Biz’den… “İlim Adamı Olmak Hayat Boyu Çalışmakla Olur..” Adamın edep sahibi olması, altın sahibi olmasından daha iyidir.. Bir adamı, sana yaptığı ikrama uyacak şekilde ziyaret et.. Hz.Ali Bugün, Dünyanın değişiminde söz sahibi olanlar, değişimin kendi menfaatleri çerçevesinde gelişmesini arzu etmektedirler.. Tarih boyunca iktisadi gelişimlerin yanında kültürel manada gelişim negatif olarak devam etti..Bu durum sadece Ülkemizde değil, dünyanın çok ülkesinde aynı seyirde devam ediyor… Toplumların hem kendi kültürlerine yabancı hem de başka kültürlerin bizim kültürümüze ters gelen taraflarına özentili hale gelmesi, manevî ve ruhsal çöküntülere yol açmaktadır... Bir toplumun eğitimi ve kültürü birbiri ile uyum halinde devam etmelidir.. Egitimciler ve kültür insanları birlikte yön verici konumda köprü olmalıdırlar geçmişten bugüne ve geleceğe.. El-Bîrûnî ,diyorki; “Ben herkesin kendi çalışmasında yapması gerekeni yaptım: Öncüllerin başarılarını minnettarlıkla karşılamak, onların yanlışlarını ürkmeden doğrulatmak, kendisine gerçek olarak görüneni gelecek kuşağa ve sonrakilere emanet etmek..” Bu cümle, ilim sahibi olan insanlara yol gösteren bir cümledir.. Rahmetli Fuat Sezgin hoca’nın hayatının kendini eğitime ve bilime adamış herkes tarafından çok iyi araştırılıp öğrenilmesi gerekir.. 25 Kasım 2011 tarihinde kendisini Dolmabahçe Başbakanlık ofisi salonunda seçkin bir davetli topluluğuna hitabını dinlemiş ve kendinden çok etkilenmiştim.. Fuat Sezgin hoca, ilerlemiş yaşına rağmen, kendisine koltukta oturarak konuşması teklif edilince, karşımda bu kadar bilim insanı ve öğrencisi varken oturmam dedi ve bir buçuk saat ayakta hitap etti.. “İlim adamı olmak hayat boyu çalışmakla olur, ölene kadar… Zühd ve Takva sahibi olmak lazımdır, ben günde 18 saat çalışırım..” sözleriyle meselenin önemini vurguladı.. Sonra; İslam Bilim Teknik tarihi çalışmasını, İslam Bilimler Tarihi enstitüsünü kurmasını anlattı.. İslam bilimlerinde deneyin yerini ,Halife el-me-mun’un dünya haritasını, Rey rasathanesini, Müslümanların Ekvator’un uzunluğunu nasıl bulduklarını, El-Birunî nin boylam derecelerini ölçme metodunu , günümüze ulaşan en eski ve en önemli Kuzey Asya haritasının önemini, Amerika kıtasının Kolomb dan önce Müslümanlar tarafından keşfini, Pirî Reis haritasını, İbn-i Macid tarafından ilk pusula tipini, Birunî ve İbn-i Sina’nın ışığın hızı üzerindeki görüşlerini ve daha birçok konuya değindi adeta bilgi dağarcığımızı darmadağın etti hoca.. Sultan 2.Abdülhamid han, 102 yıl önce Şubat ayında vefat etmişti…Rahmetle anıyoruz.. Ülkemizin son döneminde çöküşün ayak seslerine rağmen, eğitime , bilime, teknolojiye, gelişime sonsuz prim veren bir padişahımızdı… Vizyonu geniş, basiretli bir hükümdardı.. Keşke ile başlayan
cümleler kurmak niyetinde değilim bu konuda ama Sultan Abdülhamid siz yıllar , kendisini çok aratmıştır.. Çaresizlik ve pişmanlık para etmemiştir… Kocaman bir devlet içeriden ve dışarıdan yapılan her hareketle çatırdayarak çökmüştür… Tarihi tekerrürdür diye tarif ederler, ibret alınsaydı tekerrür edermiydi .. dediği gibi şairin.. Bir asır geçtikten sonra bari biraz akıllı olalım ülke olarak, münevverler olarak, vatanseverler olarak, - tekrar ah etmeyelim… Rıza Tevfik gibi Nerdesin şevketlim, Sultan hamid han? Feryâdım varır mı bârigâhına? Ölüm uykusundan bir lâhza uyan, Şu nankör milletin bak günâhına. ….. Târihler ismini andığı zaman, Sana hak verecek, ey koca sultan! Bizdik utanmadan iftira atan, Asrın en siyâsî padişahına.. Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin Âhiretten bile himmet eylersin, Çok çekti şu millet murada ersin Şefâat kıl şâhım mededhâhına… Sultan Abdülhamid han için, rahmet dileyip dualar etmektir, yolundan gitmektir niyetimiz.. R.Oğuz Arık güzel söylemiş; “Dünyada mahşerlerin kaynaştığı bir anda, tarihimizin üzerine eğilmek gösteriyor ki, bu vatanı lafla almadık. Buradaki büyük Türk şahsiyetini lafla kurmadık. Buraları, birbirinden ağır tarihî hadiseleri yaratarak “Bizim “ yaptık. Yendiğimiz düşman kitlelerin meydana getirdikleri eserleri, yıkmadığımıza, koruduğumuza üzülenler, kızanlar vardır. Biz o düşman milletlerin yapıp bıraktıkları eserleri o kadar geçtik ki; Bu memlekete damgamızı öyle eşsiz iki hayat özüyle; zekâyla , kanla bastık ki buraların artık başkalarına ait olması ihtimali kalmamıştır..” Hülasa şudur diyeceğimiz; Buraları sadece almadık muhafaza ettik.. Hem de Bütün dünyaya karşı! Halen de artan gücümüzle bu mücadeleye devam ediyoruz.. Bu durum şunu gösteriyor; Kanımızın kuruyup kurumadığını- ilkin kendimize, sonra bütün cihana-gösterdik sanırım.. göstermeye de devam ediyoruz, ilimle irfanla, teknolojiyle ,siyasetle ve akılla.. Bu vatan; Ancak biz tarihî vazifemizi anlamaktan, bu vazifeye layık olmaktan çıkarsak düşmanların olabilir… Erbain günleri bitip hamsinlere geçtiğimiz Şubat ayı’nın soğuk günlerinde yeni bir sayı ile karşınıza gelirken her konuda çok çalışmanın erdemine vakıf olmamız gerektiğine inancımız tamdır.. dedik ve saçımızı taradık huzurunuza geldik. Hz. Mevlana şöyle der:“Dünyada sürekli yaz olsaydı; bağa, bahçeye sürekli olarak güneşin harareti vursaydı, toprağın ot bitirme kabiliyetini kökten yakardı.” “Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza.”
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 ERCiŞ ANADOLU’NUN KAPISI
Abdulhamit AVŞAR
9
18
DERSAADETTE
BiR PAYİTAHT -III-
Mehmet Kâmil BERSE
BATININ ÇÖZÜMÜ,
DOĞUYA SORUNDUR..
Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN
10 14
BEBEK KAVAFYAN KONAĞI Dr. M. Sinan GENiM
22
EDiRNE Mehmet KURTOĞLU
34 BEYPAZARI
KAYA DORUĞU ÜLKESi: Mehmet MAZAK
ÖZGEN’DE ÜÇ GÜZEL GELiN VE ONLARIN
YiĞiT MUHAFIZI Dr.Mimar Kâmil UĞURLU
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak
42
TANPINAR’IN ALTINCI ŞEHRiNDE
YÜZ YILLIK BAYRAM Serdar YAKAR
Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
17 AYAK SESLERİ / Mustafa UÇURUM 26 ŞAİR NABİ’NİN ÜÇ ŞEHRİ-2- HALEP / Dr. Şakir DİCLEHAN 28 KAVALA “KOYUNDA VE KOYNUNDA KAYBOLUNAN ŞEHİR” / Fahri TUNA
48
GÖNÜLDEN GÖNÜLLÜ:
MEHMET AKiF iNAN Erbay KÜCET
30 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ: MEDİNE / Hüseyin YÜRÜK 37 BİR KEDİ İLE YAŞAMAK / Ezgi Elçin OYNAK 38 MİMAR SİNAN VE İSTANBUL SİLÜETİ / Dr. Şimşek DENİZ 41 ÇALABIM, EY ÇALABIM -şiir- / Kâmil UĞURLU 46 ŞEHRE NASIL BAKMALIYIZ? / İsmail BİNGÖL 50 BENİM ŞEHİRLERİM BENİM EVLERİM: ANKARA / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
54
HATAY
ARKEOLOJi MÜZESi
Salih DOĞAN
53 TELLİ TURNA / İbrahim BAŞER 58 SİVAS’IN FARKI / Muhsin İlyas SUBAŞI 60 ESKİ KIRIM (SOLHAT) -1- / Doç. Dr. Svetlana KERİMOVA 64 KENTSEL YENİLEMEDE İHMAL EDİLEN ONTOLOJİK BOYUT: "İNSANIN İHYASI" / Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı Cem ERİŞ 67 TANPINAR VE ORHAN CAMİ / Mehmet SANCAK
74
ŞEHiRLERiN ÇiÇEĞi
NERGiS ÇiÇEĞi Bilal ARIOĞLU
68 SARD (SART) / Nuri DURUCU 70 ISPARTALI SEYRÂNÎ / Muallim Naci KUM • Yayına Haz.: Âdem EFE* 72 BELGRAD’DA İKİ GÜN / Şifanur Özdemir ŞİRİN 77 TÜRK SİNEMASININ GİZLİ KAHRAMANI MÜMTAZ ENER / Hüseyin MOVİT 78 BİR KUTUP YILDIZI, MEDRESETÜ’Z-ZEHRA / Muhsin DURAN 81 YÜZYILIN KİRLİ PLANI / Sabri GÜLTEKİN 82 BİR ÖĞRETMEN PORTRESİ ÖMER DUYGUN -1- / H. Ömer ÖZDEN*
94
85 ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ -4- / Mustafa ATALAR TiYATROMUZUN YÜZAKI
TURAN OFLAZOĞLU Mehmet Nuri YARDIM
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
86 MEHMET AKİF İNAN DİLİ İLE MESCİD-İ AKSA -1- / Recep GARİP 88 KURTULUŞUN 100. YILINDA KAHRAMANMARAŞ / Ahmet NARİNOĞLU 92 AZ SATANLAR / Sıddıka Zeynep BOZKUŞ Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: Şehit Mustafa Cambaz
ANADOLU’NUN KAPISI
ERCİŞ
Van Gölü’nün kuzeyinde yer alan Erciş, tarih boyu özel bir konuma sahip olmuştur. Bunu sağlayan Çin’den başlayıp Türkistan’ı (Orta Asya) boydan boya geçip Tebriz’e, oradan Karadeniz, Akdeniz ve Anadolu içlerine uzanan yolların kesiştiği konumuydu kuşkusuz. Abdulhamit AVŞAR*
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//67// şubat 4
an Gölü çevresi, özellikle kuzeyi, Türklerin Anadolu’ya en önemli giriş güzergâhlarıdır. Özellikle 10 ve 11.yüzyıllarda burası hayatî bir kapı olmuş, Selçuklu Türkleri Anadolu’da ilk olarak Van Gölü’nün kuzeyinden geçerek bölgeye yerleşmişlerdir. Van, Erciş ve Muradiye’den başlayıp Adilcevaz, Ahlat, Bitlis, Tatvan, Güroymak üzerinden Korkut, Bulanık ve Muş’a uzanan hat, denilebilir ki, kısa zamanda bir Türk yerleşim kuşağı haline gelmiştir. Bölgenin bu özelliğini, “Van Gölü Havzası’nda Selçuklu İzleri” belgeselini hazırlarken daha yakından tanıma imkânım oldu. Belgesel çalışması boyunca, çok önceden başlayan ancak özellikle 11.yüzyıl başlarından itibaren tamamen Türkleşen havzayı adım adım dolaşarak, o dönemin izlerini bulmaya çalıştım. Ve her gittiğim yerde insanı hayrete düşürecek ölçüde Selçuklu ve onun ardılları olan Karakoyunlu, Akkoyunlu ve nihayet Osmanlı mirası mimari eserlerin yanında sosyal ve kültürel miras ile de karşılaştım. Görülen manzara o idi ki, bölge Selçuklular döneminde son derece bayındır bir hale getirilmiştir ve bugün köy haline gelen kimi yerlerde külliyeler, rasathaneler kurulacak kadar gelişmiş şehirler vardı. Görmeyince, gitmeyince bilinmiyor maalesef! Bu yazıda, bir başlangıç olmak üzere, Van Gölü Havzası’ndaki Selçuklu yerleşim kuşağında önemli bir geçit olan Erciş’ten söz etmek istiyorum. Van Gölü’nün kuzeyinde yer alan Erciş, tarih boyu özel bir konuma sahip olmuştur. Bunu sağlayan Çin’den başlayıp Türkistan’ı (Orta Asya) boydan boya geçip Tebriz’e, oradan Karadeniz, Akdeniz ve Anadolu içlerine uzanan yolların kesiştiği konumuydu kuşkusuz. Erciş, 14.yüzyılda Karakoyunlu Devleti’nin başkentliğini de yapacaktır. Tarih boyu böylesine stratejik bir mevkii olan Erciş, sonuncusu 2011’de yaşanan birçok yıkıcı depreme de maruz kalmıştır. Ve her bir deprem, bağrında barındırdığı tarihin izlerinin bir kısmını yok etmiş, özellikle Türklerin fethinden sonra inşa edilen eserlerin birçoğu tahrip olmuş, yıkılmıştır. Son depremde de benzer bir akıbete maruz kalmıştır. Bunlardan biri de Karakoyunlu dönemine ait bir kümbettir. Erciş-Ağrı karayolu yakınlarında, Çatakdibi Köyü’nde, tarlaların ortasında yapayalnız, kaderiyle baş başa bırakılan kümbetin adı da bilinmiyor… Unutulmuş!.. Halk arasında “Kara Yusuf Kümbeti” ve
“Şehitlik Kümbeti” olarak da tanınıyor, resmi kayıtlarda ise, bulunduğu bölgenin eski ismi ile Zortul (Çatakdibi) Kümbeti olarak yer alıyor. Kümbetin kitabesi de kim bilir ne zaman kaybolmuş ya da yok edilmiş! Ancak, bütün bunlara rağmen yıkıldığı 2011 depremine kadar sağlam bir şekilde ayakta kalmayı da başarmış. Kümbet, genel mimarî özellikleri itibariyle 14.yüzyıla tarihlendirilmekte. Onikigen planlı, kesme taş yapılı ve figüratif bezemelerle süslü olarak Selçuklu mimari tarzına uygun olarak inşa edilmiş. Kümbetin dış yüzeyleri üzerinde, birbirinin benzeri iki kuş ve iki aslan figürü ile Selçuklu devlet arması olan çift başlı kartal kabartması bulunuyor. Bu durum, bizim başka adlarla andığımız Selçuklu ve Karakoyunlu Türk devletinin birbirinin ne kadar benzeri olduğunu, mirasını devraldığını ve sürdürdüğünü göstermesi bakımından oldukça anlamlı. Şehitler Kümbeti, mimarî yapısı itibariyle, Türkiye’de benzeri olmayan eserlerden biri olma özelliği de taşıyor. Ama çekim yaptığımız tarihlerde, depremin üzerinde 2-3 yıl geçmiş olmasına rağmen, ıssız tarlaların ortasında çökmüş ve yıkık vaziyette, mahzun bir halde bulunuyordu. Tıpkı, öz be öz Türk yurdu olan Van Gölü havzasındaki manzara-i umumiye gibi… Sonralar gelenler ve yapılanlar mazinin önüne perde çekmiş, asıl olan gizlenirken, gölgeler aktör yapılmış durumda idi… Yazıyı kaleme alırken yaptığım araştırmalarda, Kültür ve Turizm Bakanlığı Van Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından 28 Mayıs 2018’de kümbetin ihyası için bir karar alındığını öğrendim. Ancak restorenin tamamlandığına dair bir bilgiye rastlamadım. Ümit ederim ki, kümbet ayağa kaldırılmıştır. Birçok yerde şahit olduğum gibi, -kırılan koç formlu mezar taşları, ortadan kaldırılan tamgalar…- yok olmasına izin verilmez İnşallah. Erciş’te Türk yerleşimi Malazgirt’ten çok önce başladığı tarihî bir gerçektir. Sonrasında da Türkistan’dan oluk oluk akan göç dalgalarının ana güzergâhlarından biri olmaya devam etmiştir. Türkistan (Orta Asya)’dan Anadolu’ya gelenler, Erciş üzerinden Van Gölü havzasına dağılıyorlar, bir kısmı oradan da daha içerilere akıyordu. Erciş’in fethi de, Malazgirt’ten yaklaşık 20 yıl önce gerçekleşti. Tuğrul Bey tarafından fethedilen şehir, 1054’te Büyük Selçuklu topraklarına dâhil edildi. Selçuklular Anadolu’ya, -vatan edinme ideallerine uygun olarak- büyük topluluklar
halinde geliyorlardı. Tarihçiler, bu akıp gelen Türklerin sayısından söz ederken, “100 bin çadır, 250 bin çadır ahalinin geldiğini söylemektedirler. Bunu tarihî kaynaklar da teyit etmekte, dönemi anlatan Ermeni, Bizans ve Süryani tarihçiler, Türklerin kalabalık oluşunu tasvir etmek için “Deniz kumu gibi sardı Türkler her yeri” demektedirler. Aslında, bölgedeki topografik veriler ve çeşitli dönem kaynaklarına baktığımızda, bölgedeki ilk Türk yerleşiminin milattan hemen sonraki yıllarda başladığını görüyoruz. Yani, Türkler, 10.yüzyıl başlarından itibaren büyük kitleler halinde Anadolu’ya akmaya başladığında bölgenin yabancısı değillerdi. Van Gölü Havzası’na Türk göçleri 10 ve 11.yüzyıllarda iyice yoğunlaşmış, bölgeye büyük kalabalıklar halinde yerleşmeye başlamışlardır. Gelenler, bir daha dönmemek üzere, her şeyleriyle geliyorlardı, geriye dönmeyi düşünmüyorlardı. Gaye belliydi: Ya bu topraklar vatan kılınacak ya da burada yok olunacaktı!. Böylece Türkler, daha önce gelip buralarda yaşayan diğer topluluklardan farklı olarak, Anadolu’da tutunmayı başarmış ender milletlerden biri olmayı başarmışlardır. Bu tutunmanın da ilk eşiği Van Gölü Havzası olmuştur.Yeri gelmişken, zaman zaman, -kimi kasıtlı kimi bilinçsiz bir şekilde- dile getirilen, Türklerin Anadolu’daki halkların üzerine oturduğu, onları Türkleştirerek bugünkü Anadolu ahalisini oluşturduğu iddiasına da değinmek gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle, Türklerin Anadolu’yu vatan edinme dönemini araştıran ehli namus sahipleri göreceklerdir ki, yukarıda değindiğimiz 5
gibi, Türkler Anadolu’ya yüzbinler şeklinde gelmişlerdir. İddia edildiği gibi bir orduyla gelip buraları ele geçirerek, Urartular, Lidyalılar, Likyalılar, Galatlar vb. halkları kendine benzetmiş veya İslamlaştırmak suretiyle onlarla karışarak teşekkül etmiş bir topluluk değildir. Selçuklular geldiğinde, Anadolu’nun eski halkları Bizans içinde erimişlerdi zaten. Türklerin karşısında ise yalnızca Gürcüler, Ermeniler ve Rumlar bulunuyordu. Peki, nereye gitti eski halklar? Selim bir akıl, bu soruyu bize değil Bizans tarihçilerine sormayı gerektirir. Çünkü Türkler geldiğinde mevzubahis edilen “Anadolu hakları” ortada yoktu, biz bunların hiçbiri ile rastlaşmadık. Biz geldiğimizde karşılaştığımız halklar ise daha da büyüyüp palazlanarak hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Hatta o zamanlar Anadolu’da, özellikle Van Gölü Havzası’nın kuzeyinde hiç rastlanmayan Kürtleri de tarih sahasına çıkaran, diğerleri gibi varlıklarını devam ettirmeyi sağlayan da bizzat Türkler olmuştur. Diğer yandan Selçuklular, Van Gölü Havzası’na geldiklerinde bölgede yaşayan Ermeni ve Gürcü nüfus oldukça zayıflamış durumdaydı. Gürcüler Kafkasya’ya çekilmiş, Ermeniler ise Bizans tarafından imparatorluğun çeşitli yerlerine tehcir edilmiş ve sayıları azaltılmıştı. Yani, ne Ermeni Krallığı ayaktaydı ne de Gürcüler bir devlete sahipti. Bizans döneminde oldukça zayıflamışlar, pek çoğu da yok edilmişti. Yani, Anadolu bomboştu… Bu bağlamda Van Gölü Havzası’nda da nüfus yokluğu had safhaya ulaşmış, ıssız bir coğrafya haline gelmişti. İnsan yaşantısının olduğu kırsal yerler, çoğunluklu askeri garnizonlardı. Oralarda da 10 bini asker ile diğerleri onlara hizmet eden ve lojistik ihtiyaçlarını karşılayanlar olmak üzere 15-20 bin kişi yaşıyordu. Bizans Devleti’nin egemen halkı olan Rum nüfus ise şehir merkezlerine toplanmıştı. Lâkin buralardaki nüfus da oldukça azalmıştı. Çünkü Hazreti Ömer devrinden beri süre gelen Müslümanlarla mücadele sonucu Rum nüfus önemli ölçüde bölgeyi terk etmişti. Böyle bir tabloda, tam da Selçukluların bölgeye akmaya başladıkları yıllarda, Anadolu’daki asker ve sivil Rum nüfusun bölgeden çekilmesine yol açan bir başka gelişme daha ortaya çıktı. Peçenek ve Uz Türkleri, kuzeyden gelerek İstanbul’u batıdan kuşatmaya başladılar. Bizans, başkentini koruyabilmek için doğudaki Rum nüfusun önemli bir bölümünü batıya kaydırmak zorunda kaldı. Yani, kuzeydeki Türkler yalnızca Malazgirt Savaşı’nda saf değiştirerek Selçukluların galibiyetine katkıda sayı//67// şubat 6
bulunmadılar, aynı zamanda, Selçukluların Van Gölü Havzası’na geldikleri tarihlerde de İstanbul’u kuşatarak bir başka hayati destek daha vermiş oldular. Böylece, Anadolu’daki Rum nüfusla birlikte, Selçukluların önündeki Bizans askerlerinin sayısı da azalmış durumdaydı. Nitekim Malazgirt’e gelen Diyojen, ordusunun büyük kısmını İstanbul ve batıdan getirmek mecburiyetinde kalacaktır. İşte geldikleri dönemdeki bu nüfus azlığı da Selçukluların Anadolu’ya rahatça yerleşmelerine imkân sağlayan önemli bir etken olacaktır. İşte o günlerde, Erciş, çok önemli bir konum arz ediyordu. Erciş’in Türkleşmesi, Anadolu’nun Türkleşmesinin ilk ve önemli adımlarından biri olmuştur. Bugün ilk yerleşimlerin olduğu eski Erciş, sular altında kalmış durumdadır. Belgesel çekimi için defalarca gittiğimiz bölgeye son seyahatimizde büyük bir bahtiyarlık eseri sular altında kalan şehri görmek nasip oldu. O yıl yaşanan kuraklık sebebiyle Van Gölü’nün suları çekilmiş ve Erciş’te Osmanlı döneminde yapılan kalenin surları ortaya çıkmıştı. Uzun bir çaba ve kimi kısımlarda karşılaştığımız bataklık yerlerden zorlukla geçerek de olsa kale kalıntılarının yakınına ulaşmayı ve ilk kez burayı görüntüleyen ekip olmanın mutluluğunu yaşamış olduk. Eski Erciş, Van Gölü’nün sularının yükselmesi üzerine 1841’de tamamen terkedilmiş. Şehir de bugünkü yerine taşınmış. Eski yerleşim yerinde ise yalnızca kale surları gölün sodalı sularına ve zamana direnebilmiş… Eski Erciş’ten günümüze gelebilmiş en önemli tarihî miras ise Çelebibağı Selçuklu Mezarlığı’dır. Şehir, gölün suları altında kalırken mezarlık ise varlığını koruyabilmiş. Mezarlığa gittiğimizde tabelasının sökülüp bir köşeye atılmış olmasından çok üzüntü duyduk. Üzerinde kurşun delikleri de bulunuyordu. Kasten yapıldığı hemen anlaşılıyordu. Anladığımız kadarıyla tabelayı eski yerine asmak da kimsenin aklına gelmemişti. Çünkü bir duvar köşesinde tahrip edilmiş ve kaderine terkedilmiş durumda öylece duruyordu. Tarihi mezarlıktaki ilk kazılar, 1992–1995 yılları arasında gerçekleştirilmiş. Kazılar sonucu, daha Abbasiler döneminde bile Erciş’te yoğun bir Türk yerleşimi olduğu ortaya çıkarılmış. Buna göre Müslüman Türk yerleşiminin 1000’li yılların hemen başında, 1010’lu yıllarda başladığı tahmin edilmekte, Yani Malazgirt’ten yarım asır önce… Çelebibağı Selçuklu Mezarlığı’nı önemli kılan bir başka özellik de mezar taşları ve sandukaların üzerinde rastlanan
tamgalar. Tamga, Türk boylarının kendilerine özgü işaretleriydi ve onların mensup olduğu grubu simgeliyordu. Dolayısıyla tamgalardan yola çıkarak hangi Oğuz boyunun bölgeye geldiğini anlamak mümkündür. Mesela mezar taşlarında rastlanan Kayı tamgasından, Osmanlıların Anadolu’ya ilk girişlerinde bir müddet Erciş’te yerleştiklerini öğrenmiş oluyoruz. Mezarlığın eteklerinde yapılan kazılarda ise daha erken dönemlere, Urartu ve öncesine inen katmanlar da tespit edilmiş. Anlaşılıyor ki, buraya gelen Türkler, kadim mezar yerini kullanmaya devam etmişler, önce Selçuklular ardından Celayirliler, Akkoyunlular ve Karakoyunlular da ölen insanlarını aynı alana defnetmeyi sürdürmüşler. Çelebibağı’nda dikkat çeken mezar taşlarından biri de Âşık Emrah’a ait. 16. yüzyılın sonlarında doğduğu ve 17. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı sanılan Ercişli Emrah, Karakoyunlu Türklerindendir. Bunu şiirlerinde de şöyle dile getirir: “Mana Emrah derler Karakoyunlu Yiğitler içinde yiğit oyunlu Kaz gibi pısmayız erkek boyunlu Biz Türküz, Türklükten fermanımız var” Şiirlerini duru bir Türkçe ile söyleyen ve halka mal eden Emrah, Erciş kalesi komutanı Miroğlu’nun himayesinde bulunan Âşık Ahmet’in oğludur. Genç yaşta Miroğlu’nun kızı Selvihan’a âşık olmuş ve sevdiği kızın ardı sıra birçok ülke ve diyar gezmiştir. Hikâyesi de dilden dile yayılarak bugüne kadar anlatılmaya devam etmiştir. Erciş, sahip olduğu tarihi öneme uygun olarak, Van Gölü Havzası’nda kümbet tarzı anıt mezarların en çok görüldüğü yerlerden biridir. Selçuklularla özdeşleşen bu mezar mimarisi, Orta Asya kurgan geleneğine dayanmaktadır. “Kurgan”, “korugan” olarak adlandırılan anıt mezarlar, Orta Asya’da önemli devlet adamları için yapılıyorlardı. Ortaya çıkış sebebi, hükümdarlar ya da büyük komutanların ölümünden sonraki hayatlarında bir ölçüde onların yaşamasına uygun bir mekân oluşturma inancına dayanmaktadır. Bu mezar tipi, İslamiyet’ten sonra din büyükleri ya da sultanlar adına yapılan kümbet ve türbe mimarisine dönüşmüştür. Ancak, Hun kurganlarından biraz farklı olarak, tümülüs şeklinde yığma toprak formunda değil, Uygur stupaları göz önünde tutularak, buna uygun bir mimarî tarzda inşa edilmişlerdir. Erciş’teki kümbet zenginliği daha şehre girişte kendini gösterir. Bunların en ünlüsü de, bir kadın adına yapılmış olan Kadem Paşa Hatun
Kümbeti’dir. Kadem Paşa Hatun, Karakoyunlu Türkleri’nin en büyük hükümdarlarından biri olan Kara Yusuf Bey’in eşidir. Kümbet, 1458 yılında yaptırılmıştır ve bölgede kitabesi günümüze kadar gelebilen tek anıt mezar olma özelliğine de sahiptir. Erciş, erken Türk yerleşimlerinin sonucu olarak, anıt mezarların yanı sıra tarihî mezarlıklar bakımından da oldukça zengindir. Tüm tahribata rağmen, pek çok eski mezarlık günümüze kadar gelebilmiştir. Gölağzı Mahallesinde yer alan mezarlık bunlardan biridir. Mezarlık her ne kadar harabe ve dağınık bir haldeyse de değişik üsluplarda yapılmış sanduka ve şâhideler hâlâ ihtişamlı görünümlerini korumakta, biraz da ilgi gösterilmesini bekleyerek. Bir başka tarihî mezarlık alanı da Erçiş-Van karayolu üzerinde bulunuyor. Burada da pek çok Selçuklu geleneğini yansıtan şâhideli-sandukalı mezarlar mevcut... Mezarlığın yanı başında “Haydar Bey Türbesi” adıyla anılan bir de kümbet yer alıyor. Civarında da, muhtemelen Osmanlı öncesi Türk devletlerine ait başka tarihi kalıntılar da dikkat çekiyor… Erciş’te, Selçuklu mirası önemli tarihî alanlardan bir diğeri de yerlerden biri de Adilcevaz yolu üzerinde bulunan kadim mezarlık. Bu tarihî mezarlık, “Tekler Köyü Mezarlığı” olarak biliniyor. Ortasından geçen toprak yolla ikiye bölünmüş… Az sayıda ayakta kalan şâhide ve sandukalar, Van Gölü Havzası’nın her yerinde görebileceğimiz motif ve figürlerle bezeli… Selçuklularla birlikte şekillenen sosyal ve kültürel hayatın izlerini günümüze kadar bağrında saklamayı başarmış, her ne kadar her geçen gün biraz daha toprağa gömülmekte 7
ve yok olmak üzere olsa da… Tekler Köyü mezarlığının batısında da bir kümbet var. Bu da kitabesi kaybolan kümbetlerden… Günümüzde girişinde bulunduğu köye atfen “Akçayuva Kümbeti” olarak tanınıyor. Burada da oldukça geniş bir mezarlık alanı bulunuyor… Ancak, tarla haline getirilmiş, sandukaların ve mezar taşlarının çoğu toprağın altında kalmış vaziyette. Belli ki, burası çok geniş bir alanmış. Nitekim görüştüğümüz köylüler, şu anda tarla olarak kullanılan alanların altında da tarihi mezarlar bulunduğunu söylediler… Diğer yandan Tekler Köyü Mezarlığı ile kümbet arası yaklaşık iki kilometre uzaklıkta… Buradan yola çıkarak, Selçuklularla başlayıp en azından Karakoyunlular dönemi sonuna kadar buranın önemli bir yerleşim yeri olduğunu söylemek mümkün… O dönemde bu kadar geniş bir mezarlığın yapılmış olması da, nüfusun ne kadar kalabalık olduğunu da gösteriyor. Bir de Erciş’te izleri bulabilenlerin yanında bulunamayanları da göz önüne alırsak, şehrin Selçuklu döneminde sahip olduğu nüfus ve büyüklüğünü de daha iyi anlarız sanırım. Bugün ise, günümüz Erciş ozanlarından Ummani Poyrazoğlu’nun sözlerinde olduğu gibi, Erciş’teki tüm Selçuklu yerleşim yerleri uzak ve ıssız bir durumda, sahipsizlik toprağın tapusunu yere gömerken hakikati de gizlemeye fırsat sağlıyor böylece… “Şahta vurdu bostanımız bağımız Ben şikâyet kimi kime edeyim Uçtu gitti elden gençlik çağımız Güze döndü viran oldu ne deyim”. sayı//67// şubat 8
Erciş’te Selçuklu mirası, yalnızca tarihî eserlerle sınırlı değil. Her şeye rağmen günlük hayatta da varlığını devam ettiriyor. Erciş ağzı Âşık Emrah’ın Türkçesi gibi, duru, tatlı bir Türkçe. Doğu Anadolu ve Azerbaycan Türkçelerine çok yakın. Şivede, İstanbul Türkçesi’nde olmayan birçok kelime kullanılmaya devam ediyor. Meselâ “tatlı”, Azerbaycan’da olduğu gibi, “şirin” şeklinde söyleniyor. “Güzel” kelimesi “gözel” olarak telaffuz edilirken, geçen seneye “bıldır”, bir önceki seneye de “aplışır” deniyor. “Geri döndür”, “söyle gelsin” ifadesi yerine de, yine Azerbaycan’da olduğu gibi, “kaytar gelsin” sözü kullanılıyor. Toprağının her yerine Selçuklu izleri sinmiş, Anadolu’nun giriş kapısı, Karakoyunlu Devleti’nin başkentli Erciş’te, anlatacak daha çok şey var. Ama konuya ara veriyor ve söz “Anadolu’nun İlk Kapıları”ndan açılmışken Muradiye ilçesinden de kısaca söz etmek istiyorum. İlçede en eski yapı, Muradiye Kalesi… Kale, yörede, Kandahar Kalesi olarak da biliniyor… Bu ad muhtemelen Türklerle birlikte Horasan’dan taşınmış olmalı. Nitekim bugün Afganistan’da da aynı adlı bir yer ve kale bulunmaktadır. Muradiye de, Van Gölü Havzası’nda Büyük Selçuklu Devleti’ne katılan ilk yerlerden biri. Tuğrul Bey, 1054’te önce Muradiye’yi, ardından Erciş’i almış. Böylesine kadim bir Selçuklu geçmişine sahip olmasına karşın, ilçedeki Selçuklu izleri büyük oranda yok olmuş. Araştırmalarımız sırasında, yalnızca, eski Tebriz-Erciş kervan yolu üzerinde tarihî bir köprü olduğunu öğreniyoruz. “Bend-i Mahi” köprüsü, aynı adı taşıyan çayın üzerinde yer alıyor. Buranın da kitabesi kaybolmuş… Ancak 13. yüzyıl sonlarında yapıldığı tahmin edilmekte. Köprünün bulunduğu alan göz alabildiğine geniş bir ova. Yeşillikler içinde. Kaynaklara göre, İlhanlı hükümdarı Argunşah köprü civarında bir yazlık sarayı yaptırmış. Ama günümüze gelememiş. Üzerinde bulunduğu güzergâh önemini kaybedince, köprü, engin düzlüğün ortasında yapayalnız, kendi kaderiyle baş başa kalmış. Diyebiliriz ki, uzun zamandan beri ilk ziyaretçileri de bizler oluyoruz belki de. Van’dan başlayıp Muş’a uzanan yerleşim kuşağı ile ilgili söylenecek çok şeyler var elbette. Nasip olursa, “Van Gölü Havzası’nda Selçuklu İzleri” belgeselini çekerken dolaştığımız yerlerden ve aldığımız notlardan zaman zaman bahsetmek istiyorum.
BATININ ÇÖZÜMÜ, DOĞUYA SORUNDUR..
Doğu çember üzerindeki bir nokta gibi hem en baştadır, hem de en sondadır. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
Tarihleri boyunca Doğudan Batıya giden Türkler, iki yüzyıldan beri Doğudaki Batıyı, Batıdaki Doğuyu arıyorlar. Ancak Türkiye, Doğu ve Batı ağacının köklerinden daha çok, dallarına odaklandığı için, beklediği meyvaları elde edememektedir. Türkiye’nin ağacı, Doğudaki ve Batıdaki ağaçlarla aynıdır, aralarında bir fark yoktur. Ancak Paris’te meyva veren ağaç, Ankara’da meyva vermemiştir. Ağaçlar topraklarına göre meyva verirler. Ankara’nın ağacı toprağından uzaklaşmıştır.Doğu ve Batı ağacını, toprağında hem Mevlana’yı, hem Goethe’yi buluşturan, kutsal kültürün değerleridir. Öncü bilgeler Kudüs gibi, hem Doğulu hem de Batılıdır. Onların bütün insanlığı kucaklayan, düşünce ve eylem dünyalarında, ya Doğu ya da Batı yoktur, hem Doğu hem de Batı vardır. Nasıl akıl gönülden, gönül akıldan ayrılmazsa, Batı Doğudan, Doğu Batıdan ayrılmaz. Doğu çember üzerindeki bir nokta gibi hem en baştadır, hem de en sondadır. Dünya Doğu ve Batı arasındaki farkı bir kenara bırakıp, Doğu Batıdır, Batı Doğudur derse, Doğu ve Batının köklerindeki birliği ve bütünlüğü görecek, bilecek ve olacaktır. Doğu ve Batı Goethe’nin ve Mevlana’nın, divanlarındaki eşsiz şiirlere benzerler. Onlar hem bilinir hem bilinmez oldukları gibi, hem
atı dünyası için Goethe ne kadar önemli ise, Doğu dünyası için de Mevlana o kadar önemlidir. Doğu Batıyı yok saymaz, Batının köklerine inerek, Doğudaki Batıyı bulur. Dünyadaki her şehirde bir Doğu, bir Batı vardır. Batıyı arayan Batıyı, Doğuyu arayan Doğuyu bulur. Doğu ile Batının birbirine karıştığı düz kare dünyada, Doğuda ya da Batıda olmak belirleyici değildir. Belirleyici olan, her ikisinin köklerini oluşturan ortak referanslardır.
*TC.Maltepe Üniversitesi
susarlar hem konuşurlar. Onların hem gizli, hem açık, hem susan, hem konuşan, çağrılarına kulak verenler, birbirleriyle hiçbir alanda savaşmazlar. Dünyada bir şehir yalnızca Doğu, yalnızca Batı derse hem Doğuyu hem de Batıyı yitirdiği gibi, bütün dünyayı kan gölüne dönüştürür. Savaşlar yüzyılında hem Doğu hem de Batı, insanlık ağacının dalları için savaşmayı bırakıp, ağacın köklerine inmezlerse, ağacın uğruna savaşılacak hiçbir dalı kalmayacaktır. Savaşlarda ağacın yalnızca dalları değil, gövdesi de büyük yaralar almıştır. Ağaca zarar verenler, zararın kendilerine, katlanarak döndüğünü görmeyenlerdir. Doğu ve Batı Selçuk kartalı gibi, tek bedenli olmalarına karşılık, iki kafalıdırlar. Onlar tek bedenli olduklarını unutur ve birbirleriyle savaşırlarsa, birbirlerinden önce kendilerini öldürürler. Dünyada Doğu ve Batı bir aradadır. Doğu Batıyı bilene Doğudur, Batı Doğuyu bilene Batıdır. Dünyanın hiçbir şehrinde Doğusuz Batı, Batısız Doğu olmaz. Doğuyu öldürmeyen Batının, Doğuyu güçlü kıldığı gibi, Batıyı öldürmeyen Doğu da Batıyı güçlü kılar. Şehirlerde senteze ulaşmak için, tez antiteziyle birliktedir. 9
ir önceki yazımda İstanbul’un en eski ahşap yapısı olan Anadoluhisarı Amcazade Hüseyin Paşa Divanhanesinden bahsetmiştim.
BEBEK KAVAFYAN KONAĞI İstanbul’da varlığını sürdürmeye çalışan en eski Türk Evi Bebek’teki Kavafyan Konağı’dır. Sedad Hakkı Eldem hocamız bu konağın yapım tarihini 1751 olarak belirtir. Dr. M. Sinan GENİM
Amcazade Divanhanesi en eski ahşap yapı olmakla birlikte tek hacimli bir yapıdır, önemli bir plan özelliğine sahip olmasına karşın bir konut örneği olarak değerlendirilemez. Bu nedenle, İstanbul’da varlığını sürdürmeye çalışan en eski Türk Evi Bebek’teki Kavafyan Konağı’dır. Sedad Hakkı Eldem hocamız bu konağın yapım tarihini 1751 olarak belirtir. Bu durumda, Sultan I. Mahmud (1730-1754) döneminde yapıldığı kabul edilen konağın yaklaşık 270 senelik bir geçmişi bulunmaktadır. XVII. yüzyıl ortalarındaki İstanbul’u anlatan Evliya Çelebi, Bebek’te bir yerleşme olduğundan bahsetmez. “Arnavutköy’den sonra saraya ait Hasan Halife Bağı vardır. Bunu geçince Bebek Bahçesi gelir, padişahlar gider. Sultan I. Selim (1512-1520) Han’ın bir kasrı vardır, o kadar mamur değildir, bağdır, ancak büyük serviler vardır.” demektedir. Bebek, Sultan III. Ahmed (17031730) döneminde iskâna açılır. Sarraf Hovhannesyan’ın anlattığına göre; dönemin sadrazamı İbrahim Paşa, daha önceleri Galata voyvodasının Bebek üzerindeki yetkisini kaldırarak, bölgede bir saray, hamam, cami, çarşı inşa ettirir. Kıyı boyunca uzanan ve Hümayunâbad olarak isimlendirilen kasır ve hasbahçenin gerisinde kalan alan kısa süre içinde Türk, Rum, Ermeni ve Museviler tarafından iskân edilir. XIX. yüzyıl başlarından itibaren kozmopolit yapısı nedeniyle özellikle vadi içi, İstanbul’a yerleşen batılıların tercih ettiği bir semt haline gelir. Yoğurtçu Zülfü Sokak’tan cephe alan üç katlı Kavafyan Konağı’nın herhangi bir Müslüman, Türk Evi’nden farkı yoktur, orta sofalı tiptedir. Orta ve üst kat planlarında da görüleceği gibi sofa köşeleri 45 derece pahlı ve karşılıklı iki eyvanlıdır. Sofa’nın eyvanlarına aksi istikamette yer alan iki hacmin birinde merdiven bulunur, karşısında ise sokağa çıkma yapan odaların arasında küçük bir oda yer almaktadır. Giriş katında büyük bir taşlık olan konağın, bu katında arazinin eğimi dolayısıyla Yoğurtçu Zülfü Sokağı’na açılan ve muhtemelen hizmetlilerin kullanımına tahsis edilmiş iki oda bulunmaktadır.
sayı//67// şubat 10
Konağı yamaca bakan güney tarafına Sultan II. Mahmud (1808-1839) döneminde ilave edilen, kubbeli “Gelin Odası” hariç, yapı ilk dönemindeki plan özelliklerini olduğu gibi muhafaza etmektedir. Sedad Hakkı Eldem, günümüze erişen yapının harem binası olduğunu, selamlık binasının ise ayrı bir yapı şeklinde bahçenin üst köşesinde yer aldığını ve günümüze erişemediğini bildirmektedir. Gelin Odası’nın inşaatı sırasında simetrik planın köşe odalarından birinde değişiklik yapılmış, bu oda Gelin Odası’na ulaşımı sağlayan bir geçiş alanına dönüştürülmüştür. Kavafyan Konağı’nın en süslü odası hiç tartışmasız Gelin Odası’dır. Bağdadi elemanlarla yapılan kubbenin içinde manzara görüntüleri bulunmaktadır. Kubbenin eteklerini çepeçevre dolaşan bu manzara resimlerinde yer yer insan figürleri de bulunmaktadır. Ata binmiş süvariler, tek atlı araba, yer yer yelken açmış tekneler... Kubbenin orta bölümünü kaplayan bulutlu gökte ise kuşlar uçmaktadır. Gelin Odası’nın girişinin sağındaki niş içinde ise batı bahçelerini hatırlatan büyük bir bahçe görünümü bulunmaktadır. Ortada büyükçe bir havuz, havuzun ortasında ağızlarından su fışkıran aslan figürleri, çevrede setler, kanepeler ve çiçek tarhları görülmektedir. İçinde yer alan, 11
hayat ağacına benzetilen ağaç figürü ise tüm kompozisyonun en önemli elemanı olarak dikkat çekmektedir. Konağın tüm odalarının tavanları ahşap çıtalarla süslenmiştir. Tavan eteklerinde ve paşalarında döneminin kalem işi süslemeleri görülmektedir. Canlı renklerle boyanmış bu süslemelerin benzerleri bazı odaların yüklük kapaklarında da bulunmaktadır. 1975 yılında bu konağı sevgili hocam Prof. Dr. Nurhan Atasoy ile birlikte ziyaret etmiştik. O dönem içinde yaşayan Kavafyan Ailesi mensupları bizi büyük bir sevgi ve saygıyla ağırladılar. Binayı gezmemize ve fotoğraf çekmemize izin verdiler. O dönemde seksen yaşını aşmış ev sahibinin anlattığına göre Kavafyan Ailesi’nin geçmişi Eğin’e dayanmaktaymış. XX. yüzyılın başında Bebek vadisi içinde Mr. Binn Evi, Küçük ve Büyük Çelebi evleri gibi geleneksel Türk Evi karakterini taşıyan evler bulunmaktaydı. Ne yazık ki bir dönem yoğun ilgi gören Bebek yerleşmesinde bu evleri muhafaza etmek, geleceğe taşımak mümkün olamadı. Geriye bir tek Kavafyan Konağı kaldı, Bebek’i bir yana bırakalım tüm İstanbul’da bu evden daha eski bir konut yapımız ne yazık ki bulunmamaktadır. sayı//67// şubat 12
İstanbul’da bulunduğu sırada bir dönem Baş Tercüman Mardiraki’nin Arnavutköy’deki evinde misafir kalan Helmuth von Moltke; “Bu Ermenilere aslında Hıristiyan Türkler demek mümkün, bu hâkim milletin adetlerinden, hatta lisanından o kadar çok şey almışlar. Halbuki Rumlar kendi hususiyetlerini çok daha fazla muhafaza etmişler. Hıristiyan oldukları için tabii dinleri onların ancak bir kadın almalarına müsaade ediyor. Fakat bu kadınlar hemen hemen Türk kadınları kadar gözden uzak kalıyor. Ermeni kadınları sokağa çıktıkları zaman onların da ancak gözleri ile burunlarının ucu görülüyor.” demekte. Kavafyan Konağı bir Ermeni Ailesi’ne ait olsa da tam anlamı ile Türk Evi plan şemasına ve süsleme özelliklerine sahiptir. Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı Divanhanesi gibi bu yapıda Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün gözetim ve denetimi altında, içinde yüz yıllardır oturan varisleri tahliye edildikten sonra, senelerce boş kalan konağın onarıma alındığını tespit ettik. Bu onarımın nasıl yapıldığı, nelere dikkat edildiği, onarım sonrası yapının nasıl kullanılacağı hakkında yeterli bilgiye ulaşmak ise mümkün olmadı. Tarihe iz bırakmak ve gelecekte bu konuda çalışma yapacaklar için belirtmek isteriz ki bu yapıda yapılacak her tür onarım büyük sorumluluk ister. İstanbul’da Klasik Türk Evi özelliklerine sahip son yapının yeteri kadar bilgi
birikimine sahip olmayan kişiler tarafından, “ben yaptım oldu” felsefesi ile onarımının yapılmasını gelecek kuşaklar affetmeyecektir. Sakın kimse bize “ilgili Koruma Kurulu’ndan onay aldık” diyerek savunma yapmasın, son dönemlerde çoğu Koruma Kurulu’nun yapımına onay verdiği uygulama sonuçlarının gerçekten akla ziyan olduğunu çeşitli yazılarımla defaten belirttiğimi hatırlatmak isterim. DİPNOT
Kavafyan Konağı ile ilgili çalışmaları dolasıyla merhum hocam Prof. Sedad Hakkı Eldem ile, her konudaki bilgisinden feyiz aldığım sevgili hocam Prof. Dr. Nurhan Atasoy’a bizlere aktardıkları bilgi için teşekkür ederim. Helmuth von Moltke, ........................ 1960, s. 25. Nurhan Atasoy, “I. Sultan Mahmud Devrinde Bir Abide Ev”, Sanat Tarihi Yıllığı VI, İstanbul, 1976, s. 23-43. Sedad Hakkı Eldem, Boğaziçi Yalıları Rumeli Yakası, İstanbul, 1993, s. 164-171. 1-Von Moltke 1960, 25.
13
ş’tan kuzeye, Bişkek’e doğru gidenler yol üstünde, adına Özgön (Özgen-Uzgen, Uzkent) denilen bir hârikayla karşılaşırlar. Bugün ikiyüzelli bin nüfuslu orta bir yerleşim gibi görünen bu şehir, Müslüman Türklerin Asya’da meydana getirdiği kocaman bir uygarlığın, Karahanlılar devletinin başkentiydi. Dünya mimarlığına hediye olarak sunulan birçok eserin ve daha önemlisi, sistemin bulunduğu ve uygulandığı bir yerdir Özgen.
ÖZGEN’DE ÜÇ GÜZEL GELİN
VE ONLARIN YİĞİT MUHAFIZI Özgen’e bir ziyaret yapanlar, şehrin yöneticisi, yanında yetkin bir tarihçi ve şehrin sahibi olan yetkililer tarafından, Özgen Minaresinin gölgelediği alanda karşılanırlar. Dr.Mimar Kâmil UĞURLU
Karahanlılar, X-XII. yy.da bu bölgede hükümran olan bir Türk hanedanlığıdır. Gazneliler, Selçuklular gibidir. O dönemlerde, sadece Orta Asya’da değil, bütün Orta ve Yakındoğu’da sıcak günler yaşanıyordu. Sosyal ve ekonomik değişimlerin olanca dinamizmiyle sürdüğü o günlerde “kimin adâleti nizâma hâkim ise o gücün devleti” yükseliyordu ve devlet formunu kazanıyordu. Karahanlı işte o devletin adıydı ve adâleti ile birlikte sanatı da, estetiği ve dolayısıyla mimarlığı, edebiyatı, felsefesi de yükseliyordu. Meselenin derinliğini bilmeyenler için Özgen bugün son derece mütevazi iddiasız görünen bir Kırgız şehridir. Oş’un uzantısı, sakin bir bölgedir. Özgen’e bir ziyaret yapanlar, şehrin yöneticisi, yanında yetkin bir tarihçi ve şehrin sahibi olan yetkililer tarafından, Özgen Minaresinin gölgelediği alanda karşılanırlar. Eğer bu ziyâreti yapanlar mimarlıktan ve sanattan az-çok anlayan birileriyse onlar, hayatları boyunca unutamayacakları kadar görkemli, ancak çok şanslı meslek adamlarına nasib olabilecek bir karşılamaya muhatap olduklarını hemen anlayacaklardır. Çünkü, asırlar boyu, bütün Asya aksındaki Müslümanların mimarlığını etkileyen, onları hayran eden ve devamlı taklit edilen mimarlık eserlerinin huzurunda bu karşılamanın gerçekleştirildiğini hissetmekte gerçekleştirildiğini bilmektedirler. Özgen minaresi, o dönem şehirciliğinin ve mimarlığının, sanatının üst seviyeli göstergesidir. O zamana kadar da Asya’da minareler inşa ediliyordu. Fakat ilk defa Özgen’de inşa edilen bu minare, minareye
sayı//67// şubat 14
bir sistem kazandırmış, ona doğru vazifeyi vermiştir. Minare sadece günde beş vakit üstüne çıkılıp dört bir yana seslenerek Müslümanlara namaz vaktinin hatırlatılması için yapılmış yüksekçe yerler değildir. Buralar aynı zamanda islâmın yüceliğini, inceliğini, zerafetini, kudisyetini gösteren, göstermesi gereken “nazargâhlardır.” O dönemde ve her dönemde, şehrin sık dokulu ve renkli yapısıyla, dar sokaklarla, çok değişik ve çapraşık yüzlü (cepheli) yapılarıyla kafası ve gözleri yorulan şehirlinin gerek namaz öncesi, gerek sonrası, gözleyip, bakıp, temaşa edip gözlerini dinlendirebileceği bir yer, bir estetik anıtı olmalıdır. İşte Özgen Minaresi bunu sağlayan bir yapıdır. Döneminin şehircilik konusundaki iftiharıdır. Minarenin, şehircilikteki önemini ortaya koyan bir eserdir. Burada hiçbir şey spontan, rastgele ve denk geldiği gibi yapılmış şeyler değildir. Çevrede en bol bulunan, her zaman bulunabilen harcıâlem bir malzeme olan tuğla farklı bir anlam ve fonksiyon kazanmıştır. Cephesini kaplayan süslemeli kuşaklar, sadece bulundukları bölgeyi süslemekle kalmazlar. Bunlar, gövde boyunca bir motif oluşturabilecek şekilde yerleştirilmişlerdir ki, bu ancak dehâ sahibi tasarımcıların altından kalkabileceği bir iştir. Aşağıdan görülebilecek kısımlardaki geniş kuşak, yakından görüleceği için oymalı alçılarla kaplanmıştır. Daha yukarı kısımlarda bunların okunamayacağı hesap edildiği çini, oralarda daha iri ve uzaktan hissedilebilen, derin rölyefler, okunabilen yazılar ve motifler kullanılmıştır. Alt taraftaki yazılardan bugün maalesef çok az motif kalmıştır Minare X-XII. Yüzyıllara ait bir eserdir. Törensel bir külliyenin elemanıdır. Arkasında, külliyenin diğer üç elemanı, üç güzel türbe, bütün ihtişamlarıyla yer alırlar ve muhafızları gibi önlerinde dikilen bu minareyi seyrederler. Ve onunla iftihar ederler. Kardeşleri olduğu için birçok konuda dil ve üslup birliği içindedirler. Minarenin yapı tekniği çok gelişiktir. İşi bilen insanlar tarafından tasarlandığı ve yapıldığı bellidir. Bu minare Burana’ya nisbetle teknik olarak daha gelişmiş görünmektedir. Daha oturmuş, daha kaliteli bir yapı olarak görünmektedir. Minarenin üst kısmı ve feneri depremlerde yıkılmış ve restitüsyon olarak
yeniden inşa edilmiştir. Yeniden yapılan kısımlar binada açıkça seçilebilmektedir ve bu yöntem doğrudur. 56 basamaklı ve rıht yükseklikleri epeyce fazla olan sarmal bir merdivenle şerefeye ulaşılabiliyor. Kaidesi kare bir yapıdadır. Güneyinde yer alan külliyenin diğer yapılar Türbeler ile aynı anda yapılmamış olsalar bile bir üslup birlikteliği içindedir. Tuğla ile yapılan bu olağanüstü cephe dokusu, Samaniler tarafından da uygulanmış ve İsmail Samani türbesinde de (Semerkand’da) iyi sonuçlar alınmıştır. Tuğlaların yatay, dikey ve eğik istifleriyle, gerçekten çok şaşırtıcı görünüşler sağlanmıştır. Bazen desenli, rölyefli, derin oymalı tuğlaların da cephe tanzimine iştirak ettirilmeleri seyredenleri heyecanlandırmaktadır. Tuğlalar ile, sadece tuğlalar ile yakalanan ritim, iyi okunan ve dinlenen bir senfoni gibi insanı hayranlık ülkesine götürmektedir. Bu motifler daha sonra Orta Asya mimarlığında çokça kullanılmıştır. Özgen Minaresini düzgün olarak inceleyen ve onu okuyabilen uzmanlar şu şaşırtıcı sonuçlara ulaşırlar: Gövdenin bu yan çapının içteki kolonun çapına oranı 2,66’dır. Bu oran Kalyan ve Vabkent’deki minarelerde de aynıdır. Mimari düzenlemesi, tasarımları, cephe bezemeleri, yükseklik ve minareye yüklenen fonksiyonları tamamen ayrı bu üç minarede, oranın değişmemesi, dikkatle korunması, 15
meselenin sistemleştirildiğini göstermektedir. Bu, Mimar Sinan ustanın bir sisteme bağladığı “Vâhid’i Mimarî” esprisiyle birebir örtüşür ve çok şaşırtıcıdır. Minarenin inşaat planlaması da olağanüstüdür. Konstrüksiyon çözümünde, muhtemel tektonik olaylar hesap edilmiş, gerek yatay, gerekse dikey esnemelere karşı, duvar cidarının kalınlıkları, hassas ve belirli bölgelerde buna göre tanzim edilmiş, tedbir alınmıştır ki, o dönem için bunların düşünülmesi ve hesaba dahil edilmesi, bilenleri hayretler içinde bırakmaktadır. Tekrarında fayda var: Aynı zaman diliminde yapılmış olan üç minarede de bu ve benzer hususların gözetilmesi X-XII. yy’da minare yapıları başta olmak üzere bir yapı geleneğinin varlığını ve mimari bir üslubun teşekkül etmiş olduğunu gösterir. Türbeler, minarenin 150 m. gerisindedir. Üç tanedir. Özgen’liler onları Kuzey orta ve Güney Türbeleri diye adandırmışlar. Kuzey Türbe, girişindeki (methal) ustalık, inşaat tecrübesi ve başarısı, kendisinden 35 yıl sonra yapılan, fakat nitelik olarak tamamen yeni sonuçları olan Güney Türbenin methalinde de kullanılmıştır. Araştırmacılar, Güney Türbenin girişindeki seramik sanatlarının XII. Yy. seramik sanatını en iyi anlatan önemli bir eser olarak gösterirler. Bu minare ve Türbelerin doğru anlaşılması ve sonuçların düzgün olarak ortaya konulması önemlidir. Bu sebeple üzerlerinde uzunca durulmuştur. Hindistan’dan, bir araştırma seyahatinden dönen V.M.Florinsky bu kompleksi görmüş ve “bunlar Slavların sayı//67// şubat 16
buralara bıraktıkları sütunlardır” gibi, garip bir değerlendirme yapmıştır. Bilime tamamen ters düşen bu iddia, bazı çevrelerden destek bulmuştur. Ona göre “Slavlar Âri asıllıdır ve işte bunlar onu ispatlayan işaretlerdir.” İlmi temeli olmayan subjektif değerlendirmedir. Orta Türbede Karahanlı Nasr bin Ali gömülüdür. Yapım tarihi 1012-1013 yıllarıdır. Kuzey Türbenin yapılışı 1152 olarak kaydedilmiştir. Mimarlık sanatı önemlidir. Toplumun sosyoekonomik, siyasi ve kültürel gelişmesinin bir neticesi olan sanatı ve bunun başarısı, o dönemin ve o ülkenin mimarisine birebir yansımaktadır. Bu açıdan mimari, kültürlerin incelenmesi ve analizi sırasında en doğru sonuçlara götüren yoldur. Bir not olarak şunun da kaydedilmesi gerekir: Hz. Serahsî’nin içine konulduğu, hapsedildiği kuyunun da bu kompleksin bir tarafında olduğu kaydı bulunmaktadır. Bölgede henüz kazılmayan yerlerin olması sebebiyle bu ünlü kuyunun bir gün ortaya çıkarılması düşünülebilir, şu anda bu kuyu görülmüyor. Fakat Hazretin vefât ettiği ev belli olduğu için oraya Özgen’liler, mütevazi bir kabir inşa etmişler. Türkiye Diyanet Vakfı, yaptığı güzel işlere, bu mütevâzi kabri harika bir türbeye çevirerek bir yenisini eklemiş. Hâttâ giderek, oraya Hazretin adını taşıyan bir külliye inşaatına başlamış. İnşaatın başında, bu konuyu bilen, İstanbul eğitimli, Özbek asıllı ehil bir mimar bulunuyor.
AYAK SESLERİ
Eski zaman sokaklarında gezmenin tadı hiçbir şeyde yok. Kesme taşlarla döşenmiş yollarda yürümek de bir ahenk istiyor. Mustafa UÇURUM
Spor ayakkabılarının sesini duymak zor ama onların da bir gıcırtısı var ki evlere şenlik. Bir de yeni bir ayakkabı ise işte o zaman gıcırtı içimi çize çize geçiyor pencerenin kenarından. En sevdiğim de aheste aheste yürüyenler. Hani külhanbeyi gibi. Acele etmeden, sallana sallana. Bir adımını atıp öbür adımını da onun yanına çaprazdan denk getirerek hafiften yengeçleri çağrıştıran bir yürüyüş. “Tıııkkk, tııkkk, tıııkkkk…” Pencerenin önünden geçişleri bile bir merasim gibi. Adımlarının ağırlığını hissettirmek istercesine yürüyüşün tadını çıkaran bir adımlayış. Ayak sesi önemli. Yürüyüşten ritmini alır ayak sesi. Kişinin ruh halinin yürüyüşüne yansımasıyla sesler de kimlik kazanır. “Şiir denizlerinde yıkanırım ben / yürüyüşümün ritminden ıslanır İstanbul” diyor ya şair; bazı yürüyüşler var tam şiir gibi. Ritimli hatta ölçülü yürüyüşler var. Hece vezni gibi yürüyenleri hemen tanıyorum. Kısa, uzun, çapraz, seyrek adımlarla yürüyenler genelde bu sınıfa dahil. Ayak sesi başlı başına bir şiirdir. Hece ölçüsüdür, aruzdur ayak sesi. Dizeler bir ritmi nasıl tutturursa ayak sesi de o ritimdedir. Bir şiiri mırıldanarak yürürken adımlar şiirin ölçüsüne kaptırır kendini. Eski zaman sokaklarında gezmenin tadı hiçbir şeyde yok. Kesme taşlarla döşenmiş yollarda yürümek de bir ahenk istiyor. Tarihin görkemli yapılarının gölgeleri arasında acele etmeden, tarihin süzgecinden geçerek bir türküyü mırıldanarak yürümek de bir sanattır.
ecenin ortasında bir ayak sesi. Gündüz olsa sadece bir ayak sesi ama gecenin tam ortasında olunca çok farklı anlamlara ve çağrışımlara açık bir tıkırtı bu. Topuğun yere her değişindeki ürperti, bir yatakta bağlı kalmışım da elim kolum hareket etmez bir haldeyken tepemden tam alnımın ortasına düşen damlanın tedirginliği. Düşmesini beklerken, ne zaman düşecek derken ansızın tam alnımın ortasına düşen bir “pıt!” Mahalleden gelen bir ayak sesi bu. Yatağım tam da camın kenarında. Ne geçse yoldan duyarım ama ayak sesi çok farklı. Yürüyüşünden anlamlar çıkarmaya çalışarak dinlerim bütün ayak seslerini. Bu ses, bu topuk sesi çokça telaşlı. “Tık, tık, tık tık…” Topuk lastiği hafiften eskimiş, topuğun tahtası yere değince daha tok bir “tık” çıkıyor. Koşar adım gidiyor, belki geç kaldı belki de gecenin şerrinden evine sığınmak için koşar adım ilerliyor.
Medeniyetini yürüyerek ya da at üstünde kurmuş bir millet olarak yürümek dendiği zaman gidilecek mesafenin çok da önemi yok. Yürümek keşfetmektir. Ağır olmayı gerektirir yürümek. Keşfetmek için acele etmeden her bir köşeyi içine çekerek yürümek gerek. Ömer Seyfettin’in “Yüksek Ölçeler” hikâyesinde karşımıza çıkar ayak sesi. Evin hanımının yüksek topuklarından çıkan ses evin düzenini sağlayan en önemli uyarıcıdır. Evin hizmetçileri duydukları ayak sesi ile kendilerine çeki düzen verirler. Yaptıkları hırsızlıkları, işleri boş vermeleri hanımın topuk sesi sayesinde hiç fark edilmez. Gün gelir, evin hanımı rahatsızlanır ve yüksek topuk giymesi yasaklanır. Artık hanımın ayak sesi duyulmaz ve evdeki bütün foyalar ortaya çıkar. “Uzun ince bir yoldayım” diyerek bizleri yollara davet eden Aşık Veysel de yürüyerek gönüllere girmeyi arzular. “Yürüyorum dikenlerin üstünde” diyen Hasan Kaplan da çilekeş bir yürüyüşün ızdırabını anlatır türküsünde. Bu yürüyüşte de ayak sesinde de yılların dinmeyen kahrı vardır. Ayak seslerini dinliyorum. Odamdayken de dışarıdayken de ayak sesleriyle bir yol buluyorum kendime. Her ayak sesi sahibinin kalp sesiyle ilerliyor. Her adım, bir kalp atışı. 17
ıldız Sarayı’nın bahçesinden kaçan ! Alman boğası önce, Dolmabahçe sırtlarında konaklamış daha sonra, Boğazı yüzerek ! karşıya geçip Kadıköy içinde küçük bir gezintiden sonra Altıyol’a park etmişti bir önceki yazımızda..
DERSAADETTE
BİR PAYİTAHT -3-
İstanbul dünyanın en büyük salonuydu, Köprü dünyanın en büyük sahnesiydi…Doğuyu ve batıyı buradan temaşa edip kendinizce yorumlayabiliyordunuz.. Mehmet Kâmil BERSE
İstanbul’a Dersaadet dendiği zamanlarda, ve de payitaht iken, şehrin fizikî sorumlulukları başkaydı tabiiki..Meydanları vardı, merkezlerinde cami olan meydanlar: Yeni Caminin etrafındaki meydan, Sultanahmet camii önündeki meydan vb. Camili meydanlar… Bu meydanlar ve merkezlerindeki camileri örnek alan batı şehirleri vardır.. Onlarda da kilise veya şapeller vardır.. İstanbul örnekti.. İstanbul’un 50 li ve 60 lı veya 70 li yıllarında içtimai hayat içinde farklı figürler vardı sokaklarda caddelerde: İri yarı hayvanların burnuna halka takılıp tef çalarak oynatıldığı dönemler vardı, Garibim o koca ayı burnuna halka takıldığı için çektikçe canı yanarak istenileni yapardı.. izleyenlerde ayı’nın beceri sergilediğini zannederlerdi; Hamamda kocakarılar nasıl bayılır numarası final hareketiydi.. ve sonra para toplanmaya başlanırdı.. Bu ayı oynatanlar şehrin esmer vatandaşlarıydı.. Şehrin dış mahallelerinde otururlar, garaj gibi yerlerde veya bahçelerde bu hayvanları barındırırlardı.. Esmer vatandaşlar tabirini kullandım ama çingeneler esmer vatandaş tabirine iltifat etmezlerdi, çingene denmesi de rahatsızlık vermezdi.. Dersaadetin bazı mahallelerinde sadece Çingenelerin ikamet ettiğini bilirdik.. Hatta bazı mahalle içinde bulunan tarihi mahsen ve mağaralarda da çingene aileler yaşardı…Fatihin bazı yerlerinde bu tarz mahsenler de çingeneler vardı.. Kumkapı’nın tamamında çingenelerin yaşadığı mahalle vardı, bugünde varlıklarını orada sürdürülüyor. Burada yaşayanlardan oluşan müzikle uğraşan guruplar oluştu, bunlardan biriside Kumkapı caz orkestrası.. Fatih’in uzun yıllar devam eden çingene sakinlerinin bir kısmı bundan 10 yıl öncesine kadar Sulukule denen mahallede yaşadılar ve tarihi durumlarını yaşattılar.. Butik tarzda diyebileceğimiz eğlence mekanları vardı, derme çatma evlerin odalarında aile orkestraları ve oyuncuları vardı, misafirlere sofra kurarlar ve bir
sayı//67// şubat 18
eğlence gecesi sonrası müşterilerin ceplerinden hatırı sayılır paralar ceplerinden çıkardı… Bu semt bugün değişime uğradı.. Evleri Toki yıkarak yeni evler yaptı eski sahiplerini oradan uzaklaştırıp, Taşoluk’a gönderip daire verdiler veya yakın yerlerde kiracılıkla hayatlarını devam ettiriyorlar.. Çok çirkin bir durum olan eğlence sektörü ortadan kaldırılmış oldu… Ayvansaray civarındada bir çingene mahallesi vardı ve halen var.. burada oturan çingeneler biraz daha sosyal durumları iyidir.. Kasımpaşada , Dolapderede yaşayan çingenelerin farklı bir yaşayışları vardı ve halende var.. Kaçak sıgara veya farklı sıgaraları buralarda bulmak halen mümkün, her türlü kanunsuz eylemin failleri, hırsızlık ve yankesicilik faillerinin barındığı bir semt olarak belleklere kazındı.. Dersaadet, payitahttı uzun yıllar.. Payitahtlığa en yakışan bir şehirdi aslında, içtimai hayatın çok hareketli ve canlı olduğu bir şehirdi dünyadaki diğer başkentlere inat…Çok renkliydi.. Toplumun her kesiminden insanların her gün sokakları ve caddeleri doldurduğu cıvıl cıvıl bir payitaht.. Sokaklarında sabah gün doğumundan sonra öğlen saatlerine kadar gazete müvezzii çocukları tarihe not düşülecek sokak figürleriydi.. İstiklal caddesi bu konuda en iyi pazardı, onlarca çocuk İstiklal caddesini bir aşağı bir yukarı –Gastee , veya ardından şiir gibi mısralar dizerek bağırdıkları bir oyun alanı gibiydi.. Bu durumları bir çok roman ve hikaye kitabında okuyabiliriz, Sait Faik te, Ahmet Rasimde okuduklarımızdan bu manzarayı görebiliriz..Hatta Sait Faik bu durum için; Onlar olmadan cadde-i kebirin tadı monotondur der, Beyoğlu’nun değişmez simalarındandır. Bu küçük çocukların, azimli ve sebatkar çalışmaları onların ilerde iyi birer şair olacakları fikrini sabitlemiştir…Sait Faik’in gazete satan çocuklara Şairliği yakıştırmasının sebebi; Onların hayatın her türlü sıkıntısının içinde yetişmeleri sebebiyle ruhlarının olgunluğa çabuk erişmesidir.. Onlar, küçücük yaşlarından beklenmeyecek bir olgunlukla hayatı göğüslemektedirler.. “Yedi yaşlarında şairler, İstiklal caddesini çın çın çınlatmakta devam ediyorlar, inanın doğrusu biraz uykumu kaçırmıyor değil,!... Fakat böylede olsa, yedi yaşlarında şairlerle dolu İstanbul sokaklarında dolaşmak ömürdür…” der Sait Faik.. Anadolu’dan mal almak için İstanbul’a gelirdi esnaf.. Tüccar kısmı Galatadaki
ithalatçıların markaların distribütörlerinin yazıhanelerinde alış veriş pazarlıkları yapan tüccar kısmıdır, bu tüccarlara ortalama bir isim verilmişti; tabir hacıağalar… Geceleri ise Beyoğlu’nun eğlence mekânlarında eğlence alemine girerlerdi.. Gecelemelerde Sirkeci’nin otelleri vazgeçilmezdi.. Bu otellerin çevresinde ve bazı merkezi yerlere sabahçı kahveleri vardı, bu kahveler otelde yatmaya parası olmayanların bir çay içimine sabahladıkları gariban konaklarıydı.. İki yakayı birleştiren Galata köprüsü ise sabah gün doğumundan itibaren hava kararana kadar dünyanın en zengin insan kataloğuna rastlayacağınız bir güzergahtır.. Gene S.Faik bir hikayesinde anlatır; Çöpçü Ahmet, hergün Galata Köprüsünü süpüren bir temizlik görevlisidir.. Onu, günün belli saatlerinde , köprü üstünde süpürgesine dayanmış bir şekilde Üsküdarı seyrederken görmeniz mümkündür, Ahmet’i köprünün pisliği ve havası hasta etmektedir, ancak Ahmet çaresiz bu işi yapmak zorundadır.. Köprü altı tabir edilen , Galata köprüsünün alt kısmında yürüyüş yolu kenarındaki küçük dükkanlardan basık bir dükkanda piyango satıcılığı yapan bir adam vardı, şehirde namı vardı; Uzun Ömer derler ona ..Ömer Özkan dır adı.. Herkesin dikkatini çeken heybetli “uzuun” bir adamdır Ömer.. Onu gördükten sonra memleketlerine gidenler reklamını yaparlar, minare boyu kadardı diye abartanlarda olurdu.. Bu hikayeleri dinleyen kişilerden İstanbula gelenler, önce Uzun Ömer’i görmek için dükkanının karşısına gelip onu seyrederler.. Ömer aslında mahcup bir insandır bu durumdan rahatsızlık duymaktadır.. Köprü üzerinde çok sayıda küfeli hamallara rastlanır…Sepetleriyle kılık kıyafetleriyle değişik bir sektörün çalışan ordusudurlar… Galata köprüsü, aslında İstanbul’un 24 saat açık içtimai sahnesidir.., Kâh köprüde parmaklıklara dayanıp boğazı, Üsküdarı, Galatayı , Galata kulesini, Yeni Camiyi, Süleymaniyeyi, Sultanselim’i, Fatihi, Haliç’i , Eminönü ile Unkapanı arasında karınca misali koşturan insanların günlük gailelerini, çabalarını seyredenleri görürsünüz.. yada Eminönü 19
sahilinde balıkçıların yanından İstanbul’u seyredenleri seyreden insanları görürsünüz… Nazarlar nereye bakarsa baksın gözler sadece İstanbul’da yaşamanın ya huzuru içindedir ya derdi içindedir, hayaller farklıdır.. Sait Faik hikayelerinde bu gözlemi çok yapar.. Bir hikayesinde; Karaköy sahilinde otururken Cüce Kenanın elinde hortum ve hızla gelip bir taraftan da olanca sesi ile bağırarak – Ayaklaar… deyince işi bilenler ayaklarını yukarı toplar, Cüce Kenan ise caddeyi hızlı bir şekilde yıkayarak geçermiş.. Cüce Kenan rivayete göre bir metre civarında boyu ile namı yücelmiş biriymiş o zamanlar…Köprünün bir tarafında Uzun Ömer bir tarafında Cüce Kenan.. İnsan merak etmiyor değil..Köprü olmasaymış ne olurmuş İstanbul’un ahvali? Fetihten sonra, neredeyse üç asır kadar iki yaka yani Dersaadet ile Galata arasında ulaşım sandallarla sağlanırmış, İki yaka arasında köprü fikri İkinci Mahmud zamanında düşünülür.. Unkapanı ile Azapkapı arasında köprü inşası 1836 da başlar..Deniz üzerinde salların birleştirilmesile yapılmıştır.. 1844 te başlayıp 1845 te tamamlanan Galata köprüsü ise, Sultan Abdülmecid tarafından büyük bir törenle hizmete girer..Bu köprüden geçişler paralıdır.. Galata köprüsü artık Payitahtın yüzü olmuştur.. Garbın önemli bir yazarı ve seyyahı Edmondo de Amicis Köprü için kitabında şu cümleleri kurar: “İstanbul halkını görmek için Köprü üstüne sayı//67// şubat 20
çıkmalıdır…Bir saat içinde hemen hemen bütün İstanbul gözünüzün önünden akıp gider. İstanbul halkı köprü üstünden rengarenk dalgalar halinde geçer.. Yirmi adımlık yerde,on dakika içinde muhtelif milletlerin tipleri , esvapları birbirine karışır..” Köprü üzerinde açıldığı yıllarda , ayaküstü ticaretin çokça yapıldığı yer olduğu bilinir. Gazeteler en çok köprü üstünde çocuk müvezziler tarafından satılmaktaydı, tabi çocukların keyifle yaptıkları başka bir işte köprüde su satmaktı.. Köprü, yapımından itibaren hem fiziki hem içtimai olarak önemli bir fonksiyonu üstlenmişt..Elbette Pera ile Dersaadetin arasında geçişin en pratik çözüm aracı idi, ancak Pera’da hayat Dersaadetteki hayattan farklı idi, bu nedenle yıllarca Peranın eğlence düşkünlüğü ve batı tarzı yaşamın merkezi olması Dersaadeti olduğunca bu alışkanlıklara bulaştırmamıştı.. Körü yapılınca Dersaadet’in de kaderi ufak ufak değişmeye Peraya benzemeye başladı.. Asıl İstanbul Dersaadet , yani asil İstanbul’du.. Bir takım kolaylıklar ve standartların değişimi Asıllığıda asilliğide süpürmeye başladı… İstanbul dünyanın en büyük salonuydu, Köprü dünyanın en büyük sahnesiydi…Doğuyu ve batıyı buradan temaşa edip kendinizce yorumlayabiliyordunuz..Bu durum’u zamanın önemli yazarlarının eserlerinde çokça okuruz, Sait Faikte, Abdulhak Şinsai Hisar’da, Ahmet Mithat efendi’de, Ahmet Rasim ‘de… Bu bölgenin en fazla gözlemcisi konumuna olan Ahmet Mithat efendi; Müşahedât romanında Eminönü ve civarını, köprüyü, ahaliyi, esnafı
teferrualı bir şekilde anlatır.. “…Hamallar küfe kapmak gayretinde ! arkacılar, sebzeciler,madrabazlar,zavallı bahçevanları boğmacaya getirip mallarını yok bahasına kapmak kurnazlığında! Yeni Camiye doğru yer yer, küme küme küfeler konlmuş.. Her küme bir dükkan farzedilsin..Edilen pazarlıklar gürültülü ve kavgaya müşabih şeyler..Beyaz acem gömlekli kantarcılar kalabalığın her tarafına koşturup para ile mal tartarlar…. Belediye’nin önemli bir fonksiyonu var burada,….O zamanlar,Pul rüsumu var idi,Yalnız medhali şehirden giren eşyaya değil, bir dairei belediye hududundan bir başkasın geçen arkacılardan,küfecilerden seyyarcılardan da toprak bastı parası alınırdı. Bu bedel ödenince, Küfelerin sandıkların üzerine pul yapıştırılırdı.. Ve tespitliydi bütün iş yapanlar.. Gözlemeciler,- Sıcak Çaay diye bağıranlar, sıcak pideler…” Gün boyu Payitahtın hararetli yaşayışını anlatır Müşahedat ta Ahmet Mithat efendi… Bu kadar curcuna arasında yaşayan İstanbullu,yorgun argın iş bitiminde akşam ezanı okunmadan evinin yolunu tutar.. Dersaadet içinde ulaşım yürüyerektir.. Eminönünden , tahtakaleden yemiş iskelesinden, unkapanından, yağkapanından kantarcuılardan, örmecilerden, Sultanhamamdan, mercandan, Kapalıçarşı’dan iş bitiminde insanlar yürüyerek evlerine yola koyulurlar, Laleli, Aksaray, Kadırga, Langa, Fatih, Çapa, Pazartekke, Fındıkzade, Kocamustfapaşa, Yedikule, Topkapı, Edirnekapı, Karagümrük…İkamet edilen evlerin semtleridir..Mahalle mescidlerinde namazlar kılınır.Evlerde Akşam yemekleri, herkes nasibine göre sofrasını kurar… Fatih’in mütevazı bir bölgesinde bir marangozhane vardır, Hüsambey mahallesinde Arnavut kaldırımlı bir kadim caddede , bu caddenin Halic’e doğru sağ tarafında tek katlı Marsilya tuğlasından yapılmış bir dükkandır Marangozhane..Ömer Efendi’nin marangozhanesi..Yıllar sonra bu bu caddeyede adını vermiştir; Ömer efendi caddesi…Bu zat-ı muhterem, bu fakirin çok sevdiği babacığıdır.. Kendisinin bu dükkanını hiç görmedim, orada çalışırken görmedim, ancak yaptığı işleri gördüm, anlattıklarını yaşadım, akşamları ev ve aile hayatı sohbetler, okumalar, alimlerle
meclisler…Hz. Nuh’un meslektaşıydı Ömer Efendi, Ne şartlar altında bir ömür payitahtta yaşadılar; anlatılanları, gözlemlerimi bir potada eritip gözümün önünde canlandırıyorum, ve şükrediyorum böyle bir ailenin evladı olduğuma… Bir hikaye anlatırdı mesleği ile ilgili; Bir marangoz çırağı evlenecek çağa gelmiş, delikanlının gönlü eşraftan birinin kızından yana imiş, nihayet ailesini zorlayarak annesi ile Kız bakmaya gitmiş görücüler, …Görücü kadınlarda pek mahirmiş tarafı olduğu delikanlıyı övmekte…Demişler ki Kızın bulunduğu bir vasatta Kız tarafına; - Bizim oğlan pek titizdir ve gönlüde cebi de zengindir, Bir yattığı yatakta bir daha yatmaz, Elini sildiği peşkire bir daha el sürmez.. Şaşırmış Kızın validesi, -Hasibe hanım nedir delikanlının mesleği? - Marangozdur efendim.. Evlenmeden önce dükkanda yatar kendisi, her akşam talaşları yatak haline getirir orada yatar, ertesi akşam aynı talaşlar olmaz tabii, dolayısıyla her akşam farklı yatakta yatar..Elini yıkayıncada talaşın hasını çam talaşını alır onunla kurular, bir dahakine farklı bir talaş… Kızı ,oğlana vermişlermi bilmem, ama Bir marangoz ustası babamdan dinlediğim meslek hikayelerinden kabul buyurunuz.. Konaklarda belki biraz daha zengin olabilir menüler, ancak bu konakların neredeyse hepsinin sofralarında misafirler eksik olmaz… Bir Cihan devletinin Payitahtında oturmak, burada yaşamak böyle bir şey…Asırlar geçsede İnsanlar gene hiç ölmeyecek gibi çalışıyorlar, öyle olması gerek…Ama, yarın ölecek gibi de çaba sarfetmemiz lazım değil mi? 21
EDİRNE Edirne Fatih'e beşiklik etmiş, çocukluğunun şehri. İstanbul ise gençlik ve olgunluğunun şehri. Edirne onun ilk şehri İstanbul son şehridir. Edirne Bosna'ya giden yoldur. Edirne İstanbul'u düşüren şehirdir. Edirne şan, şöhret ve gücünü İstanbul fethedilene kadar sürdürmüş. Mehmet KURTOĞLU
ğustos ayı Edirne'deyim. Hava oldukça sıcak. Trakya bölgesi için hava genellikle çok sıcak olmaz derler ama bugün hava oldukça sıcak. Yakıcı bir güneş. Selimiye'yi ziyaret ettikten sonra bir çay bahçesinde dinleniyoruz. Benim Edirne'ye bu üçüncü gelişim. Şehri merak etmiyorum ama Selimiye beni çekiyor. Onun hatırına Kurban Bayramı günü olmasına rağmen geldim. Çocuklar görsün istedim. Onlara “Edirne ilginizi çekmese de Selimiye çeker. Onun hatırına bunca yol çekilir” dedim. Çocuklar Selimiye'yi çok sevdiler. Hele içeri girdiğimiz sırada öğlen namazının kılınıyor olması, hocanın güzelim sesiyle kıraati camiyi daha başka bir hava sokmuştu. Eşime “bir cami bir şehri kurtarır” dedim. “Nasıl?” diye sordu. “İşte Selimiye! İşte Edirne!” dedim. Selimiye tek başına yüzlerce şehre bedel. Edirne başkentlik yaptığı için önemli ama Koca Sinan'ın ustalık eseri Selimiye'ye ev sahipliği yaptığı için daha da önemli. Bana göre Edirne başkent olduğu için değil, Selimiye olduğu için önemli ve özeldir. Edirne Fatih'in doğduğu şehir olarak önemli ve özel olabilir ama Koca Sinan'ın sanatının büyüsünü taşıdığı Selimiye ile daha da önemli ve özel değil midir? Edirne Balkan göçmenlerinin yaşadığı bir şehir. Yunanistan ve Bulgaristan'a komşu. Tıpkı o ülkeler gibi nehirlerin içinden geçtiği, yeşilin ve suyun bol olduğu bir şehir. Serhat şehri. Suyu ve toprağıyla Balkan şehirlerine benziyor. Kültürüyle de çok farklı değil. Bugün için dili ve diniyle balkanlardan ayrılıyor. Örneğin İstanbul'dan önce Türk ve İslam. İstanbul'dan önce bir Türk başkenti. Edirne Fatih'e beşiklik etmiş, çocukluğunun şehri. İstanbul ise gençlik ve olgunluğunun şehri. Edirne onun ilk şehri İstanbul son şehridir. Edirne Bosna'ya giden yoldur. Edirne İstanbul'u düşüren şehirdir. Edirne şan, şöhret ve gücünü İstanbul fethedilene kadar sürdürmüş. Sonra başkentlik unvanını ona devretmiş. Ama İstanbul da bunun altında kalmamış, devrin en büyük mimarını bu şehre göndermiş, kendi şaheseriyle (Ayasofya) yarışacak, hatta onu da geçecek bir yeni şaheser yaratılmasına vesile olacaktır. Türk İslam mührü bu eserle şehre vurulmuştur. Şehrin hafızasında Fatih, Koca Sinan ve Selimiye silinmez bir iz bırakmış, ruh üflemiştir. Bir şehrin büyüklüğünü görmek için bir isim yeter ama Edirne bir değil bu üç büyük isimle ölümsüzleşmiştir…
sayı//67// şubat 22
Edirne’ye bu yıl içinde ikinci, genel anlamda dördüncü gelişim. Her gelişimde şehir beni ayrı heyecanlandırıyor. Her gelişimde beni bir başka karşılıyor. Edirne bir efsaneden doğmuş, fethedilmiş. Edirne için Mehmet Doğan "Osmanlının ana rahmi" tanımlamasında bulunuyor. Zira Osmanlıyı dünya imparatorluğuna götüren sürecin tohumu burada atılmış. Buradan çıkmış Fatih… Osmanlı da padişah tahta çıkmaz camide kılıç kuşanır. Cami tahta çıkmanın, iktidar olmanın ilk kapısıdır. Ecdat bunun bilincinde olarak Bursa’yı, Edirne’yi, İstanbul’u camilerle süslemişlerdir. Osmanlıda bir şehrin başkent olmasının en büyük göstergesi, yalnızca padişahın orada ikamet ve idare etmesi değil, aynı zamanda o şehre devrinin en güzel, en mükemmel camiini inşa etmesidir. Her iktidara gelen padişah, bir öncekinden daha güzel cami inşa etme kaygısı taşımıştır. Her biri muhteşem camiler yaptırmışlardır. Hatta eşleri, anaları, cariyeleri dahi cami yaptırmıştır… Edirne mimaride bir tarz yaratmıştır. Tarzı olan şehirler önemli şehirlerdir. Selimiye ile birçok ilkler gerçekleştirilmiş, mimaride yeni ufuklar açmıştır. Kırk dokuz metrelik yükseklikte ve otuz iki metre genişlikteki kubbesiyle Anadolu’nun en büyük camisidir. Yine cami konumu itibariyle şehrin en müstesna, en güzel ve en sağlam yerine inşa edilmiştir. İnce ve estetik aklın seçtiği konum itibariyle Selimiye’ye nereden bakarsanız bakınız hep aynı güzelliği görürsünüz… Rivayete göre Peygamberimizin boyu değişkendir; zira yanında duran insanın
boyuna göre uyumlu olur. Anlatıldığına göre uzun birinin yanında uzun, kısanın yanında orta boyludur. Selimiye’nin minareleri de değişkendir yakından bakınca rahatsız etmeyen bir uzunluğa sahiptir. Uzaktan bakınca uyumlu ve uzun dört zarif minaresiyle bir şaheserdir. Özelde Edirne, genelde Rumeli’yi fetheden, buraya Türk iskânını gerçekleştiren Gazi Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa’nın sadece bu toprakları fethiyle değil, yapmış olduğu iskânlarla adeta buraları bir üs haline getirmiş olması dolayısıyla dikkate değerdir. Zira onun bu iskân faaliyeti Türkleri Anadolu’daki sıkışık durumdan çıkarmıştır. Halil İnalcık’ın deyişiyle yapmış olduğu iskân, İstanbul’un fethi kadar önemlidir. Rumeli ve Edirne’ye tarihsel olarak bakıldığında Gazi Süleyman Paşa’yı görmemek mümkün değildir. Bu şehre Sinan sanatıyla damga vurmuşsa, Gazi Süleyman paşa da askeri ve siyasi dehasıyla damga vurmuştur… Mevlevihane Selimiye’nin üst taraflarında. Daha önce üç defa gelmiştim ama Mevlevihane’yi görmemiştim. Rıdvan Canım bize rehberlik etti. Caminin haziresinde şair Neşati Dede’nin kabri başında Fatiha okuduk. Baş mezar kitabesi yıpranmış. Yazılarının bir kısmı silinmiş. Ayakucundaki mezar taşını mermerden yeniden yapmışlar. Osmanlıca yeniden yazmışlar. Güzel de olmuş. Eski Cami diğer adı Ulu Cami. Eski Cami olmazsa sanki Selimiye de olmayacak. Eski cami Selimiye’nin habercisi gibi. Selimiye olmazsa Eski Caminin güzelliği de bu şehre yeter. Osmanlı başkentlerindeki sıradan camiler dahi taşranın muhteşem camilerinden güzel. Başkentlerde tek güzel cami yok, bir güzel 23
cami var. Ve şehri güzel yapanda bu güzelliğin çok olması. Eski caminin içi de tıpkı Selimiye gibi süslü. Her sütununda devasa hat yazıları. Selimiye yuvarlak sütunlu bu köşeli. Selimiye ben buradayım diye haykırırken, Eski cami kendini saklıyor. Selimiye’de sanat ve estetik zirveye ulaştığından gören gözünü alamıyor. Selimiye hem iç hem dış görünümüyle bir estetik mimarlık harikası. Ama Eski cami iç estetiğe önem vermiş. İçi süslü dışı sade. Şair Rıdvan Canım ile Muradiye Camii’ne gittiğimizde, caminin haziresinde durup bize bir zamanlar buradaki Mevlevihane’yi anlattığında aklıma hemen Şevket Süreyya geldi. Rıdvan canım anlatırken ben Suyu Arayan adam hatıratını yeniden okuyurmuş gibi oldum. Şevket Süreyya birçok Edirneli gibi bir göçmen çocuğu. Çocukluğu Edirne’de geçmiş. Özellikle hatıralarını anlattığı “Suyu Arayan Adam” kitabındaki çocukluk yıllarını anlattığı Edirne’yi okumadan bugünkü Edirne’yi anlamak mümkün değildir. Şevket Süreyya; “beni, benden yetişkin ve küçük yaşlarında mahalleden ayrılıp yatılı asker mektebine giden ağabeylerim gibi okutmak istiyorlardı. Önce bize yakın bir mahalle mektebine verdiler. Bu taş bina, bizim mahalleye bakan Muradiye Camii’nin çevre binalarından bir parçaydı. Belki de bu camiyle beraber, yüzlerce yıl önce yapılmıştı. Büyük pencereleri kalın demir parmaklıklarla örülmüştü. Bu caminin etrafında bizim taş mektepten başka, o zaman, hala işleyen bir imaretle, bir sayı//67// şubat 24
Mevlevihane tekkesi ve şehrin sayılı insanlarının gömüldüğü etrafı ağır demir parmaklıklı bir mezarlık vardı. Bunların hepsi de koyu yeşil ve çoğu asırlık ağaçların arasında birbiriyle öyle kaynaşmışlardı ki bu Muradiye Tepesi, bizim kenar mahallenin üstünde, çiçekleri taştan abideler olan büyük bir demet gibi yükselirdi. Günün beş vaktinde Muradiye Camii’nin minaresinde müezzinin, müminleri ibadete davet eden sesi aşağı mahallelere doğru yayılırdı. Bu ses duyulunca büyüklerin yüzüne başka bir hal gelirdi. Biz, aşağı mahalle çocukları, itişme kakışmalarımızı ezan bitinceye kadar keserdik. Ramazanlarda caminin minaresine mahya gerilirdi. Kandil, bayram günlerinde camide Mevlit okunurdu. Tekkede ayin yapılırdı. İmaretten fakirlere her sabah çorba, her gün fodla(ekmek),her Perşembe pilav, zerde dağıtılırdı. Bu tepe mahallemize biraz yukarıdan bakardı. Fakat ben içimden gelen bir duyguyla, yolumun bir gün oradan geçeceğini, bu asırlık ağaçlar altında, bu camiler, tekkeler, imaretler arasında geçirilecek zamanlarım olacağını sezinlerdim. Orasını yadırgamazdım. Öyle de oldu.” diyerek bir roman gibi akıcı, uzun tasvirlerle ve güzelim Türkçesiyle anlattığı o yılların Edirne’sini sanki yaşıyor gibi olmuştum. Bir zamanlar Muradiye Cami külliyesi içinde yer alan Mevlevihane’den bugün eser yok. Ancak Cami halen ayakta ve ibadete açık. Caminin haziresinde Osmanlı dönemi mezar taşları göze çarpıyor. Devrin büyük âlim ve şairlerinin defnedildiği bir hazire. Özellikle bir külliyeyi etrafında şekillenen Muradiye’nin o yıllardan kalan izlerini arıyorum. Mezar taşları dışında bir şey göremiyorum. Rıdvan canım, hazire içindeki bulunan şairlerden bahsediyor. Enis Recep dede, Neşati, Hacı Eşref ve İngilizlerin sürgün ettiği Musa kazım Efendi burada yatıyor. Rıdvan Canım'ın verdiği bilgiye göre Osmanlı döneminde Edirneli yetmiş beş şair vardır. Edirne'nin şairinin çok olmasının nedeni yalnızca başkent olmasından dolayı değil, şehrin Melami meşrep ve sarhoş olmasından dolayıdır. Zira şiir en güzel sarhoşken yazılır. Canım, Cem Sultan’ın Edirneli olduğunu söylüyor. Bilindiği trajik bir hayat süren Cem sultan, divanı olan bir şairdir aynı zamanda. Onu trajik bir yaşama sürükleyen belki de duygusal şair ruhudur. İyi şair olduğu için, iyi bir komutan veya devlet adamı olamamış. Kılıcını kalemi kadar iyi kullanamadığı için trajedi yaşamış; ömrü sürgün
ve zindanlardan geçmiştir. Edirne'nin kapalı çarşısı da çok. İstanbul’dan sonra kapalı çarşısını korumuş birkaç şehirden biri. Çarşıları çok canlı. Şehirde Yunan ve Bulgar turistler çoğunlukta. Çünkü Edirne bu ülkelere göre oldukça ucuz bir şehir. Daha çok alışveriş için geliyorlar. Bir şehrin çarşılarında dolaşıp, sokaklarında kaybolmadıktan sonra o şehri pek anlamıyorsunuz. Edirne’ye dördüncü gelişim olmasına karşın ilk defa çarşısının, sokaklarının farkına vardım. Daha önceki gelişlerimde Selimiye dışında şehir bana silik gelmişti. Ama bu son gelişimde çarşılarının ve sokaklarının canlılığını gördüm. İhtişamlı şehirler ilk gördüğünüzde gözünüzü kamaştırır fazla bir şey göremezsiniz. Birkaç kez gidip geldikçe bu defa o göz kamaşıklığı kaybolur şehri daha net görürsünüz. Her şehrin bir hakikati bir de efsanesi vardır. Bazı şehirlerde efsane ve hakikat iç içe girer, bazılarında ayrılır. Bazılarında yer değiştirir. Edirne de hakikat efsaneye vermiyor. Çünkü şehrin hakikatinin efsaneye ihtiyacı yok. Selimiye kendini bir efsaneye kurban edemeyecek kadar muhteşem. Efsane, felsefesi olmayan ilkel ve antik taşra şehirlerinin varlık sebebi. Hakiki bir şaheseri olmayan şehir, efsaneye sığınır. Ancak efsane ile kendini anlatabilir. Başkentlerin böylesini güzel ve ihtişamlı olmasında taşranın payı olduğu unutulmamalıdır. Başkentler taşradan çaldıkları ile kendilerini inşa ederler. Vergilerden en büyük payı başkent alır. Belki taşra da başkentler gibi zengin olmuş olsa onlarda güzellik ve estetikte başkentle yarışır. Edirne'de şehri süsleyen heykellerde Balkan etkisi hissediliyor. Bihaç'ta parklarda gördüğüm bir kısmı köşeli bir kısmı oval taş heykellerin benzeri Trakya Üniversitesinin yerleşkesi içinde sergileniyor. Yine Üsküp'te meydanda sergilene havuzlu fıskiyeli heykellerin bir benzerini burada çarşının ortasına dikmişler. Her şehirde olduğu gibi Atatürk heykeli... Atatürk heykelinin ilerisinde Koca Sinan heykeli. Sinan heykelinin iletisinde, arka tarafta ise Selimiye. Atatürk heykelinin karşısında durduğunuzda Mimar Sinan ve hemen ardında Selimiye’yi görürsünüz... Başka heykellerde var. Şehir balkanlara açılan kapı! Balkanlar bana göre Edirne'den başlıyor. Anlatıldığına göre Edirne'de geçmişi yüzyılı geçen aile yok gibi. Bir göçmen şehri. Burada yaşayanlar Balkanlar’daki akrabalarıyla temas
halindeler. Gidip geliyorlar. Her ailenin bir göç hikâyesi ve bunun sonucunda yaşanmış bir büyük trajedileri var. Serhat ve göçmen şehri olduğu için Türklük burada çok güçlü. Türklüğün kıymetini, Türkiye’dekilerden daha çok biliyorlar. Geçen yüzyıldaki Balkan hezimetini yaşamış, topraklarını kaybetmiş ve bunun sonucunda Türkiye'ye sığınmış bu insanlarda güçlü bir milliyetçilik damarı olmayacak da ne olacak? Aslında Balkan hezimetini, göçlerini ve Milli Mücadeleyi Edirne doğumlu Şevket Süreyya Aydemir'den okumak gerekir. Şevket Süreyya çocukluğunun geçtiği Edirne’yi anlatırken bir yangından bahseder. Aslında o yangın imparatorluğun yok oluşunun yangınıdır. Tabi Şevket Süreyya o yangınla özelde kendi hayatını, genelde Osmanlıyı özdeşleştirir. Bir yangından geriye kalan enkazdır imparatorluk. Aynı zamanda trajiktir! Türkler Osmanlının son devrinde yaşadığı trajediyi hiçbir dönemde yaşamamıştır. Bugün ondan yüz yıl sonra ben aynı mekânda onun yaşadıklarını düşünüyorum. Belki bir yüz yıl sonra da bir başka yazar benim yazdıklarımı okuyarak buraları gezecek, benim şu anda hissettiklerimi o da bir başka türlü hissedecektir. KAYNAKÇA 1-Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, sh.29, Remzi kitabevi, İstanbul, 2019 25
ŞAİR NABİ’NİN ÜÇ ŞEHRİ-2-
HALEP
Dikkat çekici coğrafî konumu dolayısıyla kervanların uğrak yeri olmakta başı çekmiş, bunun sonucunda ticaretle zenginleşip medeniyette yükselirken sık sık aynı yollardan sefere çıkan orduların tahribatına ve yağmalarına mâruz kalmıştır. Dr. Şakir DİCLEHAN
ehir ve Kültür Dergisi’nin geçen sayısında “Şair Nabi’nin Üç Şehri” başlığı altında Urfa’yı anlatmıştık. Bu sayımızda ise, onun sevdiği üç şehirden biri olan Halep’i ele alacak ve Ortadoğu’nun önemli şehirlerinden biri olan bu kentin, Şair Nabi’nin hayatında bıraktığı izler üzerinde duracağız. Tarihi, M.Ö. 3000'li yıllara uzanan Halep Kalesi, çeşitli Mezopotamya devletlerine, Roma ve Bizans İmparatorluğuna, Arap hâkimiyetine, Emevilere, Abbasilere, Hamdanilere, Eyyubilere, Memluklara, Mirdasilere, Ukaylilere, kısa bir süreliğine Büyük Selçuklu Devletine ve Osmanlı İmparatorluğuna ev sahipliği yapmıştır zaman zaman. Kuzey Suriye’nin en önemli şehri ve kendi adını taşıyan il merkezi olan Halep, Anadolu’dan Mezopotamya’ya ve Akdeniz’den İran’a giden ana yolların kavşak noktasında kurulmuş olduğundan stratejik bir öneme sahip olmuştur hep. Bu dikkat çekici coğrafî konumu dolayısıyla kervanların uğrak yeri olmakta başı çekmiş, bunun sonucunda ticaretle zenginleşip medeniyette yükselirken sık sık aynı yollardan sefere çıkan orduların tahribatına ve yağmalarına mâruz kalmıştır.
sayı//67// şubat 26
Halep’te bugün Emevi, Selçuklu, Eyyûbî ve Memlüki (Kölemen) dönemlerine ait çok sayıda cami bulunmaktadır; bazı camilerdeki mihrap ve minberlerin sanat değeri oldukça yüksektir. Osmanlılar döneminde çok önemli bir konuma sahiptir Halep ve Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli kentleri arasında yer alır. Halep’in kültür varlıkları ve tarihi eserleri, Haçlı Seferlerinden ve Moğolların ölçüsüz ve acımasız istilalarının neden olduğu tahribat ve yıkımdan oldukça fazla etkilenmiştir. Devrin seçkin ilim, fikir ve sanat erbabı Halep’i terk etmek zorunda kalmış ve pek çoğu Mısır’a gitmişti. Nihayetinde Halep, Osmanlılarla birlikte tarihinin en parlak zamanını yaşayacak ve tarihinde o güne kadar şahit olmadığı kadar gelişecektir. Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı askerleri Anadolu’yu geçer ve Mercidâbık ovasında Memluk Sultanı Kansu Gavri’yi yenerek büyük bir başarıya imza atarlar. Bu zaferden sonra Osmanlı egemenliğine giren pek çok şehirden biri de Halep’tir. Yavuz Sultan Selim devrinde Halep’in, Kölemenler dönemindeki yönetim şekline dokunulmayarak diğer şehirlerle birlikte Şam Beylerbeyi İdari Bölgesi içinde bırakılmıştır. Ancak Yavuz’un vefatıyla Osmanlı tahtına geçen Kanuni Sultan Süleyman devrinde Halep, bağımsız beylerbeyi yapılır. Bu tarihten sonra şehrin ve çevresindeki bölgenin çehresi, hızlı bir şekilde değişmeye başlar. Helebü’ş-Şehba (uzaktan kırçıl görünen Halep) olarak bilinen bu kent, Türkçe deyimlere konu olmuş ve Türk edebiyatına yerleşmek suretiyle çeşitli şekillerde kullanıla gelmiştir. "Halep oradaysa arşın burada" deyimi, Âşık Garib’in, "İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri" şiiri, Âşık Emrah'ın, sevdiğini Halep'te araması, Kerem'in, Aslı'nın ateşine Halep'te yanıp kül olması bu meyanda sayılabilir. URFALI NABİ VE HALEP ŞEHRİ
Urfa’da, Mutasarrıfın dikkatini çekerek İstanbul’a daha iyi şartlara sahip olmak üzere gönderilen Şair Nâbî, burada Musâhib Mustafa Paşa’ya intisap eder. Paşa, şairin hayatında önemli bir yer tutar ve onu, uzun yıllar kanatları arasına alarak korumaya çalışır. İstanbul’da edebî çevrelerde büyük ilgi gören Nâbî, Musâhip Mustafa Paşa’nın (Ö. Hicri:1100/Miladi:1687) divan kâtipliğine getirilir. Padişahın damadına kâtip olması, şairi, saray çevresine de yakınlaştırır. Nitekim IV. Mehmed’in Edirne Sarayı’na gidişi sırasında, kendisiyle birlikte götürülenler içinde Nâbî
de vardır. Nâbî, Musahib Mustafa Paşa’nın desteğiyle,1679 yılında Hacca gider. Hac dönüşü, Musâhib Mustafa Paşa’ya Kethudâ (Genel sekreter) olur, Paşa’nın 1685’te Kapudân-i Deryâlık göreviyle Mora’ya tayin edilmesiyle, Paşa ile birlikte Mora’ya gider. Burada bir süre kalan şair, Paşa ile birlikte yeniden İstanbul’a döner. Musâhib Mustafa Paşa, Boğazhisar Muhafızlığı görevinde iken 1687 yılında vefat etmesi üzerine, Nâbî de korumasız kalır ve uzun yıllar yaşayacağı Halep’e yerleşir. Nâbî’nin Halep’e gidişinde, IV. Mehmed’in aynı tarihteki tahttan indirilişiyle ilintili olduğu da bilinmektedir. Halep’te Vali Silahdâr İbrahim Paşa’nın himayesine giren şair, onun yakın ilgisiyle, bir süre rahat bir hayat yaşar. Kendisi de şair olan Silahdâr İbrahim Paşa, Nâbî’nin şiirlerini bir araya toplama işini bizzat üstlenir ve Nâbî’yle şiir sohbetlerinde bulunur. Halep’e yerleştiği sırada, 45-46 yaşlarında olan Nâbî’nin,1687 -1710 yılları arasında, 23 yılı aşan bir süre burada yaşaması, bir bakıma şairin gözden uzak bir yerde “kenara çekilme” tavrı olarak yorumlanmaktadır. Nâbî, Halep’te yazmış olduğu şiirlerinde derin bir İstanbul özlemi dile getirerek hep bu özlemle yaşar. Diğer yandan Halep’in Nâbî’nin edebî yaşamı açısından çok verimli olduğu da inkâr edilemez. O dönemlerde ticaret merkezi olarak öne çıkan Halep, kültürel etkinlik ve eserlerle ile ünlendiği gibi, Nabi’nin doğduğu şehir olan Urfa’ya da çok yakın bir mesafededir ve pek çok özelliği ile benzerlikler göstermektedir. O dönemlerde kendisi hakkında: “Kumaş-i nev zuhur-i ma’rifette Sabit’a şimdi Bulunmasa Halep tamgası İstanbul’da rağbet yok” Diye izinde yürüyeni Şair Sabit, Halep’teki eserlerine ve kaleme aldığı şiirlerin önemine işaret eder. Burada ünlü Divanı’nı tamamlamış, İstanbul ve Saray çevresi ile mektuplaşmış ve iletilşimini sürdürmüştür. “İden hak-i Stanbul’dur rüsum-i şive ü nazı Kenarın dilberi nazik de olsa nazenin olmaz” (İstanbul toprağıdır ki naz ve işvenin oluşmasını sağlamaktadır. Taşranın güzelleri, nazik de olsalar pek nazlı değildirler) Tarih boyunca İstanbul, hep bir tutku olmuştur şair ve sanatçıların gönlünde… Nabi de: “Elfaz-i sükkerin-i Stanbulıyandan Sem’in kenarlarda kalır dilde hasreti” (Kulak, taşralarda İstanbulluların şeker gibi tatlı sözlerinin özlemini çeker) diyerek konuya son noktayı koymaktan da geri kalmaz: “Ba’di leke hitaplarından gelir mi hiç Lafz-i a canım ay efendim halaveti”
(“Ba’di leke” hitaplarında, hiç “a canım, ay efendim” sözlerinin tatlılığı bulunur mu?) İstanbul, Urfa ve Halep gibi üç önemli şehirden beslenen ve bu şehirleri besleyen Nabi, varlıkların meydana gelişlerindeki sır ve hikmeti şiirlerinde uzun uzun dile getirir ve devrin sosyal durumuna ayna tutar adeta. Nabi’nin olgunluk ve yaşlılık dönemini geçirdiği bu şehir, edebiyatımızda oldukça meşhur olmuş, “ Halep kumaşı” ve benzeri deyişlerle halk arasındaki konuşmalarda gereken yerini almıştır zaman zaman. Halep Valisi Baltacı Mehmed Paşa,1710’da yeniden sadarete geçince, yaklaşık çeyrek asırdır Halep’te yaşayan Nâbî’yi İstanbul’a getirmeye karar verir. Halep’te çok rahat ve huzurlu bir hayat yaşayan Nâbî, şiirlerinde de ifade ettiği gibi, İstanbul’un dilini, edâsını ve zarafetini özlediğini dile getirir. Nâbî’nin İstanbul’a geri dönme arzusu, büyük ölçüde şiirdeki zevk ve estetik anlayışıyla ilgili olduğu düşünülmektedir. Bir şiirinde; “Arabistan’ın söz bilmeyen, konuşma nezaketinden yoksun güzellerini gördüğümden beri, Anadolu’nun güzelleri gözümde tütmektedir” diyen Şair, İstanbul Türkçesini özlediğini ifade etmek ister. Âşık Garip mahlaslı, içli, coşkulu ve badem gözlü olduğu anlaşılan bir Halk Ozanı’nın terk-i diyar eylediği Halep Şehri'ne, şükran ve özlem duygularını belirttiği şiiri, konuyla ilgili birçok şey ifade etmektedir. “İşte geldim gidiyorum Şen olasın Halep şehri Çok ekmeğin, tuzun yedim Helal eyle Halep şehri Sana derler Arabistan Dört tarafın bağ u bostan Haber geldi nazlı dosttan Durmak olmaz Halep şehri Âşık garip düştü yola Hızır yardımcısı ola Göründü gözüme sıla Sen kal burda Halep şehri Birinci Dünya Savaşı öncesinde Halep, İstanbul ve Kahire’den sonra Osmanlı coğrafyasının üçüncü büyük şehriydi. Onca yıkıma ve yağmaya rağmen topraklarından varlık göstermiş medeniyetlerden yüzlerce iz barındırıyordu daima. Son yıllarda yaşanan acımasız savaşta sadece bu kadim şehir değil büyük bir insanlık mirası da ağır yara aldı. Aslında bu bizim, hepimizin, insanlığın günahı… Öyle değil mi? 27
KAVALA
“KOYUNDA VE KOYNUNDA KAYBOLUNAN ŞEHİR” Uzaktan ‘hoş geldiniz’ diye göz kırpıyor size Osmanlı su kemeri, yaklaşınca sarıp sarmalıyor, bağrına basıyor. Abartmıyorum: Vallahi de billahi de öyle. Dost muhabbetiyle, baba sıcaklığıyla, akraba yakınlığıyla kucaklıyor sizi Fahri TUNA
izim kültürümüzde bir şehir bazen bir insandır, bir isimdir, bir unvandır: Plevne Gazi Osman Paşa’dır mesela, Filibe Şehbenderzâde Ahmet Hilmi Bey’dir. Nâzım Florinalıdır, Fahri Malatyalı. Kerbela Hazreti Hüseyin’dir bizde, Bitlis İdris Bey. Ne zaman bu şehirlerin ismi anılsa bir ortamda, aklımıza bu şahıslar düşer ilkin. Doğaldır, normaldir bu. İtiraf edeyim hadi: Kavala da benim için Mehmet Ali Paşa’dır ilkin. Hani şu payitahtın başına bela olan Mısır’ın Osmanlı Valisi Mehmet Ali Paşa. Valiliğini yaptığı Osmanlıya karşı ordu kurup isyan eden Mehmet Ali Paşa. 1839’da Gaziantep Nizip’te, Osmanlı Ordusunu, yani Sultan II. Mahmut’un askerlerini dört saatte perişan eden Mehmet Ali Paşa. Osmanlı’nın Avusturya ve İngilizlerden yardım alarak ancak Kahire’ye püskürttüğü Mehmet Ali Paşa. Ne kusur günahı vebali varsa, Kavala denilince benim aklıma devletimize isyankâr, baş belası olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa gelir hep. Kavala benim zihnimde hep soğuk, sevimsiz, asi bir kavramdı. Ta ki Kavala’yı 2002’de dünya gözüyle görene kadar. Gördüklerime ‘Aman Allah’ım, cennet cennet’ derken yakaladım kendimi. İçiçe koylar şehri Kavala, her şeyden önce. Doğal güzellikler şehri bir defa. Denizden ayrı güzel, sahilden ayrı güzel; kaleden başka güzel, yamaçtan başka güzel. İlk görüşümün üzerinden on sekiz yıl geçmiş; bu sürede sekiz kez vuslata erişmişiz Kavala’yla. İnanınız, - samimi söylüyorum - her buluşmamızda ayrı sevdim Kavala’yı. Güzelliği, latif havası, huzuru… Eksilmedi, arttı buluştukça. Bunu çok az şehirde yaşadım ben. Tarihi eser az çok her şehirde vardır. Bu doğaldır. Esas olan görsel iz ve hâkimiyetidir bu eserlerin. Bilirsiniz vardır onlardan, gider görür seversiniz. Gitmedikçe, ziyaret etmedikçe yoktur ama onlar. Ya Kavala’da? Bizden yani Kanuni’den kalma bir su kemeri vardır ki, yaptıranı kadar muhteşemdir. Yapıldığı üzerinden beş koca asır, beş yüz sene geçse de şehrin siluetine mühürdür adeta: Gerdanlık gerdanlık. Öyle zarif, öyle naif, öyle kadim. Uzaktan ‘hoş geldiniz’ diye göz kırpıyor size Osmanlı su kemeri, yaklaşınca sarıp sarmalıyor, bağrına basıyor. Abartmıyorum: Vallahi de billahi de öyle. Dost muhabbetiyle, baba sıcaklığıyla, akraba yakınlığıyla kucaklıyor sizi. Hasret gideriyorsunuz karşılıklı. ‘Nerelerdesiniz?’ diye soruyor, ‘buralarda beni yalnız bırakmayın’ diye uyarıyor. ‘Buralar
sayı//67// şubat 28
sizinle güzel’ diyor. Huzur ikram ediyor size bol bol. Leziz kahvesi de bir başka güzel, iliklerinize kadar hissediyorsunuz bunu. Payitahtına, İstanbul’a, en çok da Şehzadebaşı’ndaki amcaoğlu Bozdoğan Su Kemerine selamlar gönderiyor, uğurlarken de sizi. Adı doğup büyüdüğü şehriyle adeta özdeşleşen Mehmet Ali Paşa’dan söz etmiştik yukarıda size. Hani Sadrazamımız Sait Halim Paşa’nın, Mehmet Akif’e bir ömür kol kanat germiş Mısır Hidivi (hidiv prens demek bu arada) Abbas Halim Paşa’nın aile büyüğü, asi valimiz Mehmet Ali Paşa’dan. Kavala’ya gelip de onu anmadan, Paşa Mahallesi’nde ayak izlerini takip etmeden, Yunanlıların (heykeltıraş Dimitriadis’in) gözümüze sokarcasına, ‘işte başınızın belası Mehmet Ali Paşa’ dercesine tepeye kondurdukları heykeliyle karşılaşmadan geçmek mümkün mü? Oğlu İbrahim Paşa’nın babası adına yaptırttığı camisi şimdilerde konser salonu. Cumbalı konağı şimdilerde müze. Taşoz adasına nazır. Atının üzerine İstanbul’a doğru yola çıkan Mehmet Ali Paşa’yı resmeden heykeli ne kadar şirin görünmeye çalışsa da sevimsiz ve yalnız. Şefaatçisi kalmamış. Gördüm ben bunu. Hissettim. Paşa’nın mahallesi bizden kalma cumbalı evleri, dar taş sokakları ile iç açıcı görünümler sergiliyor. Âh İmarethane. Âh ki âh. En içten en hazin en vahim tarafından bir âh! Ne biri, bin âh! Kavala’nın en güzel noktasındadır İmarethane. On sekiz kubbeli, iki medreseli, iki mescitli, iki aşevli İmarethane. Anladınız siz onu; bizden arta kalan bir eser o. Fakirlerin kimsesizlerin yolda kalmışların bir ömür yediği içtiği yattığı; gençlerin eğitim gördüğü, karnı kadar akıl ve gönlünün de doyduğu - kısacası- hayat damarı olan İmarethane’miz. Bir irfan bir izan bir iman yuvası olmuş İmarethane’miz, asırlarca. Ya şimdi? Gün gelmiş, akşam olmuş, güneş kaybolmuş. Modern baykuşların ‘aydınlanma çağı’ dedikleri karanlık sarmış dört bir yanı. İmarethane’miz de otel olmuş şimdilerde. Odasında gecesi yüz bilmem kaç euroya konaklanan, manzarası muhteşem lüks bir otel artık. İşte size iki dünya, iki anlayış, iki medeniyet farkı - ne farkı, uçurumu demek lâzım -: Bizim asırlarca fakir fukarayı ilim irfanla yaşattığımız mekânlar, Batı’nın - vahşi Kapitalizmin mi desek - elinde, zengin kusmukları ve zevk ü sefası üzerinden para toplama alanına dönüşmüş. Bunun adı da çağdaşlık, ilerleme! Sevsinler. Ha, ben gittim gördüm yaşadım, siz de yolunuz
düşerse yaşayınız: İmarethane’nin dibek kahvesi muhteşem. Yudumlarken, duvarların boya badanasını kazıyıp altındaki tuğlalara, çatının hatıllarına kulak kesiliniz; size bizden, bizim, bizle olan nice hikâyeler anlatacaklar. İçiniz açılacak, dinledikçe. Emin olunuz. Kavala’dasınız madem, sahilde bir lokantada, ‘balik’ dedikleri, buraya özgü leziz deniz ürünleri taam eylemeden olur mu? Olmaz tabii. Üstüne de demli bir çay lütfen, sahildeki kır kahvehanelerinden birinde. (Aman benimki açık olsun.) Kahvehanedeki yüzlere dikkat kesiliniz: Yerli ahalinin bize ne kadar çok benzediklerini fark edeceksiniz. Çoğu 1924 mübadelesinde Kapadokya dediğimiz Nevşehir bölgesinden götürülen Anadolulu insanların torunları da ondan. Siz demli çayınızı yudumlarken, birkaç minik bilgi daha benden size: Kavala’nın kurulduğu zamanki adı Neapolis yani Yenişehir’miş. Bizim meşhur (makbul mü maktul mu diye hâlâ karar veremediğimiz) Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’mızın 1530’da yaptırttığı camimiz, 1926’da Yunan devletince kiliseye dönüştürülmüş. Şimdilerde adı Aziz Nikolai Kilisesi. Ha bir de buralarda hava da rüzgâr da yağmur da beş yüz yirmi beş sene (1387-1912) Türkçe solumuş Türkçe esmiş Türkçe yağmış. Sakin günlerde hâlâ da Türkçe esintiler gelebilirmiş kulağınıza. Bir seferinde, Kavala’nın üç beş kilometre kıyısında bir etnografya müzesine götürmüşlerdi bizi. Aman Allah’ım, o da ne? Dilim tutulmuştu adeta. Bizim Sakarya’nın Taraklı’sında yahut Kütahya’nın Emet’inde ya da Eskişehir’in Mihalgazi’nde bir müzede zannediyorsunuz kendinizi: Oraklar ellikler yabalar, çıkrıklar örekeler baççıklar, düzenler mekikler kücüler, kilimler sergiler yolluklar… Siz deyin yüzde doksan, ben diyeyim yüzde doksan beş aynı. Ne olabilirdi ki farklı? Dedik ya, Kapadokya’dan göçen Nevşehirli (Kavala’nın ilk adı yeni/nev şehirmiş ya, bunları Kavala’ya yerleştirmelerinin ironik bir anlamı da olmasın sakın) hemşerilerimizden kalma olduklarına göre. Asıl benim şaştığıma şaşmalı değil mi? Âh benim cahil kafam!.. Evet; Kavala tarihin koynundan sırlar hikâyeler hatıralar saklıyor içinde. İçinde Ayşe, Fatma, Ali, Mehmet isimlerinin geçtiği hikâyeler. Kavala, tarihin koynunda bir zarif bir latif bir güzel şehir. Birbirinden güzel koylar şehri. Kavala: Tarihin koynunda saklanıp kaybolunacak şehir. Tarihin ve doğanın. 29
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
MEDİNE Medine’ye ilk yerleşmenin ne zaman başladığı hakkında kesin bilgi yoktur. Tarih sahnesine çıkışından itibaren Medine’ye yerleşen üç topluluktan (Amâlika, yahudiler ve Evs-Hazrec) bahsedilir. Hüseyin YÜRÜK
edine Hz. Peygamber’in mescidiyle kabrinin bulunduğu hicret yurdu olup İslâm’da iki Harem bölgesinden biri, Resûl-i Ekrem ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminin başşehridir. Arap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısına yaklaşık 130 km. uzaklıkta, Mekke’nin 350 km. kadar kuzeyinde olup deniz seviyesinden yüksekliği Harem-i şerif’te 619 metredir. Şehrin kurulmuş olduğu geniş düzlüğün kuzeyini Uhud, güneyini Âir dağları, doğusunu Vâkım harresi (volkanik lav akıntısı), batısını Vebere harresi kuşatır. Medine’nin bilinen en eski adı Yesrib olup bu adın, buraya ilk yerleşen kişi olduğu rivayet edilen Yesrib b. Vâil b. Kâyine b. Mehlâbil’in isminden geldiği kaydedilmektedir (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:306). Medine’ye ilk yerleşmenin ne zaman başladığı hakkında kesin bilgi yoktur. Tarih sahnesine çıkışından itibaren Medine’ye yerleşen üç topluluktan (Amâlika, yahudiler ve Evs-Hazrec) bahsedilir. Ancak şehre bunlardan hangisinin daha önce geldiği bilinmemektedir. Genellikle kabul edilen rivayete göre Yesrib’e ilk olarak Amâlika kavminden Amelâk b. Erfahşed b. Sâm b. Nûh veya aynı kabileden Yesrib adlı bir kişi ve beraberindekiler yerleşmiştir. Bu topluluk hakkında verilen bilgiler Amâlika kavminin Arabistan’daki tarihiyle de örtüşmektedir. Hicretten önce Mekke Arap yarımadasında önemli bir ticaret merkezi iken Medine’nin bu alandaki rolü çevresiyle sınırlıydı. Fazla gelir kaynağına sahip olmayan şehrin çevresindeki tarıma elverişli araziler temel ihtiyaçları ancak karşılayabiliyordu. Halk genellikle ziraatle geçinmekle birlikte değişik dallarda sanat erbabı da bulunuyordu (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:307). Medine’nin hicret öncesi nüfusu hakkında fazla bilgi yoktur; bu dönemde şehirde yaklaşık 1020.000 kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Hicretten sonra ilk nüfus sayımı olarak nitelendirilebilecek, ensar-muhâcirîn arasında gerçekleştirilen muâhâttan 1500 müslümanın varlığı anlaşılmakta ve gayri müslim unsurlar buna ilâve edildiği zaman nüfusun 10.000’i aştığı görülmektedir. Hicretin ardından şehrin nüfusu sürekli arttı. Medine hicret esnasında tam anlamıyla şehirleşmemiş, tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahipti. Bundan dolayı kentleşme
sayı//67// şubat 30
teşvik edilmiş ve şehrin İslâmlaşması ile medenîleşmesi arasında paralellik kurulmak istenmiştir. Bu bağlamda idare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medenî hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi; şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere geliştirildi ve bazı yapılar korundu. Gerçekleştirilen yeni yerleşme düzeninde mahallelerin sayısı artarken bazı kenar semtler de şehrin bir parçası haline getirildi. Fetihlerle birlikte gelirlerin artması üzerine geniş ve güzel evler, konak tarzı yapılar inşa edilmeye başlandı. (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:308) Hz. Peygamber’in hicrete izin vermesiyle sahâbîler Mekke’den Medine’ye göç etmeye başladılar. Ashabın büyük çoğunluğu Medine’ye gittikten sonra Resûl-i Ekrem de oraya hicret etti.(20 Eylül 622). İslâm ve dünya tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden ve önemli sonuçlar doğuran hicret Mekke’nin fethine kadar sürdü. Yesrib’e hicretin ardından göçün ortaya çıkardığı ilk problemler çözüldü ve Resûlullah’ın etrafında şehirdeki bütün unsurların katıldığı bir beraberlik oluşturuldu. Hicretten sonra Medine’de bazı iç düzenlemeler yapıldı. İlk olarak şehri dışarıdan gelecek tehditlere karşı güvence altına almak ve gayri müslim unsurlarla Kureyş’in iş birliğini engellemek üzere Hz. Peygamber’in nihaî söz sahibi kabul edildiği, Medine toplumunun bütün unsurlarının katıldığı siyasî birliğin temelini atan Medine vesikası kaleme alındı. Hz. Peygamber Yesrib’e hicret ettiği zaman buranın mahalle sayısı Mekke’den daha azdı. Arap ve yahudi kabileleri kendilerine ait mahallelerde yaşıyorlardı. Evlerin birbirine paralel ve bitişik olarak sıralandığı, Resûl-i Ekrem’in şehre girerken geçmiş olduğu güzergâhın tasvirinden anlaşılmaktadır (Belâzürî, Fütûh, s. 5). Ayrıca şehrin üç tarafı bahçeler ve bunları birbirinden ayıran çit ve alçak duvarlarla çevrilmişti. Bunlar arasında uzanan yollar çok dardı. Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde şehirde daha çok yahudilerin oturduğu taştan, üç katlı, sayıları altmışa kadar çıkan ve kale olarak kullanılabilecek büyüklükte evler vardı. Resûlullah şehrin fizikî yapısında önemli bir yeri bulunan bu yapıların korunmasını istemiş ve hicretten sonra bunlara yenileri eklenmiştir (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:309). Hicretten sonra Medine ile Mekke arasındaki mücadelenin ilk safhasını Mekke’nin ekonomik baskı altına alınması oluşturur. Mekkeliler, Müslümanların tehdidi altındaki kervan
yollarının emniyetini yeniden sağlamak ve Medine’yi ele geçirmek amacıyla harekete geçtiler Hz. Ömer zamanında kurulan divan teşkilâtı Medine halkının geçim şartlarını kolaylaştırmış ve fetihlerin ardından buraya getirilen ganimet gelirleri şehrin ticarî hayatını canlandırmıştı. Ancak hilâfet merkezinin nakledilmesinden sonra Medine’nin mevcut ekonomik yapısı sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılayamaz oldu. Hac mevsimleri dışında şehirde herhangi bir ticarî faaliyet imkânı kalmadı. Emevîler döneminde Medine’ye bazı yardımlar yapılmışsa da bunun düzene girmesi Abbâsîler devrinde gerçekleşti ve devlet bütçesinde “nafak-tü’l-Haremeyn” adıyla bir fon oluşturuldu. Ayrıca halifeler hac için Mekke’ye giderken Medine’ye uğrayarak halka hediye verip ihsanlarda bulunuyorlardı. Eyyûbîler ve Memlükler Medine için kurulan vakıflara yenilerini ilâve etmişlerdir (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:310). Emevîler döneminde İslâm dünyasındaki kültürel değişimin bir sonucu olarak Mekke’deki gibi Medine’de de şiir ve mûsiki alanında önemli gelişmeler olmuştur (Mes‘ûdî, IV, 137). Ayrıca Emevîler’e ve Abbâsîler’e karşı Medine’de ortaya çıkan muhalefet ve yaşanan mücadele şiirlere konu olmuş ve Haremeyn’e yapılan saldırılar itikadî konulara dair eserlerde işlenmiştir. Abbâsîler döneminin ikinci yarısından itibaren Medîne’de inşa edilmeye başlanan medreselerin sayısı Zengîler, Eyyûbîler ve Memlükler zamanında hızla çoğaldı. Eyyûbîler devrinde dört Sünnî mezhebe göre eğitim yapan ve zengin bir kütüphaneye sahip olan Şihâbiyye Medresesi Medine’deki en önemli eğitim ve öğretim kurumları arasında yer alıyordu. 886’da (1481) yangın geçiren Mescid-i Nebevî’yi yenileyen Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından yaptırılan medrese uzun süre şehrin eğitim merkezlerinden biri olarak kaldı (Bozkurt ve Küçükaşcı,2003:311). Abbâsî halifelerinin İslâm dünyasında siyasî etkinliklerinin azalması ve “hâdimü’lHaremeyn“ unvanını kullanan Memlük Sultanı I. Baybars’ın Moğol istilâsıyla ortadan kaldırılan Bağdat Abbâsî hilâfetini Mısır’da yeniden kurmasının ardından Medine Memlükler’e bağlandı. Haremeyn’e hizmet konusunda zaman zaman Osmanlılar’la rekabete ve mücadeleye girişen Memlükler’in Medine hâkimiyeti Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine kadar (1517) sürdü. 31
Katip Çelebi, Sultan 3.Mehmet Döneminde Medine için İstanbul’dan gönderilen hediyeden şöyle bahsediyor: Medine haremine de bir hizmette bulunmak isteyip Sultan Mehmet Han zamanında elli bin sikke altına satın alınan engüşterî parlak elmas parçası ki taşının temizliği ve parlaklığı yönünden şebçerağ gibi kapıları ve duvarları ışıklandırıp gözleri kamaştırırdı — 'ahiret azığı olmak daha iyidir' diye Peygamberler başının güzel yüzünün tarafına konmuş olan Kevkeb-i Dürri adındaki pırıl pırıl mücevherin yerine koymayı dilediler. Bir altın safhanın ortasına konup çevresine iki yüz yirmi yedi parça değerli pırlantalar da kakıldı. Dünyayı gösteren bir ayna gibi oluğu Surre emini ile gönderildi (Kâtip Çelebi’den aktaran Gökyay,1982:84-85). Ecdadımız büyük bir edeb ve tevazu duygusuyla yüzlerce yıl idare ettikleri Mekke ve Medine'de bulunan kalelerine Osmanlı sancağı asmamışlardır. Ancak siyasi sebeplerden dolayı Abdülaziz Han zamanında Medine surlarına, II. Abdülhamit zamanında da Mekke Kalesi'ne Osmanlı sancağı çekilmiştir. Uzun süren yönetim döneminin ardından Sultan 2.Abdülhamit Mekke ve Medine ile bağları artırmak için bu beldelere çeşitli yatırımlar başlatmıştır Sultan 2.Abdülhamit’in başmabeyncisi Tahsin Paşa bu çalışmalardan şöyle bahseder: İzzet Paşa Dairesi'nde biri Hicaz hattı inşaatiyle, diğeri ıslahât-ı mâliye işleriyle iştigal etmek üzere iki komisyon toplanırdı. Hicaz şimendiferinin inşaatinin bir an evvel hitam bulmasını Hünkâr pek iltizam ediyordu. İngilizler ise bu hattın inşasını Mısır'daki siyasetleri noktasından hiç arzu etmiyorlardı. Londra kabinesi her fırsattan istifade ederek aleyhimize ve zararımıza birtakım meseleler ihdâsından hâli kalmıyorlardı (Tahsin Paşa,1990:28). Sultan 2.Abdülhamit’in bu bölgeye bir görevle gönderdiği Sadık el Müeyyed Paşa da aynı bölgede yaşadıklarından şöyle bahseder: Hicaz’daki telgraf hattının inşasından evvel bir yolcu, hac kafilesinden ayrılmaya cesaret edemezdi. Yorgunluk veya başka bir sebeple geri kalanlar, sonradan yolu-izi bulamazlar, çölde şuraya buraya saparlar, böylece niceleri açlıktan, susuzluktan telef olurdu. Şimdi telgraf hattının her bir direği, adeta bir kurtuluş ve selamet rehberi, birer güvenlik görevlisi oldu. Artık yolunu şaşıran yoktur. Bazı yoksullar, kafileyi beklemeden, direkler boyunca sayı//67// şubat 32
yürüyerek Suriye’den Hicaz’a, Hicaz’dan Suriye’ye gidip geliyorlar (Müeyyed,1999:34). Osmanlı Devleti, I. Cihan Savaşı sonunda Suriye cephesinde yenilip Kudüs'ü kaybederek Mondros Mütarekesi'ni (30 Ekim 1918) imzaladıktan sonra bile Medine'yi müdafaaya devam etmiştir. Medine komutanı Fahrettin Paşa "Medine Kalesi'nden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem. Eğer mutlaka tahliye edecekseniz buraya başka bir kumandan gönderin. Takdir-i İlahî, rıza-i peygamberi ve irade-i padişahı uyarınca Medine müdafaasına devam edeceğim." demiş ve dediğini de yerine getirmiştir. Medine’deki Osmanlı Ordusunun Komutanı Fahrettin Paşa’nın kurmay heyetinde bulunan Necip Naci Bey, Medine Müdafaası sırasında yaşanan olayları hatırlarında ayrıntılarıyla anlatır. O hatıralardan bazı bölümleri burada paylaşalım.30 Aralık'ta müthiş bir fırtınayı müteakip yağan şiddetli yağmur ordugâhlarda akmadık çadır bırakmamıştı. Şubat başlarında üç düşman tayyaresi ordugahımıza bombalar atmış ve bazı telefon tesisatını tahrip etmişti. Menzil teşkilatının bütün çalışmalarına rağmen iki aydan beri efrada ancak iki yüz altmış gramdan ekmek verilebiliyordu. Efrad, midelerinin boşluğunu doldurmak için dağlardan, vadilerden ot topluyorlar, yiyorlar, tesadüfen zehirli otlardan yiyenler ise telef oluyorlardı. 18 Şubat 1916 da kıt'aların birer kademe geri çekilmesi hakkındaki emir verildi. Bu suretle birçok canlar ve kanlar bahasına işgal olunan yerler birer birer tahliye ediliyordu (Kıcıman,1994:82). 5 Mart sabahı İslam Tarihinde ilk defa olmak üzere bir İngiliz tayyaresi Medine-i Münevvere üzerinde uçtu. Fakat Kubbe-i Hadra üzerine yaklaşmaya vakit bulamadı. Çünkü derhal bir Osmanlı tayyaresi ile karşılaşmaya mecbur oldu. İngiliz tayyaresi Anberiye Kışlası ve karargâh üzerinden geri döndü. Tayyaremiz tarafından Cehennem Dağı arkasına kadar takip edildi (Kıcıman,1994:83). Şehirde yetmiş bin kişilik ahaliden hemen hemen iki-üç bin kişi kalmıştı. Zabitler erzak bedeli olarak teslim etmek mecburiyetinde bulundukları altınları hususi müsaade ile kurtarınca, skorpit hastalığına yakalanmamak için ot ve sebzeye hücum ettiler. Bu yüzden çarşıda esasen pek az miktarda bulunan
sebzelere, altın para yetiştirmek çok müşkül oldu. Efrat içindeki menzil emrindeki bahçelerden, ziraat bölüğünden temin olunan sebzelerin dağıtılması suretiyle hastalığın önüne geçmeğe çalışılıyordu (Kıcıman,1994:101:103). Seferi Kuvvetin et ihtiyacını karşılamak, subay ve erlerin eksik kalan kalorilerini te'min için bir çare düşünülmüştü. Fahreddin Paşa, bu çareyi 7 Haziran tarihli günlük emrinde şöyle tebliğ etti: Büyük bir dikkat ve ihtimam ile ve kendime mahsus titizlikle yaptırdığım tecrübelerde tıbbi hassaları tahakkuk eden ve yenmesi sünnet olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en hafif tabir ile ni'met tanımamazlıktır. Dün karargâh sofrasında Çekirge Tavası vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden daha iyi buldum. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor. Elhasıl dün, çekirgeyi bahçelerden kovup tenkil tedbirini düşünürken, bugün çekirge geliyor mu? Diye yolları gözlüyorum. Hangi mıntıkaya çekirge düşerse, tarifim veçhile istifade edilmesini ve bana da hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ederim (Kıcıman,1994:182). Geceli gündüzlü çalışan müdafaa şubesinin iki büyük düşmanı vardı: Çekirge ve dolu Ziraatçılar bundan çok korkarlardı. Fakat ziraat memurlarının istemedikleri çekirgeleri ahali ve asker dört gözle beklerdi. Bahçelerin muhtelif yerlerine korkuluklar dikilmekle beraber uygun yerlerde nöbetçiler bulunduruluyordu. Nahved ahalisinden olan bahçıvanların küçük çocukları, bahçelerin başlıca bekçileri idi. Bunlar ellerine taşlar alırlar ve: Ya Tayr, ya ebu ğınas! La Tekülü zer'annas Lôtahsebi beleşi Tera hakka-devleti Tera hakkal-milleti diyerek hayvanlara taş atarlardı.Bunun manası: şöyleydi: Kuşlar!.. İnsanların ekinlerini beleş zannedip yemeyiniz! Görüyorsunuz ki; bunlar devlet ve milletin malıdır.» (Kıcıman,1994:267:268). Necip Naci Bey, Fahredin Paşa’nın kendi kurmay heyeti tarafından teslim alınma anını şöyle anlatıyor: Odaya girenler, Paşa'nın ellerine kapandılar. Güya el öpüyorlar, yalvarıyorlar,
fakat hakikatte Paşa'nın bileklerinden sımsıkı tutuyorlardı. Paşa, kendisine karşı tertip edilen hileyi anlamış ve bu adiliğe son derece hiddetlenerek gözleri yerinden fırlamış, zincire vurulmuş ihtiyar bir arslan gibi kükremiş ve: Allah belanızı versin! Nihayet kumandanınızı elinizle düşmana teslim edeceksiniz, öyle mi? .. Allah sizi kahretsin!..» demişti (Kıcıman,1994:402-403). Yıllar sonra Medine’yi ziyaret eden Haluk Dursun, burada yaşadığı duyguları ve gözlemlerini şöyle anlatıyor: Şehre girerken bana gösterilen ve "İşte peygamberimizin türbesi" denildiği andan itibaren içime dolan heyecan artık büyük bir coşkuya dönüşmüş ve zaman zaman kendimi tutamaz bir hale gelmiştim. Hele mescidde ilk namazı kılıp çıkışta Peygamber Efendimiz (sav)'in yattığı yerin önüne gelerek O'na selam verdiğimde hissettiğim duyguları anlatması ve yazması çok zordur. Sadece ben mi, oradaki bütün Müslümanlar büyük bir hürmet ve muhabbetle "iki cihan serveri"nin önüne geldiklerinde öyle bir titreyip O'na teveccüh ediyorlardı ki Suudi görevliler devamlı olarak kendilerini uyarıp türbenin parmaklıklarına yapışmalarına ve önünde biraz fazla kalmalarına mani oluyorlardı. Peygamber Efendimiz (sav)'in ruhuna İhlas-ı Şerif ve Fatiha okumak için bizde âdet olduğu üzere türbeye doğru ellerini açan olursa derhal görevli tarafından ikaz edilip Kıble'ye döndürülüyordu. Bu ikaza muhatap olanların başında Türkler ve Pakistanlıların geldiğini daha sonra öğrendim (Dursun,2003:237).
KAYNAKLAR • Bozkurt Nebi, Küçükaşcı Mustafa Sabri(2003) Medine – DİA, Cilt: 28; Sayfa: 306-311
• Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Gökyay Orhan Şaik, (1982),Katip Çelebi, Yaşamı, Kişiliği, Eserlerinden Seçmeler,İstanbul: İş Bankası Yay, Kıcıman Nâci Kâşif, (1994),Medine Müdafaası, İstanbul: Sebil Yayınları •Sâdık El-Müeyyed, (1999) Habeş Seyahatnamesi, İstanbul: Kaknüs Yayınları, • Tahsin Paşa,(1990),Yıldız Hatıraları, İstanbul: Boğaziçi Yayınları
33
KAYA DORUĞU ÜLKESİ:
BEYPAZARI
Beypazarı, sivil Osmanlı mimarisini taşıyan geleneksel Türk evleriyle, doğal güzellikleri ve tarihi boyutuyla bize rehber olan bir şehirdir. Mehmet MAZAK*
*T.C. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//67// şubat 34
u şehre ilk yolculuğum 1996 yılının sonbaharında gerçekleşmişti. Mudurnu’da Rahmetli bacanağım Abdülkadir Şeker oturduğu için sık sık ziyarete gider, onunla birlikte yakın bölgeleri gezerdik. Ayrıca her yıl sıla-i rahim yapmak üzere İstanbul’dan ailemle birlikte Mersin yolculuğuna çıktığımızda akşamdan Mudurnu’ya kadar gider orada konaklardık. Sabahleyin Mudurnu’dan yola çıkar Nallıhan, Çayırhan, Beypazarı, Ayaş, Sincan üzerinden memleketim Mersin’e yolculuğumuza devam eder, dönüşte de aynı güzergâhtan İstanbul’a dönerdik. Bu yüzden Beypazarı benim için Tarihi İpek Yolu üzerindeki bir durağım olmuştur yıllardır. Anadolu’nun bereketli topraklarını kuş bakışı gören dinozor omurgasını anımsatan volkanik sivri tepelerin arasındaki düzlüklerde, vadilerde kurulmuş bir şehirdir Beypazarı. Bu yüzden antik bir Anadolu dili olan Luwian dilinde “kaya doruğu ülkesi” denmiştir bu şehre. Erisin dağların karı erisin, Akan sular düz ovayı bürüsün, Cümle âlem yaylasına yürüsün, Ak kuzular melesin de gidelim, Bu şehir Selçuklulardan bu yana bir Türkmen şehridir. Göçün, katarın, kervanın, ticaretin, yolcunun ve yolun, yaylanın ve ovanın hülasa insanın harman olduğunu, kültürün billurlaştığı bir merkez olmuştur her daim. Oğuz elinin Kayı Obasının yaylak ve kışlağı olmuş, düz ovalarında tarımsal ürünler yetiştirilmiş, ipek yolunun çok önemli ticari duraklarından biri olmayı her daim başarmış bir şehirdir Beypazarı. Türk örf, adet, gelenek ve görenekleri asırlarca göç katarının heybesinden süzülerek ince bir medeniyet olarak ilmek ilmek işlenmiş bir şehirdir Beypazarı. Türk konut estetiği ve şehir hayatının Anadolu ve Balkan şehirlerine örnek olmuş beldesidir Beypazarı. Beypazarı günümüzde yemeklerden sonra sofralarımızın vazgeçilmezi "maden suyu" veya "soda" ile ünlü bir yer olsa da, soda’dan çok fazlasını ifade eden bir kültürel birikim ve medeniyet zenginliğine sahiptir bir şehirdir. Bu şehir her zaman Safranbolu ile karşılaştırılmış ve kıyaslanmıştır. Bana göre Beypazarı Hüseyin Doğan’ın şiirinde ki gibi; “Sen essah bir Oğuz kentisin. Tılsımı boynunda, Sırtında bindallısı, Oğlunu asker eden Elleri kınalı Türk anasıdır Beypazarı”
Beypazarı Türk anasıdır, Türk atasıdır, Safranbolu bana göre olsa olsa Beypazarı’nın iyi yetişmiş çocuğudur. Safranbolu, güzelliğini ve estetik anlayışını kaya doruğu ülkesinden almış Beypazarı’nın Saraylı çocuğudur. Beypazarı, sivil Osmanlı mimarisini taşıyan geleneksel Türk evleriyle, doğal güzellikleri ve tarihi boyutuyla bize rehber olan bir şehirdir. Verimli tarım alanları, doğal su kaynaklarının zenginliği, sarp yamaçlı tepelerle çevrelenmiş korunaklı bir konumu olması, Beypazarı’nı önemli bir yerleşim yeri haline getirmektedir. Hitit, Frig, Galat, Roma, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarına ev sahipliği yapan Beypazarı geçmişin tarihsel birikimini topraklarında taşıyan bir yerleşim yeridir. Bu şehrin ilk ismi “Kaya Doruğu Ülkesi” anlamına gelen “Lagania”dır. Sonraki yıllarda M.S. 491-518 yılları arasında hüküm süren Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Anastasios’un; o zamanlar piskoposluk merkezi olan Lagania’yı ziyaretine atfen şehrin adı “Anastasiopolis” (Anastasio Kenti) olarak anılmıştır belli bir süre. Beypazarı’nı Rumlardan, Kütahya Beylerinden Germiyanoğlu Yakup Şah’ın Veziri Dinar Hezar alarak Osmanlı topraklarına katmıştır. Adı fethedenin hatırasını yaşatmak amacıyla “Beyhezarı” olmuştur. Bey buraya panayır şeklinde büyük alışveriş yerleri kurarak büyük bir pazar yeri haline gelmesini sağlamıştır. Sonradan bu pazar oldukça meşhur olarak “Beğpazarı” olmuş sonradan bugünkü bilinen “Beypazarı” şeklini almıştır. Geleneksel kent dokusu Tarihi ticaret merkezini çevreleyen ve yoğun olarak 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında inşa edilen geleneksel konutların meydana getirdiği mahallelerden oluşan tarihi bir şehirdir Beypazarı. Bu tarihi dokunun içerisindeki dini, sosyal ve ticari yapılarıyla Beypazarı, Osmanlı imar sisteminin bir taşra kentindeki uygulamaların en belirgin örneklerinden birini oluşturmaktadır. Beypazarı evleri, cumbalı, üstünde guşgana adı verilen bir çatıdan oluşan iki veya üç katlı yapılardır. Sokaklarda iç içe yerleşim tarzı benimsenmiş. Bu nedenle kapılar, pencereler ve guşganalar birbirine bakacak şekilde düzenlenmiş, evler ise bitişik veya birbirine yakın inşa edilmiştir. Evlerin ahşap olan iskeleti tatlı kireç denilen malzemeyle sıvalıdır. Arnavut kaldırımlı sokaklarında dolaşırken
Tekke Yaylası'nın kokusu gelir burnunuza. Anadolu’nun eski lezzetleri ile geleneksel tatlarının başkentidir burası. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Çocukluk” şiirinde söylediği gibi “Affan Dede'ye para saydım, Sattı bana çocukluğumu” dediği Beypazarı, Selçuklu’nun bebekliği, Osmanlı’nın çocukluğu bir şehirdir. Bu şehirde hiç büyümeyelim isterim sokaklarını arşınlarken Beypazarı’nın. Anadolu’nun lezzetlerini barındırır bağrında, sunumunun inceliğinden olsa gerek “İnce Takım” olarak adlandırılır bu şehirde. El yapımı tarhana çorbası, taş fırınlarda pişirilen etli güveci, parmak kalınlığında damarsız ve ince kara üzüm yaprağına sarılan etli dolması, 80 kat ince yufkadan hazırlanan baklavası ve höşmerimiyle bu zengin mutfak, tarihi konaklarda ziyaretçilere sunuluyor. Taş fırınlarda yapılan, tazeliğini bir sene boyunca koruyan, çay saatinin vazgeçilmez lezzetlerinden Beypazarı Kurusu, Havuç lokumu ve reçeli Beypazarı’nın en değerli aranılası lezzetleridir. Cahit Sıtkı ne söylüyordu bizlere şiirin devamında; “Bu bahar havası, bu bahçe; Uçurtmam bulutlardan yüce, Ne güzel dönüyor çemberim; Hiç bitmese horoz şekerim!” Affan Dede’nin şekerlemelerindeki tat hiç bitmesin, damağımızdan eksilmesin tabi. Ancak Beypazarı’nın bir lezzet başkenti olduğunu da burada belirtmek isterim. Bu satırları yazarken Beypazarı’nın Karakoca doğal maden suyunu yudumlamaya devam ediyor bu fakir. 35
Hüseyin Doğan ne diyor bu şehre özlem dolu şiirinde; “Gitsem Beypazar' a yeniden, Çakır taşlı sokakları adımlasam, Konaklar arasından insem çarşıya. Taş Mektep' e çıkan sokağın başında, Rahmetli Şekerci Hasan ağabeyi görsem, Güleç yüzü lokumla beslese çocuk yüreğimi.” Beypazarı çocuk yüreğimizin sevinci, eksilmeyen bir anı bırakır belleğinize. 1638’de Beypazarı’nı ziyaret eden Evliya Çelebi Seyahatnamesinde burayla ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. Ben bu yazımda çok kısa bir özetini burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Aşağıda şehir iki geniş dere içinde olup 20 mahalle 41 mihraptır. Çarşı içindeki cami (Paşa Camii) güzeldir. Hepsi 3060 tane iki katlı evleri vardır. Talebe bilginleri çoktur. 70 adet çocuk mektebi vardır. Çocukları gayet temiz ve olgun olup, 700’ün üzerinde hafızı vardır. Bir Şeyhülislamı var ki, bütün bilginler onunla ilmi tartışmaya girmekten acizdirler. Halkının çoğu bilginlerdir. Hepsi renk renk sof giyerler. Türk şehri olduğundan halkı Oğuz taifesidir. Yedi tane hanı vardır. Hamamları, 600 dükkanı vardır. Çarşıda kasaplar hali içinden akan dere kenarında hafta pazarı olur. Halkı garibsever ve cömert kişilerdir. Kadınları gayet edepli ve akıllı olurlar. Bağ ve bahçesi çoktur. Bostanlarından bir çeşit kavun olur ki lezzetinden adamın damağı yarılır. Bir çeşit yeşil armudu olup, yuvarlak olduğu gibi dördü beşi de bir okka gelir. Gayet hoş ve suludur. İstanbul’a nice bin sayı//67// şubat 36
kutu armudu pamuklar içinde hediye gider. Bu armudun eşini acem diyarından başka yerde görmedim. Velhasıl etrafı geniş, eşyası ucuz ünlü bir şehirdir. Kaya doruğu ülkesi Beypazarı; beylerin ve insanların yaşadığı bir açık hava müzesi konumu, Kirmir Çayı’nın huzur veren sesi, Hıdırlık Tepesi’nin muhteşem manzarası ile telkâri ustalarının memleketidir. Beypazarı, başkent Ankara’nın rüyası, Bozkırın ortasında bir cennet bağıdır bilene. Ahilik geleneğinin hala yaşatıldığı, eski günlerdeki gibi kervan yolcularını bekleyen, geçmişin yadigârı bir şehirdir bugün. Bu yörede bir halk türküsü şöyle başlıyor; “Kayanın bedenleri, Çevirin gidenleri, Ne hoş yazma bağlıyor, Beypazarı güzelleri” Beypazarı yoldan geçeni kendine çeviren, misafir eden, Türk anane ve kültürünü kısa zamanda size aşılayan bir yerleşim yeridir. Muharrem Ertaş’ın derleyip söylediği Beypazarı Kırat Bozlağı’nda Usta şöyle söyler; “Akşam oldu Kırat yemez yemini Çaktım zikkesini gever gemini Ben sürmedim cingan sürsün demini Beypazarı mesken oldu elimiz” Bu şehir demi sürülesi güzellikte bir yerdir. Orta Anadolu’da Kaya doruğu ülkesi Beypazarı; yüzyılları aşıp gelen geleneği, billurlaşmış şehir kültürü, insanın ruh dünyasına dokunan sosyal hayat anlayışı ile şuracıkta âg-şunu açmış bekleyip durur.
BİR KEDİ İLE
YAŞAMAK
Bir kedi ile yaşamak ders niteliğindedir. Elbette bu dersi anlamak feraset gerektirir. Nasıl ki yaşadıklarımız her birimizin aklında farklı şekillenir; kedi ile yaşamak da öyledir. Ezgi Elçin OYNAK
avi herhalde daha çok küçük olduğundan; ben aklına getirmezsem mama kabına pek uğramıyordu. Porselen kaptaki kuru mamasını alıp koltuğun üzerine koydum. Yanıma çağırdım. O kıtır kıtır yemeye, ben de onu seyretmeye başladım. Birden, ağzından beyaz bir şey düştü mama kabına. Elime alıp baktım. İlk dişi çıkmıştı. Sevinçle elime alıp hemen küçük bir kavanozun içine koydum. Mavi de bu sırada ağzından ne düştüğünü anlamadan bakıyordu. O an, bir yavrum olduğu için çok mutlu hissettim kendimi. Aklıma, annemin alerji hastalığı sebebiyle daha eve gelişinin onuncu gününde başka bir eve gittiği geldi. Annem, kedimizden ayrı kaldığımız 15 gün boyunca ağladı. Bütün hüzünlü şarkılar bize Mavi’yi hatırlattı. Ağlaya ağlaya geri aldık kızımızı. Alerjinin çaresi ise kedi ile yaşamaya devam etmekmiş. Mavi harikulade bir kızdır. Mesela çok meraklıdır. Bu özelliği onu benim için harikulade yapıyor. Kucakta durmaya sabredemez. Özgür dolaşmayı sever. En sevdiği oyun ise ‘kovalanmak’. Canı istediğinde; duvarın zıplayabileceği en yüksek noktasına zıplar ve bu oyunu başlatır. Bana da kalkıp onun bu masum isteğini yerine getirmek kalır.
Küçücük bir yavruyu büyütürken, hiç büyümeyecek bir çocuk olmasına kadar geçen zamanda; sabır, merhamet ve anlayışımız bize yardım eder. Katlanmak için sevmek gerekir. Bu her durumda geçerlidir aslında. Çok küçükken anneme bir mektup yazmıştım “ ben kedi istiyorum” diye… Şimdi 29 yaşındayım ve “kalbim” dediğim bir kedimle geceleri ne güzel uyuyoruz. Ama bir gün Mavi, ikinci kattaki evimizin balkonundan aşağıdaki merdivenlere düştü. O an, hiçbir şeyim kalmamış gibiydi. Balkondan gelen sese içeriden koşarak gidip baktığımda aşağıda göremedim. Balkonda da yoktu. Şuan yazmak istemediğim başına gelebilecek kötü durumların hepsi bir anda zihnimden geçti. Saniyeleri fazla geçirmeden Mavi’yi bulup eve getirdik. Aman Ya Rabbi! Nasıl korkmuş. Kalbi küt küt atıyor. Göz bebekleri kocaman açılmış göz rengini kaplamış. Bir yeri kanamamış. Ben ağlıyorum…Veterinere götürdük. Hiçbir şey olmamış kızıma. Bu sefer de tatlı tatlı gülüşmeler başladı. Nasıl sevindik, görmeliydiniz. Bazı sabahlar, karyolamın başlığına çıkıp pencereden dışarı bakar ve çoğunlukla uçuşan kuşlara bir şeyler söylemeye çalışır. Seslensem zor duyar ya da zorla bana iki saniye bakar işine devam eder. Kuşlara ne dediğini inanın çok merak ediyorum. Bir de benim kızım uyku konusunda hiç bana çekmemiş. Kedilerin çok uyuduğu genellemesi benimki için geçerli değil. Ben böyle uyumama görmedim. Uykusu olduğu halde, gözleri yarı açık kırpıştırarak saatlerce ayakta tutmaya çalışıyor kendini; büyük ihtimal evde olup bitenleri kaçırmamakiçin. Onu evde yalnız bırakıp çıkarken özlem başlar; dışarıda artarak devam eder ve tekrar eve dönüp kapıyı açana kadar doruklara ulaşır. Anahtarı çevirirken adını seslendiğimde içeriden çoğu zaman cevap verir. Bazen de cevap vermez beni telaşlandırır. Biraz sonra o da beni gördüğü için sevinçten koşmaya, halıları kaydırmaya başlar. İşte bu harikulade bir andır. Bir kedi ile yaşamak ders niteliğindedir. Elbette bu dersi anlamak feraset gerektirir. Nasıl ki yaşadıklarımız her birimizin aklında farklı şekillenir; kedi ile yaşamak da öyledir. Ona doyamayacağını öğrenirsin. Kısa zamanlara kıymetli anılar sığdırıp, zamanını nasıl güzelleştirdiğine çok şaşırırsın; artık bizi hiçbir şeyin şaşırtmadığı şu dünyada. Onunla yaşarken sanki başına gelenlerin hiçbir önemi yoktur. Kalbindeki güçlü sevgi ve merhametle o tatlı yanağına bir öpücük kondururken; zarafeti ile büyüler. Birlikte uyuduğunda, küçücük burnundan yüzüne nefesi vururken; bir kedinin muhteşem hikâyesi yazılır. Bir kedi ile yaşayanın, kedisiz yaşamaya zor devam edebileceğini düşünüyorum. Kedi ile yaşamayı, kedi ile yaşamamış birine anlatmak ne kadar etkili olabilir bilmiyorum ama kediler iyi ki varlar. Allah’ım, iyi ki kedileri yarattın… 37
rciyes Dağının Kayseri ye ve Abdülmennan'ın oğlu Sinan'ın köyü Ağırnas a hakim konumu ve silüetinin Mimar Sinan ın yapı ve mekan algısının temellerini oluşturduğu söylenir. Onun mimarlık yanında mühendislik ve geleneksel sanatlar gibi çok yönlü multidisipliner yapısını mekan düzenlemelerine yansıttığını görüyoruz.
MİMAR SİNAN VE İSTANBUL SİLÜETİ Mekan seçimi açısından Süleymaniye ve Selimiye Camileri şehrin en üst kotunda ve taç yapı olması açısından eşsiz. Bu iki eser İstanbul ve Edirne silüetlerinin başat yapıları. Dr. Şimşek DENİZ
Son yıllarda taban kazısıyla ortaya çıkarılan Süleymaniye camisinin temel düzeni ve havalandırma koridorlarının çözümü, camilerin içindeki akustik ve ışık düzeni ,istinat ve toprağı tutma çabalarının +30 kotundan başlaması ve tasman hesapları Mimar Sinan ın mimari,mühendislik ve sanatkarlıktan oluşan bütünsel bir tasarım diyalektiğine sahip olduğunu gösteriyor. Bu yönüyle gerçek bir deha. Düşünün Edirne deki Selimiye Cami ve Külliyesini 88 yaşında inşa ediyor. Bence mekânsal düzenlemelerdeki en büyük başarısı gökkubbe,fil ayakları ve pandaftiflerle oluşan kesintisiz büyük mekan ve toprağa yumuşak temastır. İbadet mekanını; günlük yaşama dair eğitim sağlık ve sosyal yapılarla yani külliye ögeleriyle sarmalaması ve Allah ın evinin yanında oluşturduğu daha mütevazi ölçüler hayranlık uyandıcı. Tabi elimizde en büyük kaynak Tezkiretül Bünyan . Sinan ın muhakkak usta ve kalfalara verdiği ölçekli yada şematik çizimler vardı ancak bunların hiçbirisi günümüze ulaşmadı. Mekan seçimi açısından Süleymaniye ve Selimiye Camileri şehrin en üst kotunda ve taç yapı olması açısından eşsiz. Bu iki eser İstanbul ve Edirne silüetlerinin başat yapıları. Topoğrafik çözüm olarak Kadırga daki Sokollu Camisi ve Külliyesini örnek verebilirim. Mimar Sinan hafriyat düzenini minimize ediyor ve eş yükseltilerle ,eğim çizgileriyle kademeli olarak yapıları yükseltiyor .Bu durum toprağa çok müdahale etmeyen ve peyzajla bütünleşen organik şehir özelliği ve tanımını ortaya çıkarıyor. Eğimli toprağı hafriyatla dümdüz etmek ve oluşan kot farkını çirkin istinat duvarlarıyla ve perdelerle geçmek onun işi değil.
MSGÜ-S. Zaim Üniv. Mimarlık Fak. Öğr. Gör.
sayı//67// şubat 38
Şehrin silüetini oluşturmada; Süleymaniye camisi yanına Haliç panoramasını tamamlayan
Azapkapı daki Sokollu Mehmet Paşa Camisi ve Eminönündeki Rüstem Paşa Camisi kademeli inişin ve suya dokunuşun çok eşsiz örnekleridir . Unesco, Süleymaniye Camisi için başka hiçbir yapıda kullanmadığı “İnsanlık Mirasının Eşsiz Şaheseri”ifadesini kullanmıştır. Sinan tabiki İstanbul un Anadolu yakasını da ihmal etmedi.Üsküdar sahildeki Kuşkonmaz Camisi ve arka plandaki Cedid Atik Valide Cami ve Külliyesinde mekânsal ve panoramik olarak büyüklü küçüklü aynı ilişki düzeni vardır.Ön planda daha küçük arka planda ise daha büyük bir kütle tasarlanmıştır. Gözönünde böyle başarılı çözümlemeler varken Üsküdar daki tarihi Tekel binası sakil yapısıyla bana göre çok kabadır. Mimar Sinan hiçbir zaman kıyı ve kıyı kenar çizgilerinin yanına insana ve kamuya saygısından dolayı yüksek bir yapı dikmemiştir. Çünkü kıyılar tüm şehir halkına aittir. Sinan yapı inşasının yanında iyi bir öğreticiydi. Çok sayıda mimar yetiştirdi.Kaynaklarda yanında çalışan 44 hassa mimarından söz edilir. Bildiklerini ve ustalığını onlara aktardı.Bence tarihte kalmış ama isimleri bilinmeyen bu mimarların da tez çalışması seviyesinde ortaya çıkarılması gerekir. Büyük usta hiçbir yapısında kendisini tekrar etmemiş her yapı için özgün çözümlere ulaşmıştır.Bilhassa günümüzde yapılan
camilerin kötü bir taklit olmasını hiç istemezdi. Barok ve Rokoko Orta Avrupa kökenlidir. Aslında aydın saray erki ve monarşisinin bir ürünüdür .İlber Ortaylı Hoca barok tarzını hareket ve hayata dönüklüğün sanata yansıması olarak tanımlar Barok ve rokoko Osmanlı coğrafyasında var olan ancak düşünce arka plan ve tasarımı yerli olmayan ve aslında bir yaşam tarzı olarak 18.yüzyıldan itibaren önce Rumeli vilayetlerinde sonra İstanbul da yaygınlaştı. Barok Topkapı sarayının klasik şeması ve yapısına da dahil olmuştur. Harem bölümündeki odalar,Sofa Köşkü ve 3.avludaki kütüphaneyi buna örnek verebiliriz. Meydan çeşmelerinden bahsedecek olursak 3.Ahmet Çeşmesi,Tophane Çeşmesi,Dolmabahçe de 1740 yılında yapılan Hacı Mehmet Emin Çeşmesini sayabiliriz. Barok ve Rokoko tarzı mimari yapıtlar 18.yüzyıldan itibaren İstanbul da şehir silüetine hakim olmaya başladı .İbadet yapıları,kasırlar,su yapıları bahçeler bir yana ;cam kağıt dokuma üreten endüstriyel yapılar da Barok tarzında inşa edildi .Yine Barok örneğe bir askeri yapı olarak Selimiye Kışlasını örnek gösterebiliriz. Barok devir çevrenin yeniden yorumlanıp , tanzim edildiği bir dönemdir. Batı tarzı Barok tarzının daha sonra Osmanlı coğrafyasına uyum sağladığı ve yerli unsurlarla kaynaşarak Osmanlı Barok tarzının oluştuğunu söylemek mümkündür. Nuruosmaniye ve Laleli Camilerini bu kapsamda ifade edebiliriz. 39
Klasik mimariyi nasıl etkiledi?. Klasik mimaride işlevselliği ve yalınlığı ön plana alan ,yapının taşıcı ve yardımcı mimari ögelerini dış cephelere ve topluma anlaşılabilir izler olarak sunan yaklaşım yerine mimariyi arka plana alan ve süsleme unsurlarıyla ön plana çıkan bir üslup görüyoruz Barokta. Bilhassa dini yapılardaki azamet ve mimari ögeler arasındaki proporsiyon yani ölçü birliğinin getirdiği ahenk hissedilir olmaktan uzaklaştı. Klasik dönemin getirdiği optimal çözümler yerine daha masraflı ve gösterişli yapılar inşa edildi. Bana göre bir diğer etkisi de bütünleşik çözümler olan külliye modelinden uzaklaşmayı da beraberinde getirmiştir.Barok tarzı toplumda zayıflayan dini düşüncelerin mimariye yansımasıydı belkide. Tabi bu tartışılabilir bir söylem .Ancak barok mimari tevazu, tasarruf ve kanaatin karşılığı değil. Ulusal Mimarlık Dönemi birazda bu yabancı üsluplara bir tepkisellik olarak hayat bulmuştur. Mimar Vedat Tek ve Mimar Kemalettin yapılarını, klasik dönemin izlerini arama çabası ve çağının sentezi olarak yorumlayabiliriz. Ancak Ulusal Mimarlık Dönemi farklı mimari üslupların yapıda temsil edilmesi olarak tanımlayabileceğimiz eklektik yaklaşımdan fazlasıyla etkilenmiştir. Mimarlık disiplini eleştireldir. Barok dönemi ,klasik dönemi bitiren ve daha özgün yapıtlar vermesinin önüne geçen bir zaman aralığı olarak olmakla birlikte İstanbul un mimari yapı zenginliğine ve çeşitliliğine önemli bir katkıda bulunmuştur. Bir dünya metropolü olan İstanbul da mimari kompozisyon olarak üslup birliğini savunmak çok zor. Mimar Sinan ı rahmet ve saygıyla anıyoruz. Allah rahmet eylesin,mekanı cennet olsun… sayı//67// şubat 40
Çalabım, Ey Çalabım
Hz. Yunus’un Türkçesiyle
Çalabım, ey Çalabım / eşiğinde yatar âhım Bağışlamazsan günâhım Başkaca kapım var mıdır? İyiler geçe dereyi / unutalar hem burayı Kötüler nire varayı, Onlara âh u zâr mıdır? Çalabım, ay Çalabım / kırıktır kolum kanadım Ben mâ’nâya eremedim Mağfiretim zor mudur? Yeller gibi geçti yıllar / yıllara dolandı yollar Beni uyutan masallar Essahtan karar mıdır? Âlemlere güneş doğan / beni ayazlarda koyan Âlem içre âyan beyân Bacama yağan kar mıdır? Derviş miyim bilemedim / yersiz urba giyemedim Bir lâf bilip diyemedim Gözyaşım ikrâr mıdır? Ya ilâhi, şu fakîri şâd kıl / vara gönlünü âbâd kıl Kâmil’i terketti akıl Şâdlık ışk’a zarar mıdır? Kâmil UĞURLU Ay (ey) Çalabım: Ey Allah’ım Mağfiret: İlâhi bağışlanma, affetme Âlem içre: Herkesin ortasında Essahtan: Sahiden, gerçekten İkrar: Bildirme, itiraf etme, açıklama Şâd: Memnun, mesrur, sevinçli Âbâd: Mâmur Işk: Aşk
41
eş Şehir”in yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın altıncı şehri idi Maraş… Maraş’ı 1940’lı yıllarda görmüş ve tanımıştı Tanpınar. Hayranı olduğu bu şehrin yüz yıldır devam eden bayramını da işte o yıllarda yazmıştı…
TANPINAR’IN
ALTINCI ŞEHRİNDE YÜZ YILLIK BAYRAM
Yirmi iki gün süren bir çatışmanın ardından koca Fransız devleti tasını tarağını toplayıp kaçmak zorunda kalmıştı Maraş’tan 11 Şubat akşamı… 12 Şubat 1920 Maraşlının bayram Serdar YAKAR
Osmanlının yenik düştüğü bir savaşın ve de bir antlaşmanın ardından işgal edilmişti Maraş. Yıl 1919’un sonları idi. Fransızları davul zurna ile karşılamayı onca altın karşılığında dahi reddeden Davulcubaşı Abdal Halil Ağa “Çalamam ağa, bu din bahsi” diyerek koca bir şamar indirmişti Ermeni Meclisi Mebusan üyesi Hırlak Agopyan’a.. Hemen ertesi gün çıkmıştı orta yere Sütçü İmam. Örtüye uzanan düşman elini tek bir kurşunla kırmış ve özgürlük mücadelesinin ilk kurşununu sıkarak sırtını dağlara dayamak için sürmüştü atını… Ve bayrak… Bayrağın özgürce dalgalanmadığı yerde Cuma Namazı kılınamazdı. Maraşlı da kılmamıştı zaten... Önce bayrak dikilmişti kaleye sonra Cuma Namazı kılınmıştı gölgesinde… Yirmi iki gün süren bir çatışmanın ardından koca Fransız devleti tasını tarağını toplayıp kaçmak zorunda kalmıştı Maraş’tan 11 Şubat akşamı… 12 Şubat 1920 Maraşlının bayram günüydü artık... Yüz yıldır devam eden ve yüzyıllarca da devam edecek olan bir bayram… Ahmet Hamdi Tanpınar 1946’da yayınlanan “Maraşlıların Bayramı” adlı uzun yazısına şu cümlelerle girer: “Her yıl, şubatın onikisinde, Maraşlıların ve Maraş’ın bayramı vardır.” Sonra başlar anlatmaya: “Vâkıa şudur: O zamana kadar memleketin iç şehirlerinden biri sayılan, ziraatında ve zanaatında yaşayan bu temiz, bu refahlı Anadolu şehri, birdenbire memleket haritası üzerinde bir yağ lekesi gibi büyüyen işgal kuvvetlerinin kendi sınırları içine de girdiğini, yavaş yavaş memleketi ihanete hazır başka kuvvetler namına benimsediğini görür ve ne pahasına olursa olsun mücadeleye karar verir. Pek az şey bu küçük şehrin, bütün bir vatan
sayı//67// şubat 42
parçasının üstüne çöken talihi yenmek için tek başına ortaya atılması kadar güzeldir. Zaten Milli Mücadele’nin büyüklüğü de burada, her şehrin, her kasabanın, hatta her köyün, her insan gibi, tek başına kendine düşen işi yapmaktan çekinmemesindedir. O günden itibaren şehrin içinde semtten semte, evden eve kanlı, çetin mücadeleler olur. Halk yedisinden yetmişine kadar sokağa dökülür. O zamana kadar gündelik hayatın çemberine koşulmuş, herkes gibi yaşayan, işinde, gücünde, keder veya eğlencesinde bir yığın insan, geniş arazi sahibi hanedan, bey, küçük esnaf, çiftçi, bakkal, memur, riyaziye hocası, mahalle imamı, hülâsa inkılâptan önce bir Anadolu şehrinin zengin, fakir her sınıftan halkı, dört sene yedi cepheyi dolaşıp yurduna yeni dönen nefer, dul kadın, yapraksız kalmış bir çınar gibi tek başına yaşayan şehit babası, hepsi birleşirler. Sanki üzerlerinden bir tanrılık fırtınası esmiş gibi, sanki tılsımlı bir ateşin arasından geçerek yepyeni ve ölüme yabancı bir hüviyet kazanmışlar gibi ortaya atılırlar. Kahramanlık o yıllarda milletimizin sırtına talih tarafından giydirilmiş bir gömlekti. Maraş’ta ise bu gömlek deri olur, uzviyete geçer. İmparatorluk tarihinin hemen her seferinde adı geçen Maraş beylerini ve onların peşi sıra o kadar kanlı muharebelerde ölenleri şaşırtacak bir macera başlar. Şehirlerini kurtardıktan sonra şehrin dışına çıkarlar, komşu ve kardeş memleketlere yardıma giderler. O karanlık günlerde Maraş’ı bir kül yığını yapan yangınlar, bütün cenup vilayetlerimiz için nurani alevler saçan bir kurtuluş meşalesi olur ve Maraş, Urfa, Ayıntap milletimizin en ümitsiz günlerinde ona açılmış zafer kapıları olurlar. Maraş bu kahramanlık günlerini unutmamıştır. Bunda haklıdır. Bir şehir, talihin bu kadar üstünde yaşadıktan sonra, elbette onu zaman zaman hatırlayacaktır. Maraş’ın kurtuluş bayramı gerçekten görülecek şeydir. Bu resmî hiçbir tarafı olmayan bir şehir günüdür. İnsan Maraş’ta bu bayramı seyrederken kendisini kâdim çağlarda, tanrıların insanoğlu ile beraber bir sofrada oturdukları, yeyip içtikleri günlerin canlı hatırası içinde sanır. Bütün şehir çok evvelden bugüne iyice hazırlanır. Maraş’ın kanlı savaş günlerinde çetelere yiyecek, giyecek hazırlayan, silâhlarını yağlayan, çocuklarının ellerine Kafkas’ı, Kırım’ı, belki Girit’i görmüş tüfekler, kılıçlar, bıçaklar
teslim eden, içlerinde zifafın zevkini, annelik gururunu tattıkları, hanım olarak yaşadıkları, misafir ağırladıkları evlerini kendi eliyle ateşleyen Maraşlı kadınlar yahut onların kızları, torunları, bugünü yapılan işin büyüklüğüne lâyık bir şekilde kutlamak için sabahlı akşamlı çalışırlar, şehrin gururu olan delikanlıların giyeceği yerli elbiseleri hazırlarlar. Ben 1943 şubatında ilk defa bu bayrama şahit olduğum zaman şaşırmıştım. Bütün şehir altüsttü. Takvimi dışında bir zamanı yaşıyordu. Daha bayramdan üç gün evvel bütün şehir ayakta idi. Herkes eski zaman modası elbiseler giyinmişti. Davullar çalınıyor, oyunlar oynanıyordu. Alain, güzel sanatlara dair sohbetlerden birinde, modern erkek kıyafetinin fakirliğinden, resme gelmeyişinden şikayet eder. Maraş’ın inişli yokuşlu yollarında, küçük meydanlarında bu alaca renkli kıyafetleri gören bir insanın bu şikâyete hak vermesi güçtü. Hemen her vücut, Pisanello’nun desenlerinden çıkmış gibi zarif ve edalıydı. Sanki Şark’ın büyük ressamları, Behzat’lar, Levnî Çelebi’ler dirilmişler, dünle bugünün elele verdiği bu bayramı kendi minyatürlerine göre onarmışlardı. Sırmalar içinde ve rengârenk bir yığın kumaş her çehreye, her harekete üzerinde çok durulmuş, düşünülmüş, aranıp taranmış şeylerin lezzetini veriyordu. Çoğu 1920 senesinin gençleri, bir kısmı da o senelerde ölenlerin torun ve çocukları olan bu kalabalık, takım takım olmuşlar, şehrin meydanlarında eski oyunları oynuyorlardı. İlk silahı patlatanlardan 70 yaşında bir ihtiyar, bu kafilelerin birinde, elindeki davulla imkânsız görülecek bir çeviklikle oynuyor, onun kocaman davuluyla yaptığı perendeleri, aynı kafilede onbir, oniki yaşında iki çocuk bıçak oyunuyla tamamlıyordu. Sonra ferdî hünerler bitince halka kuruluyor, vücut figürlerinin yanında mimiğe de aynı derecede yer veren çok ritmik ve garip surette ağır başlı horonlar, barlar oynanıyordu. Belki Yavuz, Mısır seferine giderken bu oyunları seyretti, belki Berkiyaruk’un orduları Moğol eline düşmüş Anadolu’nun, Konya ve Karaman beylerinin imdadına koştukları zaman bu oyunlar burada gene oynanıyordu. Bu horonların bir vasfı da erkek arasında ve gizli kadın gözleri altında yapıldığının 43
şuurunu hiç kaybetmemesi idi. Öyle ki parti, Belediye önünde veya yeni hastanenin henüz atılan temelleri yanında yapılırken bile, göze görülmeyen bir şart gibi kafes arkasında seyreden bir kadın kalabalığını beraberinde taşıyora benziyordu. Bu dikkat, bu itina başka türlü olamazdı. Davulcu bu oyunların canlandırıcısı idi. Zaten kıyafet ve hovardalık, hattâ çeviklik itibariyle en üstünlerinden oluyordu. Kafilenin birisi meydandan çekilince yerine öbürü geliyordu. Bazen iki kafile birbirleriyle aynı yolda karşılaşıyorlar, o zaman birbirlerinin şerefine karşılıklı oyunlar başlıyor, gizli bir üstünlük arzusunun hız verdiği bir şevk kafileleri sarıyor, davullar daha hızlı çalıyor, zurnanın sesini, bu gurur daha da cümbüşlü yapıyor, çocuklar bıçak oyunlarına bazı cins hayvanlarda görülen o yapmacık çevikliği sokuyorlardı. Benim en fazla hoşuma giden bu çocuklardı. Bana eski masallardan bir şey gibi gelen külâhlarının ve ince ipek sarıklarının altında daha süzgün, daha hayalî görünen küçücük yüzleriyle, sevimli ecinni boylarıyla, kirpiklerini kırpmadan, tek bir yanlış yapmadan saatlerce aynı hareketleri aynı çeviklikle tekrarlıyorlardı. İnsan onları seyrederken “Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndan, kır çiçeklerinin kokusu ay ışığı ile karışmış bir sayfa okur gibi oluyordu. Çoğu ilk ve orta okul öğrencisiydi. Dikkat etsek, belki de içlerinde bir gün önce bizi sıtma ve pamukçuluk hakkındaki bilgileriyle şaşırtanları bulurduk. Bu kafilelerin bazılarına on, on iki yaşlarındaki birkaç kız çocuğu da karışmıştı. Eski elbiseler erkek çocuğu gizliyor ve küçültüyor, buna karşılık kadınlarda boyu ve endamı adeta büyütüyor, yapmacıktan bir olgunluk veriyordu. Fakat bunlar bir kız çocuğundan ziyade birer masal tavusu idiler. Onlara bakarken, sadece gözümüzün emrinde olan muhayyelemizle bütün sefaletlerini unuttuğumuz eski çağları seyrediyorduk. Aslı Kerem’e, Zühre Tahir’e bu kıyafetlere benzer kıyafetlerle, bu edalar içinde görünmüştü. Böylece iki gün hayretten hayrete düşerek Maraş sokaklarında dolaştık. Üçüncü sabah asıl bayram günüydü. Biz davul sesleriyle uyanıp sokağa çıkınca şehri bir daha değişmiş bulduk. Gerçi gene eski bayram manzarası devam ediyordu, fakat bu sefer daha ağırbaşlı bir hava içinde idik. Bütün şehirde, bir şey bekleyen hal vardı. Nihayet biz Belediye meydanına henüz gelmiştik ki gürültü koptu. En süslü, en renkli kıyafetler içinde genç, ihtiyar, yüzlerce erkek sayı//67// şubat 44
koşa koşa Kale’ye doğru hücum ediyorlardı. 12 Şubat sabahının bir eşini yaşıyorduk. Kale’den yabancı bayrak indirilecek, bizim bayrağımız asılacaktı. Bir taklit veya hatırlatma olduğunu bilmemize rağmen ürperme içinde idik. Çünkü iki günlük sevinç ve bayram, geceleri âşık sazlarından dinlediğimiz yerinde yazılmış destanlar, çok kısa istirahat vakitlerinde görüştüğümüz eski gazilerin, o “Ma’reke”de kol, bacak, kardeş, kadın, çocuk, ev, servet kaybetmişlerin hikayeleri bizi içimizden bir saat gibi kurmuştu. Onun için Ahır dağlarını örten kara rağmen üstümüzde billûr gibi çınlayan bir ışık altında –Bu açık hava ve aydınlık Maraşlılar’ın bayramına tabiatın katılmasıdır- ve Belediye meydanına bir anfi şeklini veren set set evlerin damlarına, pencerelerine, yolun iki yanına yığılmış halkın mühim bekleyişlerde insana bütün bir istikbâl sezişiyle yüklenen sessizliği içinde, birdenbire bu hücum nâralarını duyar duymaz sarsılmamak elde değildi. Maraş Kurtuluş Bayramı, bana topluluğun kudretini bir daha öğretti. Hiçbir tiyatro bu kadar muntazam ve güzel hazırlanamazdı. Zaten bu, tiyatrodan çok üstün bir şeydi. Din ile san’atın birbirine karıştığı çağlardaki Mysteres’lere, gerçek gayesi bir eğlenceden ziyade bir nevi müşterek ibadet olan ortaçağ oyunlarına benziyordu. Burada milliyet ve vatan denilen tanrılar kutlanıyor, onların yükseklikleri en gür sesle ilân ediliyordu. Hiçbir rejisörü olmayan, hiç kimsenin rolü ve vazifesi kimse tarafından öğretilmeyen, sadece geriye dönmüş bir zaman gibi bundan sırasıyla on beş, yirmi, yirmi beş sene önce yaşanan bu bayramın bütün ruhu, bu fecir vakti Kale’ye yapılan hücumdu. Ve Maraş, kendisini birdenbire insanoğlu seviyesinin üstüne çıkaran ve yıkık şehri tanrılaştıran bu saati her yıl bir kere daha yaşıyordu. Ondan sonra geçit resmi başladı. Ve biz olduğumuz yerden bu kalkınmaya hız veren şehrin belkemiği çarşıyı, Evliya Çelebi’den bir sayfa okur gibi bir daha gördük. Maraş, Milli Mücadele’den sonra eski iktisadî üstünlüğünü kaybetmiştir. Şimdi artık eskisi gibi mühim bir zanaat şehri değildir. Dabaklık istisna edilirse hemen hemen ziraatıyla geçiniyor. Fakat şehri tarih boyunca o kadar zengin ve mesut eden çarşı, hiçbir sanatını, hiçbir hüner ve temiz iş üstünlüğünü kaybetmeden yaşıyor. Büyük bir sarayın küçük ölçülere indirilmiş bir örneği gibi. Fakat insan eli, insan dikkati öyle şeyler ki, keyfiyet üstünlüğü durdukça hiçbir şey küçülmüş
olmuyor. Bu ipek ve ten kadar yumuşak deri Maraş’ta gene Maraşlı ustaların sabrıyla dövülüyor, ayağa bir eldiven gibi yapışan ve bir kumaş gibi yıkanan bu gül şeftali yemeniler ve ayakkabılar gene yapılıyor. O kuyumculuk sanatı hâlâ devam ediyor ve Maraş bilezikleri, yüzükleri, gerdan süsleri ne Suriye, ne de başka komşu yerlerinkinden aşağı. Hâlâ saraçlar, sırmalı ve kadifeli eğerleri bir şiiri tamamlamaya çalışır gibi inceden inceye işliyorlar. Göçebe, hatta şehirli kadınların başına o kadar yakışan o tepelikler, başlıklar yine bu çarşılarda tıpkı yüz yıl önceki itina ile ve kadın süsünün hayattaki büyük, asil rolünün şuuruyla, güzelliği süslemenin hayata en güzel kasideyi söylemek olduğunu bilen ustalar tarafından yapılıyor. Bakır işleniyor ve Maraşlı ustaların sabrıyla yapılan taslarda, güğümlerde bütün bir şekil ve nisbet anlayışı kendiliğinden insanla konuşuyor. Alaca, küçük el tezgâhlarında dokunuyor; yün soflar örülüyor. O halde Maraş çarşısı, vaktiyle bu şehri Şark’ın incilerinden biri yapan vasıflarını kaybetmemiş demektir. Gerçi eskisi gibi Fas’a, Yemen’e kadar ayakkabı ihraç etmiyor; kendi derisi yetmediği için ta Çin’den ithalât yapmıyor. Fakat hüner ve bilgi duruyor. Artık Arabistan çöllerine kadar cins atları bir mücevhere benzeyen Maraş eğerleri süslemediği için saraçlar azalmış. Fakat meraklı seyirci, her ne pahasına olursa olsun, ecdat mirası sanatlarını devam ettirmekten hoşlanan ustaların dükkânına girince bir eski zaman hazinesinden bir köşe açılmış gibi bu eğerlerin parıltısıyla karşılaşıyor. Küçük, her halinden bir esnaf topluluğunu idare için yapıldığı anlaşılan, fakat çok temiz üsluplu ve bir yüzük taşı edalı bir cami’in -evkafın kulakları çınlasın, hâlâ tamir ettiremiyor- etrafında bu çarşı, bugünkü haliyle dahi, Anadolu şehirlerinin dünkü manzarasını insanda yaşatabiliyor. Anadolu şehirleri esnafın idare ettiği ve yaşattığı topluluklardı. Fakat Maraş çarşısının başka bir hususîliği de vardır. İnsan bu çarşıda kendisini “İlyada”nın dünyasında sanıyor. Hangi dükkâna giderseniz gidin, bir kahramanla veya onun çocuğu yahut torunuyla karşılaşıyorsunuz. Yirmibeş yıl önceki destanın canlı bir tarafını dinliyorsunuz. Kahramanlık, -tıpkı Erzurum’da olduğu gibi, tıpkı ilk silahı patlatan ve sonuna kadar dağdan inmeyen garp vilâyetlerinde olduğu gibi- o kadar herkesin malı ki, en olmayacak hikâyeleri dinlerken bile insana karşısındakinin övündüğü duygusu gelmiyor. Zaten onlara
göre, kahraman kendileri değil ki; kahramanlığı yapan şehir. Her şeyi onun için istiyorlar, bütün medihler ona dönüyor. Zaten “İlyada”yı onun için hatırladım. Nasıl Homere’in destanında hiç kimse, muhatabının bir tanrı çocuğu olmasına şaşırmazsa, burada da hiç kimse muhatabının ruh kudretine şaşırmıyor. Fakat Maraş çarşısını bu kahramanlık artık tatmin etmiyor. Bu kadar insanüstü iş görmüş olmak çalışkan insanlara realiteyi unutturmuyor. Maraş bütün vatanla beraber yeni bir hayatın kapısında beklediğini biliyor. Pek az yerde, Maraş kadar çalışmanın ve işin zevkini, hasretini duydum. Hemen herkes yeni ve programlı bir iş hayatının hasreti içinde. Ortahalli anneler, on, oniki yaşına gelmiş çocuklarını henüz bir sanata vermemekten muztariptiler. Erkeklerin çoğu kendilerini muasır hayatın seviyesine çıkaracak bu hayata katılmış olmanın gururunu verecek bir çalışma şekli özlüyorlardı. Orta halli bir saraç, gözlüğünü düzelterek bana: “Bir kaptan öbür kaba aktarıyoruz; iş dediğin biri on yapmalı” derken modern istihsalin sırrını açıyor sanmıştım. Maraş çarşısında ve bütün şehirde hemen herkes şehrin etrafının iktisadî coğrafyasını biliyor, imkânlarını sayıyor, yapılması behemehal lâzım yolları rastgeldiği yerde çiziyor, selâhiyetle yeni demiryollarının geçeceği yeri münakaşa ediyor. Kurutulması lâzım gelen bataklıkların dönümünü, en elverişli ziraat şeklini, bağ ve bahçeliği, civar havalideki madenlerin vasıflarını siz Maraşlılar’dan sorun. Daha ilk görüşte bu şehirde misyoner aydına ve söze hiç ihtiyaç olmadığını anladım. Hakikat şudur: Millî Mücadele’nin ateşinden yeni bir Anadolu doğdu. Onu hak ettiği talihe kavuşturmak boynumuzun borcudur.” Yüz yıllık bayramın kutlu olsun Kahraman Maraş… 45
ŞEHRE NASIL
BAKMALIYIZ? Olaylara ve insanlara, bütün bunlara dair yapıp etmelere yalnızca bir “mühendis” gözüyle bakmanın şehirlerimizi ne hale getirdiğinin artık birçok kişi farkındadır. İsmail BİNGÖL*
*TRT Erzurum Radyosu
sayı//67// şubat 46
ocukluk zamanlarımda şehir benim için koskocaman ve renkli bir yerdi. Hiç canım sıkılmazdı ve her bir köşesinde dolaşmanın ayrı bir lezzeti, ayrı bir ilginçliği vardı. O günün Türkiye’sinde şehir olarak ilk sıralarda yer alan Anadolu’nun karı, kışı ve soğuğuyla ünlü şehri, benim için çarşılarında, pazarlarında, sokaklarında, mahallelerinde kaybolacak derecede bir büyüklüğe sahipti. Yani etrafıma o günkü nazar etme seviyemle bu böyleydi. Hatta dört-beş yaşlarında, yani henüz okula gitmediğim çağlarda, birkaç kere kaybolduğumu ve bu sebepten ağladığımı da hayal meyal hatırlarım. Neyse ki o zamanlar, şehirler bu kadar korkulacak ve insanın yüreğini bu kadar daraltacak bir atmosfere sahip değildi. Sokak ve mahalle kültürü hala yaşıyor ve size yardım etmek isteyen insanlara meramınızı çat pat da olsa anlatabiliyordunuz. Şimdilerde olduğu gibi, “Aman evladım, yabancılardan uzak dur” tembihatı bu kadar başını alıp yürümemişti. Benim bu kaybolmalarım sırasında ağladığımı gören abiler, amcalar, teyzeler elimden tutarak, oturduğumuz sokağın başına kadar getirir, eve girinceye kadar da oradan ayrılmazlardı. Belki günümüzde de kalplerinde iyilik ağacının yeşermesine ve büyümesine izin veren güzel insanlar mutlaka vardır. Ama biz millet olarak, o ağacın gölgesinden yararlanmak hususundaki güvenimizin büyük bir bölümünü yitirmiş durumdayız ne yazık ki. Yukarıda yazdığımızın toplumun ana damarlarında açtığı yaralar hakkında; inancıyla, geleneğiyle, göreneğiyle, kültürüyle yaşamak itiyadında olan bir millete verdiği zararlar konusunda sanırım bu yazıyı okuyanlar olarak sizler de ara sıra mutlaka düşünüyorsunuzdur. Bu ülkede yaşayıp ta, geleceğini ilgilendiren son derece önemli bir konuda kafa yormayanların, bu toprakların bağrından yetiştiğine dair şüphelerinizin olmaması, gerçekten büyük ve telafisi mümkün olmayan bir eksikliktir. Şehirlerimizi, şehir kültürümüzü, şehre dair yaşanmışlıklarımızı bugüne bakarak değerlendirmek, yani geçmişi, geçmişte yaşananları bir kenara bırakarak değerlendirmek, herhalde sağlıklı bir değerlendirme olmaz, olamaz. Olaylara ve insanlara, bütün bunlara dair yapıp etmelere yalnızca bir “mühendis” gözüyle bakmanın şehirlerimizi ne hale getirdiğinin artık birçok kişi farkındadır. Burada acele yapılması lazım gelen-kim dinlerse artık, dinlemeseler de
biz düşündüğümüzü ve bizi rahatsız edeni, dert ettiğimizi yazalım da-şehir kültürünü bu hale getirenlerin, şehrin sadece bir binalar topluluğundan mürekkep bir yer olduğunu sananların elinden şehrin bir an önce alınması gerek, Çünkü onlar için şehir ve hatta bütün bir vatan toprağı, yalnızca çıkar sağlanacak bir nesne olarak görülür. İşte en kısa zamanda şehri bu çevrelerin elinden kurtarmak, “onu aynı zamanda bir özne yapmak için buna mecburuz”. “Eski hayat biçimimizle, şehirlerimizle ciddi bir hesaplaşma yapmamış olmamızın; bugün, her şeyi kendinden başlatıp, “barbaresk” bir üslupla şehirler ve kültürler oluşturacağını sanan zihniyetin böyle hızla yükselişindeki payı büyüktür.” Onun için kültür hayatımızın yapı taşlarından olan Tanpınar diyor ya: “Ancak sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri içinde hayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar.” Demek ki bizler son yıllarda-Artık o yılların nereden başladığına, düşünüp siz karar verin.-sevdiğimiz şeylerin neler olduğu konusunda büyük bir karmaşa var ve bu değişenler hayatımızın içinde yaşayıp, bizi mutlu edecekleri yerde, mutsuzluğumuzun ve rahatsızlığımızın parçası oluyorlar. Eskinin şehirleri bu kadar geniş bulvarlara, insanın içinde kaybolduğu -ve ruhunu da kaybettiği-bu kadar AVM’lere, bu kadar ışıltılı caddelere, vitrinlere, bin bir çeşit malzemeyle dolu bu kadar büyük mağazalara sahip olmasalar da en azından insanı huzursuz etmiyorlardı. Bu yazdığımız marazi bir şekilde maziye bağlılık ve hayranlık duymak, onu özlemek değil, ondaki insaniliği ve bu insanilik içinde yaşadığına inandığımız ruha hasret duymaktır. Yıkık dökük, virane de olsalar, bahse konu şehirlerin bazı mekânlarında ve noktalarında bu ruhun yaşadığını görmek mümkündü. O şehre, -artık hangisi olursa olsun-, bir köşesinden durup bakmanın ferahlatıcı bir etkisi vardı. Ve bu bakıştan rahatsızlık ve huzursuzluk duymak mümkün değildi. Hele de baktığınız köşeden bir tanıdık çıkıp, size içten gelen bir samimiyetle selâm verdiğinde… O şehre yaşadığınız ve yaşamaya devam edeceğiniz şehirdir denebilir. Yoksul da olsa, imkânları dar da olsa, sokaklarında, caddelerinde, mahallelerinde büyük bir tevekkül ve büyük bir teslimiyetle yaşayanların olduğu o şehir sizin içinizin şehridir ve o şehirde dolaşmak mutluluk vericidir. Ayrıca yardıma ihtiyacınız olduğunda hemen yakınınızdaki komşularınızın bundan haberdar
olacağını bilirsiniz ve güçleri nispetinde size el uzatacakları ise malumunuzdur. Günümüzün modern-kime ve neye göre-diye adlandıracağımız yerleşim birimlerinde-şehir demeye ne yazık ki dilim varmıyor-yukarıda söylediklerimizin-ki bunlar şehir olmanın asgari şartlarıdır-ne kadarı mevcuttur? Sorunun cevabı çoğu kişi için yürek incitici ve gönül yaralayıcıdır. Bu tür yerlere durup bir köşesinden baktığınızda içiniz kararır ve göklere ser vermiş duruşlarıyla, üstten bakışlarıyla sizi adeta ezerler. Gururun, kibrin ve küçük görmenin bütün alametlerini taşıyan bu yerleşim şekli, mütevazılıktan uzak, adeta günümüz insanının kendince bir kopyasıdır. İçinde dostluğun, vefanın, merhametin, muhabbetin, şefkatin, inceliğin olmadığı bir dünyadır bu. Artık buraların insanı da çoğunlukla yaşadıkları yere benzemişlerdir ve benzeyiş giderek daha ürkütücü, daha korkunç bir boyut kazanmaktadır. Şimdi bu yazdığımız çerçeveden etrafımıza göz atacak olursak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, toplumumuzun sevdiği ve bu sevgiden hareketle zenginleştirerek değiştirip hayatına kattığı ögeler pek fazla değildir. Mesela inanç dünyasını zenginleştirmek ve bu kapsamda ibadet etmek için, Süleymaniye gibi bir büyük eseri dünyaya armağan etmiş olan bir ecdadın torunlarının, “günümüzde hemen her şehirde merdivensiz, içi boş, sacdan yapılmış minareli mescitler inşa etmelerinin açıklaması tek kelimeyle sevgisizliktir.” Anadolu’daki Türkİslâm sanatının seçkin örnekleri olan eserlerden basit Türk evine kadar ki bütün bu mekânlara dünya görüşünü, kimliğini ve kültürünün zenginliğini yerleştirmeye çalışmış kişilerin torunlarının, kargaşanın, kaosun ve gerginliğin adeta tavan yaptığı günümüz şehirlerini nasıl kurabildiklerinin şerh edilmesi zor ve yaralayıcıdır. Öyle ki, geçmişin dünyasında kurduğu şehirleri daha çok suları, ağaçları, kendine has mimarisi ve insani vasıflarıyla öne çıkaran bir milletin, bugün imar kanunlarında kısa süreli boşluklar yaratarak şehri mahvetmesinin açıklaması, paraya olan tamah ve kendini o şehre, o ülkeye karşı sorumsuz, sevgisiz ve ilgisiz hissetmesidir. Zira gerek bir insan ve gerekse bir millet, geçmişten kendisine ulaşanlara karşı sorumluluk hissetmeden, onları benimseyip sevmeden, onlara hak ettikleri ilgiyi göstermeden nasıl yeni bir kültür meydana getirebilir ki? 47
ğretmenlik mesleğini okul ve sınıfa endekslediğinizde yanılabilirsiniz. Öğretmen mesleğini icra ederken eğitimcilik yönü ortaya çıkar, hatta amiyane tabir ile eğitimciliğini konuşturur.
GÖNÜLDEN GÖNÜLLÜ:
MEHMET AKİF İNAN Şüphesiz insanın ihyası, manevi değerlerle maddi yapıların bütünleşmesinde ortaya çıkan dengeli ve edepli bir süreci ve sonucu ifade eder.
Erbay KÜCET
sayı//67// şubat 48
Eğitim işinin gönül işi olduğunda hemfikirizdir. Gönlü olmayan veya gönüllü olmayan bu mesleği yapmamalı, zaten yapamaz. Tarih boyunca kutsallığı tartışılmayan meslek olan öğretmenliğin erdemlerini veya klasik anlamda mesleğin inceliklerini, nasıl olunma(ma) sı gerektiğini, neleri yapma(ma)ları lazımını burada anlatacak değilim. Okul ve eğitim görmüş olanlarımızın hayatında renk bırakmış, hatta idolü olmuş bir hayli isim vardır. İlkokul öğretmenimizi anlatırken onun iyiliklerinden bahsedip; öğrendiğimiz ilk kelimeler, ondan bize kalan davranışlar ile hayatımızda güzel anılar bıraktığını ballandırarak ifade ederiz. Öğrenim hayatımız boyunca örnek aldığımız başka öğretmenlerimiz de olmuştur. Beni ortaokul, lise yıllarımda etkileyen hatta iz bırakan öğretmenim olup olmadığını bu yazıyı kaleme almaya başladığımda çok düşündüğüm halde hatırlamakta zorluk çektiğimi itiraf etmeliyim. Demek beni o yıllarda etkileyen hatta benim hatıramda iz bırakan öğretmenlerim olmamış diyerek üzerinde fazla kafa yormak istemedim, belki ben unutmuş olabilirim diyerek geçmiş günleri film şeridi gibi yoklamaya çalıştım. Hatta film çekenlerin tabiri ile flaş bek bile yapmaya gayret ettim. Ama ‘hayır’ hafızamda yer etmediklerinden olsa gerek şuur altımda yer bulamadıkları için de onlar adına çok üzüldüm. 1975 yılında Tarım Bakanlığı’nda memuriyet hayatıma da başlamıştım. O günlerde öğretmen yetiştiren eğitim enstitüleri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıydı. Çoğunlukla sol görüşlü öğrencilerin tahsil gördüğü okulların yönetiminde de o düşünceye sahip idareci ve öğretmenler vardı. 1976 yılında Milli Eğitim Bakanlığı okulların idari kadrolarını görevden alarak yerlerine milliyetçi-muhafazakâr hatta mukaddesatçı eğitimciler atamıştı. O sene üniversite sınavına girmiş, başarı elde etmiştim ama memuriyete Ankara’da başlamam nedeni ile başka bir şehirde okuyamayacaktım. Gazi Eğitim Enstitüsü’nün ön kayıt ile öğrenci alacağını duyunca, müracaatımı yapıp mülakat sonrası tercihim olan Türkçe Bölümü’nde gece eğitimine başladım. Okula devam ederken o günlerde yapılan imtihanların iptali için
mahkemelerin verdiği karar sonrası okulla ilişiğimiz kesintiye uğrayınca, sanırım bir ay sonra bir mülakata daha girdik. İmtihanda Mehmet Akif İnan jüri üyesiydi. Beni her zaman tok sesiyle etkileyen hocamın o gün “Erbay, okuldan memnun musun?” gibi bir sualine verdiğim cevap sonrası “Hayırlı olsun” ile dışarı çıktığımda koridorda bekleyen öğrencilere “Çok zor sordular” diyerek ironi yaptığımı anlamamışlardı. Yenidevir gazetesinde ‘Çizgiler’ köşesinde kaleme aldığı yazılarında İslamî düşünce ve duyarlılıkta yazdığı ama o günlerin modası olan öztürkçe kelimeler kullanması tuhafıma gidiyordu. Bazı dil bilimcilerce ‘uydurukça’ diye tanımlanan makalelerini okuyup, o günlerde dersi kaynatmak gayesiyle sınıfta değerlendirmesini yapıyorduk. Sevmiştim Akif hocayı. Onun derslerine girebilmek için heyecanla giriyordum sınıfa. Bir de tavında ise üstad Necip Fazıl ile olan ilişkisinden söz açınca gecenin nasıl geçtiğini bilemezdik. ‘Bir insanı siz ne kadar seviyorsanız, o da sizi o kadar seviyordur’ demişti bir büyüğümüz. Akif İnan hocamı çok sevmiştim, onun da beni çok sevdiğini hissediyordum. Sınıf arkadaşlarım aramızdaki bu sevgiyi bildiklerinden dersi kaynatma görevini bana vermişlerdi. Onlar için ders kaynatma olan konuların benim için Akif İnan’ı daha yakından tanıma ve onu daha çok sevmek olacağını bilselerdi bu görevi vermezlerdi. Yeni Türk Edebiyatı dersimizde Necip Fazıl’ın ‘Sakarya Türküsü’nü hocamızın sesinden defalarca dinlemiş öz vatanımızda nasıl parya olduğumuz, yüz üstü çok süründüğümüzü ve muhakkak kıyama durulması gerektiği bilincine ulaşmaya başlamıştım. O’nun gazete yazıları da dikkatimi çektiğinden Yenidevir gazetesi okumaya başlamıştım. Hocam ile muhabbeti koyulaştırmamız ise ‘Mavera’ dergisi ofisinde olmuştur. Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Hasan Seyithanoğlu, Alaattin Özdenören ağabeylerle tanışmamızda o günlerdedir. Öğretmenliğin sadece sınıf içerisine girmemesi gerektiğini bir kere daha anlamıştım. Öğretmenlik hayatım boyunca bu öğrendiğimi talebelerime uygulama gayretinde oldum. Kitap sayfalarından ve gazetelerden tanıdığım birçok aşina isimle birlikte olmak, onlarla sohbet edip, çay içmenin ne kadar farklılık olduğunu anlamışsınızdır. Dünyaya bakışımın bir anda değişmiş olması karşısında Akif hocam benimle ilgisini artırırken, ona karşı hörmetim belirgindi.
Aramızda öğretmen-öğrenci ilişkisi değil, dostluk, kardeşlik eylem birlikteliği başlamıştı. Selanik caddesindeki Mavera’ya sıklıkla gitmeye başlamıştım. Orada ağabeylerimizin sohbetleri ile farklı pencereler açıldığından okuduğumuz kitaplarda değişmeye başlamıştı. Bir defasında Akif İnan hocam, ”Kücet, sen tenkit yazılarına ağırlık ver , biz de bir Nurullah Ataç yok” demişti. O günlerde birkaç deneme yaptım ama bizim tarafta kimse tenkit edilmeyi sevmediğinden yol yakınken dönüverdim. Sonraları hocamın tavsiyesine uymak için yeni çıkan yayınlarla ilgili kitap tanıtım yazıları kaleme almıştım. Akif İnan’ı okumaktan öte, dinleyenlerden birisi olduğumu burada itiraf etmeliyim. Ders notları dışında onun Tenha Sözler’deki şiirlerini sonraki yıllarda okudum. Zaten sendikal harekete girdikten sonra bambaşka bir hoca ile karşılaştım. Eğitim-Bir’de yönetim kadrosunda görev aldığımda Milli Gençlik Vakfı’nın aylık yayını olan Gençlik dergisinin yayın kurulunda ayda bir kere de olsa birlikteliğimiz söz konusuydu. Gecikmiş sohbetlere o toplantılar öncesi ve sonrasında devam ederek boşluğumuzu dolduruyorduk. Türkiye Yazarlar Birliği’nin yurtiçi ve yurtdışındaki birçok etkinliğinde de birlikte olduğum Akif Hocamın sendikada açtığımız iftar sofralarındaki çiğ köftesinden hiç tatmadan bizlere ikramını unutmadım. Hülasa Akif İnan fikren şekillenmeme sebep olan bir zat-ı muhteremdir. O’na hörmeten ve sevgimden dolayı en küçük oğlumun adını da ‘Akif’ koydum. 49
BENİM ŞEHİRLERİM BENİM EVLERİM
ANKARA
Geçenlerde Ankara’ya gittiğimde daha şehir merkezine girmeden kırkıncı kilometreden gökdelenleri ve siteleri gördüm irkildim. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
ir önceki ve benim nesil her dara düşenin ve her bahtı karanın güzel Ankara’da yeni bir şans yakalayacağını anlatan marşlarla büyüdük. Marşın yazarı da cumhuriyet döneminin önemli edebiyatçılardan Aka Gündüz’dü(1885-1958). Bazıları filme de çekilen Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı, İki Süngü Arasında, Sansaros, Bir Şoförün Gizle Defteri gibi romanları bizleri etkilemişti. Dikmen Yıldızı’nda İstiklal Savaşımızın arka planı vardı. Ancak aynı dönemde taşradan Ankara’ya gelen köylüler Ulus’tan ileriye gitmesine müsaade edilmiyor, zabıtaca yolları kesiliyordu. Bunlardan biri de Aşık Veysel idi. Halk Ozanı Veysel ısrarla Mustafa Kemal ile tanışmak istediğini açıklasa da kös kös Sivas’a geri dönmek mecburiyetinde kalmıştı. Hatta sazının telini değiştirmek için Ulus çarşısına girmesine bile müsaade edilmemişti. Cumhuriyet bir yandan kendi edebiyatçılarını(Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Rüşen Eşref Ünaydın, Behçet Kemal Çağlar, Kemalettin Kamu, Halide Edip Adıvar vs) devreye sokarken, öte yandan da Başkent Ankara’nın imarı ile batıdan şehir planlamacıları getirerek hem devlet binalarını ve hem de kamu ev ve lojmanlarının inşasına başladı. Ankara’nın 2000 yılına kadar nüfusunun 300 bin olacağı hesaplanarak(!) Havaalanı için Tandoğan Meydanı düşünülüyordu. O döneme ait hala ayakta duran Kızılay’daki bazı bakanlık binaları, eski başbakanlık, genelkurmay, Yargıtay, Kumrulardaki kamu lojmanları hatırlanabilir. Ulus’taki Birinci TBMM ise İttihat ve Terakki Partisi binası olarak daha önce(1915) yapılmıştı. Emek’teki İsrailli şirkete yaptırılan İsrail Evleri ise(1955) eskimeye yüz tutan şekliyle de olsa hala ayakta. Rahmetli Hakim Kadri Keskin arkadaşım 1980 sonrası DGM’ye atandığında burada ikamet ediyordu. BULVAR GİYSİ VE FİKRİ MODA PODYUMU GİBİYDİ
Ankara’ya ilk defa gittiğimde(1959) sabahın erken saatlerinde buz kestiren dondurucu soğuğunu hatırlıyorum. Söz konusu binaların hepsi vardı. Bir ziyaret için gittiğimiz Keçiören’de çiftlikler, geniş bağ evlerinden etkilenmiştim. 1968’e kadar Üniversite yıllarında iki ayda bir Ankara’da ya bir etkinlik, ya bir tiyatro, sinema, konferans, şiir ve edebiyat matinesi veya bir başka toplantı için sayı//67// şubat 50
sürekli gidip geliyorduk. Opera Meydanı’ndaki Prof. Osman Turan’ın genel başkan, M. Akif İnan’ın müdürlüğünü yaptığı Türkocağı da faaliyetleriyle, Necip Fazıl konferansıyla bir başka merkezdi. O yıllarda tamı mı tamına Ankara sağlı sollu bir sanat-kültür, medeniyet hareketi başkenti de olmuş, İstanbul ile yarışıyordu. Askerliğimi de Polatlı’da yapınca Ankara’yı daha da fazla tanımaya başladım. Mesai saatleri sonu Necati Bey girişinden, Esat yokuşuna kadar olan Atatürk Bulvarı bir miting alanı gibi giden ve gelenlerin elbiselerinden, konuşmalarından, tavırlarından her türlü giysi ve fikri modayı ve dahi şöhreti yakından takip edebilecek bir podyum gibiydi. Aradığınız, görmek istediğiniz birini; yürürken veya bulvar üzerinde eski Ankara evlerinden oluşan pastane ve lokantalarda bulabilirdiniz. Ankara ezan sesi olmayan bir değişimin etkisine yakalanmıştı. Osman Yüksel Serdengeçi buna “mabetsiz şehir” diyordu. Bazı pasajların zemin katları mescit haline getirilmiş özellikle Cuma günleri aşırı kalabalık oluyordu. Ülkealan Pasajı öyleydi. Amerikan pasajı da kaçak malların satıldığı bir mekandı. Onaltı yıl İstanbul’da kalıp, lise ve üniversite eğitimimi tamamlayarak, fikir işçisi olarak iş hayatına atıldıktan sonra o yılların cazip, etkili, hırçın ve taraflı beyaz camı TRT’ye geçince 32 yıl burada kalacağımı hiç düşünmemiştim. İlk uğradığım Hacı Bayram Camii ve külliyesi, ilk ziyaret ettiğim yer ise Tacettin dergahı idi. Gerçek Ankara bu semtlerdi. SİT alanı olduğu için de korunuyordu. EV SAHİBİ OLMAK VE BAŞKENTTE KOMŞULUK
İlk evim Kurtuluş Cevher Sokak dört katlı Öğe Apartmanının giriş katındaydı. Girişler genelde dükkan olarak kiraya verildiğinden bu daireler yarı yarıya küçülüyor; iki oda bir salon kalıyordu. Demir parmaklıkları bile yoktu. Hiç hırsızlık olayı duyulmamıştı bile. Daha dairemize yerleşmiş bile sayılmazdık komşular bizi hiç yalnız bırakmadı. Üstelik hepsi yeni kimselerdi bizim için. Davet üzerine davet alıyorduk. Özellikle hanımlar arasındaki bu dayanışma beni etkilemişti. Kurtuluş Parkı da semtin akciğerleri gibiydi. Hem bakımlı, hem teferruatlı ve hem de ihtiyaçları karşılayacak kapasitedeydi. Sokağımızdaki cami özellikle sabah namazlarında daha kalabalık oluyordu. Namaz sonrası ikram ve sohbetler yapılıyordu. Ağah Oktay Güner’i burada görürdüm. Evimiz her yere yürüyüş mesafesindeydi; okul, polis
karakolu ve Kızılay Merkez. Bülbülderesi üzerinde ise Demokrat Parti döneminde her il’e bir arsa verilerek üniversite talebelerine yurt yapması sağlanmıştı. Tek ilçe o günün şartlarında Kilis’ti. Tarım ve Maliye Bakanı Nedim Ökmen’in katkılarıyla gerçekleşmişti; yer ve lokal. -Hemen bu yapı kooperatifine gir. -Hiç mümkünü yok. Daha yeni muhabir oldum. Henüz maaş alıyorum. Nasıl öderim peşinatı ve taksitlerini? Bu teklifi Konkur Hukukçular Yapı Kooperatif Başkanı Avukat Mahir Güvenir yapmıştı. “Allah evlenene ve ev alana yardım eder! Hiç üzülme” demez mi? Tamam, eşimin ziynet eşyaları ancak peşinatın yarısını karşılamıştı. Peki diğer yarısı nasıl olacaktı? En umduğum varlıklı yerlerden olumlu cevap alamamıştım. Tam vazgeçecektim bu girişimden okul arkadaşım Avukat Güney Öndeş çıkarıp vermez mi? “Senet menet olmaz, sen Müslüman değil misin? Eline geçince ödersin!” dedi mi üstelik? SSK Kredisiyle eve girmiş, enflasyonun ve maaşımın o nispette artmasıyla borcumu bir senede ödemiştim. Gerçekten Yüce Rabbim ev alana yardım ediyordu. Konkur Sitesi İstanbul Yolu üzerinde 5 bloktan oluşan 150 daireli ve kaloriferli 3 oda 1 salondan oluşuyordu. Dairemize yerleşemiyorduk. Çünkü suyu, elektriği, yolu yok, asansörü çalışmıyor, bahçe tanzimi yapılmamıştı. Yönetimine girdiğim kooperatif üyeleri arasında üst bürokrasiden Mustafa Keten ve Mehmet Gültekin vs gibi 51
kimseler de olunca çoğu sorunu çözdük. Fakat yerleşmemiz iki seneyi buldu, idare ettik, sıkıntı çektik ama ev sahibi olmuştuk. Kışın kalorifer yansın ve aidat ödemesin diye ev sahipleri evleri ucuza kiraya verdi. Ben de çok arkadaşımı sitemize taşıdım Abdurrahman Dilipak , Fahri Akben, Latif Çiçek ve Muzaffer Baca gibi. Daireler dolunca yatağımı içi sıcak su dolu şişeler ile ısıtma eylemim de sona ermişti. Girişimlerimiz ile sitemizin hemen bitişiğine okul yapıldı, SSK bloklarındaki camii inşaatı tamamlandı, otobüs ve dolmuş seferleri arttı. Bitişiğimizdeki Karayolları Lojmanlarının spor tesissi ve sosyal tesislerinden istifade ettik. Çünkü komşu idik. Site alışkanlığımız yoktu, yeni öğreniyorduk ve sakinlerden birinin mutlaka profesyonelce alakadar olması gerekiyordu. Baklavacı Hacı Baba, Boğaziçi Lokantası, Urfalı Kebabçı Hacı Mehmet ve daha sonra Akay yokuşuna taşınan Samanpazarı Dönercisi o yıllarda ve halen birer marka idi. ALTINSOY’DAN ŞEHİR VE KÜLTÜR ÇALIŞTAYI
10 Yıl sonra lojman çıktı. Hasan Celal Devlet Bakanı ve Prof. Dr. Tunca Toskay TRT Genel Müdürü iken altın devrini yaşadı. Kiradan kurtuldu, kendi malı olan Oran’daki yeni yere yaşındı. Yakınında lojmanlar alındı. Medya da konu bile edilmedi. Çünkü TRT daha önce TBMM karşısındaki kiralık yerin parasıyla tümünü satın alabileceğini gazeteler yazmıştı. TRT lojmanları Oran ormanlarının ve taş ocaklarının hemen bitişiğinde idi. Liderler Bülent Ecevit ve Alpaslan Türkeş başta çok sayıda ünlü komşumuz idi. TRT balkonların güneşliği dahil her ihtiyaçlarını karşılayarak çalışanlarına teslim etti, cüz’i bir kiranın dışında hiç bir şey almadı. Bu süre 5-10 yıl arasında sınırlandı. Ayrıca TRT araçları artık semt semt dolaşıp nöbetçi ekibi beklemiyor, zamandan da tasarruf ediyordu. Oran Muhtarlığı da her hafta Pazar günleri bir kültürel etkinlik yapıyor; ya bir konferans veya mini bir resital yahut bir gösteri tertip ediyordu. Yıl 1987. Sürem dolmadan Çayyolu’ndaki yeni evimize taşındık. Konkur’daki evimi satıp ve üzerine sayı//67// şubat 52
de ekleyerek Çayyolu’ndaki kooperatif evine girmiştim. 100 metrekareye sıkıştırılmış, üç oda bir salondu. Sabah akşam güneş alırdı. Bahçe ve otoparkı vardı. Komşuluk ileri seviyede idi. Doğalgaz büyük imkandı. Ama kooperatif evleri teslim edildiğinde çoğu şeyi sil baştan elden geçiriyorduk. Nezih bir muhit olmuştu semtimiz. Çayyolu Rahmetli Başbakan Turgut Özal ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Altınsoy’un gayretleriyle hayata geçirilen yeni bir semtti. Mehmet Altınsoy bu işe kolları sıvamadan önce Ankara’da ulusal bir “Şehir ve Kültür” çalıştayına katkı verdi. Hilton Otelindeki bu etkinliği TYB yönetimi olarak biz hazırlamıştık. Bu konuda gerçekleştirilen ilk toplantı oldu şehir ve kültür. Çayyolu bahardaki bir papatya tarlası gibi birden bire çiçek verdi. İnşaatlar önce 4 katı geçmeyecek veya birbuçuk katlı villalar olacak şekilde planlanmıştı ama yönetimler değiştikçe apartmanların kat sayısı arttı. Yeşil alan mecburiyeti devam etti. Hatta parklar, çocuk ve oyun bahçeleri yapıldı. Cazibesi arttı Çayyolu’nun. Sonra AVM Modası baş gösterdi. Ümitköy ve Angora Evleri de bu fırsattan istifade etti. TOKİ bu atılımın lokomotifi idi. Sitelerde sosyal alanlar, kültür merkezleri, cami ve okul inşaatları öncelikli oldu. Önceleri jandarmaya bağlıydık. Karakol ve yürüyüş parkuru oturduğumuz iki bloklu Simten Sitemizin hemen karşısındaydı. Otopark alanları genişti. Metro da programa girmişti. Ancak özel araç zorunlu idi ilk senelerde. Sitelerde tiyatro, konser ve maçlar için özel otobüs kiralanıyordu. GİYSİLER YENİ..YA KAFALARIN İÇİNDEKİLER?
Geçenlerde Ankara’ya gittiğimde daha şehir merkezine girmeden kırkıncı kilometreden gökdelenleri ve siteleri gördüm irkildim. Şehir içindeki bazı AVM’ler sanki birbirine bitişik nizamda yapılmış gibiydi küçük dilimi yuttum. AB Standardına göre 60 km aralıkla yapılması gerekiyordu. İstanbul’u bile geride bırakmış. Yeşil ve sosyal alan azalmış; cami bina ve üniversite sayısı artmış. Trafik yoğunluğu insanları canından bezdirir hale gelmiş. Ulus ve Kızılay’daki kitapçılardan çoğunu göremedim. Tiyatrolar da öyle. TED gibi eğitim, hastane ve bakanlıklar vs kurumlar şehir dışındaki kampüslere taşınmış. Yeni şehircilik böyle midir? Yoksa biz mi bu hale getirdik? Eski Ankara’yı ve evlerimi özleyeceğim. Çünkü bu defa da galiba zengin ve varlıklı olmayanlar bu şehre giremeyecek gibi geldi bana. Giysiler yeni ama kafaların içindekiler değil.
TELLİ TURNA
Nasıldı türkü? Telli telli telli, şu telli turna… İbrahim BAŞER
-3142,5 kilometre diyor Google, üç bin yüz kırk iki buçuk kilometre! Adımlarım ortalama elli santim olsa, altı milyon iki yüz seksen beş bin adım eder. Bugün altı bin adım adım attığımı söylediğine göre adımsayarım, bin günlük yürüme mesafesinden fazla. Forrest Gump olsa yürüyemez bu mesafeyi yâni…” Yağmur yağıyordu yine şehre… Üzerinde kapüşonlu yağmurluğuyla dalgın dalgın adımladığı Londra’nın sokaklarında yağmur sürpriz sayılmazdı elbette. Zaten, gelinciklerle konuştuğu, papatyalarla dertleştiği o masumiyet yıllarından beri, yağmuru oldum olası sevmişti.
“-Islık çalmayı becerseydim, şu ‘telli telli teelli …’ diye başlayan parçayı söylerdim şimdi. Nasıldı sözleri? Telli telli telli, şu telli turna Sanma ki yaralı, uçmaz bir daha…” Yaralı mıydı? Evet! Hem de en amansızından, en imansızından. “-Amaaan, kim yaralı değil ki!”, dese de herkesin yarası kendine, herkesin yarası kendinde… Hayat ağır… Hele kalp de ağrırsa bir de üstüne. O halde haydi adımlarım, amaçsızca yürüt beni. Uzaklaştır beni benden! Kaçır kendimi uzaklara hatta ben bile bilmeyeyim o uzakları… “-…ta kılmış ka naa dı göç men bu lu ta…” Kendi duyabileceği kadar kıstığı sesine, yağmur damlalarından notalar dizildi, gözünün üstüne düşen kapüşonuna… …ve yürüdü kalabalığın içine, kendi ıssızlığıyla. “-Aaah gurbet; içimde bitmemiş hesaplar, hesaplaşmalarla bunca uzaklara çektin beni yerimden yurdumdan. Üzerimde, kaç memleket geçmiş göçmen bulutlarla ıslanan göçebe ruhum… Ve dillerine ve simalarına ve selamlarına ve yemeklerine âşina olmadığım, olamadığım ‘mister’ler, ‘misis’ler diyarında yaprak sarma hasreti çeken damağım… …ve sarıp sarmalamaya hasret kaldıklarım, sevdiklerim, dostlarım.” “-…an latır es ki be ni, şim di ki ba na” Yanaklarından süzülen, göçmen bulutlar hediyesi yağmur damlaları mıydı, hasret yüklü gözyaşları mıydı, yoksa her ikisi miydi karmakarıştı… …karmakarışıktı! Dışarıdaki kalabalığa inat ıssızdı içi, doğru ama bir Kasımpaşa külhanbeyinin yakası açılmadık sövgüsüne bile tebessümle karşılık verecek derecede hissettiği vatan hasretiyle kavrulurken bu Londra yağmuru da iyi gelmişti işte… Issızdı içi doğru… Eski beni anlatıyor, şimdiki beni susuyor; şimdiki beni anlatırken, eski beni kulak kesiliyordu epeydir. Issız olsa da muhatapsız sayılmazdı bu sebepten. Şöyle dumanı üstünde bir okkalı kahve ve yanında gül yapraklı buz gibi bir bardak su çekti canı… …bir de eski kendini karşısına alıp sigaya çekmeyi. Nasıldı türkü? Telli telli telli, şu telli turna… Çocukça bir coşkuyla, önündeki su birikintisinden tek ayak ‘sek–sek’ti. Köşedeki kafeden karton bardakta bir filtre kahve aldı. Az sonra dersi başlayacaktı, adımları Oxford’a yöneldi. Ve arkasında, ince kalp sızısı hattında çizilmiş notalardan bir Telli Turna izi bıraktı. 53
HATAY
ARKEOLOJİ MÜZESİ Antakya’mızın geçmişinden bugününe bir yolculuk yapabilmek adına Hatay Arkeoloji Müzesini adım adım gezmelisiniz. Salih DOĞAN*
*Müzeci
sayı//67// şubat 54
atay ilimizin merkezi olan Antakya, dinlerin ve medeniyetlerin binlerce yıldır birlikte yaşadığı, bitmek tükenmek bilmez bir insanlık hazinesidir. Tarihi ve kültürel doku zenginliği bakımından ülkemizin en önemli şehirlerinden biri konumundadır. Geçmişin kültürel izlerini bugünde birçok ayrıntısı ile yaşatabilmekte ve bu atmosferi misafirleri de deneyimleyebilmektedir. Bende Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinin düzenlediği bir konferans için bulunduğum bu güzel şehrimizi, Antakya Habib-i Neccar Panoraması’nı da yapan değerli dostum Öğretim Görevlisi Gökhan Maraşlıoğlu ile birlikte gezme fırsatı buldum. Antakya’mızın geçmişinden bugününe bir yolculuk yapabilmek adına Hatay Arkeoloji Müzesini adım adım gezmelisiniz. Bizde, orada ki kültürel mirası görebilmek, hikayelerine yeniden tanık olabilmek, bu kenti ve ülkemiz zenginliğini kavrayabilmek için müzeye doğru yola koyulduk…Daha önce, arkeolojik kültürel mirasımız açısından dünyanın sayılı müzelerinden biri olduğuna inandığım Hatay Arkeoloji Müzesini, Boğaziçi Üniversitesinde katıldığım konferansların birinde çok güzel ve detaylı bir anlatımın yapıldığı bir sunum da izlemiştim. Sonrasında müzenin tarihi ve gelişimi hakkında biraz araştırma yapma fırsatım da olmuştu. Öncelikle bu muhteşem kültürel miras mabedinin tarihinden bahsetmekte yarar var sanıyorum…1932 yılında Antakya ve çevresinde yürütülen kazılarla ortaya çıkan eserlerin bir mekanda toplanması fikri, kazıları yürüten Fransız arkeolog M.Prost'un önerisi ile ortaya çıkıyor. Malum o yıllar Hatay Fransız idaresinde bulunuyordu. O dönemde çıkartılan eserlere uygun olarak M.Mişel Booşer tarafından bir müze projesi hazırlanmıştır. 1934 yılında temeli atılan müze binasının 1939 yılında inşası bitirilmiş, 23 Temmuz 1948 yılında Hatay’ın Anavatana ilhakının 10.yıldönümünde ziyarete açılmıştır. 1932-1939 yıllarında Princeton Üniversitesi’nin yaptığı araştırmalarla müzenin esas zenginliğini oluşturan mozaikler ortaya çıkartılmıştır. Bu zenginlikler, merkezi Antakya’da olmak üzere Harbiye, Narlıca, Güzelburç, Samandağ ve çevresinde yapılan kazılar sonucu çıkartılan ve koleksiyonu tamamlayan mozaiklerdir. Bugün Antiokheia kökenli bir çok eser, Hatay Arkeoloji müzesi ile birlikte başta Princeton Üniversitesi Sanat Müzesi (ABD), Worcester Müzesi (ABD),
Louvre (Fransa) olmak üzere maalesef dünyanın yaklaşık 20 müzesine ve özel koleksiyonlarına dağılmış durumdadır. Bu kayıplara rağmen, Kültür ve Turizm Bakanlığımız ve Hatay Valiliğimizin finans desteği ile yeni binasına kavuşan müze, dünyanın ikinci büyük mozaik koleksiyonunu sergileme fırsatına sahip olmuştur. Ülkemizde tasarlanmış modern bir müze binası olarak dikkati çeken proje Mimar Kemal Nalbant tarafından hazırlanmış ve 2011 yılında başlayan inşaat çalışmaları 2014 yılında tamamlanmıştır. 53.500 metrekare üzerinde 16.000 metrekare alana oturtulan müze yapısının 32.754 metrekarelik kapalı alanında 10,700 metrekare devasa bir sergileme alanı düzenlenmiştir…Tekrar gezimize dönecek olursak, dünyanın en geniş repertuarlı ve Akdeniz bölgesinin en etkileyici kültürel miras seçkisini görmenin heyecanı beni ziyadesiyle sarmış durumda. Adımlarımı hızlandırıp bir an önce bu eşsiz hazinenin koleksiyonlarını keşfetmek istiyorum…Müze girişinde bizi ilk karşılayan şey duvardaki “Doğunun Kraliçesi Antakya” yazısı. Bütün hikâye bu cümlede özetlenmiş aslında çünkü bu müze eşsiz koleksiyonlara sahip bir krallık gibi... ilk bakışta fark edeceksiniz ki eserlerin kendileri de sergileme biçimleri de cidden hayranlık uyandıracak düzeyde. Şimdi müzeye dair bölümleri gezi rotası kapsamında birlikte gezelim... ÜÇ AĞIZLI MAĞARA
Hatay’da yaşam M.Ö. 43.000 ile M.Ö. 17.000 yılları arasında Üçağızlı Mağarası’nda
başlar. Hatay Arkeoloji Müzesi’nin yeni sergi alanına Samandağ İlçesi, Meydan Köyünde bulunan Üçağızlı Mağarası canlandırılması ile girilmektedir. Ardından Geç Tunç Çağına ait bir mezar ile karşılaşıyoruz, dönemin bütün gömme ritüellerinin yansıtıldığı bu mezar hayli ilgimizi çekiyor. Dikkat çeken sergileme tekniği, eserin bütün boyutlarını gözlemleme ve inceleme şansı veriyor size. II. ŞUPPİLULİUMA
Müzedeki en önemli eserlerin başında M.Ö. 1.100 ile 800 yıllarına tarihlenen Hitit Kralı II. Şuppiluliuma’nın heykeli gelmektedir. İri gözleri, sakalları ve bukleli saçlarıyla Anadolu’yu kıtlıktan kurtardığı bilinen, bir elinde başak diğer elinde mızrak bulunduran çok uzak olmayan bir zamanda Reyhanlı kazılarında ortaya çıkartılmış 1,5 m boyundaki Şuppiluliuma heykeli müzenin en gözde eseri olma özelliğini taşıyor. İri gözleriyle dikkat çeken bu büyük Hitit Kralı ile özçekim yapmadan gitmek olmazdı elbette. Bizde birçok ziyaretçi gibi bu aktiviteyi yaptıktan sonra diğer salona doğru geçiyoruz. EŞSİZ MOZAİKLER
Antakya, Harbiye, Güzelburç, Samandağ ve çevresinde yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılan mozaiklerle, müzenin mozaik koleksiyonu tamamlanmış. Müzede M.S. 2-5. yüzyıllar arasına ait mozaikler ziyaretçinin ilgisine mimari mekân canlandırmalarıyla birlikte sunulmuş. Bu da ziyaretçiye daha fazla inceleme fırsatı ve birçok açıdan yorumlama 55
fırsatı sunuyor. Orta bölümde M.S. 5.yy’a tarihlenen Yakto Mozaiği’ne yer verilmiş. Konusunu mitolojik karakterler ve av sahneleri oluşturmakta. Büyük Ruh “Megalsofya “etrafında, hayvanları avlayan ve mücadele eden Yunan mitolojilerinin Narkisos, Tresias, Aktion ve Adonis gibi karakterlerini görme şansına sahip oluyoruz. Dikkatimi çeken mozaiklerden birisi de ince bir çizgi ile sınırlandırılmış beyaz zemin üzerinde, bir elinde iki ince olta çubuğu diğer elinde omuzunda tuttuğu iki ucu kafesli uzun sopa bulunan “Zenci Balıkçı Mozaiği” oluyor. NEŞELİ OL HAYATINI YAŞA MOZAİĞİ;
Müze ziyaretçilerinin ilgi odağı olan ve müzenin vazgeçilmez özçekim mekânı haline gelen, bir dönem medyada da çokça yer alan, üzerinde Grekçe "Neşeli Ol Hayatını Yaşa" yazılı M.Ö. 3.yy’a tarihlenen mozaik favorilerimden biri oldu. Müze uzmanı arkadaşımızın anlattığına göre "Türkiye'de eşi olmayan bir mozaik” ve sadece İtalya'da buna benzer bir mozaik olduğunu öğreniyoruz. Diğer taraftaki, açık renk zemine işlenmiş ve çevresi çizgilerle çevrilen, üzerine Grekçe isimlerinin yazıldığı gece perileri Tiritenler ve su perileri Nereid figürleri işlenmiş olan “Gece Alemi Mozaiği”de müzenin gözdeleri arasında bana göre. Müze koleksiyonunda bulunan yine çok önemli mozaiklere ek olarak; Eros ve Psykhe Mozaiği, Psykheler Kayığı Mozaiği, Koç Başları Mozaiği, Kuşlar ve Çiçekler Mozaiği, Huzur (Amerimnia) Mozaiği, Güneş Saati Mozaiği, Khresis Mozaiği, Lakedemonia Evrotas Mozaiği, İki Atlet ve sayı//67// şubat 56
İdman Yeri Mozaiği, Hokkabazlar Mozaiği, Tethys Okeanos Mozaiği, Soteria Mozaiği, Dionysos Zafer Alayı Mozaiği, Keklikli Mozaik, Talassa Deniz Mozaiği ve Mevsimler Mozaiğini sayabiliriz. Her biri birer şaheser ve incelenmeye değer hikayelerle dolu mozaikler gerçekten. LAHİTLER SALONU “ANTAKYA LAHDİ”
2018 yılı Nisan ayında teşhiri tamamlanarak ziyarete açılan “Lahitler Salonu”nda antik çağdaki ölü gömme gelenekleri ve kültlerine dair eserler; lahitler, urneler, ostotekler ve mezar stelleri yer almakta. Şüphesiz müzenin şaheserlerinden birisi de lahitler salonunun son odasında sergilenen ve eşsiz bir sanat eseri olan ünlü "Antakya Lahdi". M.S. 265270 yıllarına tarihlenen uzunluğu 2.47 m, genişliği 1.22 m, yüksekliği ise 1.20 m olan bu lahit Roma dönemi heykeltraşlığının adeta zirvesi niteliğinde. Tek kelimeyle muhteşem… 1993 yılında Harbiye’de yapılan bir temel çalışmasında tesadüfen bulunan eser inanılmaz işleme detaylarına sahip. Lahdin her cephesinde döneme dair çeşitli sahneler canlandırılmış. Ön dar yüzünde yeraltı tanrısı Hades’e giden bir kapı ve kurban verme sahnesi, arka dar yüzünde soylu aileye ait figürler ve geniş yüzeylerinde gençlik, olgunluk ve yaşlılığa dair tasvirlere yer verilmiş. Hatay Arkeoloji Müzesindeki sergileme tekniği gerçekten ülkemiz müzeciliği açısından son derece önemli bir yere sahip. Kronolojik sıralama, etiketlemeler, örneklemeler, yerleşimler, eser aydınlatmaları ve mekanla bütünlükleri harikulade. Arkeoloji müzesi bugün mozaik koleksiyonu bakımından Dünyanın ve
Türkiye’nin en büyük mozaik müzesidir. 8 sergi salonu ve açık sergileme alanlarıyla günümüzde dünyanın en geniş sergileme alanlı mozaik müzesi olma özelliğini de taşımaktadır. Bahçesinde de birtakım eserlerin sergilendiği müzenin 5 adet deposu mevcut olup müze envanterinde 2011 yılı itibarıyla 35.433 eser mevcuttur. 35 BİN ESERLİK ENVANTER
1933-1938 yılları arasında Amik Ovası'nda Cüdeyde, Dehep, Çatalhöyük ve Tainat'ta, Chicago Üniversitesi Chicago Oriental Institute tarafından kazı çalışmaları yapılmıştır. British Museum adına Sir Leonard Wolley, 1936 yılında Samandağ’ın El-Mina Mevkii'nde, 1937'den 1948 senesine kadar da aralıklarla Açana Höyüğü'nde yürüttüğü kazı çalışmaları sonucunda ortaya çıkardığı muhteşem kültürel miras, en güzel şekilde korunarak sergilenmektedir. Neolitik Dönemden Demir Çağının sonuna kadar yerleşilmiş olan höyük kültürleri, Amik ovasında yer alan Tell Kurdu, Tell Tayinat ve Tell Aççana höyük mimarilerinden esinlenerek o dönemin yapıları müze içerisine inşa edilmiş. Bu yapılardan çıkan buluntular özel mekân düzenlemeleriyle sergilenmekte. Yine teşhir salonlarında, Dörtyol‘da bulunan Kinet Höyüğü ve diğer bazı höyüklerden çıkarılmış küçük buluntuların sergilendiği vitrin düzenlemeleri mevcut. Mitolojide önemli bir yeri olan Tykhe, Hellenistik dönemden itibaren Antiokheia’nın şans tanrıçasıdır. Roma Döneminde de varlığını sürdüren Tykhe, Antiokheia’ya özgü sembollerle bilinmekte. Sergide Antiokheia Tykhe’sinin tasvir edildiği heykeller ve sikkeler yer almakta. Mitoloji Bölümünde Helenistik ve Roma Döneminde inanılan tanrı-tanrıça ve kahramanların heykelleri de sergilenmekte. Açılan bölümlerde, 10 adet alan canlandırması, 86 adet heykel, 6 adet sütun ve sütun başlığı, 1340 metrekare mozaik, yazıtlar, steller, mil taşları, lahitler, 6 adet maket ve 58 adet vitrin içerisinde, binlerce metal, seramik ve cam eser yer almakta. Hatay Arkeoloji Müzesi, 120 adet heykel, yaklaşık 3500 metrekare mozaik, 942 adet sikke, 90 adet vitrin içerisinde binlerce eser, mozaikli alan canlandırmaları, heykel sergi alanları ile dünyadaki en büyük mozaik koleksiyonunun sergilendiği müze konumunda. Binlerce yıl öncesinde insanların yaşadığı antik mağaralardan, Hitit Kralı II.Şuppiluliuma’ya, ondan Atçana, Tell Tayinat ve Tell Kurdu Höyüğü kazılarında çıkarılan tarihi değerlerden,
orta çağ ve İslami dönemlere ait sikke koleksiyonlarıyla muhteşem bir koleksiyona sahip müzede ayrıca Habib-i Neccar Camii, Bayezıd-i Bistami Türbesi ve Payas Külliyesi’nin aslına uygun olarak yapılmış maketlerini görmek te mümkün. Modern sergileme yöntemleri ve teknolojilerinin kullanıldığı bu müze ülkemiz adına gurur verici ve sahip olduğumuz kültürel miras anlamında eşsiz bir hazine. Büyük İskender ve sonrası, Sasani, Helenistik ve Selevkos dönemleri Hatay’ına dair eserlerin sergilendiği alanları gezerek, ziyaretimizin sürdüğü 3 saat boyunca geçmişin görkemli günlerine neredeyse zamanda yolculuk yaptık diyebilirim…Bu güzel deneyim fırsatı için sevgili dostum Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Öğretim Görevlisi Gökhan Maraşlıoğlu’na teşekkür ediyorum. Sizler de bu büyük tarih ve kültür hazinesini görerek, Antik Çağ, Hitit, Helenistik, Roma, Bizans dönemlerine dair hikâyelerle dolu mozaiklerle zamanda yolculuk yaparcasına muhteşem bir deneyim yaşayabilirsiniz. 57
SİVAS’IN FARKI Gerçeğin yalın hali bazen kabullenmeseniz de sizi kendi çarpıcı etkisi altına alır. Öyle ya, 2018 nüfus sayımına göre Sivas´ın nüfusu 646 bin 608 iken, İstanbul’da yaşayan Sivaslıların nüfusu ise 752 bin 508 bindir. Yani bir Sivas da İstanbul’da var demek ki. Muhsin İlyas SUBAŞI
air Yavuz Bülent Bâkiler’in Sivas’ı anlatan şiirlerini okurken hep hüzünlenmişimdir. O şiirlerdeki Sivas, öksüz bir şehir gibi gelir bana. Bâkiler’in şiirinde, cami avlusunda çocukların “Emmilerim sadaka”, diye dillendirdiği boyun büküşlerini bir gariplik tablosu olarak duygularımda saklarım. Ancak unutmayalım, Sivas’ın yoksul çocukları sadece Sivas’a has bir görüntüyü yansıtmazdı o yıllarda. Bu şiirin yazıldığı 1970’li yıllarda hemen her şehrin çocukları böyleydi, Kayseri’nin, Konya’nın, Ankara’nın Erzurum’un çocukları Sivas’ınkinden farkı değildi. ‘Çocuk ve sadaka’ imajı Sivas’a adapte edilince rahatsızlık veriyordu. Ben de bir şiirimde, Kayseri’de dilenen çocuklardan söz etmiş ve ‘Bir lirayla bırakır günahını mendile’, ifadesini kullanmıştım. Yine de o şiir benim bam telime de basar. Çünkü: Çocuğum, ilkokulu bitirdim ve Kayseri’de okumaktayım. 1960 öncesinin en lüks ulaşım aracı trendi. 1967’de trenle Şarkışla’ya dönmekteyim. Yolda uyuyup kalmışım ve gözümü açtığımda Sivas garında buldum kendimi. Döneceğim ama cebimde yol param yok. Şaşkın ve perişanım. Çocukluk hevesiyle beş liraya yeni aldığım dolmakalemimi bir liraya satışa çıkardım ama kimde para, yüzüne bakan yok. Tren gara girdi telaşlandım. İdeallerimi trene kaçak binme ahlakına feda etmek istemiyordum; iyi giyimli iki beyin yanına koştum.
sayı//67// şubat 58
Titreyen dudaklarımla, durumumu anlattım: “Allah rızası için bana bir lira yardım eder misiniz? İlçeme döneceğim ama param yok”, dedim. Birisi çıkardı para verdi, ama o parayı alırken duyduğum ezikliği ömrüm boyunca unutamadım. Trene bindim ilçeye gelesiye kadar için için ağladım. Büyüdüm Yavuz Bülent’in bu şiirini yeniden okudum, yine duygulandım. Selçuklunun ihtişamını, onurunu ve gücünü düşündüğünüz zaman, onu halen koruduğu mirasıyla temsil eden bir ilin insanının Anadolu’da yoksulluk sınırının etrafında, hayatla boğuşması başka nasıl anlatılırdı ki? Öyle de olsa, ben Sivaslıyı bu şekilde kabullenmek istemiyordum. Selçuklunun kuruluş hamlesi Malazgirt’te, yıkılışa doğru çözülüşü de Sivas’ta başlar: Sivas’ın Suşehri sınırları içinde bulunan Kösedağ’da 1243 yılı Temmuzunda Moğollara yenilerek bir daha eski ihtişamına kavuşamayacak olan Selçuklu İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte düşünürüm Sivaslıyı. Çünkü Moğollar Anadolu’daki ilk tahribatını Erzurum’da, arkasından Sivas’ta yaptılar ve bu iki şehirde taş üstünde taş bırakmadılar. Bunun içindir ki, sadece Sivaslı değil, Erzurumlu da, Sivas’tan sonra ağır tahribata ve cinayetlere uğrayan Kayseri ve Konya da bütünüyle bir Selçuklu gözyaşıdır ve bu yüzden büyük hüzün duyarım. Gerçeğin yalın hali bazen kabullenmeseniz de sizi kendi çarpıcı etkisi altına alır. Öyle ya, 2018 nüfus sayımına göre Sivas´ın nüfusu 646 bin 608 iken, İstanbul’da yaşayan Sivaslıların nüfusu ise 752 bin 508 bindir. Yani bir Sivas da İstanbul’da var demek ki. Bu yoğunluk doğal olarak sıkıntıları da beraberinde getirir. Bu yüzdendir ki, İstanbul’un dar gelirli kesimini Sivaslı oluşturur. Beni hüzünlendiren bir yanı daha vardır Sivas’ın: Sivas, Kayseri’nin il komşusudur. Bu iki şehrimiz aslında Konya ile birlikte Selçuklu döneminin en büyük ve en önemli yerleşim alanlarıdır. Ancak, nasıl olmuşsa, Konya ve Kayseri başını kurtarmış, ama Sivas bunu başaramamış. Ben Kayseri’de okudum, buraya yerleştim. Sivas’ı gözlemlemeyi de hiçbir zaman ihmal etmedim. Çünkü anam, babam ve kardeşlerim o topraklarda yatıyor. Fırsat buldukça dillendirdiğim bir aidiyet duygum vardır: “Şehrim Kayseri, aidiyetim ise Sivas’tır”, diye. Bunun için de Sivas şiirlerime de yansımıştır:
SİVASLI
Kızılırmak Sivas’ın yurda sunar terini, Türküsünü gurbete bir umut gibi taşır. Selçukludan gül alır, uzatır ellerini, Atalarının tatlı rüyasına ulaşır. Tarihi üzerine bir örtü gibi çeker, Yurdun her karışına gücünü pul pul eker, Bayrağını kanıyla yıkayıp ufka diker, Ruhu sınırımızda nöbet için dolaşır!... Sarılır toprağına, ana gibi, yâr gibi, Dolunay gibi berrak, safçadır sular gibi, Kuşatır insanları sıcak arzular gibi, Sivaslı barış için acıyla kucaklaşır!.. Elbette bir şehri kabullenmek, anlamak ve anlatmak için bunlar yeterli değildir. Şehirler aslında canlı organizmalar gibidir. İnişleri, çıkışları, hastalıkları, mutlulukları, şansları, talihsizlikleri vardır. Onun rengini taşıyan “hemşerilik” duygusunun ötesinde, insanını geleceğe daha güvenli ve daha huzurlu bir şekilde götürmek için ortak çabalara ihtiyaç vardır. Bugün Türkiye’nin doğu sınırı Sivas’la, batı sınırı da Kayseri ile başlıyorsa, bu ayırt edici gerçeğin ifade ettiği bazı şeyler olmalıdır… Sivas’ın çok daha önemli gördüğümüz ayırt edici bir özelliği vardır; Milli iradenin tecelli ettiği yer burasıdır: 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan “Sivas Kongresi”, Cumhuriyet’in temellerini burada atmıştır. Bu ilk adımın onur ve bu şerefi Yiğitlerin harman yeri Sivas’a nasip olmuştur. Bu bakımdan, yüzünü tarihi boyunca gelişmeye dönmüş bir millet için, ülke haritasının ortasında yer alan Sivas’ın yalnız kalması anlaşılır olmadığı gibi kabul edilir de olmamalıdır! Bunları niye söylüyorum? Bunları, son yıllarda Sivas’ta gördüğümüz kültürel hamlenin bize umut vermesinden dolayı. Bu öylesine etkili bir hamle ki, kültürel arkeoloji diyeceğimiz bir çalışma anlayışını da beraberinde getiriyor: Sivas da daha önce irili ufaklı çıkan dergileri bir kenara bırakırsak, ilk defa, boyutları baskısı ve hayranlık uyandıracak çapta “Hayat Ağacı” adıyla bir dergi yayına girdi. Muhtevası ve baskısı Sivas’ta bir kıpırdanmanın müjdesini fısıldıyordu. Arkasından “Sultanşehir” geldi. Mükemmel bir dergiydi. Tekniği, yazı kalitesi ile her ikisi de yerel kültür ve değerlerin geleceğe taşınması için çaba gösteriyordu. Bunlar yetmedi, “Sivas 1000 Temel Eser” serisinin kitapları patır patır döküldü önümüze. Onunla da doymadılar, yarış hızlı başlamıştı bir kere; “Buruciye Yayınları”nın kitapları ulaştı elimize.
Bu yayınlar arasında yer alan “İradei Milliye” gazetesinin tıpkıbasımı ve transkripsiyonu fevkalâde güzel. Geçmişimizi geleceğe taşırken, bu gazetenin tartışılmayacak etkisini bundan sonra daha net bir şekilde göreceğiz. Çünkü buradaki yazıların önemli bir kısmını kurtuluş savaşanın o hengâmeli günlerinde Atatürk’ün yazdığı belirtilmektedir. Atatürk, kendisini Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparmak, hatta İmparatorluğa düşmanmış gibi göstermek isteyenlere gerçek cevabı bu dergideki yazılarıyla vermektedir. Bu bakımdan bazılarını rahatsız edecek olsa da milletimiz adına bu gazetenin gün yüzüne çıkarılması tartışmasız önemli bir hizmet oldu. Bu bakımdan bugün Cumhuriyet Üniversitesi’nin Rektörlük koltuğunda oturan Prof. Dr. Âlim Yıldız’ı ve ona destek veren ekibini kutlamak istiyorum. Sivas’ta vilayet, belediye, vakıf ve dernekler hayranlık uyandıracak bir yarış içinde. Yeter mi? Elbette ki değil. Sivaslı, her türlü takdirin üzerinde olan bu kültürel hamleye bir de gelişim hamlesini eklemeli. Öncelikle şehrine sevdalı bir aydın potansiyeli var. Sonra geniş tarım alanları ve hayvancılık için meraları… Dahası, Bu şehrin topraklarından doğup sekiz ilimizin yüzünü yıkayarak 1 355 km. yol kat eden ülkemizin en uzun nehri Kızılırmak gibi bir tabiat harikası! Bu yüzdendir ki, burada tarihle tabiat iç içedir, biri hiçbir zaman değerinin önünü kesmez. Belki de hepsinden çok daha değerli olan; millî ve manevî değerlerine bağlı, sağduyulu insanı… Görünen o ki, Sivas, kültürde bir fark yakaladı, bu tartışmasız. Ama daha ilerisi için umutlarımızı gerçekleştirecek çaba arıyoruz. Sivas’ın yöneticisinde, aydınında ve halkında bu potansiyelin olduğuna inanıyoruz. Amerikalı bir bayan öğrenci, bunalımını aşabilmek için Gökmedrese’nin ruhaniyetine sığınarak 35 yıldan buyana her yıl gelip onun etrafında dönerek ruhunu arındırabiliyorsa, Sivaslı bu zenginliği fark etmelidir. Yine Sivas, Yüce Yaratıcımızın bu topraklara bahşettiği Kızılırmak gibi bir tabiat şansını da göz ardı etmemeli. Bu ırmak, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu şehre küsmüş gibi Sivas’ın yanıbaşından akıp gitmemelidir! Ayrıca, İstanbul’daki Sivaslılar, “Hemşerilik Geceleri”nin nostaljisi ile tatmin zemini aramamalıdır artık. Onlar için hemşerilik zemini doğdukları şehirleridir… Şairin söylediği, “Sivaslı İstanbul’da bir Selçuklu Gözyaşı” değil, bir “Selçuklu Arması” olur o zaman. “Sivas’ın Farkı” da o zaman ortaya çıkar. Bu şehirdeki canlanma, bunu müjdeliyor bize. Umarız geç kalınmaz! 59
ski Kırım - tüm yarımadaya adını veren küçük Kırım kenti, Neolitik, yani yeni Taş Devri sırasında MÖ 3. binyıl kadar önce yerleşim yeri olarak bilinmektedir. Arkeolojik buluntular, Eski Kırım sakinlerinin Boğaz krallığı ve Küçük Asya ile canlı ticaret ilişkilerine tanıklık ediyor. Muhtemelen, MÖ III-VI. Yüzyılda ve çağımızın ilk yüzyıllarında bu yerleşime Karea veya Kareon deniyordu.
ESKİ KIRIM (SOLHAT) -1-
Kırım Hanlığı şehirleri, özellikle ilginç oldukları yüzyıllık ve kültürel yaşamlarının kalıntılarını hala saklıyor: Solhat (Eski Kırım), Bahçesaray ve diğerleri. Eski-Kırım, eski Arapça ve İtalyan haberlerine göre Eski Kırım şehri Kırım'ın başkentiydi, Doç. Dr. Svetlana KERİMOVA*
*Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi Öğ.üyesi.
sayı//67// şubat 60
Yukarıdakileri özetlemek gerekirse, kentin tarihinin binyıldan fazla olduğu ortaya çıkıyor: birkaç Avrupa ve Kırım şehri böyle saygıdeğer bir yaşla övünebilir. Bununla birlikte, Eski Kırım bölgesinde, hakkında sisli olan ve konumu belirsiz olan bir antik kenti, beş bin yıllık bir geçmişle yerelleştirmek için yapılan tüm girişimler oldukça sorunludur. Fakat aşağı yukarı kesinlikle kelimenin tam anlamıyla şehrin 12. yüzyıla kadar burada olmadığını ve Polovtsian “Surkat” veya “Solkhat” olarak adlandırılan sadece küçük bir yerleşim yeri olduğunu söyleyebiliriz. 1263 olaylarını anlatan Arap tarihçisi, Kıpçakların yaşadığı, Polovtsy, Rusichs, Alans, Goths ve Yunanlılar hakkındaki yazılarında belirtilen yerleşim yerinin özellikle Solhat - yani Eski Kırım ile ilgili olarak bilinen ilk belge olarak bilinir. Arkeolojik ve yazılı kaynaklardan, 1100 yılına kadar Eski Kırım bölgesinde güçlü takviyeli duvarlara, savunma hendeklerine ve çok sayıda kiliseye sahip büyük bir alışveriş merkezinin ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu, Büyük İpek Yolu boyunca Asya'dan Avrupa'ya giden ticaret kervanlarının uğrak yeridir. Kırım dağlarının eteklerinde kurulan bu yerleşim yeri, haydutların saldırısından korkmadan dinlenebileceğiniz elverişli bir konuma sahipti. Bu güne kadar, şehrin kuzey-doğu eteklerinde korunan o zamanların sessiz tanıklarını görebiliriz: kale duvarlarının kalıntıları, savunma hendekleri. Ocak 1223'te Moğol Tatarları Kırım'ı işgal etti. Sudak'ı aldıktan sonra, neredeyse tüm Polovtsy'te yaşayanları öldüren Tatarlar daha ileriye gittiler. Ve sadece 1236'da Güneydoğu Avrupa'ya ikinci saldırı sırasında yarımadaya yerleşmeye başladılar. Ardından Kırım devletindeki, Altın Orda'nın yeni güçlü devletinin bulunduğu yeri aldı. Solkhat şehriEski Kırım, Altın Orda'nın Kırım devletinin idari merkezi ve Altın Orda, Moğol komutan Noyon'un ikametgahı oldu. Moğollar, daha yüksek bir kültüre duyarlı Horde, sedanterliğe
ulaştı ve geniş bir inşaat faaliyeti başlattı. Kendi yapı deneyimleri olmadığı için, Solkhat ustalarını inşaata çekti. Soylular ve esnaflar için kent evleri inşa edildi, hanlar, çeşmeler, müstahkem duvarlar ve gözetleme kuleleri, gelen tüccarlar için depolar ve dükkanlar inşaa edildi. 1253'te Batu Han'ın emriyle Solkhat'ta onun için bir saray yapıldı. Aynı zamanda, burada para basımı için darphane çalışmaya başladı. Ve daha sonra - Eski Kırım'da 12871288 yıllarında Sultan Baybars'ın görkemli camisini inşa ettirdi. Zahir Seyf-ad-din al-Salih Baybars'ın halkının parasıyla inşa edilen Avrupa ve Kırım'ın en eski camisidir. 1260-1277' yıllarında burada hüküm sürdü. Ve 300 yıl boyunca Mısır'ı yöneten ünlü Memlük Bahri hanedanının en önemli dört sultanından biriydi. Cengiz Han'ın birliklerine ciddi bir yenilgi vererek ve böylece Orta Doğu'ya ilerlemelerini durdurarak tarihe geçti. Karadeniz bozkırlarının oğlu Polovtsian (Kıpçak) Baybars, çocukluk döneminde Kerç'in köle pazarında beyaz bir köle olarak Memluk'lüler tarafından satın alındı. 1277 yılında ismini devam ettirmek ve doğum yerini yüceltmek isteyen Solhat'ta bir cami inşası için 2.000 dinar tahsis etti ve doğal olarak siyasi ve dini hedefleri takip etti. Böylece aniden ortaçağ Mısır ve Eski Kırım'ın tarihi birbirine bağlandı. XVIII.Yüzyıl Kırımının ünlü kaşifi P. I. Keppen günlüğünde Baybars cami duvarlarının "mermer kaplı, üst - porfirli" olduğunu yazdı. Tarihçi A.I. Markevich, Baybars camii binasının yüksekliğine ve dayanıklılığına dikkat çekti: “Kemerlerin yüksekliğine ve duvarların payandalarla büyüklüğüne dikkat eden bu kalıntılar uzun süre dayanabilir”. Şehirde, Baybars camii gibi, sadece vakıfların kaldığı başka dini yapılar da vardı. Örneğin, MuskCamii (Musk) ve Kursun-Camii gibi sağlam camiler bulunmaktaydı. Camilerin daha sağlam olması için duvarlarını meydana getiren taşların arasına harç yerine “Kurşun” dökülerek inşa edildikleri görülmektedir. İslam, Altın Orda'nın devlet dini haline gelmeden önce bile Solhat'ta kendisini sağlam bir şekilde kurdu, ancak göçebe Tatarlar arasında büyük zorluklarla tanıtıldı. Birçoğu 15. ve 17. yüzyıllarda pagan olarak kalmaya devam etti ve Tere Büyük Bozkırının şamanistik kültürünü savundu. Solkhat'ın duvarları, bu nedenle, Müslüman dünyasının kültürü ile sadece İslam'ın propagandasından yüzeysel olarak etkilenen Büyük Bozkır dünyasının
kendine özgü, ama neredeyse tükenmiş kültürü arasında yer almaktadır. Altın Orda Özbek Hanı 1313'te İslam'ı devlet dini olarak kabul etti ve gelecek yıllarda da Tatarlar olarak adlandırılan Kırım'da bir cami ve medrese inşa edildi. Ve Cenevizliler de müslüman halkın yaşamadığı yere Solkhat adını verdiler. Burada Hristiyanlar, Yunanlılar, Ermeniler ve Cenevizliler yaşıyorlardı. Bu arada Solkhat, Türk lehçelerinde “sol” - “sol” - sol ve “kulübe” - anlamına gelir. Türkçeden çeviride “Kırım” “hendek, kale” anlamına gelir. Ermeniler GinGrimits şehrini “Eski Kırım” ile aynı, ancak Ermenice olarak adlandırdılar. Bu insanların burada sadece ikinci bir vatanları yoktu Ermeniler 12. yüzyılda yarımadaya çıktılaraynı zamanda manevi bir merkez: ormanlık çevredeki dağlarda en ünlüsü Surb-Khach ve Surb-Stefanos olan birkaç Ermeni manastırı vardı. Eski Doğu Ermeni-Gregoryen kilisesinin bölgesinde, İsa Mesih'in, Oğul Tanrı değil Tanrı olarak saygı duyulduğu bir Hristiyanlık dalı olan birçok katedral vardı. Bu arada, Surb Khach Manastırı hala orijinaldır ve o zamandan beri değişikliğe uğramamıştır. Çağlar üzerinde silinmez bir izlenim bırakan bu ortaçağ kentinin eşsiz görünümünü ortaya çıkaran çeşitli kültürel geleneklerin sentezi olduğu unutulmamalıdır. Solkhat-Kırım'in kendi etkisi yarımadanın çok ötesine yayıldı: 14. yüzyılın başında. Altın Orda telkari (filigran) üretimi için bir zanaat merkezi haline geldi ve ticari ilişkilerin yakınlaşması, Kuzey Karadeniz Bölgesi, Kafkaslar ve Volga bölgesi gibi bölgelerin ekonomik ve kültürel gelişimi üzerinde önemli bir etkiye sahip olmasına izin verdi. Doğal olarak, SolkhatKırım pazarı hemen komşuları olan Kefe'ye yerleşen Cenevizliler'e ilgi uyandırdı. Kefe, Solhat için Asya'dan kervanlarla gelen malların deniz yoluyla batı yönünde ilerlemeye devam etmesini sağlayan bir limandı. Cenevizliler Solkhat'ı Kefe marinasının tuhaf bir devamı olarak kabul edebilirler. Bunun kanıtı olarak Kefe 1289 - 1290'ın noterlik işlemlerinde bulunabilir: Çünkü 1316'da yayınlanan “Kefe Şartı” nda Tatar valisinin oranı tekrar tekrar belirtilir ve bu şehri düzenli olarak ziyaret eden ve kalıcı bir yere yerleşen Cenova konuklarının ticari faaliyetleri ile bağlantılıdır. 1395'te Solhat, Tamerlane kuvvetleri tarafından yıkıldı ve XV yüzyılın 40'larında Altın Orda han Tokhtamysh'la ilgili bir başka olay da şöyle husule gelmiştir. Temnik Mamaia ile 61
ilgilidir. Altın Orda Han'ın damadı olan bu komutan, Kırım ulusu da dahil olmak üzere Altın Orda'nın batı topraklarının gerçek sahibi oldu. Otoritesini burada kurmak için yarımadaya cezalandırıcı bir sefer düzenledi. 1380'de askerleri Kulikovo Savaşı'nda ve daha sonra Tokhtamysh'a yenildi. Yenilgiden sonra Mamai Kefe'ye, sonra Solhat'a kaçtı ve burada Cenevizliler tarafından öldürüldü, çünkü Altın Orda'nın Büyük Cenova'ya verilmesine karşı çıkıyordu. 1443'te Hacı-Devlet-Giray kendisini Kırım Hanı ve Altın Orda'dan bağımsız Kırım Hanlığı'nın yaratıldığını ilan etti. Aynı yıl Han'ın ikametgahı Bahçesaray'a taşındı. Ve Solhat'ın görkemi solmaya başladı. 1453'te Selçuklu Türklerinin baskısı altında Bizans İmparatorluğu'nun çökmesi ve Kefe'nin Türkler tarafından ele geçirilmesi ile uluslararası ticarete bir darbe vuruldu. Polonyalı gezgin Martin Bronevsky 1578'de ziyaret ettiği şehri şöyle anlatıyor: “Kırım veya Tatar köyü, yüksek ve kalın bir duvarla çevrili bir kalesi olan Kırım, Akdeniz Hersonesos'taki (Kırım'ın Ptolemy olarak adlandırıldığı gibi) diğer şehirlerinden tamamen farklı ve ünlü bir yerdir. Hala tapınakları ve türbeleri görebilirsiniz. Sadece şehrin kendisinde değil, aynı zamanda şehrin dışında, büyük taşlara oyulmuş Keldani yazıtlarla süslenmiştir, en ünlü ve en büyük yerlerin kalıntıları ve genişliğinden görülebilir..." Kırım Hanlığı şehirleri, özellikle ilginç oldukları yüzyıllık ve kültürel yaşamlarının kalıntılarını hala saklıyor: Solhat (Eski Kırım), Bahçesaray ve diğerleri. Eski-Kırım, eski Arapça ve İtalyan haberlerine göre Eski Kırım şehri Kırım'ın başkentiydi, Feodosiya bölgesinde, Feodosia'dan 25 verst ( Rus uzunluk ölçü birimi=1 verst=1066 m.) geniş bir bozkır vadisinde, muhtemelen daha önce burada Khazar başkenti Fulla vardı, Prof. Smirnov, modern “Eski Kırım'ın kelimenin tam anlamıyla yüzeyde kısmen görülebilen, kısmen hala dünyanın toprak altında bulunan antikalar üzerinde durduğunu ve Eski Kırım'ın mevcut sakinlerinin kalıntılarının talan edilmiş olmasaydı bütün bir antik müze olması gerektiğini yazıyor ...” (Arkeolojik tur Kırım'da, 1886 - Batı Doğu Ayrı İth Rusya Arş. Genel cilt I, s. IV, s.12). İlk Müslüman camileri buraya dikildi: 1288'de muhteşem sultan Memlüksayı//67// şubat 62
Baybars'ı, Mısır sultanı (Kıpçak halkından bir yerli) inşa etti; 1314 yılında en büyük cami Özbek Hanı'nın emriyle inşa edilmiştir. 1252'de muhteşem Batu Sarayı'nı inşa etti. Solhat şehrinin nüfusu çok çeşitlidir. 1263 Arap yazarı, bunun Kıpçaklar, Ruslar ve Alans'tan oluştuğunu söylüyor; o zaman Ermeniler, İtalyanlar (Cenevizliler ve Venedikliler) buraya çok sayıda girdiler. Ve antik Hazar şehri Fulla da , Tatar öncesi yerliler vardı: Yunanlılar, Yahudiler, Hazarlar ve Gotlar. Çeşitli uluslardan gelenler kente bir çeşit canlılık ve çekicilik kazandırdı. Bu şehrin topraklarında tamamen bilimsel bir araştırma yoktur. XV yüzyılın sonunda. Gireev hanedanı, hanlığın başkentini Bahçe-Saray'a ve Solhat'a taşıdı, ancak uzun süre canlı kalmasına rağmen, Kırım bozkır yaşamını çok benimsediği için, yavaş yavaş canlılığını kaybetmeye, fakirleşmeye ve düşmeye başladı. I. Bronevsky (1578) zamanında, zaten harabeye dönmüştü. Altın Orda, 1240'ların başında Khan Batu tarafından yaratılan bir Moğol-Tatar Feodal devletidir. Bu devletin toprakları Batı Sibirya, Khorezm, Volga Bulgaristan, Kuzey Kafkasya, Volga'dan Tuna'ya giden bozkırları içeriyordu. Kırım, Altın Orda'nın ayrı bir ulusuydu. Tüm Rus beylikleri Altın Orda'ya yasal olarak bağımlıydı. Rus topraklarındaki Tatar-Moğol boyunduruğunun 240 yıl sürdüğüne inanılmaktadır: 1240'tan (Moğollar tarafından Kiev'in fethi) 1480'e. 1480'de, Büyük Dük İvan III, Horde'ye haraç ödemeyi reddettiğinde ve Moğol-Tatarlar güçlerini zorla dayatmaya cesaret edemedikleri zaman, “Ugra Üzerinde Durma” denildi. Altın Orda'nın başkentleri şunlardı: başlangıçta Sarai-Vatu ve XIV yüzyılın ilk yarısından - Sarai-Berke (Aşağı Volga).XV yüzyılda, Altın Orda bir dizi hanlığa dönüştü: Kazan, Kırım, Astrahan, Sibirya ve diğer hanlıkları. Taurica'nın yeni sahipleri sahile daha da yaklaşıp orada Altın Orda devletinin bu kısmı için bir yönetim merkezi oluşturma ihtiyacı doğuyor. Kırım'da Altın Orda'nın ilk valisi olan bölgeyi yönetmek ve nüfustan vergi toplamakla görevli Kıpçak Tabuk, ChurukSu nehri vadisini ikamet yeri olarak seçiyor. Köyün stratejik konumunu: bozkır ve dağların sınırında, denizden uzak olmayan, o zamanın Karadeniz ticaret merkezleri - Ceneviz Kefe
ve Venedik Soldaiya merkezleri arasında yaklaşık eşit mesafede. Yeni şehir, payını bu limanların ticaret karlarından çeşitli şekillerde alabiliyordu, etrafında haraç toplanan birçok köy bulunuyordu ve Agarmysh dağ aralığından hemen sonra, atları sürmek mümkün olan bozkırlar - sadık arkadaşlar ve yardımcılar olan Tatar halkı bulunuyordu. Kırım'da Altın Orda Valisi hakkında en eski güvenilir bilgi 1263 yılına dayanıyor. O zamanın Mısır sultanı Zakhyr Rukn-ad-Din Baybars, büyükelçilerini Tatar Han Berke'ye gönderiyor. “Sudak sahiline” indiklerinde, “bu bölgenin hükümdarı” onlarla “sahilden arabayla bir günlük mesafede olan Kırım kasabasında” buluştu. O zamandan beri, Kırım - Solkhat tarihinin başlangıcını Tavrian Yarımadası'ndaki Altın Orda eyaletinin idari merkezi olarak düşünmek gelenekseldir. Okuyucunun gelecekte “şehre veya tüm adaya” “Kırım” kelimesinin kullanımıyla ilgili olası yanlış anlamalardan kaçınması için, Altın Orda'nın bu bölgesinin başkentine Solhat adı verilecektir. 1266'da Tatar Prensi Oran-Timur, Tatar tahtındaki ölen Khan Berke'nin yerini alan Altın Orda'nın bir sonraki hükümdarı Mangu Khan'ın yeğeni Solkhat'ın yeni sahibi oldu. O zaman, Solhat zaten nümismatiklerin verileriyle onaylanan başkentti. Paralar, kural olarak, başkentlerde darp edildi. Bilinen en eski “Roma parası, şimdi Hermitage koleksiyonunda, MS 665'ten kalma ve 1266 Hıristiyan takvimine karşılık geliyor. Arkeologlar tarafından yapılan araştırmada Eski Kırım'daki madeni paraların 1254 yılında veya daha önce basıldıklarını ortaya çıkarmışlardır. ancak basım yeri kötü okunduğu için tam tarih tesbit edilememiştir. Diğer madeni paralarda resim tam tersidir: madeni para yapım yeri açıkça okunur - “Kırım şehrinde”, ancak basım tarihi eksik. Solkhatsky Darphanesinin, şehrin bölgesel başkentiyle güçlendirilmesi ile aynı anda veya biraz sonra faaliyete başladığına inanmak için her neden var. Bu, 13. yüzyılın ikinci yarısının başında oldu. Bu zamandan itibaren Eski Kırım'ın en yüksek refah dönemi, bu olağanüstü şehrin sakinlerinin haklı olarak gurur duyduğu altın çağı başlıyor. Yavaş yavaş, şehir genişlemeye başlar, içinde sadece yarımadanın idari merkezinin statüsünden değil, aynı zamanda Solkhat'ın uluslararası ticaretin önemli bir noktası haline gelmesiyle de çeşitli amaçlarla binalar inşa edilmektedir. Yakında Solhat'tan
saygı ile konuşmaya başlarlar. Yukarıda adı geçen ünlü Arap gezgin İbn Battuta, 1332'de Altın Orda'nın Avrupa kısmında altı şehri ziyaret etti ve Solkhat'ı “büyük ve güzel bir şehir” olarak nitelendirdi. Arap coğrafyacı Umar ibn al-Vardi tarafından yankılandı: “Solhat, çarşılar, camiler, oteller ve hamamların bulunduğu büyük bir şehir. ”Bu yapıların bazıları, çoğu ibadethane olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bu anıtların ortaya çıkması, yeni bir din olan İslam'ın Kırım'a girmeye başlamasından kaynaklanmaktadır. Bu dinin Kırım da dahil olmak üzere Altın Orda'ya kasıtlı olarak sokulması misyoner Araplar tarafından gerçekleştirildi. İslam, dostluğu Altın Orda'ya faydalı olan Mısır sultanlarının büyükelçileri tarafından desteklendi. Hali hazırda Müslüman Buhara, Urgenç, Bulgar'dan, Altın Orda'da malları ve işleri talep edilen tüccarlar, zanaatkârlar, sanatçılar, inşaatçılar yeni dinin yayılmasına doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulundu. Bundan önce Tatarlar putperestlerdi ve Altın Orda'nın bozkırları putlara, güneşe, aya ve 15. yüzyıla kadar doğanın çeşitli temel kuvvetlerine tapıyordu. Tarihsel anavatanlarında, Moğolistan'da, o zamanlar Budizm en yaygın dindi. Marco Polo'ya göre bu inancın ikna edici bir takipçisi Moğol İmparatorluğu'nun hükümdarı Khan Khubilai (1215-1294) idi. 63
Savaş ölünce değil, düşmanına benzeyince kaybedilir(Aliya İzzetbegoviç)
KENTSEL YENİLEMEDE İHMAL
EDİLEN ONTOLOJİK BOYUT:
"İNSANIN İHYASI" VE BU KAPSAMDA KENTSEL DÖNÜŞÜM
STRATEJİ BELGESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Şüphesiz insanın ihyası, manevi değerlerle maddi yapıların bütünleşmesinde ortaya çıkan dengeli ve edepli bir süreci ve sonucu ifade eder Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı Cem ERİŞ*
ergimizin 52.sayısında "Toplumsal Obezitenin Ara Yüzü Şehirlerimiz Ve Medeniyetimizin Kadim Şehirleri İçin Bundan Korunma Çareleri, Teklifler, Düşünceler" başlıklı yazımı dikkatlerinize arz etmiştim. Özellikle "obezite" metaforu üzerinden meseleye dikkat çekip insanın ve şehrin "ihyası" üzerine düşüncelerimi açıklayarak bazı önerilerde bulunmuştum. Demiştik ki: " İşte bugünkü toplumun şehirleşme ve şehircilik anlayışı da aynı kendini kontrol edemeyen ve doymak bilmeyen insan nefsinin midesini tatmin etme hırsı gibi nasibine razı olma ve tevekkül etme kabiliyetini kaybederek sınırsız mal edinme hırsını tatmin etme çabasının şehir boyutunda ortaya çıkan bir neticesi. İnsan nefsinin bu ve benzeri her konuda sınır ve ölçü tanımazlığını Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi Vessellem) şu Hadis-i Şerifi ile herkesin anlayacağı bir misalle ortaya koyuyor: “İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister; onun gözünü ancak toprak doyurur; tövbe edenlerin tövbesini Allah kabul eder” (Buhârî, “Rikãk”, 10; Müslim, “Zekât”, 116, 119; Tirmizî, “Menâkıb”, 32). Bu Hadis, insanın haris ve tamahkar bir tabiata sahip olduğuna delil olarak gösterilmiş, bu duygunun dizginlenmesinin gerekliliği üzerinde ısrarla durulmuştur." Şüphesiz insanın ihyası, manevi değerlerle maddi yapıların bütünleşmesinde ortaya çıkan dengeli ve edepli bir süreci ve sonucu ifade eder. Bu süreç daha sonra toplumda tezahür eden bütün boyut ve alametleriyle yani güncel tabirle soyut ve soyut olmayan kültür mirası diye tarif edilen alem içinde yer alırlar. Bizler bu alemi ilk olarak fiziki unsurlarıyla farkına varmaya başlasak da asıl olanın manevi boyut içinde gizlendiğini ve meselenin ruhunu teşkil ettiğini hayatımız boyunca içinde yaşadığımız toplum ve bağlı olduğumuz inanç ve değerler zaviyesinden aile, sokak, mahalle, şehir ölçeğinde tecrübe ederek yaşarız.
*Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı / Restorasyon Daire Başkanı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi
sayı//67// şubat 64
Hepimiz günlük hayatımızda, nefsimizin maddi imkanlara en kısa sürede ulaşma hırsının yöneldiği alanlardan biri olarak "kentsel ranttan pay kapma" olgusunu farkında olarak, şehrin sadece binalardan ibaret olmadığını çok iyi biliriz. Farkımız ise nefsimizin bu talebine ne
kadar direndiğimiz veya teslim olduğumuz ile ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıklarımızın ve farkındalıklarımızın bireysel, toplumsal ve kurumsal eylemlerimize yansıyan boyutu ise içinde yaşadığımız şehrin fiziki dokusunu ve hayatımızı biçimlendirmekte, hatta dönüştürmektedir. O zaman şu soruyu sormamız kaçınılmaz olmaktadır: Hangisi daha önemli ve öncelikli sizce? - Oturduğumuz binaların güçlendirilmesi veya yenilenmesi mi? - Yoksa insanı toplumu ayakta, bir ve beraber tutan manevi değerlerin güçlendirilmesi ve yaşatılması mı? Şüphesiz ikisi de önemli. Bütün mesele maddi yapıyı manevi alt yapı üzerinde inşaa ederek şehir ölçeğinde adaletli, edepli ve dengeli bir şekilde paylaştırmak ve düzenleyebilmekte. Bunun da ilk adımının toplumun manevi değerlerinin tahkim edilerek sağlanabileceğini unutmadan. KENTSEL DÖNÜŞÜM STRATEJİ BELGESİ
İnsanın olmadığı yerde mekanı konuşmanın bir anlamı yok şüphesiz. Ancak insan dediğimizde hangi insanı ve tabii ki toplumu anladığımızda önemli. Toplumsal devamlılık ve bütünlükle beraber , buna bağlı olarak devletin varlık gerekçesini de sağlam bir zeminde sürdürmek söz konusu. Tüm bu söylediklerimize ilişkin şehre dair kurumsal düzenlemelere baktığımızda ise bunlardan Çevre Ve Şehircilik Bakanlığı'nın "Kentsel Dönüşüm Strateji Belgesi" dikkatimizi çekiyor. Söz konusu belgede yukarıda belirttiğimiz hususun sadece fiziki
boyutunun dikkate alındığı, sosyal boyutun ise ikinci planda kaldığı ve detaylandırılmadığı anlaşılıyor. Detaylandırmadan kastımız ise paydaş diğer kurumlarla, mesela başta Diyanet İşleri Başkanlığı ve Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olmak üzere devletimizin sosyal ve kültürel yapılara odaklı birimlerinin katılımını vurgulamaktır. Zira mekanı değerli kılan ve medeniyeti taşıyan ve inşaa eden insan ve toplum açısından sosyal çevre, o toplumun varlık ve birlik sebebi olan değerlerinden beslenen kültürel bir politika ile desteklenmedikçe sürdürülebilirlik mümkün olamayacaktır. Medeniyetimizin ruhu olan inancımızı ve buna bağlı sosyal, kültürel özelliklerimizi dikkate almayan ve yaşatmayan fiziki dönüşüm ve yenileme, adına ister kentsel dönüşüm diyelim yada başka bir şey, ruhunu yitiren şehir ve mekanlara dönüşecek, toplumu ve medeniyetimizi daha fazla ileriye taşıyamayacaktır. İlgili Bakanlığımız kendi üzerine düşeni yapmaya odaklanarak çalışmalarını sürdürüyor. Bu takdir edilecek bir çaba olmakla beraber ortaya çıkan vesikalar üzerinden bir değerlendirme yaptığımızda eleştirdiğimiz ve eksik ya da yetersiz bulduğumuz husus konunun manevi ve sosyal boyutu. Kentsel Dönüşüm Strateji Belgesini ve bağlı olduğu mevzuatı incelemeye devam ettiğimizde; mevzuatımızda mahalle , sokak, aile gibi unsur ve kavramların dikkate alınması gerektiği vurgulanmakla beraber, bunların hangi kriter ve sözleşme etrafında tesis edileceği sadece gayri menkullerin "yönetim planları"na bırakılmakta, 65
bu ise kuşatıcı ve sürdürülebilir bir mahalle dokusunu ve alt yapısını oluşturmakta yetersiz kalmaktadır. Komşunuzu belirleyemediğiniz ve ortak değerler veya karşılıklı saygı içinde denetleyemediğiniz bir ortamda toplumun en temel yapı taşı olan geleneksel aileyi orada tutmak, korumak uzun soluklu olamayacaktır. Kentsel Dönüşüm Strateji Belgesinden devam edelim; tasarım ilkelerine ilişkin: "1.2.6 Tasarım İlkelerinin Belirlenmesi Önceliklendirilen alanların birbirleriyle ilişkisi ve müdahale biçimleri üst ölçekte, il ve ilçe düzeyinde kurgulanarak aşağıda yer alan tasarım ilkeleri doğrultusunda genel tasarım kararları alınır. Yerleşmenin özelliği ile gerçekleştirilecek dönüşüm uygulamalarının gerçekleştirileceği alanda uygulanacak tasarım kararları; ilgili idarelerce belirlenecek uygun ölçekteki harita, görsel doküman ve çizimlerle belirtilir. a) Yatay Mimari Kentsel Dönüşüm Alanlarında yatay mimari esas alınmak ve bölgenin özelliği de dikkate alınmak koşuluyla az katlı yapılaşma desteklenir. Kentsel dönüşümde kent kimliğinin ve özgün mekânsal dokunun korunması ve geliştirilmesi amacıyla, mahalle, aile ve komşuluk kültürü ile toplumsal değerler dikkate alınır. Bu kapsamda mahalle kültürüne yönelik tasarımlar yapılır ve az katlı projeler hayata geçirilir." şeklinde belirtilen ve yine f) Tarihi ve Kültürel Mirasın Korunması Dönüşüm uygulamalarında kültürel mirasın korunması esas alınır. Kentin sahip olduğu tarihsel ve kültürel değerlerin korunması ve geleceğe taşınması, alanın bir bütün olarak afet risklerinden uzak, sağlıklı ve güvenli bir yerleşim alanına dönüştürülmesi ve alan sayı//67// şubat 66
içinde turizm etkinliğinin artırılması amacıyla koruma amaçlı imar planı kararlarına uygun biçimde dönüşüm yapılır." şeklindeki ifadeler konumuzla yüzeysel olarak irtibat kurmakta ve maalesef şu gerçek ıskalanmaktadır : "İster meskun bir alanda mevcut binaları yenileyin; ister boş arazilerde yeni binalar yapın; bu işlemlerin tamamı şehrin o bölümünde veya bütününde kontrol edemediğiniz bir takım sosyal, ekonomik, kültürel, demografik değişikliklere sebebiyet verecek birer "dönüşüm eylemi"dir. "Her imar planı ya da tadilatı alanda ve çevresinde kısa vadede bir ekonomik değer artışına sebep olsa da orta ve uzun vadede birer fiziki ve sosyal-kültürel dönüşüm hareketidir". Ancak karar alıcalar ve talep sahipleri kısa vadeli değerlere odaklandıklarından, uzun vadeli analizler ihmal edilmekte ve muhtemel sonuçlar maalesef dikkate alınmamaktadır. Bir mahalleyi gerçekte imar planları inşaa etmez; aileler ve yerel kimlik inşaa eder. Bugüne kadar imara açılan veya imar planı tadilatları yapılan alanlarla kentsel dönüşüm uygulaması yapılmış alanlarda, dönüşüm öncesi ve dönüşüm sonrası, alanda yaşayan toplumda ne tür gelişmeler olduğuna dair kısa-orta ve uzun vadeli kurumsal ve kurumsallaştırılarak topluma mal edilmiş analizler ve değerlendirmeler yapılmadan oluşturulacak bir mevzuat ve uygulama, fiziki olarak gözümüze hoş bile gelse sosyal ve kültürel olarak elde edeceğimiz sonuç her zaman bir soru işareti olacaktır. Strateji belgesinin muhakkak surette belirlenen dönüşüm alanlarında uygulama öncesi ve uygulama sonrası toplumsal analizleri de kapsayacak şekilde derinleştirilmesi ve bunun içinde üniversitelerin sosyal-kültürel analiz ve değerlendirme yapacak bölümleriyle protokollerle konu bilimsel olarak da takip edilmeli, sonuçları dikkate alınmalıdır. Yüksek lisans ve doktora tezlerinin konuları bu protokol kapsamında belirlenmelidir. Sadece şu soruları sorarsak sanırım meselenin özüne dikkat çekebilmiş olacağız : - Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi Vessellem )'in cahiliye toplumundan İslam toplumuna geçişte, binaların dönüşümü ve yenilenmesi toplumu irşat etme eyleminin neresinde yer almaktadır? Ya da - Öncelikle toplumsal bir dayanışma, meşru ve adaletli bir paylaşma zemini hazırlamadan, şehrin gerçek manada ihyası mümkün müdür?
Tanpınar şehirlere her zaman estetik bakış açışıyla bakarak o şehirleri hissetmesini bilmiştir. Tıpkı Beş şehir kitabında Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul şehirlerini kültür dünyamızın kodlarıyla tanımladığı gibi. Şehirler her vakit bir mekan ve kişi üzerinden özdeşleşir.
TANPINAR VE ORHAN CAMİ Bursa şehrini bir yazarla özdeşleştirecek olursak bu kişi şüphesiz Ahmet Hamdi Tanpınar olurdu. Öyle ki Tanpınar Bursa’da Zaman şiirine 1336 tarihinde Osmanlı’nın Bursa’daki ilk camilerinden olan Orhan cami ile başlar. Mehmet SANCAK
Bursa şehrini bir yazarla özdeşleştirecek olursak bu kişi şüphesiz Ahmet Hamdi Tanpınar olurdu. Öyle ki Tanpınar Bursa’da Zaman şiirine 1336 tarihinde Osmanlı’nın Bursa’daki ilk camilerinden olan Orhan cami ile başlar. ‘’Bursa’da bir eski cami avlusu, küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan zamanından kalma bir duvar onunla bir yaşta ihtiyar çınar…’’ Tanpınar cami avlusunda şakırdayan suyun vermiş olduğu Huzuru nerde bulabilirdi ki ? Ya Orhan zamanında kalma duvarın vermiş olduğu hissi, Çınarın serinliğini… Şöyle devam ediyordu şiirine Ahmet Hamdi Tanpınar; ‘’Eliyor dört yana sakin bir günü, Bir rüyadan arta kalmanın hüznü.İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden,Ovanın yeşili göğün mavisi, Ve mimarilerin en ilahisi…’’ Tanpınar acaba neden Edebiyat hayatının en önemli şiirlerinden olan Bursa’da zaman şiirine Orhan camisinden başlamıştır. Orhan cami Ulucami’ye çok yakın bir mesafededir. Ve bugün Ulu cami’nin gölgesinde kalmıştır. Ancak Orhan Caminin önemi Osmanlı mimarisinin ilk örneklerinden olması. Erken devir Osmanlıyı bize anımsatan mimari üslup bakımından Anadolu Selçukluyu bize hatırlatır.
ursa; Osmanlı devletinin hayalini düşlediği ilk şehirlerden birisi Cihanşümul bir İmparatorluğun ilk ayak sesleri bu şehirde duyuldu. Osmanlı medeniyet fikrinin filizlendiği şehir olan Bursa’ya gittiğiniz zaman her sokağında, köşe başında Tarihi hisseder ve geçmişi düşlersiniz. İşte böyle bir şehre edebiyat dünyamızın önemli isimleri de ilgi duymuş ve o şehri ve mekanları içselleştirerek duygularını kağıda dökmüşlerdir. Bunlardan biriside Beş Şehir, Huzur, Mahur beste, Saatleri ayarlama Enstitüsü gibi eserleri Kültür dünyamıza kazandıran Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.
Osmanlı devrinde Orta Asya erenlerinin konakladığı bir yapı olmasından mıdır bilinmez ayrı bir Uhuvveti vardır. Orhan caminin geçmiş mimarimize baktığımız zaman en güzel mimari eserlerin, mabetlerin en güzel şiir ve ilahilerin dinden doğduğunu görürüz. Tanpınar Şehir ve Mekanlara bakarken hem bir mana ve ruh aramıştır. Nitekim Beş şehir adlı eserinde ‘’Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Bursa,Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir. Bursa’ya birkaç defa gittim ve her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum’’ İfadelerini kullanmıştır. İbnü’l Arabi’nin ‘’ Mekanlar latif kalpleri etkiler’’ sözü en çok Tanpınar’ı etkilemiş gibi. Ulu çınarların gölgesinde ve Avlularda şakırdayan su eşliğinde kuruluş devrinin en önemli şehri olan Bursa ve Orhan cami sizleri Tanpınar’ın gözüyle bakmanızı bekliyor… 67
ir kıymetli taş çeşidi olan Sard adını antik Lidya medeniyetinin başkenti olan Sardes şehrinden almıştır. Kalsedon cinsinin bir çeşidi olan Sard, Karneol ile benzerlik gösterir fakat farklılıkları vardır. Kalsedon cinsinin diğer taşları arasında Lidya taşı, sard, karneol, oniks, sardoniks, mavi kalsedon, agat çeşitleri (çubuk, manzara, yosun, iğneli, ateş, odun, bantlı), krizopras, kantaşı, jasper, krizokola, plasma, prase, süt kalsedon bulunur.
SARD (SART)
Bu antik yerleşim yeri bugün Manisa’nın Salihli ilçesinin sekiz kilometre batısında bulunmaktadır. Sart istasyonu, Sartmahmut (nüfus 1761 [1965]) ve Sartmustafa (nüfus 833[1965]) adlı köyler adlarını bu şehirden alır. Nuri DURUCU *
Kalsedon kelimesinin mazisi kesin olarak bilinmemekle beraber adını Türkiye’den alan bir taş cinsi olduğu düşünülür. Genelde kabul edilen görüşe göre Anadolu’dan ve Ortadoğu’dan gelen bütün Kalsedon çeşidi taşların deniz kenarındaki antik bir Anadolu şehri olan Chalcedony’de toplanıp oradan Avrupa’ya gönderilmesidir. Burası Asya'nın kıymetli taş ve madenlerinin toplanıp karşı sahile geçtiği en son noktadır. Bu adla anılan yer günümüzün Kadıköy’üdür. Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun'un göğüslüğündeki on iki taşın üç tanesi sardoniks, krizopras ve jasper idi. Orta Asya'nın ticaret yolları üzerinde yaşayan milletler Kalsedonun değişik çeşitlerini kullandılar. Kuzey batı Afganistan'ın Tilya Tepe bölgesinde M.S.1. yüzyıla ait mükemmel Kalsedon objeler yakın zamanda bulunmuştur. Yunanca chalkedon, Latince chalcedonius yazılır. Bu yazılış şekli Yaşlı Plinius'un Tabiat Tarihi Ansiklopedisinde şeffaf bir jasper taşı için kullanılır. Bugünkü yazılışıyla İngilizce chalcedony kelimesi 16. yüzyılın başlarına kadar takip edilebilmektedir. Kalsedon veya kriptokristalin kuvars çok uzun bir tarihi olan değişik bir mineraldir. Kimyasal grubu silikadır. Pek çok farklı renk ve şekillerde bulunur. Bunlar tarihin ilk çağlarından beri takı ve eşya olarak kullanılmaktadır. Bütün dünyada bulunan bu taş gayet ucuz olmasına rağmen çok beğenilir. Renk ve çizgilerinin ardı ardına farklı şekillerde sıralanışı farklı bir görüntü meydana getirir. Bu haliyle amatör tıraşçıların ve taş koleksiyoncularının favori taşlarındandır.
*TBMYO El Sanatları Bölümü, Kuyumculuk ve Takı Tasarımı Programı- Gaziantep Üniversitesi
sayı//67// şubat 68
Lidya devletinin en ünlü hükümdarı Kroisos idi. Theokritos (Eid.12.35-36) mitolojik kahraman Ganymede'nin (Tros'un oğlu) dudaklarının, para takası yapanların altının ne kalitede olduğunu ölçmek için kullandıkları, Lidya taşı kadar güzel olabileceği benzetmesi yapar.
2-SARD: Adını Türkiye’den alan bir Kalsedon çeşididir. Bu adın kökeni Lidyalıların baş şehri olan antik Sardeis veya Sardes şehridir. Ünlü Fransız elmas tüccarı ve seyyah Jean Baptiste Tavernier Hindistan'a yaptığı altı yolculuğa ait seyahatnamesinin birinde (1670) bu bölgedeki antik harabelerden ve Aziz Yahya'nın Vahiy'inde söz ettiği yedi kilisenin birinden bahseder. Bu antik yerleşim yeri bugün Manisa’nın Salihli ilçesinin sekiz kilometre batısında bulunmaktadır. Sart istasyonu, Sartmahmut (nüfus 1761 [1965]) ve Sartmustafa (nüfus 833[1965]) adlı köyler adlarını bu şehirden alır. Günümüzde bu yerleşimler Salihli belediyesine bağlanmıştır. Bu taşın insanı büyü, efsun ve sihirden koruyacağına, aklı arıtacağına inanılmıştır. KARNEOL (CARNELIAN):
Latince cornum kelimesinden gelir, kızılcık manasındadır. Yarı saydam ile şeffaf arasındadır. Kırmızı, turuncumsu kırmızı veya kahverengimsi turuncu renklerinde olabilir. Bu renkler aynı zamanda renksiz Kalsedonun ısıtılması sonucunda da elde edilir. Türkçede Karneol ve Sard taşları akik diye adlandırılır. Halk arasında ise hakik diye de söylenir. Müslümanlar için önemli bir taştır. Bunun sebebi Hz. Peygamber’in bu taştan mühür yüzüğünün bulunmasıdır. Hz. Osman zamanında bu yüzük kaybolmuş olup yeniden hak edilmiştir. Şu anda Topkapı Sarayı Müzesinde Kutsal Emanetler bölümünde bulunmaktadır. Akikten bahseden bir hadis mevcuttur fakat burada bahsedilen akik taşı değil, Medine yakınındaki Akik vadisidir. Bununla beraber elbette akik taşı kullanmanın mahsuru olmasa da bir yanlış anlaşılma görülmektedir. Akiğin rengini, ışığı değdiği nesneye kırmızı renk veren ve Yemen'de görünen Süheyl yıldızından aldığına dair inanışa da Divan şairleri sıkça değinirler. Cem Sultan'ın ve Necati Bey'in beyitlerinde de buna işaretler vardır. Şairler akiği dudaktan şaraba varıncaya kadar kızıl renkli birçok şeyi anlatmak için kullanırlar. Cevahir-namelerde kızılla sarıdan veya ak ile sarıdan mürekkep çift renkli akik çeşitlerinden de söz edilir. En makbulünün açık kızıl renkli (gül renkli) olduğu, ikinci sırayı ise 'rabtı' denen kızıl ve sarı (çift renkli) akiğin aldığı belirtilir. Sard taşı Karneol taşından daha koyu renkte ve daha kahve renklidir. Karneol ve Sard arasında renk ve şeffaflık yönüyle belirgin bir farklılık yoktur.
SARDONİKS:
Ağustos ayı burç taşıdır (Zebercet ile.) Şeffaf görünüşlüdür. Düz paralel çizgilere sahiptir. Sard taşı renklerine ve siyah-beyaz renklere sahiptir. UŞAK-LİDYA HAZİNESİ BİLEZİĞİ.
Almanya’nın Idar-Oberstein kasabası günümüzde Brezilya’dan yüklü miktarda Kalsedon ithal eder. Bunlar kesilir, oyulur, tıraşlanır, boyanır ve tüm dünyaya ihraç edilir. Özellikle renkli taş oymalarından meydana gelen bir müzeye de sahiptir. Meydana Geliş Şekli: Tortul veya hidrotermal kayaçlarda meydana gelir. Dayanıklılık: Sertlik: 6,5-7 Tokluk: İyi Sağlamlık: Isıya hassastır, asitlerden etkilenir (özellikle hidroklorik asit.) Konkoidal görüntüsü matla cilalı arasındadır. Sıcak mühür Kalsedona yapışmaz. Özgül Ağırlığı: 2.55-2.65 arasında değişir, normalde 2.60’dır. Kırılma Oranı: 1.535-1.539 Fiyat yönüyle ucuz bir taştır. Ülkemizde çıkan renkli taşların tarihi kaynaklarının tanınması ile ekonomimize de katkı sağlanacaktır. 69
ISPARTALI SEYRÂNÎ Isparta Türk Ocağı’na
Seyrânî aruzla yazmak istemiştir; saz şâirlerinin ıstılâhınca, dîvân, gazel olarak birkaç parçasına tesâdüf ediliyor. Fakat millî hece vezniyle olan eş’ârındaki samimiyeti daha güzel hissedilmektedir. Muallim Naci KUM Yayına Haz.: Âdem EFE*
ürk halkiyâtının ve harsiyâtının toplanması, araştırılması hususunda münevverlerimizin gösterdikleri ciddî heyecânın izhârına her sûretle pişvâ olan aziz Türk Yurdu’nda kıymetli bir halk şâirimizin tezkâr nâmına şu noksan tetkîkâtımla çalışacağım. Tetkîkâtımı noksan olarak kabûlde muztarr kaldım. Kârilerimiz, Seyrânî isminde birkaç şâir işitmişlerdir. Everekli Seyrâni’nin Sânihât’ını erbab-ı meraktan görmeyen yoktur sanırım; binâenaleyh âsârından istidlâl ile şöhretinin şüyûuna kâil olacakları Ispartalı Seyrânî’nin terceme-i ahvâli ve hususiyet-i hayatına dâir kâfi malûmât elde edemediğime müteessifim. Isparta’da yerleşerek orada evlâd u ahfâd sahibi olan Seyrânî hakkında mahallindeki tedkîkât tahkikatımla da eserleri ve terceme-i ahvâli hakkında doyurucu bir şey elde edemedim. Yalvaç’ta saz ve söz ehilleri hakkında yaptığım araştırmalar arasında elime geçen bir (Cönk) yazma eserde: Niyâzî, Himmetî, Âşık Ömer, Gevherî, Kat’î, Tüccarî, Senâ, Fennî, Nazmî, Farkî, Civânî, Nakşî, Ulvî, Türâbî, Hazmî, Bahrî, Hâfız, Giridî, Şükûfî, Dertli Kerem, Derûnî, Vâsıf, Feyzî, Fikrî, Kâtip, Dâdî, Şerîfî, Şükrî, Pervânî, İrfânî, Raşkî, Muhibbî, Kârî, Dildârî, Nesîmî, Hayrânî, Şer^,fî, Sûfî, Sâfî, Lisânî, Firâkî, Hasbî, Dehrî, Şâdî, Erbâbî, Kâmil, Cehdî, Zuhûrî, Eflakî, Pertevî, Âhu, Ecrî, Hâkî, Şem’î, Fehmî, Şurûî, Lâmî… vb. gibi birçoklarının hüviyetlerini tanıttığım halk şâirlerinin müntehab parçaları ile beraber mecmuanın en değerli sahifelerinin Seyrânî tarafından işgal edildiğini gördüm. Mecmûa-yı Müntehabât’ın 1291 tarihinde yazıldığı bir hâşiyeden anlaşılıyor. * Prof. Dr.; Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ÖÜ.
sayı//67// şubat 70
Bunun üzerine Isparta’nın genç ruhlu mütetebbi’ ve Isparta Gazetesi, Şehir Mektupları muharriri esbak mebus Böcüzâde Süleyman Sâmî Bey’den aldığım mektupta Seyrânî hakkında yalnız şu malûmât veriliyor: “Seyrânî’yi 25 sene evvel Isparta Tarihi’ni yazmaya başladığım zamanda ben de aradım; kendisinin Karaağaç Mahallesi ahâlisinden ve rençber ve bazen berber sınıfından, tabiatında bir nâdir-gûluk ve ve şâirlik bulunan bir kimse olduğunu, Tanzimât-ı Hayriyye’nin vilâyetimizde tatbikine başlandığı bir asra yakın zaman evvel yazda kışta buralara uğrayan saz şâirleriyle görüşerek bazı sohbet meclislerine iştirâk cihetle birtakım manzum sözleri ve desâtinlerini söyledikçe yazanlar olmuş ise de meydanda mevcut âsârına dest-res olunamadığını”, Seyrânî’nin an asıl Ispartalı olmayıp bilâhâre Isparta’ya gelip yerleştiğini Destân-ı Seyahatnâme’sinin şu son beytinden ve Şarkikarağaç kazasındaki Hacı Rüşdî Efendi’den de bahsine göre de Hacı Rüşdî Efendi ile muasır olduğu yine Seyahatnâmesi’nden anlıyoruz: “Emr-i Hak Seyrânî Isparta seyrân Bir sebepten oldu bizlere vatan Dinlesin bu aşk-ı ehl-i dil-i irfân Bunda tekmîl ettim ben bu destanı” Diğeri: “Gelelim Karaağaç bereket meded Ulemâsı Rüşdî Efendi bir ferd Hacı Şaban Ağa bir merdoğlu merd Böyle hânedânın Alim Şaban’ı.” Binâenaleyh Hacı Rüşdî Efendi (1251) tarihlerinde ber-hayattı. Bursalı Tahir Bey’in eserinde bu zat hakkında malûmât vardır. Şurası da var ki Everekli Muhammed Seyrânî 1222-1283 tarihlerinde berhayat olduğuna nazaran Ispartalı Seyrânî’nin onunla da muâsır olduğu anlaşılıyor. Ispartalı Seyrânî’nin hafîdi, Isparta’da Terzi Muhammed Seyrânî Efendi vardır; fakat dedesinden müntakil bir esere ve terceme-i haline mâlik değildir. Destân, koşma, gazel ve diğer nazım şekilleriyle elimdeki yazma mecmûa da müstesnâ bir mevki’ tutan hemşehrimiz saz şâiri, Seyrânî hakkında edebî bir fikir yürütecek değilim¸ yukarıda söylediğim gibi Türk Halkiyâtı’nın şu meşkûr inkişâfı başlangıcında nâmları ancak halk dilinde destan olagelmiş kıymetli şahıslardan birisini, Türk Yurdu’nda yazacağım birkaç eseriyle tanıtmak ve eğer bu zâtı daha iyi tanıyanlar varsa bu vesileyle kendilerinden
kâfi derecede malûmât almak ve istifâde etmek arzusu cesaretlendirmek müeyyidesidir. Bu zât, diğer saz şâirleri gibi coşkun, taşkın söylemiyor. Yazdığı şiirlerde lisanı vâsi’ olmakla beraber fikrini muntazam bir tarzda ifâde ediyor. Yazdığı Seyahatnâme’sinden anlaşıldığına göre, Seyrânî, Anadolu’yu hemen baştan başa gezmiş dolaşmıştır. Sözlerinde Everekli Seyrânî gibi şâirâne nükât yoksa da sâde üslûbunu muhafaza ederek nazımda ifâdenin intizâmını nazar-ı itibara almıştır. Bununla beraber gezip dolaştığı yerlerin ulemâ ve fuzelâsıyla da ülfet ve ünsiyet ettiğinden ifâdesinde medrese ulemâsının itirazlarına mahal bırakmamak cihetini iltizâm eylediği de görülüyor. Şâir, koşmalarında Dertli, Emrah derecesinde belki muvaffak olamamıştır; fakat destanları, fikrini düzgünce ifade etmesi sebebiyle edebî kıymeti hâizdir. Mamafih koşmalarında, şâirin vâsi’ karîhasını bildiren beyitlere de tesâdüf edilir. “Bu aşkın esrârın şerh edelim desek Kitaba, hesaba, daha ne sığmaz.” ... ... “Aşk ile bir kişi divâne olsa Dünyaya, uhrâya, cihâna sığmaz.” Destanlarında kendine göre üslûbu olmakla beraber metaneti de zâhirdir. Vücûtnâme destanıyla bir insanın ana karnına düşmesinden itibaren nihâyet 120 yaşına kadar ânât-ı hayatını oldukça felsefî bir lisanla şerhe çalışmıştır. Bu gibi eserleri bilâhare yazılacaktır. Âşıkâne beyitlerinden: “Keşt-i devvâr eyleyip kıldım nazar dilcûlara Görmedim sencileyin dilberlenenler denmesin.” Ârifâne beyitlerinden: “Sözün ne ise özün oldur Özün ne ise gözün oldur Görürse ‘men arafe” sırrını Âdem’den bir nişan öğren.” Seyrânî aruzla yazmak istemiştir; saz şâirlerinin ıstılâhınca, dîvân, gazel olarak birkaç parçasına tesâdüf ediliyor. Fakat millî hece vezniyle olan eş’ârındaki samimiyeti daha güzel hissedilmektedir. Zamanında Seyrânî halkın elden geldiği kadar hoşnutluğunu celbe çalışmış olmalı ki, gezdiği havalîde destanları sürekli bir revâca mazhar olmuştur. Hatta o zaman, cüz’î
medrese tahsili görmüş bir iki mollalarından başka okur yazarı olmayan civâr köylerimizde aradan pek az bir zaman geçtiği halde Seyrânî’ye âit bazı destan kağıtlarına tesâdüf edilmektedir. Seyrânî şiirde yüksek bir kudrete mâlik olmasa bile, halk diliyle, nasihat yollu veya söylediği şiirlerle, halkın ruhunda derin tesirler husûle getirdiği anlaşılıyor. Kendisini gezdiği yerde hüsnü kabûle mazhar kılan husus, şâirin doğru sözlü, doğru özlü olmasıdır. Gerek lisanında gerek hareketlerinde halkın itikâdına karşı hürmet göstermekle beraber, görgüsü derecesinde olan bilgisini de o suretle halka telkin etmeğe çalıştığı edilen tahkîkât ve tedkîkât ile anlaşılmaktadır. Hâsıl, bu şâir, millî lisana tamamen yabancı olan medrese mensuplarına sâde lisanla yazılmış şiirlerini ezberletmeyi düşünmemiş ve bu hususta oldukça muvaffak olmuştur. Hemşehrimiz, halk ile temasında ulvî fikirler telkinine muvaffak olmasa bile, halkın, edebî fikirleri kolaylıkla kabulüne müsâit zemin hazırlamakta ciddî hizmetler görmüştür. Şu nâçiz malûmâtımdan sonra şâirin müntehab eserlerini gelecek sayılarda arz edeceğim. Yalvaç-Muallim Nâcî SÖZLÜK ânât-ı hayatı: hayatın anları. âsâr: eserler. berhayat: sağ. dest-res olmak: elde etmek. devvâr: çok dönen. dilcû: sevgili. eş’âr: şiirler. hafîd: torun. halkiyât: halkbilim, folklör. hars: kültür. kâri: okuyucu. kariha: fikir kabiliyeti. zihin kudreti. keşt: temaşa etmek.
muharrrir: yazar. muztarr: çaresiz kalmış, zorunda kalmış. müntakil: intikal etmiş. müntehab: seçilmiş. mütetebbi’: araştıran. nâdir-gû: nadir olan şey. nükât: ince manalar. pişvâ: reis, başkan. tahkîkât: araştırma, soruşturma. şuyû’: yayılma. tedkîkât: inceleme. tekmil: tamamlama. tezkâr: hatırlama. vâsi’: geniş.
71
ırbistan'ın başkenti Belgrad, Avrupa seyahatimde ziyaret ettiğim şehirlerin ikincisiydi. Belgrad, seyahat severlerin daha çok bahar ve yaz aylarında gitmeyi tercih ettiği bir şehir ama benim için tatilin mevsimi yok, yeter ki şartlar elversin. Ancak en güzel vakit olan mayıs ayında gitmenin keyfini de doya doya yaşamış oldum.
BELGRAD’DA İKİ GÜN Belgrad, Balkan şehirleri arasında en gelişmiş olanlardan. Bu gelişim tarihin korunarak günümüze kadar gelmesiyle de yakından ilgili. Şifanur Özdemir ŞİRİN
Belgrad, Tuna ve Sava nehri kenarına kurulmuş, 5000 yıllık tarihî bir mirasa sahip en eski Avrupa şehirlerinden birisidir. Geçmişten günümüze, tarihî eserlere, geleneksel sanat eserlerine ve ünlü cazibe merkezlerine ev sahipliği yapmış bizim gibi ziyaret için gelenlere hayranlık uyandıran bir şehir olarak dimağlarda tad bırakmıştır. Doğu ve Batı arasındaki stratejik konumu nedeniyle, tarihî boyunca 115 savaşa dahil olmuş bir şehirden bahsediyorum. Osmanlı’lardan, Slav’lar ve Yugoslavya’ya kadar birçok farklı dönemi yaşamış özel bir şehir. Ziyaretim sırasında, NATO’nun 1999 yılında bombaladığı yerleri görmek beni ziyadesiyle üzdü. Şehir yaşadığı savaş yaralarını hala üzerinde taşıyordu. Kırmızı lacivert beyaz bayrağı ile Belgrad gümrüğünden tedirgin geçtiğim şehirdi aslında. Ancak gezerken bu tedirginliğimin yerini, sıcakkanlı yüzlerle karşılaştığım sevimli bir şehir olarak belleğimde iz bıraktı. Özellikle Sırp köylerinin tertip düzen ve ekim alanlarının zenginliği görsel olarak hissedilebilecek şekildeydi. Yeşilin tüm tonlarını gördüğümüz şehirde adeta görsel şölen yaşadım... Belgrad, Balkan şehirleri arasında en gelişmiş olanlardan. Bu gelişim tarihin korunarak günümüze kadar gelmesiyle de yakından ilgili. Şehirde dolaşırken farklı yüzyıllardan kalma birçok tarihi yapıya rastlayacaksınız. Bunlar arasında şehrin simgelerinden olan Kale Meydanı, Cumhuriyet Meydanı, Meclis Binası, Eski Saray ve Yeni Saray, Şehir Müzesi ve Şehir Tiyatrosu binaları, Sava Katedrali, Taş Meydan, Nikola Tesla Müzesi, Hotel Moskva, Knez Mihailova (bizdeki İstiklal Caddesi'ne çok benziyor), Strahinjica Caddesi ve Skardarlija Caddesi mutlaka görmenizi önerdiğimiz yerler arasında yer alıyor. Bu yapıların hepsine yürüyerek gidebilirsiniz. Sava nehri tarafından ikiye ayrılan Belgrad, Stari Grad (eski Belgrad) ve Nova Grad (yeni Belgrad) olmak üzere iki yarım adadan oluşuyor. Belgrad’ı gezmeye
sayı//67// şubat 72
öncelikle Stari Grad, yani Eski Şehir olarak tanımlanan tarihi kısmından başlamak güzel olur. İlk gün şehrin keyfini çıkartarak; Knez Mihailova Caddesi, Republic Square, St. Mark’s Kilisesi, St. Sava Kilisesi, Skadarlija diye ilerleyebilirsiniz. Kalemegdan, Etnografya Müzesi, Savamala Bölgesi, Nova Grad ve Zemun’a bir gününüzü ayırabilirsiniz. Belgrad’ın en ışıl ışıl, trafiğe kapalı ve boylu boyunca mağaza, cafe ve restoranlarla dolu dinlendirici, eğlence mekânlarının olduğu, bir yürüyüş yolu ve sokak sanatçılarıyla donatıldığı en ünlü caddesi Knez Mihailova'dır. Bu cadde giysi, ayakkabı, kozmetik ve aksesuar satan ünlü markaların yanı sıra, hediyelik eşya dükkanları veya SANU (Sırp Bilim ve Sanat Akademisi) veya ULUS (Sırp Güzel Sanatlar Derneği) galerilerine uğrayabilir, ücretsiz sergiler veya konserlere dahil olabilirsiniz. Belgrad, kentin üzerinde gururla oturan Kalemegdan isimli beyaz duvarlarından dolayı ‘Beyaz Şehir’ olarak anılıyor. Kalemegdanı, güzel bir bahar havası eşliğinde gezdik. Tuna Nehri kenarındaki bu kale açık konuşalım en ihtişamlı kalelerin başında geliyor. Osmanlı döneminden kalma ismiyle dikkat çeken Kalemegdan, Belgrad’ın en önemli noktalarından sayılıyor bu alan, turistlerin epey ilgisini çekiyor. O yüzden çok kalabalık. Kalemegdan’daki kapılardan birinin adı Stambol Kapija yani İstanbul Kapısı. Bu kapıyı görmek bile insana ayrı bir heyecan yaşatıyor. Osmanlı mimarisiyle direk dikkatinizi çekecek olan, Belgrad’ı yöneten birçok paşanın yaşamış olduğu Paşa Konağı görülmeye değer yerlerden biridir. Saat kulesini (Clock Tower) geçince, karşınıza “Mora Fatihi” olarak bilinen Damat Ali Paşa’nın türbesi çıkıyor. Osmanlı’nın en önemli devlet adamlarından birisi olan Damat Ali Paşayla aynı türbede, Damat Ali Paşa’nın yanısıra, Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa’nın da naaşları bulunmaktadır. Rahmetle anıp dualarla buradan ayrılabilirsiniz. Belgrad Kalesi’nin hendekleri arasına sıkışmış Askeri Müze eski Yugoslavya’nın I. Dünya Savaşı’ndan kalma askeri tarihinin tüm detaylarını gözler önüne seriyor. Bayraklı Camiini görmek lazım. Kalan tek camii bu ve Selçuklu mimarisini andıran bir mimarisi var. İnsana ayrı bir huzur veriyor.
Gezi sırasında gurbeti iliklerime kadar hissettiğim bu günlerde, gördüğüm "Bayburtlunun Yeri" isimli restorant, bizde ki vatan toprağı özlemine biraz olsa su serpmiş oldu. Gecesi ve gündüzü başka güzeldi bu şehrin tadı dimağımızda kaldı. Konuşulan dil Sırpça ama Belrad’da 40 yaşın altındaki çoğu insan, kusursuz derecede İngilizce konuşuyor. Yemek fiyatlarının oldukça ucuz olduğu şehirde, neredeyse her yemekte et bulunmakta. Özellikle domuz eti çok fazla tüketilmekte. Eğer domuz eti yemiyorsanız ya da vejeteryansanız seçtiğiniz yemekte et olup olmadığını mutlaka sormalısınız. Belgrad mutfağının çok zengin olduğunu söylemek mümkün değil. En çok duyduğumuz yerel yemeği Cici Kebabı oldu. Bizdeki İnegöl köftenin çok benzeri. Çok lezzetli ama bizim için sürpriz bir tat olmadı. Yerel yemeklerin dışında, hiç düşünmeden tatmanız gereken asıl lezzet Belgrad'da adım başı pizza yapan pastane (pekaralar) ve restorantlardır. Belgrad'da konaklama fiyatları Avrupa'daki pek çok şehre göre oldukça ekonomik. Standart bir Avrupa şehrinde merkeze uzak bir otel için vereceğiniz parayı burada şehrin göbeğindeki 3 veya 4 yıldızlı bir otele verebilirsiniz. Bu yüzden merkezde bir otelde kalmanızı öneririm. Sırbistan'ın başkenti Belgrad son yıllarda Türkler'in en sık tercih ettiği, vize zorunluluğunun olmayan yurt dışı tatil rotalarından birisidir. İki günde her yerini gezince insanı, bir başkent nasıl bu kadar küçük olabilir diye düşündüren ruhu olan bir şehir. Küçük olmasına rağmen yeşil, ucuz, gece hayatının renkli olması ve tarihi nedeniyle tercih sebebi olabilecek güzel bir şehir olarak seyir defterimizde yerini aldı. 73
ŞEHİRLERİN ÇİÇEĞİ
NERGİS ÇİÇEĞİ *Nergis der ki bir gün kanarsın söze Haklı haksız çıkacaktır yüz yüze Güvenme dünyada bir arşın beze Bunları baki mi sanarsın şahım Erzurum / Narman /Halk hikâyesinden Bilal ARIOĞLU
er yıl Ocak ayından itibaren Nisan ayına kadar çiçekçilerde en fazla görülen kesme çiçektir Nergis, beyaz ve sarı renk demetleri ile hemen fark edebileceğiniz bir çiçektir. Bazı yörelerimizin Karaburun gibi geçim kaynağı olan bir çiçektir. Çiçekler altılı taç yapraklı ortası kadeh şeklindedir. Onun için edebiyatımızda bir adı da Zerrin-kadeh’tir. Nergis kokusu olan bir çiçektir. Lale gibi soğanlıdır. Soğanlarından üretilir.Doğal hayatta da yetişen nergis baharı müjdeleyen çiçektir. Mart ayı başından itibaren kaya diplerinde dere yamaçlarında öbek öbek çiçekleri ile tabiatın adeta yeniden canlanışıdır: Çıplak sap üzerinde açan çiçekler rüzgarlarla kokularını etrafa saçarken boyunlarını hafifçe bükerler. Şeyhülislam Yahya Efendi bu durumu şu beytinde ne güzel açıklamaktadır; Zaman gelir yine zerrin kadeh alır eline, Çemende nergis-i şehlâ hemen bahara bakar.. Nergis kokusunun şifa olduğuna dair rivayetler vardır. Hatta bu konuda merfu (Hz. Peygamber'e izafe edilmiş) hadis de vardır. İbnü’l-Cevzî Mevzûât’ında Hz. Ali’den “Günde bir defa, ayda bir defa, senede bir defa ve ömürde bir defa da olsa nergis koklayınız. Çünkü kalbde cinnetten, cüzzamdan ve barastan (deri hastalığından) bir habbe vardır ve onu ancak nergis koklamak giderir” şeklinde bir rivayet nakleder.(1) Bugün nergis kozmetik ve ilaç sanayiinde etkin olarak kullanılmaktadır. Nergis, edebiyatımızda da sıkça kullanılan bir çiçektir: Yaşadığı çevrenin güzelliklerini aynı zamanda şiirine musikisine aksettiren yaşayan ve yaşatan bir kültürümüz var. Nasıl gül yârin yüzü, sümbül yârin kokusu ve saçları ise Nergis’te sadece bir çiçek değildi, aynı zamanda yârin gözü idi. Baki bunun için: “Gül hasretinle yollara dutsun kulağını Nergis gibi kıyâmete dek çeksin intizâr” (Gül özleminle kulağını yollara tutsun ve nergis çiçeği gibi kıyamete kadar yolunu gözlesin.) Fuzuli’de: "El çeküp kat'-i nazar kılmış ilâcumdan tabîb Bildi gûya kim harâb-ı nerkis-i fettânunam" (Hekim benden ümidini kesip beni tedaviden el çekmiş, sanki senin fitneler koparan nergis gözün yüzünden harâb olduğumu bilmiş.) Necati’de: Nergislerüni ko uyusun gül yüzünde kim Olur bahâr günleri hâb-ı seher leziz (Gül yüzlü, nergis (gibi) gözlerini kapat, uyu ki, bahar
sayı//67// şubat 74
günlerinde sabah uykusu güzeldir.) 15. yüzyıl şairlerimizden Edirneli Ahmet Paşa; Yine açıldı cihan o gul-i ra’na mı gelür Seğirir gözlerim o “nergis-i şehla mı gelir.” Ahmet Paşa başka bir beytinde Nergis’in kokusunu anlatmaktadır; Şah bezmin muattar (hoş koku) itmek içün Yaktı micmer (buhurdan) gibi ciğer nergis Mesihi’de; Çeşmün ile kâmetün kaşun tururken ey sanem Nergis ü serv ü hilâle bakmağa âr eyleyem Mitolojik hikâyede sevdiğine kavuşamayan Narcissos’un öldüğü yerde açan çiçektir, Nergis. Paulo Coelho “Simyacı”da konuyu şöyle hikayeleştirmektedir; “Ölen nergis çiçeğine göz yaşı dökmek için çayırdaki çiçekler, ırmaktan birkaç damla su istemişler. “bendeki tüm su damlaları gözyaşı olsa, nergis için dökeceğim yaşlara yetmez. onu çok severdim” demiş ırmak. “nergisi kim sevmezdi ki? o kadar güzeldi ki…” diye yanıt vermiş çayırdaki çiçekler. “gerçekten güzel miydi?” diye sorunca ırmak, “senden iyi kim bilir bunu? kıyında eğilip suyunda kendi güzelliğine bakardı her gün” demişler. ırmağın yanıtı şöyle olmuş: “onu sevmemin nedeni, bana eğilip baktığında, suyumun yansımasını görmemdi gözlerinde…” (2) diyor. Neyi arıyorsan sen O'sun" der Hazreti Mevlana... Bir çiçekle bahar gelmezdi ama birbiri ardı sıra açan çiçekler baharı getirirdi hep. Osmanlı evlerinin bahçeleri rengarenk çiçeklerle süslü idi. Bu çiçeklerin nefis görüntüleri ve kokuları sokakları, mahalleleri tutardı. Yukarıdaki mitolojik hikayede Narkissos’un her gün kendi güzelliğini suda seyretmesi narsistlik, yani kendini beğenme halini Beşir Ayvazoğlu “güller” kitabında şöyle anlatmaktadır; “Mitolojiye göre, Narkissos öldükten sonra sarı göbeğini beyaz yaprakların kucakladığı bir çiçeğe dönüşmüştür: Nergis. Bu efsaneden gelen ‘narsisizm’ terimi, psikolojide ‘kendi kendine hayranlık’ diye kısaca tarif edilebilecek bir kompleksin teknik adı olmuştur. Narkoz ve narkotik gibi terimler de aynı kökten gelir.”(3) Ahmet Hamdi Tanpınar da bitkileri mitolojik çağrışımlarla kullanan yazarlarımızdandır. Onun için Nergis ölümsüz bir zaman çiçeğidir Huzur romanında Mümtaz’ın dilinden şöyle konuşmaktadır; “ Bunlar kainat dediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi… Aklın serhaddinde hiçbir aydınlığın gölgelemediği
yerde kendi içinden aydınlık, pırıl pırıl tutuşan büyük su nergisiyim”(4) Tanpınar şiirlerinde de nergis imgesini kullanmıştır. “Bir Heykel İçin” şiirinde su nergisi sanat eserinin kalıcılığını simgelemektedir; Tahtadan ve yumuşak rüya işçiliğinde Bu kadın başı her an biraz daha derinde, Daha hülyalı, dalgın, ümitsizce kendisi Toplanmış ay ışığı, yüzen tek su nerkisi Hiç akmayan bir zaman nehrinin sularında Doç. Dr. Şerife Cağın Tanpınar’ın eserlerinde ağaç ve çiçek sembolizmini incelediği çalışmasında bu şiirle ilgili söyle demektedir; “Oldukça kapalı çağrışımları olan şiirde “tek su nerkisi”yle benzerlik ilişkisi kurulan tahtadan kadın heykeli bizi, sanat eserindeki ebedîliğe götürür.” (4) Sezai Karakoç’ta nergis figürünü yukarıdaki mitolojik hikayeye atıfta bulunarak kullanan şairlerimizdendir. “Doğum” şiirinde Leyla’nın doğumu için Mecnun’un söylediği şu beyitte olduğu gibi; Kendi kendine ayna olan nergislerden Leylakların gün doğuşu ürperişinden Zambakların kıyı kıyı bakışından Geldin sen… Klasik şiirimizle modern içeriği buluşturduğu “Gazel” şiirinde ise; Gün doğumundan gün batımına kızardı bahçe Bir bir leylak nergis lale ve sümbül düştü Ne çam dayandı ne kestane ne kavak ne nar Bin yıllık çınar gürül gürül düştü Sezai Karakoç Medeniyetimizi bir çiçek evi olarak tasvir ettiği “Yılan” şiirinde Nergis baharın gözleridir: Karlar içinde donmuştun Tuttun sıcacık ovaya indin Baharın gözlerini ezdin Nergisler üstünde dans ettin Bozdun bütün büyüsünü canlı olmanın “Seranad” şiirinde Ahmet Muhip Dranas’ta nergisin mitolojik anlamından yararlanmaktadır. Suyun aksinde kaybolan Narkissos gibi yârin gözleri şairin gönlünde açan nergislere dönüşür; Bir kuş sesi gelir dudaklarından; Gözlerin, gönlümde açan nergisler. Düşen öpüşlerdir dudaklarından Mor akasyalarda ürperen seher. Melih Cevdet Anday ise doğrudan bu mitolojik hadiseyi şiirleştirmiştir “nergis ve yankı” şiirinde; Büyülenmiş, kendini seyrederken öyle, Suya damladı gözyaşları, 75
Bir bulanıklık oldu suyun yüzünde. Silinip uzaklaşmaya başladı Nergis, Sağlıcakla kal dedi ta derinden Nergis, Düştü bitkin başı çiçekli çimenlere. Nergis’in ölüsü bulunamadı, Düştüğü suda şimdi safran rengi, Beyaz bir çiçektir artık adı… Nergise farklı anlamlar yükleyen şairlerimizden birisi de Hilmi Yavuzdur “Doğunun geçitleri” şiirinde nergisin mitolojik çağrışımlarının izleri görülmektedir. Suyun aksinde kaybolan Narkissos gibi ; bir hayal olmadadır göl şimdi göründü elele göl ve giz gördük, bir kuğuya yolcu olduğu yerde kayboldu nergis ve biz, öyle ki, bu yolculuğu bir rüya ile geçtik “Doğunun kadınları” şiirinde ise kadının bitmeyen çilesidir nergis; onlar hüznü bir çeyiz çileyi ince bir nergis ve gülerken bir dağ silsilesi taşırlar. Gülten Akın’ın “savaşı beklerken” şiirinde nergis hem geleceğimiz hem sorumluluklarımızdır; Nergisten sorumlu değilmişim bunu öğrendim Kar umarsız yağabilir, ayaz çıkabilir Uzun sürebilir, kötü şeyler olabilir Nergis uyanmayabilir … Nergisten ben sorumluydum, ışığından ve çocuklardan Yanlış mı belledim, insan sorumluluktur. Ömer Erdem’de onun mitolojik imgesi üzerinden hareket etmektedir “Evvel” de; su nergisleri üstünde erciyes gölgesi ah omzumdan kuşlar fırlıyor birden bire Nergis türkülerimizde de kullanılan bir çiçektir. Muzaffer Sarısözen’in derlediği şu Ağrı / Eleşkirt türküsünde olduğu gibi; Konma bülbül konma nergis daline, Öldürürler aman bir yar yoluna, Ben de kurban olam fidan boyuna Nergis’in bir adı da Filya (fulya) dır. Çiçekleri hoş bir kokuya sahiptir. Eski İstanbul bahçelerinde yetiştirilen çiçeklerdendir. Cevat Rüştü 4/ Nisan/1926 yılında Akşam gazetesinde yayınlanan “Zerrin Kadehler, Filyalar” makalesinde Fransız Flöristleri dahi nergis çeşitlerini açıklarken Narsis de Constantinepole (İstanbul Zerrini) olarak bahsettiklerini söyleyerek şöyle demektedir; “…zerrin ve filyaların asıl ve menşe itibarıyla vatanımıza ait milli çiçeklerimizden olduğunu itiraf ve tasdik ediyorlar. Zaten bizde vaktiyle sayı//67// şubat 76
“Filya bağları”, “Filya tarlaları” pek meşhurdu. Lale bahçeleri gibi bunların da Türk bahçeleri arasında müstesna bir mevkii vardı; Cuma gibi tatil günlerinde zevk erbabı filya tarlalarında gezinti yaparlar idi. Eyüp tepelerinde yakın vakitlere kadar filya tarlaları mevcuttu” (6) Geçekleşen bu hızlı değişimi 1954 yılında Büyük Doğu’ya yazdığı “Eyüp Sultan” makalesinde Nahit Sırrı Örük şöyle tasvir etmektedir “Her şey uçtuğu ve gittiği gibi, eski İstanbul’la beraber Eyüp’ün de manası uçmuş gitmiş… Yerinde bir takım izler ve lekelerden başka bir şey yok.”(7) Belki bunun için Hayri K. Yetik “Dördüncü hal” şiir kitabında “İşte geldim serinliğine suyun hoşgörüsünde tut beni suyun sabrında…” demekte ve o can alıcı soruyu somaktadır;“Nergise sor betonda biter mi?”(8) Cevat Rüştü Latinlerin “nergisus” Acemlerin “nergis” Arapların “nercis” Fransızların “narsis” dedikleri çiçek biz Türklerin bugün “nergis” dediğimiz kokusuz çiçek değildir. Bilakis latif kokulu olan “zerrin kadeh”tir. Bugünkü “nergis” yani “hemişe bahar”ın bizim tarihi ziraatımıza münasebetini 16. Yüzyılın başları olarak belirtir. Çünkü ilk defa olarak bu çiçeğin tohumunu İstanbul’a “Divanül Hayat ve “Tecellliyat” risaleleri sahibi meşayıh-ı Celvetiye kibarından Cennet Mehmet Efendinin biraderi Ahmet Çelebi Cezayir’den getirmiş, vasıl olduğu sarı negis bahçesinde Hüdai Aziz Mahmut efendi hazretlerine dua ettirmişti.(9) Nergis ilkbahar habercisi, etkileyici bir kokuya sahip olan soğan köklü bir bitkidir. Mart başlangıcından nisana kadar açabilir. Fulya, Zerrin, gibi isimlerle de tanınmaktadır. Nergislerin beyaz, sarı, pembe renkli çiçekleri vardır. Beyaz ve sarı renkli çiçekli nergisler Anadolu’da bolca görülür. KAYNAKÇA
1-“İbnü’l-Cevzî bu rivayetin isnadında yer alan Muhammed b. Mesleme ve Hennâd’ın zayıf, hadisin de mevzû olduğunu söyler” İbnü’l-Cevzî, Mevzûât, c. III, s. 61 2- Paulo Coelho Simyacı Can Yayınları 1997 3- Beşir Ayvazoğlu, Güller Kitabı Kapı Yayınları s;142. 4- Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergah, 2014 s. 72-75. 5- Doç. Dr. Şerife Çağın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eserlerinde Ağaç ve Çiçek Sembolizmi 6- Türk Çiçek Kültürü Üzerine Cevat Rüştü’den Bir Güldeste Hazırlayan Nazım H: Polat Ötüken s:232 7- Nahit Sırrı Örik, “İstanbul Yazıları” Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları 2011 Hazırlayan Bahriye Çeri s; 157 8- Hayri K. Yetik , Dördüncü Hal Ercan Kitabevi 2003 9- Türk Çiçek Kültürü Üzerine Cevat Rüştü’den Bir Güldeste Hazırlayan Nazım H: Polat Ötüken s:227
ürk sinema tarihinin değerli ismi Mümtaz Ener, 1907 senesinde Muğla'da dünyaya geldi. Genç yaşta İstanbul'a yerleşti.. Lise öğrenimini Kadıköy Aşiyan Lisesi'nde tamamladı. İlk sahne deneyimini 1923 yılında İstanbul Opereti'nde Bülbül Müzikali'nde gerçekleştirdi. Sadi Tek, Raşit Rıza ve Muhlis Sabahattin toplulukları ile çalıştı. Sinema hayatına girişi 1940 yılında "Yılmaz Ali" ile başladı. Sinema hayatı boyunca oyunculuk, senaryo yazarlığı, seslendirme yönetmenliği, seslendirme ve film yönetmenliği yaptı. Toplam 317 filmde rol aldı. Yedi filmin yönetmenliğini, dört filmin de senaryo yazarlığını üstlendi.
TÜRK SİNEMASININ
GİZLİ KAHRAMANI
MÜMTAZ ENER
1940 yılından 1980'e kadar yüzlerce filmde çalışmış ve tiyatro yapmış biri olarak, 1980'den 1989 yılına kadar ne bir filmde oynadı ne de bir seslendirme yaptı. Sanatçı,1989 yılında Darülaceze'de vefat etti. İşte çok nankör olan aktörlüğün garip bir tecellisi... Hüseyin MOVİT
Sanatçı, "Köroğlu" filmindeki "Koca Yusuf" rolü ile zirveye ulaştı. "Sahte Kabadayı" filmindeki "Avukat" karakteri başarısını perçinledi. "Gurbet Kuşları"ndaki başarılı çalışması ile adından çok söz ettirdi. Başta Nubar Terziyan olmak üzere, Hulusi Kentmen, Ali Şen, Erol Taş, Danyal Topatan ve Necdet Tosun gibi değişik aktörleri başarıyla seslendirdi. Türk Sineması'nın bu mümtaz şahsiyetine gereken ilginin gösterilmediğine üzüntüyle şahit olduk. 1940 yılından 1980'e kadar yüzlerce filmde çalışmış ve tiyatro yapmış biri olarak, 1980'den 1989 yılına kadar ne bir filmde oynadı ne de bir seslendirme yaptı. Sanatçı,1989 yılında Darülaceze'de vefat etti. İşte çok nankör olan aktörlüğün garip bir tecellisi... Sanatçının sportmen bir hayat tarzı vardı. Gençliğinde Türkiye'nin ilk trapez cambazı olduğunu öğrenmiştim. Rahmetli sonbahar kış demeden Levent Gayrettepe arasında, sabahları 6-7 saatleri arasında düzenli yürüyüşlerde bulunduğunu defalarca gördük. Üzerinde, Almanya'dan getirdiğim, balık avcılarının kullandıkları sarı renkli yağmurluğu ile... Mümtaz Ener 1958-1984 yılları arasında lokantamızın (Hacı Salih) müşterisiydi. Babacan tavırları ile lokantamızın personeli tarafından çok sevilirdi. Darülaceze'de hayatını sürdürdüğü yıllarda oğlum Serkan ile birlikte kendisini birçok kere ziyaret ettik. Sarı renkli yağmurluğu sorduğumda, yağmurlu günlerde Darülaceze'in bahçesinde dolaşırken giydiğini öğrendik. Sevdiği yemekler, tarhana çorbası, patlıcan karnıyarık, cacık ve revani idi. Bazı yayın organlarında adının Mümtaz Yener şeklinde çıkmasına çok sinirlenirdi. Adı, magazin sayfalarına hiç düşmedi. Ömer Lütfi Akad ile birlikte,Türk Sineması'nın ciddi sanatçılarındandı! Sorduğumda kızı Sanatçı Erden Ener'den hiç bahsetmezdi. Kendisine, başka çocuğu olup olmadığı hakkında bir soru da soramadım! Sarı renkli yağmurluğu sorduğumda, yağmurlu günlerde Darülaceze'in bahçesinde dolaşırken giydiğini öğrendik. Telaffuz konusunda kendisinden çok faydalandım. 11 Temmuz 1989'da hayata gözlerini yumdu. Nur içinde yatsın. KAYNAKÇA: yesilcamailesi.com 77
“Yüz yıldır gerçekleşmeyi bekleyen yerli bir eğitim projesi”
BİR KUTUP YILDIZI,
MEDRESETÜ’Z-ZEHRA Ecdadın yaptığı külliyeleri bir ömür boyu hep hayranlıkla seyrettik durduk. Haklı olarak onlarla az övünmedik. Muhsin DURAN
ocukluğumuzdan bu yana dilimizin virdi, Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan, fen ilimleriyle din ilimlerinin mezcedilmiş tefsiri, haftalık derslerimiz olan Risale-i Nur Külliyatı’nın ve câmiasının gâyâtül gâyesi, ideali, hedefi, kızıl elması, Medresetüz Zehra. “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir.Aklın nûru,fünun-u medeniyadir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (Vicdanı aydınlatan din ilimleridir, aklı aydınlatan ise fen ilimleridir. İkisi bir arada öğrenilirse, öğrencinin görüşü kuşatıcı, tam olur. Aksi halde; sadece din ilmi aldığında dar görüşlü, sabit fikirli, sadece fen ilimleri aldığında ise hileci ve şüpheci olur.) İfadesiyle beliğ, fasih, sarih kelâm-ı kibarı doğrultusunda ki talimatın uygulanması istenilen yüce menzilin, mekânın ismi, mektebi Medresetüz Zehra. Bediüzzaman’ın Sultan Reşat, Sultan II. Abdülhamit ve Cumhuriyet hükümetlerinden kurulmasını arzu ettiği irfan yuvası, Medresetüz Zehra. Câmi'ul Ezher üslubunda, fakat ondan metot olarak farklı, Cami'ul Ezherin kızkardeşi; fen ilimleri, din ilimleri, tasavvuf ilimlerinin bir arada tedris edildiği Medresetüz Zehra. “Aklın nûru fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım..” ifadesiyle; Türkçe, Arapça, Kürtçe eğitim veren ve bu asır gereği tercihan İngilizce dili de olabilecek Medresetüz Zehra. Merkezi, ideal bir yer Van Gölü kıyısı, Bitlis, Diyarbakır veya Doğu Anadolu’nun herhangi bir yerinde de olabilecek bir eğitim kurumu, ama öğrencilerini Dünyanın her kıtasından temin edebilecek Medresetüz Zehra. Uygulandığında, projenin mimarı, dünyanın tanıdığı İslâm âlimi Bediüzzaman'ı âlem-i ervahda olağanüstü sevindirecek bir amel, bir iş bir oluş, Medresetüz Zehra. Esasen dağları, taşları, kuşları memnun edecek, meleklere alkış tutturacak, insanlığın ve varlıkların geliş gayelerini ders verecek, bütün mahlûkatın birbiriyle ilintili, yardımına koşan, şu kısacık dünya hayatının, harekâtının ‘savaş’
sayı//67// şubat 78
değil merhametli bir ‘yardımlaşma’ olduğunu öğreten, ders veren, bütün mahlukata rol verecek bir inanç anlayışıyla; ‘bu dünyada biz de varız’ diye sahneye çıkmasına hak tanıyan anlayışta öğrenci yetiştirecek olan Medresetüz Zehra Üniversitesi'nin temellerini zaten Bediüzzaman atmıştı. Ama asıl soru şu: Bu temellerin üzerine ilk taşı, ilk harcı, ilk tuğlayı kim koyacak? Yüz yıl boyunca bu projeyi anlattık durduk. Önemini anlamayan irfan sahibi bir Allah’ın kulu kalmadı. Öyleyse: ‘İslâm Dünyasının dertlerine tesirli bir ilaç daha, Ortadoğu problemine de şifâlı bir merhem olacağına inandığımız, böyle bir kurtuluş projesine hangi kutlu, insanlar başlayacak acaba?’ Haydin Allah aşkına bizim de bir sadaka-i câriyemiz olsun, bir tuğlamız bulunsun. Ecdadın yaptığı külliyeleri bir ömür boyu hep hayranlıkla seyrettik durduk. Haklı olarak onlarla az övünmedik. Artık sıra bize gelmedi mi? Bu soruyu da şöyle sorabiliriz: Bu projeyi uygulamak için neyimiz eksik? Bu projeyi uygulayacak belki kutlu ve mübarek insanlar değiliz ama neden bu nasipli insanlar biz olmayalım? Bunun için siyasi irade mi yok?
Ekonomik imkânlar mı müsait değil? Yoksa zihnî birikimimiz, fikrî kuşatıcılığımız, medeni cesaretimiz, nefsî ihlâsımız, uhuvvetimiz ve mü’mince kucaklayıcılığımız mı noksan? Ne dersiniz? Dünyamız hızla sefalet, sefahet ve nefsâniliğe koşarken bizler de neden kalan ömrümüzü bu uğurda harcamayalım? Medresetüz Zehra projesi bütün Müslümanların bu asra ve gelecek yüzyıllara yön verecek olan (öğrencisine fen ve din ilimlerini bir arada vermesi ön görülen, iki ihtisaslı bir insan yetiştirilecek) farklı metotta bir eğitim projesidir. Her ne kadar bu projenin takipçileri Risale-i Nur talebeleri iseler de; Üstadın ifadeleriyle: “şarkın terakkiyatının reçetesi” olarak bütün Müslümanların bir ortak projesidir. Kanaatim odur ki; bu büyük projeyi herhangi bir gurubun tek başına hayata geçirmesi hem siyasi ve iktisadi yönden oldukça zor olur, hem de; sadece bir gurubun dahli projeyi küçültür, etki ve hitap alanını daraltır, ‘falancaların’ dedirtir, amacına hizmet ettiremez. Ama Şarkı ve Garbı aydınlatacak bu projenin fitilini konuyu bilen birisinin ateşlemesi ama mutlaka devletin de sahiplenmesi gerekir. Yine naçizane kanaatim; projenin uygulanması, Bediüzzaman’ın risalelerde verdiği ‘suya atılan taş’ meteforundan ilham alınarak yapılmalıdır. Fitili ateşleyen, organizeyi yapan nasipli kimseler taşın düştüğü yerde durmalı, sadece organizatörlük yapmalı: 79
A-Kurucu üyeler olarak yurt içinden; 1-Din hizmeti verdiğini ifade eden fikir cereyanlarının temsilcilerinden, 2-Tasavvuf temsilcilerinden (çünkü okulda tasavvuf da okutulacaktır), 3- Risale-i Nur guruplarının temsilcilerinden, bir kurucu heyet seçilmeli. B-İstişare Heyeti olarak ise, yurt dışından; 1-Müslüman ülkelerden birer temsilci, 2-Gayrı Müslim ülkelerdeki İslami kuruluşların temsilcileri. 3-Kurucu Üyeler, görev almalıdırlar. Ayrıca, bahsedilen ilimler, bir eğitim gerçeği olarak, iki ihtisaslı olacağı için, en azından tıp eğitimi gibi altı yılda verilebilir ki; okulun süresi altı yıl olmalıdır. Okul, Vakıf Üniversitesi olarak (eski medrese eğitimi gibi) ücretsiz olmalıdır. İlk toplantı bu ayaklar üzerine oturtulmalıdır. Yelpaze bütün İslâm ülkelerini içine alacak genişlikte tutulmalı. Böyle bir heyetin siyasi gücü, ekonomik gücü, öğretim üyesi ve öğrenci potansiyeli aynı zamanda, Medresetüz Zehra Üniversitesinin kaynağını da karşılamış olacaktır. MEZOPOTAMYA VE NİZÂMİYE
Tıpkı, 1400 sene önce İslâm güneşinin, bütün mahlûkatı, özellikle de insanlığı aydınlatan, ruhları doyuran ve dirilten ışınlarının Doğu’dan, bir çölden, bir vahadan kâinata yayıldığı gibi, onun şuası olarak aynı gayeye hizmet eden mütevazı ama muhteşem bir ilim-irfan yıldızı, niçin yine aynı topraklardan dünyamıza yayılmasın Nitekim bir zamanlar o topraklar, yani Mezopotamya aynı amaca hizmet etmişti. sayı//67// şubat 80
‘Türk’lere, Anadolu’yu, Diyar-ı Rum’un kapısını açan Selçuklu Sultanı Alparslan’ın vefatından sonra büyük devlet adamı Nizâmü’l-Mülkün, Alparslan’ın oğulları arasındaki ihtilafı gidererek desteğiyle başa geçen Melikşah’ın zaman-ı saltanatı Selçuklu Devlet’inin en parlak, en şanlı devri olmuştur. Kendisi âlim edip ve kadirbilir bir zat olduğundan makamı bütün ülemanın, ediplerin, hüner sahiplerinin mecmâ’ı, toplantı yeri olmuştu. İlim ve hüner erbabına, şâirlere, sûfilere pek çok ikram, iltifat ve ihsanda bulunurdu. Birçok camiler, mescidler, medreseler ve diğer hayır binaları, müesseseleri kurmuş ve bunlara külliyetli vakıflar bağlamıştı. Yaptığı hayırların en büyüğü ‘Nizamiye Medresesi’dir. Ki büyük bir bina olup, içinde bütün ilim ve fenler okutulurdu. İmam-ı Gazali, Ebû İshak Şîrâzi gibi asrın en büyük âlimleri bu medresede eğitimle vazifeliydi. İsfahan’da da yine Nizamiye ismiyle bir medrese yaptırmıştı…’(1) İnsanlık adına, dünya bilim ve medeniyet tarihine yukarıdaki dönemleri de içerisine alan zaman diliminden bahsedilerek unutulamayan bir iz düşülmüştür. “İslâm medeniyetinin modern dünyaya en büyük yardımı ve hediyesi ilimdir. Fakat Avrupa’yı yeniden hayata kavuşturan şey, yalnız ilim değildir. İslâm medeniyetinden gelen daha başka tesirler Avrupa hayatına ilk parlaklığını vermiştir..Avrupa’nın ilerleme hayatında İslâm kültürünün kati tesirini takip edemeyeceğimiz bir tek safha bulunmadığı gibi tesirin kendini bütün azametiyle hissettirdiği saha tabi bilimler ve ilim zihniyetidir. Orta çağın ilk yarısında dünyanın hiçbir milleti insanlığın ilerlemesine Müslümanlar kadar hizmet etmemiştir. 9 ila 12. asırlar arasında felsefe, tıp, tarih, ilâhiyat, astronomi ve coğrafya mevzuunda Arapça olarak yazılan eserler her hangi bir lisanda yazılanların fevkinde idi” (2) Güneş, ilk doğuşuna Şark’tan başlamıştı. Her gün yeni güne oraya bakarak başlarız. Temennimiz, Müslümanların bunca perişanlıklarının ardından, ilim, teknoloji ve kültür müesseseleriyle çok daha fazla çalışarak yine eski satvetli günlerine dönmeleridir. KAYNAKÇA
1-Hüccetü’l–İslâm, İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn. Bedir Yayınevi, 1. Cilt. 2-Prof.Dr. Philip Khuri Hitti
YÜZYILIN KİRLİ PLANI Bu sözde “Yüzyılın Kirli Planı”nda ise Kudüs’ün İsrail’in “bölünmez” başkenti olduğu ikinci kez dünyaya ilan edildi. Sabri GÜLTEKİN
Bir önceki kararda Kudüs’ün “İsrail’in başkenti” olduğu ilan edilmişti. Bu sözde “Yüzyılın Kirli Planı”nda ise Kudüs’ün İsrail’in “bölünmez” başkenti olduğu ikinci kez dünyaya ilan edildi. Masada temsil yetkisi bulunmayan Filistinlilere 4 yıl düşünüp taşınma süresiyle birlikte, şayet istedikleri yönde bu teslim planına “evet” demeleri durumunda 50 milyar dolar teklif edildi. Hem de Filistinlilere verilen “son şans” tehdidiyle. Trump attığı tweette “Ben her zaman İsrail Devleti ve Yahudi halkın yanında olacağım. Onların güvenlik ve emniyetlerini ve tarihi anavatanlarında yaşama haklarını kuvvetle destekliyorum. Barış zamanı!..” sözleriyle birlikte planda öngördükleri sözde İsrail ve Filistin devletlerinin sınırlarını gösteren bir haritayı paylaşmayı ihmal etmedi. İsrail ve ABD’nin ortaya attığı bu “Yüzyılın Kirli Planı”, Trump’un azil, Netanyahu’nun seçim kazanma eyleminin çok ötesinde bir operasyon!.. Şunu çok iyi biliyoruz; Kudüs düşerse, İstanbul düşer!.. Ey acılarını sükûta gömen Kudüs!.. Hz. İbrahim’in hicret ettiği... Hz. İsmail ve İshak’ın doğduğu... Hz. Yusuf’un berzahı... Hz. Musa ve Harun’un uğruna yürüdüğü... Hz. Davut’un fethettiği...
srail, 14 Mart 1948’den beri sürdürdüğü Filistin’i yok planlarına her geçen gün hoyratça bir yenisini ekliyor. 6 Aralık 2017 tarihinde Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilân eden ve büyükelçiliğini oraya taşıma kararı alan ABD Başkanı Donald Trump’ın dünyaya meydan okuyan kanunsuz ve hoyrat çıkışı karşılık bulmadı. 21 Aralık 2017 Türkiye’nin olağanüstü gayretleriyle toplanan 172 üye Birleşmiş Milletler Kurulu’nda, Trump’ın Kudüs'ü “İsrail’in başkenti” olarak tanıyan kararını 9 oya karşı 128 oyla yok hükmünde saydı. Türkiye, Kudüs’le beraber insanlığın onuruna sahip çıktı. Çünkü Kudüs davası, yalnızca Filistin’deki bir avuç Müslümanın davası değildi. O Kudüs ki; hepimizin ortak davası, hepimizin meselesi ve hepimizin kırmızı çizgisiydi. Ve siyonist İsrail’in buradaki İslâm mirasının izlerini silmesine asla izin verilemezdi. ABD ve İsrail devletleri, 6 Aralık 2017 tarihinde Kudüs’ü “İsrail’in başkenti” olarak tanıma kararının ardından 28 Ocak 2020’de yeni bir süreç başlattı. ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu Beyaz Saray’da düzenledikleri ortak basın toplantısında “Yüzyılın Kirli Planı”nı açıkladı.
Hz. Süleyman’ın yücelttiği... Hz. Zekeriyya ve Yahya’nın canlarını verdiği...Hz. Meryem’in ilahî ikrama nail olduğu... Hz. İsa’nın sadık dostu... Hz. Muhammed’in miraca yükseldiği... İslâm ümmetinin ilk kıblesi... Harîm-i ismetimiz; dârüsselam KUDÜS. Kudüs; ilk kıblemiz, Nebilerin çıktığı, şeriatların feneri, mazlumların sığındığı selam ve iffet şehri. Peygamberler beldesi… Hz. Ömer’in emannâmesiyle herkesin emniyete kavuştuğu adalet yurdu… Hz. Bilal’in ezanı arş-ı âlâya yükselirken hüngür hüngür ağlayanların şahidi… Sen ki, şarkın en sevgili sultanı Selahaddin’nin uğruna ölmeyi göze aldığı aşkısın. Ey dinlerin incisi Kudüs!.. İsrâ ve mîracın tanığı... Sokakların, minarelerin ve dahi masum çocukların hüzün kokuyor!.. Gözlerden yaş, bedenlerden sel gibi kan akıyor!.. Ne haldesin sen böyle!.. Ümmet gibi paramparça!.. Kudüs’le birlikte insanlık da çığlıklara duyarsız bakışlar arasında ölüyor. Mustazaflar ateş topuna dönen yurtlarından savruluyor. Nereye baksanız feryatlar arş-ı âlâya yükseliyor. İslâm Âlemi'nin öncü birlikleri Filistinliler Mescid-i Aksa'da can çekişiyor. Kudüs, iman sancağını düşürmemek için tek başına “küfür milleti”ne direniyor. Kudüs’te kıyamet yaşanıyor!..İnsanlık susuyor!.. Kudüs ölüyor!.. 81
ğretmenlik, rast gele bir meslek olmayıp gönülle yapılan bir iştir. Öğrencilerini kendi çocukları gibi sevip onların dertlerini dert edinmek, sevinçleriyle sevinmek, kederleriyle kederlenmektir. Bunları yaparken aynı zamanda mesleğinin saygınlığını da koruyabilmek, şahsında mesleğini yüceltebilmektir. Böyle öğretmenler, geçmişte de günümüzde de mevcuttur ve var olmaya da devam edecektir. Çünkü öğretmenlik, bunu gerektiren bir meslektir.
BİR ÖĞRETMEN PORTRESİ
ÖMER DUYGUN -1-
İlk muallimliğine 1912 yılında başlayan Hafız Ömer Duygun, vefat tarihi olan 1950 yılı Kasım ayına kadar fiilen yaklaşık 40 yıl öğretmenlik yapmıştır. H. Ömer ÖZDEN*
*T.C. Atatürk Ünv. Öğ. Gör.
sayı//67// şubat 82
Tanıtmayı düşündüğüm öğretmen Hafız Ömer Duygun, tam da böyle bir şahsiyettir. Ömer Lütfü Duygun, 1307 hicri/1891-92 miladi tarihinde Erzurum’a bağlı Tafta köyünde doğmuştur. Annesinin adı Zehra Hanım, babasının adı Mehmet Efendi’dir. Dedesi, din âlimi Karslı Şerif Efendi’dir. Dede Şerif Efendi, çevresinde Karslı Hoca olarak tanınırmış. Aile 1890 yılından önceki bir tarihte Erzurum’a taşınmış, baba Mehmet Efendi Tafta köyünde imamlık yaparken oğlu Ömer, 1900 yılında Şeyhler Medresesi’nin ilk mektebinde tahsiline başlayarak burada dini tahsilini ve hafızlık eğitimini tamamlamıştır. (Ölümünün birinci yıldönümü vesilesiyle bir gazetede yayınlanan yazıda, ilk eğitim gördüğü yerin Hacı Lütfullah Efendi medresesi olduğuna dair bir bilgi bulunmaktadır.) Sonra Erzurum Dâru’lMuallimîn mektebine girerek tahsiline orada devam etmiştir. Bu okul, eski Palandöken Un Fabrikası’nın olduğu yerde bulunan bir okuldur ve bugünkü anlamda öğretmen okulu veya lisesi sayılmakta ve ilkokul öğretmeni yetiştirmektedir. Buradan 1912 yılında mezun olduktan sonra Veyis Efendi İlk Mektebi’nde öğretmen olarak göreve başlamıştır. İki yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, Birinci Cihan Harbi’nin başlaması üzerine askere alınmıştır. Erzurum’da henüz bir savaş ve işgal hali olmadığı için iç kalede bulunan topçu taburunda görevlendirilen Ömer öğretmen, daha sonra Rusların Erzurum’u işgal girişimi sırasında Pasinler yolu üzerinde bulunan Deveboynu mevkiindeki Yukarı Höyükler Tabyası’na nakledilen birliğiyle beraber o da burada görev üstlenmiştir. Tabya etrafında önemli çarpışmalar yaşanmıştır. Bir ara dağılan askerleri toplaması ve onlara maneviyat yüklemek için tabyanın komutanı, sesi çok güzel olan Hafız Ömer Bey’den derhal ezan okumasını istemiş ve okunan ezan tüm
askerlerin moralini yükseltmiş ve tabyadaki birlikler yeni bir ruhla mücadeleye devam etmişlerdir. Her türlü tedbir ve savunmaya rağmen zayıf durumdaki Türk ordusu tabyaları terk ederek tekrar güç kazanıp geri dönmek üzere çekilirken, içlerinde Ermeni asker ve subayların da bulunduğu Rus ordusu tarafından Erzurum’u işgal etmiştir. 1916’da Erzurum’un işgali sonrasında Hafız Ömer Bey, bağlı bulunduğu birliğiyle birlikte piyade olarak Ulukışla’ya, oradan trenle İstanbul’a ve oradan da 1917 yılında vapurla İzmir’e nakledilmiştir. İzmir’in ilçesi Menemen’de topçu olarak vazife yapmış, 1918’de terhis olup Erzurum’a dönmüş ve 1919 yılında Erzurum’da toplanan Erzurum Kongresi’nin her aşamasında görev almıştır. Özellikle de Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kongre heyetiyle yaptığı mektupların ulaştırılmasında oldukça önemli bir rol üstlenmiştir. Bu çalışmalar sırasında İlk Kısım Muallimi olarak tanınmıştır. Hafız Ömer Bey’in Erzurum’da görev yaptığı ikinci okul Albayrak okuludur. Burada Sıtkı Bey ve Cevat Bey (bu iki kardeş Dursunoğlu soyadını almışlardır), Süleyman Bey, Necati Bey ve Faruk Kaleli Beylerle teşrik-i mesai etmiştir. Aynı yıl, şimdiki Kongre Binası’nın bulunduğu yerdeki Gazi Paşa Okulu’nda, daha sonra da Tatbikat mektebinde (buranın adı sonradan Çağlayan okulu olmuştur) çalışmış, 1923 yılında Cumhuriyet’in ilanından sonra Cumhuriyet okulunda çalışmıştır. İnönü ilkokulunun yapılışından itibaren müştereken hem Cumhuriyet hem de İnönü ilkokulunda öğretmenliğe devam etmiştir.
1934 yılında Soyadı Kanunu’nun yasalaşması sırasında Duygun soyadını almış, Cumhuriyet okulunun mevcut yerinden başka bir binaya taşınışıyla birlikte yalnızca İnönü ilkokulunda çalışmıştır. Burada Başöğretmen Fikri Saygın, öğretmenlerden Tevfik Yıldız, Enver Özkan, Müşika Hanım, Bedri Öztürk, Zeki ve Muzaffer Beyler ile birlikte Kasım 1950’ye kadar çalışmıştır. 20 Kasım 1950 sabahında evinden çıkıp okuluna giderken, Ziya Mete’ye ait otelin önünde ağır bir kalp krizi geçirmiş, arkasından ikinci bir krizin gelmesiyle okul yolunda vefat etmiştir. Hafız Ömer Duygun’un tabutu, “mini mini öğrencilerinin gözyaşları ve yüzlerce Erzurumlunun elleri üstünde taşınarak” Harputkapı Mezarlığı’na defnedilmiştir. İlk muallimliğine 1912 yılında başlayan Hafız Ömer Duygun, vefat tarihi olan 1950 yılı Kasım ayına kadar fiilen yaklaşık 40 yıl öğretmenlik yapmıştır. Böyle kutsal bir ödevi severek yapan Ömer Duygun’un görevine giderken vefat etmiş olmasından dolayı, Mumcu mahallesinde kirada oturan eşi ve çocuklarına, Erzurum Milli Eğitim Müdürlüğü’nce öğretmenlerden toplanan bağışlarla, Caferiye mahallesi, Kale Dibi mevkiinde bir ev alınarak hediye edilmiştir. Yerleştikleri bu mahallede bulunan ve İsmet Paşa İlkokulu’nun fazla öğrencilerinin nakledildiği 2. İnönü İlkokulu’na isim aranırken, görevine giderken vefat eden Ömer Duygun’un adı, bu İlkokula verilerek büyük bir vefalılık örneği gösterilmiştir. Ömer Duygun’un ölümünün üzerinden bir ay geçip geçmemişken toplanan Erzurum İl Genel Meclisi, aynı adla eğitim öğretim yapan iki okuldan ikincisine yani 83
Ömer Duygun, Mutaf ailesinden Saraç Maksut Efendi’nin kızı Gül Hanım’la evlenmiş, bu evlilikten ilk İlhami Emre, Nezahat, ikiz olarak Selami ve Özcan isminde dört çocuğu olmuştur. Gül Hanım, hastalanıp da öleceğini anlayınca kız kardeşi Sıdıka Hanım’ı kendi evine çağırıp dört çocuğunu da ona emanet etmiş ve kısa zaman sonra da 1940 yılında vefat etmiş ve Harput Kapı mezarlığına defnedilmiştir. Dört yeğenine annelik yapmaya başlayan Sıdıka Hanım’ın babası, bunun böyle olmasına itiraz ederek, kızının damadıyla aynı evde olmasını hoş karşılamayınca Ömer Duygun, çocuklarının anne gibi gördükleri Sıdıka Hanım’la evlenmeyi en uygun yol olarak görmüş ve bu evlilik gerçekleşmiştir.
2. İnönü ilkokuluna, önce adına bir dakikalık saygı duruşundan sonra, Ömer Duygun adı verilmesini oy birliğiyle kararlaştırmıştır. Haber şehirde duyulur duyulmaz, ilkokul başöğretmenleri İl Genel Meclisi’nin öğleden sonraki oturumuna katılmış ve İnönü İlkokulu başöğretmeni Fikri Saygın, tüm öğretmenler adına bu kadirşinaslığa mukabil şükranlarını ifade etmiştir. Bu konuşmadan sonra da İl Genel Meclisi adına Turhan Bilgin kürsüye gelerek “Sizler irfan ordumuzun en kıymetli bütünlerisiniz. İl Genel Meclisimiz bir ilkokula, sizlerden fazilet timsali bir meslektaşın ismini vermekten şeref duymuştur!” diyerek duygularını ifade etmiştir. Bu okul, Esat Paşa Yokuşu’nun güney tarafında olup Hanım Hamamı’nın biraz yukarısındadır. Okul daha sonra yıkılıp yeniden daha modern bir tarzda yapılmış ve bu isimle eğitim öğretime devam etmektedir. HAFIZ ÖMER DUYGUN’UN AİLE FERTLERİ VE ÇOCUKLARI
Dedesi Şerif Efendi, Karslı Hoca olarak tanınmıştır. Mehmet Efendi’nin mesleği imamlık olup Erzurum’a yerleştiklerinde Tafta köyünde imamlık yaparak ailenin geçimini sağlamıştır. Anne Zehra Hanım ise ev hanımı olup Mehmet Efendi’den yaşça oldukça küçüktür. Mehmet Efendi 85 yaşındayken 1915 yılında, anne Zehra Hanım ise 1937 yılında 57 yaşında Erzurum’da vefat etmişlerdir. sayı//67// şubat 84
Ömer Duygun’un ikinci eşi olan Sıdıka Hanım, Saraç Maksut Efendi’nin küçük kızıdır. Her iki kızının annesinin adı Gülsüm Hanım’dır. Sıdıka Hanım, tahminen onlu yaşlarında iken annesini kaybetmiş, ilerleyen yıllarda ablası Gül Hanım’ın vefatı üzerine eniştesi Ömer Duygun ile evlenerek yeğenlerinin anneliğini üstlenmiş, Ömer Duygun’un Sıdıka Hanım’dan da iki oğlu olmuştur. Bunlardan ilki 1942 doğumlu Nurcan, ikincisi 1946 doğumlu Ercan’dır. Ömer Duygun’un ilk çocuğu olan İlhami Emre, Temmuz 1929 yılında doğmuştur. Gazipaşa İlkokulu, Erkek ortaokulundan mezun olduktan sonra lise son sınıfta yakalandığı romatizma hastalığına yenik düşerek 1946 yılında vefat etmiştir. Kimya dersine aşırı bir düşkünlüğü olduğu için kimya mühendisi olmayı hedef olarak seçen İlhami Emre Duygun, Harput Kapı mezarlığında annesinin yanına defnedilmiştir. Ömer Duygun, eşi Gül Duygun ve oğlu İlhami Duygun’un mezarları, 1957 yılında Harput Kapı mezarlığının iskâna açılması üzerine kabirler dozerlerle düzeltilirken aile fertleri tarafından, kendisinden önce vefat eden oğlu İlhami Duygun’un mezarıyla birlikte, Yunus Emre’nin kabrinin de bulunduğu Tuzcu (Duççu) köyünün mezarlığına nakledilmişlerdir. Nezahat Duygun, 1932 yılında Erzurum’da dünyaya gelmiş, İnönü ilkokulunu bitirmiş ve 1952 yılında Hayri Öğ ile evlendikten sonra İzmir’e yerleşmiştir. 7 kızı olmuş, ikisi vefat etmiş, diğer beş çocuğuyla birlikte halen İzmir’de yaşamaktadır…..Devam edecek…..
ALİ YAKUP CENKÇİLER
HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ -4Bu arada bir vesileyle tanıştığı Saraybosna Ulema Meclisi âzâlarından Şakir Mesihoviç’in yol göstermesiyle Mekteb-i Nüvvâb sınavlarına girdi ve kazandı.
Mustafa ATALAR
alebeleri de Ataullah Efendi’nin izinden gittiler. Bu talebelerinden biri de Nerez'li Hafız Mustafa Efendiydi. Çok yakın akrabaları bile Türkiye’ye göç etmesine rağmen Mustafa Efendi kalmakta ısrar ve sebat etti. Ona bakarak köy halkından önemli bir kısmı da kaldılar. Nerez köyü halkının belirttiklerine göre eğer Mustafa Efendi göç etseydi, bütün köy halkı da onunla beraber göç edecek, ecdat yadigarı bu topraklarda Müslümanlardan kimse kalmayacaktı. Ataullah Efendi 1930'ların sonlarına doğru Vardar Makedonya’sı İslam Diyanet Konseyi Başkanlığına tayin edilince, Baş müderrislik görevini Abdulfettah Rauf Efendi’ bıraktı. 1941 yılında, Bulgar işgali sırasında kısa bir süre sürgün edildi. Ataullah Efendi, 1946'da doğum yeri olan, Studeniçan köyünde vefat etti. Onun rahle-i tedrisinde yetişen şahsiyetler arasında Müderris Hafız Şaban, Mehmet Efendi Sadık, Hasan Efendi Bekir, Kemal Aruçi, Prof. Bekir Sadak, Hafız Bedri Efendi, Ali Yakub Cençiler Hoca ve Yücelcilerin lideri Şuayp Aziz Efendi de vardı. Hafız Bedri Efendi, 1954 yılından vefat ettiği 1980 yılına kadar Makedonya ulema meclisi başkanlığını yürütmüştü. Atâullah Efendi’nin derslerine devam eden Ali Yakub Efendi, aynı medresenin hocalarından Seyfeddin Efendi’den de belâgat ve Türk edebiyatı dersleri aldı. Ali Yakub Efendi, 1928’de tekrar Gilan’a döndü. 1928-1929 yıllarında iki yıl devlet ortaokuluna devam etti. Bu arada bir vesileyle tanıştığı Saraybosna Ulema Meclisi âzâlarından Şakir Mesihoviç’in yol göstermesiyle Mekteb-i Nüvvâb sınavlarına girdi ve kazandı.
Eğitimini burada sürdürmeye başladı, ancak eğitiminin üçüncü yılında babasını kaybetti. Evin en büyük oğlu olduğu için, ailenin bütün yükü ve sorumluğu onun omuzlarına binmişti. Bu şartlar altında eğitimini sürdürebilmesi imkânsız hale geldiğinden, okuldan ayrılmak ve eğitimine ara vermek zorunda kaldı. İki yıl boyunca evin ve ailenin işleriyle ilgilendi. ABDULFETTAH RAUF EFENDİ
Tahsiline ara vermek zorunda kalması, onun içindeki ilim ve öğrenme aşkını küllendirmemiş, aksine daha da alevlendirmişti. Onun amacı sadece bir yerlerden bir diploma almakla, belli bir iş, güç, meslek sahibi olmakla sınırlı değildi. Bunu o zamanın Kosova’sında da rahatça gerçekleştirebilirdi. Şimdiye kadarki eğitimiyle bile normal standartlarda iyi ve hatırı sayılır bir hoca sayılıyordu. Sırp okullarında bir iki yıl daha okuyarak bir diploma alabilmesi, geçimini rahatça sağlamasına yetecek iyi bir iş, güç, meslek sahibi olabilmesi de son derece mümkün ve kolaydı. Ama onun başka hedefleri ve amaçları vardı. Sadece diploma sahibi olmanın, insanı İslam dünyasının ve Müslümanların şiddetle ihtiyaç duyduğu gerçek âlim, ârif, münevver ve mütefekkir yapmaya yetmediğini sayısız örnekleriyle görebiliyordu. Ona göre Müslümanlığının ve insanlığının hakkını verebilmenin, Allah’a yaklaşabilmenin, bu dünyada onurlu, izzetli, insanca bir hayat sürebilmenin, güçlü, kuvvetli, kudretli olabilmenin yolu sadece ilimden ve irfandan geçiyordu. Asla cahillerden dost edinmemiş olan Allah, insanların atası olan Hazreti Âdem’i de ilimle meleklerden üstün kılmıştı. Hazreti Adem’e öğrettiği ilim nedeniyle meleklerden onun için saygı secdesinde bulunmalarını emretmişti. Genç Ali Yakub için ilim, sonsuz ve sınırsız bir fetihler yoluydu. Yeni şeyler öğrendikçe öğrenme ihtiyacı daha da artıyor, her geldiği aşamada bir önceki aşamadaki eksiklerini ve yanlışlarını daha iyi görebiliyor, varması gereken yerlerden ne kadar uzaklarda olduğunu idrak edebiliyor, dolayısıyla ilim yolundaki azim ve kararlılığı daha da kamçılanıyordu. Bu yolda attığı her adım, her yeni anlayış ve arayış, onu irfan semalarına doğru biraz daha yükseltirken, ilme olan ihtiyacın sonsuz ve sınırsız olduğunun daha fazla farkına varabiliyordu. Namık Kemal’in (1840-1888): Yüksel ki yerin bu yer değildir! /Dünyaya geliş, hüner değildir! / Yüksel! Hünerinle kâni olma! / İhsân-ı Hüdâ’ya mâni olma! / dizelerinde isabetle belirttiği gibi o da insanın; ilim, irfan, fikir, hüner yolunda hiç durmadan, duraksamadan, hiç bir ara seviyeyle ve dereceyle yetinmeden, ölünceye kadar aralıksız çalışmaya devam etmesi gerektiğini çok erken yaşlarda öğrenebilmişti. Ona göre insan, mesleğinde, sanatında, hünerinde devamlı daha iyiye, daha güzele, daha üstüne, daha yükseğe ulaşmak için çaba ve gayret göstermeli, yükseldiği yerleri ve seviyeleri hiçbir zaman yeterli bulmamalı, Allah’ın verdiği kabiliyetlerle ve yine O’nun lütuf ve inayeti ile ulaşabileceği, erişebileceği daha yeni ve daha üstün başarılar, seviyeler olduğunun bilincinde ve idrakinde olmalı, hiçbir başarı veya başarısızlık insanın yolunu kesememeli, ona engel olamamalıydı. 85
ayatı anlamlı kılan, yaşadığı ülkeyi, toprakları, coğrafyayı sahiplenen, tarihin bıraktığı emanetlerden vaz geçmeyen bir anlayışla her yeni güne merhaba demek umut vericidir. Tıpkı doğan güneşteki umut, açan çiçekteki koku, bir çocuğun gözlerindeki çağrı, tebessüm eden bir yüz, yağan bir yağmur gibi. Böylesine kıymetli olan inanma, savunma, kabullenme gibi unsurlarla daha da anlam kazanmaktadır yeryüzü direnişimiz.
MEHMET AKİF İNAN DİLİ İLE
MESCİD-İ AKSA -1-
İman, Allah’ın resulüne gönderdiklerine, resulünün söz ve fiillerine katışıksız inanmaktır. Recep GARİP
Duruş sahibi olmak demek, inanmak demektir. İnanan insanın yürüyüşünde asalet vardır. Asaletli olmak, duruşunuzla eşdeğerdir. Bütün edimlerimizin, tavır ve davranışlarımızın, savunduklarımızın, Allaha ve resulüne imanla ilgili olduğunu kabul etmeliyiz. İman, hem yaşamayı hem de savunmayı gerektirir. Rahmetli şair, yazar, sendikacı, hatip, aksiyon adamı, eğitimci Mehmet Akif İnan, ömrünce “edebiyat ve medeniyet üzerine” mücadelesini, “din ve uygarlık” mücadelesi olarak görmüş, bu mücadelenin “hicret” anlayışı içinde olduğunu anlayabilmemiz için şiiri önde tutmuştur. Şiirleriyle müsemma olan dik duruşlu dava adamıdır O. Yazmanın, şiirin ehemmiyeti üzerinde ne kadar dursa da öze müteallik verdiği mücadelede yazdıklarım yeterlidir diye ifade eder. Bu merkezden bakıldığında çok az şiir yazmış, şiirlerini ilmik ilmik dokumuş, aruz ve heceyi dönemi içinde en iyi bilenlerden biri olan ve heceyi tercih eden Akif İnan, modern şiirin varlığını pek kabullenmese de Cahit Zarifoğlu şiiri üzerinde daha müsamahalı olduğunu Alaeddin Özdenören ifade etmiştir. O dönemlerdeki serbest şiire muhalif duruşunun kırılmasını ya da yumuşatılma seanslarını biraz da Alaeddin Özdenören “bana borçlu” diye ifade ettiğini hatırlıyorum. İşte az ve öz yazdığı şiirlerinden biri olan “Mescid-i Aksa” şiiri, yazıldığından kısa bir süre sonra Filistin’de Arapçaya çevrilip yayınlanmıştır. Arapça ve Türkçesi birlikte Mescidi Aksa’nın duvarına asılmıştır. Bir bakıma tek bir şiirle (elbette ki diğer şiirlerini ve bestelenmiş şiirlerini göz ardı etmiyorum) şairini yaşatan, dünya mazlum milletlerinin, halkı Müslüman olan devletlerin yani bir buçuk milyarı aşan Müslüman coğrafyanın Kudüs şairidir artık Akif İnan. Ömrünce hayalini kurduğu Kudüs’ü görememiş bir derviş adamdır. “Tenha
sayı//67// şubat 86
Sözler” ve “Bütün Şiirleri”, “Söyleşiler”i genç okuyucularını beklemektedir. Milletimizin asaletini, gayretini, uhuvvetini, kadim anlayışını omuzlarında ve yüreğinde taşıyan Akif İnan kürsülerde yaptığı konuşmalarıyla davudi bir sesle Davut ve Süleyman peygamberlere hasretle sesleniyor Musa peygamberin bu topraklarda sürgün edildiğini bir filim şeridi gibi izleyerek düş çöllerinde dalıp gidiyordu. Peygamber (as) efendimizin Mescidi HaramdanMescid-i Aksa’ya yaptığı kutlu yolculuğun ikliminde kıyama duruyor, namazlarında miracı yaşamayı sürdürüyor, şöyle terennümde bulunuyordu; “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu Varıp eşiğine alnımı koydum Sanki bir yeraltı nehr çağlıyordu” İnsanlığın kurtuluşu, Kudüs’ün özgür olmasına bağlıdır.Kudüs özgür olmadan insanlık özgür olamaz. İnsanlığın kalbi niteliğindeki bu mekânda var olan dertler, acılar, ölümler, intiharlar, terörler bilinmelidir ki insanlığın ne durumda olduğunun fotoğrafıdır. Şiirin yazıldığı dönemlerden itibaren tutsaklık ve ölümlerin, savaş ve çığlıkların, Kudüs’e karşı işlenen cinayetlerin sürüyor olması insanlığın endişelerini artırmaktadır. Bunun iyi anlaşılması için şiir devreye giriyor; düşleriyle büyük coğrafyadaki en hassas noktaya işaretler koyuyordu. Gözlerini kapatsa da, uykuya dalsa da, açık, apaçık olarak baksa da Kudüs yani Mescidi Aksa yani Filistin hayatının en belirgin noktalarındandı. Bundandı sürekli hüznü, “hicret” şiirleri yazması. Kadim topraklar, sadece toprak değildir. Orada yaşanmış asırlar vardır. Birçok peygamberin mücadeleleri vardır. Sürgünleri, hicretleri, yaşayışları, halkları, çağrılarına inanmış, inanmamış toplulukların biriktirdikleri vardır. İman sahiplerinin ruhları nehirler gibi çağlamaktadır burada. Burak’ın o diyarlarda Kubbetüssahra’da göğün katlarına yolculuklarına işaretler vardır. Hazreti İsa’nın, Validesi Meryem validemizin ninnileri, iniltileri, yalnızlıkları vardır. Türkistan’dan kalkıp, Buhara’dan, Semerkant’tan, İstanbul’dan, Anadolu’dan, Bağdat’tan kalkıp hicaza yol eyleyenlerin ilk durağıdır Mescidi Aksa. Yani, El-Halil, Ramallah, Beylehem, Eriha, Gazze, Ölüdeniz, Kudüs adım adım bize seslenmektedir. Her sokakta, her bakışta, her eserde Osmanlının –yani bizim- varlığımızla
kurulan temaslarla ruhun yenilendiğini, kanatlar çırparak ebabilleştiğini idrak etmelidir yeryüzü müminleri. Kıyam halinde dirilişimizin gözlenmesi gerekmektedir. İshak, Yakup ve Yusuf peygamberlerden daha nice peygamber ve nebilerin izlerine rastlarsınız. Sonra Halife Ömer gelir; İslam topraklarının ebediyyen fetih ruhuyla tazelendiğini, her an ve günde yenilenerek devam ettiğinin bir kanıtı ve sonra Selahattin’i Eyyubi’nin adımlarına, istikrarlı, büyük komutanlığına muhtaçtır bu toprakların dirilişi. Böylesine içli dokunuşların çemberinde bakarsınız her bir kareye, zeytin dağına, tel örgülerine, korkudan tir tir titreyen korku duvarlarına, kedilerine, kuşlarına, daracık tarihin soluğunun işitildiği dehlizi andıran geçitlerine, caddelerine. Sonra kanınız donar gibi donup kalırsınız İsrail’in mendebur suratlarında, içinde hınç dolu bakışlarla mazlum Mescidi Aksa’nın selam kapısından içeriye büyük havlunun bulunduğu selvilerin, zeytin ağaçlarının, çocukların yakarışlarına katılırsınız.. Başınız eğik, iki büklüm bir halde girersiniz.. Kıldığınız her vakit, son anınız, son vaktiniz şuuruyla omuzlarınızdan damarlarınıza yürür. İşte şair böyle bir durumu tahlil ederek “eşiğine alnımı koyup” kendi ağlayışını Mescidi Aksa’nın ağlayışı olarak yorumlar. Sonra baş koyduğu eşikte nehirlerin sessiz ağlayış ve çağlayışlarını iç sesiyle duyar ve ümmetin bunu idrak etmesini ister. Toprağa alnını koyan Müslüman, vecd halinde ya zikir, ya dua, ya tövbe ya da namaz halindedir. Her hâlükârda toprağa baş koyan müminin asliyetine dönme, yüreğini arz etme makamında yakarışta olduğu anlaşılmaktadır. “Gözlerim yollarda bekler dururum Nerde kardeşlerim diyordu bir ses İlk kıblesi benim ulu Nebi’nin Unuttu mu bunu acaba herkes” Öylesine mutlu-mesrurdu ki Mescid-i Aksa, Peygamberlerin ulusu, büyüğü, ilk yaratılan ruh, son peygamber Hazreti Muhammet (sav)’in Mescidi Haramdan Mescidi Aksaya yaptığı metafizik yolculukla Burak’ın binit oluşuyla Sidretül-Münteha’ya (son sınır) yükselişin toprağı burasıydı. "Sidretü'l-Münteha, cennetin uç kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır." diye ifade edilmektedir. Yaratılmışların, insanların bilgisi buradan ileriye gidemez. Devam edecek… 87
ŞEHİR SOHBETLERİ 26 KURTULUŞUN 100. YILINDA
KAHRAMANMARAŞ Aşağıda Ulu Camii, taş yapılı belediye binası, türbeyi andıran kubbeli binalar kalenin dış kapısı gibiydi. Kurtuluş mücadelesinde de öyle olmuştu. Önce Ulu Camii ve Ulu Camiinden kaleye hücum. Camide ezan, kalede bayrak. Ezan ve bayrak bağımsızlık mührünü vurur. Maraş’ta bunu yapmıştı. Ahmet NARİNOĞLU
ocukluğumda Maraş’a üç kere gitmiştim. İlkinde 6-7 yaşlarındaydım. Ağlamış, babamın peşine takılmıştım. 5-6 saat bir dağ yolculuğundan sonra Kayseri yoluna inmiş, orda bir kamyona binmiş şehre gelmiştik. Şehir tarif edemeyeceğim şekilde kocamandı. Ulu caminin önündeki parka geldik. Babam devlet dairelerinde işi olduğunu söyleyerek beni bıraktı. Dönene kadar bir yere ayrılmamamı sıkıca tembihledi. Çim üzerinde bir ağacın altında duruyordum. Uyumuş ve uyandığımda gelen giden yoktu. Epey bekledim. Kaybolma ve yalnızlık korkusu tarifsizdi. O anıyla şunu anladım. Babam şehre güveniyordu. 6-7 yaşlarında bir çocuğu parka bırakıyordu. Söz tutacağıma güveniyordu. Eğer olduğun yeri bilirsen, orada durursan kaybolmazsın. Daha sonra İslam tarihi okumalarında anladık. Ayneyn tepesi terkedilirse kaybedersin. Maraş’a ikinci gelişimiz; yetiştirdiğimiz yılkı arlarını satmaya, pazara oldu. Yine 9-10 yaşlarındaydım. Buralarda at cinsine; at, gölük, kısrak derler. Gündüz, gece yolculuğu yaparak sabah namazı şehre girmiştik. Her minarede ayrı sedalı, sıralı, uzaktan yakından duyulan ezan sesleri kulağımı hala çınlatır.
sayı//67// şubat 88
Şimdiki Valiliğin karşısı bomboştu. Kum, çakıl hafriyatı nedeniyle çukur bir alanda kurulu pazarda atlar satıldı. Pazarlıklar, insan ilişkileri birkaç dostu ziyaret, handa kalış. Gazoz fabrikasına gitmiştik. İlki gazozu o zaman tatmıştım. Üçüncü gelişimiz imtihana girmek içindi. İlkokul bitiyordu. İmam hatip sınavlarına girecektik. Bir gurup arkadaşla yine Toros dağlarını yaya aşarak Su Çatına oradan otobüse binmiş şehre gelmiştik. Çarşıbaşı’nın Antep garajı tarafından bir camii yanında tahta handa kalmıştık. Altta hala hayvanlar bağlanıyordu. Üste odalar da kalmış, sabaha kadar tahta kurusundan kaşınmış, uykusuz kalmıştık. Ertesi günü İt Tepesi denen yerde ahşap bir binada (Kara lisede orda) sınava girmiştik. Ulucami, Çarşıbaşı, bedesten, Kıbrıs meydanı, hal, kale, boğaz kesen, çocuk bahçesi, Pınarbaşı gezmiştik. Kuleden bakınca Maraş ayağımızın altında, avucumuzun içinde gibiydi. Bugünde şehir kaleden 360 derece görülmektedir, yayılsa genişlese de. Bu defa şehri tanımıştık. Dalgalanan bayrağın altında Maraş’ı, uçsuz bucaksız ovayı seyir kalenin sayesinde idi. Kale etrafı mahalleler, Fransız’a bir daha teslim etmem der gibi ovayı, kaleyi sarmıştır. Dik yamaçlarda çam ağaçları dikiliydi. Taşlı, kıvrımlı yollarda yürüyerek kemerli kapasından girerek kaleye gelmiştik. İçerde düğün salonu vardı. Havuz, açık çay bahçesi, arabesk müzik. Etrafta detaylı, yakından bakmak isteyenler kale duvarları üzerinde demir korkuluklara tutunarak gezer sağı, solu, kuzeyi, güneyi izlerlerdi. Aşağıda Ulu Camii, taş yapılı belediye binası, türbeyi andıran kubbeli binalar kalenin dış kapısı gibiydi. Kurtuluş mücadelesinde de öyle olmuştu. Önce Ulu Camii ve Ulu Camiinden kaleye hücum. Camide ezan, kalede bayrak. Ezan ve bayrak bağımsızlık mührünü vurur. Maraş’ta bunu yapmıştı. Maraş’a kalıcı geliş lise yıllarıdır. Andırın ortaokulundan sonra Maraş lisesi. Kara lisede okuduk. Şehre ilk geldiğimde Vilayet binasından güneye bomboş iken şimdi apartman yapılmıştı. İlk apartmanın adı da ENURYA idi. Evler, caddeler, sokaklar vardı. Bereket versin evler bahçeli, az katlı, tertipli. Lise çevresi bomboştu. İlk sene marul tarlaları arasından çamurlu yollardan çamur çiğneye çiğneye okula varırdık. Okulun üç girişine, merdivenlerin önüne demirden saçlar yapılmış, ayaklarımızı saçlara sürter, temizler, binaya girerdik. Sınıflar çoğu zaman toz toprak olurdu. Şehrin mahallelerinden talebeler yürüyerek
gelirdi. O zaman şehirde beş lise vardı. Batı parkta İmama Hatip Lisesi, Ticaret Lisesi, Sanat Okulu, Öğretmen Okulu. Aşağıda Lise(Kara Lise). Kara lise tabiri sonradan yedi güzel adam güzellemesi yapılacak, insanların taş binayı siyaha boyamasıyla başlar. Lise hocalarının çoğu yerliydi. Her biri branşında hayli iyiler, anılar bırakan aydın, olgun, iddialı insanlardı. Her birinin tatlı unvanları vardı. Onları minnetle anıyoruz.
oyuncakçılar, kunduracılarda öyle Mal satımı, pazarlık zamanları soluklanmalar olur. Bir de ezan vakti. Yemeği de sayalım. Ara vakitler olsa da çarşı arı kovanı gibi çalışır, durur. Tokmak çekiç sesleri hiçbir sanatçının notasını yazamayacağı ahenkte ses seslere karışır. Gençler kütüphane meşhurdu. Kapalı açık bahçesiyle okumayı sevenlerin uğrak yeriydi. Bakkalların arka bölümünde talebelere uygun atıştırmalık yerler olurdu.
Lisede eğitim tam gündü. Boş zamanlarda çarşı, pazar gezilirdi. Bedesten Kıbrıs meydanı, Çarşıbaşı, Ulu camii, Kale, Boğazkesen, Çocuk Parkı, Nahırönü, Orman Çamlığı gibi. Maraş’ta o yıllar belli pastanelerde dondurma vardı. Çarşıbaşı’nda sütçü Alaaddin Usta tanışımız olduğundan müdavim sayılırdım. Sütün savruluşu, karın yüklerle Ahırdağı’ndan gelişi, dondurma kovasına konuşu, dondurmanın karıştılışı, yoğruluşu, dövülüşü, ikramı. Hepsi ayrı emek, çaba, titizlik, temizlik isterdi. Dondurmacıların en meşhuru, rağbet göreni Uğrak pastanesiydi. Çarşı işlek ve zengin. Her şey, her aranan çarşıda bulunur. Maraş bol ve cömert memleket. Her mevsim ayrı bir zenginlik. Hepsi yerli, hepsi doğal. Talebeler en çok hal başında saçta ciğer kavurmayı sever. Meyveler, sebzeler. Mesela lahmacun yumuşak olur, diğer illere benzemez. Sıcak sulu yemekler zengin ve çeşitli. Mesela ayakkabıları köşkere diktirirdik. Elbiseleri terziler dikerdi. Gömlekleri de. Birkaç kitapçı, kırtasiyeci vardı. Ulu camii üzerindeki Vakkasoğlu uğrağımızdı. Fotolar meşhurdu. Kapalı çarşı, bedesteni her geziş, yeni geziş gibiydi göz, gönül doyardı. Bakır çarşısına girdiğinizde bakır kaba vurulan tokmakların çıkardığı metal, tok, tiz sesler birbirine karışır. Süvarilerin nal sesleri gibi heybetliyle ürkütürken öte yandan çalışan kollar bir inen bir kalkan tokmaklar birer ibadet gibi gelir. Tokmaklar, çekiçler vuruldukça o terler alından silinir. Hele demircilerde emek, zahmet ve ter hemen görülür. Körük çeken kızgın demiri örse koyarak tutan, demiri dövenlerin omuzlarında peştamal. Bir yanda demir dövülürken bir yanda silinen terler. Ve dükkanı süsleyen görenleri hayran bırakan nice el sanatları. Bakırcılar, demirciler çarşısı bir düğün yeri gibidir. Düğünde nasıl davulları zurnalar çalınır, halaylar çekilir, gelenler, oynayanlar, oturanlar, karşılayanlar, uğurlamalar, ikramlar, muhabbetler. Çarşılarda düğün havası ve telaşı içinde sabahtan akşama kadar kendi ahengi içinde uğraşılır, durulur. Oymacılar,
Türkiye’de sinema yılları. Maraş’ta sinema yılları. Şehrin kültür hayatı neredeyse sinemalar etrafında dönerdi. Ara sıra konferanslar gelirdi. Katıldıklarımı hatırlıyorum. Şehirde atlas, çiçek sinemaları en bilinenler. Her talebe mutlaka haftada bir gün (hafta sonları) sinemaya giderdi. Yeni gelen filme gitmek için sinema önünde kuyruklar olurdu. Yıllar sonra “Maraş olayları” diye bilinen acı hatıra yine bir sinema filmi vesilesiyle çıkmıştır. Sinemaya giden her genç kendini artist zanneder. Gençlerin çoğunun takma adı olurdu. Günlerce filmin etkisinden kurtulamazdık. Ertesi gün herkes sinemadan, filmden bahseder, ortak konu sinema olurdu. Sinemada artistlere tezahürat yapılır, ıslıklar çalınırdı. Parası olmayanlar birbirinden borç alır girerdi. Genelde gurup halinde gidilirdi. Tek gidilse de pek çok tanıdık çıkardı. O gençlik yıllarında sinema, kültürümüzü pekiştiriyor, benliğimizi şekillendiriyordu. Bu zamandan bakıldığında yanlışlarımızın temelinin ta o yıllara uzandığını anlıyor, görebiliyoruz. Camiiler. Maraş’ta camilerin ayrı bir yeri var. İbadet nasıl hayattan kopmuyorsa, camiiler de mekanlardan kopmaz. Camiiler çarşı, Pazar, merkez ve meydanlarla evli. Şehre çıkan her insan birkaç camiden geçer. Camii avluları hassaten yaşlı insanların uğrağı. Her camide avlu, avluda şadırvan, ağaçlar, oturaklar. Yaşını başını almış, güngörmüş insanların sohbetine doyum olmaz. Bendeniz Maraş tarihini, kurtuluşunu bu insanları dinleye dinleye öğrendim. Birebir yaşamışlar. Dün gibi anlatırlar. Malumatları bol, hikayeleri bolca. Sadece tarih mi? edep, bilgi, görgü, saygı, asalet, dostluk, muhabbet hep burada camii avlularında. Maraş’ta bayramlar, seyranlar, kutsal gün ve gecelerde camiler ışıl ışıl olurdu. Camii avlusunda “kah” dediğimiz çörekler dağıtılır. Kandil simitleri de öyle. Camii içinde de gülsuları, ikramlar. Herkes camiden tren hızıyla çıkmaz, avlular sohbet ortamına 89
döner, sosyalleşme, buluşmalar yaşanırdı. Ulu camisiz Maraş düşünülemez. Şehre girdikten sonra yolumuz Ulu camiden geçer. Yolların merkezinde diyebiliriz. Şehrin kültürünün merkezinde. Camii İslam medeniyetinin bu coğrafyada ilk örneklerinden. Ta uzaktan bakınca davetkar gibidir. Cadde tarafından demir kapıdan girince avlu bir huzur verir. Şadırvandan gelen su sesi bin yıllık musikimiz gibidir. Abdest alınan bölümlerinde kurnalardan gürül gürül akan sular temizliğe davet eder. Bizim zamanımızda ahşap takunyalar vardı. Ayaklar katlanır, bilekler çemrenir buz gibi suyla huzur içinde abdest alınır. Camii dış avlusu acelesi olanlara, serinlik arayanlara mekanlık eder. Camii içi tarihten bu yana kalan ahşap mimarinin zirvesi sanki. Ahşap ve taş medeniyetimizin zamana meydan okuyan temsilcileri. Ulu camii avlusundan merdivenlerle Çarşıbaşına çıkınca koca çınarların altında sıra sıra dizili boyacılar. Maraş’ta kahve hayatı yoğun ve yaygındı. Her sokakta, mahallede kahveler. Şehir insanının buluşma, sosyalleşme yerleri. Kötü amaçlı kahveler yok edildi. Mesela horoz, güvercin muhabbetleri çokça yapılırdı. Birini mi arıyorsunuz, kahveye sorarsınız. Birine haber mi göndereceksiniz, kahveye tembih edersiniz. Hele çayhaneler. Daracık yerlerde tabureye oturuşlar, kümelenmeler. Yazın kaldırım işgal ederek oturmalar. Çayhanelerin demli, sıcak, kokulu, buharlı çayları damaklarımızda lezzet olarak kalmıştır. Herkes güneyin yemek kültürünü, zenginliğini kabul eder. Şimdi bu bölgeye gurme gezileri yapılıyor. Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Hatay başı çekiyor. Her şehrin kendine özgü zenginliği ve çeşitliği var. Kahramanmaraş yemek kültürünün hala saklı yönleri var. İşlendikçe gün yüzüne çıkıyor. Dondurmayla tanınan şehirde diğer tatları saymamak olmaz. Üzüm ve üzümden yapılan çeşit çeşit gıdalar talebi karşılayamıyor. Maraş kabarcığı başka yerde yok. Maraş’ın gün pekmezini bilen var mı? Pestil, sucuk, kırma, samsa, bastık ve ötekiler. Tarhana tamamen Maraş’a özgü. Tarhananın benzeri başka bir yerde yapılmıyor. Burada her ürünün ayrı bir tadı, kültürü ve tarihi var. Sulu yemek kültürü şehirlerin birikimidir. Şehirde her caddede sulu yemekler, ev yemekleri bulursunuz. Yemek kültürünün kebap ve lahmacuna dönüştüğü zamanımızda Kahramanmaraş yemekleri sizi ayrı bir tat dünyasına götürür. Mesela Maraş paçasının benzeri zor bulunur. Kurutmalar da hakeza, salamuralarda. El yapımı, ev yapımı sayı//67// şubat 90
ürünler şehirde dükkanların önünde asılı tablo havası içinde ,bozulmadan konuklara sunulur. Şunu kabul etmeliyiz. Maraş şehri bize bir okul gibi dersler verdi. Şekillendik, değerler kazandık. Esasen her şehir öğretir. Şehir kimlik, aidiyet kazandırır. Belki bu yüzden Maraş’ta hemşericilik çok yaygın ve yoğundur. 100. Yıl 12 şubat 1920’de kendi milli mücadelesi vererek kendini kurtaran şehir Maraş. Kurtuluşunun 100. yılında tarih yeniden yazılıyor. Bu yıl kurtuluşun 100. yılı ilan edildi. 1925 yılında Maraş’a İstiklal Madalyası verildi. Maraş’tan milli mücadeleye katılanların listesi istenir. Halk, Maraş’ta “milli mücadeleye katılmayan tek bir fert yoktur” cevabı verir. Bunun üzerine 5 nisan 1925’te TBMM İstiklal Madalyasını fertlere değil şehir halkına verilmesini kararlaştırır. Maraş’a kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verilir. Gecikmiş dahi olsa Maraş’a milli mücadeledeki kahramanlığından dolayı 7 şubat 1973’de Kahramanlık unvanı ile ödüllendirilir. O günden bu yana Kahramanmaraş ismini alır. Kahramanmaraş istiklal mücadelesini kendi kendine vermiş, şehri Fransızlardan kurtarmıştır. Onun için Maraş’a “kendi kendini kurtaran şehir” derler. Hakikatten Maraş yediden yetmişe, nefes alan her ferdiyle kurtuluş mücadelesi verir. Şehir merkezine Elbistan, Göksun, Afşin, Andırın ve civar yerlerden destek gelir. Maraş istiklal mücadelesinin adı topyekun mücadeledir. Anadolu’nun diğer vilayetlerine, şehirlerine emsal olmuş, milli mücadele hızlanmıştır. Maraş’ın bu mücadele sırrı esasen tarihinde gizli. Anadolu coğrafyası zor coğrafya. Maraş’ta zor coğrafyanın tam ortasında duruyor. Hititler Maraş’a hakim olarak arap yarımadasına hakim olurlar. Hitit-Mısır mücadelesinde Kadeş Savaşı anlaşmasıyla tamamlanır. Asurlar-Medler mücadelesinde Maraş’ı ele geçiren Medler Anadolu’ya hakim olur. Persler Maraş’ı aldıktan sonra Anadolu’ya sahip olur. Büyük İskender Maraş’ı alarak doğuya ilerler. Roma ile İslam mücadelelisinde Halit Bin Velid 637 yılında Maraş’ı alır. Maraş’ı alarak İç Anadolu, Çukurova doğu kapıları açılır. Arabistan’ı tutma kapısı Maraş’tır. Bunu bilen Romalılar ile İslam mücadelesi sürer, şehir sık sık el değiştirir. Bu defa doğudan gelen Selçuklular Maraş’ı alarak batıya yönelir. Anadolu Selçuklusundan sonra Memlukler Maraş’a hakim olarak Anadolu’ya sahip olmak ister. Osmanlı-Memluk mücadelesinde kritik
coğrafya ve yer Maraş’tır. Dulkadiroğlu beyliği Osmanlıya katılıp Maraş sağlama alındıktan sonra Arabistan kapıları açılır. Osmanlının Arap, Mısır hakimiyeti Maraş’tan sonra kurulur. Osmanlı yenik düşüp Filistin, Şam ve Halep’ten çekilince Mondros mütarekesi bahanesiyle önce İngilizler sonra Fransızlar şehre girer. İşgalciler de Maraş tutulunca Anadolu tutulur gerçeğini biliyorlar. Maraş’ı tutmak Güneydoğu, İç Anadolu ve Çukurova’yı tutmak demektir. Lakin tutmayan bir hesap vardır. Türk Milletinin, Maraş’ın istiklal ve bağımsızlık ruhu. Bu ruh içten kaynayan bir alev gibi, volkan gibidir. Doğan AVCIOĞLU milli mücadele eserinde bir işgalci Fransız komutanın anılarından bahseder. Anıya göre Maraşlılar bizi tarhana, bolgur,dövme, yufka ekmek, pekmez, pestil, bastık, kırma ile yendiler demektedir. Maraş’ı işgal eden Fransız stratejisi şehrin dışardan ikmalini kesmek, aç bırakmak, teslim olmaya zorlamak. Ama halk ürettikleri ile gıdalarını hazırlar. Ekmekte, tarhanada, üzüm mamulleri de yıllardır saklanır, dışardan desteğe ihtiyaç kalmaz. Öylede olur. Sütçü imam ilk kurşunu atar. Kaleyi bekleyen bir muhafız gibi Ulu camii Cuma namazına ev sahipliği yaparken, Rıdvan hoca da camiden görülen kalede asılı Fransız bayrağını göstererek bağımsız olmayan bir memlekette Cuma namazı kılınmaz çağrısı istiklal ateşini yakar. Zira bayrak bağımsızlığın ta kendisidir. YA ŞİMDİ?
Kahramanmaraş’ı anlamak için coğrafyasına, konumuna, stratejik önemine, halkın yapısına bakılmalı. İç Anadolu düzlüklerinden Maraş ovasına, oradan Amik ovasına Suriye topraklarına uzanır. Batıya kolay geçitli Toroslardan Çukurova’ya uzanır. Doğuya Güneydoğu Anadolu’ya uzanır. Irmakları, ovaları, dağları, su kaynakları ile dikkatleri üzerine çeker. Bu gün su havzaları en zengin ilimiz. Ulaşımı kolay, ekonomisi de üreten, ticareti zengin bir şehir. Yerli kaynaklara dayalı sanayisi gelişiyor. Dışarıda yetişmiş iş gücü sanayisine insan kaynağı oluyor. Dışa açılarak ekonomisi çeşitleniyor, katma değer yükseliyor. Kahramanmaraş şehirciliği ile model oluşturuyor. İlk adım, sıkıyönetim döneminde kalenin etrafının açılması, buradaki mahallelerin kalkmasıyla başlar. Hala şehirde bu yılım hikâyeleri anlatılır. Yapılan şu. Ulu camii merkeze alınır. Şehir içinden geçen derelerin üzeri kapatılarak bulvara dönerler, Ulu camiye
ulaşırlar. Ulu camii merkez, Kıbrıs Meydanı, meydana ulaşan bulvarlar ile şehir rahatlar. Çevre yolları ile merkezin yükü azalır. İmar yönünden örnek tarafı var. Önce bir bölge imara açılıyor, yapılaşma tamamlanıyor, sonra yeni bölge açılıyor. Her imara açılan bölge altyapısıyla, parkı, oto parkıyla tamamlanıyor. Parklar, bahçeler de beraberinde planlanıyor. Bugün şehrin yamaçlarında seyrangah parklar, yeşil alanlar var. Hem yerliler yararlanıyor hem de yabancılara şehir tanıtılıyor. Birde büyük evlerin(dairelerin) payı da var. Parsel yerine ada yerleşimi kendiliğinden oluşuyor. İşin aslı, Maraş kalkınmasının sırrında yatıyor. Bu sırrı çözelim. Şehirde pamukçuluktan gelen sanayi birikimi var. Çırçır, savcın, çeltik fabrikaları, un değirmenleri, demircilik, bakırcılık, ahşap işçilikleri,işlemecilik, dericilik gibi.. Yeni kuşaklarda büyüme ve gelişme yolları arar. Babalar evlatlarını okutur, eğitim ve meslek kazandırdıktan sonra işyerlerini teslim ederiler. Sanayi kültürü daha da gelişir. Maraş dışında iş kollarında yetişen meslek mensuplarının şehir sanayisine geri dönmelerini de ekleyelim. Artık Kahramanmaraş’ta her çeşit iş kolları var. Şehir üretim merkezi haline geliyor, şehir büyüyor. Şehir büyüdükçe sorunları da büyüyor. Şimdilerde merkez şehirciliğinde beton yığınlarına dönüşüyor. Tabiat, toprak geri dönülmez şekilde kaybolurken şehrin cazibesi de azalıyor. Daha çok alana yayılmak yerine, alanı doğayla barışık kullanmak icap ediyor. Bilelim. Özgün şehirler sadece kültürü ile değil tabiatı, imarı ,şehirciliği ve çevresi ile bütünlük arz eder. HASIL
Kahramanmaraş istiklalinin 100. yılında Cumhuriyet hayatı ile bugüne geldi. Ama şehir Eti-Hitit döneminden beri biliniyor. Nice devirler, devletler, medeniyetler ile tanıştı. Bin yıldır Türk ve İslam medeniyeti yaşıyoruz. İnancımız, değerlerimiz, medeniyetimiz bağımsızlık ruhu ve temeli üzerine oturur. İstiklal mücadelesi yıllarından kalan bir söz Kahramanmaraş’ın değişmez düsturu olur. “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olmaz”. Bu bakış katılığı değil hoşgörü ve barışa vesile olmalıdır. Şehir bu gün yaşayan kültür ve değerleri yanında, kaybolan kültürünü, sanatını, gelenek ve göreneklerini yeniden ihya ederek yoluna devam etmek istiyor. Bunu da barış ve huzur ortamında yapmak istiyor. Böyle kaldıkça özgün, kimlikli, imaj ve markasıyla güçlü, zengin bir şehir olmaya devam edecektir. 91
izi ilk defa görüyordum buralarda. Kimbilir nereden gelip nereye gidiyordunuz. Kollarınız git gide uzuyor gibiydi, tünelin başından beri ardınız sıra geliyorum fakat beni farketmediniz bile. Mavi valizinizi sürüklerken dalgın yüzünüz kâh bulutlanıyor kâh gün değmiş gibi parıldıyordu.
AZ SATANLAR Sanki yıllardır tanışıyorduk. Bana sizi sorsalar; buğday teninizi gölgeleyen ayaktaki yolculara için için kızdığımı, size yakın oldukları için yanı başınızdaki insanları nasıl da kıskandığımı söylemeliydim evvela…
Sıddıka Zeynep BOZKUŞ
Ara sıra soruyordunuz: Gebze’ye geldik mi acaba? Rastgele biri cevaplıyordu: -Son durakta ineceksiniz hanımefendi. Nazikçe karşılıyordunuz: -Teşekkür ederim. Umutlarınızı bir bavula tıkmış gezdiriyor gibiydiniz. Aklınızda bir sürü soru: “Şimdi ne yapacağım ben? Nereye gidiyorum, niçin gidiyorum, ne zaman gitmeliyim, doğru bir vakit mi? Bilmiyorum. Bu tıkır tıkır peşimde sürüklediğim yükle tünellerden, asansörlerden, istasyonlardan geçiyorum.” Sanki yıllardır tanışıyorduk. Bana sizi sorsalar; buğday teninizi gölgeleyen ayaktaki yolculara için için kızdığımı, size yakın oldukları için yanı başınızdaki insanları nasıl da kıskandığımı söylemeliydim evvela. Yıllarca biriktirilen acılara rağmen mavi güller açmış dikenli, savruk, tatlı gülüşünüzden, mağrur alıngan dudaklarınızdan… Bu kadar çok şeyi nasıl mı biliyordum? Kalbiniz yüzünüzde atıyordu adeta. Tren durdukça yerinizde hareketleniyordunuz. Yine heyecanla parlıyordu gözleriniz, tekrar tekrar soruyordunuz: -Gebze’ye geldik mi acaba? Aynı kız üçüncü kez cevap veriyordu şimdi. Yanındakiyle -sanırım erkek arkadaşı- epeyce eğlenmiş görünüyor kıs kıs gülüşüyorlardı size bakarak. -Zaten son durak abla, birlikte ineriz merak etme! Hatta şunları da anımsadınız belki, buruk buruk gülümsediniz , yanılıyor muydum yoksa? -Geçmişe daldınız sanırım. Taaa ilk istasyona belkide. Haydarpaşa garında meydan saatine bakıyordunuz yine geç kalmıştı birçok yolcu. Önce boşalan vapur konuşurdu. Kontrolör, düdük sesleri vagonlardan sarkan sallanıp sallanıp sarhoş olan sonunda çaresizce iki yana
sayı//67// şubat 92
salınıveren eller. Ardında kalan suretlerin evvela birer noktaya dönüşüp sonra kara delik gibi yutulu vermesi… Ahhh… dediniz, iç çektiniz ya. Şimdi ne garda saat ne koridorda uçuşan etek ne ellerde mendil… Ben neler düşünüyorum siz ne yapıyorsunuz böyle Allah aşkınıza? Boynunuzdaki fuları söktünüz, dizlerinize yatırdınız, bandana yapıp alnınıza sarıyorsunuz. Kime sordunuz, bana bile sormadınız bana, bana …Taaa tünelden beri takip ediyorum sizi. Ağzınıza attığınız o sakızı şakır şukur evire çevire çiğnerken bunun size yakışmadığını söylerdim sorsaydınız eğer. Hanımefendi, hey hanım efendi! Size söylüyorum. Tünelin başından beri takip ediyorum sizi. Neden böylesi değiştiniz aklım almıyor. Hah, işte valize eğildiniz. Eşyalarınızın mis kokusuna bulanıp öylece buram buram siz mi kokacak tren. Açtınız fermuarı kalem gibi parmaklarınızla, o elinizdeki bir roman mı aman Allahım ne hoş! Zarif bir hanımın ellerinde siyah fon üzerinde kırmızı güllerle bezeli bir şiir kitabı ve bir de roman. Yine döndü heyecanla: Gebze’ye geldik mi kızım? -Yok abla daha çok var. Neden sorup duruyorsunuz, işiniz bu kadar acele mi? -Kitap okur musunuz kızım? -Okurum tabii. Çok satanlar listesini daima takip ederim. Niçin sordunuz? -Hiç… Yüzünüz düştü birden. Eğilip alsam yeniden koysanız, o narin sanat eseri boynunuzun üzerine başınız eğilmese hiç. Bir derdiniz var
belli, kitaplarla ilgili bir derdiniz var sizin ama ne? Adamın biri geldi, eski günlerdeki gibi. Çantasından bir limon ve limon sıkacağı çıkardı ve bağırarak anlatmaya başladı: Şu elimde gördüğünüz… Adama diktiniz gözlerinizi, hipnoz olmuş gibi ayırmadınız. Vallahi ben utandım, hiç mi limon sıkacağı görmemiştiniz Serçe Hanım. Serçe de nereden mi çıktı? Ben koydum isminizi, yakıştı ürkek, narin halinize.. Fakat şu sakızı çıkarsaydınız keşke. Ya da ağzınızda çevirmeden çiğneseydiniz. Neyse adam birkaç sıkacak satıp diğer vagonlara doğru seğirtti. Sesi de görüntüsü de kalmadı. Siz bana bakınız rica ederim Serçe Hanım. Ahhh, az önce söylediklerimi duydunuz sanki fırlatıp attınız pencereden. Bu fırlatıp atmalar da yakışmıyor size. Ayağa kalkıyorsunuz, bir eliniz romana, bir eliniz şiire bulanmış. Hanımefendi yorulmasaydınız ya. Rica ederim benim yerime buyrunuz. Nazik bilekleriniz ve topuklu ayakkabılarınızla ayakta kalmak hiç yakışır mı size? otursaydınız keşke… Bağırmaya başladınız elleriniz şiir, roman… Bendeniz, şu elimde görmüş olduğunuz kitapları, yılların birikimiyle yazmış… Büyük kitapçılarda… Çok satanlar listesinde de değilim… Aman ya Rabbim neler söylüyordunuz böyle. Bütün kitaplarınızı almayı diledim bir an. Fakat ellerinizdeki gül değildi, mendil değildi, kalem değildi ve bu sizi mutlu etmezdi zira okunmaktı tek kurtuluşunuz. 93
azı isimler vardır ki, duyduğunuzda içinizde hemen bir sıcaklık yayılır, mutlu olursunuz. Şairse mısralarını, yazarsa eserlerini, tiyatro yazarı ise oyunlarını hatırlarsınız. O engin dünyada bir süre gezersiniz…
TİYATROMUZUN YÜZAKI
TURAN OFLAZOĞLU 1932 yılında Adana’da doğan Turan Oflazoğlu, oyun yazarı, şair ve eleştirmenidir. İlk sanat aşkı, henüz çocukken yüreğine düştü. Bünyan İlkokulu’ndayken yaptığı Karagöz şekilleriyle kasaba halkına temsiller verdi.
Mehmet Nuri YARDIM
Yüreğinizde nakış nakış eserleri dolanır durur. Turan Oflazoğlu’nun da benim gönül dünyamda böyle müstesna bir yeri vardır. Çok fazla görüşmemiz olmadı aslında kendisiyle. Çok sık bir araya gelemedik ne yazık ki… Önce eserlerinden bilirdim Oflazoğlu’nu, bir de Sultanahmet’teki o unutulmaz konferans günlerinden… 1985’li yıllarda Sultanahmet’te Marmara Üniversitesi Rektörlük binasında konferanslar olurdu. O tarihî binada kültür ve sanat dünyamızın seçkin isimleri buluşurdu. Rahmetli Mehmet Kaplan hocamızla birlikte, dostları ve talebeleri burada bir araya gelirlerdi. Prof. Dr. Orhan Oğuz yeni kurulan üniversitenin rektörüydü. İşte bu binada Turan Bey’i görür, konuşmalarını heyecanla dinlerdim. O toplantılar kaç yıl sürdü, tam olarak hatırlamıyorum. Yalnız en azından bir yıl kadar devam ettiğini ve fırsat buldukça bu toplantılara gittiğimi söyleyebilirim. Bilhassa üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeki hocalar ve öğrencileri, bu konferansların sıkı müdavimleriydi. Tabiî gazetecilik yaptığım için de bu toplantıları haberleştirirdim. Daha önce Oflazoğlu’nun kitapları farklı yayınevlerinden çıkmıştı, İz Yayıncılık kadirşinaslık örneği gösterip bütün eserlerini düzenli biçimde yayınlayarak kültür hayatımıza kazandırdı. 3. Selim Kılıç Ve Ney, 4. Murat, Bizans Düştü Fatih, Cem Sultan, Deli İbrahim, Dörtbaşı Mamur Şahin Çakırpençe, Dörtlükler, Elif Ana, Fatih ve Kısa Oyunlar, Fetih, Gardiyan, Genç Osman, Güzellik ile Aşk, Keziban-Allah'ın Dediği Olur, Kösem Sultan, Shakespeare, Sinan, Sokrates Savunuyor, Yavuz Selim, Yine Bir Gülnihal Dede Efendi, BizansDüştü-Fatih, Sinan, Kanunî, Yine Bir Gülnihâl, Korkut Ata, Atatürk, Atatürk Kurtuluş Savaşına Başlıyor, Topkapı, Mutlak Avcıları, Sevgi Hak. TARİHÎ CANLANDIRAN ESERLER
Her biri farklı bir değere sahipti bu eserler… Özellikle yazarımızın ayrı bir önem verdiği, Deli İbrahim, 4. Murat ve Kösem Sultan üçlemesi, bizde tarihimizi topluma ilk sevdiren oyunlar arasında sayılmalıdır. Bilhassa Yücel Çakmaklı’nın sinemaya aktardığı “4. Murat” sayı//67// şubat 94
filmi büyük yankı uyandırmıştı. Aktör Cihan Ünal müthiş bir oyun çıkarmıştı ama eserin güçlü çağrışımları da bir başkaydı. Oflazoğlu’nun hem tarihî hakikatlere verdiği değer, hem de dili kullanmadaki ustalığı, onu tiyatroseverlerin gönlünde daha bir yüceltiyordu. Tabiî bu eserlerin yazıldığı ve sahnelendiği döneme kadar başka tarihî oyunlar da kaleme alınmıştı, ancak okuyucu ve seyirci Oflazoğlu’nun eserlerinden bir başka tat almıştı. Sanatseverlerin kalbini fetheden Oflazoğlu, herkesin bilemediği bir sırrı keşfetmiş, sevenlerini bu duruşuyla etkilemişti. Önce sanatçımızın hayat hikâyesine kısaca bakmakta fayda vardır: 1932 yılında Adana’da doğan Turan Oflazoğlu, oyun yazarı, şair ve eleştirmenidir. İlk sanat aşkı, henüz çocukken yüreğine düştü. Bünyan İlkokulu’ndayken yaptığı Karagöz şekilleriyle kasaba halkına temsiller verdi. Daha sonra Güney Anadolu’dan büyük bir şehre geldi. İstanbul’da Gedikpaşa Ortaokulu, Vefa Lisesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Felsefe ve İngiliz Edebiyatı bölümlerinde eğitim gördü. Amerika Washington Üniversitesi’nde tiyatro dersleri aldı. 1967 yılında ABD’de ilk oyunu olan Keziban’ı yazan sanatçı, eserlerinin konularını genellikle tarihe dayandırmakla birlikte, tarihî incelemeye yönelik değil, karakterlerin kişilik ve iç dünyalarını yansıtmaya önem verdi. 4. Murat, Kılıç ve Ney, Kanuni Süleyman oyunları büyük övgüler aldı. Yazarımızın Sultanahmet Camii Ses ve Işık Gösterisi metni de geniş yankılar uyandırdı. Eserleri dolayısıyla bir çok ödüle lâyık görüldü. Türk Dil Kurumu 1968, TRT 1970, Avni Dilligil 1981- 82, AKM 1996, Karaman 2001 ödülleri sahibidir. Bir de Karacaoğlan Ödülü’nü 2010’da aldı. Türk tiyatrosuna usta işi eserler kazandıran Oflazoğlu, tercüme ettiği klâsiklerde de Türkçenin hakkını en ince ve iyi bir şekilde veren bir edebiyatçıdır. 4. MURAT’IN BÜYÜK BAŞARISI
Günümüz tiyatrosunun durumunu sorduğumda yazarımız bir zayıflıktan söz ediyor. Sebebini açıklarken ise “Pek çok etkisi var. Öncelikle kendi kaynaklarımızdan az yararlanılıyor.” diyor. Şekspir’in ölümünden sonra İngiltere’de unutulduğunu, Goethe ve Victor Hugo’nun yaklaşık 1,5 asır sonra bu büyük yazarı toplumlarına hatırlattıklarını söylüyor ve “Bu iki edebiyatçı, Şekspir’i yeniden keşfettiler ve insanlara sevdirdiler.” diyor Oflazoğlu:“Bir dizi en fazla birkaç bölüm olmalı. Böyle 20-30 bölümlük dizi mi olur? Bir
de esere sadık kalınmalı. Çok değiştiriyorlar, bozuyorlar. Meselâ rahmetli Yücel Çakmaklı, benim 4. Murat’ı televizyon dizisi yaptığında ona bir şart ileri sürdüm: ‘Bir kelimesine bile dokunulmayacak.’ Çakmaklı bu konuda hassas davrandı, sözünde durdu ve eseri olduğu gibi sinemaya uyarladı. Büyük bir ilgi gördü eser, geniş bir seyirci kitlesine ulaştı. Hatta o zaman televizyonlarda Dallas diye bir Amerikan dizisi vardı. Baş oyuncusu Ceyar’dı. Bir gazetemiz şöyle bir başlık atmıştı: ‘4. Murat Ceyar’ı geçti. UNUTULMAYAN RADYO GÜNLERİ
Turan Oflazoğlu’nun radyoculuğu da var. İstanbul Radyosu’nda yaklaşık 30 yıl çalışmış. Bunu sorduğumda geçmişe dalıyor ve eski günleri anıyor: “Refik Ahmet Sevengil İstanbul Radyosu’nda program yapıyordu. Benim Amerika’dan Türkiye’ye geldiğimi duyduğu zaman radyoya alınmam için tavsiyede bulunmuş. Bunun üzerine radyoda işe başladım. Tam 29 yıl çalıştım. Arkası Yarın gibi radyo oyunlarını hazırlıyordum, metinlerini seçiyordum. Çok güzel bir ortamımız vardı diye devam ediyor. TANPINAR’DAN TEŞVİK Turan Oflazoğlu’nun ilk büyük destekçisi ve teşvikçisi meşhur edebiyatçı Ahmet Hamdi Tanpınar olmuştur.. “İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okuyorum. Takiyeddin Mengüşoğlu felsefe hocamdı. Bir gün bir sınıf arkadaşım geldi ve haber verdi: ‘- Hoca seni bekliyor.’ Gittim. Odasına girdiğimde Hocamın yanında Ahmet Hamdi Tanpınar’ı gördüm, koltukta oturuyordu. Hocam Mengüşoğlu, Tanpınar’a dönerek, -İşte bahsettiğim edebiyata meraklı olan genç, dedi. Bunun üzerine Tanpınar bana şiirlerimden birkaç tane okuttu, sonra şunu söyledi: - Sende müthiş bir dram kabiliyeti var, sen mutlaka tiyatroyu denemelisin! Sonra kalktı, ağır ağır yürüyerek odadan çıktı, kapıdan çıkarken yine bana döndü: -Edebiyat dünyamıza senin gibi birinin gelecek olmasından büyük bir bahtiyarlık duyuyorum. Beni tiyatroya yönlendiren ilk şahsiyet Tanpınar’dır.”
5 Mart 2011 tarihinde Oflazoğlu hakkında TZT Kültür Merkezi’nde İdare ettiğim toplantı, muhteşem geçmişti. Yakınları, dostları ve tiyatroseverler yazarımızı yalnız bırakmazken konuşmalar esnasında duygulu anlar yaşanmıştı… Son konuşmacı Turan 95
KUR'AN'DIR BU!...
Oflazoğlu, alkışlar eşliğinde kürsüye çıkmış ve bütün dostlarına, programı düzenleyenlere teşekkür etmişti. Türk tiyatrosuna hizmet etmekten büyük bir memnuniyet duyduğunu belirten Oflazoğlu “Ne yaptıysam Türkçem için, insanımız için yaptım. Beni sanata bağlayan da bu sevgi, bu tutkudur.” demişti. Engin Uludağ’ın isteği üzerine de çocukken gördüğü bir rüyayı şöyle dile getirmişti: “Adana Ceyhan’daydık. Çocuktum. Bir gün rüyamda birini gördüm. Bana ‘Abdülkadir Geylani Hazretleri buradan geçti.’ dedi. Bu rüyamı imam olan babama anlattığımda ‘Demek ki zamanı gelmiş’ diyerek kalktı, evimizde bulunan Kur’an-ı Kerim’i indirdi ve rahleye koydu. Beni yanına çağırarak ilk Kur’an dersini verdi. İlk okuduğum ayetler, ‘Errahman, Allamel Kur’an…’ diye başlayan Rahman Suresi’ydi. Bu ahenkli sözler bana çok tesir etti. Yıllar sonra 4. Murat’ı yazarken bu etki altında bir tirad yazdım, çok beğenildi.” Ali emiri Efendi Kültür Merkezi’nde ikinci bir saygı toplantısı yapıldı. Bedir Acar’ın yönettiği bu toplantıda da Prof. Dr. İnci Enginün, Hilmi Zafer Şahin ve Murat Demirbaş konuşmuştu. Turan Oflazoğlu hakkında değerli incelemeleri bulunan İnci Enginün gecede Oflazoğlu’nu “Türk tiyatrosunun Shakespeare”i şeklinde tarif etmiş onu “Yarına kalacak üç beş yazardan biri” olarak işaret etmişti. Hocam Mehmet Kaplan ise “Turan Oflazoğlu’nun Cumhuriyet devrinin en büyük tiyatro yazarı olduğunu söylemişti. Oflazoğlu, mazimizi, bilhassa Osmanlı tarihini bize sevdirmiş, geçmiş ile bugünkü nesiller arasında bir köprü kurmuş üstün bir sanat adamıdır. Aziz yazarımıza sağlıklı, bereketli ve hayırlı bir ömür diliyorum. Üstadımızın eserleri içinde 4.Murad ta; tarihe geçen tiradı ile bitirelim… sayı//67// şubat 96
[SULTAN IV. MURAD elinde Kur'an'la YENÇERİYİ dizginlemeye çalışırken..] Kur’andır bu! Her karanlığı aydınlatandır bu! Bütün sözlere, bütün eylemlere hakandır bu! (Kalabalığın üstüne yürür.) Kur’andır bu! Yerin göğün sırrını kesin buyruklarla açıklayandır bu! Tekmil peygamberleri doğrulayandır bu! Kur’andır bu! (Yavaş yavaş tahtına doğru çekilerek) O doğmayan ve doğurmayanın ağzından, doğrudan doğruya onun ağzından konuşandır bu. O ki yerde insanların yürek vuruşunu ayarlıyandır, gökte yıldızların dönüşünü sağlıyandır. Onun ağzından konuşandır bu! (Oturur.) Kur’andır bu! (Bekler. Kalabalık büyülenmiştir. Murat, Kur’andan bir yer açar, sessiz okur, sonra.) Sultanlar sultanı Hud suresinde buyuruyor ki: “Büyüğünüz sizden nasıl davranmanızı isterse, öyle davranacaksınız kullarım!” Sorarım size: Bu kitabın yanıldığını ileri sürecek müslüman var mı içinizde? Sultanlar sultanı Et-tevbe suresinde buyuruyor ki: “Ey inananlar, Tanrıdan korkun ve sadık kişilerle beraber olun!” “İnananlar” deniyor… Tanrıya inanmayan müslüman var mı içinizde? Derim ki kullarım, kıyamet göğü gergin bir davul kesilip gümbür gümbür ötmeden, yeryüzünü karanlık yankılar kanlı çığlıklarla tir tir titretmeden derim ki, gecenin sarp doruklarından öfke yangınları kopmadan, yamaçlardan inen som ateşten süvariler tüm kentleri köyleri kasıp kavurmadan, derim ki, kara elmas tolgalı başbuğ, o yağız Yokluk Sultan, suçlu suçsuz bütün canlılar şimşek bakışlarıyla eritmeden, güzel çirkin tekmil bedenleri kül etmeden. kullarım, derim ki kendinize gelin… iş işten geçmeden!..