Biz’den…
“Unutulmamak İçin Unutmamak Lazımdır.” Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu. Varıp eşiğine alnımı koydum Sanki bir yeraltı nehri kaynıyordu. Mehmet Akif İnan Ocak ayı, ayaz ve soğukla beraber gelmesine rağmen yeni yılın ilk ayı olması yenilenmenin ve taze umutların da başlangıcıdır. Kış mevsiminin soğuk geçtiği zaman dilimine eski dilde zemheri ayı derler. Zemheri soğuklarıdır bugünlere adını kazıyan... Yeniden umutların var olduğunu hatırlatır ocak ayı. Ocak ayını yaşamadan baharın hayalini kuramazsınız. Sağlığında biraz problemi olan insanlar, dikkat etmezlerse bu ayın soğukları onları ebedi âleme taşıyabilir. Zemheri ayına aynı zaman da ölüm ayı da denir. Ülkemizin önemli edebiyatçıları, yazarları, şairleri ve mimarlarından bu ay içinde kaybettiklerimizi hatırlıyorum. Yazımın başında yer alan şiiri kendisi ile özdeşleşen Kudüs Şairi Mehmet Akif İnan üstadı kaybettik 2000 yılının 6 Ocağı’nda, altmış yaşında bir civan insanı… Ali Şir Nevai, 3 Ocak 1501’de kaybettiğimiz, Uygur kökenli Heratlı şair, edebiyatçı, siyasetçi önemli bir şahsiyetti. Edebiyat tarihimizde 7 divan külliyatı bulunan tek şairimizdi. Unutulmazlar arasında kaydetmemiz gerekir. Süleyman Nazif’i de bu ay içinde kaybettik 1927’de. İstanbul işgalini, yazdığı makale ile bugünlere taşıyan Malta sürgünü yaşamış önemli bir şahsiyetimiz.Bayrak Şairimiz Arif Nihat Asya, yazdıklarıyla vücudumuzu titreten şairlerimizde. 1975’te kaybettik. 5 Ocak’ta... Mehmet Emin Yurdakul, 1944 yılının 14 Ocak günü aramızdan ayrıldı. Vatan şairlerimizdendi. Nef’i 1635 yılının Ocak ayında ayrılmış aramızdan. Neredeyse dört asır olmuş, eserleri ile hâlâ aramızda. Belki yirmi kere çevirip çevirip okuduğum divanını iki gün önce tekrar okuyup tazelenmiştim… Yazdıklarıyla benim örnek aldığım şahsiyet Ahmet Hamdi Tanpınar’ı 25 Ocak 1962’de uğurladık aramızdan… Recaizade Ekrem’i 1914’te, Ziya Osman Saba’yı 1957’de, Ebuzziya Tevfik’i 1913’te, İsmail Habib Sevük’ü 1954 yılında, Halide Edip Adıvar’ı 1964 yılında, Abdülbaki Gölpınarlı’yı 1982 yılında gene bir ocak ayında kaybetmiştik… Sesinde ne var biliyor musun / Uykusuz Türkçe var/ İşinden memnun değilsin / Bu kenti sevmiyorsun/Bir adam gazetesini katlar dizelerini 8.10 Vapuru şiiriyle bugünlere ulaştıran Cemal Süreya’yı da 1990 yılında kaybettik. Özdemir Asaf 1981’de, lügatçi ve Türk diline hizmet eden değerli edebiyatçımız Mustafa Nihat Özön 1980’de aramızdan ayrıldı. Özgün hayatı, kendine has sanatı ve kişiliği ile benim ve tabii ki milletimizin çok değer verdiği önemli bir sanat ve edebiyat insanı Neyzen Tevfik Kolaylı’yı 28 Ocak 1953’te
kaybettik. Rahmetli Fethi Ağabey’in kendisi hakkında söylediği hüsnüşehadeti çok önemsiyorum.Türk edebiyatının masal kaynaklarını araştırıp günümüze taşınmasına vesile olan, yazdığı En Güzel Türk Masalları ve Dede Korkut Masalları kitaplarıyla yurt dışında Andersen Masal Ödülü’nü iki kez alarak masal kültürümüzü dünyaya tanıtan Masalcı Baba adıyla maruf Eflatun Cem Güney üstadımızı 1981’de Ocak ayında kaybettik. Şair ve yazarımız rahmetli Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ağabeyi edebiyatçı, dört dilden tercüme yapabilen, Şekspir’in eserlerini dilimize nefis bir tercüme ile kazandıran Sabahaddin Eyüboğlu 1973’te aramızdan ayrıldı. Türk kütüphaneciliği ve kitap aşkı denince ve özellikle Dîvânu Lugâti’t-Türk denince hemen akla gelen Ali Emiri Efendi 23 Ocak 1924 yılında aramızdan ayrıldı. Dersaadet Kültür Platformu olarak on yıldır 23 Ocak’ta Fatih Camii Haziresi’nde dualarla, hatimlerle anıyoruz kendisini. Millet Kütüphanesi’nde onun ömrünü vakfettiği kitapları arasında hatıralarını tazeliyoruz Diyarbakır’ın bu münevver insanını.. Türk müziğimizin kadın bestekârlarından Leyla Saz hanımefendi ile Vezir Giritli Sırrı Paşa’nın oğlu Mimar Vedat Tek , Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminin önemli mimarlarındandı. Eserleri ile belki hep karşılaşırız. Çokça bilinen eserleri arasında Sultanahmet’te Tapu Kadastro binası veya Defter-i Hakani binası, Cemil Topuzlu Köşkü, Sirkeci’deki Büyük Postane, Hobyar Camii, Ankara Palas binası, İkinci Büyük Millet Meclisi binası, Sütlüce Mezbahası, Fatih Sultan Mehmet Vakfı Üniversitesinin rektörlük binası, Fatih Saraçhane Parkı’ndaki Hava Şehitleri Anıtı ve çok önemli bir yapı olan ve maalesef yanan Zeynep Hanım Konağı (Darülfünunun ilk binası) bazılarıdır. Edirnekapı Şehitliği’nde metfun İstanbul’un kapısında bir gözlemci gibi istirahattedir… Gazeteci, dergici, yazar, kendisini örnek aldığım insan, öz ağabeyim Abdullah Emin Berse’yi de 47 yaşında iken 1990 yılının Ocak ayında kaybetmiştik. Sakızağacı Şehitliği’nde verdik toprağa… Ve tabii ki yıllardır “Bizden” yazılarımın final cümlesini devşirdiğim, çok sevdiğim Şeyh Galip’i 1799 yılının 3 Ocak günü kaybettik… Yeni bir yılda yeni bir sayı ile karşınıza gelirken “Geçmişte kaybettiklerimizi hatırlamak, hatırlatmak görevimizdir.” düşüncesiyle kıymetli büyüklerimizi burada rahmetle anmak istedim. Unutulmamak için unutmamak lazımdır. Gün gelir bu satırların yazarı için de benzer cümleler yazanlar çıkar elbet… “Her sayı taze bir başlangıçtır.” dedik ve saçımızı taradık huzurunuza geldik. Hz. Mevlana şöyle der: “Allah katında değerli olmak ve yükselmek ancak hiçlik ve tevazu ile olur!” “Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza.”
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 7
PiR-i TÜRKiSTAN AHMET YESEVÎ KÜLLiYESi VE
KÜLTEPE ŞEHRi
Abdulhamit AVŞAR
16
DERSAADETTE BiR PAYİTAHT -II-
Mehmet Kâmil BERSE
DÜNYA, DEVLETLERiYLE
BÜYÜK BiR ŞiRKETTiR
Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN
8 12
ANADOLUHiSARI AMCAZÂDE
HÜSEYiN PAŞA YALISI DiVANHANESi
Dr. M. Sinan GENiM
22
GiZEMLi ŞEHiR
“KÂŞAN”
Salih DOĞAN
30 MEKKE
YiTiK COĞRAFYANIN ŞEHiRLERi
Hüseyin YÜRÜK
FERGANA’DA DiNLENEN SÂHÂBELER
Dr.Mimar Kâmil UĞURLU
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak
36
ŞEHRE KALBiYLE BAKAN USTAYDI
TURGUT CANSEVER Mustafa UÇURUM
Sanat, Kültür / Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
20 ERDEMLİ ŞEHİRLER / Mehmet MAZAK 28 ANTALYA; BİR HUZUR VE SEVGİ ŞELALESİ ŞEHİR / Fahri TUNA 34 TEKİRDAĞ / Mehmet KURTOĞLU
46
SANAT ASLINDA TEKTiR;
38 TÜRKİYE DE ACİLEN “İSLAM ŞEHİRCİLİĞİ VE MİMARİSİ ENSTİTÜSÜ” KURULMALIDIR / Dr.Şimşek DENİZ
Söyleşi:Zeynep Betül KAVAK
40 MEHMET ÂKİF NEREDE? ORADA, BURADA VEYA HER YERDE!/ Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
iLÂHi SANAT..
43 KILIÇLA HASBİHAL / Erbay KÜCET 44 ŞAİR NABİ’NİN ÜÇ ŞEHRİ: URFA-HALEP-İSTANBUL -1- / Dr. Şakir DİCLEHAN 50 SARIKAMIŞ / Recep GARİP 52 YAŞADIĞIM ŞEHRİN SAKLI YÜZÜ! / Muhsin İlyas SUBAŞI
54
YEREL MEDYA
KÜLTÜRÜ
Erbay KÜCET
56 SAVAŞ, ŞEHİR VE MASAL / Ali BAL 58 ELAZIĞ (EL-AZİZ) / Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN 63 NEYİN OLUR? -şiir- / Kâmil UĞURLU 64 MAHLASSIZ GAZELLERE BENZER DİLSİZ DUVARLAR; BOLVADİN’E DAİR / İmdat AKKOYUN 67 HZ. SÜLEYMAN KISSASI İLE HIRS VE TAMAHTAN ARINMA / Ahmet AYGÜN
68
70 ISPARTA’DA KADINLAR YAZIN NASIL EĞLENİRLER -1- / Hikmet TURHAN • Yay. Haz.: Prof.Dr.Âdem EFE*
O BiR ŞEY
SÖYLÜYOR...
Ezgi Elçin OYNAK
73 YILLARA MEYDAN OKUYAN MATERYAL: SÖZLÜK / İbrahim AKÇAY 74 ALLAHUEKBER’DEKİ ÖLÜMSÜZ KAHRAMANLAR... / İsmail BİNGÖL 77 ALİ SUAT BİR OSMANLI BÜROKRATIN SURİYE, IRAK VE ARABİSTAN SEYAHATNAMESİ / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 78 İSTANBUL’DAN KAHRAMAN MARAŞ’A 100 YILLIK BİR ÖYKÜ: YÖRÜK SELİM BEY / Serdar YAKAR 80 OSMANLI’NIN MİRASI SOFYA / Şifanur Özçelik ŞİRİN 82 TÜRKİYE'NİN ŞEYH-Ü MUHABİRİN GAZETECİSİ ŞEMSİ SILKIM / Hüseyin MOVİT
92
iSMET YEDiKARDEŞ RESiM SERGiSi
85 ALİ YAKUP CENÇİLER HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ-3- / Mustafa ATALAR
MEDENiYETLER KAPISI
86 HÜZNÜN BİR BAŞKA ADRESİ; DOĞU TÜRKİSTAN -2- / Muhsin DURAN
Mehmet Lütfi ŞEN
88 ŞEHİR SOHBETLERİ 25 | KÖYÜMÜ / Ahmet NARİNOĞLU
MARDiN
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof. Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof. Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof. Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
94 ÖMRÜNÜ GENÇLERE ADAYAN YAZAR TALİP ARIŞAHİN / Mehmet Nuri YARDIM Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com Kapak Fotoğrafı: Kariye Camii Fatih / İstanbul
PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVÎ KÜLLİYESİ VE
KÜLTEPE ŞEHRİ
Talas Savaşı’nın Avrasya tarihindeki sonuçları da büyük olmuştur. Bu tarihten sonra Çinlilerin Orta Asya’yı bütünüyle ele geçirme, dolayısıyla Batı’ya açılma hayalleri sona ermiştir. Savaşın bir başka önemli sonucu da Türklerin İslamiyeti yakından tanımaları olmuş, Abdulhamit AVŞAR*
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//66// ocak
4
rta Asya’da İslâmiyet’i ilk kabul eden Karahanlılar, gerek Türk gerekse İslam dünyası için çok önemli bir dönemi ifade eder. Türkiye’deki tarih öğretiminde çok fazla üzerinden durulmayan bu dönem, aslında günümüzde kadar uzanan pek çok etkisiyle araştırılması, bilinmesi gereken son derece önemli bir tarihi devirdir. Karahanlılar, bugünkü Doğu Türkistan’dan Kazakistan’a, modern devirlerde “Orta Asya” olarak tanımlanan tüm coğrafyaya hâkim olmuşlardır. Bu dönem siyasi olduğu kadar sosyal ve kültürel olarak da inşa edici bir mahiyet gösterir. Bilindiği gibi, İslamiyet’in Türklerin anayurdu olan toprakların sınırına gelmesi daha 7.asırda gerçekleşmiş, ancak Türklerin kütlevi olarak bu son dine girişleri daha uzun yıllar almıştır. Bu anlamda dönüm noktalarından biri Talas Savaşı olmuştur. 751 yılında Müslümanlarla Çinliler arasında yapılan bu savaşta Türkler, Müslüman Arap ordularının yanında yer alarak galibiyette büyük rol oynamışlardır. Talas Savaşı’nın Avrasya tarihindeki sonuçları da büyük olmuştur. Bu tarihten sonra Çinlilerin Orta Asya’yı bütünüyle ele geçirme, dolayısıyla Batı’ya açılma hayalleri sona ermiştir. Savaşın bir başka önemli sonucu da Türklerin İslamiyeti yakından tanımaları olmuş, o zamana kadar birçok kez karşı karşıya gelen Araplarla Türkler arasında yakınlaşma başlamıştır. Müslüman Araplarla Türkler arasında süren bu uzun dönemli sulh Türklerin İslamiyet’i daha çok tanımaları ve inanarak kabul etmelerine vesile olmuştur. Ve ardından Abdulkerim ön adını alacak olan Satuk Buğra Han şehzadelik döneminde kabul ettiği İslamiyet’i, tahta oturduğunca devlet dini olarak ilan etmesi İslamiyet’in Türkistan’da yayılmasını hızlandırmıştır. Karahanlılar dönemindeki önemli merkezlerden biri de bugünkü Türkistan şehriydi. “Türkistan” kelimesi, Sovyetler Birliği öncesi tüm Orta Asya’yı ifade etmek için kullanılıyordu. Sovyetler döneminde ise yalnızca bir bölgenin adı haline getirildi ve Orta Asya terimi yaygınlaştı. Türkistan şehri “Yesi”, “Evliya Ata” olarak da adlandırılmıştır. Burası, bağımsızlığın ilk yıllarında küçük bir yerleşim yeri iken bugün, devletin gösterdiği özel ihtimamla, kadim şanına uygun bir şehir haline gelmektedir. Kazakistan’ın bağımsızlığından sonra, burada açılan Hoca Ahmet Yesevî Üniversitesi, şehrin yeniden ihyası hususunda
dev adımlardan bir olmuştu. Özellikle son yıllarda, Türk dünyasının aksakalı Nursultan Nazarbayev’in özel ilgisiyle ülkenin en canlı ve gelişen yerlerinden biri olma yoluna hızla ilerlemektedir. Bu bağlamda Elbaşı Nazarbayev, 2018 yılında “Türkistan”a eyalet vermiş ve idari yönden güçlendirmiştir. Hatta Aralık 2019’da Türkistan’a yaptığı son ziyareti sırasında, ülkenin başkentinin değiştirilmesi konusu gündeme geldiğinde, ilk olarak Türkistan şehrini başkent yapmayı düşündüğünü ancak o günkü şartlar itibariyle bunun mümkün olmadığını açıklamıştır. Elbaşı’nın ülke içinde ziyaret ettiği yerlerin başında da Türkistan gelmektedir demek yanlış olmaz. Verilen bu önem sayesinde ülke içi ve dışından bu bölgeye pek çok önemli yatırım yapılmaya başlanmış, alt yapı çalışmaları hızlandırılmıştır. Bunlardan biri de, 1-2 yıl içerisinde tamamlanması öngörülen uluslararası havaalanıdır. Kazakistan kamuoyu Türkistan şehrini, Hoca Ahmet Yesevî’den dolayı Türk dünyasının manevi başkenti olarak tanımlamaktadır. Yapılan çalışmalar tamamlandığında bu sözün daha bir ete kemiğe büründüğü görülecektir. Diğer yandan “Türkistan Eyaleti”nde, Yesevî Külliyesi’nin yanı sıra, yalnız Kazakistan ve Türk dünyası için değil İslam dünyası için de önemli pek çok merkez ve eser bulunmaktadır. Bu da bölgenin manevi önemini arttırmaktadır. “Türkistan” yani Türklerin yurdu olarak anılan bu şehir tarihî İpek Yolu’nun en önemli güzergâhlarından biriydi. Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya gidip gelen kervanlar şehrin misafiri oluyorlardı. Burası bugün ise bambaşka bir amaç için ziyaret edilmekte, insanları misafir etmektedir. Türkistan şehri, dinî merkezlerin şehir hayatının belirlenmesindeki rolüne en çarpıcı örneklerden biridir. Şehre adını veren Hoca Ahmet Yesevî Camii ve Külliyesi, şehrin ruhunu da şekillendirmiştir. Türkistan şehrine adımınızı atar atmaz, derhal bir başka mekâna geldiğinizi hissediyorsunuz. Şehrin o kendine özgü atmosferi insanı daha ilk adımda sarmalıyor ve bambaşka bir iç âleme sürüklüyor. Adına vefatından yaklaşık iki asır sonra büyük hükümdar Emir Timur tarafından bir külliye inşa ettirilerek, mezarı üzerine türbe inşa ettirilen Hoca Ahmet Yesevî, adı Orta Asya ile özdeşleşmiş, etkileri, alperenleri yoluyla Balkanlara kadar ulaşmış büyük bir mutasavvıftır.
Hoca Ahmet Yesevî, 1093’te bugünkü Kazakistan’ın Çimkent şehri yakınlarında bulunan Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. Hayatının büyük kısmı, o zamanki adı Yesi olan Türkistan şehrinde geçmiştir. Bu sebeple de Yesevî mahlasını almıştır. 73 yaşında burada vefat etmiş ve bugünkü yerine defnedilmiştir. Küçük yaşlardan itibaren dinî eğitim almaya başlayan Yesevî’nin ilk hocası ünlü mutasavvıf Arslan Baba’dır. Kazakça söylenişi ile “Arıstan Bab”ın adı çeşitli menkıbelere de konu olurken Yesevî’ye ait hikmetlerde de zikredilmektedir. Kendisinin Otrar (Fârâb)’da yaşarken, Peygamberimizden aldığı bir manevi işaretle Yesi’ye geldiği ve yetim kalmış olan 7 yaşındaki Ahmet Yesevî’nin hem yol göstericisi hem de ilk öğretmeni olduğu rivayet edilmektedir. Manzum eserleri Divân-ı Hikmet adıyla bir araya toplanan Ahmet Yesevî’nin Orta Asya’nın manevi hayatındaki asıl önemi Türklerin yaşadığı her yerde asırlarca sürecek bir etki bırakmasından kaynaklanır. “Yesevîyye” adı verilen bu tarikat yoluyla yetişen ve Türkçe’de “alp eren” olarak adlandırılan derviş savaşçılar, Ural boylarından Anadolu’ya, Çin Seddi’nden Tuna Nehri kıyılarına kadar İslâmiyeti tebliğ için mücadele ettiler. Nitekim Anadolu’yu Selçukluların vatanlaştırma mücadeleleri sırasında Ahmet Yesevî’nin gönderdiği dervişlerin büyük katkıları olmuş, orduların fethettiği yerlerin manevi inşasında başat rollerden birini üstlenmişlerdir. Ahmet Yesevî Külliyesi, Büyük Timur İmparatorluğunun kurucusu Timur tarafından 1389 yılında inşa ettirilmiştir. Külliyenin içinde caminin yanı sıra 5
bir dergâh, mutfak ve diğer hizmet binalarıyla birlikte göz alıcı bir türbe de yer almaktadır. Hoca Ahmet Yesevî’ye ait bu türbe, turkuaz renkli kubbesi ve çinilerle kaplı duvarlarıyla ihtişamlı bir görüntüye sahiptir. Devrinin mimarî şaheserlerinden olan türbe, Timur tarafından yaptırılan binaların en büyüklerinden biridir. Türbenin duvarlarında dönemin hat sanatının güzel örneklerini de görmek mümkündür. Ahmet Yesevî Türbesi’nin portal kapısının bulunduğu devasa cephesi, Timur’un vefatından sonra yarım kalmış ve günümüze kadar bu haliyle gelmiştir. Pîr-i Türkistan olarak da tanınan Ahmet Yesevî, 63 yaşındayken dergâhının altına dehlizle ulaşılan bir halvethane yaptırmış ve vefatına kadar on yıl boyunca burada ibadet ve riyazetle meşgul olmuştur. Bu davranışının sebebini de, Peygamberimizin 63 yaşındayken vefat etmesi olarak izah etmiştir. Yani, Hoca Ahmet Yesevî, Hz. Muhammed (sav)’in vefat ettiği yaştan sonra yer üstünde dolaşmayı edepsizlik görmüş, bunun içinde o yaşa geldiğinde ölümüne kadar devam edecek bir uzlet için yer altında yaşamaya başlamıştır. Divân-ı Hikmet’inin büyük bölümü burada kaleme alınmıştır. Türbenin hemen yakınında bulunan bu uzlethane, restore edilerek ziyarete açılmıştır. (Yesevî Külliyesi’nin harap vaziyetinden bugünkü halini almasında Türkiye’nin rolünün de özellikle altının çizilmesi gerekir.) Ancak, 2010 yılında Türkistan’ı ilk ziyaretimden beri, zihnimi kurcalayan bir soru vardı. Nihayetinde Yesevî Türbesi’nin bulunduğu yer bir mezarlıktı, peki buranın yerleşim yeri neresiydi? sayı//66// ocak
6
Bu sorunun cevabı, 2018 yılından itibaren bölgede başlatılan kazılarla ortaya çıktı. Türbenin yaklaşık 1 km yakınlarında “Kültepe” adlı bir şehir kalıntısı bulundu. Burada Türgeş Devleti’ne ait bir metal parasının bulunması, şehrin şu anki bilinen tarihini 9. yüzyıla kadar götürmektedir. Yaklaşık 27 hektarlık bir alan üzerine kurulduğu görülen şehrin kalıntıları arasında özellikle 14. yüzyıla ait çok değerli eserler bulundu. Bunların arasında altın, demir ve bronzdan yapılmış eşyalar, işlemeli seramik kaplar, madeni paralar, tabak-çanak parçaları gibi pek çok eşyayı ihtiva eden 6 bini aşkın eser bulunmaktadır. Yine Kültepe’nin değişik yerlerinde üç adet Kur’an-ı Kerim meali bulunması da, daha o dönemde bile Türkistan Türkleri’nin İslâm’ı anlama çabalarını ortaya koyması bakımına son derece dikkat çekicidir. Kazı alanında çok sayıda mimarî mekân da ortaya çıkarıldı. Bunlardan birisi duvar yüksekliği 9 metreyi bulan şehrin camisi. Şu an üstü kapatılan bu alanda titiz bir arkeolojik çalışma devam ettiriliyor. Bura dışındaki yerlerde de yüzey kazılarıyla şehrin iskeletini ve mimari kuruluşunu ortaya çıkaran çalışmalar yapılmış. Kazı alanı gezildiğinde dönemin sokakları ve evlerinin nasıl olduğu hakkında önemli bilgiler edinmek mümkün. Özetle denilebilir ki, Kültepe, geleneksel Anadolu şehirlerinin bir benzeri kent kuruluşuna sahip. Bu da Hoca Ahmet Yesevî’nin yaşadığı dönemde şehrin çok canlı bir sosyal ve ekonomik hayata sahip olduğunu ve oldukça önemli bir nüfusu bulunduğunu ortaya koymaktadır. Burada altının çizilmesi bakımından önemli olan bir başka husus da, bölgedeki yer adlarının, özellikle Kayseri yöresindekiler ile gösterdiği büyük benzerlik. Biliyorsunuz, bu bölgenin önemli bir yerleşim yeri olan “Talas” adı Kayseri’ye taşınmış durumda. Yine Kayseri’de “Kültepe” adlı bir yer daha var ve ilginçtir orası da kadim bir yerleşim yeri. Denir ki, şehirler inşa edilirken, ona bir uh üflenir ve bu şehirde yaşayan insanlar üzerine de sirayet ederek onların ruhunu da şekillendirir. Bu ifade Hoca Ahmet Yesevî Camii ve Külliyesi için özellikle böyledir. Yüzlerce yıldan beri burada şekillenen ve şehri kuşatan atmosfer buraya gelenleri kucaklayıp kendi iklimi içine çekerken, yakılan meşalenin ışıkları da Türk-İslâm dünyasının dört bir yanı aydınlatmaya devam ediyor.
DÜNYA, DEVLETLERİYLE
BÜYÜK BİR ŞİRKETTİR Küre dünyanın kare dünyaya dönüşmesi, şirketi lider ortaksız bırakmıştır. Amerika’nın ve Rusya’nın tek başlarına, şirketi ayakta tutmaları mümkün değildir. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
ünyanın ekonomik, siyasal ve kültürel gelişmesinde, On dokuzuncu yüzyıl Avrupa, Yirminci yüzyıl Amerika yüzyılı olmuştur, Yirmi birinci yüzyıl Asya yüzyılı olacaktır. Ancak Yirmi birinci yüzyılda, ağırlık merkezinin Amerika’dan Asya’ya kayması, Amerika ve Avrupa’nın önemlerini, yitirdikleri anlamına gelmez. Artık “Dünya Şirketi” yalnızca Amerikalılar, yalnızca Avrupalılar tarafından yönetilmiyor, şirkette Asyalılar, Afrikalılar da büyük paylara ve önemli söz haklarına sahipler. İşletmeler dünyasında şirketler, bir yönetim kurulu tarafından yönetilen, bir ortaklar topluluğudur. Dünya şirketinde ortak sayısı çoğalmıştır. Hiçbir ortak tek başına, şirketin sahibi değildir. Ortaklardan hiçbiri istediği zaman, istediği kararı alıp, istediği gibi uygulayamaz. Şirkette yönetim bir ana ortaktan, çok sayıdaki ortağa geçmiştir. Çin, Hindistan, Nijerya, Endonezya, Meksika, İran, Brezilya ve Türkiye, şirketin yönetim kurulunun, yeni ve etkili üyeleri konumuna gelmişlerdir, ancak…Küre dünyanın kare dünyaya dönüşmesi, şirketi lider ortaksız bırakmıştır. Amerika’nın ve Rusya’nın tek başlarına, şirketi ayakta tutmaları mümkün değildir. Al Gore “Gelecek” adını verdiği kitabında:
*TC.Maltepe Üniversitesi
“İnsan medeniyeti uzun süredir kat ettiğimiz bir kavşağa geldi. Yollardan birini seçmemiz gerekiyor” demektedir. Dünya bir dönüm noktasındadır. Ortaklar küresel bilinçle yenilenerek, ya kare dünyaya uyum sağlayacaklar, ya da küre dünyanın çıkmaz sokaklarında, krizden krize sürüklenip gideceklerdir. Dünya şirketi Okyanusların ortasında, yolunu bekleyen büyük bir buzdağına doğru, gururla ilerleyen, bir Titanic’e benzemektedir. Gemiden yükselen ölüm çığlıklarını, kimse duymak istemiyor. Gemi hızla, yoluna devam ediyor. Ülkelerin bölünmesiyle, ortaya çıkan yeni ortakların, yönetime katılmasının, hız ve yoğunluk kazandırdığı, bilinç zehirlenmesi, bütün ülkelerin, geleceğini tehdit etmektedir. Seküler dünyanın elinde, şirketin hayat kaynakları, tek tek kurutulmaktadır. Şirketteki bilinç zehirlenmesinin üstesinden gelmek için, yönetim kurulunu ve şirketi oluşturan ortakların, her birinin akıllarının, hem başlarında hem de gönüllerinde olması, bütün ülkeler için hayati önem taşımaktadır. Her ülkenin okyanuslardaki yol güvenliği, ortaklarının akıl gözleriyle ufku, gönül gözleriyle ufuk ötesini görme, yeteneklerine bağlıdır. Bütün ülkeler, seküler Batı dünyasının dinamitlediği, kültürel dokunun ve ekonomik yapının, yıkıntıları arasından, bir anka kuşu gibi, yeniden doğmak zorundadırlar. Siyasal sınırların önemini yitirdiği, düz kare dünyada kimsenin olmayan “Dünya Şirketi”, herkesin olan şirkete dönüşmüştür. Küresel bir akıl tutulmasıyla, karşı karşıya olan şirkette, ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir ülke tek başına karar verme gücüne sahip değildir. Şam, Bağdat, Halep gibi, yüzyılların içinde inşa edilen şehirler, iktidar açlığı çeken, güç sarhoşu, açgözlü şirket yöneticileri tarafından, Dresten gibi, Hiroşima gibi, yerle bir edilmişlerdir. Dünya şirketinin bütün ortaklarında, tehlike sinyalleri yükselmektedir ve toplu ölümler birbirini izlemektedir. Şirketin yönetiminde yer alma çatışmaları, uzakların yakın, yakınların uzak olduğu dünyada, bütün ortakları savaştan savaşa sürüklemektedir. Önceki kuşakların şehirleri yıkılırken, sonraki kuşakların şehirlerinin temelleri atılmaktadır. Dünya şirketinin ortakları farklılıklarını koruyarak, gelirleri ve giderleri paylaşmasını öğrenmezlerse, bütün ülkelerdeki şehirler birer birer Nagazaki’ye dönüşeceklerdir. Şirkette kapılarını Afrikalılara kapatan Avrupalıların, Amerikalıların yol açtıkları savaşları, Asyalıların destekleri olmadan, önlemeleri mümkün değildir. 7
ANADOLUHİSARI
AMCAZÂDE HÜSEYİN PAŞA
YALISI DİVANHANESİ Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün izniyle söz konusu Divanhane’yi onarmak ve geçmişte her iki yanında bulunan yapıları turizm amaçlı kullanmak üzere bir inşaat firmasına ihale edildi. Sanırım bu iş on yıldır devam ediyor, ancak arpa boyu kadar yol alınmadığını görüyorum. Dr. M. Sinan GENİM
alı sözcüğü Türkçe’ye mahsus bir kelime, sanırım yalamaktan geliyor. Denizin sahili yaladığı noktada yapılan yapılara yalı denir. Şimdilerde pek hatırlanmaz ama bu gibi yapılar Farsça leb “dudak” kelimesi ile derya “deniz” kelimelerinin birleşiminden oluşan leb-i deryâ yani derya ile dudak dudağa olarak da tarif edilirdi. İstanbul’un en eski ahşap yapısı leb-i deryâ, hatta ondan öte rıhtımın üzerinden ahşap konsollarla denize doğru taşan Amcazâde Hüseyin Paşa Divanhanesi’dir. İstanbul’un sivil mimarlık örneklerinin acıklı durumunu gören bir grup insan 1976 yılında TAÇ Vakfı’nı kurduğu zaman en acil iş olarak Amcazâde Yalısı’ndan günümüze kalan Divanhane’nin onarımını üstlenmiş, bu yapının cephesini stilize ederek kendine amblem yapmıştı. Taç Vakfı’nın kuruluşundan bu yana 44 sene geçti, ne yazık ki 1976-1977 senesinde yapılan acil onarım dışında Divanhane’nin geleceğe ulaşması için tek bir adım bile atılamadı. Son zamanlarda rahmetli Hüsrev Tayla’nın onarım için yaptığı çalışmalar ise çeşitli yollarla engellendi. Köprülü Vakfı’na ait olan Divanhane ve büyükçe arsası, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün izniyle söz konusu Divanhane’yi onarmak ve geçmişte her iki yanında bulunan yapıları turizm amaçlı kullanmak üzere bir inşaat firmasına ihale edildi. Sanırım bu iş on yıldır devam ediyor, ancak arpa boyu kadar yol alınmadığını görüyorum. Üstelik dışarıdan bir paravan içine alınan Divanhane’nin günümüzde ne durumda olduğunu da bilen yok. Dr. Feridun Nafiz Uzluk, Nazım Divanı’nda bulunan bir tarih beytine göre Amcazâde Yalısı ve Divanhanesi’nin H. 1111/1699 tarihinde inşa edildiğini söyler. Bu tarihe göre 320 yaşında olan yapı gerek mimarisi, gerekse için de bulunan tezyinatı açısından çok önemli olup, günümüze ulaşan tek örnektir. Amcazâde Hüseyin Paşa’nın yazlık olarak kullandığı Anadoluhisarı’ndaki yapılar Harem, Selâmlık ve Divanhane’den oluşmaktadır. Harem ve Selâmlık binalarının fotoğraflarına ulaşmak mümkün olmuştur. Vasiliki Kargopoulo’nun 1870 tarihli 4 numaralı panoramasında, Guillaume Berggren’in 1880, Gülmez Kardeşler’in 1895 tarihli karşı kıyıdan çekilen fotoğraflarında soldan sağa doğru sırasıyla Divanhane ve Harem binaları genel
sayı//66// ocak
8
hatlarıyla seçilebilmektedirler. Zarif Mustafa Paşa Yalısı’na doğru, daha sağda yer alan iki katlı yayvan binanın ise bir dönem Amcazâde ailesi tarafından kullanılan bir yapı olduğu sanılmaktadır. Bir rastlantı sonucu elime geçen ve amatör bir fotoğrafçı tarafından çekilen, Harem binasının yakın plan bir fotoğrafını ise Konstantiyye’den İstanbul’a ait kitabımda yayımlamıştım. Günümüze ulaşan Divanhane’nin Selâmlık’tan arta kalan bir oda olduğu ileri sürülmektedir. Genelde batılıların “T” plan dediği bir plan anlayışına göre inşa edilen Divanhane’nin hemen arkasında, çeşitli oda, sofa tuvalet gibi mekânların bulunması gerekirse de bu mekânların zaman içinde yok olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, Fossati tarafından XIX. yüzyılın ortalarına doğru yapılan bir rölövede, bu bölümde yer alan hacimler net olarak belirtilmiştir. Sedad Hakkı Eldem, Fossati’nin rölövesi üzerine yaptığı bir yorumda; Divanhane’nin hemen arkasında yer alan bölümün, 1870’li yıllarda Abdullah Kardeşler tarafından çekilen fotoğraf ile uyumlu olmadığını ileri sürmektedir. Fossati’nin rölöve yaptığı tarihten kısa süre sonra bu bölümde bir değişiklik yapılmış olmalıdır. 19. yüzyıl ortalarına doğru Fransız asıllı Charles Thèodore Frère tarafından yapılan ve Amcazâde Yalısı’na ait olduğu sanılan bir de yağlıboya tablo bulunmaktadır. Bu tabloda yalının daha sonraki bir tarihte kesilen geniş saçaklarının olduğunu görmekteyiz. Bu resimde de Divanhane’nin
arkasında onun devamı şeklinde bir yapı olduğu anlaşılmaktadır. Divanhane planının simetrik olmasına karşın, devamındaki yapının simetrik olmadığı, Divanhane’nin çift kanatlı büyük giriş kapısının yanında bulunan tek kanatlı bir kapıdan belli olmaktadır. Muhtemelen bu kapı ya bir helaya ya da küçük bir odaya açılıyor olmalıdır. Bu tür divanhane yapılarında çoğunlukla namaz kılmak için yapılmış ikinci bir küçük oda da bulunmaktadır. Divanhane’nin tam ortasında büyük bir fıskiyeli mermer havuz bulunmaktadır. Üstündeki kubbeli bitiş parçası ne yazık ki yüz yıl kadar önce kaybolmuştur. 19. yüzyılın ortalarına doğru Catenacci’nin yaptığı bir iç mekân gravüründe havuzun 9
Divanhane’nin üç tarafının çevreleyen pencerelerin yüksekliği mukarnaslı bir silme üzerine oturan raf ile bitmekte, rafın hemen üstünde kemerli kitabeler yer almaktadır. Divanhane’nin içi tamamen dönemin nakışları ile süslüdür. Nar Çiçeği, gül, karanfil, yasemin ve öncelikli olarak lale çiçeklerinin vazolar içinde resmedildiği bu panolar döneminin en güzel örnekleri olarak kabul edilmektedir.
üstüne denk gelen avize şeklinde bir kandil ile tavanın çeşitli noktalarına asılmış askılar görülmektedir. Divanhane’nin üç tarafı manzaraya açıldığı için, giriş kapısının bulunduğu duvar hariç tüm cephelerinde kesintisiz pencereler bulunmaktadır. Yapının konumu nedeniyle, iç mekânın öğleden sonra alacağı güneş ışığını azaltmak için tepe pencereleri yapılmamış, pencere yükseklikleri çepeçevre yapıyı saran divanlara oturan insanların yüksekliği göz önüne alınarak yapılmıştır. Elde edilen sonucun mükemmelliği ancak yapının içinde oturulduğu zaman değerlendirilebilir. Suyun üzerinden yansıyan ışıkların loş tavan ve duvarlara hareketli ve canlı görüntüler taşıması, duvarlardaki altın varakların yer yer pırıltıları, yaşanması gerekli bir güzellik yaratmaktadır. sayı//66// ocak
10
Dönemin bir tarihçisi Amcazâde Hüseyin Paşa’nın yalıda verdiği bir şölenden bahseder. Davetliler arasında, Efendisi’nin armağanlarını padişaha sunmak ve birkaç ay önce Karlofça’da yapılan antlaşmanın maddelerini onaylatmak için İstanbul’a gelen Avusturya elçisi, antlaşmaya arabulucu devlet olarak katılan İngiltere ve Hollanda elçileri de vardır. “... Yabancı elçiler üç kadırgaya bindi. Kadırgaların en büyüğünü üç bayrak süslüyor; küreklerde üç yüz köle var; bu kadırga çalgıcılarla dolu bir başkasını çekiyor, çalgıcıların gürültülü ezgileri üç yüz kürekçinin seslerini zar zor bastırıyor. Büyükelçileri eğlendirmek için bir okçuluk gösterisi sunuldu; sonra da pehlivanlar, kılıç ustaları, çengiler, hokkabazlar, cambaz ve şarkıcı bir Acem kadın şöleni renklendirdi. En sonunda ziyafet verildi...” H. Saladin-René Mesguich’in 1915 yılında Paris’te yayınladıkları “Le yali des Keupruli à Anatoli-Hissar” isimli kitapta Divanhane’nin tezyinatına dair renkli rölöveler bulunmaktadır.
İstanbul Muhipleri Cemiyeti’nin üç coşkulu üyesi İngiltere Büyükelçisi’nin eşi Lady Lowther, Robilant Kontesi ve Armenag Sarkisyan Bey’in ön ayak olmaları ile hazırlanan bu çizimler, İstanbul Sanayi-i Nefisi Mektebi mezunu mimar Nuri Bey ile aynı okulun mimarlık bölümü öğrencisi Ömer Şeref Bey tarafından hocaları mimar Terziyan Bey denetiminde hazırlanır. Yayınlandığı tarihte büyük ilgi çeken ve beğeni toplayan bu çizimler ne yazık ki bu çalışmanın üzerinden yüz yılı aşkın zaman geçmesine rağmen hâlâ kendilerine uzanacak bir himmetli eli beklemektedirler. 16-17 Şubat 1984 tarihinde yapılan Milliyet Gazetesi Kültür Mirasımızı Koruma Semineri’nde “Amcazâde Yalısı’nın Modern Masalı” isimli bir bildiri sunmuştum. Bu bildiride Amcazâde Yalısı Divanhanesi’nin hemen herkes tarafından korunması gerekliliği konusunda mutabakat olmasına rağmen nedense bir türlü uygulamaya geçilemediğini ve yapının yok olma aşamasında bulunduğunu söylemiştim. Aradan otuz altı sene geçti, yine ses yok. Sanırım günün birinde yapı tümden yok olursa herkes, özellikle de yapının sahibi konumunda olan Vakıflar İdaresi çok memnun olacak, herkes derin bir nefes alıp kurtulduk diye sevinecek. Amcazâde Yalısı Divanhanesi hem uzun bir tarihi geçmişi, hem mimari anlayışı, hem de ihtiva ettiği nakışlar açısından korunması gerekli bir kültür varlığı olmasına karşın ne yazık ki uzun bir süredir kaderine terk edilmiş haldedir.
Türk kültür ve mimarisinin günümüze erişen bu eşi bulunmaz örneğine en kısa zaman zarfında sahip çıkıp yok olmasını önlemek gerekir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün acilen konuyu gündemine alıp, çözüme kavuşturmasını, yüzyılların kültür mirasının yok olmasını önlemesini beklemekteyiz. 11
ürk yurtlarında, İç Asya’ya doğru İslâmı yayma faaliyetleri Fergana’dan başlatıldı. Ve ilk ciddi teşebbüsler Hz. Osman döneminde (643-655) oldu.
FERGANA’DA DİNLENEN
SÂHÂBELER
Fergana, o devirlerde de hem bir şehre, hem de bölgeye isim olmuştur. Kuzeyinde Çotkal Dağları, güneyinde Altal Dağları, bulunan geniş ve verimli, bereketli bir bölgedir. Ziraati ve ticareti bilen insanları vardır. Dr.Mimar Kâmil UĞURLU
Fergana, o devirlerde de hem bir şehre, hem de bölgeye isim olmuştur. Kuzeyinde Çotkal Dağları, güneyinde Altal Dağları, bulunan geniş ve verimli, bereketli bir bölgedir. Ziraati ve ticareti bilen insanları vardır. Abbasilerin gelişme döneminde onların muhafızları Türklerden, Fergana’lı yiğitlerden teşkil edilmiştir. Hükümdar aileler de Türk’tür. Kaynaklarda dönemin hükümdarının adı Arslan Tarhan olarak geçmektedir. Hulefa-i Râşidin, yani İslâmın ilk dönemleri olan dört halife devrinde Müslüman Araplarla Ferganalı Türklerin bir temasları oldu. Hz. Osman devrinde, Arap komutan Muhammed bin Cerir, gayrimüslim Türklere karşı bir cihâd düzenledi. O, büyük bir sâhâbeydi. Çoğunluğu sâhâbe ve “tabiinden” oluşan üç bine yakın savaşçıyla Ceyhun Nehrini geçti ve Türk yurtlarına doğru ilerlemeye başladı. Fergana önlerine kadar geldi. Ve burada henüz Müslüman olmayan Türklerle karşılaştı. Eskilerin tabiriyle “yaman cenk oldu” ummadıkları şiddette bir mukavemetle karşılaşan Araplar şaşırdılar. Bölgeye yabancıydılar ve Türkler bu coğrafyanın usta cengâverleriydiler. Savaş sonucunda Arap ordusu perişan oldu. Başta komutan olmak üzere, orduda bulunan bütün sahabeler şehit oldular. Ve savaş alanının bir kenarına defnedildiler. Burası Fergana’daki Kâssân mıntıkasıdır. İlk tebliğ hareketi başarılı olmadı. Fakat buralara hidayet tohumları atılmış oldu. İlginçtir, Emevi Halifesi Muaviye zamanında kurulan ve Türklerden teşkil edilen muhafız birliği, hususen Fergana’lı gençler olması dikkat çekicidir. Türkçe konuşuyorlardı ve sadıktılar. Halife onlara güvendi ve Kudüs’te başkaldıran sahte peygamberin üstüne yolladı. Başarılı oldular ve kendilerine duyulan güvenin haklı olduğunu gösterdiler. Tarihçiler bunun, sahabelerin daha önce attıkları tohumun sonucunda olduğunu söylerler. Daha sonra bir başka Arap komutan, daha büyük bir orduyla geldi ve gördüğü büyük
sayı//66// ocak
12
direnişe rağmen Taşkent’i işgal etti. Taşkent’in o zamanlar adı Şaş idi. Bu maya tuttu ve İslâmiyet bölgede yayılmaya başladı, cami ve mescitler inşa edildi. Türkler önce küçük, sonra büyük gruplar halinde Müslüman oldular. İslâm dininin Fergana’da kısa sürede yayılıp gelişmesi, bölgeye çok sayıda sahabe ve tabiinin, yani faziletli Müslümanların getirdiği mânevî havanın etkisiyledir. Özellikle Hz. Peygamberin kendi neslinden birinin, Hz. Hüseyin’in torunu ve oniki imamdan biri olan Muhammed Bakır’ın kardeşi olması, bölgede uzun zaman onun müsbet havasının esmesine vesile oldu. Bugün bile Hz. Abdullah’ın kabri binlerce müslümanın ziyaretgahıdır. Bu mezar Hokand’dadır. Bu durumlardan şu anlaşılıyor ki, Asya’daki İslâmi hareket sadece Semerkand ve Buhara ile sınırlı kalmamıştır. İslam sanatı ve kültürü, kaynağı Kur’an-ı Kerîm olan orijinal ve nev’i şahsına münhasırdır. Birtakım tarihçilerin, meselenin aslına inmeden veya subjektif yönelmelerle onu Antik Yunan’dan, Roma’dan ve Ortadoğu menşeli iptidaî dinleren yapılan aktarma ve tercüme ve uyarlamalarla teşekkül eden bir inanç sistemi olarak göstermesi doğru değildir ve elbette gerçeği değiştirmez. Bu konuda, konunun önemli uzmanlarından birinin, Prof. Dr. Mustafa Fayda’nın değerlendirmesi ilginçtir, orijinaldir, doğrudur ve bunun için değerlidir:
“Hz. Kur’an’ın Bakara (129), Âlî İmran ve Cuma (2) sûrelerindeki âyetler, Hz. Peygamber’in görevleri son derece açık bir şekilde beyân kılınmıştır. Bu âyetlerde Hz. Peygamber’e üç sıfat tevcih edilmiş ve bunların uygulanması istenmiştir. “Ayetleri okuyan” “Kitabı ve hikmeti öğreten” ve “arındıran, arıtan” sıfatları…” Bu talimat Müslüman Türkler tarafından doğru olarak anlaşılmış ve gereği en az hata ve eksikle uygulanmıştır. İslâmın tebliğini ve yayılmasını “güç” ile sağlamak bir yoldu. Fakat eksiklikleri olan ve risk barındıran bir yoldu. Nitekim Kâssân’da bu yol denenmiş ve başarılı olmadığı görülmüştür. Camide “âyetlerin okunmasından” sonra “kitabı ve hikmeti” öğretmek ve mutlaka “arındırmak” da bu yolun aydınlatıcıları, kandilleri kılınmalıdır. Ecdâdın meseleyi en iyi anladığı ortadadır. Âyetlerin okunduğu, kitabın ve hikmetin öğretildiği ve arınmanın sağlandığı alanlar, yâni camilerle birlikte medreseler de devreye alınmadan gidişatın düzgün tanzimi mümkün olabilmezdi. Ecdat bunu biliyordu. Bu eğitim-öğretimi halkın her kademesine uygun olarak ayarlayan Ribatlar (Rabat), Hânegâhlar (Hankâh) kervansaraylar ve bağlı tesisleri, belirli düzen, sistem ve seviye ile doğru araçlar olarak daima devrede tutulmuştur. Ve başarılı olunmuştur. Türkistan’a ilk tebliğleri Arap Müslümanlar 13
yaptılar. Tohum atıldıktan, tuttuktan ve konu bilindikten sonra Türk-İslâm uluları, hükümdarları, hânedanları, sultanları ardıardına, başta Fergana Vâdisi olmak üzere bütün Asya Türklüğü topraklarında, Mâveraünnehir’de, Horasan-Anadolu aksında onlarca medrese, cami, ribat, hanegâh, tekke, zaviye, kervansaray inşa ettiler. Onların yetkin müderrislerini yetiştirdiler, tâyin ettiler, hayatiyetlerini devamlı kılmak için vakıf sistemini kullandılar. İslâmın kısa sürede ve kalıcı olarak bu topraklara yerleşmesinin sırrı budur. Özetle şöyle söylenebilir: Hz. Kur’an ve Hz. Peygamberi Türkler doğru anladılar ve gereğini yerine getirdiler. Bu, İslâma yapılabilecek en doğru ve en seviyeli hizmettir. Buhara, Semerkand, Hive, Fergana, Horasan, Oş, vb. gibi merkezlerin yıldızlaşmasını anlamak bizim için zor değildir. Sahâbe mezarları Sovyet döneminde tamamen harap edilmiş, mezarların çoğu belirsiz hâle getirilmiştir. Müslümanlar, bu tahribat sırasında tek-tük de olsa, bazı mezar taşlarını kurtarıp saklayabildiler. Şu anda kabristanın girişinde iki mütevâzi odada bu taşlar ziyaret edilebilmektedir. Mezartaşı ebadına yakın ve dere taşlarına benzeyen, üzeri kûfi tarzında yazılmış şâhidelerin ziyaretçileri hiç eksik olmamaktadır. sayı//66// ocak
14
Fergana Vadisi boyunca kuzeydoğuya ilerleyenler, vadinin bir yerinde bıçakla kesilmiş izlenimi veren, devâsâ kaya aynaları görürler. Çok yüksek ve haşmetli görünen bu kayaların bağrında, insanın erişemeyeceği yüksekliklerde bazı işaretleri, yöre halkı kendi hayal dünyasına ve gönlüne göre bir şeylere benzetmekte ve buna samimiyetle inanmaktadır. Onların bazılarına, Hz. Peygamberin atının nal izleri benzetmesi yapmakta, bazılarını onun mübârek mührüne benzetmektedirler. Bu işaretlerin bulunduğu yükseklikten yarın dibinde çağıldayarak akan nehrin görünüşü insanları korkuyla ürpertir. Yazın en kurak dönemlerinde bile, hiç azalmadan, yorulmadan, üşenmeden koşusuna devam eden nehrin görünüşü cidden muhteşemdir. Yokuş tırmanmaktan usanmayanları, vâdinin yine yüksek bir yerinde bir mucize oluşum beklemektedir. Yine, devâsâ boyutlardaki kaya sövelerinin birinden, kayanın ortasından koca bir nehir, çağlayan olarak, büyük sesler çıkararak, ziyaretçilerini ürperterek dökülmektedir. Kırgızların dilinde bu şelâlenin adı Abşır-Atâ’dır. Birbirine yakın ve yerden doksan derecelik bir açıyla, yani tam dik olarak yükselen iki kayanın, birbirinin yüzüne bakan cephelerinin birinden bir nehir fışkırmaktadır. Olağanüstü bir oluşumdur. Aynı kayanın vâdi tabanıyla buluştuğu yerde kaynayan su, şifâlı olarak kabul edilmektedir. İnsanlar eğer tedbirli gelmiş iseler, getirdikleri kapları buradan
doldurdukları su ile dönerler ve bu onları çok memnun eder. Bu suyun şifası onun “dedeliğinden” gelmektedir. Gücüne ulaşılamayan veya zor ulaşılabilen buna benzer ekstrim oluşumlar daima saygı ve hayranlık uyandırır. Dolayısıyla onu temiz ve sakin tutmak üzerine Kırgızlar yazılı olmayan bir kanuna dikkatle uymaktadırlar. Yer-su inancı ad değiştirerek, (bazı yerlerde aynı adla) hâlâ devam etmektedir. Bir zamanlar, taşın göğsünden fışkıran bu suyun renginin tamamen beyaz olduğunu söylüyor bölgenin yerlileri. “Abşır”ın süt anlamına geldiğini, bu sebeple buradaki “dedenin” adının Abşır-Ata, yani “süt-veya beyaz ata” anlamında olduğunu kabul ediyorlar ve böyle anlatıyorlar. Bir tabiat harikasıdır ki görmeyen ziyândadır. KAYNAKÇA
1- W. Barthold’un bu konuda ciddi araştırmaları olmuştur. Prof. Zekeriya Kitapcı bu araştırmaları derleyip toplamış, İslâmın Asya faaliyetlerini bir sistem içinde kitaplaştırmıştır. 2- Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler. Prof. DR. Zekeriya Kitapçı, S.ü. Yay. 3- Z. Kitapçı (W. Barthold) A.g.e. 4- Z.Kitapçı, A.g.e. 5- Z. Kitapçı, A.g.e. 6- Prof. Dr. Mustafa Fayda, Marmara Üni. E. Öğr. Üy. Kubbealtı Akademisi Dersleri’nden… 2018-2019. 15
ER YAPI BİR SANAT ESERİ
DERSAADETTE
BİR PAYİTAHT -2-
Sultan Abdülhamit devrinde Yıldız Sarayı âdeta bir marka oldu; Yıldız ismi, neredeyse devletin isminin önüne geçecek duruma geldi. Mehmet Kâmil BERSE
Yahya Efendi Dergâhı’na çıkan yokuşun Yahya Efendi Dergâhı’na çıkan yokuşun yanında, Yıldız Parkı’nın girişindeki Sultan Abdülmecit’in yaptırdığı Küçük Mecidiye Camii’ni görmeden, güzelliğini, işçiliğini, zarafetini zikretmeden geçmeyelim. Mabetlerdeki ruhaniyetin iliklerime kadar işlediği, 360 derece içinde dönerek o estetiğe ve sanata her gittiğimde hayran kaldığımı ifade etmek için “Gitmedi iseniz ne olur bir kere de siz gidin, görün ve yaşayın!” derim. Girişteki bu muhteşem camii ziyaret ederek Yıldız bahçesine girersiniz yani Yıldız Sarayı’nın giriş istikametine girmişsiniz demektir. Bu bahçede yürürken 110 ila 160 sene öncelerindeki Osmanlı Devleti’nin önemli isimlerinin, hünkârların, sultanların, şehzadelerin, her kesimden bürokratın ayak izlerini takip edebilirsiniz. Hatta Mabeyin Köşkü’ne yaklaştığınızda lütfen dikkatli olmalıyız. Her an Sultan 2. Abdülhamit Han’ın önünüze çıkabileceğini ve size sarayın bahçesinde ne aradığınızı sorabileceğini hatırlatırım! Bir başka yazımda Gülhane parkında yağan kar altında yürürken şu ifadeleri yazmıştım içimden gelen huzurla: “ Bilseydim layık olmayacağımı, basar mıydım Saray’ın karlı çimenlerine ayaklarımla…” Evet, Yıldız Sarayı’nın bahçesinde gezerken de kendimizi sorgulamalıyız. O hünkârlara layık olup olmadığımızı düşünmeliyiz… Aslında Yıldız Sarayı beş yüz bin metrekarelik alanıyla toprak büyüklüğü olarak İstanbul’un büyük sarayı idi. Sahilden Balmumcu’ya kadar uzanırdı. Saray geniş alana yayılmış yapılar manzumesidir. Kanuni devrinde av yeri olarak kullanılan bu bölgede ilk bina, Sultan III. Selim tarafından, annesi Mihrimah Valide Sultan için yaptırıldı. Sultan II. Mahmut bu alanın kuzeyinde, yeni kurulan Asakir-i Mansure-yi Muhammediye Ordusu’nun talimlerini izlemeye giderdi. 1834’te tepede bir köşk inşa ettirdi. Sultan Abdülmecit, annesi Bezmialem Valide Sultan için Kasr-ı Dilkuşa adlı yeni bir köşk yaptırdı. Sultan Abdülaziz, bu yapıların çevresini doğal hâliyle korunması için yüzlerce bahçıvan çalıştırdı. Sultan Abdülaziz, Yıldız Sarayı’nı devamlı olarak kullanan ilk padişahtır.
sayı//66// ocak
16
Abdülaziz devrinde, Büyük Mabeyin, Malta ve Çadır Köşkleri, Çit Kasrı, Yıldız Bahçesi’ni Çırağan’a bağlayan köprü inşa ettirildi. Sultan Abdülhamit devrinde Yıldız Sarayı âdeta bir marka oldu; Yıldız ismi, neredeyse devletin isminin önüne geçecek duruma geldi. Bu dönemde eksikleri tamamlanarak büyük bir site saray görünümüne kavuştu, etrafı kalın duvarlarla çevrildi. İçeride konut binalarından başka, asıl saray kısmında müze, kütüphane, silahhane, Kaskat Köşkü, eczane, hayvanat bahçesi, mescit, cami, hamam, tamirhane, marangozhane, bıçkıhane, kilithane, demirhane, ayar atölyesi ve çini atölyesi inşa edilerek hizmete girdi… Abdülhamit döneminde Babıali, Yıldız’a taşınmıştı ve yaklaşık on iki bin kişinin barındığı, çalıştığı bir merkez olmuştu. Yıldız Sarayı; asıl saray, iç bahçe ve dış bahçe olmak üzere üç kısımdan oluşur. Dış bahçe, bugünkü Yıldız Parkı olan kısımdır. Asıl saray ise yakın zamanda buradan taşınan Harp Akademileri Komutanlığının olduğu bölümdür. Buradan iç içe yapılarla büyük binaya geçilir. En büyük bina, Büyük Mabeyin binasıdır. Sultan Abdülaziz tarafından dinlenme köşkü olarak inşa ettirilmiştir. İkinci büyük bina, Harp Akademilerince kütüphane olarak kullanılmış olan Çit Kasrı’dır. Bu kasırda Abdülhamit döneminde elçiler kabul edilirdi. Çit kasrına defalarca gidip, geçmişe bir yolculuk yapardım. Sultan Abdülhamit’in burada kendisi ile
görüşmek isteyen elçileri ve yabancı devlet misyonunu saatlerce beklettiğini düşündüm. Son zamanlarda Abdülhamit dizisinde görüldüğü gibi ,kapıyı çalan her elçi ve yabancı temsilci hünkârın odasına çat kapı giremezdi o dönemde. Bu sahneleri tarihî gerçeklikle bağdaştıramadım. Küçük Mabeyin binası Sultan Abdülhamit tarafından dinlenme ve çalışma mekânı olarak yaptırılmıştı. Hoş, Sultan’ın dinlenme mekânı dendiği bina bile 24 saat devlet ve dünya meselelerinin konuşulduğu farklı bir yapı idi. O muhteşem duvarları ve ahşap döşemeleri dile gelse kim bilir neler anlatırdı bize… Bundan 10 sene kadar önce idi. Yıldız Sarayı’nın anlatılacağı bir programa davetli idim. Koşa koşa gittik dostlarımızla beraber. Sevgili dostum ağabeyim Hüseyin Kansu Bey ile bir günümüzü bu muhteşem sarayın hikâyelerini iliklerimize kadar hissettiğimiz bir saray gezisi, sohbeti, konferansı ve dersi olarak tamamlamıştık… Konularına hâkim iki değerli hocamız Saray’ın her tarafını bizlere gezdirip tanıttılar. Tarihi bizlere yaşatarak anlattılar. Sonra Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın görev yeri dış karakol binasında konferansla ve ikramlarla günü tamamladık. Anlattığım günü bana ölümsüz kılan hocalarımızdan biri değerli dost Prof. Dr. Halûk Dursun Hocamız idi. Bugün aramızda değil, bu vesile ile rahmetle şükranla anıyorum kendisini… Diğer Hocamız ise Prof. Dr. Vahdettin Engin idi. Allah uzun ömür versin kendisine. Belki o mekânların bilgilerini bize 17
anlatabilecek en değerli hocalarımızdı. Yıldız Sarayı’ndaki iç bahçe içinde çeşit çeşit çiçek, ağaç cinsini barındıran, kayıkla gezilebilen büyük bir havuzun bulunduğu alandır. Bahçede bulunan Cihannüma Köşkü, üç katlı olup Marmara ve Boğaz’a hâkim, eşsiz manzaralı bir seyir köşküdür. Dış bahçe diye adlandırılan Yıldız Parkı, genelde saray kadınlarının gezinti yeridir. Burada Bahçıvanbaşı, Talimhane ve Acem Köşkleri vardı ki onlar da zamana yenik düşerek yıkıldı veya maalesef yıktırıldı. Bugün bu koruda Çadır, Malta ve Şale Köşkleri ayakta olup İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştirakleri tarafından halka açık işletmeler olarak işletilmektedir. Saraydaki tüm yapılar zarafetin ve estetiğin ürünü olup sadelik içindedir. Dolmabahçe’deki lüks ve ihtişam burada yoktur. Sarayın ihtiyaçları için kurulan Yıldız Seramik ve Çini Fabrikası, dünyaca meşhurdur. Bir dönem buranın bir kısmı TÜRSAB tarafından turistik lokanta olarak kullanılmıştı. Yine saraya bağlı olarak Saray’ın halı ihtiyacını karşılamak üzere Hereke’de İpek Halı Fabrikası kurulmuştur. Bugün her iki fabrika da müzefabrika olarak faaliyet göstermektedir… Yıldız Hamidiye Camii, saray kapısının hemen dışında zarif, estetik ve muhteşem bir camidir. İçindeki ahşap işçiliğine paha biçilmez değerdedir. Bu ahşap işçiliğin bir kısmı, Sultan Abdülhamit tarafından bizzat yapılmıştır. Sarayın çevresinde bulunan karakollardan dış karakol binasının adı, Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın komutasında Çırağan baskınının bertaraf edilmesiyle ünlüdür. Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın Abdülhamit Han dönemindeki önemi ve yaptıkları çok değerlidir. Yıldız sarayını geziyorsanız ve tarihe merakınız, İstanbul’a saygınız devlete bağlılığınız varsa Hasan Paşa’yı mutlaka tanımanız gerekir. Hasan Paşa, bu karakolun komutanıydı. Aslında karakol komutanı olarak görev yaparken sıradan bir karakol çavuşu idi. Nöbette olduğu bir gün gece vakti, Çırağan sahilinden saraya baskına gelen Gazeteci Süavi ve bir gurup arkadaşının hünkârı öldürmek kastıyla saray baskını yapmalarını, eline geçirdiği bir odunla nasıl bertaraf ettiğini okuyup öğrenmelisiniz. Hasan Paşa rivayete göre imza atmasını bilmez, ancak sadık bir bende imiş. İmza atarken Arapça 7 ve 8 sayılarına benzer imza atarmış, onu çekemeyenler alay etmek için Yedi Sekiz Hasan derlermiş. Hünkâr, baskını bertaraf eden sayı//66// ocak
18
karakol komutanı Hasan’ı paşa rütbesiyle taltif etmiş; o günden sonra tarihimizde yer alan “Yedi Sekiz Hasan Paşa” efsanesi bu satırlara kadar ulaşmış. Hasan Paşa hakkında çokça araştırma yaptım. Kendisi Çorumlu. Çorum’a Kırım’dan göç edenlerden olduğu rivayet edilir. Sene 2012… Beşiktaş Kaymakamı değerli dostumuz Sadettin Yücel Beyefendi idi. Bugün Kuşadası Kaymakamı olan Sadettin Yücel bey Çorumludur… Çorumlu değerli dostların Çorum’da Hitit Üniversitesiyle ortaklaşa Yedi Sekiz Hasan Paşa Sempozyumu yapacaklarını öğrendim. İstanbul’dan nasıl bir katkıda bulunurum diye düşündüm ve benim için unutulmaz bir hatıra olarak kalan organizasyonu gerçekleştirdim. Sempozyumun mimarı Çorumlu değerli edebiyatçı dostum belediye başkan yardımcısı Turhan Candan Bey ile temasa geçtim. Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın kabri Yahya Efendi Dergâhı’nın haziresindedir. Çorum’daki programın başlangıç saatinde, yağmurlu bir havada Kaymakamımız Sadettin Yücel Bey ve Beşiktaş Müftümüz Emrullah Üzüm Bey birlikte Yahya Efendi Dergâhı’nın haziresinde Hasan Paşa’nın kabri başında Kur’an-ı Kerim okundu, dualar edildi ve Çorumlu Kaymakam Sadettin Bey, Çorumlulara kısa bir konuşma yaptı. İki genç arkadaşımızın da gayretleri ile bilgisayarla İnternet üzerinden canlı yayınla Çorum’daki sempozyum dinleyicilerine ulaştık… Yedi Sekiz Hasan Paşamıza saygılarımızla rahmet diliyorum. Bu hatıramı tarihe kayıt düşüyorum, bir gün bu konuları çalışanlar, araştıranlar böyle bir hadisenin vukuundan haberleri olsun. Yıldız’ın Güney kısmında, saraydan oldukça uzak kalan diğer karakol, Süslü Karakol’dur. Bir dönem maalesef kebapçı olarak kullanılmıştı. Batı tarafında kalan Malta Karakolu ise, bugün ayakta değildir. Yıldız Camii avlusunun güneybatı köşesinde Yıldız Sarayı Saat Kulesi bütün zarafetiyle bugün ayaktadır. Yıldız Sarayı’nın kuzeybatısında Orhaniye Kışlası, bugün ayakta kalan yapılardan... Ana binasında tek minareli muhteşem camisi, Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır. Cumhuriyet döneminde askerî amaçla kullanımına devam edilmiş, 1960 İhtilali’nden sonra bir süre askerî cezaevi olarak kullanılmış; sonra ise İl Jandarma Merkez Komutanlığı olmuştur. Bugün yenilenen Saray Tiyatrosu’nda etkinlikler yapılmakta idi, hatta tiyatro oyunları sergilenmekte idi. Yıldız Sarayı
kompleksi bugün, tarihî misyonuna tekrar kavuşmuş durumdadır. 140 yıl öncesinde dünya üzerinde satranç oyunu gibi siyaset uygulayan Sultan 2. Abdülhamit Han’ın dünya devletleri ile buradan strateji savaşı yaptığını, bugün de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı İstanbul Ofisleri olarak faaliyetine devam etmeye başlandığı bir tarihî misyon merkezi konumundadır. Son yıllardaki dünya siyasetinde sanki Sultan Abdülhamit’in ruhunun yansıdığını görmekteyiz. Yıldız Sarayı bu sebeple 19 ve 20. yüzyıl tarihimizde önemli yer teşkil etmişti. İç ve dış düşmanların ve ülkeye ihanet eden hainlerin bu saraya nasıl saldırdıklarını, nasıl çapulcular gibi yağmaladıklarını biliyoruz. 21. yüzyılda da bu tarihi tekerrür etmeye kalktılar, bu defa başaramadılar… ALMANYA’DAN GELEN BOĞAYA YER BULUNAMADI
Yıldız Sarayı ve Beşiktaş’la ilgili ilginç bazı konuları sıralamak istiyorum. Alman Kralı II. Wilhelm, Osmanlı Devleti’yle iyi geçinmenin peşindeydi. Bu dönemde devlet politikaları taktik savaşlarına dönüştü. Kral, İstanbul’a ziyaretinde Abdülhamit’e tunçtan bir boğa heykeli hediye getirdi. Hediye boğa heykeli, Yıldız sarayının bahçesine yerleştirildi. Cumhuriyet döneminde heykel sarayın bahçesinden alınıp bugünkü Lütfü Kırdar Kongre Merkezi’nin yerindeki alana yerleştirildi. Ancak burası da beğenilmedi, boğa karşıya geçirilip Kadıköy’deki eski belediye binasının önüne konuldu. Boğanın çilesi bitmedi. Biraz daha yolculuk yaptırıldı Boğa’ya. Altıyol’da buranın simgesi olarak duran boğa heykeli, işte bu heykeldir. Son
yüzyılda Yıldız Sarayı, hüzünlü olaylara sahne olmuştur. Bunlardan ilki, Hamidiye Camii’nde cuma selamlığında Padişah Sultan Abdülhamit’e Ermeni komitacılar tarafından suikast girişiminde bulunulmasıdır. Padişahın yakın çevresindeki yirmi altı kişi ölmüş, buna rağmen Sultan Abdülhamit soğukkanlılığını koruyarak arabacının yerine geçmiş ve bizzat kendisi arabayı sürerek saraya girmiştir. Diğeri ise Abdülhamit’ in tahttan indirilmesi hadisesidir. Diğer önemli bir husus ise Sultan Abdülhamit’in bizzat kurduğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundaki Karakeçili aşiretinin mensuplarından oluşan Ertuğrul Alayı’nın bulunduğu Ertuğrul Kışlası’nın bugün yok edilmiş olmasıdır. Böyle muhteşem eserleri yok etmek suretiyle ne kazandığımızı sormak lazım. Neler kaybettiğimiz apaçık ortadadır, hüzünlenmemek elde değildir. Arif Nihat Asya dile geliyor: Dün başlar seferber, eller seferber, Kurşun eritildi, mermer çekildi. Bunlar, bu kubbeler, bu minareler Akçayla olacak şeyler değildi. (…) Yelken yelken, seren seren gemiler; Yamaçta, kıyıda, yolda camiler. İstanbul içinde, tadıyla tuzuyla bir dünya harikasında yaşamanın bahtiyarlığı içinde, şükrediyorum… Mevlana diyor: Her gün bir yerden göçmek ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım; Ne kadar söz varsa düne ait, Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. 19
ERDEMLİ ŞEHİRLER
Erdemli şehrin en önemli özelliği birbirleriyle yardımlaşan insanların bir araya gelmesiyle oluşmuş şehirdir. Fârâbî, bu özelliği ile erdemli şehri birbirleriyle işbirliği ve uyum içinde ahenkli bir biçimde çalışan organlara benzetir.
Mehmet MAZAK*
*T.C. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//66// ocak
20
ehir gezilerimde ve okumalarımda her zaman bir tılsım ararım. Bazen bir cümle, bazen bir eser, bazen de bir manzara bana bir şeyler fısıldar, ilham kaynağım olur. Şehirleri şehir yapan bana göre oradaki yaşanmışlıklar ve insan hikâyeleridir. Şehir dendiği zaman merkezine insanı koymamız lazım. Bir şehri erdemli kılan o şehrin mimarisinin İslamileştirilmesi ve güzelleştirilmesi değil, toplumun erdemli olmasıdır. Eskilerin “Şeref-ül mekân bil mekîn” diye sözü vardır. Yani “Mekânın şerefi mekîn (oturan) iledir.” Bu sözün manası; bir makamın şerefi, orada oturandan gelir, yani bir makamı dolduran insan bilgi, beceri ve dirayetiyle o makama şeref verir, demektir. Tıpkı makam gibi şehirleri erdemli kılan değer orada yaşamış, orada yaşamaya devam eden âlim, bilgin, yönetici ve insan toplulukları üzerinden değerlendirilmelidir. Ne zaman erdemli şehirler üzerine düşünmeye ve konuşmaya başlasam memleketim Erdemli yâdıma düşer. Mersin’in Akdeniz ile sarmaş dolaş olan leb-i derya ilçesi Erdemli, bana her zaman erdemli insanlar ve şehirler arayışımda mihmandarım olmuştur yıllardır. 15. yüzyılda İç Anadolu’dan geldiği sanılan “Erdemoğulları” adındaki bir Türkmen Beyinin ve aşiretin yerleştiği memleketimden aldığım öğüt ile her gittiğim yerde erdemli insanları ve şehirleri arar dururum. Bilim insanı ve filozof Abu Nasr Farabi’nin (AlFarabi) Doğumunun 1150. Yıl Dönümü (870-950) nedeniyle 2020 yılında Unesco tarafından dünyada “Farabi Yılı” ilan edilmesi münasebetiyle bende Farabi’nin El Medinetü’l Fazıla (Erdemli Şehir) düşüncesini benimseyen biri olarak bu yazıyı yazmaya karar verdim. Asıl adı Ebû Nasr Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzluğ el-Fârâbî et-Türkî ya da Batı'da bilinen adıyla Alpharabius olan Farabi; Erdemli şehir tektir. Âlim ve erdemli kişilerin bulunduğu bir yerdir. Bu şehirde toplum üyeleri birbirine yardım eder. Erdemli şehrin en önemli özelliği birbirleriyle yardımlaşan insanların bir araya gelmesiyle oluşmuş şehirdir. Fârâbî, bu özelliği ile erdemli şehri birbirleriyle işbirliği ve uyum içinde ahenkli bir biçimde çalışan organlara benzetir. Erdemli şehirler, şehrin kendi mutluluğunu esas almasına rağmen diğer şehirleri ve dünyayı harmonisi ile etkileyeceğini bütün şehirlerin zamanla bu etkiden erdemli bir yola gireceğine inanılır. Fârâbî, erdemli şehir yanında, ona zıt olan şehirler üzerinde de durmaktadır. Bunlar;
"Cahil Şehir, "Bozuk Şehir", "Karakteri Değişmiş Şehir" ve "Doğru Yolu Bulamamış Şehir" dir. Bana göre erdemli şehir; meydanları, caddeleri, sokakları, avm ve rezidansları, lüks siteleri, camileri, kiliseleri ile mimari ve şehir planlaması açısından örnek teşkil edecek şehirler değil, insanına değer veren, insan yetiştiren, üzerinde yaşayanların mutluluğunu önceleyen şehirlerdir. Şehirlerimizde yaşayan insanlarımızın kültürel, sosyal, estetik ve rûhî gelişimi önceleyen anlayış erdemli bir yaklaşımdır, Şehirlerimizde insanların ahlâkını, karakterini, ilişki biçimlerini geliştirmeye çalışan yönetici erdemli şehrin yöneticidir. Yusuf Kaplan Hoca, “Erdemli, kişilikli, estetik şiir şehirlere doğru…” yazısında benim hayalini kurduğum şehri şöyle anlatır. “Şehrin insanına kültürel olarak daha zengin, estetik olarak daha zevkli bir hayatın sunulduğu; rûhî olarak canlı, diri ve diriltici manevî bir havanın yeşertildiği; şehrin tarihî, tabiî ve insanî dokusunun insan ve tabiat, tarih ve kültür arasında aktif ilişkiler kurulmasına imkân tanıdığı bir şehrin inşası esas olmalıdır.” Yusuf Hoca burada bizlere erdemli şehri tarif etmektedir. Gerçekten de bir şehri ihya etmek istiyorsak şehrin insanını yüceltmeliyiz. Bizim medeniyetimizin temeli insan merkezli bir anlayış olmasına rağmen, günümüz İslam coğrafyası şehir algısında Batı tarzı şehircilik anlayışının hızla yaygınlaştığını görmekten dolayı üzüntü duymaktayım. Bizler günümüzde yeni şehirler inşa ederken veya var olan şehirlerimizi yönetirken dikkat etmemiz gereken en önemli konu; “erdemli, kişilikli, estetik ve insan-yüzlü şehirler inşa etme kaygısı gütmezler isek, şehirlerimiz ölür, o şehirlerde yaşayan insanlar, canlı cenazeye dönüşür, diri diri mezara gömülür.” der Yusuf Kaplan. Bence bu düşünce en güzel cevabı ve desteği Bilge Mimar Turgut Cansever vermiş; “Mimarın görevi dünyayı güzelleştirmektir.” Erdemli şehrin temelinde de dünyayı ve üzerinde yaşayan insanı bilgi, iyilik ve güzellikle yönetme ve yetiştirme olduğuna göre bir dizi sorumluluklarımız vardır. Erdemli pınardan su içen, erdemli ırmakta yıkanan, erdemli okyanusta yolculuğa çıkan yönetici ve insanların birlikte hareket etme kültürü erdemli şehrin insanını oluşturacaktır. Bu tariflerden sonra herkesin olduğu gibi benimde erdemli şehirlerim vardır. Bu şehirleri sizlerle paylaşmak isterim. Bu şehirlerin başında eskilerin DerSaadet’i, Arapların “Ecmelü’l-medine fi’lâlem” (Dünyadaki en güzel şehir) dedikleri
“Şehirlerin Sultanı” İstanbul gelir. Sonra Mekke ve Medine, Kudüs üçlemesini belirtmek lazım, ancak geçmişin erdemli, günümüzün karakteri değişmiş şehirleri olarak karşımıza çıkar. Üsküp, Saraybosna, Filibe, Ohri, Berat, Ülgün, Mostar, Prizren Balkanlardaki erdemini henüz kaybetmemiş birer mistik şiir şehirlerdir. Bursa, Urfa, Manisa, Edirne, Amasya, Erzurum, Sivas, Kayseri, Konya gibi şehirlerimiz bana göre ülkemizin erdemli şehirler örneğine sunabileceğimiz kentlerdir. Amma velakin bu şehirlerimizin üzerinde erdem tılsımının çoktan kaybolmaya yüz tuttuğunu görüyor olmaktan da son derece müteessirim. Bir zamanlar Şam, Bağdat, Kahire, Semerkant, Buhara dendiği zaman erdemli şehirlerin tarifi yapılmış olurdu. Hey hat şimdi bu saydığım şehirlerin karakteri değişmiş bozuk şehirler arasında yer almaktadırlar. Ne oldu biz böyle? Farabi veya aynı düşüncedeki farklı kişilerin “Erdemli Şehirler” tarifine uyan şehirlerimiz azaldı veya değer kaybetti. Bugün kabul etmesek te Batı’da Avrupa ülkelerinin şehircilik anlayışları daha erdemli anlayışlar olarak karşımıza çıkıyor. Bizim medeniyet değerlerimizi ve erdemli insan düşüncemizi, Medinetü’l Fazıla anlayışımızı Batı bugün toplumuna ve şehirlerine uygulamaktadır. Gelin hep beraber toplum olarak “eserde müessiri” görmekten “müessirden esere” gitmek gibi iki temek usulden haberdar olan bir toplum olarak “hayatını eser, eserini hayat” haline getirenlerden olalım. Hindistan’ın büyük mücadele adamı Gandi, bir ara büyükşehirlerden ayrılıp bir köye yerleşir. Gelip sorarlar: “Bu köyde ne yapacaksın? Senin önderlik edeceğin büyükşehirlerdeki kalabalıklardır.” Gandi, şöyle cevap verir. “Ben bu köyü değiştirebilirsem bütün ülkeyi ancak değiştirebilirim.” Bugün hala ülkemizde erdemini kuruyan güzel şehirlerimiz ve kentlerimiz var. Bu şehirlerimizi yaygınlaştıralım önce ülkemizi, sonra komşularımızı ve dahi dünyayı erdemli bir toplum ve yaşanabilir bir gezegen yapalım. Ne demişti bir konferansında Y.Kaplan; “Tarihi yapan, tarihin akışını değiştiren, en zor şartlarda bile geleceğe emin adımlarla yürünülmesini mümkün kılan atılımlar, maddî atılımlar değil manevî (kültürel, fikrî, estetik, ahlâkî) ruh atılımlarıdır.” Sabreder erdemin peşinde koşarsak Halil Cibran bize müjdeyi veriyor; “Güzellik şafakla birlikte yükselecek doğudan.” 21
GİZEMLİ ŞEHİR
“KÂŞAN”
… Persler, Sasaniler, Selçuklular, Safeviler, Kaçarlar gibi tarihin çok önemli dönemlerine tanık olmuş muhteşem şehir Kâşan’ın ismi; efsanevi Pers Hükümdarı Kays’ın ikametgâhı mânasındaki KaysÂşiyân kelimesinden gelmektedir. Salih DOĞAN*
ran’a ilk seyahatim idi. İstanbul Atatürk Havalimanından İran havayolları ile Tahran’a hareket etmek üzere kontuarda genç bir gezgin grubunun arkasında yerimi almıştım. Grubun İran hakkında fazla bilgileri olmadığı için o yasak mı bu yasak mı diye konuşurken sakallı ve bermuda pantalonlu çocuk dönerek; siz daha önce gittiniz mi? üzerimdeki Bermuda ile orada dolaşabilir miyim acaba? dedi. Biraz uzun, sanırım sorun olmaz ama yine de hiç belli olmaz dedim. Sırt çantamı bagaja verip uçağa geçiyorum.. Yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra öğleden sonra saat 13.00 gibi Tahran İmam Humeyni Havalimanına iniyoruz.. Gideceğim ülkeye yolculuk yapmadan önce adetim olduğu üzere mutlaka kısa bir araştırma yapmaya çalışırım. Ülkenin ,kültürünü ,yasalarını, gezilecek görülecek yerlerini ve ülkemizin elçilik konsolosluk ve kültürel (Tika,Yunus Emre ) kurumlarının adres ve telefonlarını not alırım. Bunu da bütün gezginlere ve gezgin gruplarına kesinlikle öneririm. Belirlediğim rota, Kum, Kâşan, İsfehan ve Şiraz şehirleriydi ama önce Tahranda bir gece kalıp sonra rotama devam edecektim. Havalimanından Tahran şehir merkezine 30 Km gidip tekrar geri dönmektense karar değiştirip zaman kaybı olmasın diye Tahran ziyaretimi dönüş yoluna bırakmayı ve önceden belirlediğim rotamın başlangıcı olan Kum şehrine kadar dolmuş taksi ile gitmeyi tercih ettim(ön koltuğa oturan birkaç tümen fazla verse de) Bir çok kişinin yanı başımızdaki medeniyetler ülkesi İran’a kolaylıkla vizesiz bir seyahatin mümkün olduğundan haberi bile yok, aslına bakarsanız egemen güçlerin kara propagandasından hepimiz o kadar çok etkilenmişiz ki ben ki bu kültürü yakından bilen biri olarak garip bir tedirginlik hissetmekten kendimi alamıyorum…Oysa gözlemlerim ve okumalarımda hiç olumsuz bir duruma rastlamadığım gibi karayolu ile Van’dan girip bu ülkenin öbür ucuna kadar güvenle ve çok ucuza seyahat edebiliyorsunuz…
*Müzeci
sayı//66// ocak
22
Bir buçuk iki saatlik yolculukta arkada oturan üniversite öğrencisi olduğunu öğrendiğim kızlar hemen hemen hiç konuşmadılar ,İngilizce sorular sormamdan taksi şöforu Ali Haydar
rahatsız oluyor ve bana dönüp “Ağay-i Saleh İngilisi sohbet ne kon”diye kibarca İngilizce sohbet etmeyin diyor …Kızlara soru sormaktan vaz geçip Ali Haydarla İbrahim Tatlıses ve Ebru Gündeş muhabbetini tercih ediyorum nolur nolmaz diyerek…Hemen bir türkü açıyor. Sağlığı nasıl iyi oldu mu ? vs vs … yaklaşık iki saate yakın bir yolculuktan sonra İran’ın Meşhed’den sonraki ikinci kutsal şehri Kum’a ulaşıyoruz..Ağa saleh koca miri ? nereye gideceksin nerde indireyim? Diyor. Ben de Harem’in önünde beni indirmesini söylüyorum.. Ehlibeyt İmamlarından yedincisi İmam Musa Kazım (as)’ın kızı, sekizinci imam ,İmam Rıza(as)’ın kız kardeşi Hz.Fatıma-i Masume’nin türbesini ziyaret edip Kâşan’a geçmek istiyorum. İkindi vakti güneş yakıcı sıcaklıkta. Bir taraftan içeri girmek için külliyenin kapısını arıyorum diğer taraftan fotoğraf çekmeye çalışıyorum. ışık fena …Giriş kapısında görevli resim çekmenin yasak olduğunu makinamı çıkışta almak üzere teslim etmem gerektiğini söylüyor. Şansımı deneyip müdür ile görüşmek istediğimi söylüyorum. Görevli beni bir ofise götürüyor Müdür bey genç ve mütevazi.. İstanbuldan geliyorum deyince buyur edip çay ikram ediyor ziyaretimin makbul olmasını temenni ediyor, lakin makine ile olmasa da telefonla çekim yapmama izin veriyor. Bir görevli nezaretinde türbeyi ve içindeki önemli zatların kabirlerini ziyaret ettikten sonra makinamı geri alıp teşekkür ederek müsaade istiyorum … Persler, Sasaniler, Selçuklular, Safeviler, Kaçarlar gibi
tarihin çok önemli dönemlerine tanık olmuş muhteşem şehir Kâşan’ın ismi; efsanevi Pers Hükümdarı Kays’ın ikametgâhı mânasındaki Kays-Âşiyân kelimesinden gelmektedir. Okumalarımdan aldığım bir nota göre de bazı kaynaklarda bu şehri Halife Harun Resid’in karısı Zubeyde’nin kurduğu ileri sürülmekte.. Akşam olmadan deniz seviyesinden yaklaşık bin metre yükseklikte çölün ortasındaki bu vaha şehire ulaşmak niyetindeyim. Kum’dan cemkeran mescidine oradan da taksi ile Heftaduten’e ulaşıp taksi dolmuşla Kâşan’a gitmek üzere yine arabanın ön koltuğuna yerleşiyorum. Cafer ismli kaptanımız selam verip direksiyona oturuyor. Yorgun ve bitkin bir ses tonuyla sohbet etmeye çalışıyor yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra beni Kaşan’a geldik diye yol kenarında indiriyor. çünkü diğer arkadaki diğer yolcular İsfehana doğru devam edecekler.. Artık Karanlık çökmüş, yorgun adımlarla şehir merkezine doğru yürürken bir durakta otobüs bekleyen genç bir çifte selam verip tavsiye edecekleri uygun bir otel soruyorum.. Birlikte otobüse biniyoruz ismi Cevat olan beyefendi çok yardım sever. Çok değil iki durak sonra iniyoruz. Tarihin dar sokaklarından geçerek bir hostele ulaşıyoruz. Cevat Bey’in iletişim bilgilerini aldıktan sonra vedalaşarak otele yerleştim. Çıkıp etrafa bir göz atmak ve birseyler yemek istiyorum. lakin akşam sekizden sonra belli yerler hariç neredeyse sanki hayat durmuş gibi geldi bana. Cadde kenarında otantik bir cafe’de süs havuzları kıyısına oturup “gul ab”gül suyu içip birseyler atıştırıp dönüyorum.. Kâşan eski 23
bir kervan yolu olduğundan yol,yolculuk ve konaklama geleneği olan bir şehir. Uygun fiyatlara tarihi mekanlarda kalma şansına sahipsiniz ..tıpkı benim gibi Kukla Müzesi Hostel ismine bakıp aklınıza gelen çağrışımlara aldanmayın ; görevli Abbas beyle sohbete koyulup mekan hakkında.bilgi alıyorum. Önemli bir kültürel miras alanı içinde bir müze pansiyon, bir tutku projesi adeta , bunun yanında Kaşanlı ünlü sufi Faiz Kâşâni’nin soyundan eski Kaçar dönemi din adamı ve şair Allame Cafer Faizi’nin eski evi burası … Güzel bir avluya açılan geleneksel olarak dekore edilmiş yedi odadan oluşan otantik bir yer Hostel kavramının çağrıştırdığı bütün bilgilerden uzak geceyi adeta eski bir kervansarayda geçiriyorum.. Sabahın ilk ışıklarıyla tarihi şehri gezme heyecanıyla ve 07.00 ‘de başlayan geleneksel Kâşan kahvaltısıyla güne başlıyoruz.. Gecenin erken tükendiği bu şehirde gündüz erken başlıyor sabah namazından sonra sesler çoğalıyor haraket başlıyor ilk ışıklarla tarihin içine yürüdüğünüz bu şehirde…Kahvaltıya “Sobhaneh “diyorlar. Şeffaf cam bardaklarda kişinin isteğine göre servis edilen iran çayı…. Servis başlamadan önce bir yudum çay bardağa dökülür ve ardından demliğe geri boşaltılıyor bu işlem bardağı ısıtmak için yapılıyor ..Naan dedilen çıtır gevrek ekmekler, biraz tebriz peyniri biraz da meşhur havuç reçelinin de olduğu sade ve besleyici güzel bir kahvaltı ile sayı//66// ocak
24
güne başlıyorum… Heyecanlı adımlarala şehri keşfe başlıyorum... ilk göze çarpan eserlerden birisi şüphesiz Selçuklu Hükümdarı, Sultan 1. Melik Şah tarafından 11.yüzyılda Kâşan’nın merkezini çevreleyen kale duvarları oluyor. .ilk olarak İran’ın ünlü bahçelerinden biri kabul edilen çölün ortasındaki bu vaha’nın en önemli simgelerinden biri olan Fin Bahçesiyle başlıyorum. BAĞ-I FİN (FİN BAHÇESİ)
Safevilerin yazlık bölgesi olan bu şehirde özellikle Fin Bahçesi (Bagh-e Fin), zaten bahçeleriyle ünlü İran’daki en güzel bahçelerden biri olarak biliniyordu tarihte..Sonbaharın ilk günleri olmasına rağmen sıcak erken bastırıyor. Biraz da yokuş yürüyorsun merkezden yukarı doğru ister istemez biraz dinlenmek icab ediyor lakin fin bahçesine girmemle birlikte servi ağaçları arkları havuzuyla ve meyve bahçeleriyle bu alan, şah abbas için yapılmış. Hatta şah abbas öldüğünde isfehan yerine Kâşan’a gömülmeyi arzu etmiş .. Unesco Dünya Mirası listesine alınmış olan arklardan akan su sesleriyle beşyüz yıllık sedir ağaçları serinliğinde yürüdüğüm bahçenin turkuvaz havuzları sizi başka bir zamana götürüyor..mevsiminde gelen ziyaretçiler portakal çieklerinin kokusuna hayran kalırlarmış burada ,Tabi burası da Kaçar Hanedanlığı’nın yıkıcı gücünden etkilendiğinden fin bağında Safevi döneminden mermer zemin ve ağaç düzenlemesi dışında pek
bir şey kalmamış .Beni müze kısmında burada etkileyen en önemli bölümlerden birisi de İran tarihinin en önemli reformcusu İngiliz ve ruslara karşı önemli mücadeler vermiş olan Emir-i Kebir’in Nasıreddin Şahın adamları tarafından öldürüldüğü fin hamamı olmuştur..Bu olayı İran tarihinde Kaçarların en büyük ihaneti diye yorumlayanlar da olmuştur. Hamam kısmında bu tarihi olayın canlandırıldığı heykel sergilemelerini görmek mümkündür.. Belki biraz Kâşan tarihinden de bahsetmek gerekiyor. Burada özellikle Safevîler döneminde Kâşân ilimden edebiyata, el sanatlarından mimariye ve ticarete kadar birçok alanda parlak bir dönem yaşayıp İran’ın kültür başşehri olma özelliğine sahip bir şehir olmuş .. Şehir bütün dönemlerinde bir Sanat,İlim,Edebiyat merkezi olmuştur. KÂŞÎ
Şehri dünya çapında tanıtan en ünlü sanat dalı ise artık tamamen unutulmaya yüz tutan lakin kadim bir marka değerine sahip olan önemli bir kültürel miras öğesi olan çiniciliktir. 12-14 yüzyıllar arasında zirveye çıkan bu sanata ve ürünlerine “ kâşî ” deniliyor, genellikle fîrûze, gök mavisi, yeşil ve nâdiren kırmızı, sarı renklerin hâkim olduğu duvar çinileriyle daha çok yeşil renkteki çeşitli şekillerde kaplardan oluşan seramikler, kervanlarla dünya pazarlarına taşınıyordu. Selçuklu binalarında görülen ünlü çinilerin hemen tamamı Kâşan yapımı çinilerdir.
KAŞAN ÇARŞISI (KASHAN BAZAAR)
İsfehan,Tebriz tarihi taş çarşıları başta olmak üzere İran’ın çarşıları meşhurdur. Kâşan’ın tarihi çarşısı da bu sıralamada önemli bir yere sahip şüphesiz .Tarihin içine girmiş gibisiniz. şehrin görkemli dönemlerine yolculuk ediyorsunuz. ışıklar rengarenk bir cümbüş ve bir canlılığı , geleneğin dinamizmini hissettiriyor.. Antika eşyalardan geleneksel sanat ürünlerine bu eski şehrin seramik, çini işleri, ipek ve yün halıları, çeşitli el sanatlarından ipek yolunun ıtırlı baharatlarına kadar 800 yıllık bu muhteşem atmosferi yaşamak gerek anlatmak kifayetsiz… Çarşının devamında yine medreseler, camiler, kervansaraylar ,hamamlar ve Kaşan’ın görklemli tarihi kaşaneleri sizi yalnız bırakmıyor.. Şehrin önemli şairleri büyük Ehlibeyt Şairi Muhteşem-i Kâşâni’yi, modern iran şiirinin buyuk üstadı Kâşanlı Sohrab Sepheri’yi de hatırlamadan geçmek mümkün mü ? bu sokaklarda …, KÂŞAN’IN GELENEKSEL TAŞ KONAKLARI
Şehrin Selçuklu surları içinde kalan tarihi kültürel miras alanında Kaçar döneminin zengin tüccarlarının birbirleriyle yarıştırdıkları birbirinden güzel ihtişamlı Kâşâneler(köşkler) mevcut. 18-19. yüzyıldan kalma bu taş mimari yapıların bir çoğu restore edilmiş yeni işlevler kazandırılmış daha ziyade hotel, restoran tarzında turizme kazandırılmış. Bunların en önemlilerinden biri olan Hotel-Restoran olarak işletilen Ameriha’da öyle yemeğinde 25
Kaşan mutfağı lezzetlerini denemeye karar veriyorum ..Bu görkemli mekan 18.Yüzyıl Kâşan’da Valilik de yapmış Şah’ın ordusunun ihtiyaçlarını karşılayan ve bölgenin ticaret yollarının güvenliğini de sağlamış olan zengin tüccar İbrahim Halil Ameri için yapılmış. Ameri Kâşânesi bitirildiği dönemde ülkenin en büyük konağı olma özelliğini taşıyormuş. Amerinin buyuk salonunda harika vitraylardan süzen renkli güneş ısınlarının masamıza yansıyan hizmeleriyle Kâşan mutfağından sebze çorbası ,taze nan ve uzun şiş kebaplar naneli ayran yahada gül ab ile mükellef bir öyle yemeği ile kendimi ödüllendirip geziye devam ediyorum.. Şimdi bir bir Kâşan’ın Kâşânelerini gezelim… TABATABAİ EVİ
Kâşan’ın en önemli Kâşânelerinden biri olan ünlü halı tüccarı Tabatabei’in evi. 1880 civarında inşaa edilen evin en dikkat çekici özelliği mukarnaslarlar, içiçe geçmiş, girift taş rölyefleri, ince sıva işçiliği ve göz alıcı ayna ve vitray detaylarıyla bizi binbir gece masallarında şehrazata götürdüğü bir saray misali …Üç bölümden oluşan Konak ; aile efradını yaşadığı bölüm, davet ve şölen için kullanılan kısım ve hizmetlilerin yaşadığı avlu kısmından oluşuyor. Avlu etrafındaki zarif sutunlar etkileyici mimari duvar kabartmaları ,renkli vitrayları ve harika akustiği, büyüleyici bir güzelliğin mimarisini oluşturmuş..Beş bin metrekarelik bir alana 18.yyda inşa edilmiş bu konak aynı zamanda başka bir hikayenin parçası olma özelliği taşıyor. Hikayeye göre Tabatabai gibi Kaşan şehrinde ünlü bir halı tüccarı olan sayı//66// ocak
26
Borujerdi, Tabatabei’in kızıyla evlenmek istemiş. Tabatabei bu evlilik için tek bir şart koşmuş. Kızının en az kendisininki kadar güzel bir konakta yaşamasıymış. O günden 18 yıl sonra Boroujerdi’nin evi tamamlanmış ve en az gelinin babasının evi olan Tabatabai Evi kadar muhteşem bir evi inşa etmiş. Yani bir anlamda nazire olarak yapılmış bir konak olan Burucerdi Konağına gidelim şimdi.. BURUCERDİ KONAĞI
13. yüzyılda Kaçar Hanedanı döneminde inşa edilmiş şehrin sembol eserlerinden birisi de hiç şüphesiz Burucerdi Evi yada Konağıdır. Şehrin simgeleri haline gelmiş Bad girfti denen simetrik rüzgar bacaları ile bu konak İran mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Mir Ahmet mahallesinde bulunan ünlü halı tüccarı Borucerdi Evinin bütün sanatsal işleri, alçı işleri ve duvar süslemeleri, nakkaşilik işlemleri İran'ın büyük ve ünlü ressamı olan Kemal-ul Mülk'ün amcası Seni-ul Mülk tarafından yapılmış. Muhteşem olan bu yapının fotoğrafını çekerken zamanın nasıl geçtiğini bilmediğim bu konakla birlikte zihnimde sürekli bir mukayese bir muhakeme hangisi daha güzel düşünceleri .., HAMMAM-İ SULTAN MİR AHMET
Sultan Mir Ahmet Hamamı Kâşan kentinin en önemli ve en eski tarihi eserlerinden biri kabul edilmektedir. Şehrin sembol eserlerinden biri olan Burucerdi evine çok yakındır. Tarihi Selçuklu dönemine dayanan bin metrekareden fazla bir alana sahip muhteşem mimarisiyle
ülkenin en güzel tarihi hamam eserlerinden biridir. En kaliteli mermerlerden yapılmış olan hamam büyük ve küçük hamam denilen iki kısımdan oluşmaktadır. İlk olarak Kaçarlar zamanında restore edilmiş olan bu anıt yapının en önemli özelliklerinden birisi duvarlarında 17 kat restorasyon amaçlı alçı bulunmasıdır. Bu da yapının ne kadar eski olduğunu gösteriyor. Sonuncu restorasyonda hamamın alçı katları 17 kat tek tek kaldırılıp soyularak süt, yumurta beyazı, soya unu limondan yapılma en alttaki, en orijinal alçıya ulaşılmış. İnsana adeta bir pasta tarifi gibi gelse de bu karışımın çimentodan bile daha dayanıklı olduğu iddia ediliyor. Burada yapmadan dönmeyin diyeceğim bir aktivite var ki oda bu tarihi hamamın kubbelerine çıkıp şehrin zarifçe yükselen minarelerini, rüzgar kulelerini (bad girifti)izleyebileceğiniz bir Kâşan şehir panoramasını mutlak deneyimlemelisiniz .. , BOZORG (BÜYÜK )AĞA CAMİ VE MEDRESESİ
Bozorg Farsca da büyük anlamına geliyor. Bu cami büyük ağa camii ve aktif olarak halen medrese olarak da işlevini sürdüren 19. yüzyıl yapısı bir mimari eser olarak Kaşan’da en çok ziyaret edilen mekanlardan biridir. Muhteşem eyvanlı bir mimariye sahip olan bu yapı çinileriyle adeta sizi büyüleyen eser. Ülkenin ünlü mimarlarından Ustad Hacı Sa’ban-Ali tarafından yapılmış neredeyse İran’nın Tac Mahal’i muamelesi görmekteymiş, hakikaten etkileyici bir yapı mutlaka görülmeli diye düşünenlerdenim., ANTİK SİALK HÖYÜĞÜ
Kâşan’da son gezi alanım Merkeze 3.5-4 km yürüme gidebildiğim Antik Sialk Höyüğü; İran’ın Persepolisten sonraki en önemli en zengin arkeolojik kültürel miras alanı. Antik dönemlere ait yerleşim alanları kalıntıları, 4.yüzyıla tarihlenen buluntular mevcut olup bunların çoğu ait olduğu ülkelerden çalınarak dünya müzelerinde sergilenmekteymiş, alan rehberinin anlattığına göre birçok çömlek kaplar, metal eşyalar, taş, kil ve kemikten yapılma ev aletleri Sialk höyüğünden çıkarılmış bir çok tarihi eserin bugun Paris’teki Louvre, New York’daki Metropolitan Müzesine götürülmüş kalan bir kısmı da Tahran’daki İran Milli Müzesi’nde sergilenmekteymiş. Rehberimiz halen kazıların bitmediğini lakin en önemli kalıntının Mezopotamya’da yer alan ünlü Zigurat tapınaklarıyla benzerlik ifade eden Yedi bin beş yüz yıllık Elam
dönemine tarihlenen zamanın ötesinde eski bir medeniyetin sofistik kalıntısı Sialk Ziguratını gezip bölgeden ayrılıyorum. Gece otobüsle yada taksi ile İsfehana geçmeyi planlıyorum. Lakin Kâşan’a ilk ayak bastığımda tanıştığım genç çifler bilgisayar mühendisi Cevat bey ve Eşi Elham hanımı Kaşanın tarihi mekanlarından biri olan Nabatrie Ghanadilpati pastanesine davet ediyorum. Beni kırmayıp geliyorlar.Bu meşhur fırının Hindistan cevizli kurabiyeleri ve çay eşliğinde İstanbul’a ve Kâşan’a dair derin bir sohbetin ardından kendilerine gösterdikleri mihman(misafir)severlik için teşekkür ediyorum. Gün geceye ulaşmadan yola çıkmalıydım sağolsun Cevat bey bir taksici arkadaşını arayıp çok uygun fiyata İsfehan yolculuğu için bir taksi ayarladılar..ve akşam saat on gibi yola çıkıyoruz bu defa kaptanım Kamber ….. Tarihi Kâşâneleri(köşkleri), Kâşi Çinileri, Gül bahçeleri, Gül Suyu, geleneksek gülsuyu festivali ile ünlü bu şehri hakkıyla gezmek keşfetmek için bir iki gün yetmez. Ben sonbaharın ilk günlerinde geldim ama siz mutlaka nisan mayıs yani bahar aylarını tercih edin. Çünkü o dönemde şehir ile özdeşleşmiş olan Gül bahçeleri güllerini açmış, her yer yana yana gül kokusunun yayıldığı bir zaman dilimi olur… Kâşan şehrindenim Fena sayılmaz halim, Bir lokma ekmeğim var, biraz aklım, İğne ucu kadar da zevkim. Annem var, ağaç yaprağından daha güzel, Dostlar, akan sudan daha iyi ,Ve Allah, burada yakındadır (Suyun Ayak Sesi-Sohrab Sepehri) 27
ANTALYA
BİR HUZUR VE SEVGİ ŞELALESİ ŞEHİR Portakal artık sadece Antalya çiftçisi için değil şehrin turizmi için de altın yumurtlayan tavuktur. Fahri TUNA
Ben de söyleyeyim fikrimi: Teke Bölgesi Yörükleri bir, Altın Portakal Film Festivali iki, Konyaaltı Plajı üç. Dördüncüsü nedir derseniz, portakalı derim, narenciyesi derim. Beşincisi Antalyaspor’u, Alanyaspor’u derim. Altıncısı yapış yapış boğucu sıcağı derim. Teke yöresi Türkistan’dan gelen Yörüklerden oluşur, bilirim. Ben de bir Manavlaşmış Yörük çocuğu olduğum için daha bir bilirim, kulağım açıktır. Antalya, Burdur, Isparta, Denizli, Muğla şehirlerini kapsar, bilirim. Batı Toroslardır Teke en çok. Türkistan’dan sanki bir asır önce gelmişçesine doğal, samimi, sahih Türkçeleri, atasözleri deyimleri, türküleri örfleriyle bizim, bizden, biz insanlar. Hiç unutmam: 1980’lerin sonlarıydı, -televizyon programları daha yeni yeni renklenmişti-, TRT’de Gezelim Görelimde Nuray Yılmaz, Antalyalı Yörüklerle konuşuyordu. Toroslarda bir köyde. Gözlerime inanamadım: Yörük annelerinin, genç kızlarının başlarındaki allı yeşilli sarılı krepler, Sadiye Babaannemin çeyiz sanığındaki kreplerle tıpatıp aynıydı. Özay Gönlüm’ün ninesi de benim Naime Ninemle yüzde doksan beş aynı konuşuyordu zaten. Teke’nin başkenti Antalya’ydı işte. Türkülerin de. Uzun havaların da.
almcity. Palmiyesity. Palmiye şehri. Bir yazar okulu çalışmam nedeniyle iki yılda kırk kez gittiğim Akhisar’da zaman zaman konakladığım otelin adıydı Palmcity. Her gidişimde de hep Antalya’yı düşünmüşümdür. Zira en çok Antalya’ya yakışan bir kavramdır Palmiyeşehir. Gittim gördüm; sahildeki caddeler boydan boya palmiye ile süslenmiş. Yakışıyor da hani. Her şey yerinde ikliminde doğal ortamında güzel çünkü. Antalya deyince ne gelir akla sahi? Antalya’nın ulusallaşmış, adı söylenir söylenmez akla gelen üç markası nedir? (Hiç Antalya’yı görmemiş olan eşime sordum, işte cevapları: ‘Portakal (bol sebze meyve), sıcak, sera, yağmur, bir de yılda en az bir kez ortalığı sel alması’ dedi.
sayı//66// ocak
28
Orhan Hakalmaz söyleyecek, pürüzsüz, tertemiz, akademik sesiyle: Hey hey / Çekemedim akça kızın göçünü, of göçünü / Sırma saçlar bırak döğsün döşünü / Gülüver de görem mercan dişini / Yol ver bana Çıbık Beli geçeyim, a kız geçeyimmm. Geçelim ikinciye. Ülkemde birçok film festivali vardır, eyvallah. İstanbul, Adana, Bursa, Malatya, Ankara vesaire, vesaire. İsimleri de çeşit çeşittir: Altın Koza, İpekyolu, Uçan Süpürge. Ama Türkiye’de film festivali dendi mi Antalya Altın Portakal gelir akla. Hem o kadar gelir ki, bütün film festivallerinin şöhreti, ilgisi, algısını toplasanız bir Altın Portakal etmez. Samimiyim. Helal olsun Antalya’ya. Dönemin belediye başkanı Dr. Avni Tolunay’ın 1964’te başlattığı film festivali geçen elli beş sene içerisinde Antalya’yı, değil ülke gündemine, dünya gündemine taşımıştır, hiç tartışmasız. 2020 senesi itibarıyla bugün Antalya Altın Portakal Film Festivali, Dünya sinema sektörünün en bilinen ve prestijli festivallerinden birisidir. Portakal artık sadece Antalya çiftçisi için değil şehrin turizmi için de altın yumurtlayan tavuktur.
Sonra Konyaaltı Plajı’dır Antalya benim için. Gittim gördüm. Kıştı, giremedim denize. Ama taş fırlattım, on kere yirmi kere. Tek tük denize girenlerle selamlaştım. Kışın daha sakin daha güzel daha şirin Konyaaltı. (Adı neden Konyaaltı’dır, çok merak ederim ama öğrenmek istemem, büyüsü bozulmasın diye.) Güneşi ayrı güzel, kumu ayrı, denizi ayrı. Bedava şifa cennetimizdir Antalya. Güneş mahrumu (dede mahrumu gibi oldu ama olsun, iyi gitti bu cümle) ülkeler için Antalya sığınaktır, barınaktır, yığınaktır adeta. Yılda sadece Rusya’dan dört milyon Rus’un, sadece Almanya’dan bir buçuk milyon Alman’ın Konyaaltı Plajı’na kendini attığını düşünün yeter. Diğer ülkelerden gelenleri saymadım daha. Yılda bir Hollanda’nın Antalya’ya geldiğini varsayın, yarım da Belçika’nın. Üç beş yıla Belçika da tam olur, diyeyim size. Antalya tek başına Türk turizminin başkentidir. Şeksiz şüphesiz tartışmasız. Ben Sakaryalıyım. İstanbul Ankara Otoyolu, Adapazarı’ndan çıkış verir ve güneye doğru döndüğünüzde şu tabela okunur: Bilecik - Antalya. İlk şehir Bilecik, son şehir Antalya’dır çünkü. Bu yolda her gün yüz kamyon, bin kamyon, -belki- on bin kamyon yollardadır gece gündüz. Nedeni açık ve basittir: Ya Antalya’dan gelmektedirler ya da gitmekte. Tonlarca meyve sebze taşımaktadırlar. Antalya olmasa (biraz da Mersin ve Adana tabii) yılın en az sekiz ayı hangi narenciyeyi yerdi bu millet. Bu Marmara, bu İstanbul, bu ülke? Çok teşekkürler Antalya, sana şükürler olsun Yüce Yaradan. Türkiye Süper Ligi’nde bugün İstanbul ve Ankara dışında iki takımı olan tek vilayet var: Antalya. Bakınız, İzmir’in tek takımı var. Koca Adana’nın yok, koca Bursa’nın yok, komşu Mersin’in, ünlü Eskişehir’in, tarihî Erzurum’un, güneydoğunun en büyüğü Diyarbakır’ın, bereketli Urfa’nın, sanayi devi Kocaeli’nin yok; irice şehirler Samsun’un Sakarya’nın Maraş’ın yok. Ama Antalya’nın iki adet var. Ne büyük başarıdır bu. Ne büyük takdir nedenidir. Ne büyük tanıtımdır. Aferin Antalyalılara, helalinden hem de. Başarınız daim olsun. (Komşu Denizli ile iyi geçinin ama. Hani spor, kardeşlik dostluk hoşgörüydü?) Ben görmedim. Televizyonların ve yazın gidenlerin yalancısıyım; Antalya’nın yazları çok sıcak ve boğucu olurmuş. Gelinim
Dilek’le oğlum Ahmet de teyit etti bu iddiayı. Gündüzleri otelin klimalı odalarından pek çıkılmıyormuş. (Mardin ve Urfa’nın sıcakları kurudur, dokunmaz, yaşadım, bilirim.) Rutubetle kolkola dolaşan Antalya sıcağı, -şimdilik ilin - tek olumsuz ögesiymiş, o kadar. Hadrianus’un meşhur kapısından geçmemiş, Aspendos Antik Tiyatrosu’nda iki bin yıldır hâlâ havada uçuşan tiratlara kulak kesilmemiş, Kaleiçi’nde tarihin koynunda kaybolmamış, Yivli Minare’ye bakıp Alaaddin Keykubad’a selâm göndermemiş, Düden Şelalesinde suyun senfonisinden kendinizden geçmemişseniz, diyeyim size - üzgünüm ama, siz Antalya’ya gelmemişsiniz bayım! Benim için Antalya, ortaokulda Almanca öğretmenim Hadiye Uçar’dır ilkin. (Manavgat’ta ve Eşme’de ne çok aradım, ne çok kişiye sordum, ama bulamadım. Hâlâ da izini arıyorum sevgili hocamın, ellerinden öpmek için.) Sonra yeşil-siyahlı renklerle söz kestiğim, gençlik yıllarımın kaptanı sağbek – rahmetli diş doktoru Erdal Akpınar’dır. Daha sonra Bilge Hekim Sadık Canlı’nın (ve onu seven bizlerin) dostu, eski futbolcu Kemal Yıldırım’dır. Ama en çok da, meşum 1999 Depremi sonrası eşi ve çocuklarıyla Antalya’ya yerleşen, - sık sık telefonla hasret giderdiğimiz - Okçu Halamın torunu, yeğenim Çiğdem Sarıdemir’dir. Selam olsun sevdiklerime, ayrı ayrı. Bütün bunlar, bu özellikler, bu güzellikler Antalya’dadır, evet. Antalya’nındır, Antalyalınındır, evet. Tamam da, ne kadar dünyalı bir şehir de olsa, Hollanda nüfusu kadar yabancı turist de ağırlasa, Antalya benim için, şipşirin bir Türkmen şehridir. Yörüklerin efe efe yayladığı yaylaları, Türkmenleri, Türkçeleri, türküleri ile özbeöz Türk. Bir o kadar da Selçukludur Antalya. Bir tarih, bir doğa, bir mertlik şehridir Antalya. Bir sevgi, bir gönül, bir rüya şehirdir Antalya. Bir Türküdür Antalya en çok da: Hey hey / Yaylaların yeli soğuk esmez mi / Sevdiğim de rüyalara girmez mi, a kız girmez mi / Girmesen de gönül sana küsmez mi, of küsmez mi? Bir huzur, bir gönül, bir sevgi şelalesidir Antalya. 29
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
MEKKE Mekke bizzat Allah tarafından harem kılınmış ve bu durum, şehrin emin bir yer yapılması için dua eden (el-Bakara 2/126; İbrâhîm 14/35) Hz. İbrâhim tarafından ilân edilmiştir.
Hüseyin YÜRÜK
âbe’nin bulunduğu ve hac ile umre ibadetinin ifa edildiği kutsal şehir olan Mekke,Arap yarımadasının kuzeyinde Batnımekke (Bekke) adı verilen bir vadi üzerinde kurulmuştur.Bu alanın doğusunda eteğinde Safâ ile bunun hizasında Merve tepelerinin bulunduğu Ebûkubeys, batısında Kuaykıân, güneybatısında Sevr, kuzeydoğusunda Nur (Hira) ve Sebîr dağları yer alır. Hac ibadetinin yerine getirildiği mekânlardan Arafat, Müzdelife ve Mina Mekke’nin doğusundadır. Şehrin Kızıldeniz ile bağlantısı Câhiliye döneminde Şuaybe Limanı, İslâm’dan sonra Cidde Limanı vasıtasıyla sağlanmıştır. Kur’an’da “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrâhîm 14/37) Mekke çevresi, çöl karakterli bir araziye ve bunun üzerinde görülen, dikenli bodur ağaç ve çalılıklardan meydana gelen cılız ve seyrek doğal bitki örtüsüne sahiptir. (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:556) Mekke’nin asıl önemi, Allah’a kulluk maksadıyla yapılmış ilk mâbed olan Kâbe’nin (Âl-i İmrân 3/96) burada bulunmasından kaynaklanmaktadır.
sayı//66// ocak
30
Kur’an’da, Allah’ın evi kabul edilen Kâbe’nin yer aldığı Mekke ve çevresinin her türlü tecavüzden korunmuş güvenli bir yer (harem) ve insanların mânen temizlenip arındığı bir mahal olduğuna işaret edilmiş, bu alanla ilgili birtakım özel hükümler konularak çevresi “alem”lerle sınırlanmıştır. Mekke bizzat Allah tarafından harem kılınmış ve bu durum, şehrin emin bir yer yapılması için dua eden (el-Bakara 2/126; İbrâhîm 14/35) Hz. İbrâhim tarafından ilân edilmiştir. Mekke’nin ileri gelenlerinden Kusay Kureyş’in çeşitli kollarını Mekke’ye yerleştirdi, böylece kabile yarı göçebelikten yerleşik hayata geçti. Şehrin etrafı tarıma elverişli olmadığından halk geçimini Mekke’nin yakın çevresini aşmayan ticarî faaliyetlerle sağlamaya çalışıyordu. Mekkeliler şehirlerine gelen yabancı tâcirlerden mal satın alır, kendi aralarında ve civardaki Araplar’la alışveriş yaparlardı. Abdümenâf b. Kusayy’ın Mekke ekonomisini geliştirmek için başlattığı girişimler oğlu ve Hz. Muhammed’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf tarafından sürdürüldü. Hâşim, kabilesi adına Sâsânîler, Himyerîler, Habeşîler, Gassânîler ve Bizanslılar başta olmak üzere bazı devlet ve kabilelerle diplomatik ve ticarî ilişkiler kurarak Kureyş’in Mekke ve çevresiyle sınırlı olan ticaretini daha geniş alanlara yaydı. Böylece Mekke milletlerarası ticaret merkezlerinden biri haline geldi. (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:557) Mekke İslâm öncesinde coğrafî konumu, ayrıca dinî ve ticarî bir merkez olmasından dolayı Roma, Bizans, İran ve Habeş hükümdarlarının zaman zaman dikkatini çekmiş, bunlar şehri hâkimiyetleri altına almak için teşebbüslerde bulunmuşlardır. Hz. Muhammed peygamber olunca İslâmiyet’in tebliğine yönelik faaliyetlerde bulundu, Mekke’de geçmişten gelen tevhid inancına aykırı bütün geleneklere karşı çıktı. Mekkeli müşriklerin şiddetli hücumlarına mâruz kalan bazı müslümanlar Habeşistan’a hicret etti. Mekke’de kalan müslümanlar, müşriklerin baskı ve işkencelerinin yanı sıra yaklaşık üç yıl Ebû Tâlib mahallesinde toplumdan tecrit edilmiş bir şekilde yaşadılar. İslâm’ın Mekke’de tebliğine imkân kalmadığını gören Resûl-i Ekrem, Akabe biatlarından sonra ashabına Medine’ye hicret için izin verdi. Mâzeret sahibi bazı kişiler dışındaki herkesin ardından kendisi de Medine’ye hicret etti. (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:558) Emevîler döneminde İslâm dünyasındaki kültürel değişimin bir sonucu olarak Mekke’de şiir ve mûsiki alanında gelişmeler olmuş, bedevî hayatın kaba ve sert duygularının yerini ince ve
sade ifadeler almaya başlamıştır. Arap mûsiki tarihinde önemli yeri olan Mekke halkının gelenekleri fetihlerden sonra karşılaşılan kültürlerle yeni bir sentez ortaya çıkarmıştır. Emevîler devrinde yaşayan İbn Miscah, İbn Süreyc, İbn Muhriz ve Garîz Arap mûsikisinin dört temel taşı olarak nitelendirilir.Abbâsîler döneminden itibaren hac mevsimlerinde Mekke’ye gelenlerle burada mücâvir olanların ikamet etmeleri için ribâtlar inşa edilmeye başlandı. Mekke’de ilmî ve fikrî hayatın gelişmesine büyük katkısı olan bu yapılar Eyyûbîler ve Memlükler devrinde yaygınlaştı. (Bozkurt ve Küçükaşcı, 2003:562) Bir süre Selçuklular ve Eyyûbîler adına hutbe okunan Mekke, Osmanlılar’ın ilgisini Yavuz Sultan Selim döneminden daha önce çekmişti. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden (Zilhicce 922 / Ocak 1517) sonra Mekke Osmanlılar’a intikal etti. Yavuz Sultan Selim Kahire’de iken Mekke ve çevresinin zaptı için asker sevketmeyi düşünmüş, ancak Mekke Emîri Şerîf Berekât’ın, oğlu Ebû Nümey başkanlığında bir heyeti Kahire’ye göndererek itaatini bildirmesi üzerine bundan vazgeçmişti. (6 ve 12 Temmuz 1517) iki defa huzura kabul edilen Mekke heyeti saygıyla karşılandı. Yavuz Sultan Selim, Şerîf Berekât’ın Mekke emirliğini onayladı.Heyet Mekke’ye dönünce Şerîf Berekât, “hâdimü’lHaremeyn” sıfatıyla andığı Yavuz Sultan Selim’in gönderdiği hil‘ati giyerek onun adına hutbe okuttu, böylece Mekke’de Osmanlı hâkimiyeti fiilen başlamış oldu. (Küçükaşcı,2003:563) Kanuni Sultan Süleyman’ın Sadrazamlarından Lütfü Paşa o dönem Mekke’ye gönderilen bir yardımdan şöyle bahseder:1536 yılında Hindistan vilâyetinde Mahmud-abad hakim'i Bahadır Han Padişah’a elçi göndererek “Karadan Moğollar üzerimize geldi. Denizden İspanya kafirleri istila ettiler. Padişahtan donanma ile asker talep ederiz. Mekketullâh’a emanet olarak iki yüz elli sandık altın gönderdik. Donanmaya ne kadar altın lazım olursa oradan alın” diye haber göndermişti. (Lütfi Paşa,2001:125-126127) Katip Çelebi, Sultan 1.Ahmet Döneminde Kâbe-i Muazzama'dan yağmur oluğu ve kitabe taşının İstanbul'a gelişini şöyle anlatıyor: Eskiden Mîr Ahmet adındaki melikin yağmur oluğu da Sultan Süleyman Han zamanında gelip hâlâ Hazinede saklıdır. ve Kâbenin onarılması işi eskiden Halep defterdarı olup bu hizmet karşılığında Habeş eyaleti verilen Hasan Paşa yerine getirip mansıbına gitti. Eski oluk ile tahtaların sağlam yerinden bir değerli asa, birer kılıf içinde Üsküdar bölgesine
geldi. Rebiülâhırın yirmi kinci günü (12 Mayıs, 1613) Padişahın önünde Şeyhülislâm Mehmet Efendi dua ve senâ ile açtı, ertesi gün ulanıp ağırlanarak, vezirler ve bilginler Hazineye götürdüler.(Kâtip Çelebi’den aktaran Gökyay,1982:84-85) Katip Çelebi, Sultan 1.Mustafa Döneminde Kabe’de yapılan Osmanlı Kabe onarımından da şöyle bahsediyor: Bu yılın başlarında (1020/1618) Kâbe-i Muazzama'nın duvarlarının onarılması gerekmiş ve duvarlar sarsılmıştı. Kimi yerleri berkitmek önemli olduğundan bu konuda, görenlerin düşünceleri kısaca şu oldu: Kâbe'yi yıkmadan kuşaklamakla bozulan yerleri kapatılsın ve sarsılan direkleri bağlansın. Demir kuşaklarla iki yerden bağlayarak gereğinin yapılması daha iyidir, diye demir kuşaklar hazırlanmasına başlandı. Bir katının ham gümüş, bir katının da altınla kaplanması buyuruldu. Eskiden Sultan Süleyman zamanında değiştirilmek gerekince gümüş tahta ile süslenmiş olan yağmur oluğunun bu kez altın kaplamalarla süslenmesi istendiğinden İstavroz Bahçesine göçülüp orada bu işi tamamlamak için kuyumcu, üstadlar, İslâm padişahının, şeyhülislamın, vezirlerin ve ileri gelen bilginlerin önünde işe başladılar. Bitince, nasıl bir durum alacağını görmek için Davut paşa Bahçesi'nde Kâbe’nin enine, boyuna, onun biçiminde bir ahşap maketi yapılıp üzerine konuldu. Ve karşısında padişah için bir gölgelik yapıldı ve altında bir altın taht kuruldu. Cem denlü yüce padişahın buyruğuyla başka ileri gelenler ve devlet adamları orada bulundu. Padişah tahtına oturduktan sonra birer hilatle şereflendirildiler. (Kâtip Çelebi’den aktaran Gökyay,1982:84-85) Sultan 2.Mahmud Döneminde Arabistan karışıklıklar ve kaynaşmalar içindeydi. Vehhabilerin Haremeyne musallat olması bir türlü önlenemiyordu. Vehhabiler de işi azıtmışlar, Mekke'yi ve Medine'yi sıkıştırmakla kalmayıp Irak'a da saldırmaya başlamışlardı. 3-4 Nisan 1803’de Suud, Mekke'yi, daha sonra Medine'yi, 1806 da da Cidde'yi zaptetti. Araplar, Zubeyr ve Basra önlerinde göründüler. 1808 de Şam ahalisi, "soysuzlaşmanın, suiistimalin ve dünyevi adaletsizliğin" temsilcilerinden ayrılmıya, "Hakiki mü'minlere" iltihak etmiye ve gerçek anlamda kardeşçe cemiyete girmiye davet olundu.1810 da Vahhabiler, bizzat İstanbul'da bir tahrik hareketine giriştiler. Sultan Mahmut, kutsal şehirleri tekrar ele geçirmek ve Suriye'yi tehdit eden tehlikeyi ortadan kaldırmak için, Memlukleri yok eden 31
Mısır Valisi Mehmet Ali'ye başvurmak zorunda kaldı.Yeni Vali, iyi niyet sahibi görünüyordu. 1810 da Padişah'a vergiyi ve daha başka yardım paralarını göndermişti. Mehmet Ali Paşa, Memlûk beylerinin kesilmiş kafalarından son partiyi İstanbul’a göndermeden önce, oğlu Tosun Paşanın komutasında olarak Fransızların yetiştirdiği muntazam piyade ordusunu Süveyş üzerinden Arabistan'a yolladı. Aynı zamanda süvari kıtaları çöl yoluyla harekete geçti. Bütün kuvvetler Cidde'de birleşeceklerdi. Savaş iki yıl sürdü, l810 ve l811.İlk önce Medine zaptolundu. 30 Ocak 1813 te Mısır Valisinin temsilcileri top sesleri arasında İstanbul’a gelerek valinin oğlu Tosun Paşa'nın fethetmiş olduğu bu kutsal şehrin anahtarlarını getirdiler. Daha sonra Mehmet Ali Paşa'nın ikinci oğlu İsmail Bey, Mekke'nin anahtarlarını bizzat Padişaha takdim etti. 1517 de yapılmış olan şenlik törenleri şimdi de yenilendi. Kahya Bey anahtarları gümüş bir tabak içinde taşıdı. Fakat Vahhabilerin başkentleri ancak 1818 de işgal olunabildi.Bir yıl sonra da Abdullah Ebu-Suut, tahrikçi ve âsi olarak İstanbul'da idam edildi. (Yorga,1948:232) Osmanlı devleti için en önemli meselelerden biri, Mekke ile Medine'nin yabancı saldırılardan korunması ise de Rusya seferi ile uğraşılması yüzünden Şam ve Mısır valilerine "Hicaz'ı koruyun' diye arada bir tezkere yazıp emir göndermekten başka bir şey yapılamıyordu. Ahmet Cevdet Paşa, o günleri şöyle anlatıyor: Vehhabilerin reisi Abdülaziz oğlu Suut, Medine'yi ele geçirmiş, ne kadar kutsal tapınak türbe varsa yıkmış, yalnız halkın yalvarışları üzerine Peygamberin kubbesini alıkoymuştu. Bununla da yetinmemiş, Peygamberimizin türbesinde ne kadar değerli eşya varsa alıp götürmüş, Hutbelerden padişahın adını kaldırmış ve Vehhabi olmayanları dinsiz saydığı için Kâbe'yi ziyaret etmelerini yasaklamıştı. Son yıllarda Mekke ve Medine halkından bir çoğu ya mektup yazmak ya da İstanbul'a kadar gelip Vehhabilerin zulümlerinden, taassubundan, yasaklarından uzun uzun dert yanmışlardı. Ama koltuklarına gömülüp keyfe dalmış olan yetkililer, bu sızlanışlara feryat halini aldığı zamanlar bile pek kulak asmamışlar, pek önem vermemişlerdi. Şimdi ise iş işten geçmişti. Tâ uzaklardan bin türlü zahmet ve masrafla Hac ziyaretine gelenler, Mekke'den olmazsa Medine sınırlarından geri dönmek zorunda kalıyorlar, canlarını değilse bile mallarını Vehhabilerin elinden kurtarmak kaygısı ile ibadet ödevlerini bile ertelemek zorunda kalıyorlardı. (Ahmet sayı//66// ocak
32
Cevdet Paşa,1973:71-74) Mekke’de törenlerle kutlanan II. Meşrutiyet’in ilânından sonra merkeziyetçi politikalara hız verilerek şehir kontrol edilmeye çalışıldıysa da Osmanlı idaresi aleyhine faaliyetler arttı. Mekke’de kurulan yerel komite mahkûmları serbest bıraktı ve şehre girişteki ayakbastı parasını kaldırıp Osmanlı Valisi Râtib Paşa’nın koyduğu deve başına vergiyi en aza indirdi Meşrutiyet Döneminde Mekke Valiliğinde bir memur olarak çalışan Çapanoğlu Celaleddin Bey O günlerin Mekke’sinde yaşanan bir karantina makinası olayını şöyle anlatıyor:Hac mevsimi hulül ettiğinden Mekke-i Mükerreme'ye avdet edildi. Bu cümleden olarak Arafat'a çıkılacak yol üzerinde ya'ni Mekke-i Mükerreme'nin mualla cihetine ki şehrin üst başına ol vakitki Sıhhıye İdaresi'nin tensib ve karanyla bir etüv (karantina) makinesi konulmak istenilmiş ve malzemesi de gönderilmiş ve Mekke Sıhhıye Müdürü bulunan "Kasım İzzet" namındaki Efendi de ebniyesini (binalarını) inşâ ettirmeye başlamış. Ebniyenin inşasına teşebbüs sırasında ve men' edilmezden evvel o Kasım İzzet olacak herifin bu nedir diye sual edenlere etüv makinesini göstererek “Sizi buradan sokub öte taraftan çıkaracağım” gibi zahiren latif ve fakat ma'nen gayet hainane ve müfsidane Iisan isti'mal eylemiş. Kendisi Cebel ahalisinden bulunmak itibariyle muhtemel olan fikr-i fesada vasıta olmak delalet ve hizmette bulunmak vazifesini hâmil ve hâiz bulunmuş olacağı pek de istib'ad olunamazdı. Mühtedi olacağı kanaati de doğrusu bizlerce pek büyük bir gaflet ve kusur idi. Acaba böyle mukaddes bir mahallin Sıhhıye Müdüriyeti'ne ta'yin olunacak hiç mi hakiki bir Müslüman doktor yokdu. Nerede bir karantina mahalli var oradaki etibbâ Rum'dan Ermeni'den Yahudi'den mürekkepdi. Aralarında pek ender olarak bir Müslüman doktor görülebiliyordu. Çok geçmeden mevsim-i hac hulûl etdi. Arafat'a çıkılacağından bir gün evvel bedeviler hücum ederek taşını toprağını değil makinenin demirlerini bile parça parça ettikleri gibi Doktor Kasım İzzet de ortadan gâib olmuşdur. (Çapanoğlu,2013:112-116) Osmanlı Devleti’nin zayıflaması, Mekke emîri olan şeriflerin bağımsız hareket etme istekleri, Arap milliyetçiliği hareketinin hız kazanması ve Avrupa devletlerinin Ortadoğu’ya yönelik artan ilgileri bölgedeki denetimi gittikçe güçleştiriyordu. Büyük bir Arap devleti kurmak amacıyla çeşitli faaliyetlerde bulunan ve İngilizler’in desteğiyle hareket eden Şerîf Hüseyin, Osmanlı
hükümetinin Mekke’yi kontrole yönelik politikalarından rahatsızlığını açıklamaktan çekinmeyerek isyan için fırsat bekliyordu. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni paylaşmak üzere aralarında gizli antlaşmalar yapan İtilâf devletleri, Mekke’nin Osmanlılar’dan alınıp bağımsız Arap yönetimine verilmesi konusunda da anlaştı. Şerîf Hüseyin ayaklanarak (27 Haziran 1916) Cidde valisi ve diğer Osmanlı idarecilerinin faaliyetlerini engelleyip Mekke’de üstünlük sağladı ve 3 Kasım 1916’da başşehri Mekke olan Hicaz Hâşimî Krallığı’nı kurdu. (Küçükaşcı, 2003: 566) Avusturya Macaristanlı General Joseph Pomiankowski Mekke’nin İstanbul’dan kopuş sürecini şöyle anlatıyor: Mekke Emirinin ihanetinin çeşitli sebepleri vardı: Şam’daki 4.Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın tedhiş idaresi olayları büsbütün körüklemişti. 27 Mayıs 1916'da âyandan Abdülhamit Zehrâvî 21 kişi ile Şam'da asılmıştı. Çünkü bunlar İtilaf Devletleriyle işbirliği yapmışlardı. Emir hükümlülerin affı için büyük çaba harcadıysa da, Cemal Paşa tarafından bu isteği geri çevrilmişti. Hoşnutsuzluğun ikinci önemli bir sebebi de, kasten Cemal Paşa tarafından Suriye'nin anadili olan Arapçada değişiklik yapılmasıydı. Bütün bu huzursuzlukların yanı sıra Hicaz ve bütün Arabistan'da bir de savaştan doğan sıkıntılar ortaya çıktı. Genellikle hububat ve erzak darlığı çeken Türk hükümeti bu sıkıntılı duruma çare bulamadı. İngiltere, Emir'i kendi tarafına çekmek için bu durumlardan faydalanmasını bildi. Halka yiyecek gönderdi. Emir'e para, silah yardımı yaptı ve kendisine onun Türkiye'den hiçbir zaman elde edemiyeceği hayat boyu ve babadan oğula Hicaz hükümdarlığını vadetti. (Pomiankowski,1997:203) Çapanoğlu Celaleddin Bey kendi döneminde yaşanan bir Hacc ibadetini şöyle anlatıyor: Sabahleyin erkenden Mekke-i Mükerreme haricindeki caddelerde Emir ve Ratib Paşalar hazeratıyla birleşdik. Birer kahve ve şerbetden sonra hareketle sabah serinliğinde Beytullah'ı tavaf ve sa'y-i lazimesini ira ederek hükümete ba'dehu Ratib Paşa'nın hanelerine gidildi. Orada mihman (misafir) olduk. Bu sırada Mekke-i Mükerreme pek kalabalıkdı. Üç dört gün sonra Arafat'a çıkıldı. Bu gidiş ve avdet ediş görülecek bir haldir. İslamiyetin ulviyet ve kudsiyyetini hükümetin şevket ve kudretini gösterir bir manzara-i mehibe ve bedia idi. Rub-i meskündan (dört kıtadan) gelmiş olan
Müslümanlardan ve yerlilerden teşekkül ve terekküb etmiş muazzam bir kafile-i naciye, Hal, şekil, lisan, itibariyle bir halîta-i beşer (insanlığın karışımı). Önde Şam ve Mısır mahmilleri (yük arabaları), arkada Şerif Hazretleriyle vâli ve kumandan arabaları ve bunların iki tarafında ihram-puş olarak Asakir-i Nizamiye ve her arabanın önünde ikişer sahra topu, Mekke-i Mükerreme'den haraketle beraber ibtida mahmillerden başlamak suretiyle Arafat'a varıncaya kadar bu toplar bila fasıla (aralıksız) gürler. Vadileri hadiyeleri (çölleri) inledir ve lerze-dar eyler (titretir). Arafat'da yüzbinlerce halk kefen-be-duş (kefeni sırtında) bir hâl ve kıyâfetde. Güya mahşerden nümûne nüma (örnek gösterir) (Çapanoğlu,2013:88:90) Mekke-i Mükerreme'nin kış zamanı başka mahallerin nev-baharı gibidir.Bu hal Şubat nihayetine ve bazen Mart on beşine kadar devam eder. Ondan sonra Temmuz'un sıcakları başlar. Bu tahaşşud-gah-i müsliminin azamet ve kudsiyetini tarif için bir ta'bir-i şamil bulunamaz. Nasıl bulunabilir ki, evliya ve enbiyanın ve sükkan-ı zemin ve asümanın yegâne metâfı (tavaf yeri) olan bir Beyt-i Muazzam-ı Hüda'ya makar olmuş bir şehr-i nûrânîdir. (Çapanoğlu,2013:136) Aradan yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra Saffet Ulusoy kendisinin yaşadığı Hacc ibadetinden şöyle bahsediyor: 1972 yılındaki Hacc Döneminde ortaya çıkan Kolera salgınından hepimiz çok korkmuştuk. Üstelik salgın o kadar etkiliydi ki ölenler için tabut bulmak bile imkansız hale gelmişti. Tabut ancak karaborsa fiyatlarıyla bulunabiliyordu.Bizim zamanımızda da Arafat’dan aşağıya inmek bile çok zordu. 20 kilometrelik yolu herkes yaya olarak iner ve çıkardı. Şimdilerde her şey değişti. Mekke'ye Medeniyet geldi. 1967'ye Kadar hacca karayoluyla giden hacılar hacılığın kıymetini en iyi bilen hacılardır. (Ulusoy, 2005:173-174) ….Yazımızı Ömer Karaoğlu’nun Mekke’ye hasretini dile getiren şiirinden bir bölüm ile noktalayalım. Karanlığın,ortasında Parlayan bir güneş gibi Îmanındoğduğuşehir Mekke,Mekke,güzelşehir. Döneceğiz, döneceğiz Vahyin kalbi döneceğiz Geleceğiz, geleceğiz Mekke bir gün geleceğiz…. 33
TEKİRDAĞ
Ankara’dan Tekirdağ’a giderken, İzmit’in İstanbul’a eklemlendiğini ve aradaki sınırın kalktığını, biraz daha ilerleyince aynı şekilde İstanbul’a Tekirdağ’ın eklemlendiğini gördüm. Mehmet KURTOĞLU
zmit’ten İstanbul’a, İstanbul’dan Tekirdağ’a giderken bir şehrin diğer bir şehre nasıl eklemlendiğini görüyorsunuz. Kadim şehirler birbirinden farklılığını ortaya koymak için çırpınırken, modern şehirler birbirine benzemek, birbirine eklemlenmek için âdeta yarışıyor. Özellikle ticari, sanayi ve kültürel olarak gelişmiş büyük şehirlere yanıbaşındaki küçük şehirler eklemlenmek için can atıyorlar âdeta. Şehirler birbirinden farklı hasletler ortaya koymak için yarışmıyorlar, tornadan çıkmış fabrika ürünleri gibi aynileşmek istiyorlar. Eskiden olsa komşu şehirler birbirini kıskanır, onunla yarışmak için değişim ve dönüşüm gösterirlerdi. Başkentlerin birbirini kıskanması gibi, şehirler de birbirini kıskanır… Bu kıskançlık kadim damarı devam eden şehirlerde hâlen hissedilmektedir. Örneğin Ankara ile İstanbul, Kayseri ile Konya, Urfa ile Antep, Adıyaman ile Malatya birbirini kıskanan şehirlerdir… Modernite ile birlikte şehirlerin kimlikleri kaybolduğu gibi çünkü bütün şehirler birbirinin kopyası- kıskançlık duyguları da kaybolmuş, törpülenmiş âdeta. Kıskançlık ve hayranlık duygusu insanlarda yarışma, kendini geliştirme duygusunu beslediği gibi şehirlerde de gelişme ve değişmeyi hızlandırır.
sayı//66// ocak
34
Bugün ne yazık ki, şehirlerimiz birbirini kıskanmak, hayranı olmak yerine birbirini taklit ediyorlar. İklim ve coğrafyaları birbirine benzemediği halde aynı mimaride, aynı yapı malzemeleriyle aynı siteleri inşa ediyorlar. Aynı kültürü, aynı mutfağı, aynı zevk ve damak tadını yaşamak istiyorlar. Örneğin İstanbul’daki bir cami mimarisi, bir resmi bina veya bir ev projesi olduğu gibi ülkenin dört bir yanında aynı şekilde uygulanıyor. 45 derece sıcaklıktaki bir şehir ile yirmi derecedeki şehre aynı plan, projede evler yapılıyor. Şehirler sokakları, caddeleri, apartmanları, giyim, kuşam ve arabalarıyla birbirine benziyor. Bir şehirden başka bir şehre gitmek insana artık farklılık yaşatmıyor. Cumhuriyet dönemi dinî bir mimariden, resmî bir mimariden söz etmek artık mümkün değil. Çünkü şehirlerin bir kimliği olmayınca, amacı olmuyor, amacı olmayınca gelişigüzel yayılıyor. Kimliksiz şehirler güzellikten ve estetikten yoksun birer “kopya şehirler”dir. Kopyalar hiçbir zaman asıl olamazlar. Asıl olmayanlar ise ne kültür ne de medeniyet üretebilir… Ankara’dan Tekirdağ’a giderken, İzmit’in İstanbul’a eklemlendiğini ve aradaki sınırın kalktığını, biraz daha ilerleyince aynı şekilde İstanbul’a Tekirdağ’ın eklemlendiğini gördüm. İzmit şehri nereden başlayıp nerede bitiyor veya Tekirdağ nerede başlayıp nerede bitiyor belli değildi… Tekirdağ Kırklareli’nin, Kırklareli Adıyaman veya Mersin’in bir benzeri gibi. Aynı apartman binaları, aynı caddeler aynı sokaklar. Farklı bir şehir görmek istiyorum ama göremiyorum…Sur içindeki İstanbul ihtişamlı mimarisi, kadim kimliği ve başkentlik duruşuyla güzelliğini ve ruhunu korurken, etrafını çevreleyen siteler, sanayi tesisleri halka halka büyüyerek Tekirdağ’a eklemleniyor. Tekirdağ’ı diğer şehirlerden ayıran en belirgin özellik sakin bir şehir olması. Bu sakinliği de sanırım Türkiye’nin en batısına yakın bir konumda ve denize sahil olmasından kaynaklanıyor. Tabii tarım yönünü de unutmamak gerekir. Tekirdağ bir ana yolun ikiye ayırdığı şehir. Sanayi ve tarımın iç içe olduğu yol aldığı güzel ve sakin bir şehir. Bir büyük şehirden daha çok bir kasabaya benziyor. Hatta bir tatil köyü dersek daha yerinde olur. İnsanların yaşamak için değil dinlemek için seçtiği yazlık gibi. Denizi ve yeşili bol şehir. Sessiz, sakin ve dingin. Bir şehir bu denli dingin olmayı nasıl becerir bilemiyorum. Tekirdağ zihnimde huzur sözcüğünün içini dolduran
imgeye dönüştü. Çocukluğu kızgın sarı-sıcak bir çöl ikliminde geçmiş biri olarak, serin yeşilmavi bir deniz şehrini görünce çarpıldım âdeta. Bir şehir beni ya tarihî mekânları ya da denizi/ yeşiliyle hayrette bırakır. Bir şehre hayran olmak, o şehirde kendinde olmayanı bulmak demektir. Şehirlerin birbirine benzememesi aynı zamanda hayranlık duygusunu uyandırması demektir. Tekirdağ işte böylesine bir hayranlık uyandırdı bende. Belki kanı kaynayan gençlerin sevebileceği bir şehir olmayabilir ama olgun yaştakilerin için sesini dinleyip seveceği bir kent. Tekirdağ limanlar şehri. Bu da onun denizinin önemini gösteriyor. Bir de Tekirdağ iki büyük başkent arasında sanki sıkışmış gibidir. İstanbul ve Edirne gibi iki büyük başkent şehrin arasında baskılanmış, incelmiş sade bir şehir. Adı çok az duyulan bir şehir. İstanbul’a bir saat, Edirne’ye iki saat uzaklıkta… Şehrin yumuşak bir iklimi var. İbn-i Haldun insan coğrafya ilişkisine vurgu yaparken, iklimi de göz ardı etmez. İklimin ahlak ve mizaç üzerindeki tesirine değinen İbn-i Haldun, sıcak iklimlerin insanın tembel, zevk ve eğlenceye düşkün, esmer tenli olduğunu, soğuk iklimlerin insanı çalışkan, cesur ve beyaz tenli olduklarını söyler. Ayrıca ılıman iklimde yaşayan insanların mutedil olduklarını ve medeniyetlerin daha çok bu kuşakta meydana geldiğini anlatır. İklimin sertliği veya yumuşaklığı orada yaşayanları derinden etkiler. Evliya çelebi de bunun farkında olanlardan herhâlde. Tekirdağ’ı anlatırken, “Havası o kadar hoş ve mutedildir ki seher vaktinde saba ve nesim yeli esip insanoğlu yeniden can bulur. Ancak güney tarafından lodos rüzgârı estikçe halkı pelte gibi olup çokluk hareket etmezler” diye yazar. Evliya’nın havasının mutedil dediği Tekirdağ’ın insanları gerçekten mutedildir. Yumuşak huylu, halim selim ve yardımseverler. Örneğin bir bayram günü arabam bozulup yolda kaldığından arabalarıyla beni şehre ulaştıran, benimle birlikte tamirci arayan bu şehrin insanlarının yardımlarını nasıl unutabilirim? Tekirdağ iç zenginliğinizi besleyeceğiniz bir mekân. Şehrin bana göre en büyük ölümsüzü Namık Kemal. İlginç olan şehrin sosyolojisi ve dinî hayatıyla pek örtüşmüyor Namık Kemal. Bir yanda seküler hayatı içselleştirmiş bir şehir diğer yanda Türk İslam düşüncesinin öncü şairi... 1840 yılında bu şehirde iki katlı ahşap bir evde doğan Namık Kemal’in evi müze yapılmış. Ama evin etrafı yukarıda söylediğim gibi apartmanlarla çevrilmiş. Namık Kemal’in müze evi şehre tek
farklılık katan bir varlık olarak orada duruyor. Şehrin sokak, cadde ve üniversitesinin adı onunla anılıyor. Bu şehir bir tek büyük şair çıkarmış o da hem Türk düşüncesinin hem Türkiye’deki İslami düşüncesinin öncüsü ve ilki olmuştur. Namık Kemal’i atlayarak bu ülkenin Türk İslam düşüncesini anlatmanız mümkün değildir… İlginçtir Namık Kemal, şairliğini bir nebze bu topraklardan almış olabilir ama İslam düşüncesini besleyen damarı büyük ihtimalle İstanbul gibi bir Payitahttan almış olmalıdır… Bu şehirde Namık Kemal’in şiiri hâkimdir ama fikri sanki İstanbul’da filizlenmiştir… Bütün sahil şehirlerinde olduğu gibi daha çok liberal reflekse sahip. Bu bağlamda şehir Namık Kemal'i ne denli içselleştirmiş bilemiyorum. Bunu bir iki günlük bir seyahatle anlayabilecek kudrette de değilim. Adına üniversite kurulması, müze açılması onun sahiplenildiğini gösteriyor. Bu sahiplenme yüzeysel mi yoksa derinlerde şehri besleyen bir tohum mu o da pek görülmüyor. Bunu anlamak için şehirde daha uzun süre yaşamak gerekiyor… Tekirdağ'da pazarda alışveriş yaparken marketlerde karpuzun pazardan daha ucuz olduğunu söyledim. Pazarcı “Abi bu karpuzlar yerli, bura malı. Marketlerin sattığı Adana, Diyarbakır karpuzu. Bunun gibi tatlı olmuyor” dedi. Oysa bizim orada da özellikle Diyarbakır, Urfa karpuzu olmasına önem verirler. Daha tatlı olduğunu söylerler. Pazarcı ile sohbetimden sonra şu kanıya vardım. Şehirler kendi meyvelerini severler. Kendi toprağında yetişen bitki ve meyveler o şehrin insanına güzel gelir. Her şehrin ayrı bir damak tadı vardır. Bu tat meyvesinden mutfağına kadar sirayet eder. Her şehrin meyvesi kendine güzel! Tekirdağ’dan daha çok Marmara Ereğlisi’nde kaldım. Burası küçük sıcak bir kasaba. Yaz akşamları müzikli kafeleri dikkat çekiyor. Sahil boyunca Yazlıkçılar, tatilciler sahil boyunca akşam gezmeleri yapıyorlar. Trakya müziğinin hareketliliğine denizin dalgaları ve insanlar eşlik ediyor. Şehir eğlenmeyi ve hayatı seviyor. Ben de şehrin dinginliğini, sakinliğini sevdim… Tekirdağ uzun uzadıya yazılacak kadar güzel bir şehir. Benim gibi şehirlerde tarih arayanlar için pek de eski olmayan bir yerleşim yeri. Bu yüzden kadim şehirlere baktığım gibi bakmıyorum Tekirdağ'a. Deniz beni çekiyor, yeşili mutlu ediyor, rüzgârı ruhumu okşuyor. Bütün bunlar da bana yetiyor. Dinlenmek için geldiğim bu şehirden daha ne bekleye bilirim ki! 13.08.2019 Tekirdağ 35
lke gündeminde şehircilik konularının ve şehir planlarının en çok konuşulduğu zamanlardayız. Aslında bu konu her zaman gündemimizde ama toplu konut kavramı hayatımızı girdiğinden beri daha çok konuşulur oldu şehirleşme meselesi.
ŞEHRE KALBİYLE BAKAN USTAYDI
TURGUT CANSEVER
Ahıska sınırımıza 13 kilometre kadar uzaklıktaydı. Ahilkelek, Aspinza, Hırtız, Vale, Bagdanivka ve Edigön gibi Kafkasya’nın hemen girişinde bir Müslüman Türk bölgesiydi. Mustafa UÇURUM
Turgut Cansever, son dönem Türk mimarisinin tartışmasız en önemli ismidir. Yaşadığı dönemde de yaptığı çalışmalarıyla anılan, şükür ki hayattayken de yaşadığı topraklarda önemi bilinen bir değerimizdi. Biz de öldükten sonra kıymet bilme gibi bir acı gerçek vardır ama Turgut Cansever hem sözüne itibar edilmesiyle hem de aldığı çok önemli ödüllerle yaşarken onurlandırılmış önemli bir isimdir. Şehirlerin de bir kalbi olduğuna inanırdı Cansever. Şehri yaşanır hale getirerek kalbin damarları açılacak ve şehir daha derin soluklar alabilecek. Turgut Cansever’in mimarideki temel kaynağı geçmiştir. İslam medeniyetiyle yoğrulmuş Osmanlı mimarisini baş tacı eder kendine. Çünkü Osmanlı’da mimari çalışmaların merkezinde insan vardır. Osmanlı döneminde yapılan camilere bakacak olursak, sadece ibadethane olarak imar edilmemiştir hiçbiri. İnsan ihtiyacı neye ise o da vardır bu yapıların içinde. Turgut Cansever de İslam’da Şehir ve Mimari adlı kitabında kendi hayat çizgisinin de bir yapıtaşı olan İslam ile mimari ilişkini işlemiş. Şehirler inşa ederken en önemli faktör çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Şehirler insanlar için inşa edilir ve insanın ihya olması için taş üstüne taş konur. Turgut Cansever İslam’da Şehir ve Mimari kitabının girişine bu vurguyla başlıyor. İslam’dan uzaklaşan toplulukların bütün değerlerden de uzaklaştığını, kültürel bir kirlenmeye doğru sürüklendiğini belirterek Batı’nın örnek alınmasıyla birlikte insan merkezli değil teknoloji merkezli şehirler kurulduğuna dikkat çekiyor. “İslam varsa her şey vardır.” düsturuyla hareket etmek. İşte tam da Turgut Cansever’in işaret ettiği nokta budur. Eğer yaptığımız her işte İslam’ı rehber olarak alırsak her işimiz Hak üzerine olur. Turgut Cansever mesleğini icra ederken kendisine neyin rehberlik ettiğini kitabında şu şekilde ifade ediyor: Mimarlığın,
sayı//66// ocak
36
“İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir.” hadis-i şerifinde tarif edilmiş çerçeve içinde oluşmasını sağlamak, sosyal, ruhî ve inanca taalluk eden meselelerini doğru olarak ortaya koymak ve yanılgıları bertaraf etmek uğrunda çaba sarf etmek benim için kaçınılmaz görev olmuştur.” Peygamber Efendimizin sözünü kendine rehber aldığı için bizler Turgut Cansever’in ortaya koyduğu her esere sonsuz bir sevgiyle bağlıyız. O, eserlerinde İslam düşünce yapısını uygulamak istediği için çağımızın Mimar Sinan’ı olarak anılmayı hak etmektedir. İslam’da Şehir ve Mimari kitabında önemli bir hastalık olarak gördüğü Batı’yı taklit etmenin bizi özümüzden uzaklaştırdığına vurgu yaparak, tarihini unutarak başka kaynaklara yönelenlerin ortaya koyacakları eserlerin içlerinin boş olacağına dikkat çekiyor. İnsan inançlarının eserlere yansıtılması gerektiğini geçmişten ve günümüzden örneklerle kitabında veren Cansever, İslam algısının her taşa nakış nakış işlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Teknolojiye karşı değildir Turgut Cansever. Mimarinin dayandığı en büyük dayanak kuşkusuz teknolojidir. Onun dikkat çekmek istediği nokta, teknoloji sonuna kadar kullanılacak fakat insanın hizmetine ve İslam ışığı altında. Kuran’da emredildiği gibi insan dünyayı imar etmekle görevlidir. Bu görev yerine getirilirken esas olan Turgut Cansever’in deyimiyle İslam çizgisinden ayrılmamak. Günümüzde bile içine tarihi doku sinmiş eserlere olan yakınlığımız aşikârdır. İnsanlar yüzyıllara meydan okuyarak günümüze kadar
ulaşmış eserlere daha bir yakın hissederler kendilerini. Çünkü onların kıyısında, köşesinde İslam damgası vardır. Ecdat eserlere vurulacak en güzel mühürün İslam mührü olduğunu göstermek için eserlerin dışa açılan yüzlerini İslam etkisiyle aydınlatmıştır. Belediyelerde imar işleriyle meşgul olanların ve başta belediye başkanlarının başuçlarında Turgut Cansever kitapları yer alsa, daha yaşanır ve daha bizden olan şehirlere ulaşmamız mümkün olabilecektir. Turgut Cansever, şehirlerin insana yakışır halde imar edilmesi için ömrü boyunca çaba göstermiş çok önemli bir değerimizdir. Yapılacak her eserin insan merkezli olmasına önem vermiştir. O “şehre, toprağa, dünyaya Allah’ın azametinin ve Cemâl sıfatının tecelli ettiği yerler” olarak bakmıştır. Sadece eserleriyle değil fikirleriyle de kurduğu gönül yapıları sayesinde unutulmayacak ve dualarla anılacaktır Turgut Cansever. Rahmetle. 37
TÜRKİYE DE ACİLEN
“İSLAM ŞEHİRCİLİĞİ VE MİMARİSİ ENSTİTÜSÜ” KURULMALIDIR İslam Dini şehirde doğmuş bir cemaat dinidir. Mukim olmak ve cemaatle hareket etmek ise yerleşik bir hayatı gerektirir. Dr.Şimşek DENİZ*
*T.C. MSGÜ- T.C. S.ZAİM ÜNV.Mimarlık F.Öğ.Üyesi
sayı//66// ocak
38
slam Dininin şehirlerin kurulumuna ,şehir planlamasına ve mimariye getirdiği yenilik ve değişiklikler yeterince araştırılmış ve ortaya konmuş bir durum değildir. Türkiye deki üniversitelerin çalışmalarını ve literatürü bu kapsamda taradım.Mimarlık ve Şehir-Bölge Planlama bölümlerindeki tezlere baktım ancak ne yazıkki bu konuda bir çalışma bulamadım. Konu hakkında Türkiye de bir elin parmakları kadar az sayıda tez ve makale mevcuttur. İslam Şehirciliği üzerine çalışan başta rahmetli Prof.dr.İbrahim Canan ,Dr.Yılmaz Can,Doç. dr.Tahsin Koçyiğitve Doç dr.Ali Öztürk ü burada zikretmek istiyorum. İslam şehirleri ve fiziki yapılarını incelediğimde bu isimlerin çalışmalarından faydalandım. Esenler Belediyesinin bu konu hakkında panelleri oldu. Konuşmacı olarak bu panellerde yer aldım.Ayrıca spesifik olarak Türk şehirlerinin şehirleşme esasları ve oluşum kriterleri de çok çalışılmış bir konu değildir. Cahiliyyet dönemi Arapları göçebe bir hayat sürüyorlardı.Yerleşik nüfus azdı. İslam Dini şehirde doğmuş bir cemaat dinidir. Mukim olmak ve cemaatle hareket etmek ise yerleşik bir hayatı gerektirir. İslam ın şehir hayatını gerekli kılan en önemli yapısı camidir.Cami ile birlikte yeni bir merkezin inşası ihtiyacı hasıl olmuş ve cami odaklı merkezileşme İslam Şehirlerinin nüvesini oluşturmuştur.Bu yaklaşım ayrıca Osmanlı Şehirlerindeki Külliye modelini ortaya çıkarmıştır. İslam Şehirlerinin fiziki yapısının daha iyi anlaşılması için acilen arkeolojik kazı ve bulgulara ihtiyaç vardır.İslam Arkeolojisi bölümüne her zamandan daha çok ihtiyaç vardır. İslam mimarisi İslam Fıkhı esaslarına göre oluşmuştur.Peygamberimiz(sav) hicretten sonra önce Yesrib Adını Medine ye çevirmiştir. Hz.Peygamber (SAV) Medine nin güneyinde kalan yoğun Yahudi nüfus ile inşa edeceği yeni alanın arasına mesafe koyarak, şehrin daha kuzeyinde ve daha güvenlikli bir merkez oluşturmuştur. Medine İslam Şehri ve mimarisi açısından kurucu şehirdir.Din merkezli şehrin oluşumunda kademelenme; • Cami • Eğitim • Ticaret • Konut •Savunma Yapıları olarak şekillenmiştir. İslam Şehri ve Mimarisinin oluşumunda amil olan hususları ifade edecek olursak, • Dinin gereklerinin yaşanması ve ve kolaylaştırması
• İnsan hakkı ve hukukuna azami riayet • Ekonomi ve iktisat.İsraf yapılmaması • Fiziki Çevrenin korunması(Doğal-Tarihi) • Şehrin ve yapıların Fonksiyonel olması Medine de doğal ve tarihi çevrenin korunmasıyla birlikte kamusal alan kavramı doğmuştur. İnsanlar günde 5 vakit mescide gelmektedir ve dolayısıyla ezan sesinin duyulabilir olması ve yürüme mesafeleri konut ölçütlerini ortaya çıkarmıştır.Memnuniyetle ifade etmek gerekir ki Türkiyede son çıkan “Mekansal Planlar Yapım Yönetmeliğinde” de farklı ölçülerdeki camilere yürüme mesafeleri ve kriterleri tanımlanmıştır. İngiltere de Cambridge Üniversitesinde ,Doğu Bilimleri Fakültesine bağlı olarak çalışan Orta Doğu Merkezi bu kapsamda yıllardan beri önemli çalışmalar yapmaktadır. Türkiye de gerekirse üst makamın yönlendirmesi ve direktifiyle ünivesiteler bünyesinde İslam Şehirciliği ve Mimarisini Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü “kurulmalıdır. Türkiye de “İslam Mimarisi ve Nebevi Yaklaşım”adı altında etkinlik haftası düzenlenmelidir.Bu hafta kapsamında Sempozyumlar,paneller yapılmalı konu hakkında teknik geziler.sergiler, araştırma ve yarışmalar tertip edilmeli ,ödüller verilerek kamuoyu ile paylaşılmalıdır. “1.Uluslararası İslam Mimarisi ve Yerleşimleri” adı altında geniş katılımlı bir sempozyum acilen düzenlenmeli ve düzenleme komitesi oluşturularak gerekli hazırlıklara şimdiden başlanmalıdır. Farklı İslam Coğrafyalarından şehirlerin ele alınıp yerleşim ve mimarilerinin anlatıldığı belgeseller Ul usal tv kanalları tarafından gerçekleştirilmeli ve gösterime girmelidir. İLK BÖLÜM BELGESEL KAPSAMINDA ÇEKİM YAPILMASI GEREKEN MEKANLAR
Tv Belgeselinin ilk bölümü Mekke ve Peygamber şehri Medine de yapılmalıdır 1- ARAFAT DAĞI H.z.Adem ve Hz. Havva nın buluşup insanlığın başladığı ve ilk nüvesinin oluştuğu mekan 2- KABE(BEYT-İ ATİK) Allah ın yeryüzünde inşa ettiği ilk yapıTevbe,Takdis ve Tavaf kavramları • MÜZDELİFE • MİNA 3- PEYGAMBERİMİZ (SAV) VE HİCRET -Hicret Güzergahının gösterilmesi
4- PEYGAMBERİMİZİN MEDİNE YE GELİŞİ • Kuba(ilk konakladığı mekan) • Mescidi Nebevinin yer tesbiti • Mevcut ise İç Kale(atam) kalıntıları • Yürüme mesafesindeki Medine Çarşısı • Hendek Savaşının Geçtiği yer ve küçük mescitler • Kıbleyteyn Mescidi • El Gabe Korusu BELGESEL BÖLÜMLERİNİ OLUŞTURACAK ŞEHİRLER
• Mekke –Medine • Kudüs-Akka • Bağdat-Kufe-Basra • Şam • Kahire-Fustat • Granada-Cordoba-Sevilla • Saraybosna-Mostar-Poçitel-Üsküp • Buhara-Semerkant • Sana-Muskat • FES-MARAKEŞ • Keyrevan(Tunus) • Şiraz-Meşhed • İstanbul-Bursa-Edirne Konulu İslam Mimarisi ve Nebevi Belediyecilik Haftası MESKEN –EĞİTİM -DOĞAL ÇEVRE- TARİHİ ÇEVRE-ULAŞIM VE ALTYAPI-TİCARETSAVUNMA ALTYAPISI- KURUMLAR
• Sempozyum-Panel-Seminer ve konferanslar • Sergiler • Mimari-Şehircilik yarışma ve araştırma ödülleri • TV Proğramları • Sosyal Medyanın Kullanımı • Teknik Geziler 39
urtdışına gidenler hatırlayacaklardır? Tur operatörleri milli şairlerin, ediplerin evlerini veya anıt mezarlarını programlarına alarak turistleri gezdirirler. Doğudan ve batıdan birkaç örnek vermek gerekirse mesela Paris’te Charles Baudelaire, Moskova ve St Petersburg’da Aleksandr Puşkin, Özbekistan Taşkent’te Ali Şir Nevai gibi. Burayı gezen yabancılar söz konusu milli sanatçının değişik dillere türcüme edilmiş eserlerini ve hatıra eşyalarını alarak ülkelerine taşırlar. Milli sanatçılar bir ülkenin gururu ve simgesidirler. Bugün İstanbul’da Mehmet Akif Ersoy’un ne bir evi ve ne de bir anıt mezarı vardır!.
MEHMET ÂKİF NEREDE?
ORADA, BURADA VEYA HER YERDE! Milli sanatçılar bir ülkenin gururu ve simgesidirler. Bugün İstanbul’da Mehmet Akif Ersoy’un ne bir evi ve ne de bir anıt mezarı vardır!. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
BİR NESLE İMZA ATANLAR
35-40 yıldır arkadaşlarımla birlikte böyle bir mücadelenin içindeyim. Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşımızı yazdığı, hizmetine tahsis edilen ve bir müddet ikametgah olarak kullandığı Ankara Tacettin Dergahı işte böyle bir yer. Dergahta Amerikan Sefiri Münir Bey’in, Mısırlı Hilmi Beyin, Sadrazamlardan İzzet Paşa’nın, Şeyh Muhsin-i Fani Hüseyin Kazım’ın, Rasathane Müdürü Fatin Gökmen’in, Maarif Vekili Hikmet Beyin, Dahiliye Vekili Dr. Adnan Adıvar’ın, Hasan Basri Çantay’ın ve Hüseyin Avni Ulaş gibi maruf devlet ve kültür adamlarının sohbet ve arayışlarına şahit oluyoruz. Şairimiz daha önce de Samanpazarı’nda bir başka Ankara evinde kalıyor. Buraya 1978 yılında gittiğimizde peşmürde bir yerdi. Bakımsızlıkta yıkılacak haldeydi. İçinde de birkaç ayyaş kafa çekiyordu. Sarhoş kusmukları ve cam kırıkları hemen gözünüze çarpıyordu. Ankara Valisi merhum Ömer Naci Bozkurt yakından ilgilendi ama mücadelesi kafi gelmedi. Daha sonraki yıllarda hem Altındağ ve hem de Ankara Büyükşehir Belediyesi’yle çok ciddi tartışmalarımız ve mücadelemiz oldu. Tehditlere, tacizlere varan muamelelerle karşılaştık. Mahkemelik olduk ve kazandık. Ama Tacettin Dergahının hemen bitişiğinde yapılan gökdeleni mahkeme kararına rağmen yıktıramadık. Fakat bir yerde mücadelemiz ve diğer Mehmet Akif Dostları sayesinde Tacettin Dergahı bugün mütevazi de olsa amacı doğrultusunda kullanılmaya çalışılıyor. ŞEHİR, KÜLTÜR VE POLİTİKA
Esas mücadele İstanbul’da yapılıyor ve bir türlü neticelenemiyor. Mehmet Akif Ersoy’un sayı//66// ocak
40
doğduğu ve hakka yürüdüğü İstanbul’un her semtinde bir hatırası vardır. Doğduğu evin yerinde şimdi bir apartman var. Sadece mini bir yazı asılmış. Fatih Belediye Başkanları kim olursa olsun görüştüğümüzde “Sarıgüzel Festivali” yapacaklarını belirtmekle iktifa ettiler. Hiç bir şey de olmadı. Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan’a Akif’in Mısır Apartmanında vefat ettiği daireyi satın alarak müzeye dönüştürülmesi konusunda 15 yıl anlattık ve sonunda “Çok para istiyorlar” dedi, konuyu kapattı. Bugün Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Sayın Demircan! Daha sonra Kültür Bakanlığı uzmanlardan oluşan bir heyet kuruldu, müsteşar ve il müdürü dahil belki 20 toplantı yaptık, “satın aldık, alıyoruz” dendi, hiç bir şey olmadı. Üstelik söz konusu yönetim Mehmet Akif’ten ilham aldıklarını ve O’nun yolunda yürüdüklerini iddia ediyor. Necip Fazıl hayatta olsaydı bunlara “Haydi canım sen de!” derdi. DOSTLARINA YAKIN OLMAK
Çatalça’da güreşlere katılan Akif’in okuduğu Okulları Emir Buhari ve Fatih İptidaisi’nde Milli Şairimiz Akif’e ait hiç bir iz yok. Halkalı Baytar Mektebi bugün İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi olması dolayısıyla hatıralarını sahip çıkılıyor. Mehmet Akif kışın Beyazıt’ta, yazın Yakacık’ta hep Mehmet Emin Paşa’nın evinde. Ayrıca özel dersler de veriyor. Beyazıt’taki İbnülemin Mahmut Kemal(Dar’ül Kemal) konağı başta Mehmet Akif olmak üzere bir edebiyat ve bir sohbet meclisidir. Emrullah Efendi’ye yakın olmak için Bakırköy’den ev tuttu. Bugün bu evi bilemiyoruz. Hicri Efendi’den ders almak için Üsküdar’ı mesken edindi. Bu mekanları bilemiyoruz. Mehmet Akif Ersoy’un Fatih Sarıgüzel’deki evleri ikinci defa yanınca Beylerbeyi’ne taşındı. Bu birkaç katlı evin girişinde Akif’in burada ikamet ettiğine dair bir tabela asılı, halen de Osmanlı ailesinden Prens Ali Vasip Efendi’nin oğlu Osman Osmanoğlu dostumuz kalıyor. Beni bir gün konuk etti ve evi dolaştım. Mehmet Akif dostlarına yakın olmak için arkadaşlarının yakına taşıdı. Abbas Halim Paşa’nın dostlar meclisinde zaman zaman Heybeliada’daki evinde konuk oldu. Yatıya kaldı. Abdülhak Hamit, Ferit Kam, Hüseyin Kazım Kadri, Recaizade Mahmut Ekrem, Süleyman Nazif, Cenap Şehabettin, Ahmet Naim, Ali Ekrem Bolayır ile sarsılmaz dostluklar
kurdu. Cağaloğlu’ndaki Sebilürreşat İdarehanesi Osmanlı coğrafyasının bir iletişim merkezi gibiydi. Darülfünun’da ayrıca üye, ders veriyor. KAHİRE’DE İSTANBUL LOBİSİ
Genc ve kıymetli ilim adamımız Doç. Dr. Turgay Anar’ın araştırmasına göre; edebiyat mahfili ve toplumun nabzının tutulduğu yerler Saraçhane Hacı Raşid’in Çayhanesi, Sultanahmet Setli Kıraathane ve Nuruosmaniye’de Kebapçı Kamil’in yeri, Darül Kemal, Bosnalı Ali Şevki Hoca’nın Evi, Recaizade Ekrem’in yalısı da Mehmet Akif Ersoy’un mutlaka gittiği merkezlerdendi. Sonra hastalığının tedavisi sırasında Teşvikiye Şifa Yurdu ve istirahata çekildiği Alemdağ da Akif’in anılarının yoğun ve son kaydedildiği yerler arasındadır. İstiklal Marşı Şairimiz defalarca gitti Mısır’a. Son defa sürekli takip edildiği, işsiz -parasız bırakıldığı ve eşi İsmet Hanım’ın hastalığı dolayısıyla hicret ettiği Kahire Hilvan’daki evine gidip buldum. Komşularıyla konuştum. Dört mirasçısı olan Sudanlı bir aile kalıyordu. Uzun bir süre kaldığım Kahire’de bu evin satın alınarak Türkiye Kültür Merkezi yapılması konusunda girişimler başlattık. Mısır Büyükelçisi Şafak Göktürk ne evet ve ne de hayır dedi. Daha sonraki Türkiye Büyükelçisi Hüseyin Avni Botsalı bu işin üstesinden gelecek gibiydi ama başka bir yere ataması gerçekleşti. Kahire Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz Türkiye ile Mısır Arasında Bir Köprü Mehmet Akif Ersoy Uluslararası Sempozyumunda ciddi katkıları oldu Sayın Botsalı’nın. Akif’in Kahire’deki hatıraları sadece ikamet ettiği ev ve ders verdiği üniversite değildi. İstanbul’dan gelen 65 öğrencinin kaldığı Muhammet Ebu Zeheb Öğrenci Yurdu’nda Mehmet Akif Ersoy, 11 yıl her hafta bu talebelere özledikleri memleket yemeklerini Bigadiçli Ahçı Hafız ustaya yaptırarak , sohbet ederdi. Mısır’ın yazar ve ilim adamları dostlarına ise randevularını ise Kahire Ali Muhittin Hacı Bekir Lokumcusu’nda verirdi. Mısır’ın maruf Azzam Ailesinin Hilvan’daki evi de Akif’in sohbetlerine not düşmüştür. Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı, milli şairimizin Mısırdaki hatıralarını yaşatmak üzere bir program yaptı, Kültür ve Turizm Bakanlığımız kabul etti, ancak aramızın had safhada limoni olduğu Mısır yönetimi ise bu etkinliğimize sıcak bakmadı. Neticesi itibariyle gerçekleştiremedik. 41
ALMANYA’DA MÜSLÜMAN ESİRLER KURTULUYOR
Mehmet Akif Ersoy Teşkilat-ı Mahsusa’nın görevlisi olarak Almanya’daki esir Müslümanları kurtarmak üzere gidiyor. Berlin’de verilen tahsisatı mütevazi bir otel için ancak kullanıyor. Görevinde başarılı oluyor. Berlin’e bu maksatla gittim. Temaslar yaptım. Büyükelçiliğimizin Akif ile bir çalışması ve endişesi yok. Oysa Mehmet Akif burada esirlere hitap ederek bir taş plak doldurmuş, Müslüman esirlerin ibadet yapması için mütevazi bir cami inşa edilmesine vesile olmuş. Söz konusu cami bugün yok. Ancak taş plağın izini bulduk, fakat elde edemedik. Böyle bir etkinlik programlamıştık, ancak Almanya Büyükelçimiz Hüseyin Avni Karslıoğlu daha önce Ankara’dan bir ekibin böyle bir etkinlik düzenlediğini, ancak buna birkaç kişinin alaka gösterdiğini gerekçe göstererek, bizimkini iptal ettirmişti. Dolayısıyla gerçekleştirememiştik. Mehmet Akif Ersoy’un Kastamonu ve Balıkesir hatıraları da önemlidir. Halkı milli mücadeleye davet etmek için Nasrullah ve Zagnos Paşa Camilerindeki vaazları, Sebilürreşat’taki yazı ve şiirleri o günün bilgi ve belgeleridir. Kastamonu ve Balıkesir İstanbul’a göre Akif’in hatıralarını sahipleniyor. Ah bir de yeni nesillere aktarabilseler. Bunu yapan ise Burdur’da Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi. İstikbalimizin de şairi Mehmet Akif Ersoy ilk görev yeri olarak Edirne’ye gidiyor. Baytar olarak bölgedeki bütün köy ve kasabalardaki hayvanları kontrol altına alıyor. Adana’da da öyle. Şam’da ordumuza at kazandırıyor. sayı//66// ocak
42
Sokaktaki insanlarla birebir temas kuruyor, toplumu daha yakından tanıma fırsatı buluyor. Ama Şam ve Adana’da Akif’e ait ipuçları bulmak bir hayli zor. Konya’da isyanı bastırıyor. Böyle bir itibarı var Akif’in. KORKMA
Kültür ve medeniyet coğrafyasında izler bırakan İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif’in Antalya, Eskişehir, Bilecik, Adana ve Antakya yöneticileriyle yurtdışında ise; Kahire, Mekke, Medine, Şam, Halep, Beyrut ve Necit hatıraları için temsilciliklerimizin henüz yeteri kadar çalışarak bilgi ve belgeleri gün yüzüne çıkaramamışlardır. Bunlar maalesef günümüzde sivil topluma kalmış ve gönül işi olarak kendisini belli edebiliyor. Pendik Belediyesi ve sanatçımızın şiirlerini 26 dile tercüme ettiren Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’nın gayretleriyle proje editörü arkadaşımız Doçent Dr. Turgay Anar Mehmet Akif’in yaşadığı, görevli yahut milli mücadeleye katkı vermek için dolaştığı veya sürgün hayatı yaşadığı şehirleri 10 ciltlik bir dizide topladı. Aynı ekip ve kuruluşlar daha önce de Ummana Dökülen Irmaklar dizisiyle 44 ciltlik Mehmet Akif Ersoy’un Dost Çevresini anlatan yayın yapmıştı. Şehirlerimizin kültür ve medeniyet hayatımız için yeniden Akiflere ihtiyaç duyduğu bir dönemden geçiyoruz. Tur operatörleri bunun farkında da yöneticiler sessiz. Doğumunun 146, vefatının 83. Yıldönümünde bile Mehmet Akif Ersoy her yerden ses veriyor; Korkma!
KILIÇLA
HASBİHAL
Gazâya hazır olmanın Amentüsünü iyi belledim… Ki kıldan ince ve bedeninden keskince olan geçişte el verdiğim, el ele verdiğim yiğidime yoldaş olabileyim. İbrahim BAŞER
Sonra bizi bir taş binaya taşıdı o tok sesli adam. Uzaklaşan arabacı; “-Kolay gelsin Balaban Ağa!”, diye selamladığına göre adı Balaban’mış o adamın. Elleri nasırlı ve pençeleri güçlüydü. Hepimizi birden kaldırabildi tek seferde çünkü. Ocağa kömür doldurup ateşledi ve körüğe asıldı Balaban Ağa. Soğuk bina ısındı birden. Üşümemiz kesildi sanki. Balaban Ağa’nın “-Bismillâh!” çekmesinden sonrası hayal meyal bende… Ateşin bağrına mı değdim, ateş bağrıma mı dokundu bilemedim. Anladım ki; ateşte olmalıydım, ateşle olmalıydım, ateş olmalıydım… Yüreğim yandı! Ateşime körük basan, derdiyle hemdert olmamı dileyen ustamla göz göze geldim, “zülüf döküp meydâne gelirken”; örs üstünde, çekiç altında.
am demirdim. Metrelerce derinde, toprakla koyun koyunayken gün yüzüne çıkardılar beni. Ana bildiğim toprağın bağrından ayrılmak güç oldu elbette. Haddehanede uzun çubuklara dönüp alt alta, üst üste bağlanıp toz toprağın içine atıldık diğer kardeşlerimle. Kardeş deyince öyle üç beş değil ha, biz kalabalık bir aileyiz, binlerce karındaşım var. Ne de olsa Toprak Ana’nın çocuklarıyız. Kirden pastan tanınmaz haldeyken uykumuzdan uyardı bir el, çekti kopardı desteden beni.
Çekiç örse inip, örs çekice kucak açarken aralarındaydım. Ustamın mahareti; özünde var olanı özümde bulup biçimlendirmekmiş. Anladım! Ateşte yanar ve çekiçle halleşirken, tenime bir damla teri düştü ustamın... O damla ki, tenime verilen suya maya, beni tutacak ele hayâ olsun diye dua ettim. Duam tuttu! Örs üzerinde şekil alan akkor bedenim çeliklenirken suya çift değdi. Bir dünya için…
Pastan perde inmiş gözlerime, kim olduğunu seçemedim ama tok bir sesi vardı.
…bir de âhiret! Gazâya hazır olmanın Amentüsünü iyi belledim… Ki kıldan ince ve bedeninden keskince olan geçişte el verdiğim, el ele verdiğim yiğidime yoldaş olabileyim.
“-Özü sağlam, bundan olur”, diyordu.
Demirliğe ölürken, kılıçlığa doğanda.
Ne olacaksam artık!
Mert dayanıp nâmert kaçanda.
Sonra bir keçenin üzerine kondum. Benden evvel oraya konmuş birkaç kardeşim daha olduğunu fark ettim sonra. “-Deh!” sesiyle hareketlendik, birbirimize dokunduk kardeşlerimle. Elimiz ayağımız buz kesmişti.
Meydan koçyiğitlere kalanda. Hey yiğitler! Vakit hep o vakittir! Yâ Cebbâr! Yâ Settâr! 43
ŞAİR NABİ’NİN ÜÇ ŞEHRİ:
URFA-HALEP-İSTANBUL -1-
Doğduğu şehir olan Urfa’nın “Rehavî Makamı”ından bahsetmesi ve Urfa ile müzik ilişkisine göndermede bulunması, bu kente olan sevgi ve bağlılığının bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Dr. Şakir DİCLEHAN
sayı//66// ocak
44
lasik edebiyatın altı büyük şairinden biri kabul edilen Nabi’nin hayatında 3 şehir, silinmez hatıralar ve izlenimler bırakmıştır yaşadığı dönemde… Şehir, medine, site veya kent, hangi kelimeyle ifade edersek edelim, bir medeniyetin canlı ve toplu sergisi demek olan yerleşim birimi, her şeyden önce bir ruhun ifadesi olmaktadır. Medeniyet, kurduğu veya yaşattığı şehirlerde kendini ifade etmekte veya ele vermektedir. XVII. yüzyıl Klasik edebiyatın en önemli şairlerinden biri olan ve bir ekol oluşturarak Divan şiirini taçlandıran Nabi (1642- 1712), o dönemlerde “Ruha” olarak adlandırılan Urfa’da doğmuştur. Urfa’da arzuhalcilik (dilekçe yazma mesleği) yaparken yeteneği ile zamanın mutasarrıfın ( Sancağın en büyük idare amir) dikkatini çekerek onun tavsiyesiyle İstanbul’a gider. “Dilde esbab-i arzu katı çok Bir kerem sahibi efendim yok Vatana varsam iktidarım yok Bunda dursam medar-i kârım yok” Şeklinde kaleme aldığı şiirden, hayatının ilk yıllarında İstanbul’da aradığını bulamamaktan ötürü hayal kırıklığı yaşadığı fakat sonradan Sultan IV. Mehmed’in musahibi (Büyük insanların yanında bulunan, onları söz ve sohbetiyle eğlendiren kişi) Damad Mustafa Paşa ile tanıştığı ve rahat bir hayata kavuştuğu bilinmektedir. URFA Anadolu şairlerinin en mükemmeli sayılan Nabi’ye “Melikü’ş-Şuâra” (Şairler Sultanı) adının verilmesi boşuna değildir. Bu arada üç önemli şehir, onun hayatında çok büyük etki etmiş, hatırı sayılır ve tanımı güç anılar bırakmıştır onun hafızasında. Bunlardan ilki, çocukluğunun geçtiği ve doğduğu şehir olan Urfa, ikincisi kültür, sanat, doğal güzellikler ve tarihi konumuyla rüyalarını süsleyen İstanbul, Üçüncüsü de sanatının ve kendisinin olgunluğa ulaştığı şehir olarak öne çıkan Halep… Bu üç kent, Nabi’nin hayatına, sanatına yön vermekle kalmamış, aynı zamanda şiirlerinde uzun uzadıya dile getirilmiş ve bir oya gibi işlenmiştir. Yirmi dört yaşında Urfa’dan ayrılan Nabi’nin, kültür bakımından büyük önemi taşıyan, mistik ve değişik insan yapısıyla, tarihin ilk dönemlerinde faaliyete geçirilen Urfa ve Harran gibi felsefe ve İlahiyat ağırlıklı iki okulun (üniversitenin) havasından etkilendiği ve bunu fazlaca teneffüs ettiği kuşkusuzdur. Divan edebiyatında hikmet, yani düşünce ve felsefeye dayalı bir tarzın, yani “Hikemi Şiir”in
oluşmasında önemli izlerine rastlamaktayız Nabi’nin eserlerinde. Onun din, ahlâk, varlık, erdem ve felsefe gibi konular üzerinde durulan ve yaradılışı sorgulayarak insanı derin düşünmeğe iten “Hikemi Şiir” anlayışına sahip oluşunun 17. yüzyılın siyasi, sosyal olaylar ve durumla ilgili bir bağdan bahsetmek ve değerlendirmekte yarar vardır. Arapça ve Farsça gibi o dönemin kültür ve bilim dillerinde de eserler yazan Nabi’nin, doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği Urfa’yla ilgili olarak bu toprakların yani Hazret-i İbrahim’in dünyaya gözlerini açtığı yerlerin bereketinden kaynaklandığını ve bu durumu dillendirmekle çok mutlu göründüğü anlaşılan şair Nabi: “Hâkımüz mevlididür Hazret-i İbrahim’ün Nâbiya rast makamında Ruhavi’yüz biz” Demekle, doğduğu şehir olan Urfa’nın “Rehavî Makamı”ından bahsetmesi ve Urfa ile müzik ilişkisine göndermede bulunması, bu kente olan sevgi ve bağlılığının bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Nabi’nin bir şaheseri olan ve oğluna yaptığı öğütleri içeren ünlü “HAYRİYE” adlı eserinde, bu kent ile Şam’ı karşılaştırır. Urfa’nın Balıklıgöl’ünü ve Hazret-i İbrahim’i anlatırken bu kentten övgüyle söz açar ve Urfa’nın güzelliklerinden bahseder. “Ne Ruha nüsha-yi gülzar-i Cinan Maskat-i re’s-i Halilü’r-Rahman Ne Ruha gıbtageh-i Hıtta-i Şam Mazhar-i mucize-i Berd ü Selam” Gökle toprak arasında atılmış köprüleri, yeniden kuran manevi mühendislerdir kuşkusuz. Ham dağları oyup içinden Cennetsi kentler kuran ise, mimarlardır, Âhiret heykeltıraşlarıdır onlar. İnsanın ölümünü kutlayan uygarlık yamyamlığı törenine, bu barbar ayine son verecek, insanlığın gerçek bayramını başlatacaklardır. Kentlerin tarihi değerlerini ve kültürle olan ilişkisini dile getiren ve şiir kalıplarına dökenler ise, şairlerdir. Urfa’ya İkinci Gidişi Nabi’nin çok geniş yer verdiği eserlerinden biri de Mekke ve Medin’ye olan ziyaretini konu edinen “Tuhfetü’lHaremeyn” isimli eseridir. Hac yolculuğunu ve bu yolculukta uğradığı şehirlerin güzelliklerini, insanlarının cana yakın oluşunu, tarihi değerdeki eserlerini, adet ve geleneklerini, çok dikkatli ifadelerle nesir ve şiir kalıplarına dökerek anlatan Nabi, hacca giderken uğradığı ve daha önce yaşadığı Urfa’nın geçmiş günlerinden özlemle bahseder. Nabi’nin 13 yıl ayrı kaldığı ve çocukluk yıllarının geçtiği şehre, Hac seferi dolaysıyla uğradığı zaman, Fırat’ın sallarla nehri geçişini, sonra doğum yeri
olan Urfa’ya varışını, sevdiği ve içinde gözlerini hayata açtığı bu şehri görünce secdeye kapanıp toprağını öptüğünü yazar. Başkent İstanbul’dan Urfa’ya gelişini yazdığı Farsça bir beyitle: “Yusuf ki be Mısır’a Padişahi mikerde Migüft geda- buden-i Ken’an hûşter” (Yusuf, Mısır’a sultan olduğu halde, ‘Kenan ilinde köle olmak Mısır’a Padişah olmaktan daha iyidir’ dedi) şeklindeki beyitle, Hazret-i Yusuf’un durumuyla kendisinin Urfa’ya gelişiyle karşılaştırır. Yusuf’un Mısır’a sultan olduğu halde Kenan’ı unutmaması gibi Nabi de İstanbul’da şairler sultanı olduğu halde Urfa’yı unutmamıştır hiçbir zaman. Nabi, çağında huzursuzluk ve kararsızlıklardan, hükümet yönetiminden başlayarak çeşitli meslek erbabı arasında yaygınlaşan hile, yalan, idaredeki rüşvet, mala ve mülke aşırı rağbet, ikiyüzlülük, her iş ve eylemde çıkara bağlılık ve benzeri kötü huyların toplumu kemirmesine ve çürümesine neden olması karşısında, hikmetin yardımıyla yol alması ve onların gölgesinde rahat ve dağdağasız yaşama arzusunda olması, ister istemez onu bu tarza itmiştir. Nabi’nin hikemi tarz ile bir ekol sahibi oluşu hakkında çeşitli şekillerde fikir yürütülebilir. Ancak rahatlıkla denilebilir ki, “Onun böyle bir ekol sahibi oluşu, düşünmeye ve düşündürmeğe ağırlık veren sanat anlayışı ile çok yakından ilgilidir. Onun yaşadığı çağla, hayat ve toplumla ilgili görüşlerini belirtmesi, sükun ve huzurdan yoksun insana doğru yol göstermeyi amaç edinerek görüş ve düşüncelerini, şiir diliyle vermeğe çalışması, küçümsenemeyecek bir anlayışın sonucudur. “İlim bir lücce-yi bi-sahildir Anda alim geçinen cahildir” (Bilim, sahili olmayan bir deniz gibidir. Onda âlim geçinen cahildir) diyerek tevazu göstermesi ve bu yönde kalem oynatması, aslında tüm bilinenlerin denizde bir damla mesabesinde olduğuna işaret etmiştir Nabi. Uygarlıkların her yönüyle kentlerde görünmesi gibi inanç, düşünce ve davranış biçimleri, insan ruhunda belirir her zaman. Aslında gerçek insan ruhu ve gerçek toplum ruhu da, manevi bir şehir gibi mimarlara ve işçilere muhtaçtır. Bu mimarlar ve işçiler, bir kuruluşun ocağından yetişir. Bu da ruh kurumu diye adlandırılmaktadır. Yani ruhları alıp hamlıktan çıkaran, onu yoğuran, ona yeni şekil veren ve yapı haline getiren yuva. Nabi’nin yetiştiği şehir ve ocak, böyledir, çok büyük ve tarihi bir değerdedir…… Devam edecek.. 45
akın, hayalleri güzel tutunca hakikat oluyor. ”
SANAT ASLINDA TEKTİR;
İLÂHİ SANAT..
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülüne Layık Görülen Ebru Sanatçısı Fuat Başar ile Ebru Sanatı Üzerine Konuştuk…
Bu yıl geleneksel sanatlar alanında Cumburbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü alan Fuat Başar, 1953 yılında Erzurum'da doğmuş, Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesini 1980 yılında sanat aşkıyla yarıda bırakmıştır. 1977 yılında Mustafa Düzgünman'la mektuplaşarak ebru çalışmalarına başlayan Başar, yüzlerce kişisel ve karma sergiye katılmıştır. Uluslararası sanat faaliyetlerine de katılan ve çeşitli ülkelerde ebru sanatı tanıtımında bulunan Başar, dünya çapında birçok hattat ve ebru ustası yetiştirmiştir. Başar, Yıldız Teknik Üniversitesinde ebru fizikokimyası konusunda çalışmalarda bulunmuş, ebru konusunda kitabı ve makaleleri yayımlanmıştır. Eserleri dünyanın birçok müzesinde, yurt içi ve yurt dışındaki koleksiyonerlerde bulunan sanatçı ile 'Ebru Sanatı' üzerine konuştuk... Söyleşi:Zeynep Betül KAVAK
sayı//66// ocak
46
Siz bir ebru sanatı üstadı olarak ebru sanatını nasıl yorumluyorsunuz? Ve ebru sanatı özelinde sanatın insan üzerindeki etkileri sizce nelerdir? Ebru Sanatının yanında uğraştığım başka sanat dalları da var. Zaten sanatın şubeleri vardır. Sanat aslında tek; ilahi sanat. Bizim hasbelkader çok değişik dal gibi gördüğümüz, farklı isimler verdiğimiz her sanat şubesi, kulların Cenab-ı Hakkın yaratıştaki o güzelliklerini fark etmesi için bir yoldur. O ne kadar güzel yaratmış, hayranlık uyandıran bu yaratış nasıl bir şey? Kul sanatla uğraşırken sanki onları bulup çıkarma yolunda bir taklitle başlıyor. Her şey taklittir. Dini öğrenmek bile önce taklitle başlıyor. Sonra tahkiki imana geçilir. Sanatta da bu var; sanatın tahkiki, gerçeklemesi, doğrulaması, kanunları. Şimdi işin tabiri caizse felsefesinin ilk adımı budur. Bizler, sanatla uğraşırken ne kazanmış oluyoruz; bir defa en başta Yaradan’ı tanıyoruz. Gerçek ve tek olan sanatçının O olduğunu anlıyoruz. Sonra yeni kanunlar, diğer sanat dalları ile olan bağlantılar, bakıyoruz ki hepsinde ortak olan şey güzellik... Şu Hadisi Şerif’i gördüğümüzde de bunu anlıyoruz: “İnnallahe cemilun yuhibbul cemal" Allah (cc) güzeldir, güzelliği sever. Peki, biz bunu öğrendik, günlük hayatımıza bu nasıl yansıyacak? Yaptığımız her şeyde konuşmada da dahil her şeyde güzellik arayacağız. Güzel konuşacağız, bir iş yaptığımızda bakanın imreneceği derecede ballandırarak, hakkını vererek, hak etmiş olanlara teslim etme düşüncesiyle çalışacağız. Güzelliği hak etmeyene teslim etmek doğru değil. Güzelliğin çirkinleşmesine yol açar. Şimdi o çirkinleştirmelerden birisi bugün benlik iddiasıdır. Bu güne kadar hiç kimsenin en küçük bir güzelliği bile tam manası ile kavramış olması mümkün olmadı. Bu büyük bir iddia gibi gelir ama cevap olarak şunu söyleriz: Cenab-ı Hakkın yarattığı her şey istisnasız her şey sonsuzluğa açılan bir kapıdır. İnsanın ömrü sınırlı, güzelliği anlamak için ömürler yetmiyor. Bunu zamanında İtalyanlar da farketmiş, onlarda çok meşhur bir söz vardır: “Ars longa, vita brevis.” -Sanat uzun, hayat kısa- Gerçekten de böyledir bu iş. Şimdi eğer sanatı anlamak, kavramak istiyorsak bu açıdan bakmamız lazım. Sanatçı olunmuyor, sanatın hizmetçisi ve çırağı olunuyor. Her insan, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ustaları bile çırak olarak
kaldıklarını her zaman itiraf etmişlerdir. Bunu yetiştiğim Hamit Aytaç Bey’den de rahmetli Düzgünman’dan da duymuşluğum vardır. Bizler çırağız. Hep çırak olarak kalırız. Sanatla uğraşan kişi kendini sanatın tanrısı olarak ilan etmemelidir. Sanat baştan aşağı edeptir. Sanat, güzelliğin edebidir. O edebi bilmeden sanatta ilerlemek mümkün değildir. Bu güne kadar kendimden bahsederken hiçbir zaman sanatçıyım tabirini kullanamadım. Utandım. Filanca sanatın hizmetkârıyım… Ona eyvallah... Ebru sanatını tek bir cümle ile ifade edecek olsanız bu cümle ne olurdu? Renklerin evrensel armonisi derdim. Şöyle bir hatıramı nakledeyim: 1977 yılı, ebru ile ilgili ilk ciddi kitap yayınlanmış. Kitapta da Düzgünman'ın çalışırken resimleri var. Ebru teknesinin olduğu sehpanın sol yanında küçücük kırmızı kilim parçasının üzerinde bulunduğu bir sandalye var. Kitabı defalarca okumuşumdur. Hep içimden geçen şudur: Gün gelse İstanbul'a gitsem - o zaman Erzurumdayım- Düzgünman ile çalışmak nasip olsa, şu sandalyede otursam, hocayı seyretsem, bana bu işi öğretse… 80'li yıllardan sonra bu hayalim gerçekleşti; orada oturdum. Hatta o ara rahmetli Oktay Sinanoğlu Hoca’dan bahsediliyor. Oktay Sinanoğlu Hoca ile Ebru'nun fizikokimyasını çalışmayı çok istedim. Ama içimden bir ses bir gün nasip olacak diye söylüyordu. 1997 yılında da Oktay Sinanoğlu Hoca ile çalıştık bunu. Bakın, hayalleri güzel tutunca hakikat oluyor. Bu açıdan İslam dünyasında hep şu vardır: Hayalleri güzel tutun, sözleriniz hep güzel olsun, söz vücut bulur derler. Bu tasavvufta önemli bir şeydir.
Sözümüzü her zaman güzel, yumuşak, şiir gibi tutacağız. Öyle olması lazım. Şimdi nereden nereye geldik; o kilimin üzerinde oturmuşum, ben ondan önce ebru sanatı ile uğraşmışım ama bu işin kanunlarını bilmediğim için kağıdın yüzünde minnacık tırnak kadar bir boya tutunup kalsa göklere uçuyorum. Öğrendim öğreneceğim, bunun ayrı bir zevki var ki yaşamayan mümkün değil anlayamaz. Fakat o gün, Hoca tekneyi açtı boyaları serpiştirdi. Allah inandırsın benim dünyam birden bire değişti. Ayrı bir alemdeyim. Renkler birbirlerine karışmıyor, birbirlerine o kadar uyumlu. İlk yaptığı ebru şal ebrusuydu. Elindeki biz ile onlara şekil verirken dikkat ediyorum boyalarda bir karışma yok boyalar haddini, hududunu, edebini biliyor diğerine karışmak yok. Ama nasıl oluyor da bu kadar güzellik meydana çıkıyor. Ebru bu dedim, benim uğraştığımın ebru ile ilgisi yok. Aceminin tecrübesi. Ondan sonra anladım iş değişik. Macera hadise epey uzun. 97 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde ebrunun aslını astarını araştırdık. Öyle muazzam sonuçlara ulaştık ki; sanatın karşısında utandım teknemi kapattım. Bu kadar büyük bir sanatla uğraşmak benim gibi bir insanın haddine mi. Sanattan utandım. Öyle bir şey ki suyun yüzündeki zar, metrenin yüz binde altmış beşi inceliğinde. O zarın üzerinde cereyan ediyor bu hadiseler. Ya Rabbi, senin bu sanatın ne kadar büyük! Edep ederim böyle bir şey ile uğraşmaya. Bir yandan çevre baskısı, toplumsal baskı, müşterilerin talepleri… Döndük tekrar tekneye ama o ezikliği hep içimde hissederek; tekne ne verirse eyvallah diyerek çalışmalara devam ettim. İşin içinden geçmeyenlere bunları anlatmak hakikaten zor iş ama illa edep illa 47
edep... Yunus Emre'nin şu sözü çok güzeldir: “Vardım irfan meclisine ilmi eyledim talep. Her hüner makbul imiş illa edep illa edep.” Sanat anlayışının düşünce ve yaşayış dünyasına olan yansımaları nasıl olmalıdır? Kişinin anlayışı, günlük hayatına birebir yansıyor. Toplumda olumlu iş yapan bir kişi kazanmış olur. Bu düşünceyi toplumun her kesimine yaydığımızı düşünelim. Çöpçüden başlayalım adamın mesleği o, sokağı bir güzel süpürüyor ki görenler hayran, ortalık gıcır gıcır şarkı söyleyerek sokakları temizliyor. İnsanlar imreniyor ki şunun elinden süpürgeyi alıp ben süpüreyim diye. Kardeş ellerine sağlık ortalığı çiçek gibi güzel ettin. Bakın son cümle önemli. Çöpçü ortalığı çiçek gibi güzel etmiş. Çöpçümüz o zihniyette işini yapsa, en alttan en üste kadar hepimiz işimizi zıpkın gibi, hakkını vererek yapsak, yapmaya çalışsak her şey çok daha güzel olur. Kişi, “Allahım bu dünyada güzel işler yapmaya gayret ettim ümidim ahirette beni güzel bir yerde ağırlamandır.” Diye düşünse, felsefemiz bu olsa vallahi Türkiye'de de dünyada da hiçbir huzursuzluk kalmaz. Mümkün değil. Sanatçılar da bu bilinçte olsa Türk İslam Sanatları alır başını yürür. Bir de yeri gelmişken söyleyelim, “Boş vaktimi değerlendirmek için sanatla uğraşıyorum.” cümlesi korkunç bir cümle. Kâinat kurulduktan sonuna kadarki her an her şey sanattır, çok önemli bir şey bu. Sanatın içinden geçilir, öğrenilir, gerçek sanatkâr olan Cenabı Hakka boyun eğilir ve o tevazu her an -riyakârlık karışmamak üzere- devam ettirilir. Öyle oldukça da Cenabı Hak, o kulunun yolunu açar. sayı//66// ocak
48
Ebru sanatının kültür ve medeniyetimize ve de en önemlisi insana ne gibi katkıları vardır? Bizim, bize ait olan, batılıların yürüttüğü geliştirmeye çalıştığı ama bir türlü de hakkını veremedikleri beceremedikleri bir sanat ebru. Bizde sanatçı ebru teknesini açarken boy abdestini yeniler. Teknesini besmele ile açar, şunu söyler: Biz zuhurata tabiyiz, boyaları tekneye serpiştirdik iş bizden çıktı geri kalanı külli iradenin emri ile olacak şeydir. Ne çıkarsa eyvallah. Osmanlı zamanında böyle düşünen ve çok yaygın olarak icra edilen bir sanatın mensupları toplumun mümtaz insanları oluyordu. Topluma en azından bu kişilerden asla zarar gelmemiştir. Dünya tarihinde devletine başkaldıran anarşi çıkartan hiç bir ebrucu zümresi yok. Dünya tarihinde devletine başkaldırmış sanatçı zümresi de yok. Benim işim güzellik diyor bu kimseler. Başkaldırarak çirkinliğe mi bulaşayım. Benim bulunduğum makama, unvanıma, uğraştığım işe yakışmayan şeyler diye düşünüyor. Ebru sanatı, toplumdaki bütün mekanizmalarda yerini alacak olsa her işimiz şaheser olur. Bir defa karşımızdaki insan Cenabı Hakkın bir eseri, ikinci bir eşi yok. Dünyaya bir daha gelme şansı da yok. Cenabı Hakkın bir eseri gözü ile ona baktığımızda asla kötülük düşünmeyiz. Kalktı mı kötülük ortadan? Kalkıyor işte ya, sanat deyip geçmemek lazım. Sizce ebru sanatı hayatta neyi temsil ediyor? Renkler mozaiğidir ebru. Emniyet genel müdürümüz bile bir konuşmasında şu an Türkiye’de bulunan vatandaşları bir ebruya benzetmişti. Renkler faklı ama bir arada öyle armonik duruyorlar ki... Sosyolojik açıdan
hele bir düşünün; inancı, kültürü, hayat tarzı farklı ama bir armoni içinde. Hiçbir boya bir diğerine karışmıyor. Asaletini muhafaza ederek, güzelliğin teşekkürüne katkıda bulunuyor. Peki, toplumda bundan daha güzel bir armoni tarif edebilir miyiz?.. Önceden hocalarımız bir öğrenciyi eğitimine alırken “Kimden feyzalıyorsun?” diye sorarlardı çünkü bunu önemserlerdi. Sonra aralarındaki usta çıraklık ilişkisi öğretmen ve öğrenci ilişkisi geliştikçe de hoca öğrencisine şöyle dua ederdi: Allah feyzini arttırsın... Şu an günümüzde böyle hocalar da böyle öğrenciler de böyle bir usta çıraklık ilişkisi de maalesef çok az. Sizce bunun sebebi nedir? İşin aslını bilmemekten işte… Sanatın Cenabı Hakkın bir bağışı olduğunun farkında olmamaktan. En son galiba bugün bir tezhipçi grubunaydı aynı cümlelerle dua ettiğimi hatırlıyorum: Allah gözünüze nur, bileğinize kuvvet versin, feyzinizi arttırsın. Ya benim bu sözü söylememle ne kaybım oldu. Bu sözlerin bir sermayesi bile yok. Peki, tezhipçiler işlerinde çok çok ilerleseler maddi manevi kazançları çok çok olsa bunun bana zararı ne yahu. Tam tersi tanıdığım insanların daha üst seviyelere çıktığını görmek benim için bir iftihar vesilesidir. Onlar için iyi, benim için de iyidir. Ha, bu yüze karşı ettiğimiz dua, Allah biliyor gıyaplarında Türk İslam Sanatlarına kim hizmet ediyorsa hepsine neredeyse her gün en az bir defa dua ediyorum. Gıyaptan gıyaba dua asla reddolmaz. Çünkü gıyaptan gıyaba edilmiş dua, günahsız ağızla edilmiş dua sayılır. Bu iş böyle bir şey. İşin bu tarafını ihmal etmememiz lazım. Feyiz meselesi de şudur, zamanında yazdığım bir şiirden iki mısra okuyayım: “Kuldan bir şey istemeyiz Mevla bize verir feyiz. Biz ki kanaat ehliyiz Cihan uçtan uca bizim.” Feyzi de Cenabı Hak'tan bekleyeceğiz. O feyzin akması için bazı hocalar, bazı kişiler bir çeşmenin musluğu gibi davranırlar. Musluğu açarlar; feyiz hayat veren bir su gibidir. O suyu insanlar kana kana içsinler. Ne olur başkasını teşvik etsek, desteklesek. “Sanatınızı üzerinizde taşıyın.” Dermiş büyüklerimiz. Bu ifade ne ile anlatılmak istenmiştir? O, sanatın gerektirdiği edep ile olur. Sanatın
gerektirdiği gibi işi güzel ve estetik yapmak. Sanattan öğrendiğimiz; ümit vericilik, paylaşımcılık gibi özellikleri ömrümüzde uygulamaya sokmak… Ben filanca sanatın büyük sanatçısıyım gibi böbürlenme cümlelerindense onun gerektirdiği tevazu içinde kendini çok da belli etmeksizin edeple yaşamaktır. Budur sanatın üstünde taşınması. 8.Buradan genç arkadaşlarımıza neler söylemek istersiniz? Gençlerimiz edep ehli olsunlar, allameicihan olmasalar da olur. Tabiata karşı edepli olsunlar, tabiatın hakkı ne ise onu versinler. Kirletmesinler, pislenmiş tabiatı temizlemeye çalışsınlar. Bu insan tabiatı da olabilir. Bilimden asla vazgeçmesinler ve mutlak suretle ama mutlak suretle tevhit inancına yapışsınlar. Tevhit birlik demektir. Birliğin olmadığı yerde tefrika ve boğuşmalar başlar. Demin söyledik, diğer insanlar da Cenab-ı Hakkın bir sanat eseri. Haklarını yemeyelim, onları sevelim, el üstünde tutalım, baş tacı edelim. Elimizden iki dirhemlik bir yardım geliyorsa yapalım. Onu da yapamıyorsak birbirimize tebessüm edelim. Selamı yayalım. Niye; dinimiz İslam, selamet dini, esenlik dini, huzur dini. Bütün dünyanın temeli bundan ibaret yahu. Gençlere tembihimiz budur mutlak suretle bir de imkanları nispetinde sanatla uğraşsınlar. Bir elektronik mühendisi olacaklarsa bile sanatın armonisini kavramaya çalışırlarsa bu onların işini kolaylaştıracaktır. Yaptıkları iş şiir gibi olsun. 49
"Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz; Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun, Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun." Mehmet Akif Ersoy
SARIKAMIŞ Dönemin Başkomutan Vekili Enver Paşa, 1914 yılında topraklarımızı geri almak için 19 Aralık günü Sarıkamış harekatının planlarını kurmaylarına anlatarak harekatı başlatır. İlk iki gün başarıyla devam eden harekat ne var ki, olumsuz hava şartları nedeniyle 3 - 4 Ocak 1915 gecesi daha da şiddetlenir. Fırtına ile kar karışık olarak yağmaktadır. Çadırlar yıkılır, yollar kapanır, elde avuçta hiçbir şey kalmaz. Recep GARİP
atan toprağında özgürlüğün adı şahadettir. Şahadet, milletimizin Peygamberimizle yakın olma aşkıdır. Din, vatan, bayrak ve namus uğrunda can veren, vermeyi bekleyen milletimizin asaletine örnektir Sarıkamış. 90 bin Mehmetçiğimizin, aşkla şahadet şerbetini içerek Efendimiz (as) ile komşu olmuştur. Makamları mübarek, ruhları şad olsun. Sarıkamış, I Dünya Savaşı'nda Osmanlı Cihan Devleti ile Rus İmparatorluğu arasında gerçekleşen başarısız bir askeri harekattır. Olayı seyri şöyledir; 1914 yılında kışın çok şiddetli olduğu bir zamanda Azap ve Köprüköy'e Rus orduları saldırırlar. Ordumuzun Komutanı Hasan İzzet Paşa bu saldırıyı püskürtür ve Rus ordusu dağılır. Harekatımızın amacı, Rus ordusunu tamamen yok edip Bakü Petrollerine ulaşmaktır. Çünkü, 1877 yılında 93 Harbi diye bilinen savaşta; Batum, Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin bölgemiz Rus işgaline bırakılmak durumunda kalınmıştır. Dönemin Başkomutan Vekili Enver Paşa, 1914 yılında topraklarımızı geri almak için 19 Aralık günü Sarıkamış harekatının planlarını kurmaylarına anlatarak harekatı başlatır. İlk iki gün başarıyla devam eden harekat ne var ki, olumsuz hava şartları nedeniyle 3 - 4 Ocak 1915 gecesi daha da şiddetlenir. Fırtına ile kar karışık olarak yağmaktadır. Çadırlar yıkılır, yollar kapanır, elde avuçta hiçbir şey kalmaz. Ne yiyecek, ne mühimmat, ne silah, ne erzak ne de barınak kalmamıştır. Dondurucu soğuklar, fırtınalar Mehmetçiğimizin adım adım şahadete doğru gittiğini göstermektedir. Donma, dizanteri, tifo gibi hastalıklar baş gösterir. yapılabilecek, karşı koyulabilecek, insan takatinin gücünü aşan bu durumlarla şehit olurlar. Bu harekatta Ruslar 32 bin askerine kaybeder. Her yıl, şahadetlerini Fatihalarla, Yasinlerle, Hatimlerle andığımız bu kutlu yolcuların bizlere, milletimize, gençliğimize ve geleceğimize yol gösterdiğini unutmamalıyız. Onlar bizler daha özgür yaşayalım diye; inancımıza, imanımıza, vatanımıza,
sayı//66// ocak
50
bayrağımıza, ezanımıza, birlik ve beraberlik ruhuyla yekvücut olmamıza sahip çıkalım diye şahadete yürüdüler. Onlar ki makamları Peygamberlik makamına en yakın bir yerdeler ve kuşkusuz cennetin en kutlu köşesindeler. Kıymetli Muhsin Yazıcıoğlu'da (ruhu şad, makamı cennet olsun) şöyle yakarıyordu; "Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum Durun kapanmayın pencerelerim Güneşimi kapatmayın Beton çok soğuk, üşüyorum.. " Liseli yıllarımızda, (bu yıllar bin dokuz yüz yetmişli yıllardır) marşlar, şiirler, türküler bizim hayatımızı alevlendirir, kanımızı coşturur, ruhumuzu dinamikleştirirdi. Bir şuur makinesine girmişçesine tepeden tırnağa şuura dönüşürdük. Marşlar deyip geçmeyiniz, kahramanlık türküleri deyip geçmeyiniz, şiirler deyip geçmeyiniz; bunlar toplumun dinamikliğini gösteren ana unsurlardandır. Örneğin "Tuna Nehri Akmam Diyor" marşımız söylerken bir yandan ağlar bir yandan boğazımızın telleri en gerilmiş halde haykırırdık. Öylesine aşkla söylerdik. Bir başka örnek vereyim; "Çırpınırdı Karadeniz selam Türk'ün Bayrağına" da öyleydi. Gençlik yıllarımızda aşk yalnızca vatandı. Her şey vatana bağlıydı. özgürlüğün anlamı, hayatın gayesi özgür olmadan kavranılmazdı, din istenildiği gibi, bayrak istediğimiz üzere dalgalanmazdı. Şiirler vardı bizleri coşturan, mesela; "Çanakkale Destanı, Sakarya Türküsü, Eritre, Moro, Şeyh Şamil, Türkistan, Kerkük, Akıncılar, Bu Vatan bizim" gibi isimlerini sayamadığım onlarca şiirlerimiz vardı. ayakta haykırarak okuduğumuz, vücudumuzun diken diken olup ırmaklar akıttığımız. "Arif Nihat Asya"nın "Bayrak, Naat ve İmam Hatip Marşı"yla bir de "Fetih Marşı"mız vardı rahmetli Yıldırım Gürses'in bestesiyle kıyamda durduğumuz. "Bu vatan Bizim" Orhan Şaik Gökyay' rahmetlinin şiiriydi. İki dörtlüğünü buraya almış olalım; "Bu vatan toprağın kara bağrında Sıra dağlar gibi duranlarındır. Bir tarih boyunca onun uğrunda, Kendini tarihe verenlerindir. Tutuşup kül olan ocaklarından, Şahlanıp köpüren ırmaklarından, Hudutlarda gazâ bayraklarından. Alnına ışıklar vuranlarındır. " Orhan Şaik Gökyay, 1902 yılında İnebolu’da doğa, ilk, orta ve liseyi Kastamonu'da, üniversiteyi İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu
Edebiyat Bölümü’nde tamamlar. 1931’de Kastamonu Lisesi’nde edebiyat öğretmeni sırasıyla Malatya, Edirne, Ankara, Eskişehir ve Bursa illerinde öğretmenlik yapar. Daha sonra Ankara Devlet Konservetuvarı müdürü olur. 10 Mayıs 1944’de Türkçülük-Turancılık suçlamasıyla Bakanlık emrine alınarak görevine son verilir. 11 ay tutuklu kalır. Berat etse de uzun süre görev verilmez. Bu içeri alınmalar, görev verilmeyenler öylesine çoktur ki, vatan evlatları yurt sevgilerinin, iman, kuran mücadelesinin karşılığında ötelenmişler, hırpalanmışlardır. Yine de mücadele etmekten, vatan için ölmekten, çekinmemişlerdir. "Ardına bakmadan yollara düşen Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan, Huduttan hududa yol bulup koşan Cepheden cepheyi soranlarındır… İleri atılıp sellercesine Göğsünden vurulup tam ercesine, Bir gül bahçesine girercesine, Şu kara toprağa girenlerindir." 1950 yılında Galatasaray Lisesi’ne atanarak öğretmenliğe geri dönen Gökyay, 1951’de Bakanlık müfettişi olur. Daha sonra da Londra’ya öğrenci müfettişi olarak gönderilir. Yurda döndükten sonra 1954 yılında Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda göreve başlar. Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde de edebiyat dersleri okutur. 1970 yılında emekli olur. Kültür, sanat, edebiyat mücadelesinden asla geri durmayan Gökyay Hoca, Adsız, Mecmua, Orhun, Yücel, Ülkü, Devrim Gençliği, Tarih dergilerinde şiir ve makaleleri yayınlar. Orhan Şaik Gökyay'ın kültürümüze kazandırdığı; “Bugünkü Dille Dede Korkut Masalları, Kabusnâme, Türklerde Karagöz, Kâtip Çelebi, Dedem Korkut’un Kitabı, Birkaç Şiir ve Destursuz Bağa Girenler” eserlerini unutmamak icap eder. 2 Aralık 1994’de kaybettiğimiz Orhan Şaik Gökyay, Kastamonu'nun yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biridir. “Bu Vatan Kimin” şiiriyle ünlenmiş, dillerde, gönüllerde yaşamış olan Orhan Şaik Gökyay’ı, ahirete irtihal eden kalemleri, şehirleri rahmetle anıyorum. Şiirin son bölümleriyle yazıyı tamamlıyorum; "Tarihin dilinden düşmez bu destan Nehirler gazidir, dağlar kahraman Her taşı bir yakut olan bu vatan Can verme sırrına erenlerindir. Gökyay’ım ne desem ziyade değil, Bu sevgi bir kuru ifade değil. Sencileyin hasmı rüyada değil, Topun namlusundan görenlerindir…" 51
nsan yaşadığı şehrin bir parçasıdır. Şehri meydana getiren yığınların içerisinde o küçücük bir parça bazen bakarsınız bir Sinan olur, bakarsınız bir Kadı Burhaneddin. Uhreviyetiniz sizde baskın bir ilahi güç olarak tecelli ederse, Mevlana’yı yetiştiren Seyyid-ı Sırdan olursunuz. Sokaklar işgal edilmiş bile gözükse, o kalabalıklar arasında nadide bir cevher gibi birileri fark eder sizi.
YAŞADIĞIM ŞEHRİN
SAKLI YÜZÜ!
Zaman, cömert bir mimar hüviyetine sahiptir. Onu kullanmayı belerseniz dantel gibi geleceğinizi örer ve sizi ülkenizin etkili isimleri arasına taşır. Muhsin İlyas SUBAŞI
1955’ın bir son baharında dalındoan koparılmış olgunlaşmamış bir meyve gibi şehir yoluna savrulduğumda, azığım anamın gözyaşı ve o yumuşacık eliyle saçlarımdaki okşama izi vardı. Bir anne çocuğunun geleceğini kendi koynunda değil, gurbetin savruk yüzünde niye arardı acaba? Elimde bir tahta bavul, içerisinde birkaç parça iç çamaşırı ve bir köşesinde kimsenin fark edemediği, ama benim ruhumu sürekli yıkayan anamın hüzün damlaları vardı. O yıllarda Hacı Bayram Veliyi bilmezdim, onun; şehrin kuşatmasını anlatan şiirinden de pek haberim yoktu. İleri yaşlarda bu şiiri okuyunca, ‘Mübarek beni mi anlatmlış acaba’ demekten kendimi olamadım. Ne diyordu bu büyük Veli: Çalab'ım bir şâr yaratmış iki cihan ârasınde; Bakıcak di'dar görünür, o şâr'ın kenâresinde. Nâgihan ol şâr'a vardım, anı ben yapılur gördüm; Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak âresinde. Şâkirdleri taş yonarlar yonup üstada sunarlar; Allah'ın adın anarlar, ol taşın her pâresinde. Şehirden oklar atılır, gelir canlara batılır; Ârifler cânı satılır, o şâr'ın bâzâresinde. Şâr dedikleri gönüldür, ne alşidir ne cahildir; Âşıklar cânı sebildir, ol şârın kanâresinde. Bu sözü Ârifl'er anlar, câhiller bilmeyip tanlar; Hacı Bayram kendi banlar, ol şâr'ın menâresinde. Yollara düşerken şehir tutkusu heyecanlarımı bastrıyor muydu? Pek bilemiyorum. Çanak şeklinde çevresi dağlarla çevrili bir Anadolu şehrinde, Erciyes gibi devasa bir dağın eteğinde sağa sola serpiştirilmiş kesme taşlardan yapılı tek katlı binalar arasında ve dar sokakları sır ırmakları gibi akıp giden kıvrımları içerisinde hayatı tanıyacaktım.
sayı//66// ocak
52
Zaman, cömert bir mimar hüviyetine sahiptir. Onu kullanmayı belerseniz dantel gibi geleceğinizi örer ve sizi ülkenizin etkili isimleri arasına taşır. Bunun çarpıcı örneklerini bu şehrin saklı yüzünde gördüm. Hiç düşünür müsünüz? Kayseri’den Bizans’a kafa tutan bir adam yakalanır, Bizans’ın başşehrine götürülür ve yargılanarak idama mahkum edilir. Boğazına geçirilerek yağlı urganı binbir korku içerisinde beklerken yakın zamanda kral kocasını kaybetmiş bir genç kadın bir gün görevlilerden habersiz olarak zindana iner ve bu adamla buluşur. Evdakoya’nın bu çılgın tutkusu aşk mıydı, kurtuluş simidi miydi ilemiyoruz. Ancak görünen o ki, bu adama aşık olur ve sonra saray erkanını toplayarak bu idam mahkumunun affedilerek kendisine bağışlanmasını ister. Hikâyesi uzun, sonuç itibariyle, Kapadokya Krallığının bu genç komutanı Romen Diyojen’le evlenir. Onu Bizans ordu sunun başkomutanı yapar. Savaşacağı düşmanını da işaret eder: “Hapsedildiğin yerde ölümü beklerken, en büyük hedefinin, şehrine gelen ve kilisenizin en büyük kapısını alıp memleketine dönen, Alpaslan’ından bunun intikamını almak olduğunu söylemiştin. Gördüm ki benim ezeli düşmanımla senin ebedi düşmanın aynıdır. Onun için seni kurtardım, kendime eş edindim ve şimdi Bizans’ın her türlü imkanını emirine vererek, git Türk’ün bu korkusuz kaplanını başımızdan def eyle.” Kralın yerine, üstelik Bizans’a ihanet ettiği için idama mahkûm Kapadokyalı bir komutanının geliş macerası böyle. Savaşı bilirsiniz: "Bir cuma sabahı semaya karşı, Malazgirt'te 54 bin er Bestelemişlerdi en güzel marşı Allah-u Ekber Allah-u Ekber!” Bizans’ın 200 bin kişilik ordusuna 54 bin kişilik Selçuklu ordusu yarım günde tarumar eder ve üstelik Romen Diyojen de esir alınır. Bu şehir, tarihin dayanılmaz dramlarına sahne olur bundan sonra. En kahpecesi, Moğol işgali sırasında, şehrin savunmada zayıf noktalarını düşmana kendi canını kurtarmak pahasına bildiren bir Hajuk adında bir dönmenin
ihanetine uğrar, şehir 13 asın ortalarında yağmalanır, tahrip edilir. 40 bine yakın insanını da Moğol kılıcıyla kaybeder. Şehirler geçmişlerindeki dramlarını tarihin karanlıklarına atmamalıdırlar. Güçlü gelecek için, geçmişten ders alacak olayların içimizi sızlatsa da bize vereceği derslere ihtiyacımız vardır. Çünkü o gün çıkan Hajuk, bakarsın bugün de gelir karşımıza. Atalarımız bunun için mi dediler acaba: “Su uyur, düşman uyumaz”, diye. Acaba Hacı Bayram Veli, şehri bunun için mi gönle benzetir: “Şâr dedikleri gönüldür, Ne âlimdir ne cahildir;” Çünkü insanın ilk sızısı gönülde başlar. Kontrole alınmaz ise aleve dönüşür ve beklemedik sona götürebilir. 60 yılı aşkın süredir taşıyla toprağıyla hemhal olduğum Kayseri’den, bana verdikleri kadar, ben de ona birşeyler vermeye çalıştım: Bir düzineye yakın kitapta bu şehrin güzelliğini yeni nesillere aktarmak için çaba gösterdim. Bunları niye söylüyorum? Herkes yaşadığı şehre karşı borcunun farkına varsın diye! Şehirleri birbirini ezen kalabalıklar yığını olmaktan kurtarmak istiyorsak, aydınlarının sorumluluğu oldukça fazladır. Şehrin refahını paylaşmak için yarışan hasta bir toplum olmaktan kurtulmanın yolu bu ideale ulaşmaktan geçer. 53
“Türkiye’de demokrasinin güçlenmesini isteyenler yerel medyaya destek vermelidir.” Nezih DEMİRKENT oplumsal, siyasal ve kültürel hayata dair öngörülerimizi genellikle kitle iletişim araçlarının aracılığı ile şekillendirdiğimizden çevremizde meydana gelen önemli gelişmeleri ilk olarak medyadan öğreniriz.
YEREL MEDYA
KÜLTÜRÜ
Toplumsal kültürün üretilmesi sürecinde önemli görevleri olan basın, günümüz toplumları için vazgeçilmez bir kurumsal yapı oluşturur. Erbay KÜCET
Kamuoyunu ilgilendiren konularda halkın en önemli enformasyon kaynağı olma özelliğini taşıyan kitle iletişim araçları sayesinde; insanlar, toplumun gündemindeki öncelikli konuları öğrenip, bunların önem derecesinin farkına varırlar. Siyaset, iktisat, kültür ve başka konularda haber ve bilgi vermek için yorumlu veya yorumsuz, belirli zaman aralıklarıyla çıkarılan yayın türleri ‘gazete’ olarak adlandırılırken; haftalık, on beş günlük veya aylık olarak, genellikle nitelikli kâğıda basılıp dağıtılan, bilim, edebiyat, sanat, teknik, hukuk vb. alanlarda haber, makale, deneme, inceleme, araştırma, eleştiri türünde yazıları konu edinen ve genellikle resimli olarak çıkarılan yayınlara ise ‘dergi’ adı verilmektedir. Günümüzdeki anlamıyla haber verme işlevini yerine getiren iletişim aracı gazetelerdir. Teknolojinin gelişmesine paralel olarak radyo, televizyon ve internetin yayıncılık alanına girmesiyle birlikte gazetecilik terimleri de değişikliğe uğramıştır. Gazete ve dergiler için ‘Yazılı Basın’, radyo için ‘Sözlü’, televizyon için ‘Görsel’ internettekilere ise ‘Elektronik Basın’ adlandırmaları yapılmaya başlanmıştır. Basınyayın araçları ve faaliyetlerini ise kısaca ‘Medya’ denilmektedir. Günümüzde birer ticari işletme statüsünde yönetilen medya kuruluşlarının birinci önceliğinin hiç şüphesiz kâr etme arzuları olduğunu burada tekrar etmekte mahsur olmasa gerek. Toplumsal kültürün üretilmesi sürecinde önemli görevleri olan basın, günümüz toplumları için vazgeçilmez bir kurumsal yapı oluşturur. Haber vermenin yanı sıra toplumu psikolojik, sosyolojik, iktisadi ve siyasi yönlerden etkileyebilme özelliğine sahip olan basının en önemli gücü toplumsal bilinç oluşturmasıdır. Bugün ülkemizin değişik il, ilçe ya da yörelerinde basılıp, buralarda dağıtımı yapılan,
sayı//66// ocak
54
bölge ya da yöresel basın ortamı olarak basitçe tanımlayabileceğimiz yerel basının milli bir karaktere sahip olduğunu, demokrasinin yerleşmesinde ve gelişmesine katkı sağladığını, toplumun ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel özelliklerin yansıttığını, çoğu zaman siyasi partilerin temel alt yapılarını oluşturmakta ön planda yer aldığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Ayrıca, Halkın yerel yönetimlere yönelik, istek, öneri, eleştiri ve şikâyetlerini aktarabilmesi için değişik biçimlerde gazete sayfalarında imkân sunulduğunu da belirtmeliyiz. Kamuoyu oluşturma, belirli bir konuda ikna etme, bilgilendirme, eğitme, eğlendirme, oyalama, reklam yapma gibi faaliyetleri yönüyle etkili olan basın, toplumsal barışın sağlanmasında ve demokrasinin geliştirilmesinde de önemli işlevlere sahiptir. İşte yerel basının Türkiye tarihi açısından önemi buradadır. Kurtuluş Savaşı esnasında, milletimizi mücadeleye yönlendirmesinde başrolde yer alan yerel basınımızı milletimiz ‘Anadolu Basını’ adını vererek ödüllendirmiştir. Yönetenler ve halk arasındaki bilgi akışını karşılıklı sağlamak; düzenli aralıklarla çıkan, her çeşit haber ve düşünceyi topluma ulaştıran, düzenli olarak yayınlanan, toplumun mevcut siyasî, ekonomik, sosyo-kültürel ortamlardaki enformasyon akışını tedarik etme açısından ‘yerel basın’ ayrı bir öneme sahiptir. Demokrasinin geliştiği ülkelerde, yerel basına büyük önem atfedildiği bilinmektedir. Kişilerin, bireysel deneyimlerini geliştirmenin yanında toplumsal hayatı anlama ve anlamlandırma süreçlerinde medyanın etkisi olduğunu unutmayalım.
Daha çok yöresini ilgilendiren haber ve konulara ağırlık veren yerel gazeteler, bireylere daha yakın olduğundan onların sorunlarıyla yakından ilgilenebilir. Bulunduğu her bölgenin her sorununu, her aksaklığı haber konusu yaparak ulusal basına kaynak teşkil edebilen yerel gazeteleri, ulusal gazetelerin kılcal damarı gibi görmemiz mümkündür. Bireylerle yerel halk arasında kamuoyu oluşturma gücü yüksek olan kitle iletişim aracı olarak görülen yerel medya, halkla birebir iletişim halindedir. Bu sayede de, halk ve yerel yönetim arasında etkili bir iletişimin sağlanmasında köprü vazifesi görmektedir. Özellikle bölgelerindeki problemleri dile getirecek mecra bulamayan yerel yöneticiler, hem kamuoyu oluşturmak hem de bölgelerine daha iyi hizmet etmek için yerel medyayı kullanmak durumundadırlar. Sivil toplum kuruluşlarının, yaptıkları faaliyetleri yaygın medya aracılığı ile duyurabilmelerine imkân olmadığından yerel medya burada devreye girmekte ve sivil toplum kuruluşları ile halk arasında bir bağ kurmaktadır. Valilik, belediye, il özel idaresi ve il genel meclisleri gibi yerel yönetimlerin yaptığı faaliyetleri en iyi duyurabildiği yerler, kuşkusuz yerel basındır. Bir politikacının veya belediye başkanının yaptığı faaliyeti en güzel aktardığı yer olan gazete, dergi ve televizyonlar, ayrıca yerel yönetimlerin halk adına denetlenmesinde de büyük bir paya sahiptir Velhasıl kelam yerel basının öncelikli görevi, yerel halk bilincinin oluşması için halkı siyasal mekanizmalara dâhil etmek ve halk ile yerel yönetimler arasında bir iletişim köprüsü görevini sürdürmek olmalıdır. 55
SAVAŞ, ŞEHİR VE
MASAL
İnsanın dışında da ağlayan var mıdır, vardır bence. Savaşın acımasız yüzüyle karşılaşan şehirler ağlıyor. Ali BAL
nsanın imâr ettiği şehirler yine insan eliyle yok oluyor. Buna tabiat da dâhil. Irmakların yataklarını değiştirmek, dereleri kurutmak, yerli yersiz müdahaleler bitiriyor her şeyi. Bazı şehirler de insan eliyle yok olmuş durumda. Masalların büyülü dünyasında gördüğümüz şehirler vardır. Bazen sorarız, gerçekten böyle şehirler var mıdır, deriz. Evet, nice şehir yok olmuş, yok edilmiş. Yaşayan şehirler olduğu gibi ölü şehirler de var dünyamızda. Hayalet şehirlerin varlığı ne üzücü! Maalesef şimdilerde yakılan, yıkılan ve yok edilen nice şehir var. Orta Doğu coğrafyasına baktığımızda hâlâ yanan şehirler var. Suriye’de Halep şehrinin görüntüsüne dayanmak mümkün mü? Bir şehir yıkılırken, yok olurken ve yanarken sadece evler yok olmuyor. Bugün Halep ölü bir şehir durumundadır. Şehrin hafızası, ne varsa hepsi yok olmuştur. Tarihî yapılar bombalanıyor Suriye’de. Şehrin tarihî ve dinî yapısı yok edilmektedir. En acısı da asırlardır buraları şehir yapan ve bir medeniyet kuran insanların öldürülmesi ve zorunlu göçe maruz kalmasıdır. Halep yeniden inşâ edilse bile eski Halep olamayacak. Ancak Âşık Garip’in dilindeki Halep kalacak geriye: “Çok garipler sana gelir Gelir de eğlenir kalır Her kişi muradın alır Şen kalasın Halep şehri” Savaşın kazananı var mıdır? Katledilmekte her şey. Acılarla yaşayan şehirler kaldı haritalarda. Haritalardan fışkıran kanlar var, dumanlar yayılıyor haritalardan. Haritalarda çığlıklarını duyuyoruz nice çocuğun, kadının ve masum insanın. 1990’ların başlarında Saraybosna ve Mostar’ın kaldığı içler acısı durumu unutabilir miyiz? Kültürleri birbirine bağlayan Mostar Köprüsü’ne nasıl kıyıldı? Canilikte sınır tanımayan katillerin bombardımanı sonucu yıkılan köprünün görüntülerini hiç mi hiç unutmadık, unutamıyoruz. Yıkılan Mostar Köprüsü’nün taşlarının tümünün ağladığını hisseder gibiydik. Neretva Nehri’nin gözyaşlarıyla taştığını görür gibiydik. İnsanın dışında da ağlayan var mıdır, vardır bence. Savaşın acımasız yüzüyle karşılaşan şehirler ağlıyor. Şehirler, içindeki insanla var, insanını kaybeden şehir ağlamaz mı?
sayı//66// ocak
56
En ağır bombaların altında kalan binlerce çocuğun acısına şehir de dayanamaz. Şehir de ağlar, çocukların ağladığı yerde, masumların katledildiği yerde şehir de ağlar. Srebrenitsa ağlamadı mı? Şehirlerin ruhunun olduğunu biliyoruz. Peki, Srebrenitsa’nın ruhu acı çekmedi mi? Şehri cıvıl cıvıl seslerle dolduran çocukların sessizliğini, acısını, yarasını bir şehir duymaz mı? Ağlayan şehirler çoğalıyor dünyamızda. Cemalettin Latiç "Srebrenitsa Cehennemi" adlı meşhur şiirinde acının anıtını dikiyordu. Şehrin canlısıyla cansızıyla tüm varlığıyla ağlayışını duyabildiğimiz bir şiirsel anıttır Srebrenitsa Cehennemi. Boşnak gazeteci Almasa Hadziç’in not ettiği, Naziya Beganoviç isimli annenin anlattığı şu olay, binlerce acı hikâyeden yalnızca biri: “Birkaç gün boyunca köy etrafında bulunan ormanda gizlendik. Ardından, yerel polisler ve Sırp komşularımız, bize ormandan çıkın çağrısında bulundu. Bize söylenen, güvenli Tuzla kentine gönderilmemiz için, hepimizin köyde toplanmamız gerektiğiydi. Başımıza kötü hiçbir şey gelmeyeceğine dair güvenceler verildi. Onlara inandık. Aramızda birkaç bin kadın, çocuk, ihtiyar ve yetişkin erkek vardı. Ormandan çıktığımızda, erkek ve kadınları birbirinden ayırmaya, ardından erkekleri,
hâlihazırda bekleyen otobüs ve kamyonlara doldurmaya başladılar. Önce eşim Mustafa’yı götürdüler. Onun arkasından çocuklarım Muriz, Beriz, İdriz, Feriz, Ramo ve Fahrudin’i de götürdüler. Ben kenarda duruyor, ağlıyor ve titriyordum. Bir anda, çocuklarımı yükledikleri kamyona doğru koştum. Onları bir daha hiçbir zaman göremeyeceğimi düşünerek, Sırp subayını, bari bir çocuğumu bırakması için yalvarmak istedim. Sonra aniden durdum. Sırp subay bana hangi çocuğumu istediğimi sorarsa ne diyeceğim? Ona şu çocuğumu bırak, diğerleri gitsin nasıl diyebilirim. Çocuklarım bana, “anne onu bizden daha çok mu seviyorsun” sorunu sormaz mı? O yüzden yapamadım. Ağlıyor ve karar veremiyordum. Çocuklarımı elleri kafalarının üzerindeyken kamyona bindirdikleri sırada öylesine donup kaldım. Onları götürdüler ve artık kendilerini hiç göremedim. Şu anda, ailemin ve soyumun tek erkeği olan torunumla yaşıyorum…” (http:// turksam.org/srebrenitsa-cehennemi) Kıyamet insan eliyle kopacak sanıyorum. Savaşlarla kaybolan şehirler, kaybolan insanlık, yok olan kültürel miras. Tüm bu olumsuz gidiş, dünyayı yaşanılır olmaktan çıkarıyor. Müzeleri gezdikçe, insanlığın ilerleyip ilerlemediğini düşünenimiz çoktur. Evet, müzelerde sergilenenler sadece tabiî afetlerle yıkılan şehirden kalanlar değil. İnsanın kendi eliyle yıktığı şehirlerin kalıntılarıdır daha çok. Şehirler, bu yüzden en çok da masallarda güzel. Çünkü bombalar masalları hâlâ yok edemiyor. 57
ELAZIĞ (EL-AZİZ) Elazığ’ın yetiştirmiş olduğu önemli şahsiyetlerinden birisi olan edebiyat tarihçisi ve yazar Ahmet Kabaklı. Harput’a giden ana bulvara, bu değerli edebiyatçı yazarın ismi verilmiş. Şehrin içerisindeki caddelerden birine Yunus Emre, bir başkasına Fatih Sultan Mehmet Caddesi ismi verilmiş. Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*
*T.C. Atatürk Üniversitesi
sayı//66// ocak
58
esmi görevler sebebiyle ilk olarak 1995 yılında gittiğim Elazığ gezilerim 2019 yılının Ekim ayında çok değerli meslektaşım Prof. Dr. İsmail Erdoğan’ın yine bir sınav jüriliği ve Türk Ocakları Elazığ şubesinin davetiyle devam etti. Tekrar ne zaman giderim bilemiyorum ama ilkinden sonuncuya kadar her seferinde Elazığ’ın simgesi olan Harput’u ziyaret etme fırsatı buldum. Kadim şehir Harput’un gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel. Ama maalesef geçmiş yıllarda, bu güzelliğe gölge düşürecek bazı yapılar inşa edilmiş. Harput, nihayet SİT alanı olarak ilan edildiği için bundan sonra herhangi bir yapılaşmaya müsaade edilmeyecek olması sevindirici. Harput’ta en göze çarpan yerlerden biri Belek Gazi anıtı. Halk tarafından Balak Gazi diye tanınan Belek Gazi, Oğuzların Kayı boyundan olup Artuklu hanedanına mensup olarak biliniyor. 1112 yılında Harput’a egemen olmuş bir emir; kısa zamanda Halep’e kadar uzanan geniş bir coğrafyaya hükmetmiş. 1122 yılında Urfa kontu Joselin’i, 1123’de de onu kurtarmaya gelen Kudüs kralı Baudoin’i esir ederek Harput kalesine hapsetmiş. Haçlılara karşı da zaferler kazanınca Büyük Selçuklu Sultanı tarafından başkumandanlığa yükseltilmiş ve kendisine Gazilik unvanı verilmiş. Ancak 1124’te Menbiç kalesinin kuşatması sırasında göğsüne aldığı bir okla şehit olmuş ve Halep’te defnedilmiş. Hatırasına 1964 yılında kendisini at üzerinde gösteren temsili bir heykel yaptırılıp Harput’un en yüksek noktasına dikilmiş. Geceleri aydınlatılınca daha bir heybetli görünüyor bu devasa heykel. Harput’un bir başka manevi simgesi Arap Baba. Tahnit edilmiş bir vaziyette daha önce cam bir tabutta sergilenen naaş, şimdilerde bozulma tehlikesine karşı tedbiren gösterilmiyor. Sanduka kapatılmış, diğer türbelerde olduğu gibi ziyaret edilebiliyor. Arap Baba’nın açık vaziyetteki naaşını, ilk gittiğim yıl görmüştüm. Bu ilk ziyaretimde türbede bir kadın görevli vardı ve Arap Baba’nın cesedinin çürümeyiş sebebini, onun büyük bir zat oluşundan dolayı keramet göstermesine bağlayarak anlatıyordu. Ben de boş bulunup çürümeme nedeninin tahnitten dolayı olduğunu söylemek gafletine düştüm; kadın çok büyük bir tepki verdi ve bana “bunu söyleme çarpılırsın! Bir kadın bunu söyledi de ertesi günü çarpıldı” diye hem öğüt vermiş hem de bana her yerde doğruyu
söylememem gerektiğine dair çıkarım yaptığım bir ders vermişti. Arap Baba’yı her ziyaret edişimde bu hatıra gözümde canlanır. Hemen hemen bütün türbelerde olduğu gibi burada da türbenin üstünde bir mescit mevcut. Türbenin üstündeki mescidin giriş tarafında bir kitabe ve onun hemen yanında da daha önce mescidin minaresi olarak inşa edildiği fakat sonra yıkıldığı anlaşılan dairemsi bir yapı var. Yıkılan minarenin yaklaşık 3 metre kadarlık kaide kısmı mevcut; sonradan onarıldığı ve üzerinin konik bir yapı ile örtüldüğü anlaşılıyor. Kitabe, bu minarenin alt tarafında yer alıyor. Motiflerle süslü olan bu kitabedeki yazılar maalesef okunamıyor. Minarenin sadece kaidesinde bir miktar orijinal seramik kalmış. Muhtemelen seramikler çalınmış; kitabe ve seramiklere yapılan yenileme tamamen uydurma ve işinin ehli olmayanlarca yapıldığı için beton ile sıvanarak açıklıklar kapatılmış. Kapı girişindeki taşlar da aşırı derecede yıpranmış vaziyette. Ülkemizde yenileme çalışmaları ya önemsenmiyor, ya da ehil olmayanlarca yapılıyor. Bu sebeple pek çok eserimiz zayi olup gidiyor. Harput’un hemen orta yerinde, suyu kurumuş bir meydan çeşmesi var ve bu çeşme buraya gelenlerin istifade edebileceği tarzda yapılmış hemen onun yanında şu anda Elazığ El Emeği Göz Nuru Çarşısı adıyla çarşı olarak kullanılan bir eski Harput konağı var. Bu çarşının hemen karşısında ise şu anda lokanta olarak kullanılan bir hamam mevcut; bu hamamın hemen yanında da Sara Hatun Camii bulunuyor. Sara Hatun Camii’nin iç mekânı oldukça geniş fakat ülkemizde yapılan yenileme çalışmalarına maalesef titizlik gösterilmiyor. Taş duvarlar sıvanarak taşın güzelliği örtülmüş oluyor. Birkaç yıl evvel Erzurum’un İspir ilçesindeki Kadızade Medresesi’ni de aynı vaziyette ziyan ettiklerine tanık olmuş, müdahale etmeme rağmen bir sonuç alamamıştım. Sara Hatun Camii’nin duvarlarını da sıvayıp taşı yok etmişler. Caminin girişte sol duvarında yine taştan çıkıntılı bir balkonvari kürsü var. Burada vaaz edildiği anlaşılıyor. Balkon kürsüye duvarın içerisinden taş bir merdivenle çıkılıyor; biz de çıkarak kürsüden durduk; caminin her tarafına hâkim olacak şekilde inşa edildiğini müşahede ettik. Kubbenin kilit taşının etrafı sekiz köşeli Selçuklu yıldızı ile süslenmiş; bu
yıldızın her iki köşesinin orta kısmına birer ay ve yıldız işlenmiş, böylece sekiz tane de ay yıldız kubbedeki mutena yerini almış. Bunların etrafını çevreleyen geniş bir dairenin içerisine İhlas Suresi yazılmış. Bu dairenin ve İhlas Suresi’nin çevresini ise helezonik kıvrımlar ve en dışta ise kandil motifleri süslemiş. Kubbenin en geniş olan iç kısmına ise Esma-i hüsna yazılmış. Her iki Esma-i hüsna’dan birinin yukarıya doğru olan iç kısmına birer tane gelecek şekilde toplam 26 hayat ağacı motifi resmedilmiş. Hayat ağaçlarının kökleri Esma-i hüsna’ya, yaprakları yanlara ve meyveleri de kandillere bakar vaziyette çizilmiş. Bütün yazı ve motiflerin orijinal olduğunu sanıyorum. Yazıların ve motiflerin 1342 yılında yazıldığı Mehmet Sait isimli biri tarafından yazıldığı da ketebe kısmında okunuyor. Caminin hemen giriş sol tarafından ise yine minareye çıkış merdiveni taştan yapılı olarak mevcut ve maalesef minarelere günümüzde çıkılmadığı için minare merdiveninin önüne ayakkabılıklar konulduğundan gözükmüyor. Camiden ayrılıp Harput Kalesi’ne doğru giderken Kale hamamı ismi ile maruf bir yapıya rastlıyoruz, ama o da maalesef kırık dökük vaziyette onarılacağı zamanı beklemekte. Tabelası olmasa buranın hamam olduğunu anlamak için birkaç şahit aramak gerekecek. Harput kalesi, muazzam bir yapı ve kayalık bir tepenin üzerine inşa edilmiş. Kale şu an itibariyle restorasyon halinde olduğu için gezilmesine müsaade edilmiyor, ancak 2007 yılında Elazığ’a geldiğimde kaleyi bütün ihtişamıyla gezme fırsatı bulmuştum. Oldukça geniş bir alana yayılmış bulunan kale ve çevresinde pek çok yapı vardı. O zamanlar hem eski çağlardan kalma hem de Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait yapıları görebilmiştik. Arkadaşlarımdan öğrendiğime göre restorasyon esnasında kale içerisinde bir çarşı ve bir takım evlerin kalıntıları bulunmuş. Ama hiç değişmeyen bir görüntü vardı ki o insana güven ve gurur veriyor. O da Bayrağımızın en yüksek burçta dalgalanmasıdır. Kalenin batı tarafının duvarlarında açılan oyuklarda güvercinler yuva yapmışlar ve ilginç görüntüler görülüyor. Kalenin batı tarafında başka bir hâkim tepe üzerine, tarihi bir görüntü verilerek modern bir bina inşa edilmiş ve sosyal bir tesis olarak kullanılmaktaymış. Tarihi dokuya uygun olarak inşa edildiği için oldukça dikkat çekici bir yapı 59
Seyit Ahmet Çabakçori isimli bir şahıs ve onun ailesi medfun. Caminin hemen arkasında ise bir karadut ağacı var; oldukça ilginç bir yapısı olan bu ağacın gövdesi tamamen yere paralel bir şekilde büyümüş. Mevsimden dolayı kurumaya yüz tutmuş yapraklar arasında halen kurumuş bur kaç dut gözüküyor. Ama daha ilginç olanı ağacın yere paralel olan bir dalında sarı bir kedinin dinleniyor vaziyette keyfi oldukça yerinde olmasıydı.
olarak kalıcı olacağını gösteriyor. Kalenin kuzey batısında Selçuklu döneminin önemli camilerinden birisi olan Ulu camiye uğramadan geçmek olmazdı, biz de öyle yaptık. Cami daha önceki zamanlarda birkaç kez onarım görmüş; şu an minare yine restorasyon çalışmasına tabii durumda ve minare oldukça eğik bir vaziyette. Gidip görmek henüz mümkün olmadı ama resimlerdeki haliyle PISA kulesini andırır vaziyette. Minare, Selçuklu eserlerinin özelliği olarak kısa ve kalın bir tarzda inşa edilmiş oldukça güzel bir eser olarak gözüküyor. Ulu cami, medrese stilinde yapılmış; ortada açık bir avlu var, altı taşla döşeli. Avlunun dört bir tarafında medresenin odaları mevcut, ancak bu açık alanın üstü, aydınlanmayı sağlamak üzere daha sonraları plastik malzeme ile kaplanmış. Avlunun tam ortasında, medresede öğrenim gören öğrencilerin su ihtiyacını karşılayan bir sarnıç bulunuyor. Ulu camii ve medresesi, tam 23 fil ayağı üzerine inşa edilmiş. Fil ayaklarının alt kısımları taştan, kemer kısımları ise tuğladan inşa edilmiş ve muhtemelen de orijinal hali korunmuş gibi ama taşlara ve tuğlalara dikkatlice bakıldığında restorasyon geçirdiği belli oluyor. Tuğlalar korunmuş ama tuğlaların araları dolgu malzemesi ile sıvanmış veya doldurulmuş. Caminin girişinde sol tarafta merdivenler var; bunlarla muhtemelen üst kata çıkılıyor, ama şu an güvenlik gerekçesiyle kapalı. Ulu caminin etrafında mezarlıklar var ve burada birçok kişinin yattığı görülüyor. Mezarlıkta sayı//66// ocak
60
Ulu camiden batıya doğru ilerlerken Seyit Mansur Baba isimli bir zatın türbesi ile karşılaşıyoruz ve biraz ilerisinde de Ahi Musa türbesi var; demek ki Harput’ta da bir vakitler ahiler mevcut imiş. Bundan dolayı Ahi Musa Mahallesi, Ahi Musa medresesi gibi yerler geçmişte onun adına inşa edilmiş. Harput’un etrafı tamamen mezarlıklarla çevrili; bundan duyduğum memnuniyeti arkadaşlarıma, bir vakitler Erzurum’un da böyle olduğunu 1919 yılında Erzurum’da meydana gelen şu hadiseyi anlatarak ifade etmeye çalıştım. Asılsız Ermeni iddialarını araştırmak için Erzurum’a gelen Amerikalı heyete şehirdeki on binlerce Müslüman Türk’ün medfun olduğu mezarlıkları göstererek, “bunlar Türk mezarları” dedikten sonra az sayıda mezarın bulunduğu Ermeni maşatlığını da gösterip “bunlar da Ermeni mezarları, bu keratalar ölülerini yemediler ya!” diyerek tarihi bir cevap veren ve Amerikalı heyeti ikna eden dönemin belediye başkanı Zakir Bey’i (Zakir Gürbüz) arkadaşlarıma, hatırlattım. Çünkü mezarlıklar, o bölgenin kimliğini ortaya koyan tapulardır. Ancak Erzurum’un çevresindeki mezarlıklar, maalesef iskâna açılmak üzere yok edilmişlerdir. Hâlbuki Harput’ta bu mühürlere saygı duyulduğunu görmekten duyduğum memnuniyeti de ifade ettim. Dolaştığımız mezarlıklar arasında Erzurumlu bir zatın türbesi önünde durduk. Burası Hacı Hafız Osman Bedreddin Erzurumî’nin kabriydi. Hafız Osman Bedreddin, Erzurum’dan buraya gelen bir şahsiyet imiş ve burada İmam Efendi olarak biliniyormuş. Hafız Osman Bedreddin, Erzurum’dan ayrıldıktan sonra bir süre Çemişgezek’de tabur imamlığı yapmış, emekli olduktan sonra Harput’a gelip buraya yerleşmiş ve burada da İmam Efendi olarak tanınmış. Türbenin içerisindeki kabirler arasında tam ortadaki kabir ona ait. Türbede gördüğümüz bir öğretmenden, İmam Efendi’nin Nakşibendi tarikatının Hâlidiye koluna mensup bir halife olduğunu öğreniyoruz. Kendisinden
sonra halifeliği Muşlu Mustafa Naci Efendi’ye bırakmış. Bu tarikat silsilesi, Halit Çakmak hocaefendi ile son bulmuş ve böylece Harput ve Elazığ’da artık Nakşibendîliğin Hâlidiye kolundan kimse kalmamış. Türbede Erzurumlu İmam Efendi’nin ilk halifesi ile iki oğlu ve trbenin dışında da bir başka halifesi olan Hacı Sadeddin Efendi’nin kabri bulunuyor. Osman Bedreddin Erzurumî’nin iki eseri olduğunu türbede rastladığımız öğretmen arkadaştan öğreniyoruz. Bu iki eserden biri Gülzâr-ı Samim Sohbetleri ve ikincisi de Mektubat isimli eserlermiş; bu iki eser yayınlanmış vaziyetteymiş. Mezarlıklardan ayrıldıktan sonra Harput ile Pertek arasında Keban Barajı’nın uzaktan göründüğü bir tepe üzerinden barajı seyrettik. Tepeden aşağıya kadar sık çalılıkların bulunduğu bu bölgede oldukça bol miktarda keklik bulunuyormuş; havalanmalarını sağlamak amacıyla Enver Hoca birkaç taş atarak keklikleri ürkütmek istediyse de hiçbir hareketlenme olmadı. Gerçi çalılıklardan keklik havalanmadı ama çalılıkların arasındaki çöpleri görmemek mümkün değildi. Bu güzelim tabiat manzarasının böyle kirletilmesi, belli ki keklikleri bile küstürmüş ve buradan uzaklaştırmıştı. Enver Hoca keklik havalandırmak için çok uğraştı; ya keklikler inatlaşıp yerlerinden ayrılmıyorlardı ya da bölgede keklik yoktu. Keklikleri bulundukları yerden bir türlü havalandıramayan Enver Bey, ‘Ağam’ diye hitap ettiği İsmail Bey’e “Ağam, çil keklik kolay kolay kalkmaz, yanına gidince ancak havalanır; ama kınalı keklik en ufak bir seste bile sürü halinde havalanıp uçar!” diye bir açıklama yapma gereği duydu. Bulunduğumuz yerin az ilerisinde ‘Buzluk Mağarası’na gidiş yolunu gösteren levhayı görünce, burada dar bir ağızdan içeri girilen ve Buzluk Mağarası adı verilen bir mağara bulunduğunu öğreniyorum. Bölgede yetiştirilen sebze ve meyveler yaz boyu o mağarada muhafaza ediliyormuş. Arkadaşlarım, özellikle yaz aylarında mağaranın içerisinin buz tuttuğunu ifade ettiler. Bölge, fevkalade ilginç bir tabiat manzarasına ve coğrafi yapıya sahip; minik tepecikler, yer yer yükselen büyük tepeler, hemen karşıda Keban Barajı’nın ortasında gözüken küçük adalar. Seyrine doyulamayan bu güzelim çevreden, duyarsız insanlarımızın kötü kullanımları yüzünden kirlenmesinden dolayı üzülerek ve bu çirkinliğe sebep olanlara teessüf ederek ayrıldık.
Cuma namazı sonrası Doktorantımızın yeterlik sınavını yaptıktan sonra akşam, İzzet Paşa Camii’ni gezdik. Türkiye’nin ilk asansörlü minaresinin bulunduğu caminin karşı tarafında Elazığ Valiliği tarafından kullanılan eski bir bina var. Bu bina, uzun süre Elazığ Valiliği’nin hizmetinde bulunmuş olan tarihi bir bina; ancak şimdilerde Valilik zaman zaman burada toplantı yapıyormuş. Bu binanın yan tarafında ise Mapushane Camisi diye de bilinen Saray Camii bulunuyor; burası da Elazığ’ın eski camilerinden biri. Fakat unutmamak gerekir ki asıl Elazığ, daha doğrusu eski Elazığ, Harput’ta. Elazığ’ın yetiştirmiş olduğu önemli şahsiyetlerinden birisi olan edebiyat tarihçisi ve yazar Ahmet Kabaklı. Harput’a giden ana bulvara, bu değerli edebiyatçı yazarın ismi verilmiş. Şehrin içerisindeki caddelerden birine Yunus Emre, bir başkasına Fatih Sultan Mehmet Caddesi ismi verilmiş. Bu tarihi şahsiyetlerin isimlerinin yanında Çeçenistan ve Bosna-Hersek isimlerinin bulunduğu caddeler de mevcut. Kırım’ın efsanevi lideri Mustafa Cemiloğlu adına da bir park var. Şehrin içindeki bu parkın yanında yine Mustafa Cemiloğlu’nun adını taşıyan ve 1980 öncesinde yapılmış bir de cami olduğunu öğreniyorum. Şehrin içerisinde Elazığ Belediyesi tarafından yapılmış olan Kültür Parkı, sosyal tesisler bakımından oldukça gösterişli ve huzur verici bir ortama sahip. Bu huzuru, parkın ortasındaki yapay havuz, fıskiyeler ve havuzun üzerine yerleştirilmiş olan mekânlar veriyor. Yine şehrin içerisindeki Alparslan Türkeş Bulvarı Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi de şehrin iz bırakmış politikacılara gösterdikleri vefanın bir ifadesi olarak dikkat çekiyor. Cuma gününün akşamında şehir turumuzu yaptıktan sonra Türk Ocakları Elazığ şubesinde Fuat Sezgin’in Türk-İslam Biliminin Tanınmasına Katkıları konulu konferansımızı sunduk. Ocak başkanı Birol Bulut ve üyelerin yakın ilgisine mazhar olduk. Buradaki vazifemizin ardından Kanal Fırat Televizyon kanalına geçip orada Gıyaseddin Dağ ile konferans konusunu televizyon ekranlarına da taşıyıp söyleşi yaptık. Cumartesi günü sabah Keban Barajı’na gitmek üzere şehirden ayrılıp yola revan olduk. Önce yolumuz üzerindeki şelaleye uğradık. Burası, Keban Baraj gölünden bir yol bularak farklı bir 61
istikamette akan derenin oluşturduğu doğal bir şelaleydi ki buraya Çırçır Şelalesi denildiğini öğrendik. Şelaleden akan suyun ilerisine balık tesisleri kurulmuş, balıkları seyretmek ve fevkalade bir manzara eşliğinde şelalenin çağlayan sesine kendimizi kaptırarak biraz dinlendik ve oradan ayrılıp Keban ilçesinin içerisinden geçerek Keban Barajı’na ulaştık. Barajdaki görevli arkadaşlar sağ olsunlar bize yardımcı oldular ve Keban Barajı’nın en üst noktasına kadar çıktık ve oradan bütün ihtişamıyla hem baraj gölünü hem elektrik üretim tesislerini hem uzaktaki Munzur dağlarını seyretme imkânı bulduk. Keban Barajı o muhteşem yapısıyla Türkiye’nin büyüklüğünü göstermesi açısından oldukça önemli. Keban barajının hemen üst kısmında bulunan seyir terasından, 16 Kasım 1974 yılında vefat eden Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun 46. ölüm yıldönümü vesilesiyle TRT Erzurum Radyosu’ndan arayan yayıncı arkadaşlarla radyo canlı yayınına bağlanıp telefonla bir radyo yayını yaptık ve Fındıkoğlu’nu anma fırsatı da bulduk. Keban Barajı’ndan ayrılırken arkamızda Munzur dağlarına doğru uzanan göl, ki burada ona deniz diyorlar, tıpkı boğaz manzarasını hatırlatıyordu. Sol tarafımızdaki istikamette görünen Keban göl uzantısı da bize, sanki Çengelköy sırtlarından İstanbul Boğazı’nı seyrediyormuş havasını verdi. Bu manzarayı bir kez daha görmek kısmet olur mu bilemem ama bu güzelliği görmeme vesile olan Prof. Dr. İsmail Erdoğan ve Doç. Dr. Enver Demirpolat kardeşlerime medyun-u şükran olduğumu ifade etmem gerek. Barajdan aşağıya, geldiğimiz istikametin ters tarafından inerek hem tabiatın güzelliklerini sayı//66// ocak
62
hem de barajın diğer yerlerini görme fırsatı bulduk. Barajın diğer tarafında Keban Barajı’nın yapılışı sırasında hayatını kaybedenler için bir anıt inşa edilmiş. Toplam 32 kişinin hayatını kaybettiği bu devasa tesisin şehitler anıtında durup Fatihalarımızı okuduktan sonra aşağı doğru inişe geçtik. Barajın aşağı kısımlarında büyük küçük göletler gördük. Bunların, göle balık bırakabilmek amacıyla yavru balık üretimi için yapıldığını öğrendik. Gölde turna balığı, alabalık, sazan gibi birçok tür balık bulunduğunu da öğrenmiş olduk. Keban ilçe merkezine uğrayarak kısa bir gezinti yaptık ve Yusuf Ziya Paşa Camii’ne uğradık. Bu tarihi cami şu an restorasyon halinde olduğundan dolayı camiyi gezemedik ama etrafında dolaştığımız kadarıyla oldukça eski bir cami olduğunu gördük. Cami etrafında bir şadırvan var, bir de caminin hemen yanı başında Yusuf Ziya Paşa’nın türbesi mevcut. Cami, içerisinde rengârenk sonbahar yapraklarından oluşmuş doğal bir tablo halindeki vadiye bakıyor. Erzurum’a dönüş vakti yaklaştığı için Keban’dan ayrılıp Elazığ’a dönüyoruz. Dönüşte ilk defa bizi davet eden rahmetli Prof. Dr. Şaban Kuzgun hocayı, bu ilk Elazığ görevimizde Prof. Dr. Salim Cöhce hocanın teklifiyle gecenin saat ikisinde paçacıya gidip paça içtiğimizi, Bizim Külliye Dergisi’nin değerli yöneticisi Nazım Payam’la dergide yaptığımız sıcak sohbeti, ilk seyahatimde ve sonraki gidişlerimde hafızamı süsleyen hatıralarımı bir bir gözümün önünde canlandırıyorum. Her seyahat gibi bu da arkasında unutulmaz hatıralarla sona eriyor ve arkadaşlarla vedalaşıp Erzurum’a doğru yola koyuluyorum.
Neyin Olur? Kış geçip gitti şükür Kahrı eritti şükür Kapımızı çaldı bahar Beklerken asır oldu Bilinenler sır oldu Hasretim yıldızlar kadar Biraz beklesem olurdu Söylemesem de olurdu Sabır bende ne arar? Oysa bizde sırlar vardı Sular tersine akardı Ve tepemize yağardı nur Sanırlar ettiğim naz Açık eylemem olmaz Şu kahrolası gurur Bu rahatlığın nerden? Ki, korkun yok ötelerden... Ölüm senin neyin olur? Kâmil UĞURLU
63
MAHLASSIZ GAZELLERE BENZER DİLSİZ DUVARLAR
BOLVADİN’E DAİR Emirdağ, Sultandağ ve Paşa dağlarının çevrelediği kasaba Eber Gölünün kıyısına yerleşmişti. Göl artık eski havasında değil diyor Seydi Hoca. Sazlıklar arasında her gün biraz daha çekiliyor suyu.
İmdat AKKOYUN
nsan bir şeyi çok isteyince o olmaz derler. Kaç kez istedim de bir türlü nasip olmadı. Kaç kere oturdum, başladım, yazdım fakat her defasında araya giren başka şeylerle bir türlü hitama erdiremedim. Onunla aramıza her defasında başka bir şey girdi. Onu çektiğim kendi köşemde tutmaya bir türlü muvaffak olamadım. İşte şimdi yeniden başındayım. İşte şimdi yeniden bütün benliğimle oradayım. Onunlayım. İnsan modern kentlerde dayanılmaz hale gelince sık sık seyahate çıkmalı. Şehir bir boğuntudur artık çağımızda. Şehrin insanı kendini ferahlatmak için çoğu alış veriş merkezlerine koşmaktadır ya. Vitrinlere baka baka, kaldırımlarda yürüyerek içindeki sıtkıyı atma derdindedir. Kalabalıklardaki yalnızlığını bir nebze de olsa azaltma derdindedir böylece.
Bizse bir izin peşine verdik kendimizi. Geçmişten bugüne uzayan tılsımlı bir izin peşine. Nerede karşılaşırdık, nasıl karşılardık bilinmez. Gerçek şu ki bir tek nasibe inanır ve onun payımıza düşürdüğüne büyük teslimiyetle razı olurduk. Nitekim üç günlük Akdağ’daki çadır macerasından sonra kalmak için çaldığımız kapılarda bir bir kilitli çıkınca kader bize başka bir kapının önüne bırakmıştı. Artık alaca karanlıkta karacalar, tavşanlar, koyunlar, eyice bir kaplan gibi yaban köpekleri, susuzluğunu dindirmek kadar, çeşme önündeki çayırda otlamak için ikide bir ormandan kopup gelen domuz sürüleri de geride kalmıştı. Şimdi nereden başlamalıydı bir şehri anlatmaya. Kendini ona adayan o şehrin gönül elçisinden mi, yoksa her sokağı geçmişin gizemli bir odasına açılan taş duvarlarından, esatiri evvel hikayelerinden, baktıkça derin bir hüzne gark eden metruk evlerinden mi? Bazen karar vermek gerçekten zordur. Bir iyilik yükü ki Necip fazıl'ın deyişiyle “bir hamallık ki sonun ne rütbe var ne mal” menendi kendini ait hissettiği kültürün öncülüğüne vermiş bir yürek insanı. İmam. Kelimenin tam anlamıyla imam. Ya da Yasin suresinde belirtilen şehrin öbür ucundan koşarak gelen o ehli irfandan. Hepsi kendisinde toplanmış gönül elçisi bir yanda. Bir yanda ise o elçinin tarifte aciz kaldığı kasaba, şehir. Seydi Tosun. Gönlünün güzelliği yüzünde bir nur olarak parıldayan bir ilim, irfan ve ehl-i hikmet insanı. Biraz önce de söylediğim gibi imamlığın bütün hakkını kelimenin tam k-hakkıyla teslim etmiş, önderlik vasfını fazlasıyla ruhuna sindirmiş biri. Yetmemiş. Dört yıl sosyoloji okumuş. Bununla da yetinmemiş kendini yaşadığı şehrin mihmandarlığına vermiş. Henüz on yedisinde kadar genç ve heyecanlı bir ruh yapısına sahip. İl ve ilçede birçok sivil toplum kuruluşunun teşekkülünde de aktif görev alıyor. Tarihi çok eskilere dayanan bu kasabaya gönüllere ilmek ilmek dokumayı kendine vazife bilmiş. Şehre ait bu sevdasını bir turizm rehber kitabı yazarak da taçlandırmış Seydi Hoca. Dedim ya başlı başına hakkında bir kitap yazmayı fazlasıyla hak ediyor. YOL YÜRÜYENİNDİ
Fakat her şeye rağmen yürümeye devam ediyoruz. Bir şehri tanımaktan geçerdi her şey ne de olsa. Yol yürüyenindi ne de olsa. O gönül elçisi önümüzde üç çocuk, bir anne ve ben peşinde tepemizden girip tırnaklarımızdan çıkan ıscaklara aldırmaksızın şehri adımlamaya sayı//66// ocak
64
devam ediyoruz. Akşamın suları şehrin sokaklarına çöktüğünde yarın bir turlayıp çıkarız dediğimiz şehirde ne kadar da gizli hazine varmış. Git git bitmiyordu. Küçüklüğümde rahmetli babamın kulağıma küpe sözü “oğlum gittiğin her yerde bir saray inşa et” sözüdür. Ben bunu genişlettim ve tanış olduğun herkesi bir konak olarak bil” olarak bir ettim. Kendimde bir konak olmanın cehdi içinde oldum daima. Bu gezi boyunca aynı zamanda ömür törpüsünde üzerimde iz bırakanların konaklarında misafir oluyorum. Bolvadin deyince aklıma “kendi” olmaklığımda emeği büyük hocalarımdan biriyle de özdeşleşiyordu: Bekir Sıtkı Özaydın. Demirci. Çereşe. Kardeşler lokantası, Akıncılar ve kel burunlu çocuklar, sabah mütalaaları, akşam etütleri, Kuran hıfzederken üzerinde uyuyup kaldığımız anların zihnime sağalımı. BOLVADİN’DEYİZ
Emirdağ, Sultandağ ve Paşa dağlarının çevrelediği kasaba Eber Gölünün kıyısına yerleşmişti. Göl artık eski havasında değil diyor Seydi Hoca. Sazlıklar arasında her gün biraz daha çekiliyor suyu. Bu sazlık da birçok insanın ekmek kapısı olmuş burada. Meşhur hasırlar, şark köşelerinin vazgeçilmezi hasır minderler bugün de birçokları için hala ekmek teknesi. Çizmeleri çeken babalar akşama kadar sudan devşirdikleri sazları evde eşleriyle ete kemiğe büründüreceklerdi. Rızkı veren Allah buradakilere de buradan rızıklandırmıştı. Kuş cenneti olmasa da yine içinde hayat verdiği yüz kırk beş kuş çeşidiyle önemli bir doğal yaşam alanı oluşturuyor kuşlara. Evet denilebilir ki Bolvadin önünde uzayıp giden ovası, yanındaki Eber gölü ve sırtını yasladığı dağları ile doğa ile insan emeği arasında bir sınırdır denilebilir. Öyle ki bu sınırı aşınca genel yaşayışta birden bire bir gevşekliğin, bir umursamazlığın başladığı bütün belirtileri ile ortaya çıkar. Bu görüntü yumağı insan eli değmemiş ovalar, üryan dağlar ile Konya’ya doğru devam eder. Şehri tanıma gezisine en dışarından başlıyor. Maksat biraz hızlı hızlı Cuma saatine kadar en azından yarısını gezmek. İlk durak şehri dışarıdan kuşatan Kırkgöz köprüsü. Köprünün Anadolu’nun en eski ve en uzun köprüsü olduğu söyleniyor. Akarçay üzerindeki tarihi Kral yolu daha sonra ise Hicaz yolu olarak bilinen yolun üzerinde bulunmaktadır. İlk köprüyü Hitit Kralı II. Murşil (m.ö.) 1344’de,kırk gözlü üst oval kemerli köprü siyah ve beyaz bazalt kesme taşlarla, yaptırmıştır.
Kırkgöz Köprüsü Bizans Kralı I. Manuel Kommen tarafından 1150 yılında yenilenmiş olduğunu öğreniyoruz. Bugün kırkgöz köprüsünün olduğu yerler ekin tarlaları. Bu da vaktinde gölün ne kadar geniş bir araziye yayıldığını gösteriyor bize. Kuruyan göl ile birlikte salt bölgeye has “piyan” bitkileri ve “saz kedileri” daha gerilere çekilmişlerdir. Fakat bizim için asıl önemli tarihi özelliği ise Kanuni zamanında. 1553’te Kanuni Sultan Süleyman Doğu Seferi sırasında göl suyunun yükselmesiyle, on yedi gün Bolvadin’de ikamet ederken Mimar Sinan’a ilave yaptırılan gözlerle altmış üç göze çıkartılmıştır. Uzunluğu dört yüz, eni dört metredir. Bunun yüz yetmiş beş metresi Mimar Sinan’a aittir.) Zamanla güney ucuna yapılan Namazgâh bugün yıkılmış durumdadır. Kitabesi bugün Afyon müzesinde olan köprü 2010 yılında elli yedi gözü yeniden restore ettirilerek belleklerdeki yeri diri tutulmaya çalışılmaktadır. Kadim Kral yolu üzerine kurulmuş olan kasabanın tarihini şöyle özetlemiş ilgili kitapta Seydi Tosun: “Anadolu Selçuklu Uç komutanı, Ahmet Emir Mengüç Bey’in komutasındaki ordu, 1107 yılında Bolvadin ovasında Rum komutan Alexisos yenerek, 667 yılında Ebu Eyüp el-Ensari Hazretlerinin Kostantin seferinde konakladığı şimdiki Hisar mahallesi çevresine, Kargın, Yazır, Türkmenleri daha sonra Honamlı,Tekeli,Karakeçili yörükleri gibi aşiretleri yerleştirerek: “Bol ovaya dindarları iskan ettik. ” demesiyle “Bolvadin” kurulmuş oldu. Emir Buğrahan vali oldu. “diye yazar Seydi Tosun kitabında. Şehir, Selçuklu devletinin gücünü kaybedip beyliklerin palazlandığı dönemde Karamanoğulları Beyliğine bağlanır. 1318’de Eşrefoğlu Beyliği bayrağı dalgalanır burada. Nihayet Sultan I. Murat ile beraber artık kesin bir Osmanlı kazası olarak günümüze kadar gelecektir. Afyon Selçuklu şehirlerinin kapısıdır. Bunu oradan iç tarafa doğru attığınız her adımda daha koyu hissedersiniz. Seydi Tosun hızlı ve akıcı konuşmasına şunları da ekleyerek tarihin tozlu yollarında koşturmaya devam ediyor bizi: “1362 yılında Bolvadin, Bursa vilayetine bağlı kaza oldu. 1429’da SANCAKLIK olarak Bolvadin’e Barcınlı (Bayat), Çay, Çölabat (Tatarlı), İshaklı (Sultandağı), Karamık, Han, Emirdağ (Aziziye), Nevahi (Kemerkaya) ve Şuhut nahiyeleri bağlandı.” Bu kendisi küçük ama anlam değeri büyük kasaba hemen her sokağında başka bir güzelliğiyle karşılamaktadır 65
sizi. İslam şehirlerinin karakteristik özelliği şehrin mekânsal oluşumunu camiinin etrafında şekillendirmiştir. Bu yüzden şehrin İslami soluklanması onun merkezinde cami olup olmamasından belli olmaktadır. Bolvadin’inin de merkezinde Rüstem Paşa-Ulu cami yer alır. Bütün adreslerin yeniden tanımlandığı yerdir adeta burası. Sonrasında Alaca cami, Lala Sinan Paşa, Kırklar cami, Hamidiye cami, Şıhlar cami vb. yapılar mimari eserler arasındadır. DERİN BİR İZLEĞİN ADIDIR; ÇAKMAKLI KONAĞI.
Anadolu’nun birçok yerinde İç Anadolu’ya doğru görmeye aşina olduğumuz klasik Osmanlı dönemi karakteristik evleri burada daha fazla çarpmaktadır gözümüze. Ne ki çoğu yıkılmaya yüz tutmuş, pardıları çökmüş, sıvaları dökülmüş hüzünlü çehreleriyle karşılar bizi. Suyu çekilmiş deniz topraklarından mütevellit coğrafyada duvarların çoğu toprak tuğla ve sağlamlığı için aralarına serpiştirilmiş ağaçlardan oluşmakta. Şehir bir kasaba hüviyetinde olduğu için ihtimal belediyenin tek başına bunları restorasyona gücü yetmiyor anlaşılan. Kültür bakanlığı da hakeza. Evet, burada mahlassız gazellere benziyor duvarlar. Yıkıldı yıkılacak. İmdat çığlıkları içindeydiler her dem. Koştum ama yetmedi takatim hiç birini tutmaya. Çaresiz gözlerle seyrettim uzaktan uzağa her birinin hüzünkâr çırpınışlarına. Bu mekânlardan biri son dönem muhafazakâr dünyanın hislerine tercüman olmuş sinema dünyasının önemli isimlerinden Yücel Çakmaklı’nın evi. Kurtuluş savaşı yıllarında iki gün Mustafa Kemal’in de Çakmaklı’nın dedesinin misafiri olduğu ev önemli bir tarihi miras olsa da artık günümüzde sahibinden satılık konumunda. Oysa Çakmaklı’nın varisleri olmasa da kültür bakanlığı ve belediye bunu yapabilir diye düşünüyor insan. Zira Bu hatırayı yaşatmak şehre önemli bir kimlik kazanacaktır kanımca. Bunun gibi daha nicesi. O ve daha birçokları birkaç seneye varmaz yıkılıp yerine yapılan betonarme yapısıyla kaybolup gidilenlerinden olacaktır. Kaybolan bina ya da wv değildir aslinda o tarihi yapının sakladığı hatıralar yumağıdır. Kaybolan ahşap, kâgir, cumbalı evler değil aslen kültür hazinesi hatıralar olacaktır. Bu yüzden yaşatılmalı oralar. Tarihi Lidyalılara kadar dayanan kasaba hemen her devirde işlevselliğini sürdürmüş ve önemli yatırımların yeri olmuş. Onlardan biri 1875 yılında r II.Mahmut döneminde kurulan dördüncü Bolvadin Taburudur. Tabur 1882 sayı//66// ocak
66
yılında Hamidiye yirmi beşinci redif Alayı, 1892 de Cılkzade Mehmet Efendi adıyla uzun yıllar varlığını sürdürmüştür. Tarihi eserlerin aslına uygun olarak restore edilerek canlılığını devam ettirme düşüncesindeyim ben. Sık sık söylerim bugün eskiyi yaşatma dediğimiz bir boya badana, pembe, kırmızı, beyaz olarak anlaşılmaktadır çoğu. Oysa taş taş olarak kalmalı mesela. Aynı renk, aynı biçim, şekil vs. Bugün Akçeşme İlkokulu olarak kullanılan eski adı Mekteb-i Numune-i Hamidiye olan mektep boyanmış badanalanmış pembe beyaz bir bina ile selamlıyor bizi. Bugünkü haline bin sekiz yüz seksen dört yılında kavuşturulmuş. Bolvadin hassaten Selçuklu döneminde atılan temelleriyle Müslüman coğrafyanın mayalanması Osmanlı zamanında handiyse çığır açarak devam ettirmiştir. Bugün şehrin göbeğindeki Ulu Cami’den geçmişe sürülen temel izleği olan bakır çarşısından Çakmaklı’ya doğru giderken bu yıllar öncesinden yüzünüze vuran o tılsımlı havayı soluklamak mümkündür. Bunun yanında oradan uzaklaştıkça sözüm ona modernize ediliş, beton duvarların çoğaldığı, asfalt yolların çoğaldığı caddelere doğru gidincede buz gibi bir hava karşılar sizi. Bolvadin, dinin, dindarların sıkı soluklandığı yerdir bir nevi bu neviyle. Şehir bu tarihi eserlerinin yanında burada anlatmaya satırlarımızın yetmeyeceği nice hazineleri de içinde saklamaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi şehrin hassaten kral yolu ve Hicaz yolu gibi kadim yolların üzerinde bulunması onun değerini daima zirvede tutmuştur. Bu yüzden de bıraktığı izleklerle de geçmişle bugünün irtibatını kavi tutmuştur. İşte peygamberimizin sancaktarı Abdulvahap Süheyb bunlardandır. Tıpkı Eyyübe’l Ensari gibi o da peygamberi muştuya nail olabilmek için katıldığı İstanbul seferinde vefat edince naaşı Eber gölü kıyısındaki bu kasabaya defnedilir. Sonra Sultan Alaattin tarafından uç beyi olarak atanan Zemahşeri'nin torunu Carullah, Kadiri tarikatının on ikinci bahtından Abdulkadiri sani ve daha nicesi ziyaret etmeyi fazlasıyla hak ediyor. Dün bir isimle çağıran bu münzevi Anadolu kasabası o günden sonra onlar isim, mekan, tarih, kültür ile çağıracaktı artık sizi. O güne kadar yolun götürdüğü şehir o günden sonra yolcuların çağırdığı bir yer olacaktır zihnimizde. Bin teşekkür ve bin şükürle yola revan olacağız Eber gölünü selamlayarak buruk bir veda ile Akşehir’e doğru. Kaderin bahtımıza düşüreceği yeni nasipler için.
HZ. SÜLEYMAN KISSASI İLE
HIRS VE TAMAHTAN ARINMA
Eğer o kimsenin yüz kanadı olsa yine de Hindistan’a gitmekten uzaktır dedim. Ahmet AYGÜN
(Haşr Suresi, 59/9) Nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler; işte onlar saadete eren kimselerdir. ırs, sözlük anlamı itibari ile; arzu etme, ona aşırı derece de tutkun olma, sonu gelmeyen istek, aç gözlülük demektir. Ahlaki bir terim olarak ise; belli bir amaca erişme hususunda kişinin bütün benliğini saran arzu ve istektir. Tamah ise; aç gözlü davranmak, haddinden fazla istemek, gözü doymamak, şiddetle istemek, ifrat derecede arzulu olmak gibi anlamlar taşımaktadır. İnsanın huzursuzluğunun temel sebebi dünyada edindiği mal, mülk, makam ya da şöhreti yeterli bulmamasından kaynaklanır. “Hırs ve tamahın başladığı noktada saf duygular sona erer.” (Honore de Balzac) Mevlana, bir eğitim ve öğretim metodu olarak benimsediği bir şeyi zıddıyla öğretmeyi hedeflemiştir. Mevlana, genellikle hırs ve tamahı da sabır, şükür ve kanaatle birlikte ele almaktadır. “Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini… Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inciyle doldu.” (Mesnevi, 1/20-21) Hayatımızda haris insanlarla karşılaştığımızda onların hırsı ve tamahı bizleri korkutur. Mevlana, kıymetli dostum, bu insanları öyle güzel bir benzetmeyle anlatmış ki bir testi kadar olmalarına rağmen kendilerini bilmeyip denizin bütün bir suyuna göz dikmiş ahmaklar olarak önümüze koymaktadır. İnsanın sayılı günden oluşan hayat hikayesinde, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşaması ve bu uğurda kırıcı, kaba, yoz davranışı yaratılış gayesine muhaliftir. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Bu mümkün değil. Kimden kaçıyoruz Allah’tan mı? Bu ne vahim dalalet! Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Bu mümkün değil. Kimden kaçıyoruz Allah’tan mı? Bu ne vahim dalalet! Kur’an-ı Kerim’deki, Hz. İbrahim’e hitaben “…dört kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala)…” (Bakara, 2/260) ayetinin tefsirinde Mevlana’ya göre bu dört kuş, insanın gönlündeki yol kesici dört huydur. Bunlardan tavus kuşu mevki hırsını, horoz şehvet ve cimayı, kaz önüne ne gelirse gelsin yeme hırsını, kuzgun ise uzun ömürlü olma, çok yaşama hırsını temsil eder.
İnsan ancak bu kuşların başını kesmekle bekaya ulaşabilir. (Mesnevi, 5/31-63) Kıymetlim, hatırlasana, her şey zıddıyla kaimdir. Hırs ve tamah tuzağından kurtulabilmek için kanaati düşün, sabrı anımsa, şükret. Yoksa vay haline! Halin, Mevlana’nın hikayelerinin birinde anlattığı fil yavrusunu yiyen adamların hikayelerine döner. Hikaye, bilge bir kişinin uzak bir seferden gelen üç dostunu aç ve sefil görüp onlara verdiği; “Sakın açlık hırsına yenilip fil yavrusu yemeyin yoksa canınızdan olursunuz!” öğüdüyle başlar. Bilge kişinin öğüdünü tamahlarına kapılıp dinlemeyen adamlardan ikisi, yolda gördükleri semiz fil yavrusunu kebap edip yer ve uykuya dalarlar. Öğüdü tutup fil yavrusunun etinden yemeyen üçüncü adam da adeta başlarına bekçi kesilmiştir. Kısa bir süre sonra fil yavrusunun annesi gelir ve her birinin ağzını koklayarak yavrusunun etini yemeyene dokunmayıp, diğer ikisini ise parçalayarak öldürür. Fil etine tamah edenler böylece cezalarını bulurlar. Yavrunun etinden yemeyen üçüncü kişi, dünya hırsından kurtulduğu için gerçeği görür ve canı selamete ulaşır. (Mesnevi, 3/4552) Mal, mülk hayatın kendisi gibi geçicidir. Eksilmek ve artmak erdemle ölçülüdür. İnsan, yalnızca muhabbetle tatmin olur ve huzur bulur. Muhabbet ise hırs ve tamahtan uzaktır. Unutma kıymetlim, insan ihtiyarladıkça iki şey onda gençleşir; mala ve hayata karşı olan hırsı. Bu söz Efendimiz’e aittir. Tüm bunları anlattıktan sonra Hz. Süleyman’ın kıssasına gelelim istiyorum. Bu kıssa bizleri dünya hayatımızda rızık endişesine düştüğümüz zamanlarda iyileştirecek olan kıssadır. Bir saf kişi, kuşluk vakti Hz. Süleyman’ın adalet sarayına koştu. Yüzü gamdan sararmıştı. Hz. Süleyman sordu: ‘’ Sana ne oldu efendi ? ‘’ (Adam) dedi ki: ‘’Azrail bana kin ve hışım dolu bir nazar etti.’’ Hz. Süleyman o adama dedi ki: ‘’Anladım, şimdi ne yapmamı istiyorsun?’’ (Adam) cevap verdi: ‘’ Ey canların koruyucusu! Rüzgara emret, ta ki beni buradan Hindistan’a ilet! Ola ki kulun orada canını kurtarabilir.’’ Nitekim Süleyman rüzgara emretti, rüzgarda onu süratle Hindistan’da bir adaya götürdü. Ertesi gün divan ve halkla temas vakti Süleyman, Azrail’e dedi ki: ‘’ O müslümana nasıl bir hışımla baktın ki ta canından avare oldu?’’ Azrail, Süleyman’a dedi ki: ‘’Ben ona hışımla bakmadım, onu burada gördüğüm için hayretle baktım. Zira Cenab-ı Hak, sen onun canını bugün Hindistan’da al diye buyurmuştu. Şaşırdım. Eğer o kimsenin yüz kanadı olsa yine de Hindistan’a gitmekten uzaktır dedim. Kıymetli dostum, işte dünyada olup biten işlerin tümünü sen bu hikayeye göre kıyas et, gözünü açık tut! İnsanın hikayesi, Hz. Süleyman’ın adaletine sığınan bu saf kişinin ölümden kaçıp Hindistan’da saklanma çabasına benzer. Bir lokma daha çok yeme çabası değil midir? Bizleri paylaşmaktan aciz bırakan, her gün biraz daha kısalan ömrümüzde, biriktirme hırsı değil mi bizleri psikolojik bunalımlara sokan? Kıymetli dostum, eğer rızk denilen nimet zorla ve kuvvetle alınsaydı, bunca serçelerin rızkını yalnızca atmacalar alırdı. Hayatını sana lütfedilen nimetlere şükrederek yaşa, dua et ve sürekli hamd ile tevekkül et. 67
nsan, mazideki kendini mutlu edecek şeyleri karanlığa gömmemelidir. O mazinin sizi bulması için, onun farkında olmanız gerektiği de bir kuraldır. Zihnin ve bedenin aynı anda koşturmasının yorgunluğunu hissederken; günlerinizin boşa geçmediği fark etmeniz sizin kazancınızdır.
O BİR ŞEY
SÖYLÜYOR...
Nihayet Eminönü tramvay durağına doğru yürüyordum. Çok geçmeden Sultanahmet durağında tramvaydan indim. Ama nasıl? Heyecan tüm vücudumda müthiş bir tesir yapmış, yürüyüşümü yavaşlatmış; beni susuz bırakmıştı. Ezgi Elçin OYNAK
Hakikati bulma yolunda, mazideki birtakım izlerden gitmek gerekir. Fakat hakikati bulacağınıza inandığınız taraftan... Siz yürümeden o size gelmez. Yürü gibi gözükseniz de, aslında ona koşacaksınız... Ben de yaşama bir anlam vermek için bu çeşit bir yola çıktım... Büyük randevunun zamanı gelmişti. Vapurla tarihi yarımadaya geçtim. Yorularak... Sanki vapur geçmedi de, ben yüzdürdüm onu Eminönü iskelesine kadar. Bir türlü çalışmıyor, ilerlemiyor gibi... Müthiş bir kavuşma arzusu var içimde. Tarihi yarımada kaçacak gibi geliyor. Bir an önce gitmek istiyorum. Vapuru ite ite iskeleye yanaştırdım. Vapurdan inmemizi sağlayan sürme iskeleden, başıma bir şey gelmeden geçmek için; dua ettim. Aman hiçbir aksilik olmasın da ona kavuşayım istiyordum. Nihayet Eminönü tramvay durağına doğru yürüyordum. Çok geçmeden Sultanahmet durağında tramvaydan indim. Ama nasıl? Heyecan tüm vücudumda müthiş bir tesir yapmış, yürüyüşümü yavaşlatmış; beni susuz bırakmıştı. Tarihi yolculukta susuz kalmak istemediğimden, bir büfeden su alıp içtim. Divanyolu'ndan Ayasofya meydanına doğru yürüdüm. Ve işte orada... Beni bekliyordu. Yalnız birkaç adım ötede duruyordu Ayasofya... Şükürler olsun ki, ona bu kadar yakındım. Derin bir şekilde baktı bana. Çağırdı, gittim. O da en az benim kadar heyecanlıydı; yanında olmak istediğim için... "Anlat bakalım. Bana gelmek de nereden çıktı şimdi?" dedi. Beni ona götüren sebepten dolayı kalbimin ritmi de iyice bozulmuştu. Öyle bir duruşum vardı ki, konuşmasam da ne demek istediğim anlaşılıyordu. Birkaç kelime ancak söyleyebildim. O da pek bir şeye dair değil... Öylesine! Onu benden daha önemli gördüğüm için; susuyordum. Yalnız onu
sayı//66// ocak
68
dinlemek istedim. Önce bildiğim şeylerden söz etti. Ama ben? Ona gitmeden hakkında birçok şey öğrenmiştim. O anlattıkça hem bildiğimi söylüyor hem de ilk defa duyuyormuş gibi bakıyordum. Belki sıra bilmediğim şeylere de gelir diye bekledim. Zihnim düşünmeden durmadığı için; etrafımla ilgilenemiyordum. Beni tekrar uyardı: "Sor, hani bana soru soracaktın? Onun için gelmiştin". Nereden de çıkarmıştı bunu? Ben öyle bir şey dememiştim. Çok zor durumdaydım. Sessizliği oyalayacak bir şey bulmalıydım, birden; "Bir şeyleri değiştir, dedim. Seni anlamaya çalışmam, aramızdaki yorgun münasebeti var etti. Her varlığın sona ermeyeceğini gösteren bir şey daha söyle bana. Sebebini tayin edemediğim bir 'öğrenme' merakıdır benimki... Duraksamadan istediğimi yaptı. Bana ne öğreteceğinin merakı ile; çeşit çeşit esen rüzgarına da tekrar kapıldım. Bazen heyecanlı, mühim; bazen de anlamsız ama tesirliydi. Kapıldığım rüzgarı beni bir kapının önünde durdurdu. Bu kapı Ayasofya'nın Topkapı Sarayı'na bakan taraftaydı. Yanıma sokuldu ve: " İşte benim merhametim" dedi. Hayırlı kılınan bir parçam; imaret kapım. Hayır haneme bu kapıdan girilirdi. Bu kapıdan sayısız misafir girdi. Onlar da senin gibilerdi. Bir düşün, kimler her şeyi burada bıraktı da; silindi gitti. Bir umuttu bu kapım. Şimdi ise bir hayal... Kimilerini yedirdim, içirdim; kimilerini misafir ettim. İnsanların hayatlarında, bir başka dünya idim. Bundan dolayı, İstanbul halkı benden memnundu. Doymaya gelenlerin hem karnını hem de ruhunu doyurdum. Şimdi başka görevlerim var. Bunlardan biri de; eski görevimi hatırlatmak... Bir süre sustu Ayasofya. Herhalde bana, düşünmem için süre verdi. Bu kapı, bugüne kadar gördüğüm en manalı kapılardan biriydi. Ayasofya'yı sevmem için bir sebep daha çıkmıştı karşıma. Geniş bir saçağı olan bu kapı; ' imaret' kapısı olma özelliğini de bu sebeple yansıtıyor gibiydi... Hakikaten ona bakarken, merhameti ile kucakladığını hissettiriyordu bana... Ona açılan kapılarına minnettar olduğum Ayasofya tekrar anlatmaya başladı: Ben insanlara geçmişteki görevimi hatırlatırken, komşum olan sokağa da dikkat çekmeye çalışıyorum. Gerçek bir İstanbul sokağının, o hazinenin başındayım. 'Soğukçeşme' diyorlar
ona... Sokakta bulunan çeşmeyi unutmayın diye sokağa adı verildi. O bazılarınızın çok sevdiği İstanbul'un evleri bu sokaktakiler gibi idi. 'Gerçek İstanbul' un inşasının bir temsili olarak Topkapı Sarayı ile ben; aramızda muhafaza ediyoruz. Sizin de böylesini özlediğinize eminim... Ben size bir şeyler söyleyebilirim. Yeter ki yanıma gelip beni dinleyin. Bilmediğin bir şey daha öğrendin. Sana öğrettiysem, sen de bilmeyenlere öğret! Söyleyecekleri şimdilik bu kadardı. Onun yanına ne zaman gelsem, doymadan gidiyordum; çünkü onu öğrenmenin sonu yoktu. Ne için sevdalanıyorsak, yaşamda bize kuvvet veren odur... Her an her şeyin zamanıdır. Olaylar da her zaman doğmaya hazırdır. Rastladığınız vaktin hiçbir önemi yoktur... Gönül bağımın kopamayacağı Ayasofya'dan bir sır daha öğrenmek, bana başka düşünce yollarını açtı. Onu anlamak için daha ne kadar geçmişe gitmem gerektiğini düşündüm. Herhalde onu anlamak, yapacağım en önemli işlerden biriydi. Bana mutluluğun yanında hissettirdiği keder; esin kaynağım oluyordu. Kederin verdiği mutluluğu bilmeyenler, üzülmekten çığ gibi koparak kaçar. Ben ise kederin üstüne daha fazla gidiyordum. Sevda çok uzak değil ama mesafeleri yakın etmek onu anlamak mıdır? Asıl yanında olmak; onu anlamaktır... Sonra veda zamanı geldi. Hiç sevmediğim vakit, vedalara yakın olandı. Ayasofya'nın da kendine göre işi vardı. Belki de biraz dinlenmek istiyordu. Gün geçtikçe daha çok yorulsa da; her yeni günü daha da güçlü karşılayacağından emindim. Beni, evime dönmem için tramvaya kadar yolculadı. Ben yolda ilerlerken, o yavaş yavaş gözden kayboldu. Yine bekleyerek... Bundan daha iyi bir gün yaşamadım!... 69
Isparta bir şiir ve his beldesidir. Sidre’nin üstündeki karlar eriyinceye kadar memleket baştanbaşa yeşillenir. Bahçelerdeki güller açar, bülbüller şakır. Bütün bir kış ıssız ve münzevi kalmış mesireler nisanın on beşinden sonra kadınlarla dolup boşalmaya başlar. İlkbahar ile yaz Isparta kadınlarının eğlence mevsimidir. Bura kadınları şimdiye kadar gezdiğim, gördüğüm yerlerin kadınlarından daha ziyade zevkperest, tabiat ve mahâsine daha fazla meftûn gördüm.
ISPARTA’DA KADINLAR
YAZIN NASIL EĞLENİRLER -1Burada ikindiye kadar geçen zaman Isparta kadınlığının en ilahi, en mesut, hayatın kıymetini anladığı en bahtiyar bir zamandır. Yavuklusu, kendisini terk ettiği için ağlayanlar, levent kocalarının yaslarıyla kara yazma bağlayan dullar burada kendilerine hemdert bulurlar. Hikmet TURHAN Yay. Haz.: Prof.Dr.Âdem EFE*
* Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Sosyal Hizmet Bölümü
sayı//66// ocak
70
Memleketi çerçeveleyen dağlar Isparta halkını, bilhassa kadınlarını maziye çok hürmetkâr yapmıştır. Kışın soba ve mangal başında oturan, tezgâhlarda sabahtan akşama kadar halı dokuyan kadınlar daha ilkbaharın ilk güneşi Davraz dağında parıltılar yaparken kırlara, gül bahçelerine dökülürler. Her sabah erkenden gül bahçelerine dağılan yaşmaklı kadınlar gül toplarken en şen, en mesut saatlerinden birini yaşarlar. Çünkü baharın ilk zevkini, ilk aşkını buradan alırlar. Fakat Isparta kadınlarının hayatındaki umûmi tahavvül mayısın son haftasından itibaren başlar… İlk sıcaklarla erimeye başlayan kirazların buradaki kıymeti pek büyüktür. Kiraz Bayramı denilen ve mayısın son haftasından haziranın on beşine kadar devam eden bu devir kadınların en ziyade ehemmiyet verdikleri, dört gözle bekledikleri bir devirdir. Bu Kiraz Bayramı’nı karşılamak için on beş gün evvel hazırlıklar görülür, elbiseler dikilir, misafir listeleri tertip edilir. Bu bayram şehrin yukarı mahallelerine mahsustur. Yukarı mahallelerdeki kiraz bahçelerinin kirazları çok iri, çok nefîs olur. Böyle kirazlara, değil aşağı Isparta’da hatta civar vilâyetlerde bile tesadüf edilemez. Bunun için yukarı mahalleliler aşağıda oturanların hemen hepsini sırayla bahçelerine davet ederek seneden seneye epeyce büyücek bir masrafa katlanırlar. Kiraz bahçelerine erkekler perşembe günleri; kadınlar ise cuma günleri giderler. O gün şehir baştanbaşa araba gürültüleriyle sarsılır. Yayan gidecek kadınlar sabahleyin erkenden süslü ve yeni elbiselerini giymiş oldukları halde kumlu yoldan Çayboyu’ndan küme küme yukarıya doğru ve coşkun nehir gibi akarlar. Duvar diplerinde, ağaçlar üzerinde biriken delikanlılar memleketin o gün kadınlarını, bütün kızlarını
doya doya seyrederler. Yollarda göçürtmeler yaparlar. Göçürtme, içi su dolu ve üzeri dallar, yapraklarla kapatılmış ufak bir hendektir. Dalgın dalgın giden kızların göçürtmelere düşmeleri, üstleri başlarının çamur olması gençlerin en ziyade hoşlarına giden bir şeydir. Davetliler, davet edildikleri eve gider gitmez kiraz ağaçlarının altına serilmiş yerli halılar üzerine oturarak öğleye kadar konuşmakla, kiraz yemekle vakit geçirirler. Asıl merâsim öğleden sonra başlar. Yemekte her on kadın için ayrı bir sofra tertip edilir. Ekseriya kızların sofrası ayrıca olur. Misafirler büyük bir sininin etrafına çömelerek mükemmel bir yemek yerler… Her yerde tatlı en sonra yenildiği halde burada yemek ortasında yenmekte, yemeğe pilavla nihayet verilmektedir. O gün daveti bulunan her ev, haline göre ikiden ona kadar sofra çıkarmayı kendisi için bir şeref sayar. Yemekten sonra Kayabaşı’na gezmeye çıkan kadınlar bir çeşitten mürekkep bir gül demetine benzerler. Burada eski ve yeni modaya tâbi çarşaflı, peştemalli, şalvarlı, güzel, çirkin, genç, ihtiyar, dul, nişanlı, yerli, yabancı birçok kızlar, kadınlar görülür. Bunların sağdan sola, soldan sağa akışları bilseniz ne kadar caziptir. Kayabaşı’nın altındaki değirmene köpüklenerek gelen suların gürültüsü kadar kadınların yanık, kızların uyanık türküleriyle karışarak garip bir ahenk vücuda getirir. Burada ikindiye kadar geçen zaman Isparta kadınlığının en ilahi, en mesut, hayatın kıymetini anladığı en bahtiyar bir zamandır. Yavuklusu, kendisini terk ettiği için ağlayanlar, levent kocalarının yaslarıyla kara yazma bağlayan dullar burada kendilerine hemdert bulurlar. Kayabaşı’ndan damla damla neş’e toplayanlar, gözlerindeki endişeyi, yüreklerini yakan kimsesizliği bir zaman için unuturlar. Tam ikindi üzeri herkes yine davetli bulunduğu eve gider. Tekrar bir saat sonra aynı sûretle bir yemek daha yendikten sonra aşağıya inmek için hazırlıklar görülür. Yukarı mahalleden iniş çok şâirânedir. Bütün erkekler kadınları, bilhassa kızları seyretmek için yollara dökülürler. On beş kızın el ele verip aşağıya doğru süzülmeleri insanda tatlı emeller uyandırır. Kiraz bahçeleri bu sûretle tam üç hafta devam eder. Kadınlar arasındaki samimiyet ve merbûtiyet bu vesile ile artmış olur. Hele evlatlarını evlendirmek isteyen analar bu fırsattan istifade ederek kız beğenirler. Kiraz bahçelerinden sonra kadınlar Sidre ile Öküzbattı’ya çıkarlar. Buraları haziranın son haftasından üzümlere ben düşünceye kadar eğlence yeridir.
Sidre’nin Isparta’da tarihi bir kıymeti, efsanevî bir şöhreti vardır. Hakikaten Isparta şehrinin Sidre’si elmaslar takınmış süslü bir geline benzer. Şehrin yeşil göğsüne koca bir siyah düğme gibi çökmüş dağın yamacındaki Sidre her sene üç hafta için binlerce kadın, kız, erkeğin ziyaretgâhı olur. Burası sekiz on söğüt ağacıyla, siyah kayalar içinden fışkıran çok güzel suyu hâvi bir mesiredir. Buradan Isparta boylu boyuna uzanmış bir zümrüt tabak görünür. Cumartesi daha gün doğmadan evvel Sidre’ye doğru tırmanan yüzlerce kadın bir güvercin sürüsüne benzer. Kenarları derin uçurumlara bakan sarp yollarda kol kola ve lüle lüle kumral saçlarını lâkaydâne dağıtarak ilerleyen kadınlar samimi bir cuşişle alaca karanlığa mehtap mînâkâr bir kanat gibi görülünceye kadar burada gezer, eğlenirler, dolaşırlar. Sidre’de söğüt ağaçlarının gölgesi altında kadınların yemek yemeleri en hoş, en sevimli bir manzara teşkil eder. Halkalanan on beş yirmi kadın çıkınlarından çıkardıkları yemekleri ortaya korlar. Hali vakti iyi olanlardan bir kısmı içi et dolu çömlekleri ateşlere gömerek pişirmeye uğraşırken diğer bir kısmı da taşlar üzerine oturttukları toprak göveçlerde başka yerlerde bilinmeyen (Kabûne) etli, soğanlı bir pilavı pişirmeye çalışırlar. Fakat bütün bu yemeklerden ziyade iştiyakla yenilen sıyırgadır. Sıyırga sade suda haşlanmış, üzerine epeyce tuz eklenmiş fasulyedir. Akşam ezanından bir iki saat sonra çam meşaleleriyle açık saçık aşağıya doğru inen kadınları tozlu yollarda binlerce erkek bekler. Bunlar azîm gürültülerle mahallelere dağılırken soluyan şehre biraz hayat gelmiş olur… Üç hafta sonra üzümler yenecek bir hale gelir. O zaman Sidre ve Sidre’nin eteği olan Öküzbattı terk edilir. Tâ aşağılarda gümüş parıltıları görülen Sidre peygârının zemzemesi dağların sessizliği içinde hazîn bir mersiye gibi inler durur. Temmuzun son haftasından ağustosun ortasına kadar kadınlar Ayazmana’ya taşınırlar. Ayazmana cenûb-ı şarkîde ve şehre yarım saat mesafede kâin bir mesiredir. Burada asırdide çınar ağaçlarının dalları altında güneş yüzü görmeyen bir havuzla homurdayan ve köpürerek akan iki çeşme vardır. Ayazmana’nın üstündeki tepeler kademe kademe sıralanmış kestane ağaçlarıyla dolu olduğu için uzaktan yeşil bir taç gibi görünür. Buraya aşağı mahalleliler kiraz bahçelerindeki davetlere mukâbil yukarı mahallelileri davet ederler. 71
Üzüm bağlarının da merâsim-i mahsusası vardır. Bağları olanlar erkenden giderek akşama kadar badem ve ceviz ağaçlarının altında dururlar. Bağları olmayanlar da yol kenarlarındaki dut ağaçlarının altında yerleşerek eğlenirler. Paralarıyla üzüm satın alarak yerler. Mamafih bağı olanlar olmayanların birçoğuna da üzüm ikram ederler. Eylülün on beşinde artık gezintilere nihayet verilir. Bundan sonra bağ bozumu hazırlıklarına başlanır. Bağ bozumu kadınlar için bütün eğlencelerin bittiği en son bir gündür. Her akşam bağlardan üzüm yüklü merkeplerin kaldırdıkları toz bulutları cumbalı pencerelerden sokakları seyreden kadınlara mahpus hayatının başladığını ilân eder. Artık yaz geçmiş, eğlenceler rüya olmuş, gönüllerde ancak hazîn bir hâtıra kalmıştır. Kışı emniyetle karşılamak için kadınlar bundan sonra bir faaliyete girişirler.
Ayazmana’ya kadınlar cuma günü giderler. Şehrin bütün arabaları o gün akşama kadar işler dururlar. Cılız merkepleri üzerinde peştemalleri havalana havalana giden kadınları, kızları seyretmek için gençler İskender Mahallesi’ne, Demirköprü’ye kadar çıkarlar. Ayazmana geniş olduğu için kadınlar burada daha iyi gezer, daha iyi eğlenirler. Kalın dallara geçirilmiş ipler üzerinde kurulan salıncaklara torunu olan kadınlar bile binmekte bir mahzur görmezler. Belki bu sûretle gençliklerini acı bir sûrette hatırlamış olurlar. Öğle üzeri burada yenilen yemekler bermutat sıyırga ile suyu tatlı Eğirdir Gölü’nden çıkartılan balık kurması, çömlek, kabûne ve üzümden ibarettir. Kadınların akşam dönüşünü seyretmek üzere, memleketin her tabakasına mensup erkekler Demirköprü’ye, hatta yarı yola kadar çıkarlar. Yabani iğde ağaçlarının arasında bekleyen âşıkların gazelleri bağ köşklerinden taşan ut ve keman sesleri kadınları selamlar. Atlara, merkeplere binmiş kadın kümelerinin önünde bir zincir hattı teşkil eden mahalle çocukları bahşiş almadan çekilmezler. Ayazmana’dan sonra sıra Minasın ve Erikaltı mevkiine gelir. Fakat bu sıralarda üzümler tamamıyla olduğu için Ayazmana’nın ancak on beş dakika şarkında bulunan bu mesirelere Cuma gününe mahsus olmak üzere bir hafta gidilir. Aynı hafta içinde daha ziyade her pazar günü Gireyi Bağları’na üzüm yemek için gidilir. sayı//66// ocak
72
Bağlar tamamıyla bozulduktan sonra pekmez ocaklarından havaya kalkan kıvılcımlar, dökülen pekmezin hâsıl ettiği şakırtılar; bulgur çeken değirmenlerin gürültüsü gecenin derinlikleri içinde kaybolur gider. 5 Teşrin-i sâni 1925-Isparta
SÖZLÜK asırdide: çok asır görmüş, yaşlı. bermutat: adet olduğu gibi. cenûb-ı şarkî: güneydoğu. cuşiş: coşma, coşku. hazîn: hüzünlü. kâin: bulunan. kanunuevvel: aralık ayı. mahâsin: güzellikler. merbûtiyet: bağlılık. mînâkâr: mine işçisi. mukâbil: karşılık. peygâr: cenk. şark: doğu. tahavvül: değişim. teşrin-i sâni: kasım ayı zemzeme: nağme.
KAYNAKÇA 1-Bu çeviri-yazı Hikmet Turhan Dağlıoğlu’nun, Milli Mecmûa, Cilt 5, Numara 50, 1 Kanunuevvel 1925, s. 809-811 sayfaları arasında yayınlanan “Yurt Köşelerinden: Isparta’da Kadınlar Yazın Nasıl Eğlenirler”, başlıklı Osmanlıca yazısının günümüz harflerine aktarılması suretiyle hazırlanmıştır.
YILLARA MEYDAN
OKUYAN MATERYAL:
SÖZLÜK
Zihinsel sözlük bireyin günlük yaşamını sürdürmek için kullandığı ve kendini ifade ettiği kelimelere denilmektedir. İbrahim AKÇAY
ğitimin olmazsa olmazı sayılan materyallerin bazıları eskiden oldukça sık kullanılırken bazıları da zamanla teknolojiye yenik düştü ve kullanılamaz hale geldi. Hâlbuki bir dilin barındırdığı sözcükleri alfabetik olarak sıraya koyan ve o sözcüklerin anlamını ortaya koyan araç olan sözlüğün eskiden taşıdığı değer ne ise şimdi de aynı değeri taşıyor olması onu hiçbir zaman gözden düşürmedi. Hakikatten insanoğlunun bilim, sanat, spor, edebiyat ve diğer bütün alanlarda araştırma içerisinde olduğunda veya o alanla ilgili bir eser okuduğunda sözlüğe bir defa dahi olsa bakma ihtiyacı hiç azalmamıştır. Bu yüzden eskiden olduğu gibi günümüzde de ve hatta gelecekte de “sözlük” aracı ister basılı ister dijital olarak olsun her devirde değerini koruyacaktır. Ayrıca kelime hazinesini geliştirmek isteyen bir kişinin ilk başvuracağı araç sözlük olmaktadır. Küçük yaştan itibaren sözlük okuyarak bunu sürekli hale getiren bir kişinin kelime ve bilgi hazinesi, elbette sözlüğe yabancı olan ve ayda yılda bir sözlüğe bakan kişiden farklı olacaktır. Sözlükle içli dışlı olan kişi günlük hayatta konuşurken kullanılan belki 200-300 kelime ile sınırlı kalmayacak ve kelime hazinesinin genişliği ölçüsünde bu sayı oldukça fazla olacaktır. Ayrıca sözlük okumak insanı her alanda bilgi sahibi yapmaktadır. Çevirmenler için de en önemli araç olan sözlük, insanın bilgiye ulaşmasını sağlayan belki de en kestirme yollarından biri olarak ortaya çıkmaktadır. Şimdilerde arama motorları bu vazifeyi görüyor demek çok sağlıklı bir bakış açısı değildir. Zira bir kelime aradığımızda o kelime hakkında onlarca farklı anlam çıkabilmekte ve bulanıklık meydana gelmektedir. Elimizde sözlük taşımak zor geliyor diyenler ise arama motorlarına “sözlük” yazıp çıkan sözlüklerden birini indirip onun üzerinde arama yapmalı veya cep telefonuna, bilgisayarına “sözlük programı” indirmelidir. Ama sözlük kokusunu duymak istemek istiyorsak da çantamızda bir sözlük barındırmamız en güzeli olacaktır.
Materyal olarak sözlüğü sürekli okuduğumuzda ise zihinsel sözlüğümüz gelişecektir. Zihinsel sözlük bireyin günlük yaşamını sürdürmek için kullandığı ve kendini ifade ettiği kelimelere denilmektedir. Sözcük dağarcığı ya da kelime serveti karşılığı olarak kullanılan zihinsel sözlük, genel anlamda zihnimizde bildiğimiz bütün kelimelerin yerleştirildiği bölüm olarak da açıklanmaktadır. Bu bölümde öğrendiğimiz kelimeler ve bu kelimelerle ilgili ses, yazım, anlam gibi bilgiler saklanmaktadır (Holender,1988) Hülasa sözlük kullanmanın önemi ve faydaları oldukça fazladır. Ama bunlardan en önemlisi sözlük okuyan bir kişinin “her alanda” söyleyecek kelimelerinin olması ve her alandan az çok bilgi sahibi olmasıdır. Örneğin; sözlükten elektrik ile ilgili kelimeleri okuyan bir kişi ilgi alanı elektrik olmasa bile günlük hayatta bir gün o kelimeyi kullanma zamanı gelecektir. Evine gelen bir tesisatçı “akım” “devre” vb kelimeler kullandığında eskiden sözlükten o kelimeleri okuduğu için hiç yabancılık çekmeyecektir. Kelime, Türkçeyi doğru, etkili ve güzel kullanma, okuduğunu, dinlediğini, gördüğünü, doğru, tam ve hızlı olarak anlama, duygu, düşünce, hayal ve isteklerini açık ve anlaşılır bir şekilde eksiksiz ifade etme, Türkçenin kurallarına uygun cümleler kurma, zengin bir zihinsel sözlüğe sahip olma ve estetik bir bakış açısı kazanma gibi becerileri geliştirmeye katkı sağlamaktadır. Çok kelime bilenlerin başarılı oldukları, sınırlı kelime bilenlerin ise okuduklarını anlamadıkları veya yanlış anladıkları, okullardaki başarısızlığın çoğu zaman kelime bilgisinin yetersizliğinden kaynaklandığı bilinmektedir. Bu nedenle kelime öğretiminde çoğu ülkede yaygın kullanılan yapılandırıcı yaklaşım ve yöntemlerinden yararlanılmalıdır. Kelime öğretimi öğrencinin çeşitli becerilerini geliştirmek için araç olarak ele alınmalı ve kelimelerin aktif kullanımı üzerinde durulmalıdır. Kelimeler öğrencilerin ihtiyaç ve öncelikleri, dil, zihinsel ve sosyal gelişimleri, ilgi alanları, düzey ve meslekleri ile kullanım amaçlarına göre seçilmelidir. Ülkemizde sınıflarda hala davranışçı ve geleneksel anlayışla kelime öğretilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Kitap okuyarak çok kelime öğrenileceği anlayışıyla öğrenciler sürekli kitap okumaya yönlendirilmekte ve pasif zihinsel sözlükleri geliştirilmektedir. Oysa kitap okumanın yanında öğrencilerin aktif zihinsel sözlüklerini doğrudan geliştirici çalışmalara da yer verilmelidir. İlkokuldan üniversiteye kadar her düzeyde zihinsel sözlüğü gelişmiş, kelimelerin gücünü bilen ve doğru kullanan bireyler yetiştirmeye önem verilmelidir. (Prof.Dr. Firdevs GÜNEŞ, Bartın Ünv.) Sonuç olarak; sözlük kullanımı eskiden olduğu gibi günümüzde de ve hatta gelecekte de varlığını sürdürecektir. Bu gerçeğin daha sağlıklı hale bürünebilmesi için de sözlükle içli dışlı olan ve küçük yaştan itibaren sürekli sözlük okuyan, bu sayede de kendini her alanda geliştiren bireylerin varlığı şarttır. 73
ALLAHUEKBER’DEKİ ÖLÜMSÜZ
KAHRAMANLAR...
“Oy gülüm yâr vay canım yâr Kar altında Mehmedim yatar ” İsmail BİNGÖL
nadolu insanı büyük acılarla yoğrulmuştur. Acılarına sebep, bazen bir deprem felaketi, bazen bir sel, bazen bir sevda, bazen bir savaş, bazen daha başka olaylardır. Acısını yüreğine gömmesini, tevekkülle boyun eğmesini ve kendinden isteneni yapmasını bilmiştir hep. Ne var ki, acısı yüreğine sığmayınca, kendini zaptetmek ve teselli bulmak için, acısını ya türkülere kondurup, hem söz, hem nağme şeklinde gökyüzüne uçurmuş, ya da şiirlere, ağıtlara, hikâyelere konu ederek yüzyıllarca dillerde yaşatmıştır. Böylece, bir yandan acının elinden aldıklarını unutturmayarak onlara olan vefa borcunu ödemiş, bir yandan da kendinden sonra gelenlere, bugünün neye malolduğunu, hangi fedakârlıklar, hangi çileler karşılığında bu toprakların elimizde kaldığını anlatır olmuştur. İşte Anadolu’yu vatan kılanlar, bu isimsizler kahramanlar ve adı tarihimize altı harflerle yazılanlar, türkülerde ve şiirlerde, hikâyelerde yaşamakta, böylelikle nesilden nesile aktarılmaktadır bugün... Çoğunun mezarı sınırlarımızın ötesinde kalmış olsa da, destanlaşan kahramanlıkları, “bir hilal uğruna” can verişleri unutulmamıştır ve Galiçya’da, Trablusgarp’ta, Allahuekber’de, Sarıkamış’ta, Yemen’de, Çanakkale’de ve daha bilmem hangi cephede ve nerede; verilen emirle, inanç, vatan, millet uğrunda “toprağın bağrında sıralanıp” Anadolu’yu bizlere vatan yapanlar, türkülerimizden ses vermeğe, mısralarla gönüllerimizde yeretmeye devam etmektedirler. Günümüzde de, içerde ve dışarda, birliğimiz ve bütünlüğümüz için hainlere, toprağımıza göz dikenlere göğsünü siper edenlerin, gazi ve şehit olmaları bitmemiştir. Öldükten sonra hatırlanan bir canın, yaşarken unutulandan daha diri olduğu bilinmelidir. Hemen yanı başımızda, Allahuekber’deki Sarıkamış Harekatı’nda şehit olan ve o civarda yatan dedelerimiz, her yıl hatırlandığı gibi, bu yıl da hatırlandı ve ebediyete kadar hep hatırlanacak. Bu hatırlayışa önayak olanlara teşekkür ederken, bir şehit torununun can alıcı cümlesini aşağıya alıyoruz: "Çık şu Soğanlı dağına deki: Ey dağ, toprağın ne kadar çok insan kanıyla yoğruldu?.. Öyle ki, şehitlerden görünmez oldun. “ Destanlardan bir destan yankılanır bugün Allahuekber dağlarında... Orada şehitlik
sayı//66// ocak
74
şerbetini içip, ölümsüzler arasına katılanlardan birinin destanıdır bu... Binlercesinden biridir o da ve hikâyesi; diğerleri gibi can alıcı, yürek yakıcıdır. Adı Hasandır ve Hasan acılar içindedir. Taze evlidir. Vatan savunması denince eşini bırakmış, cepheye koşmuştur. Hasret, için için gönlünü kavururken, yolda eşinin hastalandığını, verem olduğunu öğrenmiştir. Oysa henüz ona doymamıştır ve yanında bin yıl kalsa da doyacağı yoktur. İçi yanar. Samsun tarafından gelmiştir buralara. Zaten her biri bir taraftan gelmiştir, buraları savunmak, düşman ayağını bu topraklara değdirmemek için… Haftalardır bu acıyla yürümektedir. Bu acıya; yanında yöresinde donan, birden kaskatı kesiliveren arkadaşlarının acısı da eklenince, dudaklarından bir türkü boşanıverir birden: “Gözümde gözyaşım buz olmuş akmaz Binlerce askerim yarına çıkmaz Kapandı gözlerim, bir daha bakmaz Belki ondan verem oldun Eminem. Donarak öldüler hep arkadaşlar Kar erir, devrilir mezarda taşlar Ziyaretçilerimiz kartallar, kuşlar Belki ondan verem oldun Eminem” Bunun gibi daha ne hüzünler ne hasretlikler ne çileler ve yürek dayanmaz ne hikâyeler barındırmaktadır Sarıkamış Harekâtı... Ne var ki Anadolu’nun, “muhteşem güzellikteki doğasının acımasızlığına kurban giden bu binlerce şehidin sayesinde vatan olduğu” akıldan çıkarılmamalıdır. Tarihçilerin söyleyişiyle, Sarıkamış’ta Ruslara değil, ‘Mareşal Kış’a yenik düşmüşüz. Askerimizin geride bıraktığı acı, ağıt olmuş söylenmiş, türkü olup dillenmiş, destan olup anlatılır olmuştur. Bu ağıtlardan birinde; askerimizin yoksulluğu, düşmanın elindekinin çokluğu dile getirilerek, bir Sarıkamış uğruna, bu kadar “fidanın kırılmasının” doğru olup olmadığı, halk tarafından sitemli bir şekilde sorgulanmaktadır: “Sarıkamış’da var maşın (makine) Urus yığmış ağır koşun Bizim asker açık çıplak Dağlarda buyudı(dondu) kışın Çadırlar dağa kuruldu Hücum borusu vuruldu Bir Sarıkamış uğruna Doksan bin fidan kırıldı”
Aslında bu harekâtta şehit olanların sayısı doksan bin değildir; tarihçilerin yazdığına göre sayı daha azdır. Ancak halkımız; sayılara sığmaz olan bu acıyı daha da artırarak, burada yaşanan hüznün büyüklüğüne kendince kayıt düşmeye çalışmış. Sarıkamış’a doğru gidildiği ve Ruslardan,”Kırk Yıllık Kara Günler”in hüküm sürdüğü topraklardan ilk büyük yerleşim birimi olarak buranın alınması planlandığı, yani hedefte orası olduğu için de; türkülerde, ağıtlarda da genellikle burası yeretmiştir. Ayrıca yapılan harekâta “ Sarıkamış Harekâtı” denilmesi de bunda etkendir. Çok sayıda askerin hayatını kaybettiği, dondurucu soğuğa ve yokluğa mağlup olduğu yerlerden biri de; Soğanlı dağı... Harekâtın yapıldığı günlerde (22 Aralık 1914-15 Ocak 1915), üstünden aşmak her babayiğidin kârı değildir bu dağın… Hele de, bir çok aksiliğin birbiri üstüne geldiği, yokluğun ve yoksulluğun hüküm sürdüğü şartlarda... O da yapacağını yapmış ve geçit vermeyerek, koynunu mezar etmiştir askerlerimize... Dolayısıyla, burası için yakılan türkü ve ağıtlarda, Soğanlı Dağının adı da sıklıkla geçer. Bu ağıtlardan biri şöyledir: “Sarıkamış al kan oldu Zalim Urus murad aldı Kimsesiz dul kız gelinler Kara giyip saçın yoldu Soğanlı’nın göktaşları Kızarır al haşhaşları Soğanlı’da kırıldı hep Erzurum’un dadaşları” Bu savaşta ve daha nice savaşlarda, dadaşı da kırılmıştır, gakkoşu da efesi de, zeybeği de… Doğulusu, batılısı, kuzeylisi, güneylisi de... Bir yeniden varoluş için, koskoca bir millet, adeta bütün dünyayla çarpışmakta, vuruşmakta ve “gül bahçesine girercesine”, hiçbir şeyden çekinmeden, korkmadan, durmadan şehadet şerbetini içmektedir. Hürriyeti, toprağı, namusu, inancı ve ülkesi için olduğuna kesin kanaat getirdiği her emre bir an bile düşünmeden itaat etmektedir. Yeniden fetheder gibi, yepyeni bir ruhla tarih yazmakta, esir olmayıp, adeta koşar gibi şehit olmaktadır. Boşa ölmediklerinin en büyük delili ise; torunlarına armağan ettikleri bu cennet vatandır. Her olayın mutlaka bir sebep olanı vardır. Eğer sonuç iyi ise; sebep olan hayırla, kötü ise; tam tersi bir sıfatla anılır. Buradaki olayda ise, tam bir belirginlik yoktur; kayıplar çok 75
olmasına rağmen, yazılanlar ve söylenenler değişik yorumlar içermektedir. Ya da harekâtın bölümleriyle ilgili farklı anlayışlar vardır desek daha doğru olur. Fakat asıl acıyı çeken halk, durumu kayıt altına alanlardan tabii ki her zaman farklı düşünür ve bu işi başına açıp, sonra da bırakıp gidenlerden, türküleri vasıtasıyla yıllar boyunca “Nere gittin Enver Paşa” diyerek hesap sorar: “Yaşa Padişahım yaşa Kan bulaşmış çatık kaşa Biz Urus’a esir düştük Sebep oldu Enver Paşa
düşmanı dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fişeklerinin yuvalarını tipi ile kapatmaya bütün gece düşen kar bile razı olmamış. Sol eli boynundaki dürbünü kavramış. Havada donmuş, Kale sancağı gibi... Diğer eli belli ki, semaya uzanıp rahmet dilerken öylesine taşlaşmış. Hayrettir, başı açık. Kömür karası gür saçları beyaza bulanmış..." Moskova'daki askeri müzede sergilenen bu satırların sonu şöyle bitmektedir: "Allahuekber Dağları'ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Zira, bizden çok evvel Allah'a teslim olmuşlardı."
Sarıkamış içi meşe Urus yaktı hep ateşe Bizi koydun eli bağlı Nere gittin Enver Paşa ”
Ancak birilerinin araştırmadan söylediği gibi, kesinlikle “tek kurşun atmadan” donmadılar. O korkunç savaşta donanlar belki vardıki onların da, verilen görevi gerektiği gibi yapmış olmalarından dolayı yüzlerine yerleşen huzuru, her şeyi kaskatı kesen soğuk bile yok edememişti- ama tarihçilerin yazdığı gibi, savaşarak ölenler daha fazlaydı. Bu söylenene, olaya sebep olanların suçluluğunu artırmak anlamında bile olsa, hak vermek mümkün değildir. Bu yanlışlığı sürdürmek, en başta orada hayatlarını kaybeden askerlerimizin verdiği mücadeleyi küçültmek manasına gelir. Sözün özü; yiğitlikleri düşman tarafından bile takdir edilen “Allahuekber’deki Binlerce Şehit” için, bugün ne söylense az ne yazılsa eksiktir. Sadece verdikleri mesajı ve yaptıklarını unutmayalım yeter diyorum ve geçen yıl ki anma törenlerinden bir süre sonra kaleme aldığım, bir selâm diye şehitlerimize gönderdiğim, üçüncü şiir kitabımda (Kendine Vurgun Divaneler, Ötüken Yay.2019 Ocak) da yeralan “Sarıkamış Ağıtı” isimli şiirimle son vermek istiyorum satırlarıma:
Onlar belki yenildiler, belki yendiler. Ne var ki; kutsal bir davayı kazanmak için ölüme yiğitçe, mertçe, kahramanca yürüdüler. Bu dünyadan çekildiler; ama esir olmadılar, esir edilemediler, esarete boyun eğmediler. Çünkü onlar düşmandan “...çok evvel Allah'a teslim olmuşlardı”. Tıpkı Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç’in de anılarında yazdığı gibi. Sarıkamış'a ulaşan bir avuç kahramanı şöyle anlatıyordu Rus Komutan: "İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama asılamamışlar. Kaput yakaları, Allah'ın rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Hepsi açık!.. Tabiata da başkumandana da, karşısındaki düşmana da isyan eden ama Allah'ına teslimiyetle bakan gözler... Açık, apaçık!.. İkinci sırada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltıraş benzerini yapmayı başaramamıştır. O ürkütücü ayaza rağmen, sağlarında fişekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etmemiş iki katırın yanında başları semaya dönük, altı masal güzeli Mehmet... Sandıkları bir avuçlamışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilmişler. Ve sağ başta Binbaşı Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, karşısında düşmanı da kâfiri de, lanetlisi de Allah'ın huzurunda diz çökmüş. Endamı, sayı//66// ocak
76
Sarıkamış dağlarında gül biter rengi kandır, Bu öyle bir hüzün ki, dile gelmez bir andır. Acılar mahşerinden dalga dalga ses gelir, Bu feryadın yüzünden dağlar üst üste gelir. Dokunur sinelere kardan aydınlık gece, Şehitlerin üstünden ipince ay yükselir. Allahuekber dağları diz çöker bu acıdan, Yolları hicran bürür, her yerden kan yükselir. Buzdan bir kale gibi sıra olmuş Mehmetler, Vatanın aşkı ile dolmuş taşmış Mehmetler. Vurgun yiyen fidanlar hem vurmuş hem vurulmuş, Kara toprak değilde örtüleri kar olmuş. Bu öyle bir destan ki, yıllarca gizli kalmış, Mehmetler uçup gitmiş, bize sızısı kalmış. Asırlar geçse adın, silinmez bir ülküdür, Sarıkamış dilden dile, sürecek bir türküdür.
SURİYE, IRAK VE ARABİSTAN
SEYAHATNAMESİ Büyüyenay Yayınları Hazırlayan: N. Ahmet ÖZALP Kitap Tanıtım: Fatma DERİN
(Sebilürreşat, 2 Eylül 1914) “Seyahat fikriyle Avrupa’yı dolaşanlar çok var. Bunların içinde -fena değil- gördüklerini yazanlar da bulunmuş, fakat acaba şu bizim zavallı yurdumuz ne haldedir ve ne için böyle yaralı bir kalp hâlinde derin derin inliyor, bunu görmek isteyen yok. Şark ve Garp’ı dolaşan Evliya Çelebi gibi seyyahlardan geçtik, Suat Bey gibi herkes bir parça yurdunu tanısa ve tanıtsa bu vatan böyle harap olmazdı.” (Ali Kâmi, İçtihat, 22 Ekim 1914) Yukarıdaki tanıklıklardan da anlaşılacağı üzere Ali Suat, Meşrutiyet yıllarında ve sonrasında yerli kalmayı başarabilmiş ender rastladığımız sıra dışı aydın bürokratlardan biridir. Bürokrat olarak en netameli zamanlarda Suriye, Irak ve Arabistan’da mutasarrıflıklar yapmış, sorumlu ve yurtsever aydın olarak da bu bölgelerde yaptığı yolculukları çoğu kez günü gününe yazıya aktararak belgelemiştir. Bir Osmanlı Bürokratın Suriye, Irak ve Arabistan Seyahatnamesi yalnız belge niteliğiyle değil, yalnız içerdiği soylu ve yerli bir aydına yakışır duygu ve düşüncelerle de değil, aynı zamanda alışılmış gezi yazısı örneklerini aşan dili ve anlatımıyla, bu türün en güzel örneklerinden birini ortaya koymasıyla da önemli ve değerlidir.
ŞEHİR K İ TAP
ALİ SUAT
BİR OSMANLI BÜROKRATIN
hlasımızdan şüphe edilmemelidir ki bu kitab-ı mübin yalnız bir şi’r-i mensur değildir. İçtimai, siyasi, idari, ahlaki, dinî birçok mebahis-i mühimmeyi ihtiva etmesi itibariyle hem edebî, hem ilmî bir eser-i giran-kıymettir.”
77
Özellikle Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın güvenini kazanır. Birinci Dünya Savaşında birçok cephede görev yapar. Yüzbaşı Asaf (Kılıç Ali) ve Yüzbaşı Osman (Tufan) ile içtikleri su ayrı gitmez.
İSTANBUL’DAN KAHRAMAN
MARAŞ’A 100 YILLIK BİR ÖYKÜ:
YÖRÜK SELİM BEY
Yörük Selim bu ilk çatışmanın ardından beraberindekilerle birlikte hangi cephe yardıma muhtaç koşar oraya. Düşmanın 11 Şubat akşamı sessizce kaçışının ardından Kılıç Ali ve Arslan Beyle bir araya gelerek şehirde düzeni sağlama çalışmalarına başlar. Serdar YAKAR
örük Mustafa Efendi’nin 1882’de İnebolu’da Nefise Hatun’dan doğma oğludur Selim. Aile Yörüktür. Tüm bir Anadolu, Trakya, Kafkaslar topyekun yurttur onlar için. Yılın hangi mevsiminde hangi iklim hayat standartlarına uygunsa oraya yerleşir. O yüzdendir ki aslen şuralıdır veya buralıdır demek zor. Adı üstünde Yörük. Her daim hareket halinde… İşte bu hareketlilik içinde Nefise Hatun oğlunu İnebolu’da dünyaya getirir Temmuz sıcağının daha ilk gününde. Küçük Selim’in dünyaya gözlerini açtığı günler koca Osmanlı’nın zor günler yaşadığı zamanlara denk gelmiştir. Önünde zorlu bir mücadele bulacaktır. Baba Mustafa Efendi bunun farkındadır. O yüzdendir ki oğlunu Harp okuluna yazdırır. Okulunu başarı ile tamamlayan Selim Balkan savaşlarına katılır. Balkan savaşlarında görev yapan diğer subaylar gibi Enver Paşa’dan etkilenir. İttihatçı subaylar arasında yerini alır.
sayı//66// ocak
78
İstanbul’da Zehra Hikmet Hanımefendi ile evlenen Yüzbaşı Selim’in 1915’de Nimet, 1918’de Emine Melahat, 1919’da Hatice Zafer adlarında üç kız çocuğu dünyaya gelir. Birinci Dünya Savaşının ardından yenik sayılan Osmanlı işgal altındadır. Enver Paşa ve kardeşi Nuri Paşa Orta Asya’ya geçmiş, kurtuluş meşalesini oradan yakmak için çaba göstermektedirler. Aynı tarihlerde İstanbul’da bir araya gelen üç arkadaş da arayış içerisindedirler. Bu arada Orta Asya da bulunan Nuri Paşa’dan bir davet alırlar. Bu davet vatan içindir. Salim, Asaf ve Osman hiç düşünmeden bu daveti kabullenmişlerdir. Bir an önce yola çıkmak gerekir. Ama yola çıkmak için de para lazımdır. Her üçü de cepheden yeni gelmiştir. Osmanlı da askerine maaş ödeyecek güç kalmamıştır. İttihat Terakki’nin eski muhasibi Celal (Bayar)’da para olduğu haberini alırlar. Üç arkadaş Celal (Bayar)’ın yanına gidip durumu anlatırlar. Zaman boş duracak, bekleyecek zaman değildir. Bir şeyler yapmak gerekmektedir. Orta Asya’da, Turan’da Enver ve Nuri Paşaların yakacağı meşale Anadolu’yu da aydınlatabilir. Bu düşüncede olan üç arkadaşın azmine şahit olan Celal (Bayar) onlara şu öneride bulunur: “Size para veririm, Orta Asya’ya da gidersiniz. Ama döndüğünüzde Anadolu’yu bıraktığınız gibi bulamayabilirsiniz. Onun için siz en iyisi Anadolu’ya, Mustafa Kemal’in yanına gidin.” Üç arkadaşın kafasına yatar bu fikir. Mustafa Kemal Paşa’yı da Balkanlar’dan tanımaktadırlar zaten. Anadolu’da başlatılacak bir hareket daha kısa sürede sonuca ulaşabilir. Bu düşüncelerle çıkılır yola. Sivas Kongresi’nin arefesinde Mustafa Kemal Paşaya ulaşılır ve bağlılıklarını bildirerek hizmet beklediklerini belirtirler. Sivas’ta yakın çevresi ile Kongre hazırlıklarını yürütmekte olan Mustafa Kemal Paşa bu üç genç subaydan önceleri şüphelenir. Enver Paşa’nın casusu olabileceklerini düşünür. Sonrasında ise onlara güven duyarak samimiyetlerine inanır. Bu arada Maraş’ta, İngilizler gitmiş, Fransızlar gelmiştir. Gelişlerinin daha ertesi günü olaylar da başlamış, Bayrak hadisesi ile gerilim had safhaya yükselmiştir. Teşkilatlanma çalışmalarını yürüten
Maraşlı İstanbul hükümetinden bir ümit görmediğinden olsa gerek Sivas’tan yardım isteme kararına varmış ve Mustafa Kemal Paşa ile bağlantı kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa bu çağrıya karşılık olarak üç arkadaşı karşısına alır ve şöyle der: “Adana yöresi, Maraş, Antep ve Urfa Ermeni militanları ile karışık Fransız askeri tarafından işgal edilmiştir. Müslüman kardeşlere yapılan zulüm ve tecavüzler sınırı aşmıştır. Gayretli kardeşlerimizden bazılarını başka bölgelere gönderdim. Sizi de Maraş, Antep ve yörelerine göndermeye karar verdim. Derhal hareket ederek günün gerektirdiği biçimde millî teşkilat ve faydalı girişimlere başlayınız. Haydin Allah sizi başarılı ve yüzünüzü ak eylesin,” Üç arkadaştan Yüzbaşı Osman (Tufan), Yüzbaşı Doğan ile birlikte Develi ve Andırın tarafına doğru yola çıkarken Yüzbaşı Yörük Selim ve Asaf (Kılıç Ali) yanlarına iki süvari eri alarak Elbistan’a doğru yola çıkarlar. Elbistan’da Nakipzâde Mahmut Ağa’nın evine misafir olurlar. Orada kurulan teşkilata kuvvet vermeye, askerlik şubesinde bulunan silahları köylülere dağıttırmaya başlarlar. Verilen silah her ne kadar istenilen evsaf ve sayıda değilse de; “İlçeye Kuva-i Milliye komutanı geldi, vatan ve milleti savunmak için silah ve cephane dağıttırıyor” sözleri halk arasında yayıldıkça ahalinin morali de yükselir. Elbistan’da gerekli teşkilatlanma çalışmaları tamamlandıktan sonra Yüzbaşı Yörük Selim Bey Göksun tarafına hareket ederken Yüzbaşı Asaf (Kılıç Ali) de Pazarcık yoluna düşmüştür. Yüzbaşı Selim Göksun ve bölgesinde Çerkezlerle, Yüzbaşı Asaf (Kılıç Ali) ise Pazarcık bölgesinde Aşiretlerle (Kürt ve Alevi) millî mücadeleye ikna çalışmalarını yürütürler. Çünkü Osmanlının bu farklı unsurları üzerinde düşmanın da yoğun bir çalışması vardır. Çerkez, Kürt ve Alevileri Türk’e düşman etme çalışmaları derinden derine yürütülmektedir. Maraş’ta Fransızların gelişi ile işler kızışmıştır. Sütçü İmam Olayı, katledilen Müslüman Türk ahali ve Bayrak Olayı. Birlikte yaşamanın imkanı kalmamış ve sabrın da sınırı çoktan aşılmıştır. Belediye Başkanı dahil şehrin ileri gelenlerinin tutuklandığı gün (21 Ocak 1920) havaya üç el ateş edilerek başlatılır sokak muharebeleri. Düşman hazırlıklıdır. En muhkem kiliseleri ve Ermeni evlerini karargah olarak seçmişlerdir kendilerine. Maraşlı yiğitler ise azimli ve inançlıdır. Zillet içinde yaşamaktansa şerefleri ile ölmeyi seçmişlerdir kendilerine. Mal mülk, ev bark yoktur
gözlerinde. Bir an dahi düşünmeden evini ateşe vermekten çekinmez bitişikteki düşman karargahını da yakabilmek için… Düşmanla çatışmanın başladığını haber alan Yüzbaşı Asaf (Kılıç Ali) Pazarcık bölgesindeki Aşiretlerden topladığı çetelerle yola çıkarken Yüzbaşı Selim de Göksun’dan çıkar yola beraberinde 70-80 civarında Çerkez süvarisi ile. Kışın zor şartlarında, uzun bir yolculuktan sonra 6 Şubat günü ulaşır Cancık Mağarasına. Tam da o gün Fransız komutan Albay Normand 2 batarya top ve 2 tabur piyade ile İskenderun’dan yola çıkmış, yakıp yıkarak Eloğlu (Türkoğlu) civarına ulaşmıştır. Şehir içi çatışmaları idare eden Arslan Bey de bu yardım kuvvetlerinin şehre girmesi halinde şehirde tek bir Türkün dahi bırakılmayacağı düşüncesi hakimdir. Ne pahasına olursa olsun bu yardımcı kuvvetlerin durdurulması gerekir. Yüzbaşı Yörük Selim aldığı emri uygulamak üzere atılır düşman üzerine. Çevreden gelen yardımcı güçler ile Yörük Selim’in 70-80 kişilik süvari birliği durdurur düşmanı. Düşman şehre girer ama muzaffer bir şekilde değil, tam tersi yaralı ve bitik bir halde. Yörük Selim bu ilk çatışmanın ardından beraberindekilerle birlikte hangi cephe yardıma muhtaç koşar oraya. Düşmanın 11 Şubat akşamı sessizce kaçışının ardından Kılıç Ali ve Arslan Beyle bir araya gelerek şehirde düzeni sağlama çalışmalarına başlar. 21 Ocak – 11 Şubat tarihleri arasında devam eden harp şehri harabeye çevirmiştir. Şehidi, yaralısı olmayan ev yok gibidir. Yaraların sarılması zamanla olacaktır. Maraşlı daha yaralarını saramadan çevre illerin de yardımına koşmak durumunda kalır. Acıyı acı ile bastırır Maraşlı. Antep, Osmaniye, Suriye içlerine kadar döker kanını toprağa. Yörük Selim Bey de Kılıç Ali ile birlikte Antep cephesinde verir mücadelesini. Günlerden bir gün Yüzbaşı Yörük Selim Antep’ten yaralı olarak getirilir Maraş’a. Alman hastanesinde tedavi edilirse de kurtarılamaz ve şehadet şerbetini içer. Tüm bir Maraşlı katılır Ulu Cami de kılınan cenaze namazına. Vefat tarihi nüfus kayıtlarına 12 Ağustos 1920 olarak geçen Yörük Selim adını Maraş’ta bir mahallede yaşatırken naaşı da cephe arkadaşları ile birlikte Şeyhadil Mezarlığındaki Şehidlikte yatmaktadır. Kurtuluşun 100. Yılında tüm kahramanları rahmetle anıyoruz. Ruhları şâd olsun. 79
vrupa ülkeleri gezimizin ilk durağı Bulgaristan’a, mayıs ayında, Edirne Hotel Arslanlı Dinlenme tesislerinde sabah güzel bir kahvaltı yaparak, başlamış olduk. Kapıkule Sınır Kapısı’ndan Bulgaristan’a girdiğimizde, bir tarafta Türk Bayrağımız diğer tarafta Avrupa Birliği bayrağı ile yeşil beyaz kırmızılı Bulgar Bayrağını geride bırakarak yola devam ettik.
OSMANLI’NIN MİRASI SOFYA
Türkiye rüya ülkeydi “Bulgaristanlı Türk” kardeşlerimiz için vesselam… Şifanur Özçelik ŞİRİN
Mevsim bahar olunca haliyle, çam ağaçları, meyve ağaçları, kestaneler yol boyu mis kokulu leylaklar görsel şölen yaşattı bizlere. Yeşilin her tonuyla göz alabildiğine ağaç çeşidi Karadeniz’imizi arattırmadı desek yeridir. Diyarbakırlı bir arkadaşımın Artvinli bir arkadaşıma “Biz de taş toprak, sizde yeşil adım başı yeşil veryansınları “ Bulgaristan’ın yeşilini anlatmama yeter mi bilmem. Gülleriyle çiçekleriyle meşhur bu güzel ülkede, her sene su taşkınlarıyla adını duyduğumuz Meriç nehrinin sakin, nazlı nazlı akışı ve muhteşem güzelliğiyle adeta büyülendik. Yol boyunca karşımıza çıkan köylerdeki evler genelde tek katlı ve iki katlı şekilde göze çarpıyordu. Nüfusu çok olmamakla birlikte büyük engin ekili araziler insanı cezbediyor. “İstanbul Türkish Lokantası ve Urfa Sofrası” tabelalarını gördükten sonra canım Türkiye’min minyatürü gibi geldi burası da bana. Türkiye rüya ülkeydi “Bulgaristanlı Türk” kardeşlerimiz için vesselam… 5 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra başkent Sofya’daydık. Sofya bizi dağlarında karlarla karşıladı. Arnavut kaldırımlarında şehri dolaşmak ayrı keyifti. “Ayosafya Kilisesi, Aleksandır Nevski Katedrali” ve “ Sofya Heykeli” görülmeden geçilmemesi gereken tarihi yapılardandı. Dünyadaki ihtişama örnek iç mimarisiyle şaşalı ve bol heykel resim figürleriyle süslenmiş yapılar turistlerle doluydu. Fotoğraf çekilmesi yasak olması dikkat çekiciydi. Yolculuğumuz boyunca göreceğimiz ilk ve son cami olarak kayıtlarıma geçen Osmanlı’dan kalan “Kadı Seyfullah Efendi Cami” görülüp iki
sayı//66// ocak
80
rekat namaz kılıp devam edeceğimiz sadeliğiyle ve garipliğiyle içimizde hüzün bırakarak vedalaştığımız güzel eserlerden biriydi. Caminin Mimar Sinan imzalı olduğu söylense de bu konuda çok da net bilgi yok. TDV Ansiklopedisi şöyle diyor bu cami için; “Bulgaristan’da Sofya’nın merkezinde Mariya Luiza caddesi üzerinde yer almaktadır. Banyabaşı Camii ve Molla Efendi Camii adlarıyla da bilinir. Kadı Seyfullah ve Molla Efendi olarak tanınan bânisi hakkında, cami civarında bulunan türbesinin Osmanlı-Rus savaşının hemen ardından diğer birçok İslâmî eserle birlikte yıkılmış olmasından başka bilgi yoktur. Günümüzde ibadete açık, ulusal önemi olan kültür anıtı statüsündeki cami bugünkü durumuna birçok onarım sonucu gelebilmiştir. Bulgaristan komiseri Ali Ferruh Bey’in Sofya Müftüsü Mehmed Hüsnü Efendi’ye hazırlattığı 8 Haziran 1902 tarihli deftere göre bu cami, Osmanlı-Rus savaşından (1877-1878) önce Sofya’da mevcut kırk bir cami ve üç mescidden geride kalan tek yapıdır. Ancak savaştan sonra ibadete açık kalmasına rağmen çatışmalar sırasında veya 1858 yılındaki şiddetli depremde diğer birçok cami gibi tahrip olmuş ve minare alemi de yıkılmıştır… Son cemaat yeri mukarnas başlıklı dört sütuna oturan sivri kemerli açıklıklara sahiptir ve üzeri üç kubbe ile örtülmüştür. Taç kapı ufak bir taçla biten kesme taşla yapılmıştır ve alınlıklıdır.
Ekrem H. Ayverdi’nin kaydettiğine göre hiçbir sağlam delil olmaksızın camiyi Mimar Sinan’a nisbet eden ve inşa tarihini 974 (1566-67) olarak bildiren Bulgarca-Türkçe taş levhanın konmasından önce kemer aynasında taş üstüne boya ile yazılmış, okunamayan kısa bir yazı ve altında 974 tarihi varmış. Kapının iki yanındaki duvarlarda üst kısmı mukarnaslı birer adet niş bulunmaktadır. Caminin sağ yanında üç tonozla örtülü bir ek vardır.” Bulgaristan’da ekonomik fiyatlara tatil yapabilir, keyifli zaman geçirebilirsiniz. Başkenti Sofya olan Bulgaristan; görkemli plajları, kiliseleri, doğası ile güzel bir ülke olarak benim zihnimde yer tuttu. Özellikle, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde 9 farklı değer ile temsil edilen Bulgaristan’da en çok ziyaret edilen kentler arasında başkent Sofya, Varna, Burgaz, Plevne, Pazarcık, Filibe, Ruşçuk, Silistre şehirleri sayabilirim. Sofya başkent olarak, Osmanlı döneminde 500 yıl Anadolu’yla iç içe yaşayan, 7000 yıllık tarihi geçmişiyle farklı medeniyetlerin izlerini taşıyan önemli bir yerleşim yeridir. Bizans ile Osmanlı izlerinin sentezlendiği gösterişli caddelerde, yüzyıllara meydan okuyan tarihi dokular arasında, zamanda yolculuk hissi yaşatan bir şehir olarak belleklerimizde izi kalacaktır... 81
TÜRKİYE'NİN ŞEYH-Ü MUHABİRİN GAZETECİSİ
ŞEMSİ SILKIM
“50 yılı aşkın süre yazı yazan Burhan Felek Şeyhülmuharririn olduğuna göre, 53 yıllık muhabir olarak siz de Şeyh-il muhabirinsiniz!..” Hüseyin MOVİT
923 yılında İstanbul'da doğdu. Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'nda okudu. Gazeteciliğe 1942 yılında Cumhuriyet gazetesinde Ömer Besim'in yanında spor muhabirliğiyle başladı. O. Münir Kutnak'ın 'Stad Spor' ve Sulhi Garan'ın 'Şutspor' dergilerinde çalıştı. Mithat Eriş'in 'Fenerbahçe' dergisi ile ilk polisiye dergisi 'Kelepçe'de yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1954-1961 yılları arasında Ethem İzzet Benice'nin 'Son Telgraf', 'Gece Postası' gazetelerinde belediye, magazin ve spor dallarında çalıştı. Aynı yıllarda Halil Lütfi Dördüncü'nün 'Tan', Habip Edip Törehan'ın 'Yeni İstanbul', Gökşin Sipahioğlu ile Ali Oraloğlu'nun 'Şehir' gazetelerinde istihbarat şefliği yaptı. Tercüman gazetesinde istihbarat şefliği ve belediye muhabirliği yaptı. Aynı gazetenin eki 'İnci'yi hazırladı. İlk promosyonla ansiklopedi, kitap, hediye ve konserli çekilişleri düzenledi. Bunları 17 yıl yönetti.1981-1988 yılları arasında Sarıyer ile Şişli belediyelerinin basın danışmanlığını yürüttü. Türkiye gazetesinde esnaf muhabiri iken Fırıncılar Sendikası ile Minibüsçüler Odası'nın basın danışmanlığını yaptı. Eminönü Belediyesi'nin 'Şelale' ile 'Yeniçağ' gazetelerinde çalıştı. Türkiye Musiki Eseri Meslek Birliği'nin (MESAM) Basın Danışmanlığı'nı yaptı. 22 Mart 2013 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Şemsi Sılkım, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesi, Basın Şeref Kartı ve 1998 Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibiydi. TGC Yönetim Kurulu, Şemsi Sılkım'ın ölümüyle ilgili yayımladığı mesajda, ''Değerli büyüğümüz ve ustamız, Basın Şeref Kartı ve 1998 Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi Şemsi Sılkım'ı kaybettik. Şemsi Sılkım'ı sevgi ve saygıyla anarken, ailesine ve topluluğumuza başsağlığı diliyoruz'' denildi. (biyografi.net) ŞEMSİ SILKIM'IN KALEMİNDEN: NASIL ŞEYHÜLMUHABİRİN (MUHABİRLERİN ŞEYHİ) OLDUM?
Yıllardan 1995 idi... Takvimlerin Nisan ayının 27’sini gösterdiği Perşembe günü alışılmadık ve şaşırtıcı bir davet aldım. Tercüman Gazetesi’ndeki işime yakın olsun diye iki ay önce Yeniköy’den Şehremini İETT Büyük Garajı arkası Onbaşı Sokak’taki Kardeşler Apartmanı’na taşınmıştım. 3. kat komşumuz emekli Jandarma Albayı, eşiyle bize ziyarete geldi. “Hoş geldiniz” demeyi geciktikleri için özür dilediklerini belirttikten sonra, “Şemsi Bey, sayı//66// ocak
82
Cumhurbaşkanımız sayın Süleyman Demirel, eşinizle birlikte sizi, önümüzdeki Perşembe günü Çankaya Köşkü’nde ziyarete bekliyor!.” dedi. Bir de 448 ile başlayan bir telefon numarası bıraktı... Şok oldum, bu şekilde bana ulaştırılan böyle bir davete de hiçbir anlam veremedim... Daveti ileten emekli Jandarma Albayı benimle ilk defa karşı karşıya geliyordu... Eşi, eşimle de tanışmamıştı... Çok garip bir durumdu... O gece meraktan uyuyamadım... Aklıma gazeteci arkadaşım Orhan Taşan geldi, Ankara’da devlet çevresiyle yakın ilgisi vardı... Telefonda kendisine durumu anlatıp bana bırakılan 448’li telefonu söyleyince, “Evet, bu Cumhurbaşkanlığı’nın telefon numarası” dediğinde rahatladım. Emekli Jandarma Albayını da hatırlatınca, “Genellikle emekli Jandarma subaylarına MİT’de görev verilebiliyor” izahında bulundu. Eşim Nedret’in de ısrarı ile 448’li telefonu açtım, kendimi tanıttım. Bağlantı kuruldu ve karşımdaki Protokol Müdür Muavini Şevki Bey daveti tekrarladı; “-Sayın Şemsi Sılkım Beyefendi, sizi aradığımızda telefonunuz cevap vermedi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetimi de yeni telefon numaranızı bilmiyormuş. Gazetenizden de aranılmış ama sizi bulamamışlar. Bu yüzden başka mahalden sizinle temas kurduk... Sayın Cumhurbaşkanımız sizi sayın eşinizle birlikte 4 Mayıs 1995 Perşembe günü saat 20:15’de Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ndeki makamında kabul edecekler...” Randevu günü saat 19:45’de eşimle birlikte Çankaya Köşkü kapısındaydık. Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü, bizleri iyi karşıladı ve tam 20:15’de kapıya kadar refakat etti. Cumhurbaşkanı Demirel bizleri makamından kalkarak ayakta karşılarken, bana sarılıp yanaklarımdan öptü, “Şemsi Bey, sizinle Tuzla’daki evimizde yemekte güzel bir sohbetimiz olmuştu... Geçen hafta gazetede bir yazınızı okuyunca aklıma geldiniz ve sizi bunun için davet ettim...” dedikten sonra eşime de iltifat etti: “-Maşallah Şemsi Bey’e iyi bakıyorsunuz...” Sohbet koyulaştıkça beni de iltifatlara boğup gazeteciliğimi övdü. 1942 yılından bu yana muhabirlik yaptığımı; Kemal Ilıcak Tercüman gazetesini kurduğunda beni Haber Müdürü yaptığını, ancak muhabirliği bırakmamak
için kabul etmediğimi, muhabirlikten büyük heyecan duyduğumu söyleyince müdahale edip şöyle bir lütufta bulundu; “50 yılı aşkın süre yazı yazan Burhan Felek Şeyhülmuharririn olduğuna göre, 53 yıllık muhabir olarak siz de Şeyh-il muhabirinsiniz!..” Sohbet bitiminde ayrılmak için müsaadesini istediğimde sayın Cumhurbaşkanı bir jest daha yapıp, “Pekala, başka bir gün İstanbul’da devam ederiz. Bugünün anısı için ziyaretinizin resimlenmesini arzu ediyorum.” dedi. Sonra koluma girdi, eşim ile ikimizin ortasında durup objektife poz verirken yine iltifatını esirgemedi: “Bu resim benim albümümde de yer alacak...” Sarılarak vedalaşırken Özel Kalem Müdürü’ne, “TRT ve Anadolu Ajansı’na da haber verin. Meslekte 53 yılını muhabir olarak tamamlayan Şemsi Bey’i ’Şeyh-il muhabirin ilan ettim..” talimatını verdiğinde mesleki hayatımın en büyük ödülünü almanın heyecanıyla ne diyeceğimi bilemedim.(Yeniçag, 11.09.2011) RAUF TAMER ŞEMSİ SILKIM'I ANLATIYOR
Hayatı boyunca muhabirlik yaptı. Sayısız haberlere imza attı. Bir gün olsun yalan yazmadı, yanlış yazmadı, eksik yazmadı. Haber kovalamayı, yürüyen haberi tekrar kovalamayı ve fikri takibi, biz ondan öğrendik. Şemsi Abi, çok da şakacıydı. Haberciliği spor hâline getirmişti. Gülümseyen Haberler’in önderidir. Maalesef kaybettik. Nur içinde yatsın. Ailesine Allah sabır versin... Bize bıraktığı yadigâr Serhat Ulueren’dir. Bizim göz bebeğimiz. Şemsi Sılkım ile Anılar 1950'li yıllar. 83
İstanbul'un yönetimi, Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay'da. Bir koltukta iki görevi var: Vali ve Belediye Başkanı. DAHA ÖNCEKİ GÖREVİ, BAKIRKÖY RUH VE SİNİR HAKLARI BAŞHEKİMİ.
Valiliği sırasındaki en büyük özelliği, meskûn mahallerde içkiyi fazla kaçırarak etrafı rahatsız edenlere uyguladığı "belden şırıngayla su çektirmesi." Mini mini valimiz (Celal Şahin'in yakıştırmasıyla) ayrıca çarşı pazar kontrollerinde etiket koymayanların ya da sahte faturalarla fiyatlarda oynayanlara uyguladığı cezalar: Önce tekdir (para cezası), sonra kötek (ruhsat iptali). Uygunsuz kişilerin peşine taktığı taharri memurları (sivil polis) da cabası. CHP'nin Taksim Mitingi'ndeki kalabalığı görünce İsmet İnönü'ye "İşte paşam İstanbul" demesiyle ünlü, Belediye Tanzim Satış Mağazaları'yla da... Fahrettin Kerim Gökay'la ilgili bir hatıra:. Babam, boyu posu,vücut şekli, bıyığı, İtalyan Borsalino marka fötr şapkası ve yürüyüşüyle Vali'nin tıpkısının aynısı. Şemsi Sılkım, zamanın çok meşhur bir röportajcısı. Ağa Camii karşısında, Beyoğlu, Bursa Sokağı'ndaki üç katlı Bolu Lezzet Lokantası'nı işleten babam Salih Movit'in de hem samimi arkadaşı hem de müşterisi. Muhabirin babama, Beyoğlu Balıkpazarı'nda bir röportaj teklifi: Bayrampaşa Manavı'nda sebzeleri, Ramazan Yazgüneş'in tezgâhında balıkları, Raif Sulaç'ın kasabında etleri, Üçyıldız Şekerleme'de iftariyelik reçelleri, Tavukçu Ali Güzel'de yarka ve hindileri, Kâğıthane Sütçüsü'nde tereyağları ve peynirleri kontrol ederken fotoğraflarını çekmek. sayı//66// ocak
84
Röportaj sonunda da Ağa Camii durağında tramvaya binerken bir fotoğrafla final. Biz röportajın Son Telgraf'ta yayımlanmasını beklerken, lokantamıza gelen cipten inen iki taharri memurunun babamı Valilik Makamı'na götürmek için davet etmesi bizi gerçekten heyecanlandırdı. Sayın Vali, babamı Vilayet'in kapısında karşılıyor ve makamına kadar refakat ediyor. Odadaki boy aynasının önünde, fötrleri başlarındayken ikisi de gülmeye başlıyor. Biz lokantacı Salih Movit'in röportajını beklerken, meğer gazete yayımlanmış: "İstanbul valisi tramvayla göreve gidiyor" ve "Vali'nin Balıkpazarı' ndaki teftişi esnafı heyecanlandırdı" başlıklarla yayımlanmış bile! Şemsi Sılkım'la ikinci anı: 1960'lı yıllar. Yıldırım Gürses ve sayın eşi Ayla Gürses İstanbul'a anlaşma yapmak için gelmiş. Şemsi Bey de onları babamın Hacı Salih Lokantası'na davet etmiş, ağırlıyor. Menü zengin. Kuzu tandır ile başlayan yemek hindi dolması, karışık ızgara, zeytinyağlı enginar, zeytinyağlı yaprak sarması ile devam ederken Şemsi Bey aniden heyecanlanıyor ve kasada oturan babama giderek, "Hacı Abi, üzerimde misafirlerimin yediklerini ödeyecek kadar nakdim yok, ne yapacağımı şaşırdım" demesi üzerine. "Merak etme Şemsi kardeşim, maaşını aldığında ödersin" şeklindeki cevapla rahatlayıp masaya dönen Şemsi Bey'in ilk icraatı sofraya ananaslı karışık komposto ve kaymaklı ekmek kadayıfını peş peşe ısmarlaması... Zamanında, çok konuşulan, (ki cesaret ister), yapmış olduğu Şaki Koçero röportajıydı. Merhumun yayımlanmış iki kitabı bulunmaktadır: Bab-ı Ali Anılarım ve Şöhret/Bir Zamanlar Türkiye. Nur içinde yatsın, ruhu şad olsun.
ÜSKÜP MEDDAH MEDRESESİ
ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN
HAYAT EVRELERİ -3-
Ona göre insan, mesleğinde, sanatında, hünerinde devamlı daha iyiye, daha güzele, daha üstüne, daha yükseğe ulaşmak için çaba ve gayret göstermeli, yükseldiği yerleri ve seviyeleri hiçbir zaman yeterli bulmamalı.. Mustafa ATALAR
li Yakub Efendi’nin eğitim hayatına başladığı dönemlerde daha yeni kurulmakta olan Yugoslavya Krallığı, mevcut İslami eğitim kurumlarını geliştirmek bir yana, bunları tamamen yok etmeyi, ortadan kaldırmayı, izlerini bile silip süpürmeyi, en azından kapılarına kilit vurmayı arzu ediyor, bunun için de elinden geleni ardına koymuyordu. Çok yönlü, çok daha yeterli ve nitelikli bir eğitimin ne kadar önemli ve gerekli olduğunun bilincine varan Ali Yakub Efendi, bir yandan Balkanlarda henüz kapanmamış ama son demlerini yaşayan medreselere devam ediyor, diğer yandan da medrese dışından bulabildiği ilim, irfan sahibi hocalardan özel dersler alarak, kendisini olabildiğince çok yönlü yetiştirmeye, zamanın ve yaşının gerektirdiği eğitim ihtiyacını en iyi şekilde telafi etmeye, aklını, fikrini, ruhunu beslemeye çalışıyordu. Örneğin Hasan Faik Efendi gibi özel hocalardan inşa dersleri alırken, o zamanki dünyanın en önemli ilim, fikir ve kültür dili olan Fransızca öğrenmeyi, bunun için özel dersler almayı da ihmal etmiyordu.
Ali Yakup Efendi, Gilan Medresesi’ndeki tahsilini bitirdikten sonra, 1927 yılında Üsküp’e giderek, Meddah Medresesi’ne kaydoldu. Meddah Medresesi, Osmanlı döneminden kalma, oldukça eski bir medreseydi ama uzun yıllar burada dini eğitim yapılamamış, tamamen atıl kalmıştı. Ataullah Efendi’nin bu medresenin başına geçip, nitelikli bir eğitim kadrosu oluşturarak bu medreseyi yeniden ihya etmiş ve ikinci defa kurmuş oldu. Burada eğitim görenlerden biri olan, Merhum Prof. Dr. Bekir Sadak’ın ifadesine göre, burası artık ‘İslam Yüksek Okulu’ olarak anılır olmuştu. Bu Ataullah Kurtiş Hocaefendi, 1874'de Üsküp'ün Studeniçan köyünde dünyaya gelmiş, dini eğitimini İstanbul'daki Fatih Medresesinde tamamlamıştı. Uzun yıllar aynı Medresede müderrislik yaptı. 5 asırdan fazla süren Osmanlı hâkimiyetinden sonra Makedonya'nın Sırp yönetimine altına girmesi Ataullah Efendi'nin içine sindiremediği bir gelişmeydi. Bu yüzden İstanbul’daki görevini bırakarak 1920'lerin başında Üsküp'e döndü. Sırp yönetimi altında Makedonya’da dini eğitim sükûta uğramış, Müslümanlar ne yapıp ne edeceklerini bilmez, şaşkın bir duruma düşmüşlerdi. Türk ve Müslüman halkın çoğu Anadolu’ya hicret etmekten yanaydı. Fakat Ataullah Efendi, Balkan Türklerinin ve Müslümanlarının asırlardır Türk ve İslam beldesi, ecdat yadigarı olan bu topraklardan göç etmelerine şiddetle karşı çıkıyordu. Balkanlar'daki Osmanlı mirasının elde tutulması, dini ve milli kimlik ve kişiliğin korunması, şuurlu, bilinçli, eğitimli, nitelikli, aydın öncü kadrolar yetiştirilmesi, Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin, dayanışmanın yeniden tesis edilip geliştirilmesi, mücadele ruhunun canlı ve diri tutulması son derece önemli ve gerekliydi. Üsküp'te "Atâ Efendi" olarak da tanınan Ataullah Efendi, hayatını bu mücadeleye ve davaya adadı. Makedonya ve Balkanlardaki Türk ve Müslüman varlığının ve kimliğinin yaşatılmasında onun çok büyük gayretleri ve emekleri oldu. Gece gündüz demeden bu yolda olağanüstü çaba ve gayretler gösterdi. Hem onun, hem de bu medreseden yetiştirdiği öğrencilerinin Balkanlarda İslami kimliğin muhafazasında, mücadele ruhunun tekrar canlanmasında çok önemli katkıları ve rolleri oldu. Meddah Medresesinden yetişenler, Balkanlarda öncü liderler olarak arkalarında kalıcı izler bıraktılar. 85
HÜZNÜN BİR BAŞKA ADRESİ;
DOĞU TÜRKİSTAN -2-
Doğu Türkistanlı olduklarını söyleyen Selahattin, bir sene önce Mısır’dan annesi, ablası ve kardeşiyle geldiklerini, yakın mahallede oturduklarını söyledi. Türkistan’da Kur’an eğitimine başladığını Mısır’da bir Âmâ Hâfız hocasının olduğunu öğrendim. Muhsin DURAN
elahattin Eyyûbî, 88 yıl Haçlıların elinde kalan Kudüs’ü fethettiğinde kıyım ve katliâm olmamış. Dileyen şehirde kalmış, dileyen şehri terk etmiş. Bu dönemde Selahattin’in merhamet ve adaletli uygulamalarını yabancı tarihçiler de ifade etmişler. Sonra Abbasiler, Selçuklular, Memluklular ve nihayet 400 yıldan fazla bir süre Osmanlılar olmak üzere Kudüs, tarihi boyunca İslâm idaresinde kalmış. Osmanlı idaresinde de imar ve inşada kusur edilmemiş, inançlar arasında asla farklı, adaletsiz uygulamaya meydan verilmemiş olduğunu öğrendim. (2) Doğu Türkistan’da birçok konuda, özellikle eğitim ve öğretim konularında hürriyetimiz yoktur. Ben, ben babamın ölümü ve Selahattin’in doğumu sonrası biraz bilgilendikten sonra çocuklarımı kurtarmaya onların eğitimlerini tamamlatmaya karar verdim. Başka ülkeye beş bin dolardan fazla para çıkarmak cezayı gerektirmesine rağmen, maddi durumum iyi olduğu için, bir fırsatını bulup ailemi bir İslâm ülkesi olduğu için Mısır’a götürdüm. Türkistan’da Selahattin’i beş yaşında iken gizli olarak Kur’an eğitimine göndermiştim. Hâfızası iyi, hocası memnundu. Mısır’da eşim ve çocuklarımın komşuları olan bir Âmâ Hâfız, oğlum Selahattin’i okutmayı üstlenmiş. Hâfızlığını iyi götürüyormuş. Mısır’da siyasi durum değişmiş. Normal seçimlerle iktidar olan Muhammet Mursi’yi askeri darbe ile devirmişler onun yerine Mısır Silahlı Kuvvetlerinin Genel Kurmay Başkanı Sisi gelmiş. Mısır’da Doğu Türkistanlı çok sayıda öğrenci varmış. Çin Hükümeti bu öğrencilerin Çin’e iadesini istemiş. Sisi beş yüz kadar öğrenciyi iade etmiş. Maalesef bu öğrencilerin hepsini Çin Hükümetinin idam ettiğini öğrendik. Benim çocuğum resmi bir kurumda kayıtlı olmadığı için kurtulmuş. Dış ülkelerle internet bağlantısı olmadığı için onlarla haberleşemiyordum. Eşimle ikinci bir planımız da vardı. Mısırda aksi bir durum olursa Türkiye’ye gitmeleri gerektiğini konuşmuştuk. Sonrasını bilmiyorum, haberleşemiyoruz. Okulların Yaz tatiline girdiği ayların son haftasında spor, oyun, eğlence ağırlıklı yaz okulunda dini eğitim de veriyoruz. Bir sabah yanımdaki sınıftan yüksek sesler gelmeye başladı. Hemen masadan kalktım zaten sıcak nedeniyle kapısı açık olarak ders yapılan komşu sınıfa baktım. Hanım öğretmen bir kaç çocuğu ayırmaya çalışıyordu. Ben de yardımcı
sayı//66// ocak
86
oldum. Olayı anlamaya çalıştım. On üç, on dört yaşlarında esmer yuvarlak yüzlü, çekik gözlü bir öğrenci karşısında iki çocuk birden saldırma veya korunma hamleleri yapıyordu. Hemen müdahale ederek onları ayırdım. Derdiniz nedir, diye sordum. Bana o şöyle yaptı, bu böyle yaptı, dediler. Onları sıralarına oturttum. Önümde bulunan esmer, yüzü kan ter içinde, gözü yaşlı burnu akan öğrenciyi aldım lavaboya götürdüm. Yüzünü, gözünü, burnunu temizledim. Bu yabancı öğrenciyi benim sınıfıma götürdüm. Bundan sonra benim sınıfımda olacağını söyledim. Daha sonraki günlerde onunla, yeni öğrenmeye çalıştığı Türkçesiyle konuşmaya başladım: Doğu Türkistanlı olduklarını söyleyen Selahattin, bir sene önce Mısır’dan annesi, ablası ve kardeşiyle geldiklerini, yakın mahallede oturduklarını söyledi. Türkistan’da Kur’an eğitimine başladığını Mısır’da bir Âmâ Hâfız hocasının olduğunu öğrendim. Ona Kur’an-ı Kerim okumasını söyledim. Aman Allah’ım! Maharec-i huruf, tecvid uygulaması harika.. Hele hüzünlü bir makamla okuması var ki, hayran olmamak mümkün değil. Selahattin adeta; ailesinin, Türkistan’ın hatta İslâm âleminin şu zaman dilimindeki hüznünü ifade eden bir makam bulmuş kendisine. Selahattin, her gün ödev olarak verdiğim iki sahifelik Kur’an-ı Kerim ezber dersini, ertesi sabah yapmış olarak geliyordu sınıfa. Kur’an-ı Kerim okumaya daha dört yaşında başlamış, hafızlığı epeyce ilerletmiş. Zaman zaman bahçeye hasırlar sererek ağaçların gölgesinde ders yapıyorduk. Çocuklar bir oyun ve eğlence havası içerisinde derslerini bazen aksattıkları halde, Selahattin o sıcak havalarda iki sahifelik hıfzını asla aksatmıyordu. Eğlenceli, sporlu, dersli ‘yaz okulu’ Ağustos ayı başlarında bitiyordu. Okulun son günlerinde Selahattin’i ve ailesini daha yakından tanımak ve bir ihtiyaçları var mı, diye sormak için iki hanım öğretmenle birlikte evlerini ziyaret ettik. Temiz sağlıklı bir dairede oturduklarına sevindik. Anne Otuz, otuz beşlerinde bir hanımefendi, birisi kucakta, Selahattin on iki, bir de ablası on üç on dört yaşlarında dört kişilik bir ailesi vardı. Tanıştık. Anne başlarından geçenleri anlattı: Mısır’da, Çin’e iade edildikten sonra idam edilen 500 öğrenciden bahsetti. Kendilerinin de Mısır’da resmi kayıtlarının olmadığı için tanınmadıklarını, onun için iade edilmekten kurtulduklarını anlattı. Sonra da Türkiye’ye göçtüklerini, şimdilik rahatlarının
yerinde olduğunu ancak Çin’e iade edilme korkusunu her an yaşadıklarını, eşi ile iki yıldan beri haberleşme kuramadıklarını söyledi. Çocuklarının, “Anne, ya babamız idam edildiyse” diye sorduklarını anlatırken bir taraftan da gözyaşları döküyordu. Selahattin önceki sene, Kur’an-ı Kerim okuma yarışmasına girmiş, bisiklet hediye etmişler, okula onunla geliyordu. Yaz okulu biterken de yarışma düzenledik. İlçe Müftülüğü’nün jürisi yine birincilik verdi. Jüride bulunan Hafız Ahmet Hoca, Selahattin’i kursuna yatılı olarak alabileceğini söyledi. Kayıt döneminde irtibata geçtiğimizde ailesi, evde yalnız olduklarını, okula evden devam etmeyi tercih ettiklerini söylediler. Artık Selahattin’in iyi bir eğitim alması ve ideallerini gerçekleştirmesi için ciddi sebepleri yanında imkânları da vardı. Aslında Selahattin büyük idealini gerçekleşmek için ilk adımlarını çoktan atmıştı. Selahattin bunun farkında mıydı acaba? Olmalıydı, herhalde…Zor ve zulüm gafleti dağıtır, insanı kısa zamanda eğitir. Kadim kültürümüzde bir atalar sözü vardır, “harb-i umumiyi gören (çocuk da olsa) ihtiyarlar,” diye. Her ne kadar sıkıntılar insanı biyolojik olarak etkilese de, asıl olan çilenin onun rûhuna attığı tohumlardır. Tarih, rûhuna atılan intikam tohumları nedeniyle yeryüzünü kan gölüne çeviren zalimlere tanıklık ettiği gibi, bu tohumları dönüştürerek, yeşerterek ibretlik dersler çıkaran, istikbâle ışık tutan güzellikleri sahneleyen, zulüm kılıçlarını kıran gerçek yiğitlerin, kahramanların altın sahifelerine de şahitlik etmiştir. Dünyamız çoğunlukla dertli ve çileli olan insanların meskeni olmuş. Hala da öyle. Ama çile pınarlarının suyu mazlumlar için hep Kevser yerine geçmiştir. Bu coğrafyalar zor ve zulüm zamanında anaların doğurup büyüttüğü nice yiğitleri er meydanlarına sürmüş. Kaderin kahırla, çile ile yoğurduğu, öğrettiği, eğittiği “o erler” içinden Alparslanları, Nurettinleri, Selahattinleri, Süleymanları, Ertuğrulları, Fatihleri, Yavuzları göndermek hep O’nun lâtif cilvelerinden olmuştur. O’na bu hiçbir zaman zor olmamıştır ki…Belki de Selahattin’in dedesinin sözü gelecekte şöyle tecelli edecektir: “Selahattin Türkistan’ı kurtar… Selahattin Türkistan’ı kurtar,” emrini alan bir yiğit meydana sürülecektir kim bilir./1- İsrâ Sûresi, 1. Ayet. /2-Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi 87
ŞEHİR SOHBETLERİ 25
KÖYÜMÜZ Toros köylerinde medeniyet araçlarının olmadığı halde mükemmel yaşam kültürlerine sahiptir. Yaşamlarının güçlü ve zengin olmalarının temelinde değişimin olmaması yatar.
Ahmet NARİNOĞLU
iraz hikaye/ Adana nın Toros köyleri. O yıllar yolun, suyun, elektriğin gelmediği, damlarda okulların olduğu yıllar. İncirlik üssünde bir Amerikan Üniversitesi Antropoloji bölümü hizmetlerin gelmediği bir Toros köyünde sosyolojik inceleme yapmak ister. Köy tespit edilir. Tek şartları evlerin bir köşesine banyo yapmak. Uygun olmayanlara buda yapılır. Öğrenciler yaklaşık 3 ay köyde kalırlar. Köy ‘hayatını birebir yaşarlar. Tarım, hayvancılık, çiftçilik, bağ-bahçe işleri, tarlada çalışmalar, orman işleri ve bilumum köyde o yaz yapılagelen işleri yerleştikleri hanede birebir yaparlar. Kızlar ev işlerine, evde temizlik, çamaşır, bulaşık, ekmek yapma, yemek ve ne varsa kadınlarla çalışırlar. Erkek öğrencilerde odun kırmadan tutun diğer işleri yaparlar. Köyün Sosyal Kültürel hayatına kalırlar. Yaşadıklarını not alırlar. Araştırma raporu hazırlar. Bu çalışma iki yıl sürer. Raporlarında şu meyanda ana tespit yapılır. Toros köylerinde medeniyet araçlarının olmadığı halde mükemmel yaşam kültürlerine sahiptir. Yaşamlarının güçlü ve zengin olmalarının temelinde değişimin olmaması yatar. Yine Toros köylerinden bir hikaye. Orta Doğu Teknik Üniversitesi toroslarda “Küp Köyleri” denilen yerde köy araştırmaları yapar. Onay yıl arayla aynı köye gelinir. Köydeki değişimler, yenilikler tespit edilir. Bunların sosyolojik analizleri yapılır. İlk çalışma 1972’de Küp Köyünde yapılır. On yıl sonra 1982’de yine yapılır. On yıl içinde köyde iki şey değişir. Köye iki yenilik girer. Birincisi, ev kapıları; tahta kilitli iken demir kilit takılır. İkincisi, elle çalışan dikiş makinası köye girer. Başkaca da değişim veya yenilik gözlenmez. Onar yıllık değişime dair yorum mealen şöyle özetlenir. Toroslarda, küp köyleri gibi benzer köylerde dünyayla irtibat kesiktir. Köylerin yakınındaki kasabada demircinin yaptığı kapı kilidi görerek köye girer. Kasabadaki ailelerden gören bir köylü kızına düğünlük dikiş makinası alır. Köyde şalvar, entari, gömlek v.b dikmeye başlar. Her iki değişimde dış etkilerde olur. Köyler dışa kapalı kaldıkça değişime de kapalıdır. Toros köylerinden bir hikaye daha. Köye öğretmen atanır. Yol yok. Orman köylerine yolu, yeniliği orman teşkilatları götürür. Mesela telefon hatları çekilir. Böyle bir köyde öğretmene bulunan bir damın bir köşesine banyo, bir tarafına mutfak denecek şekilde tahta
sayı//66// ocak
88
derme çatma bölüm yapılır. Öğretmen bunu köylüye gösterir. Yüne öğretmenin isteği üzerine köye soba alınır. Malum soba odalarda tam ortaya kurulur. Borusu da ocaklığa veya tavana doğruca bağlanır. Yerlere tahta döşenir. Yine köye sabun götürülür. O dönemde Anadolu da dışardan alınana gaz, bez, tuz denirdi. İçerde ise “kil ve kül” olurdu. Biri elbise, biri bulaşık temizlerdi. Onun yerine sabun dağıtılınca yiyecek sanılıp köylüler yiyince, yolsuz bu coğrafyada hayat kurtarmak oldukça zahmet ve korkutucu olur. Hikayenin tam ortasındaki öğretmen, köye medeniyet adına yenilik getirdiği için takdirname ile taltif edilir. Bunu gören politikacılar var. Mesela Menderes bir hükümet programında “köy değirmenlerine kadar yol yapacağız” demiş. Zira Anadolu’yu inceleyen yabancı bilim heyeti Anadolu’da bir değil, kırkbin Anadolu var. Köyler birbirine kapalı, açmanın yolu, yol yapmaktan geçer der. Demirel’de; Şehirde ne varsa köyde o olacak der! Köyleri değiştirmenin yoluna Kırsal Kalkınma derler. Derler de köylerin çöküşü de böyle başlar. Gelişme, kalkınma, ilerleme, modernleşme denen şey köyün çöküş hikayesinin öteki adı olur. Köye okul giderse kalkınır dediler, olmadı. Yol giderse kalkınır dediler, olmadı. Elektrik, su, telefon gelirse kalkınır dediler, olmadı. Kooperatif kurulursa kalkınır dediler, olmadı. Şehirde ne varsa köyde o olsun dediler, olmadı. Bunun sebebi karar vericiler köyü tanıyamadılar. Köyün sosyal, kültürel, ekonomik, geleneksel, tarihsel yapı ve dinamiklerine uygun politika ve sistem kuramadılar. Neticede köy kaybeder, kazanalar malum. Bizim gibi köyden kalkıp şehirlerde kaim olanların bir memleket hayali vardır bizimki gibi.Şu anıda saklı olduğu gibi. “Gaz lambaları altında, masasız ders çalışırdık. İşte akan sular, parlayan lambalar, çalışan yollar, işleyen makineler isteği, o günlerin geri kalmışlığında adını ve tanımını yapamadan içimde kalan boşluklardı. Şuur altında kalan gelişmenin özlemi arayışıydı. Siyasetinin dalgalandığı, toplumun ayrışarak çatışmaya başladığı yıllar. O dönemde açıklanan devalüasyon sonucu pahalılığın değerlerimizi yozlaştırmaya başladığını kendimce anlıyordum. Ekmek davası uğruna köyler boşalarak şehre doluyordu. Toplumda insanlar ya bir tarafa itiliyor veya bir tarafta sayılıyordu. O yıllarda bu hareketlerin dayatma olduğunu,
toplumumuzun iç dinamiklerinin sonucu olmadığını anlıyordum. Ve bir tarafta değil, milletimizin değerlerinin yanındaydım. Ayakta kalmanın değerlerimize sarılmaktan geçtiğini biliyordum.” yani köy kalmalıydı, köy yaşamalıydı. Maalesef 1950’den başlayan 1960, 70, 80’lere dek süren köy filmlerinde köylü “cahil, kaba, görgüsüz, hatta yobaz” vasıflarıyla pompalandı. Bu köy, köylü algısı tamamen tuttu. Halbuki bize; köy medeniyet irfan merkezi, köylü de arifti. Anadolu irfanı köy irfanıydı. Köy üretir, bütün safiyaneliğiyle insan yetiştirirdi. Yüz yıllardır düzenin, nizamın ekseniydi. İstanbul diri kalsın diye Viyana boylarını koruyan kollayan Anadolu köylüsüydü. Atını besler, helalleşir, kuşanır cenge giderdi. Bu dava yanımıza sünger çekip köylüyü kaba ve cahilliğe iten propaganda İstanbul’a göçen Hasan Emmisini aratır.Şehrin göbeğinde ayakta şalvar elde kazma define aratır, yavuklusunu satın almak (başlık parası) için inşaatlarda çalıştırır, ağayı şehre yollar marabasına maskara ettirir, tablacılık yaptırır, zabıtalarla köşe kapmaca oynatır, pavyonlara düşürür, rezil ve rüsva eder. Bu itilmiş, kakılmış köylü tipi ile medeniyet üretemeyiz demeye getirirler. Şehirleri adres gösterirler. Orada batı kültürü ile yoğurulan, şuh, cazip, efsunlu bir dünya davet ederler. Kurtarıcınız bu derler. Geldiğimiz nokta, bağlı, bağımlı, değerlerinden kopuk, kültür/medeniyet iddiası olmayan şehir kitleleri ile dünyaya açık yol alıyoruz. Akıbet hepimizi korkutuyor. Cumhuriyetle beraber köylü milletin efendisi anlayışı doğar. Böylece köy ve köylüyü kalkındırmak davası başlar. Cumhuriyeti kuran Atatürk “köylü milletin efendisidir” diye haykırıyordu. Köylü şehirli önünde ezik, köy şehre yenik düşmüştü. Köy doyurmuyordu, köyden şehre göç başlıyordu. Gün geldi “köy” tümden şehre göçtü. Şehrin içinde köyler peydahlandı. Şehir “köylüleşti”. Tamda ata sözünün dediği gibi oldu. “ne köylü ne şehirli”. Bizim Köy / Köyü şöyle tanımlıyoruz. Biz köyde ufku, dağların gökle kesiştiği çizgileri dünyanın sonu zannederdik. Ondan ötesi yok, oradan öte gök boşluğuna düşülür zannederdik. Ufuklar ile çevrili küçük bir dünya. Köyde bu dünyanın içinde yaşadığımız kocaman bir dünya. Tarihe bakacak olursak köy adının Anadolu Selçuklularından beri kullanıldığı ortada. 89
kasaba itibar olunur. Ve Belediye Kanununa tabidir. Madde 2- Cami, mektep, otlak, yaylak, baltalık gibi ortak malları bulunan ve toplu veya dağınız evlerde oturan insanlar baş ve bahçe ve tarlalarıyla birlikte bir köy teşkil ederler. İnalcık’a göre: Geleneksel tarım ekonomisinin esas üretim vasıtası, bir çift öküz, saban ve kağnıdır. Bir çift öküzü olan aile hanedir. Hane köylü ailesidir. Hanede dede, nine, anne, baba, kardeşler, oğullar, torunlar yer alır. Bu yapı günümüzde de toplumun temelini teşkil eder. Osmanlı köyü, tarlası, otlağı, çayırı, bağ/bahçesi olan üretim yapan çifthaneler den oluşan bir toplumdur.
Osmanlılar karye deselerde köy adı tarihte hep var.Tahrir kayıtlarında höyük,harabe,ören,viran adlarının eski köy yerleşimleri için kullanılagelmiştir.Anadoluya gelen Türkmenler eski köyler üzerine yerleştikleri anlaşılıyor. Konar göçerler de otlak, yaylak,kışlaklar arasında hayat sürerken buralara yerleşieler.Yeni kurulan köyler tekke ,zaviye, cami etrafında oluştukları görülüyor.Birde tarihten beri gelen köy sınırları adları var.Akar bakar,su yolları, dereler, ırmaklar,dikili taşlar gibi.Bu günde hala sınır işaretleri. Köy, ilmî tarifiyle tam bir içtimai sahadır. Cümleyi yeniler için söylersek . Köy sosyolojik tanımıyla tam bir sosyal alandır. Hatta dört dörtlük. Keşke her köyden çıkan aydın, köyünü incelese, yazsa, yaşatsa. Güzel çabalar varsada uyarmak bizlere düşer. Köyü şöyle tanımlıyoruz : Okul, cami otlak, orman, yaylak ve mera gibi ortak malları bulunan, toplu veya dağınık yerleşen bağ, bahçe ve tarlaları ile birlikte oluşturdukları yerleşmelerdir. Köyle nüfusları 2000’in altında olan, muhtar tarafından yönetilen, en küçük idari birimlerdir. Resmi tarifi Köy Kanunu yapar. “Madde 1- Nüfusu iki binden aşağı yurtlara (köy) ve nüfusu iki bin ile yirmi bin arasında olanlara (kasaba) ve yirmi binden çok nüfusu olanlara (şehir) denir. Nüfusu iki binden aşağı olsa dahi belediye teşkilatı mevcut olan nahiye, kaza ve vilayet merkezleri sayı//66// ocak
90
Bir tanıma göre: Köy, genelde tarımla uğraşan ortak çıkarları az olan, dayanışmacı, kendi halinde, toplumsal çevreden çok doğal çevreyle yoğun ilişkilerde bulunan, birkaç düzine ile birkaç yüz arasında hanelerden kurulu topluluklardır. Köy Neydi? / Köy kırsal yerleşim alanıdır. Merkezde yerleşim yeri, çevresinde orman, tarla, bağ/bahçe, çayır, mera, sulak, yayla, dağ, ova alanları kapsayan coğrafi sınırları var. Köyde yaşam tarım ve hayvancılığa dayandığından coğrafya en hayati konudur. Tarihten beri gelen köy davaları meşhurdur. Mesala Osman Turan,Anadoluya gelen Türk boylarının otlak yaylak kavgalarından bahseder eserlerinde. Bu coğrafyadaki yerleşime köy, içinde yaşayanlara köylü deriz. Bazı yerlerde gurbettekilerde ayrı yerlerden olsa da memleketlisine “köylüm” der. Bunun öteki adı hemşericilik oluyor. Köy, ekonomik yapısı tarım ve hayvancılığa dayanan kendine özgü bir kültürü, düzeni olan yerleşim birimidir. Köy toplulukları homojen kültüre sahip olduğundan mesleki farklılaşma sınırlıdır. Köy, tarımsal üretim biçiminin hakim olduğu geleneksel toplumsal yapılara sahip bir yerleşim düzenidir. Sanayi, endüstri, bilim ve teknolojik gelişmeler arttıkça köyler dağılmakta, yapısal bir dönüşüme uğramaktadır. Köyü kendi haline bırakırsak göçüyor. Köyü yerinde tutmak için daha iyi bir sosyo-ekonomik ve kültürel düzeye ulaştırılmalı. Toplum kalkınmasında öncelikli köyden başlayarak toplumu kalkındırmak olmalı.Geldiğimiz noktada kırsal kalkınma terkedilerek kırsal üretime geçilmeli. Bu çabalar olsa da köy değişim rüzgarı önünde erimektedir. Ne yazık ki, köyü, köy hayatını, köylüyü tanımayan nesiller yetişiyor. Tereciye tere satmadan köye bir bakalım, köy neymiş?
• Köy sayısı fazladır/ Dağınık yerleşime sahiptir • Tek düze, sade hayat / İş/geçim odaklı hayat • Köy (mahalle) baskısı / Aile/ev ekonomisi var. İşletme/işletmecilik görülmez • Sözlü kültür yoğun / Meydanı var, erek’i var • Gün içinde iletişim kurulur / Her köy birbirinden bağımsız • Yerleşme, yapılaşma, plan ve projeye dayanmaz / Üretim, pazarlama, organizasyon yönünden gevşek yapılı • Köyde nüfus yoğunluğu az, kentte çok/ Köyde nüfus, doğurganlığın çok olması nedeniyle artar • Köylerde birincil ilişkiler var / Köylerde kültürel anlamda tutucu sayılır • Köylerde egemen geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır / Köylerde cinsiyete dayalı doğal iş bölümü, gelişmiştir • Köyler üretimin doğal koşullara bağlı yaşadıklarından doğal afetlerden daha çok etkilenir • Tarım ve hayvancılık faaliyeti temel geçim kaynağıdır • Geleneklerin toplum hayatı yaşarlar / Homojen bir yapı vardır • Kolektif dayanışma ve birlikte tüketme yaygındır / Nüfus yoğunluğu fazla • Tarımda düşük gelir ve gelir beklentisi / Geleneksel tarımsal üretim metotları • Okur-yazar oranının düşüklüğü /Tarımda yabancı sermaye ve girdi kullanımı düşük • Çok sınırlı bir örgütlü tarım /Geleneksel, küçük aile işletmelerinden oluşan yoğun olarak yoksul köylü işletmeleri Gelelim köylüye. Köyde her yaşayana köylü demiyoruz. Köyle maddi, manevi, ırsi (soy sap) gibi bağları olanlar köylüdür aslında. Köyden şehre göçle beraber “köylü” tanımı tartışılır hale gelmiştir. Kim köylü? Köyde oturan mı, köyde oturmadığı halde kendini köylü sayan mı? Ne güzelki köyden şehre göçenler birinci ve ikinci kuşak köye aidiyet duyuyor ama gelen nesiller ile kopuyor. “babam şuralı, annem şuralı…” diyen biri kopuyor demektir. Bir başka yönü de köylü/şehirli ayrımı, medeniyet cehalet ayrımı köylüyü ürkütmüştür. Bu sebeple şehirde tutunamayanlar, köye, köylü hemşerilerine, yerel derneklere sığınmaktadır. Yarım asır yaşadığı halde oturduğu şehirli
yerine kendini köylü hissedenler bu gruptandır. Bizde Köylü’lük bir kimliktir. Bu kimlik gururla, onurla taşınmalıdır. Doğduğun yer, doğduğun yer ayrımından bakıldığında köylülük kaybedilegelmektedir. Köylü ise, köy olarak tanımlanan fiziki ve sosyal mekan içinde yaşayan ve ağırlıklı olarak tarım, hayvancılık, el sanatları gibi uğraşlarla varlıklarını sürdüren kişi ya da kişilerdir. Sosyolojinin tanımı böyle. Biraz açalım. Köylü/Köy İnsanı hangi özellikleri taşır? • Sakin ,Geleneklerine bağlı ,Büyüklerine saygılı, Az konuşur • Arif/Akıl yorar,Muhafazakâr, Kadercidir, Ailecidir, Yörecidir • Beklentisi düşük, Şartlara göre sağlıklı ve mutlu, Sade yaşar • İyi vatandaş, Hemşehrici, Aile disiplini (gelenek,görenek) içinde yetişir • Şark kurnaz, Sade yanar, Akraba, komşu, hısım, dost gibi yakın ilişki içindedir • Birbirlerini iyi tanır ve takip ederler, Az konuşur, çok çalışır. Bu kadar da yetinelim. Size kalsa nice özellikleri sıralar gidersiniz. Peşinen söyleyelim. Köylünün özellikleri Türk Milletinin özellikleridir. Mesela bir batılı seyyah Anadolu gezinde seyahatnamesinde Anadolu insanı (yani köylü) az konuşur, çok çalışır diye söyler. Devam edecek… 91
ŞEHİR SERGİ İSMET YEDİKARDEŞ RESİM SERGİSİ
MEDENİYETLER KAPISI
MARDİN 16 Ocak -16 Şubat 2018/ Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi Mehmet Lütfi ŞEN (Küratör)
essam İsmet Yedikardeş'in Mardin şehrinin kültürel, tarihi ve mimari özellikleri, sanatçının kendine has bakışıyla yansıttığı eserleri ile buluşuyor. "Medeniyetler Kapısı Mardin" ismi ile sergilenecek ve bir bölümü tuval üzerine yağlı boya eserlerinden oluşan sergi, ekseriyetle Mardin şehrinin eski ama "eskimez" yüzünün yorumlandığı bir sanatsal üretimi ihtiva ediyor. Serginin takdim yazısında Mardin şehrinin tarihi boyunca ev sahipliği yaptığı birbirinden farklı etnik ve dini unsurlar üzerinde kurduğu barışçıl atmosfere değinen ressam İsmet Yedikardeş, sanatında ve özel olarak "Medeniyetler Kapısı Mardin" sergisinde ulaşmak istediği hedefi şu sözlerle ifade ediyor: "Birlik İsmet Yedikardeş Resim Sergisi "Medeniyetler Kapısı Mardin" ve bütünlük içindeki bu barışçı anlayış, çatışmaların körüklenmek istendiği günümüzde tehdit altındadır. Bu zengin medeniyetin mirasçıları olarak, bize aktarılan değerleri korumak ve gelecek nesillere aktarmak borcumuzdur. " GELENEĞİ GELECEĞE TAŞIMAK
İnsanlık tarihinin kadim şehirleri vardır. Bu şehirlerin önemi kuruluş tarihlerinde değil mensubu olduğu medeniyetlere ilham olmuş kültürel ifade biçimlerindedir. Medeniyetlerin varoluşu bu kadim şehirleri eliyle gerçekleşir ve zamanda oluşturdukları hacim ile bu kendilerine mahsus kültürel ifade biçimi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Şehrin medeniyetin dili olmasını sağlayan temel unsur mimariden şiire, resimden müziğe sanatın bileşenlerinden oluşur. Nasıl medeniyetlerin yapıtaşları şehirlerse, şehirler de sanatçılarının eserleriyle varlıklarını geleceğe taşırlar. Bir şehrin sanatçısı olmanın yolu şehirdeki sınırlı imkanları kullanıp sınırları aşan bir eser vermekten geçer. Sanatçının tamamladığı her eser şehrin geleceğine eklemlenen yeni bir imkandır. Medeniyetlerin kimliği bu imkanlardan doğar. Şehri kadim kılan bir mimari yapı, bir resim, bir heykel, bir şiir, bir beste değil, bunların etkileşimlerinden doğan olağanüstü bir terkiptir. Üst paragrafta özetlemeye çalıştığım şehir, medeniyet, sanat ilişkisi, bir çağdaş ressamın doğduğu kadim kentin kimliğine eklemlenmiş olağanüstü çalışmalarından oluşan sergi projemizle yakından ilgili. Evet Ressam İsmet Yedikardeş’in bir coğrafyaya mensup ve dost olmak, doğduğu şehrin zaman katmanları arasında büyümek, farklı medeniyet değerlerinin aşınmamış halleriyle sayı//66// ocak
92
hemhal olmak, sonra çağdaş ve özgün eserlerle şehri geleceğe havale etme çabalarından doğdu “Medeniyetler Kapısı Mardin”. Ben hiç sözü uzatmayacağım çünkü çok yetkin ve önemli iki makale yer alıyor katalogda . İlki 2016 yılında aramızdan ayrılan ama sanata kattıklarıyla her zaman yaşayacak olan dostumuz Prof. Dr. Kaya Özsezgin’in Yedikardeş sanatına genel bir bakışı ve yine kültürel miras deyince ilk akla gelen Prof. Dr. Metin Sözen’in bu sergide buluşacağımız eserlere yönelik kaleme aldığı makale. Bu arada Yedikardeş’in seramik heykeller, deri üzerine çalışmalarını da içeren farklı disiplinlerden oluşacak bir retrospektif sergi hazırlığı da yaptığımız müjdesini vermek istiyorum. Sizi bu muhteşem eserlerle baş başa bırakırken birlikte uzun çalışmalar yaptığımız Ressam Dostum İsmet Yedikardeş’e, bu önemli serginin sanatseverlerle buluşmasının imkânlarını oluşturan Zeytinburnu Belediye Başkanımız Sayın Ömer Arısoy’a ve emeği geçen tüm dostlarıma gönülden teşekkür ediyorum. BİR YAŞAM VE KENT YORUMCUSU: İSMET YEDİKARDEŞ (PROF. DR. KAYA ÖZSEZGİN)
"…Mardin kentinin yapısal ve kentsel özelliğini İsmet Yedikardeş’in resimleriyle özdeş kılan nedir? Bu soruya verilecek en doğru yanıt, kentin birbiri içine geçen yapılarının yarattığı Mardin’e özgü mimari doku ile Yedikardeş’in tablolarındaki dekupe kompozisyon anlayışı arasındaki ilginç paralellik olacaktır. Gerçekten de Mardin’in kent yapılarında tanık olduğumuz “girift” düzen, sanatçının resimlerinde mimari ve dekor elemanlarının birbiri içine geçen ve de
birbirini tamamlayan parçalarıyla örtüşmektedir. Artuklu ve Süryani mimarisi, Mardin’deki bu iç içe geçmişlik kapsamında hiçbir yadırgatıcı etki yaratmaz gene de. Bunun en önemli nedeni, Anadolu’nun başka kentlerinde bulmadığımız Mardin’e özgü kaynaştırıcı ve senteze götürücü kültür kimliğinin varlığıdır…" KENTLER SANATÇILARA ANLAM KAZANDIRIR... (PROF. DR. METİN SÖZEN)
"...Dünün ustaları, bir tek malzemeden, taştan bir büyük dünya yaratarak, İsmet Yedikardeş’e ‘’azla çok şey yaratmanın’’ yolunu göstermişler. Yüreği kentiyle çarpan sanatçı da, aldığı mirası özümsemenin bilinciyle, nerede görürlerse görsünler herkesin ‘’bu kent Mardin, bu resim İsmet Yedikardeş’in diyeceği bir sonuca ulaşmıştır. Başka örnekleri düşündüğümüzde, sabır ve ustalık isteyen bu yolda, Mardin de Yedikardeş de, ulaştıkları düzeyden mutlu gözüküyorlar. Gördükleri ilgi bunun bir yansıması. Bugüne kadar ürettiği resimleri değişik ortamlarda izleme olanağı bulmuş bir kişi olarak, bende bıraktığı berraklaşan nokta, sanatçının geçmişin bize sunduğu tüm birikimleri belirli bir zamanda buluşturmuş olmasıdır. Kendisinin yarattığı bu zaman, kente karar verecekler için toplu bir değerlendirmedir. Burada ‘’kentin ortak ruhu’’ söz konusudur. Bir kent, bir sanatçı ‘’gününüzün savruk yaşamında’’ yol gösterici olabilir. Düşünmek, düş kurmak, kendini tanıyan bir birey olmak için kentler-sanatçılar yol göstericidir. Varlığımızı nelere borçlu olduğumuzu, zaman zaman bizlere onlar anımsatırlar..." 93
ÖMRÜNÜ GENÇLERE ADAYAN YAZAR
TALİP ARIŞAHİN Peygamber Efendimizin çevresindeki bir kısım sahabenin ibretli hayatlarını hikâyeleştiren Talip Arışahin, günümüz çocuklarının ilgisini çekecek kitaplar da hazırladı. Mehmet Nuri YARDIM
Talip Arışahin Hoca, ömrünü aziz milletimizin ilmine, irfanına, tarihine ve edebiyatına hasreden kıymetli bir ilim, din ve fikir adamıdır. Popüler kültürün hakim olduğu günümüzde böyle değerli kalem erbabı fazla tanınmıyor. Ama onların hizmetlerini duyurmak, kadir ve kıymetlerini bilmek mecburiyetindeyiz. Aksi insafa sığmaz ve vefa hissine uymaz. Talip Hoca gibi kıymetli şahsiyetleri çocuklarımıza ve gençlerimize tanıtmak, eserlerini yavrularımıza okutmak bizim vicdan borcumuzdur. Talip Arışahin, 1941 yılında Konya’da doğdu. 1960 yılında Konya İmam Hatip Okulu’ndan, 1965 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden (Şimdi Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi) mezun oldu. Kars, Konya ve İstanbul’da çeşitli okullarda öğretmenlik ve idarecilik yaptı. 1984-1986 yıllarında Antalya’da Millî Eğitim Müdürlüğü görevinde bulundu. 1993’de emekli olduktan sonra da 2004 yılına kadar özel okullarda öğretmenlik yaparak, yaklaşık 40 yıl millî eğitime hizmet etti. Eğitim öğretim hizmetleri dışında Mavi Kırlangıç, Tercüman Çocuk ve Diyanet Çocuk dergilerine hikâyeler yazdı. Çocuklar için yazdığı ilk kitap olan Küfeci Minikler 1970 yılında İrfan Yayınevi’nde neşredildi. Görgülü Kuşlar Gördüğünü İşler kitabı Diyanet Vakfı tarafından yayımlandı. Fatih’in İstanbul Rüyası yine Genç Damla serisinden 2015’te çıktı. Şimdi yazarımızın bütün eserleri, Damla ve Mihrabad Yayınları tarafından kültür hayatımıza kazandırılıyor. Arışahin’in Akaid ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi gibi ders kitaplarının yanısıra çocuklar için yazdığı hikâyeler ile gençler ve yetişkinler için kaleme aldığı değerli romanlarından bahsedeceğiz: Çocuk Sahabeler Dizisi 10 kitaptan oluşuyor. İsimleri şöyle: Üsame bin Zeyd (Peygamberimizin Evlatlığının Oğlu), Abdullah ibni Ömer (Hz. Ömer’in Oğlu), Ebu Said el-Hudri (Muhaddis ve Muallim), Hz. Ali (Allah’ın Arslanı), Zeyd bin Harise (Peygamberimizin Evlatlığı), Sa’d ibni Ebî Vakkas (Cennetle Müjdelenen), Enes bin Malik (Peygamberimizin gönüllü Hizmetkârı), Zeyd ibni Sabit (Vahiy Kâtibi), Hz. Ayşe (Müminlerin Annesi), Abdullah ibni Abbas (Peygamberimizin Amcasının oğlu). Peygamber Efendimizin çevresindeki bir kısım sahabenin ibretli hayatlarını hikâyeleştiren Talip Arışahin, günümüz çocuklarının ilgisini çekecek kitaplar da hazırladı. Bunlar da
sayı//66// ocak
94
İstanbul’un Fetih Hikâyesi, Yıldızlar Takımı, Küfeci, Ayının Dostluğu ve Ağlayan Devre Yavrusu’dur. Bu kitaplarla da çocuklara merhamet, yardımseverlik, sevgi, cesaret, şefkat, kahramanlık gibi duyguları telkin ediyor. ERTUĞRUL GAZİ’Yİ YAZDI
Bilindiği gibi Alparslan’ın Malazgirt Zaferi’yle Anadolu’nun kapıları bizlere açılmıştır. Bu kapıdan girenler arasında Kayı Obası da vardı. Ertuğrul Gazi’nin Beyliğindeki oba, yer arayışını tamamlamış, Söğüt ve Domaniç’te çadırlarını kurmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti’nin Sultanı Alaeddin Keykubat’ın takdirini kazanan Ertuğrul, az kuvvetle bir yandan Moğol güçleriyle, bir taraftan Bizans kuvvetleri ve Tapınak Şövalyeleriyle mücadele etmiş, içerde ise ihanet odaklarını üstün siyasi dehasıyla bertaraf etmiştir. Dönemin maneviyat büyükleriyle sık sık görüşüp dualarını alan Ertuğrul Gazi, 624 yıl dünyaya hükümferma olacak, üç kıtada, yedi iklimde adalet ve hakkaniyetle devam edecek olan Osmanlı Devlet’nin temelini atmıştır. Ertuğrul Gazi, hem inançlı kişiliğiyle hem de cesareti ve kararlılığıyla büyük bir obayı arkasından sürüklemiş ve herkese ümit olmuştur. İşte Talip Arışahin, bu büyük öncü, üstün lider ve dirayetli komutan Ertuğrul Gazi’yi kaleme alarak bir bakıma günümüz insanlarına moral vermiş ve geçmişte yapabildiğimiz büyük işlerin günümüze de ışık tutması gerektiğini hatırlatmıştır. Yazar bu eserinde, ‘kurucu bir lider’in dirayetini, metanetini, gayretini ve cesaretini anlatıyor, devrin sosyal, kültürel ve dinî hayatı hakkında da bilgi veriyor. Tarihimizde yer alan büyük kahramanlardan Ertuğrul Gazi’nin hayatını anlatan Talip Arışahin, ezan, bayrak, töre ve devlet adına yola çıkan, esas maksadı i’la-yı kelimetullah (kızıl elma) olan Kayı Obası’nı anlatırken onların bu samimiyet ve ihlasla nasıl dünyanın dört bir tarafına yayıldıklarını da gözler önüne seriyor. Yazarımızın bütün derdi tasası, çocuklarımıza ve gençlerimize sağlam bir tarih şuuru verebilmek, onların atalarına lâyık insanlar olarak yetişmeleri için katkıda bulunmak. ARKASINDAN YAVUZ SULTAN SELİM GELDİ
Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti’nin en kudretli, geniş ufuklu ve büyük padişahlarındandır. Onun kısa zamanda yaptığı işler, kazandığı zaferler ve elde ettiği başarılar, olağanüstü derecededir. Dedesi Fatih Sultan Mehmed gibi âlimlere çok büyük saygı gösteren ve gece gündüz kitap okuyup bilgisini arttıran
Yavuz, sanatkâr yönüyle de temayüz etmiş, hafızalarda yer eden şiirlere imza atmıştır. Yavuz, Anadolu’da huzur ve birliği sağlamasıyla, Çaldıran ve Ridaniye zaferleriyle, Güneydoğu illerini Osmanlı’ya bağlamasıyla, Arap İslam ülkelerini imparatorluk topraklarına katmasıyla Suriye ve Mısır topraklarını fethetmesiyle bir cihan padişahı olduğunu göstermiştir. 58 yıllık kısa ömründe 8 yıl saltanat süren, padişahlığı döneminde Devlet-i Aliye’yi şahlandıran Yavuz’un hayatını Talip Arışahin’in kaleminden okuyoruz. Yazarımız bu eserinde, Yavuz’un doğumundan başlayarak çocukluğunu, delikanlılık yıllarını, aldığı eğitimi, hocalarını, şehzadelik dönemini, fizikî ve ruhî portresi ile birlikte sağlam kişiliğini anlatıyor. İsyanların üstüne gidip püskürten, ayaklanmaları bastıran, fitne odaklarının faaliyetlerini kudretli şahsiyetiyle durduran Yavuz’un, Osmanlı’ya kazandırdığı ‘Halifelik’ müessesesine verdiği büyük değer “Hadim’ül Haremeyn” ifadesinde kendisini buluyor. ŞAİR PADİŞAH
Malum olduğu üzere Yavuz Sultan Selim büyük bir padişah olduğu gibi ince duygulara sahip olan iyi bir şairdir. Selimî mahlasıyla kaleme aldığı çok iyi şiirler, kıt’alar mevcuttur. Onlardan birinde, dünyanın faniliği ve asıl Bâkî olanın Cenab-ı Allah olduğu çok güzel ifade ediliyor: “Gamına gamlanıp olma mahzun, / Demine demlenip olma mağrur, / Ne dem baki ne gam baki, ya hû! / Hüvel baki, hüvel baki...” Onun İslam birliğini esas alan fikri bir bakıma hayatına yön vermiş ve bu gaye ile yaşamıştır. “Milletimde ihtilaf ü tefrika endişesi, / Hattâ kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni. / İttihad etmekken a’dâya karşı çaremiz, / İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.” kıtası onun İttihad-ı İslam’a nasıl gönül bağladığını apaçık gösteriyor. Yavuz’un bu ideali ve duası, asırlar sonra kendisini yine kuvvetle hissettiriyor. Bugün İslam âlemi yine perişan, İslam devletleri paramparça ve biz bütün Müslümanlar yine İslam Birliği’nin gücüne muhtacız. Bu birlik ve beraberlik ruhu inşallah sağlanacak. Yeter ki herkes, üzerine düşen görevi yerine getirsin. Osmanlı Devleti’nin kurucu lideri Ertuğrul Gazi ile Devlet-i Aliyye’nin kudretli ve geniş ufukla padişahı Yavuz Sultan Selim gibi cihangir padişahlarımıza rahmet dilerken, kendisine sağlıklı ve bereketli ömür dilediğimiz Talip Arışahin Hocamızdan da heyecanla yeni kitaplar bekliyoruz. Kaleminize, yüreğinize, gönlünüze sağlık aziz hocam! Daha nice eserlere inşallah… 95