisesi) 1910 yılında mezun olduktan sonra Maarif Nezareti tarafından açılan sınavı kazanarak yüksek tahsil için Fransa’ya gönderildi. Lyon Darülmuallimini’ni 16 Haziran
1913’te bitirerek yurda döndü.Maarif Nezareti Tercümanlığı’nda, sonra Telif ve Tercüme Dairesi Mümeyyizliği’ne tayin olmuş, 1916’da İstanbul Darülfünunu İçtimaiyat Müderris Muavinliği’ne ardından Ziya Gökalp’ten boşalan İçtimaiyat Profesörlüğü’ne getirilmiştir. Necmeddin Sâdık’ınsosyoloji üzerine çok sayıda kitap ve makalesi olmasına rağmen, özgün bir sosyolog olmaktan ziyade etkisinde kaldığı Emile Durkheim’in eserlerinin tercümesi ve Ziya Gökalp’in çalışmalarının tanıtımını yapmıştır. Sosyolog olmasından ziyade gazeteciliği ile tanınmıştır demek daha doğru olur. Fransa’da öğrencilik yaptığı yıllarda Progress Gazetesi’nde Türkiye’nin sosyal hayatı hakkında yazılar yazmış ve Türkiye’deki Tanin Gazetesi’ne makaleler göndermiştir. Ardından, I. Dünya Savaşı arifesinde yurda dönerek Tanin, İkdam, Sabah ve Vakit gazetelerinde veDarulfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Tedrisat Mecmuası, Muallim, Servet-i Fünun, Yeni Mecmua, Büyük Mecmua, Sebilürreşad ve Hayat mecmualarında sosyoloji ile ilgili çok sayıda makale yayınlamıştır. Ayrıca İçtimaiyât mecmuasını da çıkarmıştır. Böylece birçok gazetede ve deride yazarlık yaparak tecrübe kazanması, ilerideki yazın hayatının temelini oluşturmuştur. 1918’in sonlarına doğru birkaç arkadaşı ile Akşam Gazetesi’ni kurması, Türk basın hayatı açısında son derece önemli olmakla birlikte kendisi için de bir dönüm noktasıdır. Türk devlet ve 81
milletinin yok olmanın eşiğine geldiği günlerde yazdığı yazılarıyla yöneticilere ve topluma yol gösterme görevini üstlenen ve her fırsatta Türk Milleti’nin bağımsız yaşama hakkını savunan bir gazeteci olmuştur. Mütareke Dönemi’nde İstanbul’da bulunan ve Anadolu Hareketi’ni destekleyen ender gazetecilerdendir. Mudanya Mütarekesi ile Lozan Konferansı’nda gazeteci sıfatıyla bulunarak dönemin en önemli siyasi ve sosyal olaylarına şahitlik etmiş, 1927’den sonra siyasi hayata atılmış, aynı zamanda gazetecilik mesleğini de 1950’ye kadar sürdürmüştür.3 Ağustos 1953 tarihinden itibaren New York’taki Memorial Hastanesi’nde kanser tedavisi gören Necmettin Sâdık Bey 21 Eylül 1953 Pazartesi günü hayatını kaybetmiş, cenazesi 2 Ekim 1953’te İstanbul’a getirilerek aynı gün Şişli Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Zincirlikuyu’daki asrî mezarlıkta toprağa verilmiştir.1936 yılında yayınladığı Sosyoloji adlı bir kitabı öğretmen okullarında ve liselerde okutuldu. 1918 yılında Carré ve Luquier’inMekteplere Mahsus îlm-i Terbiye-i Etfal (Okullara Özgü Çocuk Eğitimi Bilimi), adlı kitabını Fransızcadan çevirdi. Geniş bilgi için bkz. Mustafa Özyürek, “Sosyolog ve Gazeteci Yönüyle Necmeddin Sâdık Sadak, http://e-dergi.atauni.edu.tr/
atauniad/article/viewFile / 5000163433 / 5000147403(05.04.2018) ;http://www.mfa. gov.tr/sayin-necmettin-sadak_in-ozgecmisi. tr.mfa (e. t. 05.04.2018), (Yhn). Hayat Mecmuası, 2 Aralık 1926’dan 30 Aralık 1929’a kadar haftalık olarak yayınlanmış bir dergidir. Büyük boy 20 sayfa halinde yayınlanan dergi, 29 Kasım 1928 tarihli 105. sayısından itibaren günümüz harfleriyle yayınlanmaya başlamıştır. İdare merkezi Ankara olan derginin logosunun altında “Hayata daima hayata… Dünyaya daha çok hayat katalım” yazısı; sağ tarafında idare merkez adresi; sol yanında ise fiyat ve abone şartları vardır. Türk kültür ve tarihini yeni bir bakış açısıyla ele almaya çalışan kadrolar tarafından yayınlanan derginin yazarları arasında M. Mermi, Ziyaeddin F. Fındıkoğlu, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Mehmet İzzet, Mehmet Emin, Mustafa Şekip Tunç, Mehmet Fuat Köprülü, Ali Canip Yöndem, Mehmet HalidBayri, Nahit Sırrı Ürik, Nurullah Ata Ataç, Ahmet Cevat Emre, Ahmet Refik Altınay, diğer alanlarda da Mehmet Vahit, Halil Bedi Yönetken, Selim Sırrı Tarcan ve Tezer Taşkıran gibi felsefe, sosyoloji, tarih ve Türk kültürtarihi alanında meşhur isimler vardır. (Yhn).
Dipnot/Sözlük * Bu çeviri-yazı, sosyolog/gazeteci Necmeddin Sâdık Sadak’ın, Hayat, 3 Mart 1927, Ankara, I. Cilt, S. 14, s. 261-262’de yayınlanan Muhasebe: “İntiharlar Niçin Çoğalıyor”, başlıklı yazısının,aynıyla günümüz harflerine aktarılıp, bazı kelimelerin bugünkü karşılıklarının sözlük kısmında tarafımızdan verilmesi suretiyle yayına hazırlanmıştır. Çeviri-yazının sonuna asıl metin de ek olarak verilmiştir (Yhn). • adem: yokluk. • a’raz: hastalık belirtileri. • dimağ: beyin, akıl, şuur. • hitâm: son. • içtimâî: toplumsal. • ictimâiyat: sosyoloji. • ihsâitedkikât: sayısal araştırma, inceleme. • insiyâk: içgüdü, sevk-i tabii. • kesâfet: yoğunluk. • kesîf: yoğun. • lâ-yetenâhi: sonsuz. • ma’luliyyet: hastalık, sayı//65// aralık
82
sakatlık. • ma’şeri: toplumsal. • marîz: hasta. • muhafaza-i nefs: canını koruma. • mutehavvil: değişken. • muvakkat: geçici. • mütenevvi’: çeşitli. • müvellid: doğuran. • nevmid: ümitsiz. • nev-ummâ: bir derece, bir suretle. • rişte: bağ. • rûz-i merre: her günkü. • sâik: sebep. • şerâit: şartlar. • takallüb: değişme. • tetkîk : araştırma. • tefrik: seçme, ayırt etme. • tereddi: gerileme. • uzvî: organik. • vâsi’: geniş.
ŞEHİR VE ÖLÜM
Hz. Mevlana’nın dediği gibi “ gel birbirimizin kıymetini bilelim. Çünkü ansızın ayrılacağız birbirimizden” Mehmet BAŞ
Ölüm hayat sınavının finalidir. Ve hayat öyle bir sınavdır ki bütünlemesi ve kurtarma sınavı yoktur. Can bedeni terk ederken geriye soğuk bir cesetten başka bir şey kalmaz. İnsan hayatı yaşadığı zaman dilimi itibariyle okyanusta damla bile değildir. Kendi isteğiyle gelmediği dünyadan yine kendi isteği dışında çıkar gider. Gündüzler geceyi, geceler ise gündüzleri birbiri ardınca takip ederken bitmeyen bir döngünün içinde kalan insan bu esnada ölüm gerçeğini unutur. Vakti gelen herkes bu cihanı sessizce terk eder. İnsandan geriye ise bir avuç topraktan başka bir şey kalmaz. Bundan dolayı bu dünyanın işleri için kimsenin kalbini kırmaya kimseyi üzmeye değmez. Hz. Mevlana’nın dediği gibi “ gel birbirimizin kıymetini bilelim. Çünkü ansızın ayrılacağız birbirimizden” . Bu dünya bir ayrılışlar ve kopuşlar dünyasından başka bir şey değildir. Ana rahminden geldim pazara, bir kefen aldım döndüm mezara” sözü insanın bu dünya serüvenini ne güzel anlatır.
nsanın en büyük çıkmazlarından biriside ölümü unutmasıdır. Ebedi olarak dünyada kalacakmış gibi üstüne yüklediği yüklerin altında iki büklüm olmaktan bir türlü kurtulamayanlar ölüm gerçeği karşısında bir duraksama ve ani bir şaşkınlığa girmekten kendilerini alamazlar. İnsanın arzu ve emelleri o kadar uzağa gitmiştir ki bu arada yanı başında duran ölümü görmek istemez. Ölüm düşüncesi onun için hayata dair tatları zehire dönüştüren kötü bir durumdur. İnsan farkına varmasa da yavaş yavaş ölmektedir. Her geçen zaman insanı beklenen sona biraz daha yaklaştırmaktadır. Ömür boyunca ölmekten korkanların bu korkularının onlara hiç faydası dokunmayacaktır. Mezardaki insanın hali dünya isimli bir düş görüp bu düşü tabir etmeye çalışan insanın hali gibidir. Ömür denen nazlı çiçek ne zaman açmış ne zaman solmuş farkına bile varamamıştır.
Çoğu hakikat o kadar aşikârdır ki insanların gözü hep sırlı ve gizli şeyler aradığı için bu açık hakikatleri göremez. Ölüm hakikati de bu hakikatlerden birisidir. Fakat hep başkalarının ölümünü izleyen gözler bir gün kendilerinin de aynı kaderle karşılaşacağını bir türlü düşünmez. Nefsin en büyük oyalamalarından bir tanesi de ölümü unutturup insanı ebedi bir hırsın içine atmasıdır. Mal ve makam sevdasına düşen ruhlar balın içine düşmüş sinekler gibi çırpındıkça daha çok batarlar. Ölüm var diye bütün dünya işlerini bırakalım kenara köşeye çekilelim demiyoruz. Elbette dünyaya ait işleri takip edecek elbette kimseye muhtaç olmamak için çalışacağız. Fakat tükenmez bir hırsa kapılıp sırf dünya işleri için kimsenin kalbini kırmayacağız. Şimdi yola çıkalım ve şehirlerin etrafını birer sur gibi saran mezarlıklara ibretle bakalım. Bugün başkalarının doldurduğu bu yerleri yarın biz dolduracağız ve burada kıyamete kadar kalacağız. Bir efsane söyleyip uykuya dalmadan ölümle barışmak ve ölüm ötesinin kutlu aşısını faniliğin damarına şırınga etmek için çokta geç değil. Bu aşı ki iki cihan serverinin kutlu çağrısından başka bir şey değildir. 83
TÜRK SİNEMASINİN BİLGE YÖNETMENİ:
METİN ERKSAN İlk filmi, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosundan çektiği Âşık Veysel’in Hayatı/Karanlık Dünya (1952) oldu.
Hüseyin MOVİT
etin Erksan, 1 Ocak 1929 tarihinde, Çanakkale’de doğdu. Babası, Çanakkale Çimenlik Kalesi Kumandanı ve İttihat Terakki Partisi Çanakkale mebusu Ahmet Kâzım Erksan’dı. Erksan, beş erkek ve iki kızdan oluşan ailenin en küçük çocuğuydu. İlk, orta ve lise eğitimini Pertevniyal Lisesi’nde tamamlayan Erksan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nden “Tarihî Yarımada, Suriçi İstanbul Hanları” konulu lisans teziyle mezun oldu. Öğrencilik döneminde Halide Edip Adıvar'dan (İngiliz Dili ve Edebiyatı), Ahmet Hamdi Tanpınar'dan (Türk Edebiyatı), Oktay Aslanapa'dan (Türk-İslam Sanatı), Tahsin Öz'den (Müzebilim) ve Mazhar Şevket İpşiroğludan'n (Avrupa Sanatı-Estetik) dersler aldı. "1947 yılında sinema yazarlığına başlayan Erksan, çeşitli yayın organlarında (Kamera başlığıyla) sinema üzerine yazılar yazdı. 1950’de Atlas Film için çekilen ve yönetmenliğini, Mümtaz Ener'in yaptığı Yusuf Ziya Ortaç’ın Binnaz isimli yapıtını senaryolaştırarak sinemaya adım attı. İlk filmi, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosundan çektiği Âşık Veysel’in Hayatı/Karanlık Dünya (1952) oldu. Sansür kurulundan geçemeyen film, çeşitli ekleme ve çıkartmalar yapıldıktan sonra bir yıl gecikmeli olarak gösterime çıktı. Arka arkaya Beyaz Cehennem/Cingöz Recai (1954), Yolpalas Cinayeti (1955), Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi (1957) filmlerine imza attı." (www. tsa.org.tr) Askerlik nedeniyle yönetmenliğe bir süre ara verdi. Askerliğini Yedek Subay olarak İstanbul’da Ordu Foto Film Merkezi’nde yaptı. Burada merkezin arşivlerini düzenledi. 1958’de Türk Sinema Sanatçıları Derneği’nin (SineSen) kurulmasına öncülük etti. Askerliğini tamamladıktan sonra Dokuz Dağın Efesi, Hicran Yarası, Gecelerin Ötesi, Şoför Nebahat gibi dönemin önemli filmlerini yönetti. Fakat Erksan’ın esas çıkış yapmasını sağlayan film 1962 yılında çektiği Acı Hayat oldu. Aynı yıl Yılanların Öcü’nü bitiren yönetmen, bir kez daha sansürün hışmına uğradı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in filmi izleyip özel izin vermesinden sonra film gösterime girdi. Susuz Yaz’la birlikte Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan ilk Türk yönetmen oldu. 1960’ların ikinci yarısında Sevmek Zamanı ve Kuyu gibi bugün kült olarak kabul edilen filmlere imza atan yönetmen, adını kitabıma verdiğim (Suçlular Aramızda,
sayı//65// aralık
84
Avcıol Basım Yayın 2008) "Suçlular Aramızda" ile 1964 ile 70’in ilk yarısında Eyvah, Hicran, Makber, Feride, Süreyya gibi melodram ağırlıklı filmler çekti. 70’lerin ikinci yarısında ise TRT için bir dizi orta metrajlı film üretti. 1974’te Şeytan, 1976’da Kadın Hamlet filmlerini yaptıktan sonra TRT için beş bölümden oluşan Preveze Öncesi (1982) isimli belgeseli çekti. Star sistemine karşı çıkan ilk yönetmendi. En büyük tutkusu, Marlon Brando'nun Hazreti İsa'ya ölüm cezası veren Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinin valisi Pontius Platus'un canlandıracağı bir filmi yönetmekti. ABD'deki Elia Kazan'ın "Actors Studio" benzeri bir stüdyo kurmayı hep düşlerdi. Yorucu geçen bir çalışmanın ardından lokantamızda yemek yedikten sonra arkadaşlarıyla birlikte, Cankurtaran'daki Erol Taş'ın bahçeli kahvesine gidip yorgunluğunu giderirdi. Bu arada Nişanca Hamamı'nda asistanı Fikret Uçak'a şet kuşanma töreni düzenleyerek kalfasının beline ustalık peştamalını bağladı. Yönetmen ağabeyi Çetin Karamanbey’e inat (1922–1995), soyadını Erksan olarak değiştirdiği söylenir. Bu konuda sebebini sormaya hiç cesaret edemedim ama ağabeyinin Yalova'da yapılan bir şenlikte Dünya Şampiyonu Celal Atik'i iki kez yendiğini ballandıra ballandıra anlatırdı. "Senaryo yazarı" yerine "senarist" diyenlere çok kızar; "Siz Müzeyyen Senarcı mısınız?" derdi. Yunan Kültür Bakanı ve aktris Melina Mercouri'nin sanatçı yönünü çok beğenirdi. Metin Erksan'ın bir pişmanlığı vardı, o da Susuz Yaz filminde oyuncuları yerel ağızla konuşturmasıydı. "Çok doğrucudur, 'Tarih bilinci' yalnızca yaşanan acı tatlı olayları değil; sanatı, edebiyatı, mimarisi ve bütün ayrıntısı ile toplum yapısını kapsamalıydı. Kendi kendimizi övmek, böbürlenmek değil ders almak, Batılılar gibi Japonlar gibi ilerleme; boyun eğmemek için gelişmek, bilinçlenmek zorunda idik!" (kameraarkasi.org) Erksan, yarım asırdan fazla zaman sinemaya hizmet etmiş, kamera kullanımı ve buna bağlı film dili oluşturma açısından nev-i şahsına münhasır; 'yerlilik' ve 'değer' deyince akla gelen ilk isimlerden biri olarak, ülke sinemamızın (ne kadar varsa) şekil almasında kilit rol oynamış tam bir sanat adamıdır. (Abdülhamit Güler, www.haber7 com, 5 Ağustos 2012) "Sinemayı bıraktıktan
sonra Mimar Sinan Üniversitesi SinemaTelevizyon Bölümü’nde Sinema Kuramı üzerine dersler veren Erksan, Cumhuriyet gazetesinde de sinema, sanat, tarih, siyaset gibi alanlarda yön gösteren yazılar yazdı. Yurt içi ve yurt dışında filmleriyle pek çok ödül kazanan yönetmen, 4 Ağustos 2012 tarihinde böbrek yetmezliği nedeniyle tedavi gördüğü hastanede vefat etti." (www.tsa.org.tr) Metin "Erksan, sinemamızın kilometre taşlarından birisiydi. Katıldığı açık oturumlar ve sinema tarihimizin başlangıcı ve dönemlerine ait zihin açıcı yazılarıyla da çok yönlü kişiliğini her zaman ortaya koymuş aynız zamanda gerçek bir düşünürdü." Metin Erksan, sadece çektiği filmlerle değil, aynı zamanda kendine has tutku dolu kişiliğiyle de Türk sinemasına en çok iz bırakan yönetmenlerden biriydi. Acı Hayat, Susuz Yaz, Kuyu, Yılanların Öcü ve Sevmek Zamanı gibi sinemamızın baş yapıtlarına imza atan bir yönetmendi. Katıldığı bilimsel toplantılarda,açık oturumlarda ve sinema tarihimizin başlangıcı ve bugünkü durumu hakkındaki zihin açıcı konuşma ve yazılarıyla da çok yönlü kişiliğini her daim ortaya koymuş bir isimdi. Yönetmenin ölümünün üzerinden yedi yıl geçmişken, bu fırsatla bir kez daha Metin Erksan’ı anmak istedik. Kendisiyle sekiz yıl ağabey-kardeş bazında arkadaşlık yaptım. Mekân seçimlerine beni de götürürdü. Önce TDK'nın Türk Dili dergisine abone olmamı istedi. Sonra da dilimize neden önem vermem gerektiğini anlattı. Kaynak kitaplar vererek beni cesaretlendirdi. En sevdiği yemeklerin başında közlenmiş domates biberle ızgarada pişmiş köfteydi. Hem lokantamızın (Hacı Salih) hem de Sultanahmet'teki Halk Köftecisi'nin (Selim Usta) müdavimiydi. Fasulye piyazı, hünkâr beğendi, karışık komposto ve irmik helvası favori yemekleriydi. Masadaki dilimlenmiş ekmekleri elleyip elleyip bırakanlara ve "Onu mu yesem, bunu mu yesem?" diye garsonları dakikalarca oyalayanlara çok kızar, "Onu da yesen, bunu da yesen neticede öleceksiniz!" derdi. Kitapları: Mare Nostrum, Bizim Deniz,Avrupa Topluluğu Aşktan, Ölümden Başka Bir Şey Yok Kaynakça: biyografi.net.tr"
85
LİM YOLUNA GİRİŞİ
ALİ YAKUP CENÇİLER
HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ-II-
Sadece kendisine verilenle, öğretilip belletilenle, hazır ve üretilmiş bilgiyle yetinmeyen, içinde yaşadığı halkın, toplumun, milletin, Müslümanların, hatta bütün insanlığın sürekli ve hızlı bir şekilde artan, gelişen ve değişen ihtiyaçlarına ve amaçlarına cevap verebilecek kıratta iyi yetişmiş adam olabilmek ve böyle adamlar yetiştirebilmek ise çok daha zor bir şeydi Mustafa ATALAR
Ali Yakup Efendi, 1924-1927 yılları arasında Gilan Medresesi’nde temel medrese eğitimini tamamladıktan sonra artık onun için de ömrünü vakfedeceği bir yol, bir iş, bir uğraş, bir meslek belirlenmesi zamanı gelmişti. Peki, bundan sonra ne yapacaktı? Sırp okullarına gidip bir meslek sahibi mi olmalıydı, yoksa dini sahadaki eğitimine ve öğrenimine devam mı etmeliydi? Aslında o doğuştan dervişmeşrep, kalendermeşrep bir kişiliğe ve karaktere sahipti. Büyükleri seçimi ona bıraksalar, o doğal olarak kendi karakterine, meşrebine uygun bir yola, tasavvuf yoluna girme arzusunda ve hevesindeydi. Bu düşüncesini aile büyüklerine açtığında hiç beklemediği büyük bir tepkiyle karşılaştı. Aile büyükleriyle arasındaki ilk ciddi anlaşmazlık ve tartışma da bu yüzden çıkmıştı. Aile büyükleri ona, en sağlam ve en doğru yolun ilim yolu olduğunu, hangi yöne gidecekse önce bu yoldan geçmesi, ilimde, irfanda derinlik ve genişlik kazanması gerektiğini, ilim olmadan hiçbir şey olamayacağını ve olunamayacağını, Allah’ın bile cahillerden dost edinmediğini telkin ettiler. Her şeyin başının ilim olduğunu, ilim olmadan hiçbir şeyin olamayacağını, sağda solda şeyh, mürşit, evliya, keramet sahibi geçinenlerin çoğunun cahil ve sapık kişiler olduğunu, pek çoğunun gerçek tasavvufla, mürşitlikle, velilikle alakalarının olmadığını, hikâyelerle, masallarla, rivayetlerle cahil insanları kandırıp Allah’ın doğru yolundan saptırdıklarını, nice zavallıların yollarını sarpa uğrattıklarını anlattılar. O, her ne kadar kendisinin her önüne çıkana kapılmayacağını, iyisini, doğrusunu, güzelini arayacağını söylediyse de sözünü kimseye dinletemedi. Büyükleri ona kesin bir dille, bütün gayret ve çabalarını ilim yoluna teksif etmesi gerektiğini, kendisinden bu yolda ilerleyebildiği kadar ilerlemesini istediklerini ve beklediklerini, Müslümanların ilimden uzaklaştıkları için bu perişan hallere düştüklerini, İslam âleminde en büyük eksikliğin ilim, en büyük sorunun da cahillik olduğunu, aslında tasavvufun da bir ilim olduğunu, ilimsiz tasavvuf olamayacağını, istiyorsa başka ilimlerle beraber bu ilimle de uğraşabileceğini, ama ilim yolunu bırakıp dervişliğe yönelmesine asla izin vermeyeceklerini kesin bir dille ifade ettiler. Kendisini çok yönlü olarak yetiştirmesini, ilim yolunda ilerlemeyi ve varabileceği yerlere kadar
sayı//65// aralık
86
varmaya çalışmasını ısrarla öğütlediler. Nihayet ‘Sen, derviş değil, âlim olacaksın!’ deyip kestirip attılar. Büyüklerinin bu kesin ve tavizsiz tavır ve tutumları, sürekli telkinleri en sonunda Ali Yakup Efendi üzerinde de etkili oldu, onun bütün inadını ve direncini kırarak, yönünü ilim tarafına çevirdi. Aslında onun da aklı bu öğüt ve nasihatlere yatmış, büyüklerine hak vermişti. O yüzden kesin kararını ve tercihini ilme, irfana ve öğrenmeye ağırlık vermekten, kendisini bu yola vakfetmekten yana kullandı. Ali Yakup Hoca sonradan o günleri anarken ve büyüklerinin kendisini ilim yoluna sokmak için gösterdikleri çabaları anlatırken şöyle derdi: ‘Azizim! Ben dervişmeşrep bir adamdım. Eğer beni kendi halime bıraksalar, gider bir yere kapılanır, kendi halinde basit bir derviş olur çıkardım. Ama bizimkiler buna izin vermediler, beni kendi halime bırakmadılar. Tuttular, ‘Sen illâ ilim yoluna gireceksin, önce olabildiğin kadar âlim olacaksın!’ dediler. Ben de öyle yapmak, bu yolu tutmak zorunda kaldım. İyi ki de öyle yapmışlar! Şimdi onlara çok hak veriyor, minnet ve şükran duyuyor, hayır dualar ediyorum.’. Ali Yakub Efendi, bazı büyüklerinin telkin ve tavsiyelerinin de etkisiyle o, bu ihtiyacı daha çocukluk yaşlarından itibaren görebilmiş, bu yönde hem kendini en iyi şekilde yetiştirme, hem de elinden geldiğince nitelikli adam yetiştirme gayreti içinde olmuş, kendisini tamamen bu yola adamıştı. Bu bilince ve şuura ulaşabilmek çok önemli bir şeydi. Ama ülkenin, milletin, memleketin, İslam’ın, Müslümanların ve insanlığın ihtiyaç duyduğu kalite ve kıratta, iyi, kaliteli, nitelikli adam olabilmek de, böyle adamlar yetiştirebilmek de kolay bir şey değildi. Adam dediğin, yerden kendi kendine ot biter gibi bitip yetişemezdi. Sadece kendisine verilenle, öğretilip belletilenle, hazır ve üretilmiş bilgiyle yetinmeyen, içinde yaşadığı halkın, toplumun, milletin, Müslümanların, hatta bütün insanlığın sürekli ve hızlı bir şekilde artan, gelişen ve değişen ihtiyaçlarına ve amaçlarına cevap verebilecek kıratta iyi yetişmiş adam olabilmek ve böyle adamlar yetiştirebilmek ise çok daha zor bir şeydi. Bütün bunlar için her şeyden önce üzere sağlam, köklü, mükemmel, nitelikli, yeterli, uygun, kaliteli eğitim kurumlarına ihtiyaç vardı.
Fakat ne yazık ki, böyle eğitim kurumları, ne o zamanın Balkanlarında, ne başka İslam ülkelerinde mevcuttu. İslam dünyasında ve Osmanlı İmparatorluğunda bütün müesseseler gibi ilim müesseseleri de çökmüş durumdaydı. Doğru dürüst ne ilim kalmıştı, ne ilim adamı… Medreseler iyice bozulmuş, verimsizleşmiş, statikleşmiş, kalıplaşmış, donuklaşmış, sıradanlaşmış, rutinleşmiş, üretkenliğini kaybetmişti. Hem son demlerini yaşayan medreseler, hem de bunların yerine kurulmuş Batı taklidi diğer eğitim kurumları, asırlardan beri nesillerimizi kabiliyetleri doğrultusunda eğitemeyip heder ediyor, toplumumuzun, milletimizin, Müslümanların, hatta bütün insanlığın ihtiyaç duyduğu ve duyacağı alanlarda işe yarar sistemli bilgiler üretemiyor, fikri hür, irfanı hür, ufku geniş, vizyon sahibi, düşünen, anlayan, üreten, sorgulayan, yığılıp duran sorunlarımıza çözümler üretebilecek ilim, fikir, vizyon, sanat, kültür ve aksiyon adamları yetiştiremiyordu. İşin gerçeği, böyle nitelikli eğitim kurumlarına ne yazık ki bugün de sahip değiliz, hala bunun eksikliğini ve hasretini çekiyoruz, bu temel yoksunluğumuzun acı sonuçlarını bütün şiddetiyle hep beraber yaşamaya devam ediyoruz. Müslümanlar olarak asırlardan beri bütün sorunlarımızın başı olan bu en temel, en büyük sorunumuza hâlâ uygun, yeterli ve doğru tespitler ve çözümler üretebilmiş değiliz. Bu durumda ister istemez esas iş, en büyük görev ve sorumluluk, yetişebildiği kadar yetişmiş ilim, fikir, irfan yolunda mesafe kat edebilmiş kimselere ve bu yolda ilerlemek isteyenlere düşmektedir. İlim, irfan, fikir yolunun yolcuları, eğitim kurumlarının kendilerine verebileceği çok kısıtlı ve sınırlı bilgi, ilim, irfan ve kültürle yetinmemeli, milletin, memleketin, zamanın ihtiyaçlarını, kendi özel yeteneklerini de yine bizzat kendileri en iyi ve en doğru şekilde belirleyerek, en iyi ve en mükemmel şekilde yetişebilmek, donanımlı hale gelebilmek için nereden, nasıl ve hangi kaynaklardan beslenerek eksiklerini tamamlayabileceklerini yine kendileri bulmak zorundadırlar. Bunun için de bu yolun yolcularının çok daha akıllı, bilgili, geniş görüşlü, uyanık, arayıcı, sorucu, bulucu ve her şeyden önce de çok çalışkan olmaları gerekmektedir. Devam edecek... 87
SABRİ F. ÜLGENER’İN DÜŞÜNCESİNDE
TASAVVUF VE
KAPİTALİZM-2Weber’in aksine, Ülgener’e göre İslam özünde çalışmaya, akla, ticarete, pazara önem vermiştir. Nuh Muaz KAPAN
ax Weber’e göre, İslâm cihadla beraber kapalı bir savaşçılar topluluğunun (“kast”ının) ortak inancını oluşturmuştur. Ve asıl önemlisi: Cihad ehli, peygamberin üstün kişiliğine –“karizma” tarafınabağlılıkla beraber, fütühatın getireceği maddi mükafatı ve hele mal mülk sahibi olmanın heyecanını bir motif olarak hiçbir zaman küçümsemiş sayılmazdı. Bununla beraber bütün bir yayılmanın temelinde vurgun ve mal mülk cazibesi aramak ölçüyü taşırmaktan başka sonuç vermeyecekti. Max Weber ki, bir yandan Marksist yazarları ilk Hıristiyanlığı bir proleter hareketi olarak gördükleri için ağır biçimde tenkit etmişti. Ülgener İslami metinlerin ve uygulamaların Weber’in iddia ettiği gibi, iktisadi geriliğe yol açmadığını ısrarla ortaya koymaya çalışmış ve İslami metinleri, uygulamaları ve özellikle Tasavvuf ahlakını tarihi ve sosyal şartlara göre yeniden yorumlamıştır.
sayı//65// aralık
88
Weber’in aksine, Ülgener’e göre İslam özünde çalışmaya, akla, ticarete, pazara önem vermiştir. Buna karşın İslami özden sapan tasavvuf – özellikle Batıni- tasavvuf, esnafla ittifak kurarak yeniliğe kapalı ve direnen gelenekçi insan/ toplum tipi oluşturmuştur. Çünkü esnaf ve halk kesimleri arasında yer alan dini ve ahlaki değerlerin büyük çoğunluğu Batıni zümre ve tarikatlerden oluşmuş ve etkilerini hissettirmişlerdir. Ülgener’e göre bu etkiler ayıklanarak, çağın gereklerine uygun bir İslam üzerine bir kapitalizm mümkündür. Ülgener, İslâm toplum ve medeniyetinin ikili portresini çizer: Bir yanda çalışkan, dışa dönük, para biriktiren tüccar bir peygamber, diğer tarafta içe kapalı, çalışma ahlâkını geliştirememiş, hizmet ve mal üretiminde kapitalizme geçememiş bir toplum ve medeniyet. Bu çarpıklığın açıklaması ise tasavvufa atıfla yapılır. Ülgener’e göre tasavvuf, İslâm’ın ilk ve öz halinden farklılaşan, “içe ve derine kapanışın uzun ve zahmetli yolunun adıdır” ve İslâm’ın yayıldığı bölge inançları ile İslâmi öğelerin karıştığı genel akımı ifade etmektedir. Tasavvuf 12. ve 13. yüzyıllarda yaygınlaşarak kitlelerin hem dini anlayışını hem de gündelik yaşantılarını etkilemiştir. İşte Osmanlı toplumunun asıl geri kalış nedeni de, İslâm’ın ilk saf ve orijinal hali değil de, daha sonraki dönemlerde yer yer iptidai düşüncelerle yoğrulmuş bir mistisizm şeklidir. Yani Ülgener’e göre tasavvuf, ilk dönemlerinde olduğu gibi dışa açılmanın öncüsü olamamış hatta Anadolu’da uzun süre içe kapanışın öncülüğünü yapmıştır. Ülgener İslâm dininin getirdiği dünyaya bakış tarzı ile ilgili ölçülerin, Melâmilik hariç tutulacak olursa- tasavvufla birlikte negatif anlamda değiştiği görüşünü savunmaktadır. Ülgener’e göre tarikatlar, altlı-üstlü kademe bölünüşleri ile toplum, siyaset ve ahlâk anlayışına (iktisat dâhil) İslâm’da olmayan yeni bir boyut (otorite ve gelenek) eklemişlerdir. Dışa yabancı, içte güven arayan, tarikatlara bel bağlayan bir insan tipi ortaya çıkmıştır. Ülgener, tasavvuf ile İslâm medeniyetindeki üç temel şeyle ilgili algıların değiştiği görüşündedir: eşya, çevre,zaman. Tasavvufla “eşya”ya bakışta dış dünya ile uzakta durulan; “çevre”ye bakışta dışa mesafeli, içle bütünleşme ve küçük cemaat/ tarikatlara ilgi duyulan; “zaman” algısında geçmişe ve geleceğe uzak, sadece yaşanan ânı düşünen bir tasavvur dünyası oluşmuştur. Ülgener tasavvuf içerisinde “Melami ve Batıni
tasavvuf” adı altında genel bir formülasyon ortaya koymuştur. “Batınilik” tasavvufun içe dönük yönünü temsil eder. Osmanlı’nın geri kalmasının sebebi de budur. “Batıda iş ve meslek adamı için en duyarlı ve canlı alıcı kesime –Kuzey Batı Avrupa ve Kuzey Amerikadini reformasyonun metodik-disiplinli kanadı (Kalvinizm) ile yanaşması endüstriyel kapitalizm için gerekli tavır ve düşünce iklimini yaratmaya yardımcı olurken, tasavvufun beri yanda kalabalık yığınlar ve iş çevrelerine daha çok batini bir yorum çizgisinde hulûl etmesi ayrı bir davranış türüne ve onun da ötesinde değişik bir düzene -rant kapitalizmine- yatkın bir mânâ iklimini yaratmaktan geri kalmamıştır”. “Melâmilik” ise bir taraftan dünyaya yönelişin zararlı tesirleri ile savaşmayı, diğer taraftan da dünya ile meşguliyetin gerekliliğini ifade etmektedir: “En kısa ve belirgin çizgileri ile söylemek gerekirse: Dünya, Melâmi için, bir haz ve zevk ortamı olmadığı gibi günah ve kusurlarına bulaşmamak için uzağında durulması ve kaçınılması gereken “ölümlü dünya” da değildir; tam tersine işlenmek, şekil ve düzen verilmek üzere mü’minin önüne serili bir madde ve malzeme yığınıdır.” “Melamî, Hakk’a yakınlığı halkın dışında belli bir davranış ve özel kıyafetle sergilemeyi asla düşünmeyerek, herkesle beraber ve herkes gibi işi gücü peşinde; kulluğunu ise arada sessiz sedasız yerine getirmekle meşgul! Daha kısacası: Görünürde halk’la, gönülde Hakk’la beraber! Sade ve son derece gösterişsiz yaşantısı içerisinde çalışma ve üretmenin Kalvinist çizgiden geri kalmayan– ısrarlı takipçisi!” Melamiliğin belli kesimler dışında tabanda yaygınlaşamamasından ötürü, tasavvufun İslam’ın genel çizgisiyle parallelik göstermediği görülmektedir. Ülgener’e göre bu durumun doğurduğu iktisadi zihniyet nedeni ile Osmanlı toplumu çözülmüştür. Ahilik, Osmnalı toplumunun biraradalığına katkıda bulunur; fakat göreneğe, alışkanlığa ve rutine yaptığı vurguyla kapitalist bir çalışma ideolojisinin gelişmesine engel teşkil eder. Ülgener, Osmanlı’da kapitalizmin gelişmemesini, eşraf ve esnafın zihniyet dünyalarındaki muhafazkarlığa bağlar. Bu prekapitalist ahlaki görüşler toplamına da “Ortaçağ Zihniyeti” der. İktisadî bakımdan geleneksel bir toplumdan modern bir topluma geçebilmenin başlıca şartı, insan-eşya ilişkilerinde görülen geleneksel değer anlayışını değiştirebilecek bir zihniyet ortamına
varabilmektir. Bunun yolu ise, Ülgener’e göre: 1) Serveti ve parayı şahsa bağlı, onunla âdetâ içli dışlı bir varlık gibi görmekten vazgeçip, ferah ve açık yürekle piyasa ekonomisine çıkmayı her türlü eğri ve kuytu kazanç şekillerine üstün sayabilmek; 2) Kazancını yine şahsa ve statüye bağlı olarak göstermelik tüketim veya verimsiz yatırıma harcayacak yerde, profesyonel iş adamı olarak prodüktif yol ve şekillerde verimlendirebilmek, ve nihayet 3) Bütün bu faaliyetlerde disiplinli, kontrollü bir hesap ve muhasebe şuurunu tesis edebilmek ile yakından alakalıdır. Ülgener Cumhuriyet’in “öteki”si olarak sunulan geleneksel ve tepkisel muhafazakârlığın (irticanın) kökenindeki halk İslâm’ı/tasavvuf ile onunla iç içe geçmiş esnaflığı “ortaçağlaşmanın” aktörleri olarak tenkit ederken, “Piyasa” ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkacak olan rasyonel insan tipinin ve yeni sınıfların, Kemalizmin dolduramadığı moral zemin eksikliğinin, İslâm’ın ilk ve öz halinde mevcut olan “kapitalistleşmeye açık” İslâm’ın konularak aşılacağını düşünmektedir. Ülgener’in muhafazakârlığı, “iman” (subjektif bilgi) ile “aklı” (objektif bilgi) uzlaştıran, ahlâk ile kapitalizmin rasyonalitesini birleştiren bir öze sahiptir. Onun “insan-ı kâmil”i, tevekkül ve tecelli içinde “hayatı metodik, hesaplı bir iş ve vazife ahlâkını zihnine dokumuş” kişidir. Sabri Ülgener, pek çok açıdan benzerine rastlamadığımız bir düşünürdür. İktisat bilir, sosyoloji bilir, tarih bilir, felsefe bilir ve buna dahi olmak üzere edebiyat çok iyi bilir. Goethe’nin Divan’ını ezbere bilen Ülgener, Divan edebiyatına da hakimdir. Ve en önemli ayırıcı noktası ise aralarında mukayese yapabilme yetenek ve gayretidir.Karşılaştırmalı okumalar sosyal bilimler açısından sağlıklı veri elde etmede önemli bir yere sahiptir. Ülgener, Doğu’yu da bilir, Batı’yı da. İlgilendiği her zihniyet ve disiplin ile alakalı ilgi ve alakaya sahiptir. Ülgener yapmış olduğu çalışmalarla sosyal bilimler alanında anılması ve üzerine düşünülmesi gereken bir şahsiyettir. Bundan dolayı bu yazı genç sosyal bilimcilere bir hatırlatma veya tavsiye olsun...
Kaynaklar:
• Sayar, A. G. , 2007, Bir Entellektüelin Portresi • Sabri F. Ülgener, Ötüken Neşriyat, İstanbul. Ülgener, S. F. • Darlık Buhranları ve İslam İktisat Siyaseti, Mayaş Yay., Ankara.
89
MİLLÎ KÜLTÜRÜMÜZÜN SESİ
SALİH TUĞ
Salih Hoca birleştirici bir kimliğe sahip. Hiziplerin, partilerin ve grupların üstünde ama hepsinin hürmette kusur etmediği bir şahsiyetten bahsediyorum. Mehmet Nuri YARDIM
izim öncü nesil diye tanıdığımız, gençlere yol ve yordam gösteren, onların en iyi şekilde yetişmeleri için gece gündüz uğraşan aydınlarımız vardır. Kelimenin tam anlamıyla onlar münevver insanlardı. Memleket meseleleri konuşuluyorsa, vatan mevzubahisse, gelenekler tehlikeye giriyorsa, Türkçe zayıflatılmaya ve yokedilmeye çalışılıyorsa, maneviyata karşı bir tavır gelişiyorsa onları hep önde, mücadele içinde görürdük. Onlar akıncı beylerimiz, serhat komutanlarımızdı. Yaşları üç aşağı beş yukarı aynıydı. Doğum tarihleri yaklaşık 1920’de başlar 1930’a kadar uzanırdı. Daha genç olanlar da vardı. Hepsi aynı davanın neferi, aynı imanın mensubu, aynı memleketin has insanlarıydı. İsimleri o kadar çok ki Ali Fuad Başgil, Nurettin Topçu, Sâmiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı, Cemil Meriç, Muharrem Ergun, Mehmet Kaplan, Tarık Buğra, Faruk Kadri Timurtaş, Ahmet Kabaklı, Ömer Öztürkmen, Ergun Göze, Erol Güngör, Turan Yazgan, Emin Işık ve diğerleri....
sayı//65// aralık
90
İşte bu kahramanlar neslinin bir mensubu olarak Prof. Dr. Salih Tuğ Hocayı gördüm. Henüz 20’li yaşlarda iken bazı vakıf ve derneklere gider, konuşmalarını dinlerdim. Burası ya Aydınlar Ocağı, ya Kubbealtı, ya Birlik Vakfı veya Türk Edebiyatı Cemiyeti olurdu. Hocamızı önce kısa biyografisiyle biraz yakından tanıyalım: MİLLETE HİZMETLE GEÇEN ÖMÜR…
Salih Tuğ, 1930 yılında İstanbul Aksaray’da doğdu. 1948 yılında Pertevniyal Lisesi’ni, 1954 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. “İslâm Vergi Hukuku’nun Ortaya Çıkışı” başlıklı tez çalışması ile İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nde doktorasını tamamladı (1963). Akademik rehabilitasyon sürecinde (sonrasında kitap olarak da basılan) İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri üzerinde çalıştı (1969). Profesörlük çalışması Hadis edebiyatı ile ilgili bir yazma eser olan Zuheyr'ubn Harb’ın (öl. 230 h.) Kitâb'ul-'İlm’inin tenkitli neşri ile birlikte Türkçeye çevirisidir. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü asistanlığı (1956 – 1976), İ.Ü. Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü (1976 – 1982), M.E.B. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Müdürlüğü (1969 – 1970), Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı (1982 – 1994) olmak üzere pek çok önemli görevlerde bulundu. 1970’den bu yana İslâmi İlimler Araştırma Vakfı Kurucular Kurulu ve Mütevelli Heyeti üyesi, 1980 – 1982 yılları arasında Aydınlar Ocağı Başkanı, 1995’ten beri Türkiye Milli Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı ve 2004 yılından bu yana da İstanbul Ticaret Üniversitesi (İTİCÜ) Mütevelli Heyeti üyesidir. Bugün Türkiye’nin çeşitli Üniversitelerinde öğretim üyelikleri ve idarecilik görevlerini başarı ile yürütmekte olan, Lisans üstü çalışmalarını Prof. Dr. Salih Tuğ’un danışmanlığı altında tamamlamış kırka yakın akademisyen veya Diyanet İşleri Başkanlığı görevlisi bulunmaktadır. İslâm dîni ve kültürü konularında, özel veya resmi TV ve Radyo yayınlarında, yüze yakın konuşma, konferans, sohbet ve açık oturum etkinlikleri vardır; ayrıca elliye yakın ulusal ve uluslararası ilmi kongrelere de katılmıştır. Evli ve üç çocuk babasıdır. Yüzlerce makalesi çeşitli dergilerde neşredilen Salih Tuğ’un, yayımlanmış eserlerinden bazıları şunlardır: İslâm vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri : (XIX ve XX. asırlar), Zuheyr’ubn Harb ve
Kitab’ul-'İlm. “Vefeyât” isimli detaylı makalesi de dikkat çekmiştir. Salih Hoca birleştirici bir kimliğe sahip. Hiziplerin, partilerin ve , grupların üstünde ama hepsinin hürmette kusur etmediği bir şahsiyetten bahsediyorum. Hoca bir vefa abidesi, hayatta olan veya vefat etmiş yakın dostları hakkında bir program düzenlenmişse kendisi de çağrılmışsa mutlaka koşarak gider, söz verilirse hatıralarını dinleyicilere aktarır. O toplantılardan birini 2000’li yılların sonunda TZT Kültür Merkezi’nde merhum Süleyman Yalçın Hoca için yapmıştık. O günün konuşmacısı Salih Hoca ilk defa duyduğumuz çok güzel hatıralarını paylaşmıştı. Sonra ESKADER olarak yine Bâbıâli Sohbetleri’ne Hocamızı davet ettik. 22 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşen bu toplantıyı Metin Eriş yönetmişti. “Türkiye’nin son 60 Yılından Unutulmayan Hatıralar”ı büyük bir dikkatle dinlemiştik. İslâm Tarihi alanında büyük emekleri olan öncü isimlerden Salih Tuğ, konuşmasında “Uyanış hareketinde neferdik.” demiş, yakın tarihimizin son 60 yılına dair hatıralarını dinleyicilerle paylaşmıştı. Toplantı, bir araya gelen kültür simalarının zenginliğiyle dikkat çekmişti. Sözlerine “Bizim yaşadığımız kültür, geleneklere ve tarihe dayalı bir kültür. Ve bu kültür Suriçi’nden başka muhitlerde hissedilmiyor.” diyerek sözlerine başlayan Salih Tuğ, tarihî yarımada büyüyen biri olarak akademik hayatı boyunca sur dışında yaşamanın acısını çektiğini belirtmiş ve eski İstanbul’daki çocukluk ve gençlik hatıralarını nakletmişti. Salih Tuğ’un yetişmesinde katkısı bulunanlar sorulduğunda ilk önce Prof. Dr. Fuat Sezgin ve Prof. Dr. Muhammed Hamidullah isimlerini söylemişti. Sezgin’i İstanbul Üniversitesi Merkez Kitaplığı’nda öğrenci iken tanıdığını belirtmişti. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah ile tanışmasının ise askerden sonra doktorasını yaparken gerçekleştiğini anlatmıştı. “İstanbul Üniversitesi’nde açılan kadroya dahil oldum ve doktoramı da orada tamamladım. Doktora derslerinde Hamidullah’tan istifade ettim. Onunla Arapça çalışmaya devam ettim. Hamidullah Hoca ile sonradan arkadaş gibi olduk.” Muhammed Hamidullah’ın yaptığını Allah rızası için yapan örnek bir kişilik olduğunu anlatan Salih Tuğ, Hocanın Türkiye’de kalmasını çok istediğini, Hamidullah’ın ise Fransa’da Fransız olup İslam’ı
seçmiş yeni Müslümanların kendisi olmadan yalnız kalacağını düşündüğünden Paris’e döndüğünü belirtmişti. Mehmet Karadağ ve Zeki Veli Togan’ın da akademik hayatında önemli yer tuttuğunu belirtmiş, Togan’ın vaktini boş geçirmeyen yaman bir araştırmacı, Batı ve Doğu kültürünü kendinde topladığını kaydetmişti. Salih Hocamız ile irtibatı, şükürler olsun ki hiç koparmadık. Yine ESKADER’in İBB Kültür Daire Başkanlığı işbirliğiyle hakkında bir saygı toplantısı düzenledik. 29 Ocak 2016 tarihinde gerçekleşen ve oturum yöneticiliğini yaptığım “Salih Tuğ’a Saygı Gecesi”nde merhum Emin Işık ile Metin Eriş, Nihat Bozkurt ve İbrahim Kâfi Dönmez konuşmacı idiler. Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’ndeki programa kültür, sanat ve ilim çevreleri büyük ilgi göstermişti. Tam bir vefa rüzgârı esmişti o akşam. Güzel konuşmalar yapılmıştı. Salih Tuğ, Yeni Şafak gazetesinde 7 Ekim 2018 tarihinde kendisiyle röportaj yapan Ayşe Olgun’un “İlk dinî eğitiminizi nerede aldınız?” sorusuna şu karşılığı veriyor: “1930 doğumluyum. İstanbul Aksaray’da oturuyorduk. 1940 ve 1941 senelerinde yaz tatili aylarında soyadı Gökçe olan ‘Arap Hoca’ lakaplı yaşlı bir hanım vardı, mahallenin çocuklarına evinde gizlice Kur’an okuturdu. Bir seferinde bahçenin kapısını bir bey çalınca hoca hanımın avludaki ayakkabılarımızı içeri alıp pencereden bizi görür diye yere eğdiğini hatırlıyorum. Çünkü o zaman din eğitimi yasaklanmıştı. Gizli gizli onun yanında din ve Kur’an eğitimi aldım.” . 1954 yılında İslam Araştırmaları Enstitüsü kuruluyor. Enstitünün başına Başkurdistan devletinin eski Cumhurbaşkanı iken Stalin’in zulmünden kaçıp 1933 senesinde Türkiye’ye sığınan Zeki Velidi Togan etiriliyor. İşte Salih Tuğ ile merhum Fuat Sezgin burada Togan’ın asistanları olarak çalışmaya başlıyorlar. Ayşe Olgun’un “Geçmişten bugüne bakıldığında başörtüsüyle ilgili en büyük çatışma ne zaman yaşandı?” sorusuna Hocanın verdiği cevap önemlidir: “28 Şubat dönemini söyleyebilirim. En büyük eziyet o dönemde yaşandı. Oysa BM Anayasası’na imza atmış bir ülkede bunların yaşanmaması gerekiyor. Çünkü bu anayasada dinini yaşama, öğrenme ve öğretme hakları vardır.” Allah’tan kendisine sağlıklı, bereketli ve huzurlu bir ömür diliyorum. 91
ÇAĞIMIZIN MUS’AB’I
MUSA BANGURA-3-
Birçok insanın Hristiyan olmasına sebep olmuştu. Şimdi de İslâmî kimliğiyle aynı insanları İslâm’a davet etmek için gayret sarf ediyordu. İlk etapta 37 kişinin Müslüman olmasına vesile oldu. Sabri GÜLTEKİN MUSA, YALNIZDI FAKAT YORGUN VE YILGIN DEĞİLDİ
Musa, bu süreci fırsat bilerek Şeyh Mustafa’dan İslâm’ı ve Kur’an’ı öğrendi. Tam 6 ay gizlenmek ve İslâm’ı ilimleri öğrenmekle meşgul oldu. Hristiyanlar onu takip ve tehdit etmekten vazgeçti. Artık önü açılmıştı. Şimdi davet zamanıydı. Yoksuldu, yalnızdı fakat yorgun ve yılgın değildi. Yüreği kıpır kıpırdı. Yeni bir mücadelenin eşiğindeydi. Fakir olmasına rağmen borç harç bir motosiklet aldı. Bununla tebliğ için yollara düştü. Bir kişinin hidayetine vesile olmanın dünyalara beden olduğunu öğrenmişti. Vaazlar, seminerler, tartışma programları dolu dolu geçiyordu. Müslümanlara da, Hristiyanlara da anlatacakları vardı. PAPAZLARI HALKIN HUZURUNDA DÜELLOYA DAVET ETTİ
Birçok insanın Hristiyan olmasına sebep olmuştu. Şimdi de İslâmî kimliğiyle aynı insanları İslâm’a davet etmek için gayret sarf ediyordu. İlk etapta 37 kişinin Müslüman olmasına vesile oldu. Motosikletiyle köy, kent ve kasabalar arasında koşuşturuyordu. Afrika’da Müslümanlarla Hristiyanlar arasında geçmişe uzanan bir gelenek vardı.
Papazlarla, İslâm davetçileri arasında gerçekleşen düellolar… Musa papazları halkın huzurunda düelloya davet etti. Onlar Musa’yı yenerse Musa tekrardan Hristiyan olacak, şayet Musa onları yenerse onlar Müslüman olacaktı. Bu geleneği çok eski dönemlerde Hristiyanlar başlatmış. Stadyumlarda veya halka açık alan ve salonlarda insanlara bir hafta öncesinden Hristiyan ve Müslümanlara duyuru yapılıyordu. Şu gün, şu saat şu şahısla şu şahıs tartışacak deniyor. Halk da o gün orada toplanıyordu. Düelloyu kaybeden diğer tarafa geçiyordu. KİM ALLAH İÇİN OLURSA, ALLAH DA ONUN İÇİN OLUR
Musa’ya bu münazara yönteminin risk olduğu söylendiğinde, o “kim Allah için olursa, Allah da onun için olur. Biz Allah’a güvenirsek, Allah bizi yolda bırakmaz, yalnız bırakmaz” diyerek tereddüde mahal olmadığını beyan ediyordu. İşte iman, ihlâs budur..Tepeden tırnağa bir iman abidesi... Tevekkül ve teslimiyetin doruğunda gezinen bir yürek...Bu dönemde başkent Freetown’da katıldığı 16 düelloyu Rabbinin izniyle kazanmış. 18 yıllık davet ve gayretinin bereketi ülkenin her yerinde kendini göstermiş, bu süre zarfında İslâm’la şereflenen papaz sayısı 613 kişiye ulaşmıştı. Hristiyan ve diğer gayrimüslim halktan İslâm’ı tercih edenlerin yekûnu 5115’e bulmuştu. Bu dönemde ayrıca fuhuş bataklığına sürüklenen 32 kadının hidayetine vesile olmuştu. Bu işin havası, cakası, fiyakası yoktu; sadece insanlara faydalı olmanın sorumluluğu ve huzuru vardı. Asbah-ı Suffe’nin asrımıza yansıyan izdüşümü... Musa Bangura, davetin engel tanımadığına örneklik eden rol model...Hidayetin sadece Allah’tan olduğunu gayet iyi bilen bir kul... Dua, nafile oruç ve görevine odaklanan bir adam...Sanki Dar-ül Erkam’ın, Asbah-ı Suffe’nin asrımıza yansıyan izdüşümü...Tebliğ, tevazu ve takva ile mayalananınca kapalı kapılar ve kalpleri açmak zor olmuyor. İsarın, insafın, ihsanın, infakın, iyiliğin insanlığın tüm güzelliklerinin ikram edildiği siyah tenli sâlih kullara imrenmemek mümkün değil. İçinde bulunduğumuz dünyanın şaşaa, şatafat, konfor, lüks ve israfından iğrenmemek de. MUSA, YALNIZDI FAKAT YORGUN VE YILGIN DEĞİLDİ
Musa, bu süreci fırsat bilerek Şeyh Mustafa’dan İslâm’ı ve Kur’an’ı öğrendi. Tam 6 ay gizlenmek ve İslâm’ı ilimleri öğrenmekle meşgul oldu. Hristiyanlar onu takip ve tehdit etmekten vazgeçti. Artık önü açılmıştı. Şimdi davet sayı//65// aralık
92
zamanıydı. Yoksuldu, yalnızdı fakat yorgun ve yılgın değildi. Yüreği kıpır kıpırdı. Yeni bir mücadelenin eşiğindeydi. Fakir olmasına rağmen borç harç bir motosiklet aldı. Bununla tebliğ için yollara düştü. Bir kişinin hidayetine vesile olmanın dünyalara beden olduğunu öğrenmişti. Vaazlar, seminerler, tartışma programları dolu dolu geçiyordu. Müslümanlara da, Hristiyanlara da anlatacakları vardı. PAPAZLARI HALKIN HUZURUNDA DÜELLOYA DAVET ETTİ
Birçok insanın Hristiyan olmasına sebep olmuştu. Şimdi de İslâmî kimliğiyle aynı insanları İslâm’a davet etmek için gayret sarf ediyordu. İlk etapta 37 kişinin Müslüman olmasına vesile oldu. Motosikletiyle köy, kent ve kasabalar arasında koşuşturuyordu. Afrika’da Müslümanlarla Hristiyanlar arasında geçmişe uzanan bir gelenek vardı. Papazlarla, İslâm davetçileri arasında gerçekleşen düellolar… Musa papazları halkın huzurunda düelloya davet etti. Onlar Musa’yı yenerse Musa tekrardan Hristiyan olacak, şayet Musa onları yenerse onlar Müslüman olacaktı. Bu geleneği çok eski dönemlerde Hristiyanlar başlatmış. Stadyumlarda veya halka açık alan ve salonlarda insanlara bir hafta öncesinden Hristiyan ve Müslümanlara duyuru yapılıyordu. Şu gün, şu saat şu şahısla şu şahıs tartışacak deniyor. Halk da o gün orada toplanıyordu. Düelloyu kaybeden diğer tarafa geçiyordu. KİM ALLAH İÇİN OLURSA, ALLAH DA ONUN İÇİN OLUR
Musa’ya bu münazara yönteminin risk olduğu söylendiğinde, o “kim Allah için olursa, Allah da onun için olur. Biz Allah’a güvenirsek, Allah bizi yolda bırakmaz, yalnız bırakmaz” diyerek tereddüde mahal olmadığını beyan ediyordu. İşte iman, ihlâs budur..Tepeden tırnağa bir iman abidesi... Tevekkül ve teslimiyetin doruğunda gezinen bir yürek...Bu dönemde başkent Freetown’da katıldığı 16 düelloyu Rabbinin izniyle kazanmış. 18 yıllık davet ve gayretinin bereketi ülkenin her yerinde kendini göstermiş, bu süre zarfında İslâm’la şereflenen papaz sayısı 613 kişiye ulaşmıştı. Hristiyan ve diğer gayrimüslim halktan İslâm’ı tercih edenlerin yekûnu 5115’e bulmuştu. Bu dönemde ayrıca fuhuş bataklığına sürüklenen 32 kadının hidayetine vesile olmuştu. Bu işin havası, cakası, fiyakası yoktu; sadece insanlara faydalı olmanın sorumluluğu ve huzuru vardı.
Asbah-ı Suffe’nin asrımıza yansıyan izdüşümü... Musa Bangura, davetin engel tanımadığına örneklik eden rol model...Hidayetin sadece Allah’tan olduğunu gayet iyi bilen bir kul... Dua, nafile oruç ve görevine odaklanan bir adam...Sanki Dar-ül Erkam’ın, Asbah-ı Suffe’nin asrımıza yansıyan izdüşümü...Tebliğ, tevazu ve takva ile mayalananınca kapalı kapılar ve kalpleri açmak zor olmuyor. İsarın, insafın, ihsanın, infakın, iyiliğin insanlığın tüm güzelliklerinin ikram edildiği siyah tenli sâlih kullara imrenmemek mümkün değil. İçinde bulunduğumuz dünyanın şaşaa, şatafat, konfor, lüks ve israfından iğrenmemek de. BİZE DÜŞEN SADECE DAVET VE GAYRET
Yıllarca motosikleti ile dere, tepe, köy, kent demeden davet çalışmalarını büyük bir aşkla sürdüren Musa, sürekli yeni açılım ve atılımların peşinde koşuyor. (Artık İHH’nın yardımı sayesinde artık motosikletten taksiye terfi etmiş bulunuyor.) Bize düşen sadece davet ve gayret. Gayret bizden, tevfik Allah’tan. Bazen yolda ilerlerken başınıza bir kaza gelir, arabanız yoldan çıkar. Çığlık atmaya, feryat etmeye bile fırsat bulamazsınız. Tıpkı Ramazan Kayan hoca ve arkadaşlarının Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşadığı olay gibi… Ölü bir araçtan diri çıkmak da Allah’ın takdiri; emaneti teslim etmek de…İyilik yolunda iyi bir uyarı, hayat ile ölüm arasında ince bir çizgi… Hayr için yaşasın ölümü öldüren ölümlülerin çocuğu… 16974 KİŞİNİN HİDAYETİNE VESİLE OLDU
Musa Bangura’ya yönelik tehdit, taciz, hatta öldürme teşebbüsleri, suikast girişimleri devam etse de o kutlu yoluna devam ediyor…O âdeta çağdaş bir Musab bin Umeyr gibi… Onun çilesi bizim çilemiz, onun derdi bizim derdimiz… Musa kara Afrika’da İslâm’ın yüz akı… Bu arada Sierra Leone’de yetimler ve yoksullar için gerekli girişimler yapılıp mesele vuzuha kavuşturuluyor. Hikmet müminin yitiği… Ölümüne davet…Ölünceye kadar davet… Güneş batıdan doğuncaya kadar davet…Hayat; Allah’ı anlamak, anlatmak ve O’na adanmaktır. Musa Bangura gibi…İman varsa, imkân vardır. Hidayetin Allah’tan olduğuna inanılarak çıkılan yolda 16974 (on altı bin dokuz yüz yetmiş dört) insanın İslâm’la şereflenmesine vesile olmaktan daha güzel ne olabilir ki?..İmanın zirvesindeki Bilâlvari bir siyahînin kölelikten özgürlüğe yürüyüşünü burada noktalarken, inşallah gelecek sayıda bir beyazın aşk yolculuğuna eşlik etmeye gayret edeceğiz. 93
aharın gelmesi ile yaylalardaki silah sesi çatırtıları bu insanlarımızın kulaklarındaki kemençenin kıvrak seslerini çağrıştırmaktadır. Günlerine “ Vira Bismillah” diye başladığı Karadenizin bu zümrüt kenti Trabzon’un kuruluşu MÖ 2000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Kafkaslar üzerinden gelen orta Asya kökenli Türk kavimlerince kurulduğu yönünde bilgiler ve kaynaklar bulunmaktadır.
KUM RENGİNDE İKİ BAŞLI
GÜMÜŞ KARTAL YUVASI
TRABZON Trabezonda, Trebozanda,Trebisond, Trapezunt, Trabzison ve Trepızond” olarak okunsa da onlamı :Kartal Yuvası
Münir BALICA
Dağların eteklerinden başlayıp limana kadar uzandıktan sonra Karadeniz’le buluşan Trabzon yaylası bazen yamaçlara yayılmaya hazır bir fırtına bulutunun altındaki kasvetli bir görünüşe sahip olmaktadır. Ya da tropikal iklimlerin güneşini andıran kızgın bir güneş altında madeni bir parıltı güzelliğinde yeşil , mavi karışımı görünüşü ressamların tablolarını kıskandıracak bir mükemmelliğe erişmektedir…! Yaylaların eteklerine sessizce çömelmiş olan kırmızı damlı bu muhteşem kent denize teslim olmuş gibidir. Deniz ise sinesindeki fırtınalar ve sis ile bu şehrimiz tarihin derinliklerine baktığımızda çoğu zaman Rusya tarafından gelebilecek huzursuzluklar hüznün kaynağı olmuştur…! Bu kentimizin tarihteki ilk ismi konuk sevmez, konuk barındırmayan anlamına gelmekte olan “ Axine” iken genç Yunanlılar döneminde olarak konuksever anlamına gelen “ Euxine” olarak değiştirilmiştir…! Daha sonraları bu şirin kentimizin adının Yunan Ksenophon’ un Anabasis ‘ in ; Onbinlerin dönüşü adlı eserinde ” TREPIZOND ” olduğu görülmektedir…! Karadeniz’in aç gözlüğüne, doğa sınırsız bir başıboşluk ve muhteşemlik tanımıştır. Bu gün dahi Trabzon’da yaşayanlar Yeros burnunun ilerisindeki, kuzey batıdan esen karayelden korkmaktadırlar…! Kent, iki yüz elli yıl boyunca, zengin ama çökmekte olan bir imparatorluğun başkenti olmuştur. Bu imparatorluk daha sonraları Bizans’ın uydusu haline geldi. Geçit vermeyen doğal kaleler ve barikatlar sayesinde önce Selçuklulara, daha sonraları Osmanlı Türk akınlarına, Konstantinopol düşmesinden sonra sekiz yıl daha Türk istilalarına karşı koymayı başarmıştır…!
sayı//65// aralık
94
Bu şehrimizin yüz yıllar boyunca gizemli güzelliği ile Ksenophon, Evliya Çelebi, Marko Polo, Fallmeray, Frunze gibi yüzlerce seyyahın ilgisini çekmesi sonucu, “ Seyahatnamelerindeki “ ortak konu gizemli bir tabiatı, coğrafi konumu olan Orta Asya, Kafkasya, Uzakdoğu, Orta doğu olmak üzere İstanbul ve Avrupa arasındaki kültürel ve ticaret merkezi olmasında birleşmişlerdir…! Tarihsel süreçte kent Gaşkalar, Kimmerler, Persler, Romalılar, Bizanslılar ve Kommenosların egemenliği altına girdiği görülmektedir. 26 Ekim 1461’ de Fatih Sultan Mehmet ‘in Fethettiği, Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığı, Kanunu Süleyman gibi “ muhteşem “ diye adlandırılan bir padişah bu ilimizde gözlerini dünyaya açmış, bu kentin koynunda 15 sene bir cihan padişahı olmanın yeteneklerini geliştirmiş ve burada yetişmiştir…! Trabzon yeşilin her tonunu sergileyen bir bitki örtüsü ile kıymetli bir hazinedir. Tarımsal ürünlerin başında tütün, fındık ve çay yöre halkının geçimine katkılar sağlamaktadır. Adına şiirler yazılan Hamsi bu bölge mutfağının vazgeçilmezidir. Roma devrinde MS. 5 yüzyıllarda yapıldığı sanılan bir tepenin üzerinde uzunca ve dört köşe şeklinde olan Trabzon kalesinin bir bölümü ayakta kalmış, bu surlar şehrin eski yapısal durumunu otantik bir şekilde gözlerimize ve bilgilerimize hitap etmektedir.! Bu kale kıyıdan başlayarak güneye doğru, Boztepe dağına kadar uzanmaktadır. Tarihe baktığımızda MÖ. 5 yapıldığı kaynaklarda belirtilmiş olan şehri tamamen gören surların varlığından yazmamak olmaz…! Trabzon’un surları Yukarı Hisar, Orta Hisar ve Aşağı Hisar olarak üç bölüme ayrılmaktadır…! Akçakale ; Trabzon’un 18 km. batısında, denize hakim teras gibidir. Kalenin (1297- 1330 ) tarihleri arasında İmparator Aleksios tarafından Selçuklulardan korunmak için yaptırıldığı sanılmaktadır. Trabzon’un fethinden sonra kale yedi yıl savunulmuş, daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in komutanlarından Mahmut Paşa tarafından ele geçilmiştir. Kuşatma sonucunda şehit düşen Mahmut Paşa bu kaleye gömülmüştür…!
Kalepark ; Yabancı kaynakların adından Leonkaston olarak söz ettikleri bu kale Trabzon’da önemli kolonileri bulunan Cenova ve Venedik korsanları tarafından kentin doğusunda limana hakim bir nokta üzerine kurulmuştur. Bu Kalepark’a ( 1740 ) tarihinde kentte valilik yapan Üçüncüoğlu Ahmet Paşa tarafından saray yaptırılmış, bu saray bilinmeyen sebeplerden dolayı (1790) da yanmıştır..! Bu kale doğu’ dan Rize, batıdan Akçabat istikametine, kuzeyden de Karadeniz’e nazır mükemmel bir güzellik arz etmektedir..! Kalepark, Trabzon’a Ruslar tarafından yapılan bombardımanlarda önemli tahribatlara uğramıştır…! Cephanelik; Trabzon tarihi yapıları içerisinde, en çok dikkate çeken ve tartışılan bir yerdir. Yıldız sarayı resimlerinde bu yapının (1305 ) yılında yapıldığı görülmektedir. Kapısının üzerindeki 11. Abdülhamit tuğrası ve kitabe bunu doğrulamaktadır. Bazı bulgularda bu tarihi yapının ismini İrene kulesi olarak geçtiği de varsayımlar arasındadır…! Meryem Ana ( Sümele) Manastırı ; Maçka ilçesinin Altındere köyü sınırları ve Altındere vadisine hakim Karadağ’ın eteklerine, denizden yirmi mil içerisine, dağın sarp kayalıkları üzerine kurulmuştur. Günün şartlarında muhteşem ağaçlardan süzülen nem damlalarını yüzlerden silerken, bir insan bu yapıtın yapıldığı yer olarak en güzel tarihi çizgisi olduğunu düşünmeden alamamaktadırlar…! Maçka ilçesinin Altındere köyü sınırları ve Altındere vadisine hakim Karadağ’ın eteklerine kurulmuştur. Halk arasında “Meryem Ana “ ismiyle de anılmaktadır. Vadiden 300 metre yüksekliktedir…! Her baktığımızda, ilk defa görüyormuş gibi olduğumuz bu tarihi yapı “ Sumale” adını siyah anlamına gelen “Melas” sözcüğünden aldığı söylenmektedir. Bu ismin kurulduğu köy “ Karabağlar” geldiğini düşünenler olsa da, Çoğunluk “ Sümela” kelimesinin Meryem tasvirine bağlamaktadır…! Bazı kaynaklara göre, Bizans İmparatoru 1.Theodosius zamanında Atina’dan gelen Barnabas ve Sophranios isimli iki rahip tarafından kurulmuş olduğu ve Manastırın 6. 95
Çan kulesi kilisesi ; ( 1427 ) yılında kilisenin arkasında yer almaktadır. Kilisenin kuzeyinde bulunan üç apsisli şapel kalıntısı ise daha erken dönemlere ait olduğu sanılmaktadır. Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethinden sonra bu yapı camiye çevrilerek vakıf eseri olmuştur…!
yüz yılda İmparator Justinianus’un Manastırın onarılması ve genişletilmesini sağlamıştır. Sümela Manastırı şimdiki bu durumuna 13. yüz yıl itibarıyla gelmiş ve sürdürmektedir. Bu arada ( 1204 ) yılında kurulan Trabzon Kommenos krallığında, 111. Alexsios ( 1349-1390) zamanında Manastır çok önem kazanmış ve fermanlarla gelir elde edilmiştir. Karadeniz’in Türk egemenliğine girmesiyle Manastır Osmanlı padişahlarının değer vermesiyle korumaya alınmıştır. Sumela Manastırı Rus işgalinde el konulmuş, bu dünya harikası yapı talan edilmiş ve içi tamamen boşaltılmıştır. Sumela Manastırın başlıca bölümleri şöyledir; Ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazmadır. Bu bölümler geniş alanlar üzerine imar edilmiştir. Şapeldeki freksler ise 18. Yüzyılın başlarında yapıldığı tahmin edilmektedir. Freksler de işlenen konular İncil’den alınmış olarak, genelde Hz.İsa ve Meryem hayatı ile ilgilidir…! Ayasofya Müzesi ; Günümüzde halen müze olarak kullanılmaktadır. Kommenos Krallarından 1. Manuel zamanında ( 1238-1263 ) yılları arasında inşa edilmiştir. Ayasofya Müzesi Hıristiyan hat sanatının yanı sıra Selçuklu ve batıdaki revak cephelerinde görülen geometrik geçmeli içeren madalyonlarla, batı cephesinde görülen mukarnaslı işler Selçuklu özelliklerini taşıdığı şahid olunmaktadır. sayı//65// aralık
96
Trabzon Müzesi ; Zeytinlik caddesinde (1898- 1913) yılları başlarında Banker Kostaki Teophylaktos tarafından konak olarak yaptırılmıştır. Konağın tüm yapı malzemeleri İtalya’dan getirilmiştir. Banker ( 1917 ) yılında iflas ettiğinde, konak Nemlioğlu ailesi tarafından satın alındı. Mustafa Kemal Atatürk 15-17 Eylül 1924’te Trabzon’a yaptığı ilk ziyarette eşi Latife Hanım ile bu konakta konaklamışlardır. ( 1937 ) yılında bu bina Milli Eğitim Bakanlığına tahsis edilmiş, 50 yıl Kız Meslek lisesi olarak hizmet verdikten sonra ( 1987 ) yılında Müze olarak kullanılmak üzere Kültür bakanlığına tahsis edilmiştir…! İskender paşa camii; Avlusunda yer alan medresesi yıkılmış, batı tarafındaki mezarlık kaldırılmıştır. Camiin içerisinde sadece İskender Paşanın türbesi bırakılmıştır. Camii değişik zamanlarda yapılan restorasyonlarda orjinalliği bozulmuştur. Bu yapı İznik’teki Yeşil camiye çok benzemektedir…! Çarşı camii ; Uzun yıllar Trabzon’da valilik yapan Hazinedarzade Osman Paşa tarafından (1839) yılında yapılmıştır. Caminin saha eğilimli olduğu için, kuzey cephesine cemaat mahallinin altına dükkanlar yerleştirilmiştir. Şehrin en büyük camiidir…! Erdoğdu Bey camii; 1577 yılında Trabzon valisi Erdoğdu bey tarafından yaptırılmıştır. Cami birçok onarım geçirmiş ve geniş ölçüde özelliklerini yitirmiştir. Yeni Cuma camii ; Trabzon’un kurtarıcı azizi Eugenios’a izafe edilmiş bir kilisedir. Kilisenin ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Araştırmacılara göre yapının Bazilika olduğu görülmektedir. Ayrıca (1291) yılına ait bir kitabe bulunmuştur. Bu günkü yapının 14. Yüzyılda imar edildiği sanılmaktadır. Yapının bugün narkesi yoktur. Uç neftli ve apsislidir. Orta apsis içten yuvarlak, dıştan beş köşelidir. Diğerleri at nalı, dıştan yuvarlaktır. Ayrıca orta apsinin dışında kartal ve güvercin kabartmalarına yer verilmiştir. Trabzon’un fethinden sonra camiye çevrilen yapıya kuzey giriş kısmı ile minare ilave edilmiştir…!