Biz’den… Şehirler , Kültürle Yoğrulacak, Kültürlü İnsanlarla Var Olacaktır.. “Bakma sen, kuşlar bir uçumluktur ne de olsa Denizler bir fırtınalık görkemli Bizse kendimizi insan olarak Bir tohum gibi dikmişiz sonsuzluğa.” (Edip Cansever) İnsanoğlunun sınav için bir ömür denilen zaman dilimini geçirdiği dünyada ;Bu zaman diliminin aslında ne kadar kısa bir süre olduğunu hissederiz…Hep denir ya iki ezan arasında geçen zaman dilimine bir ömür denir.. Doğumda isim için okunan ezan ile cenazede namaz kılınan ezan arasında sığdırılmış bir zaman dilimi... Bu zaman dilimini en faydalı şekilde değerlendirmek bizim sorumluluğumuz. Fayda kastımız ne ise, hangi konuda ihtisasımız var ise ,hangi konuda insanlığa ve ülkemize en iyi hizmeti yapabileceksek ona odaklı çalışmalıyız…Öyle bir çalışma ki; Milletimiz için yapmamız gereken hangi iş ise elimizden gelen işle hemen başlamalıyız.. Zaman ve mekân ayırd etmeksizin.. Mimar , Doktor, hukukçu, eczacı, Edebiyatçı, Kimyacı, fizikçi, sosyolog, teolog, iktisatçı, işletmeci, tarihçi, siyasetçi, esnaf, tüccar, sanayici, Çiftçi, Hayvan üreticisi ve yazarlar … Hemen başlayın! Ne ile başlayın nasıl başlayın! Herkes kendi branşı ile ilgili en uygun noktasından başlamalı… Doktorlar hastalarını düşünmeli , hukukçular millet ve ülkem için adaleti nasıl sağlarım nasıl hak ve hukuku teraziye alırımı düşünmeli, Mimar şehirleri nasıl medeniyetimize uygun yapılar ve şehir planları yapabilirimi düşünmeli, sanayici yarın ne kadar fazla üretebilirim diye düşünmeli, Çiftçiler besmeleyle ektikleri tohumların bereketini severek yaptıkları çalışmalar ile rekolteyi yükseltmeliler, bütün bunları yaparken çalışmalarında başarma inancı olmalı, çok çalışma olmalı, fedakarlık olmalı…Fedakarlık inanç ve azimle yenemeyeceğimiz hiçbir zorluk yoktur… Son birkaç ay içinde dünyayı saran pandemi’nin ülkemizdeki seyri ve ortaya çıkan vaka sayıları, artan ölümler, hatırı sayılır bir sıkıntı ortamının doğmasına neden olmuştur.. Bu çağın önemli bir salgın saldırısına karşı Ülkemizde; Cumhurbaşkanımızın önderliğinde ,sağlık bakanımız ve konuyla ilgisi olan bilim insanlarının oluşturduğu kurulların, hastanelerin, ve tüm sağlık personelinin oluşturduğu bir sağlık ordusu ile Koronovirüs adı verilen virüsle savaşmaktayız.. Sağlık ordumuzun bilinçli ve cefakar gayretleri sonucunda bu hastalığa karşı mücadelede başarılı olacağız.. Sağlık ordumuzun bu cansiperane çalışmalarına, devletimizin ülke genelinde uyguladığı önlemler ve milletimizin tarihten gelen bir fıtratla karşısına çıkan her büyük meseleye hamiyetli, vefakar, vakarlı bir duruş sergilemesi neticesinde bu badireyi de atlatacağımızdan eminim… Alınan önlemlerin başında sosyal mesafeyi korumak ve mümkün olduğunca sokağa çıkmamaktır… Eğer ülke içinde hastalığın yaygınlaşmasını istemiyorsak ve bu ölümcül hastalığa yakalanmak istemiyorsak bu kurallara harfiyen uymak zorunluluğumuz vardır…Zira bu ölümcül hastalığın benzerlerini tarihimiz içinde dünyada ve ülkemizde yaşadık..Binlerce vatandaşımızı kaybettik… Benzer bir durumla karşılaşmamak ve acı gerçek çok
sayıda ölümleri görmemek için; Sadece ellerimizi yıkamalı , sosyal mesafeyi korumalı ve * Evde kal Türkiye kurallarına uymalıyız… Dünyada bu pandemi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…Herkes dürüst olmak zorunda, “İyiliği tavsiye etmek ve kötülükten men‘etmek” vazifesini sadece dil ile değil, hâl ile müşterek, güzel bir üslûp ile gerçekleştirmek mecburiyetinde olacaktır. Zira dünya yeni günlere hazırlanıyor, bu yeni günlere kitaplarla hazırlanalım.. Bu süreçte de şerden hayır çıkarmalıyız.. Evde çalışma meselemiz dışında bol bol kitap okumalıyız.. Bir eski kitapçı olarak hep söylediğim bir cümle vardır, Satacaksan kitap satacaksın, alacaksan kitap alacaksın.. Okuduğumuz kitapların analizini yapmalıyız..Çünkü “ Artık Şehirler , kültürle yoğrulacak, kültürlü insanlarla var olacaktır..” Nisan ayının ilk haftası Kütüphaneler haftasıdır.. Kitaplar hep varolacaktır, Bu nedenle Ülkemiz Kütüphanelerini de hatırlamalıyız.. Örnek sayılacak kütüphanelerimiz var ülkemizde.. Bu kütüphanelerin oluşumuna önderlik etmiş insanların adı unutulmaz.. Bazı İnsanlar vardır, doğdukları yerlerin yüz akıdırlar. Bu insanlar sadece yaşadıkları zaman değil, öldükten sonra da eserleriyle, yaptıkları güzel işlere hayırla yad edilirler. Diyarbakır’da doğan Ali Emiri Efendi de işte bu insanlardan biridir. Fatihte Millet Kütüphanesi’ni kurarak milletine armağan etmiştir, Bu yıl açılışı yapılan Cumhurbaşkanlığı Millet kütüphanesi de Muhterem Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın direktifleri ve gayretleri ile ülkemizin en büyük kütüphanesi olarak açılmıştır, sadece bu eseri ile bile Cumhurbaşkanı’mızın adından tarihimizin geleceğinde hayırla anılacaktır.. Kütüphanelerimizin müdürlerini yani Hafız-ı Kütüplerini unutmayız, Beyazıtta Saip Senceri ve kedilerini unutmayız , Atatürk kütüphanesi müdürümüz şimdi Beyazıt kütüphanesi müdürümüz Ramazan Minderi unutamayız, Millet kütüphanesinde Mehmet Serhan Tayşi’yi unutmayız, Melek Gençboyacıyı unutmayız… Yazma Eserler Kurumu Başkanımız Prof.Dr.Muhittin Macit’i yazma eserler varlıklarımıza yeni bir boyut getirdiği için unutamayız.. İsam kütüphanesi’ni kurma fikrini veren TDV İslam ansiklopedisi hazırlanmasında veri tabanı oluşturmak için kurulan kütüphanenin kuruluşuna hizmet eden ilim adamlarını da hayırla yad ederiz…ve bu müesseseye hizmet eden yetkilileri de unutmayız… Kitaplara ve Kütüphanelere hizmet etmeyi ibadet gibi gören bu insanlara ülke olarak şükran duymalıyız.. Şehir ve Kültür dergimizin, yeni sayısı ile karşınızdayız..Saçımızı taradık, gravatımızı taktık huzurunuzdayız efendim.. Hz. Ali (Ra) valisine yaptığı tavsiyesinde der ki: “Seni yoksulluğa düşmekle korkutarak iyilik yapmana mânî olan cimriyi, büyük işler karşısında azmini kıracak korkağı ve de gözünü hırs bürümüş kimseleri istişâre heyetine alma!” “Hoş bulduk efendim,Hoşça bakın zatınıza…”
Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni
içindekiler
4 8
CUMHURBAŞKANLIĞI MiLLET KÜTÜPHANESi Ayhan TUĞLU
SELÇUKLU AYDINLANMASININ ANADOLU’DAKi iLK MERKEZi
“KUBBET-ÜL iSLÂM” AHLAT
Abdulhamit AVŞAR
13 14
22
MiLLET YAZMA ESER
KÜTÜPHANESi
Melek GENÇBOYACI
26
iSTANBUL’DA VE ANADOLU’DA
iFTAR SOFRALARI Kâmil UĞURLU
BÜTÜN DÜNYA AÇIK HASTANE,
HER EV BiR OKUL OLDU Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN
ANADOLUHiSARI CAMii Dr. M. Sinan GENİM
ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak
36 42
EVLiYA ÇELEBi’NiN SEYAHATNAMESi’NDE
MARAŞ
Serdar YAKAR
AYDINLAR, SALGINLARDAKi RESME
NASIL BAKIYOR?
Mehmet Cemal ÇiFTÇiGÜZELi
Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,
Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,
18 DÜNYADA VE TÜRKİYEDE SALGINLAR VE TEDBİRLER / Mehmet Kâmil BERSE 29 KARADENİZ’DE BÜYÜLÜ BİR YAYLA: AYBASTI PERŞEMBE YAYLASI / İbrahim AKÇAY 30 ORDU İYİLİKLE GÜZELLİĞİN KOYUN KOYUNA YAŞADIĞI ŞEHİR / Fahri TUNA
52
FATiH GÖNÜLLÜ VE
AHLAKLI ŞEHiRLERE Mehmet MAZAK
32 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ ŞAM -1- / Hüseyin YÜRÜK 38 KİTAPLIĞI OLAN PARMAK KALDIRSIN!... / Erbay KÜCET 41 SALGIN GÜNLERİNDE EVİMİZ / Mustafa UÇURUM 46 ŞEHİRLERİN ÜÇ DÜŞMANI AİDS, BABASIZ ÇOCUKLAR VE CORONAVİRÜS / Muhsin İlyas SUBAŞI 48 HARPUT’TAN MAMURET’ÜL AZİZ’E “ELAZIĞ” / Mehmet KURTOĞLU
60
51 KARANTİNA MIRILDANMALARI / İbrahim BAŞER TÜRK DÜNYASI ORTAK MÜZiK MiRASI
“ALMATI HALK MÜZiĞi ENSTRUMAN MÜZESi” Salih DOĞAN
54 BİTMEYEN MÜZELER DİYARI VİYANA / Şifanur Özçelik ŞİRİN 56 YÜZ SENE EVVEL İZMİR’DEN MANİSA’YA KADAR SEYAHAT -2- / Nakleden: Ali Rıza SEYFİ Yay. Hazırlayan: Âdem EFE 59 İSTANBUL ŞEHRENGİZİ 1.CİLT / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 63 HÂNEME YÂR GELİYOR -şiir- / Kâmil UĞURLU 64 ŞEHİR SOHBETLERİ 28 | ŞEHRE KAFA YORMAK / Ahmet NARİNOĞLU
72
68 HÜZNÜN VE KÜLTÜRÜN SEMTİ YEDİKULE / Dr. Şimşek DENİZ
ŞEHRi YENiDEN
70 ŞAİR NABİ’NİN TARİHİ DEĞERDEKİ: MEKKE VE MEDİNE YOLCULUĞU -I- / Dr. Şakir DİCLEHAN
Y. Mim-Rest. Uzm. Cem ERİŞ
75 ADINI DİLE GETİRENLER / Ezgi Elçin OYNAK
TASAVVUR ETMEK
76 BİR ENTELEKTÜEL BİLİM ADAMI: PROF.DR. AHMET KURT / H. Ömer ÖZDEN 79 ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ -6- / Mustafa ATALAR 80 ZELZELE / Muhsin DURAN 83 KENDİMİZE GİDELİM / Sıddıka Zeynep BOZKUŞ 84 KORONAVİRÜS GÜNLERİNDE TÜRKÇEMİZ… / İsmail BİNGÖL
94
HEKiMLERiMiZiN iNSAN
87 ÜMİT ETMEK NİMETTİR / Recep ARSLAN
VE SANAT AŞKI
88 ŞEHİR TARİHİ YAZDIRAN ADAM / Yıldırım AĞANOĞLU
Mehmet Nuri YARDIM
91 DİŞ HEKİMİ VE SES SANATÇISI ORHAN ŞENER / Hüseyin MOVİT
Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479
92 MUSİBETLERE RAHMET GÖZÜYLE BAKMAK -I- / Recep GARİP Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com
www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •
Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi
umhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi, 20 Şubat 2020 tarihinde Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN, Özbekistan Cumhurbaşkanı Sayın Şevket MİRZİYOYEV ve seçkin davetli topluluğu ile açıldı. Kütüphanenin inşaat süreci yaklaşık 3 yıl sürdü. Bu süreçte, 300’ün üzerinde bir ekip ile içeriğin hazır hale getirilmesi için çalışmalar Ankara ve İstanbul’da yürütüldü.
CUMHURBAŞKANLIĞI MİLLET KÜTÜPHANESİ
Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi sadece bir kütüphane değil, Yaşam Merkezi, Yaşayan Kütüphane olarak da hizmet vermektedir. Ayhan TUĞLU*
CUMHURBAŞKANLIĞI MİLLET KÜTÜPHANESİ SADECE BİR KÜTÜPHANE DEĞİL, YAŞAM MERKEZİ, YAŞAYAN KÜTÜPHANE OLARAK DA HİZMET VERMEKTEDİR.
Haftanın yedi günü yirmi dört saat, 7’den 70’e her yaş grubuna hizmet vermektedir. CUMHURBAŞKANLIĞI MİLLET KÜTÜPHANESİNDE AÇILIŞI YAPILAN SERGİLER, ANKARA’NIN KÜLTÜR VE SANAT FAALİYETLERİNE CANLILIK GETİRMİŞTİR.
Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığı, Bağlı Birimler Milli Saraylar Başkanlığı, Devlet Arşivleri Başkanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı ile Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin en büyük iki sergisi açılmıştır. MÜREKKEBİN İZİ İSİMLİ SERGİ
Medine’de, Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Buhara’da, Semerkand’da, Horasan’da, Konya’da, Bursa’da, İstanbul’da ve dünyanın pek çok farklı köşesinde üretilmiş kültür, sanat ve bilim faaliyetlerinin ürünü olan eserlerin en kıymetli örneklerini sunmaktadır.
*Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığı Kütüphaneler Daire Başkanı
sayı//69// nisan 4
HATT-I HÜMAYUNLAR (MÛCEBİNCE AMEL OLUNA) İSİMLİ SERGİ
Kanuni Sultan Süleyman’dan son padişah Vahdettin’e kadar ferman, berat, defter ve hatt-ı hümayun yer almaktadır. 20 Şubat'ta kapılarını açan Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesini, hizmet verdiği 25 günde 153 bin 330 kişi ziyaret etmiştir. Hafta içi günlük ortalama 6 bin 133 kişinin ziyaret ettiği kütüphanenin hafta sonu ziyaretçi sayısı 14 bin 700 kişiyi bulmuştur. Ziyaretçilerden büyük ilgi gören kütüphaneye, e-Devlet üzerinden de 60 bin 600 kişi üye olmuş, 101 kurum ve okuldan, 8 bin 490 kişiye de kütüphane tanıtımı yapılmıştır. KÜTÜPHANEDE FARKLI TÜRDEN KÜTÜPHANE VE SALONLAR BULUNMAKTADIR. BUNLARDAN EN ÖNEMLİSİ, KÜTÜPHANENİN MERKEZİ, KALBİ OLARAK İSİMLENDİRDİĞİMİZ CİHANNÜMÂ SALONU.
Cihannümâ Salonu, 3469 m2'lik alanda 224 kişilik oturma kapasitesi ile yaklaşık 200.000 adet kitaptan oluşan koleksiyona sahiptir. Bu Salonda Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürlüğü ile yürütülen ortak çalışma kapsamında 100’ün üzerinde ülkeye ait, 134 farklı dilden kitaplar kullanıcıların hizmetine sunulmaktadır.
Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları adına yazılmış kitaplar, tarihte kurulan 16 Türk İmparatorluğu/Devletine ait kitaplar yer almaktadır. Salon 16 sütun, 7 kat, ortasındaki
dünya küresi ve kubbesindeki Alak Suresinin 4. ve 5. Ayetlerinin meali “O, Kalemle Yazmayı Öğretendir, İnsana Bilmediğini Öğretendir” ile taçlanmaktadır. ARAŞTIRMA KÜTÜPHANESİ
3862 m2'lik alanda 630 kişilik oturma kapasitesine sahiptir. Kütüphane yaklaşık 20.000 adet kitaptan oluşan koleksiyonu ile hizmet vermektedir. Araştırma Kütüphanesi 2 katlı olup içerisinde toplam 20 adet grup çalışma odası bulunmaktadır. GENÇLİK KÜTÜPHANESİ
1699 m2'lik alanda 74 kişilik oturma alanı, 3 grup çalışma odasına sahiptir. Gençlik Kütüphanesi 12.000 adet kitaptan oluşan koleksiyonu ile 10-15 yaş arasındaki gençlere hizmet vermektedir. Gençlik Kütüphanesinde bulunan bireysel çalışma odaları rezervasyon yapılarak kullanılmaktır. Gençler, kütüphane içerisinde bulunan oturma alanlarında bireysel okuma yapabilecekleri gibi grup çalışmaları için ayrılmış 3 adet odada da faaliyetlerini gerçekleştirmektedirler. NADİR ESERLER KÜTÜPHANESİ
1699 m2'lik alanda 226 kişilik oturma kapasitesine sahiptir. Kütüphanede yaklaşık 50.000 adet nadir eser ve bu eserlerin sayısallaştırılmış formlarından oluşan koleksiyon bulunmaktadır. Kütüphane 2 katlı olup içerisinde 8 adet grup çalışma odası mevcuttur. Kütüphanenin 5
kubbesinde Cihannüma Salonunda olduğu gibi Alak suresinin 4. ve 5. ayetlerinin Türkçe meali yer almaktadır: “O, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir.” Kütüphane koleksiyonunda; Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmet Şevket Eygi, Şefik Can özel koleksiyonlarında bulunan yazmalar ile beraber pek çok nadir eserler de bulunmaktadır. Koleksiyonda bulunan en eski eser, Mehmet Şevket Eygi koleksiyonuna ait “Mevlidü’n-Nebi”dir. Eserin istinsah tarihi H.997-M.1588, müellifi ise Şeyhzâde Muhyî el-Manavgadî’dir. Ayrıca, bu kütüphaneden Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı tarafından sayısallaştırılması yapılan 45 milyon belgeye ve Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı tarafından sayısallaştırılan yazma eserlerin içeriklerine de erişim sağlanabilmektedir. NASREDDİN HOCA ÇOCUK KÜTÜPHANESİ
1061 m2'lik alanda 197 kişilik oturma kapasitesine sahiptir. Çocuk Kütüphanesi 25.000 adet kitaptan oluşan koleksiyonu ile 5-10 yaş arasındaki çocuklara hizmet vermektedir.
Kütüphanede masal dinleme etkinlikleri ve geleneksel Türk sanatlarına yönelik çalışmalar da yapılmaktadır. Ayrıca Çocuk Kütüphanesinde görsel ve işitsel materyalleri grup ya da bireysel olarak dinlemek/izlemek için özel olarak tasarlanmış bir cep sinema salonu bulunmaktadır. SES VE GÖRÜNTÜ KÜTÜPHANESİ
1800 m2'lik alanda 209 kişilik oturma sayı//69// nisan 6
kapasitesi ile yaklaşık 10.000 adet görselişitsel materyalden oluşan koleksiyona sahiptir. Ses ve Görüntü Kütüphanesi 2 katlı olup içerisinde 4 adet dijital oda ve 12 adet bireysel izleme/dinleme kabini bulunmaktadır. Bu kütüphaneden TRT’nin 1 milyon 200 bin müzik eserine, sesli kitaplarına, radyo tiyatrolarına erişilebilmektedir. EĞİTİM MERKEZİ VE ATÖLYELER
Kütüphanemizde bulunan Eğitim Merkezinde dersliklerin yanı sıra çeşitli konularda yapılacak olan atölye çalışmaları okuyucularımızın hizmetine sunulacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı (TÜBİTAK) tarafından kurulum çalışmaları devam eden doğa ve teknoloji bilimleri atölyesi, Turkcell tarafından kurulan Görme Engelliler Teknoloji Sınıfı ve Dijital Dönüşüm Ofisi tarafından kurulumu gerçekleştirilecek atölyeler bulunmaktadır. SÜRELİ YAYINLAR SALONU
1123 m2'lik alanda 193 kişilik oturma kapasitesi ile 1550 adet güncel dergi ve gazeteden oluşan koleksiyona sahiptir. Koleksiyonda edebiyat, sanat, tarih, hukuk, ekonomi, spor, sağlıklı yaşam gibi farklı disiplinlerde ve dillerde dergiler bulunmaktadır. OKUMA SALONLARI
2. ve 4. katlarda bulunmaktadır. 9610 m2'lik alana sahip olan Okuma Salonları 1328 kişilik oturma kapasitesi ile yaklaşık 300.000 adet kitaptan oluşan koleksiyona sahiptir. Okuma
Salonlarında 32 adet grup çalışma odası ve 8 adet dinlenme alanı bulunmaktadır. Kütüphane sadece kitap ve raflardan ibaret olmayıp, içerinde bir çok dinlenme, yemek salonu, pastane, etkinlikler için konferans ve toplantı salonlarını da bünyesinde barındırmaktadır. DİVAN SALONU
Kütüphane giriş katında olup 400 kişilik oturma kapasitesine sahiptir. Okuyucuların dinlenme ve bekleme için kullanabilecekleri bir alandır. YEMEK SALONU, PASTANE, DİNLENME ALANI
Kütüphanenin giriş katında 166 kişilik yemek salonu, 6. Katında ise 408 kişilik yemek salonu, 74 kişilik pastane ve 74 kişilik dinlenme alanı bulunmaktadır. DAVET KABUL SALONU
Konferans salonunun giriş alanında olup, 150 kişilik oturma kapasitesine sahiptir. KONFERANS SALONU
Kütüphanenin -2. Katında, 500 kişilik oturma kapasitesi, 4 adet simultane çeviri odası ile hizmet vermektedir. Yüksek teknolojik alt yapıya sahip olan bu salon, her yaş grubu için düzenlenecek etkinlikler için hazırlanmıştır. TOPLANTI ODALARI
Konferans Salonunun bulunduğu katta, farklı kapasitelerde 8 adettir. Çalıştay, seminer vb. gibi etkinlikler için tasarlanmış olan bu odalar kullanıcılara, yapılan etkinliğin görüntülü ve sesli kaydedebilme imkânını da sağlamaktadır.
SELÇUKLU MÜZE VE SERGİ SALONU
Kütüphanenin -2. katında olup 897 m2'lik alanda hizmet vermektedir. Sahip olduğu geniş alanı ve yüksek aydınlatmaları ile tüm sanatsal faaliyetlere uygun olarak tasarlanmıştır. ANADOLU SALONU
Kütüphanenin -2. katında olup 600 m2'lik alanda hizmet vermektedir. Sahip olduğu geniş alanı çok amaçlı etkinlikler (toplantı, sergi vb.) için tasarlanmıştır. SEMİNER SALONLARI
Kütüphanenin 6. katında özel toplantılar için tasarlanmıştır. 7
SELÇUKLU AYDINLANMASININ
ANADOLU’DAKİ İLK MERKEZİ
“KUBBET-ÜL İSLÂM” AHLAT Ahlat’ın, tarihimiz açısından ilk önemi, Büyük Selçuklu Devleti’nin Anadolu’yu fethinde üstlendiği rolden kaynaklanır. Abdulhamit AVŞAR*
an Gölü’nün kuzeyinde uzanan Selçuklu kuşağının en önemli yerleşim yeri neresidir denilirse, ittifakla “Ahlat” denilecektir. Ahlat denildiğinde de, ilk akla gelen muhteşem Selçuklu mezarlığı olacaktır. Şüphesiz, bu cevaplar yanlış da değildir. Ancak Ahlat, yalnızca Meydan Mezarlığı’ndan ibaret de değildir. Daha nice hazineleri göğsünde barındıran bir şehirdir. İşte bu yazımızda Ahlat’a değişik bir açıdan bakmaya, onu “Kubbetül İslam” kılan hazinelerinden söz etmeye çalışacağız. Zaten, dünyanın bu en büyük ve ihtişamlı mezarlığı, şehrin bu hususiyetinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır aslında. Kubbet-ül İslâm unvanı, İslam medeniyetinin yükseliş döneminin büyük kültür ve ilim merkezlerine verilen bir unvandır. Klasik dönem kaynaklarından bu unvan, yalnızca üç şehir için kullanılır. Üçü de Türk kültür sahasında yer alan Belh, Buhara ve Ahlat. Eski Ahlat, bugünkü İki Kubbe ve Taht-ı Süleyman mahalleleri arasında uzanıyordu. Oldukça geniş bir yüzölçümü vardı. Kaynaklar, Ahlat şehrinin 12.yüzyılda, 4,5 kilometre enine, 11 kilometre uzunluğuna sahip olduğunu naklederler. Çevresi ise bir dış kaleyle çevriliydi. Özellikle Ahlatşahlar Devleti döneminde nüfusunun oldukça kalabalık olduğunu, 300 bine ulaştığını da biliyoruz. Ne var ki, depremler ve çeşitli askeri saldırılar sonucu büyük yıkıma maruz kalmış, 15. yüzyılda, henüz Osmanlı topraklarına katılmadan önce de eski ihtişamını kaybetmiştir. Tarihî kaynaklar, gerileyiş dönemlerinde Ahlat dışına büyük göçlerin yaşandığını ve şehrin büyük ölçüde boşaldığını kaydederler. Mesela, yıkıcı bir deprem sonrası 12 bin hanenin ta Kahire’ye göç ettiği bilinmektedir. Şayet, her bir hanenin 5 kişiden oluştuğu varsayılırsa bile, yaklaşık 60 bin kişiye tekabül eden bir sayıdır bu. Şehir, Osmanlı hâkimiyetine geçtikten sonra eski yerinden taşınarak bugün sahilde bulunan kale içinde yeniden kurulmuş, günümüzde ise ilk zamanlarda olduğu, yine sur dışında yerleşmiş durumdadır.
*TRT Kazakistan Temsilcisi
sayı//69// nisan 8
Ahlat’ın, tarihimiz açısından ilk önemi, Büyük Selçuklu Devleti’nin Anadolu’yu fethinde üstlendiği rolden kaynaklanır. Uzun yıllar Selçuklu yönetiminde kalan o günkü şehrin kalıntılarını, günümüzde “Harabe Şehir” olarak bilinen yerleşim yerinin karşısındaki yamaçta
gezmek mümkündür. Malazgirt Meydan Savaşı sırasında Büyük Selçuklu Ordusu karargâhı Ahlat’ta kurulmuştu. Yöre halkı, karargâhın bugün sadece kalıntıları ayakta kalabilen bu yerde olduğuna ve Sultan Alpaslan’ın da buradan savaşa hazırlandığı ve hatta savaş otağını buraya kurduğuna inanmaktadırlar. Bugün yalnızca bazı kalıntıları ayakta kalabilen söz konusu yerin eski Ahlat’ın iç kalesi olduğu tahmin edilmektedir. Bu ise halkın inancını destekleyen bir vakadır. Selçuklu şehir anlayışı, Orta Asya Türk kültür ve yaşayış biçiminin, İslamiyet’le bağdaştırılarak yeni fethedilen yerlere aktarılmasıyla ortaya çıkmış bir modeldi. Bu modelde, iç kale merkezi bir işleve sahipti. Orta Asya’daki orduşehir geleneğine uygun olarak idarî ve askerî merkezler iç kalede bulunurdu. Dolayısıyla, Sultan Alpaslan’ın Malazgirt Savaşı öncesinde burada konakladığı rivayeti doğru olabilir. Eski Ahlat’tın iç kalesinde, bir de cami kalıntısı dikkat çekmektedir. Cami dediğime bakmayın, yalnızca minarenin kaidesi gelebilmiş günümüze. Karahanlılarla ortaya çıkan ve Selçuklularla Anadolu’ya taşınan Türk minare yapım sanatıyla inşa edildiği anlaşılan minarenin spiral bir görünümde olduğu tahmin edilmektedir. Camiler, Selçuklu şehir anlayışında merkezî yere sahip yapılardı. Şehirlerin kuruluş ve mekân örgütlenme düzeni camilere göre belirlenirdi. Önce bir cami yapılır, ardından etrafına diğer sosyal mekânlar inşa edilirdi. Mahalleler de bunların etrafında kurulur ve gelişirdi. Dolayısıyla Türk-İslâm şehirlerinin
meydanları camiler ve etrafında kurulan külliyeler olurdu. Mahallenin tüm sokakları bu “meydan”a açılırdı. Bu özellikleri dolayısıyla da, merkezde inşa edilen camilere “ulu cami”, “cami-i kebir”, “sultan camii” gibi adlar verilirdi. Diğer yandan Selçukluların şehir anlayışlarını belirleyen iki temel unsur vardı. Birincisi, yerleşik kanaatin aksine, Türklerde şehir hayatının çok erken dönemlerde başlamıştı ve bundan dolayı Selçuklularda şehircilik anlayışı bir dünya görüşüne çevrilmiş durumdaydı; diğeri de, çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde İslâm medeniyetindeki şehir düşüncesi ve felsefesine vâkıf hale gelmişlerdi. Avrupa merkezli Türk kültürü anlayışı, Türkistan Türk devletlerinin bağımsızlıklarını elde etmelerinden sonra yapılan arkeolojik çalışmalarla büyük oranda geçerliliğini yitirmeye başladı çok şükür. Son araştırmalar, Türklerin çok kadim zamanlardan itibaren şehir hayatı yaşamaya başlamışlarını ve buna bağlı olarak da bir arada yaşama kültürü edindiklerini gösteriyor. Bu birikim sonucu, Anadolu’ya gelmeden önce güçlü bir şehirleşme felsefesi oluşmuştu. İslâm medeniyet dairesine girildikten sonra da, bu düşünce, daha da pekişip gelişmiştir. İşte bunlardan dolayıdır ki, Eski Ahlat şehri de, cami ve iç kale merkezli kurulmuştu. Ahlat’ın öneminin bilinmesi ve tanınmasında büyük katkıları olan Prof. Haluk Karamağaralı’nın yaptığı kazılarla ortaya çıkartılan diğer sosyal ve kültürel mekânlar, -saray hamamı, medrese, şifahane, imarethane, bezirhane, çifte hamam gibi- bu merkezin çevresinde sıralanıyordu. 9
Selçuklu Ahlat’ı, aynı zamanda büyük bir ticarî merkez konumundaydı. Doğrudur, şehir, eskiden beri ticaret kervanların önemli bir güzergâhı üzerindeydi. Ancak, Doğu Roma’nın gerilemeye başlamasından sonra önemini büyük ölçüde kaybetmişti. Selçuklular ise uygulamaya başladıkları ekonomi politikalarıyla ticaret hayatını ihya etmişler ve şehrin bu konumunu öncekinden daha ileri bir seviyeye taşımışlardır. Diğer yandan imarethaneler de, tüm Selçuklu Türk şehirlerinde olduğu gibi Ahlat’ta da, şehrin temel sosyal yapılarından biriydi. Şehre gelen yabancılar ve kimsesiz insanların ihtiyacını karşılamak maksadıyla inşa edilen bu yerlerde yolculara, kimsesizlere ve öğrencilere ücretsiz hizmet veriliyordu. Bu hizmet sırasında kimsenin etnik kimliğine, dini inancına bakılmıyor yalnızca ihtiyaç sahibi olup olmadığı kıstas alınıyordu. Diğer yandan şehrin sosyal yapıları arasında birçok hamam kalıntısının ortaya çıkarılmış olması, Türklerin daha 11.yüzyılda bile dönemine göre çok ileri bir şehir ve uygarlık anlayışına sahip olduğunu göstermektedir. Velhasıl, Türklerin Anadolu’yu yurt edinmesiyle başlayan Selçuklu Rönesansı’nda önemli bir yeri vardır Ahlat’ın. Yeni medeniyet anlayışının yoğrulduğu, İslâm dünyasının en parlak şehirlerinden biri haline gelmiştir 12-13. yüzyıllarda. Burada yeniden tutuşturulan kültür ve medeniyet meşalesi önce Anadolu, ardından da dünyaya ışık saçmaya başlamıştır. Bu manada Ahlat, Orta Asya’dan taşınıp İslâm medeniyeti ile yeniden yoğrulan müesseselerin, değerlerin baş aktarım merkezi sayı//69// nisan 10
olma özelliği taşır. Öyle ki, bu kentin ilim ve sanat atmosferinde yetişen sanatçılar Divriği Ulu Camii’nin taç kapısından, Konya Alaeddin Camii’nin minberine Anadolu ve havzasının hemen her yerinde günümüze kadar gelecek pek çok eserin müellifi olmuşlar, öncülük ve rehberlik etmişlerdir. “Kubbet-ül İslâm” unvanı da işte bu sebeple verilmiştir kendisine. “AHLATŞAHLAR” Van Gölü Havzası’nın sosyal ve kültürel dokusunda özel yeri olan devletlerden biri de Ahlatşahlar’dır. 1100 yılında Ahlat merkezli kurulan bu devletin hüküm sürdüğü yıllar, Selçuklu kültür ve sanatının zirveye ulaştığı bir dönem olmuştur. Sultan Alpaslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’daki toprakları, beylerine ıkta olarak dağıtmıştı. Osmanlı’da tımar adını alan ve mülkiyeti devlette kalmak şartıyla toprakların kullanım hakkının kişilere devredilmesini öngören “ıkta”nın tahsis edildiği beylerden biri de Alpaslan’ın kardeşi Yakuti idi. Yakuti, vefat ettikten sonra yerine oğlu İsmail Kutbüddin geçti. Onun zamanında beylik, bütün Azerbaycan’ı içine alacak şekilde genişledi. İsmail ise karargâhını Ahlat’ta kurmuştu. Ne var ki kısa bir süre sonra o da vefat etti. Yerine geçecek varisi olmadığından, yönetim, komutanlarından Sökmen’e verildi. Bu ise, Ahlat başta olmak üzere bölgenin kaderini değiştirecek tarihî bir başlangıcı oldu. Kaynaklarda “Sökmenşahlar”, “Ermanşahlar” adlarıyla da anılan Ahlatşahlar devrinde bölgede büyük ilmî ve kültürel gelişmeler ortaya çıktı. Öyle ki, o meşhur anıt mezarlık –ki, blindiği gibi burası asıl olarak bir “umera” ve “ulema” mezarlığıdır- ve şehrin bugün ayakta kalan tarihî yapılarının çoğu bu devrin eserleridir. Büyük Selçuklu Devleti’nin bir beyliği durumundaki Ahlatşahlar ise, bütün bu parlak faaliyetleri yalnızca bir yüzyıla sığdırdılar ve 1207 yılında tarihe mal oldular. Sökmenoğulları yani Ahlatşahlar Devleti’nin nasıl ve niçin yıkıldığı da ayrı bir yazı konusudur, aslında. Cengiz Han’ın orduları önünden kaçan Celaleddin Harzemşah’ın, özellikle, Kudüs’te Haçlıları affetme erdemi gösteren Eyyubi Sultanı Selahaddin Eyyubi’nin bir ilim ve kültür merkezi olan, halkı Müslümanlardan müteşekkil Ahlatşahlar’ın yıkılması ve kentin harap edilmesindeki rolü hakkında da söylenecek çok sözler bulunmaktadır diğer yandan. Her neyse! Konumuza dönersek…
Sökmenoğulları’ndan sonra, Ahlat’ta kültür ve sanat faaliyetleri büyük ölçüde gerilemeye başlar. Sonraki iki yüzyılda da, eski ihtişamı tamamen kaybeder. Bu sırada deprem gibi doğal afetlerin de sonucu olarak, nüfusun büyük bölümü Ahlat’ı terk eder. Yukarıda zikrettiğimiz Kahire’deki mahalle de bu dönemde kurulur. Mahalle, “El Hayatul Hayat” adıyla bugün de varlığını sürdürmektedir. Söz konusu dönemde Ahlat’tan göç eden bir topluluk daha vardır. Onların göçleri ise tarihin seyrini değiştirecektir: Osmanlı Devleti’nin kurucusu Kayı boyu. Kayılardan günümüze, Eski Ahlat’ın Van Gölü’ne bakan bir bölgesinde yer alan Kayı mezarlığı kalmıştır. Kayılar, Van Gölü Havzası’ndaki ilk durakları olan Erciş’ten buraya gelerek, 13.yüzyıl başlarına kadar Ahlat’ta yaşamışlardır. Söğüt öncesi tarihleri hakkında çok şey bilinmeyen Kayı boyunun, Ahlat’ta yaşadığı ise tarihçiler tarafından genel kabul gören bir görüştür. Yani Osmanoğulları da Ahlat’ın kültür ve medeniyet ortamında yaşamışlar, büyük ve kutlu seferlerinden önce bu havayı teneffüs etmişlerdir. Gündüz Alp’tan Süleyman Şah’a, onun oğlu Ertuğrul Bey’e kadar ilk kurucu ataların kişilikleri Ahlat’ta şekillenmiştir, diğer bir deyişle.
ve büyük atası Ertuğrul Gazi adına küçük bir kale yaptırmıştır. Ancak bu kale, Safevi Şahı Tahmasp’ın Yavuz’dan sonra şehri işgalinde büyük zarar görmüştür. Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan Süleyman, Irak seferine çıktığında konakladığı Ahlat’ta bu durumu öğrenmiş ve 1556’da bugünkü kaleyi inşa ettirmiştir. Ve kaleye kendisiyle birlikte babası Yavuz Sultan Selim’in adına da kitabe koydurmuştur. Bu sebeple bugün aynı kalenin iki kitabesi bulunmaktadır. Selçukluların devamı olan Osmanlılar da, onların şehir anlayışına uygun olarak kale içerisinde şehirler inşa etmişlerdir. Bugün Ahlat’taki Sahil Kalesi’nin içinde günümüze kadar ulaşan İskender Paşa Külliyesi ve Kadı Mahmut Camii bu geleneğin mirasıdır. Camilerin ortak özelliği ise, Osmanlı dönemi eserleri olmalarına karşın, minarelerinin Selçuklu tarzı ile inşa edilmiş olmasıdır. Bunun da tabiî karşılanması gerekir, çünkü bizim eğitim sistemimizde özet olarak geçilen “Selçukluluk” bir tarzdır, bir medeniyet inşa usulüdür. Selçukluluk, Ahlat’ta sadece mimarî miras olarak kalmamıştır. Bugün sosyal ve kültürel olarak da yaşatılmaktadır. Ahlat’tan yetişen ve Türkiye’nin dört bir yanına yaşayan insanlarda gördüğümüz ruh da bunun eseridir.
Diğer yandan Osmanoğulları’nın Ahlat’taki günlerini unutmadıklarına da şahit oluyoruz. Bunun en çarpıcı misali, şehirdeki ayakta kalabilmiş Osmanlı eserlerinin en görkemlilerinden olan Sahil Kalesi’nin yapılış öyküsünde karşımıza çıkmaktadır. Tarihî kayıtlara göre, Yavuz Sultan Selim, İran seferine çıkarken bir süre Ahlat’ta konaklamış
2000’li yıllardan itibaren, Ahlat’ta Selçuklu mirasını yaşatma, yaygınlaştırma için somut birçok girişim başlatıldığı da göze çarpmaktadır. Bu manada Selçuklu dönemi geleneksel motifleri ve el sanatlarını canlandırmayı amaçlayan bir uygulama atölyesi hayata geçirildiğini görüyoruz. Ahlat Belediyesi’nin 16.yüzyıla kadar çini, seramik ve takı 11
yapımında dünyanın önde gelen yerlerinden biri olan şehirde, bu sanatın öğretilmesi ve yaygınlaştırılması için kurduğu bu atölye, daha sonra Bitlis Eren Üniversitesi’ne devredilmiş ve El Sanatlar Bölümü olarak faaliyet göstermeye başlamış. Halı, kilim, seramik, çini, tezhip, hat gibi geleneksel Selçuklu sanatlarının öğretildiği ve uygulamalarının yapıldığı bölümün çalışmalarının hepsi Ahlat’taki arkeolojik kazılarda bulunan eserlerden elde edilen örnekler bağlamında sürdürülüyor. Burada, kazılarda ortaya çıkan seramiklerin, form olarak da birebir orijinallerinin hem dökümleri yapılıyor hem de bunların üzerine özgün eserlerdeki desenler çiziliyor. Ahlat’ın zengin kültürel geçmişini yaşatmaya çalışanlar yalnız kurumlar da değil, elbette… Bunu amaç edinmiş birçok gönüllüler de var. Her biri idealist bir ruhla, Selçuklu sanatını ihya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Ahlat’ın bir başka özelliği de, ahilik kurumunun Anadolu’daki merkezi olması. Osmanlı döneminde lonca adıyla devam ettirilecek bu çok önemli sosyal kurum ilk olarak Ahlat’ta ortaya çıkmıştır, bilindiği gibi. Ahilik, sözünü ettiğimiz Anadolu Selçuklu Rönesansı’nın da önemli kurumlarından biriydi. Yalnızca iktisadî insan modeli öngörmüyor, mensuplarının ahlaki olarak da gelişmesini hedefliyordu. Çünkü Farabi’nin dediği gibi ahlâk, öğrenilebilir bir olgudur ve bu yüzden hayat boyu öğrenilmeye devam etmelidir. Ahlâkın hakim olmadığı kurum ve kuruluşlar ise misyon ifa edemezler. Ahilik, Ahlat’ın her taşına sinmiş bir durumdadır. Öyle ahiliğin temelini oluşturan esnaflık, bugün de canlılığını sürdürüyor, aynı ruh ve idealle, kentin Selçuklu ruhunu yaşatmaya devam ediyor. Ahlat’la ilgili anlatılacak daha çok şey var, kuşkusuz… Sahabe mezarları, o ihtişamlı, Türkistan’dan taşınan mezar geleneğiyle inşa edilen Selçuklu Meydan Mezarlığı, Selçuklular, İlhanlılar, sayı//69// nisan 12
Karakoyunlular dönemlerine ait, her biri bir başka göz alıcı sanat abidesi kümbetler, Nakış Karamağaralı’nın ortaya çıkardığı Uygur tapınağı, tapınağın bulunduğu yerde bulunan kaya evler, kazılardan ortaya çıkarılan paha biçilmez eserlerle oluşturulan Ahlat Müzesi… Ve Van Gölü’nün o eşsiz manzarasının seyredilebileceği asude mekânlar, geleneksel tarzda inşa edilen evlerin bahçelerinde dalından koparılıp yenmeyi bekleyen enva-i çeşit meyveler, enfes demlenmiş çaylarıyla, sabah namazı vaktinde bile kahvaltı keyfi yaşatmayı bekleyen çayhaneler, geleneksel ev yemeklerinin tadılabileceği lokantalar… Ve daha neler neler!.. İnşallah, bunlardan bahsetmeyi başka zamana –belki de gidip görmeye- bırakarak, son bir sözle yazıyı tamamlamak istiyorum: Ahlat’ta Cumhurbaşkanlığı Köşkü yapma düşüncesi, kelimenin tam anlamıyla bir tarih şuurunun göstergesidir. Bu teşebbüs, beldeye vefa duygusunun da mücessem bir ifadesi olmuştur. Aynı şekilde, kentin “Kubbetül İslâm” kimliğine yaraşır bir turizm projesi hazırlanıyor olması da son derece kıymeti haizdir. Çünkü Ahlat, herhangi bir yer değildir. Selçuklu Türk ruhunun Anadolu’ya yayılma merkezi ve bugün de diri tutulduğu bir yerdir. Ahlat’a ne kadar değer verilirse ve destek olunur ise bu ruh o kadar ihya olacak ve güçlenecektir. Erciş ile başlayıp Adilcevaz ve Ahlat ile devam ettiğimiz Van Gölü Havzası Selçuklu Kuşağı’nın Van, Bitlis, Tatvan, Güroymak, Mutki, Hizan, Korkut, Bulancak, Mollakent, Muş ve çevresindeki uzantısında yer alan Selçuklu mimari, kültür ve sosyal izlerini anlatmaya zaman zaman devam edeceğiz nasip olursa. Ve bu yazı için son söz: Ahlat’ı ve adını saydığımız diğer Van Gölü Havzası beldelerini görmemek, gezmemek bir noksanlık kabul edilmelidir.
Her kurum ve kuruluş, yenilik sınırlarını genişletmek ve verimlilik çalışmalarını hızlandırmak için, işyerleriyle birlikte çalışanlarının evlerini, üniversitelerle bütünleştirmelidir. Kurumlarda ve kuruluşlarda, sürekli yenilik yapmak için, her yerde sürekli eğitim yapılmalıdır…
BÜTÜN DÜNYA AÇIK HASTANE,
HER EV BİR OKUL OLDU
Geleceğin karşılıklı iletişim ve etkileşim içinde, bilgisayar ortamında yapılan eğitimle, dünyadaki her üniversite, öğrenci ve hocalarıyla evlere taşınıyor artık... Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*
ğitim çalışmalarına yeni boyutlar kazandırmak, öğrenmesini öğrenmek, düşünce ve eylem dünyasını zenginleştirmek, bütün ülkelerin karşı karşıya olduğu sorunların başında gelmektedir. Yeni yüzyılda, eğitim çalışmaları, okullardan daha çok okul dışı alanlarda yoğunlaşacaktır. İletişim kanallarının zenginleşmesi, evlerle birlikte işyerlerini de bir üniversiteye dönüştürmüştür. Geleceğin üniversiteleri, bugünün üniversitelerinden çok farklı olacaktır…. Her alanda rekabetin uluslararası boyutlar kazanması, başta üniversiteler olmak üzere, bütün kurum ve kuruluşları, sürekli yenilik yapmaya zorluyor.
*TC.Maltepe Üniversitesi
Sürekli eğitimi yaygınlaştırmak ve eğitimin kalitesini artırmak için, işyeri, ev ve üniversite üçgenindeki eğitim çalışmalarının, bilgisayar ortamında odaklanması gerekir. Bilgisayar ortamında, zaman ve mekan farkının ortadan kaldırılmasıyla, bilinen eğitim yöntemleri, geçerliliklerini büyük ölçüde yitireceklerdir. Çünkü, bilgisayar ortamına aktarılan eğitimde, hem maliyetler düşecek, hem de kalite artacaktır…Sürekli ve uzaktan eğitimle, geçerliliğini yitirmiş, verimsiz ve etkisiz, yöntemler yerine verimli ve etkili, bilgisayara dayalı eğitim teknikleri önem kazanıyor artık.. Geleceğin karşılıklı iletişim ve etkileşim içinde, bilgisayar ortamında yapılan eğitimle, dünyadaki her üniversite, öğrenci ve hocalarıyla evlere taşınıyor artık... Dünyadaki her ev ve işyerine ulaşmaya çalışmayan üniversiteler de, küçülmek zorunda kalacaklardır…Bilgisayar ortamında, ürün, hizmet ve bilgi üretebilmek için, üniversite, ev ve işyeri üçgeninde, herkesin, sürekli ve uzaktan eğitimden yararlanacak bilgi ve donanıma sahip olması gerekir. Bunun için de, kamu, özel ve gönüllü eğitim kuruluşları, birbirleriyle yardımlaşmalıdırlar. Artık bilgisayar ortamındaki eğitim, her kademe ve her konudaki eğitimin, temelini oluşturacaktır.Dünyanın karşı karşıya olduğu sorunların başında eğitimsizlik, mesleksizlik ve yoksulluk gelmektedir. Üniversiteleri evlere taşıyarak, uzaktan eğitim yöntemlerini geliştirmeden, dünyada çok düşük olan, ortalama eğitim süresini uzatmak mümkün olmaz. “Evdeki Okul”larla hem Ron Paul'un "Okul Devrimi", hem Selman Han'ın "Dünya Okulu", gelişerek yeni açılımlar kazanıyor.. Onların kitaplarında ayrıntılı olarak ortaya koydukları ve önerdikleri eğitim yollarıyla,bütün eğitim kurumlarının ve kuruluşlarının, verimlilikleriyle birlikte, etkinlikleri de artacaktır. Karşılıklı iletişim ve etkileşime dayanan bilgisayar ortamındaki eğitim, bilinen yüz yüze eğitimi, bütünüyle dönüştürecektir. Dünya yeni bir eğitim dönüşümünün arifesindedir. Bugünün eğitim kurumları, geleceğin öğrenme yöntemlerini uygulamaya hazır olmalıdırlar.Her yüzyılın kendine özgü eğitim kurumları ve eğitim yöntemleri vardır..Dünyada eğitim yoksulluğunun üstesinden gelmeden, üretim yoksulluğunun üstesinden gelinemez..Ülkelerin eğitim seviyelerini 13
ANADOLUHİSARI CAMİİ Reşad Ekrem Koçu 1959 yılında yayımladığı “İstanbul Ansiklopedisi”nin, II. Cildi’nde, günümüzde mevcut olan yapının üzerinde bulunan yapım kitabesine dayanarak bu caminin Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırıldığını söyler.. Dr. M. Sinan GENİM
sküdar Bölgesi, İstanbul’un fethinden çok daha önce, Orhan Bey (1324-1362) döneminde Osmanlıların eline geçer (1329). Daha sonra Sultan Yıldırım Bayezıd (1389-1402) Kocaeli’nden hareketle Yoros Kalesi’ne gelir. Bu sırada Şile Hisarı’nı antlaşma yoluyla Osmanlı topraklarına katar. Yoros’ta ikamet ettiği süre içinde Güzelcehisar-Anadoluhisarı’nı inşa ettirir. Âşıkpaşazâde; “Sultan Boğazkesen’in üst yanına bir hisar yaptı. Güzelcehisar derlerdi. Hisar tamam oldu, içine er koydu, tahkim etti...” sözleriyle H. 793-794/1391-92 senesi içinde bu hisarın yapıldığından bahseder. Daha sonraki yıllarda Fatih Sultan Mehmed (1444-1446/1451-1481) Rumelihisarı’nı inşa ederken, Güzelcehisarı’da tahkim ederek bir hisarpeçe yaptırır. Yüzyılı aşkın bir süre sonra bölgeyi gezen Evliya Çelebi, Anadoluhisarı’nı “...kale önünde Mehmed Han’ın bir camii var, başka eser yoktur...” sözleriyle anlatır. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, 1779 yılında temize çektiği “Hadîkatü’l-Cevâmi” isimli, İstanbul camilerini anlatan eserinde, Anadoluhisarı Camii için “Kalenin önünde deryaya nazır fevkâni bina olunmuştur. Mahfili hümayunu vardır...” demektedir. Hüseyin Efendi’nin fevkâni tabiri ile Nev’îzâde Atâî’nin (Ekim 1583-Ekim 1635) “Hamse” isimli eserinde karşımıza çıkan görüntü birbirine uymamaktadır. Atâî’nin çiziminde kalenin önünde bulunan, çatısı kurşun kaplı, tek minareli yapı tahtâni (düz ayak) bir yapıdır. Kalenin diğer yönünde bulunan namazgahı da caminin önüne yerleştirdiği anlaşılıyor (Foto: 1). XIX. yüzyılın başlarına ait bir gravürde de kalenin soluna doğru kurşun külahlı ince uzun bir minare görülmektedir (Foto: 2). Anadoluhisarı yerleşmesi de çoğu İstanbul semti gibi sık sık yangınlarla tahrip olur. Anlaşılan Atâî’nin çizimiyle, Hüseyin Efendi’nin gezisi arasındaki yüz elli yılı aşkın zaman içinde cami yenilenmiş ve fevkâni olarak yeniden yapılmıştır. Anadoluhisarı’nda kayıtlara geçen en büyük yangın 30 Ağustos 1878 günü meydana gelir ve kale çevresiyle, kale içinde bulunan çok sayıdaev tahrip olur. Muhtemelen bu yangın sırasında eski cami de tahrip olur. Bugün farklı bir noktada yapılmış olan yeni caminin üzerinde bulunan H. 1301/1885-1886
sayı//69// nisan 14
tarihli kitabeye göre Sultan II. Abdülhamid tarafından fevkâni olarak yeniden yapılır. Reşad Ekrem Koçu 1959 yılında yayımladığı “İstanbul Ansiklopedisi”nin, II. Cildi’nde, günümüzde mevcut olan yapının üzerinde bulunan yapım kitabesine dayanarak bu caminin Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırıldığını söyler ve hemen herkes üzerinde yeteri kadar araştırma yapmadan buradan edindiği bilgiyi kendi yazılarında da kullanarak bu kabulü yaygınlaştırır. “Konstantiniyye’den İstanbul”a isimli kitabımın III. Cildi’ni yazarken, incelediğim çok sayıdaki fotoğrafın bazılarının 1900’lü yılların başında çekilmiş olmalarına karşın, Anadoluhisarı iskelesinin arkasında fevkâni bir cami ve yüksek bir minarenin görüldüğünü fark ettim. Yaklaşık on senedir bu yanlışı düzeltmek için bir makale yazmak istedim. Photo Sebah’ın 1878 yangını öncesi çektiği bir karede, kalenin sol gerisinde ince uzun, kurşun külahlı bir minare görülmekte. Hemen hemen aynı tarihlerde Guillaume Berggren tarafından çekilen karede de aynı minare görülmekte olup, bu dönemdeki caminin kubbeli değil, kırma çatılı olduğunu söyleyebiliriz (Foto: 3 ve 4). 15
1885-1890 tarihleri arasında amatör bir fotoğrafçı tarafından çekilen karede ise, yeni yapılmakta olan cami ön cephesine ve minarenin çevresine kurulmuş iskele görülmekte (Foto: 5). Bu kere yapılan yapı da fevkânidir. Muhtemelen alt katı kâgir, üst katı ahşap olan yapının geniş giriş merdivenlerinin görüldüğü bir karede Ali Enis Oza tarafından çekilmiş (Foto: 6). Ayrıca, 1918 tarihinde Necib Bey tarafından düzenlenen haritalarda Anadoluhisarı Camii iskele meydanındaki orijinal yerinde gözükmektedir (Foto: 7) (İskelenin arkasında üzerinde ayyıldız görülen yapı). Nasıl olurda bugün Anadoluhisarı’ndan Kanlıca’ya doğru uzanan yolun kara tarafındaki caminin Sultan II. Abdülhamid tarafından yapıldığı ileri sürülebilir. Albert Gabriel, “Chateaux Turcs du Bosphore” isimli kitabının 11. Sayfasında; 1928 yılında, İstanbul Belediyesi’nin hisarda bazı tamiratlar yaptığını, bu arada surların içinde yapılmış olan evlerin, bulundukları alan park yapılmak üzere istimlak edildiklerini, iskeleye giden yolun genişletildiğini, dere üzerindeki ahşap köprünün yerine ise bir beton köprü yapıldığından söz eder. Emin Erkul’un İstanbul Belediye Başkanlığı yaptığı (8 Haziran 1924-12 Ekim 1928) tarihlerde gerçekleşen bu olay sırasında meydanın büyük bir bölümünü işgal eden sayı//69// nisan 16
caminin yerinin değiştirilmesine karar verilir. Bu kere tümüyle kâgir ve hem zemin (tahtâni) olarak yapılan yeni camiye, minaresi muhtemelen sökülerek taşınmıştır. Sultan II. Abdülhamid dönemi kitabesi yeni camiye monte edilmiştir. Günümüz Anadoluhisarı Camii, üç kemerli, son cemaat yeri olarak kullanılmaya pek de elverişli olmayan giriş hacminden sonra, çift kanatlı giriş kapısıyla ulaşılan ana hacim ve bu hacmin girişe göre her iki yanında biraz yüksekçe iki mahfil ile üst katın bir kısmında yer alan kadınlar mahfilinden oluşmaktadır. Kare planlı yapının iç mekânı aydınlık olup, düz bir tavanı vardır. Ahşap minberi, muhtemelen iskele meydanındaki camiden getirilmiştir. Üzerinde üç adet abdest musluğu bulunan mermer su haznesi ise ilgi çekicidir. 17
DÜNYADA VE TÜRKİYEDE
SALGINLAR VE
TEDBİRLER Son Koronavirüs salgınının bizlere öğrettiği bir gerçekte hem kendi ,hem toplum sağlığı için karşılıklı temizlik tedbirlerine riayet edilmesi gerektiği hususudur.. Bunun bir sonraki aşaması da tecrid tir ve karantinadır. Mehmet Kâmil BERSE
ainatın yaratılış sırlarının çözülemediği, Dünyanın varoluşundan bugüne insan ve diğer canlıların hayat başlangıçlarının, birbirleri ile bağlarının tamamen keşfedilemediği bir zaman dilimindeyiz.. Her türlü ilim ve bu ilimlere emek veren ilim adamlarının ortaya çıkan hadiselerden yola çıkarak meseleleri çözme gayretleri bu ilişkileri bulma konusunda mesafe alındığını bizlere gösteriyor. İnsanoğlunda çeşitli hastalıkların meydana çıkmasına sebep oluyorlar..Tarih boyunca ortaya çıkan bu hastalıklar ve neticesinde ölümlerin önüne geçebilmek için İnsanoğlu her türlü gayreti göstermekte ve tedbirleri almak için canla başla çalışmaktadır.. Mensubu olmakla şeref duyduğumuz İslamiyetin bu konuda bizleri uyarıcı mesajları hatta emirleri vardır..Herşeyden önce İslam; temizliği, temiz olmayı emreder.. İbadet yaparken bile şartları arasında hem beden hem ruh temizliğinden bahseder ve abdest alma gibi temizlik konusunun formülünü bize emreder.. Günde beş defa abdest almanın ve bu konunun eylemlerinin hastalıklara karşı korunmada ne kadar önemli olduğunu görmekteyiz.. Son Koronavirüs salgınının bizlere öğrettiği bir gerçekte hem kendi ,hem toplum sağlığı için karşılıklı temizlik tedbirlerine riayet edilmesi gerektiği hususudur.. Bunun bir sonraki aşaması da tecrid tir ve karantina dır, veya bizim dilimizce Tahaffuz dur.. Hz. Peygamber bir yerde veba çıktığını duyanların oraya girmemelerini, bu hastalığın bulundukları yerde zuhur etmesi halinde ise kaçmak amacıyla oradan çıkmamalarını emretmiştir (Buhârî, “Tıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 92-100). Aynı şekilde cüzzamlı hastalardan kesinlikle uzak durulmasını isteyen Resûl-i Ekrem (Buhârî, “Tıb”, 19), kendisine biat etmek üzere Medine’ye gelmekte olan Sakif kabilesi heyetinde cüzzamlı bir hastanın bulunduğunu haber alınca onun geri dönmesini istemiş ve biatının kabul edildiğini bildirmiştir .
sayı//69// nisan 18
(Müslim, “Selâm”, 126; İbn Mâce, “Tıb”, 44). Hz. Peygamber, hastalıklı hayvanların sağlıklı hayvanlardan ayrı tutulması gerektiğini de belirtmiştir (Müslim, “Selâm”, 104-105; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 24). Halifeliği döneminde Suriye’ye gitmek üzere yola çıkan Hz. Ömer’e bölgede veba salgını olduğu haber verilince geri dönmüş; kendisine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diyenlere Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine sığındığını söylemiştir (Buhârî, “Tıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 98-100; Taberî, IV, 57-58). Bizler bize öğretilenleri harfiyen yerine getirmez isek olacaklardan sorumluyuz.. Devletimizde bu konudaki her türlü tedbiri almakta kararlıdır. Ve almaktadır. Hatta bu konuda Müslümanların ortak ibadet alanlarını Camilerde bir araya gelmeyi salgın geçene kadar yasaklamıştır.. Bu durum bazı kişilerce hoş karşılanmasa da çok doğru bir karardır.. Dünya üzerinde ve Ülkemizde Tarih boyunca çok çeşitli hastalıklar zuhura gelmiş ve çok sayıda insan bu hastalıklar neticesinde öl müşlerdir.. Önce, dünyadaki önemli salgınları tarih sırasına göre hatırlayalım: ANTONİNUS SALGINI
Galen MS. 165-180 yılları arasında Roma İmparatorluğu'nda yaşanmış olan ve doğu seferlerinden dönen askerler tarafından getirilmiş salgın bir hastalık olan Antoninus vebası günde 2 bin kişinin ölümüne neden olmuş bilinen ilk büyük veba salgınlarından biri. Araştırmacılar yaşanan hastalığın çiçek ya da kızamık olduğundan şüphelenmiş olsa da gerçek sebebi hala belirsizliğini koruyor. Salgın, Roma İmparatorları Lucius Verus ve Marcus Aurelius Antoninus'un da hayatını kaybetmesine sebep olurken imparatorluk toplam nüfusunun yüzde 30'unu yitirmiş.. JÜSTİNYEN VEBASI
Konstantinopol'de 541 yılında İmparator Jüstinyen tahtta otururken Avrupa'da başlayan bir salgın önce Mısır'a oradan Filistin'e, Suriye’ye ve oradan da Anadolu'ya ulaştı. Jüstinyen Konstantinapol'a tüm giriş çıkışları kapattıysa da salgın hastalık askeri birliklerin şehre getirdiği malzemeler arasında yer alan fareler yoluyla girdi. Farelerin tüyleri arasına gizlenen ve bir milimetreden küçük 'Xenopsylla' isimli uçucu bir böcek, midesinde 'Pasteurella pestie' denen ölümcül veba bakterisi taşıyordu. Bu böcekler uçarak çevrede bulunan diğer farelerin tüyleri arasına yerleşip hızla üredi. İnsan
vücudunun herhangi bir noktasına konup ısırarak veba mikrobunu aktaran böcekler hastalığı bulaştırdıkları kişilerin birkaç gün içerisinde ölmesine neden oldu. Bir hafta içinde veba şehirde hızla yayıldı ve ölümler başladı. Sarayın çevresi askeri birliklerce karantinaya alındı. Başlangıçta günde birkaç yüz olan ölü sayısı, kısa süre sonra binlere ulaştı. Mezar yerleri dolunca, ölüler denize atılmaya başlandı. Hastalık normal seyrini sürdürdü ve zamanla kendiliğinden yok oldu ancak o zamana kadar dönemin en kalabalık şehirlerinden olan Konstantinopol nüfusunun yüzde 40'ını kaybetti. Salgın iş gücü ve asker sayısını kaybeden Bizans'ın zayıflamasına ve saldırılara açık hale gelmesine neden oldu.Avrupa tarihini kökten değiştiren gelişmelerin yaşanmasına vesile oldu.Bu neticeye bakıp bugünkü Koronavirüs salgınının neticesinde neler olacağı sorusunu gündeme getirir. KARA VEBA
Kara Veba salgını 1346-1353 tarihleri arasında yaşandı.. 75 ila 200 milyon arasında insanı öldürdüğü düşünülüyor. Tam sayıları bilmek mümkün olmasa da özellikle Avrupa nüfusunun bu yıllarda yüzde 30 ila yüzde 60 oranda azaldığı belirtiliyor.Yaşanan kıyım sonrası toplumda tanrının ve kilisenin sorgulanmasına sebep olan Kara Veba salgınının dinde reformun ve hayatın pek çok alanında rönesansın başlamasının başlıca nedenlerinden biri olduğu biliniyor. SU ÇİÇEĞİ
Ülkemizde son yüzyılda çokça kırılmaya neden olan bu hastalık aslında Avrupa genelinde başlayıp Amerika kıtasına taşındı.. 15. yüzyılda Avrupalılar yeni dünyayı keşfetti. Amerika kıtasındaki yerliler ile getirdikleri virüs ve bakterileri buradaki insanlara bulaştırdılar. Suçiçeği hali hazırda Avrupa'nın üçte birini öldürmüştü ancak bağışıklık sistemleri Avrupalılar gibi gelişmemiş olan ve ilaçları da yetersiz kalan Amerikan yerlilerinin hiçbir şansı yoktu. Milyonlarca insan öldü ve o dönem tahmini yerli nüfusun yüzde 90'ı yok oldu. Bu durum Amerika kıtasının Avrupalılarca işgalini kolay hale getirdi.. 19. yüzyılın başına kadar toplamda her iki Amerikan yerlisinden biri Avrupa'dan gelen hastalıklar nedeniyle öldü. COCOLİZTLİ SALGINLARI
Meksika bölgesinde 16.yüzyılda görülen birkaç farklı hastalığın aynı dönemde oluşmasıyla salgın felaketi 'cocoliztli salgınları'
olarak bilinir. Bugün yapılan incelemeler sonucunda balıklarda bulunan salmonella bakterisi kaynaklı olduğu düşünülen salgınların 1520 - 1576 yılları arasında toplamda 15 milyona yakın insanı öldürdüğü, Maya uygarlığı için sonun başlangıcı olduğu ve yıllar içerisinde günümüz Venezuela'sından Kanada'ya kadar yayıldığı tahmin ediliyor.. YEDİ FARKLI KOLERA SALGINI
Dünya tarihinde yedi büyük kolera salgını yaşandı ancak bunlardan en ölümcül olanı üçüncüsü olan ve 1852 - 1860 tarihleri arasında meydana gelen salgındır. Koleranın başlıca sebebi içme sularının kirlenmesi ancak sebebin bu olduğu üçüncü salgına kadar anlaşılamadı. Uzun dönemler boyunca insan dışkıları ve atıkları aynı zamanda içme ve pişirme için kullanılan su kaynaklarına döküldü. Bunun büyük bir felaket haline geldiği yer ise o tarihlerde Hindistan oldu. Bugün bile dünyanın en kirli nehirlerinden biri olan Ganj nehri 2011'de yapılan bir çalışmaya göre 100 mililitresinde 1,1 milyar dışkı bakterisi barındırıyor. Bu oran içerisinde yıkanabileceğiniz en kötü suda olması kabul edilebilecek oranın 500 bin katı. Hindular bu nehirde yıkanmanın kutsal olduğuna inanıyor ve günlük işlerinde nehir suyundan azami şekilde istifade ediyorlar. Bu nedele kolera bu bölgede sıklıkla karşılaşılan bir hastalık türü. Ne var ki, 19.yy'da yaşanan büyük salgın ile kolera tüm Hindistan'a oradan Afganistan'a ve Rusya'ya yayıldı. Resmi kayıtlara göre sadece Rusya'da bile 1 milyon insanın ölümüne neden olan salgın oradan Avrupa'ya ve Afrika'ya son olarak da Amerika'ya ulaştı. Kolera bulaşan her 5 kişiden 1'inde tehlikeli derecede ishal görülüyor. Hızla tedavi edilmezse bu kişilerden yarısı hayatını kaybediyor. Yedi kolera salgınında ölen insan sayısı tam olarak bilinmese de bunu milyonlarla ifade etmek mümkün. Üçüncü salgın ile doktorlar koleranın nedenini buldu ve o tarihten sonra içme suyunun arıtılması ve kaynatılması gerektiği bilgisi dünyada yaygınlaştı ÜÇÜNCÜ VEBA SALGINI
Çin'de başlayarak dünyaya yayılan ve sadece Çin'de ve Hindistan'da bile 12 milyon insanın ölümüne neden olan bu salgın 1855 - 1859 yılları arasında jüstinyen Vebası ve Avrupa'nın Kara Vebası ardından 'Üçüncü Veba' denildi. Etkileri bir asır kadar süren salgın Amerika kıtasına uzak doğudan gelen farelerle taşındı. 19
Daha önceki vebalardan farklı olarak ilerlemiş olan tıp bilimi bu hastalığın incelenmesine ve tedavi edici ilaçlar oluşturulmasına imkan sağladı. Bunların başında da antibiyotikler geldi. TİFÜS SALGINI
Gene temizlik karşıtlığı oluşan bir hastalık türü..1914 - 1918 yılları arasında Tifüs bakterisini taşıyan bitlerin neden olduğu salgın savaşın beraberinde getirdiği bir hastalık. Avrupa ve Asya'da 25 milyon kişi hastalandı ve özellikle Sovyetler Birliği ülkelerinde 3 milyona yakın insan hayatını kaybetti. İSPANYOL GRİBİ
İstanbul’da bilinen ilk salgın olan Jüstinyen vebasının( 541-750) nedeni olarak sadece Mısır’dan gelen fareler gösteriliyordu. 541’deki vebaya Jüstinyen vebası denmesinin sebebi ise imparator Jüstiyen’in de hastalığa yakalanmasıydı. Mısır’dan Karaköy limanına gelen gemilerdeki farelerin taşıdığı veba, kısa sürede kenti ele geçirdi. Kent karantinaya alınırken hastaneler yetersiz kaldı. Günlük ölü sayısının 5 bini bulduğu Jüstinyen Vebası’nda İstanbul’da yaşayan 240 bin kişi hayatını kaybetti. Veba belirli aralıklarla 200 yıl boyunca İstanbul’da can almaya devam etti.
Birinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda 500 milyon insana bulaşan H1N1 influenza virüsünün neden olduğu yüksek ateş ile dünya genelinde 50 ila 100 milyon arasında sağlıklı insanın ölümüne neden oldu. Bu sayı birinci ve ikinci dünya savaşlarında ölen insan sayısının toplamından kat kat daha fazladır. Bu virüsü diğerlerinden ayıran şey saldırdığı bünyenin bağışıklık sistemi ne kadar güçlüyse ateşin de o kadar yüksek meydana gelmesiydi. İspanyol Gribi tarihteki en büyük felaketlerden biri olarak kayıtlara geçti. 100 yıl önce 100 milyon kişiyi öldüren İspanyol Gribi'nin üzerindeki anlaşılamamazlık halen esrarını korumaktadır..
FETİHTEN SONRA İLK SALGIN: 1467 VEBA SALGINI
ASYA GRİBİ
1491 VEBA SALGINI
Çin'de başlayan Influenza-A virüsünün ördeklerde mutasyona uğrayarak insana geçen bir hastalık olduğu düşünülüyor. Asya Gribi olarak adlandırılan hastalık 1957 de 4 milyona yakın insanın canına mal oldu. Aynı bulunan bir aşı ile salgının önüne geçildi. Bir yıl içerisinde 40 milyon kişi aşılandı. Asya Gribi kitlesel aşılanmanın önemini gösteren en önemli örneklerden biri haline geldi. HIV (AIDS) / 20. yüzyılın ortalarında maymunlardan insana geçtiği anlaşılan HIV virüsünün saptanabilen ilk örneği 1959'da Kongo'da görüldü. Ne var ki, teşhisi ve adı ancak 1980'lerde konuldu. Son 30 yılda 36 milyon insanın hayatına mal olan virüsü kesin tedavi edebilecek bir çözüm hala bulunmuyor. Sadece önlem almak ve hastalığa yakalandıktan sonra ömür boyu ilaç tedavisi kullanmak gerekiyor. Dünya Tarihinde İnsan sağlığını savaşlardan çok etkileyen ve öldürücülüğü savaş kayıplarından çok olan bu hastalıkları yukarıda gruplandırdık..Her hastalık döneminde bu salgınlarla mücadele çalışmaları bütün sağlıkçıların millet, din gözetmeden ortak çalışması ile yapıldı.. sayı//69// nisan 20
ÜLKEMİZDE SALGINLAR JÜSTİNYEN VEBASI
Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgını 1467 yılında İstanbul’a sıçradı. O tarihte herhangi bir kayıt tutulamadığı için günlük ölü sayısına dair bir veriye ulaşamıyoruz.Kentte hayatın durduğu ve ölülerin bir süre sokaklardan kaldırılamadığı iddia ediliyor. Tarihçilerin tahminlerine göre o tarihte 100 binin üzerinde İstanbullu hayatını kaybetti. Veba kentte yayılırken Rumeli seferinden dönen Fatih Sultan Mehmet, salgın haberini alınca İstanbul’a değil Sırbistan’ın Misya kentine geçti. Veba bitene kadar Misya’da bulunan Fatih, İstanbul’a döndüğünde nüfusun önemli bir bölümü hayatını kaybetmişti. İstanbul’da önemli salgınlardan biri olan 1491 veba salgını, kentteki gündelik hayatı felç etmiş ve kısa süreli kıtlığa neden olmuştu. Sultan 2. Beyazıt, vebadan dolayı kentteki ölümlerin artması üzerine hastalığın kendisine bulaşın önlemi için Edirne’ye gitmişti. Bu vebada İstanbul’da toplamda 80 binden fazla insan hayatını kaybetmişti. O dönem kentin nüfusu 200 bindi. 1591 VEBA SALGINI /SALGIN NEDENİYLE AF ÇIKARTILDI-
Salgın 1591 yılının Ekim ayı içinde İstanbul’un henüz bilinmeyen bir semtinde ortaya çıktı ve hızla yayıldı. Öldürme oranı oldukça yüksek olan salgın, pik noktasına ulaştığında günde 500 kişiyi öldürüyordu. İstanbul’un o dönemki nüfusu için oldukça ağır olan bu tablo, dönemin padişahı 3. Murat’ı da endişelendirdi ve padişah, haremini de alarak Boğaziçi Kasrı’na çekilmişti. 3. Murat aynı dönemde cezaevlerindeki tüm mahkumlara salgın dolayısıyla af çıkarmıştı. Salgın 6 ay boyunca İstanbul’da etkili oldu. Bu süre zarfında üretim
ve ticaret durma noktasına gelirken şehirde kıtlık baş gösterdi. Salgın bittiğinde İstanbul’da 100 bine yakın insan hayatını kaybetmişti. 1566 yılındaki nüfus sayımına göre İstanbul’un nüfusunun 600 bin olduğu düşünüldüğünde bilançonun ne kadar ağır olduğu görülüyor. Bu tarihten sonra veba salgını İstanbul’da sıkça görülen bir durum haline geldi. Kentin Karaköy gibi işlek bir limana sahip olması ve dönemin hijyen alışkanlıkları nedeniyle kentte defalarca veba ve kolera salgını yaşandı. Tarihçi Halil İnalcık’ın verdiği bilgiye göre 1625, 1637, 1648, 1653, 1673, 1765, 1792, 1812, 1837 ve 1845 ile 1847 yıllarında İstanbul’da salgın hastalıklar görüldü. Bu salgınlarda en az kayıp 4 bin civarı iken en yüksek kayıp ise 80 bin civarı oldu. ÖNEMLİ TEDBİRLER
İstanbul’da salgın hastalıklara karşı alınan ilk tıbbi önlem 1831 yılında (Behçet hastalığını keşfeden)Doktor Mustafa Behçet tarafından hayata geçirildi. Yaşanan salgının kolera salgını olduğunu tespit eden Behçet, İstanbul’a gelen ticaret gemilerinin Büyükdere açıklarında karantinaya alınmasını sağlayarak hastalığın yayılmasını engelledi. Behçet halka ve kurumlara dağıttığı ücretsiz broşürlerle ve kapı kapı dolaşan görevlilerle hijyenin salgını önlemede ne kadar önemli olduğunu halka anlattı. PAYİTAHTTA İLK BİLİM KURULU
İstanbul tarihindeki ilk kurul ise, 1838 yılında kuruldu. Kurul, kentteki faaliyetleri ile sürekli yaşanan salgınlardaki ölü sayısını aşağı çekti. 1859:SALGININDA SAĞLIK KURULUNU DİNLEMEYEN HALK
Sultan Abdülmecid zamanında 1859 yılında yaşanan kolera salgını, kentte büyük paniğe yol açtı. O tarihe kadar sağlık kurulunun etkisiyle salgından korunduğunu düşünen halk, yeni bir salgının çıkmasıyla kurulun tavsiyelerini dinlememeye başladı. Kişisel hijyen kurallarını ve sağlık kurulunun uyarılarını takip etmedi. Kentte kısa süreli kıtlık yaşanırken, 10 bin kişi öldü. Mezarlarda yer kalmaması dolayısıyla ölüler kireç kuyularına atıldı. 1877- AVRUPA’DAN YARDIM GELDİ İLK BAKTERİYOLOJİ LABORATUVARI KURULDU
İstanbul,1877 de yeni bir kolera salgınıyla alt üst oldu. Zaten 93 harbinin çöküntüsü içinde olan payitahtta Halkta yaşanan panik, İstanbul dışına göçlere neden oldu. Tek başına salgınla baş edemeyen Osmanlı Devleti,
2.Abdülhamid Han’ın maddi destekleri ile çalışmalarını genişleten Pasteur Enstitüsü’nden yardım istedi. İstanbul’a gelen Mauriece Nicolle ve ekibi, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin bahçesine ülkenin ilk bakteriyolojihanesini kurarak çalışmalara başladı. Ölü sayısının hızla artma süreci Nicolle’ün çabalarıyla durdu. Toplamda 15 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan salgın, bilimsel yola başvurmanın salgınla mücadeledeki önemini Osmanlı Devleti’ne bir kere daha gösterdi. 1912 KOLERA SALGINI İstanbul’da 1912 yılında meydana gelen kolera salgınında çoğunluğu asker olan 10 bin kişi hayatını kaybetti. Patlıcan tüketimi nedeniyle salgının çıktığı iddiaları patlıcan satışlarını dibe çekerken, hastalık teşhisi konulanlar Sarayburnu’nda karantinaya alındı. Karantina bölgesinin Yeşilköy ilan edilmesiyle birlikte, Yeşilköy’de yaşayanlar İstanbul’u terk etti. Salgın 3 ay içerisinde kontrol altına alınırken ortaya çıkan bilanço geçmiş salgınlara göre nüfusa oranla daha az oldu. 1912 yılında İstanbul’un nüfusunun 700 bin civarı olduğu tahmin ediliyor. SAĞMALCILAR KOLERA SALGINI -1970
İstanbul’un Sağmalcılar ilçesinde 1970 yılının yaz aylarında, eski su yollarının kirletilmesi ve bu kirli suyun içme suyu şebekesine karışmasıyla birlikte yeni bir kolera salgını yaşandı. Durumun fark edilmesiyle birlikte Sağlık Bakanı Vedat Ali Özkan, hastalığın kolera olmadığını açıkladı. Bunun sebebi Avrupa’da yıllarca süren salgın hastalıkların ticaret protokolünde yarattığı değişiklikti. Pek çok ülke kolera salgını olan ülkelerle ticareti, salgının yayılmasını önlemek amacıyla doğrudan kesiyordu. Ticari kaygılar nedeniyle Türkiye’nin Para-Kolera olarak adlandırdığı hastalık kısa sürede ilçede yayıldı. Esenler ve Sağmalcılar, karantinaya alınırken Sağmalcılar Cezaevi’nin hastanesi dahil olmak üzere bölgedeki tüm hastaneler karantina hastanesi ilan edildi. Buna ek olarak Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi de 400 yataklı karantina hastanesine çevrildi. Sağmalcılar ve Esenler ilçelerinde etkili olan salgın, 1500 kişiye yayılırken toplamda 52 kişinin ölümüne neden oldu. Salgının yaşandığı yıl, tüm ülkeler Türkiye ile olan sınır kapılarını kısa süreyle kapattı. Türkiye’de yeni gelişen turizm sektörü büyük yara aldı. 1978 yılında Sağmalcılar ilçesinin adı, “kötü hatıraları silmek” amacıyla Bayrampaşa olarak değiştirildi. Devam edecek… 21
MİLLET YAZMA ESER
KÜTÜPHANESİ
"Ben kitaplarımı milletim için topladım. Dünyanın bütün altınlarını önüme koysalar değil böyle bir kitabımı, herhangi bir kitabımın bir yaprağını bile satmam." der. Melek GENÇBOYACI*
ütüphane, 17 Nisan 1916 yılında Diyarbekirli Ali Emîrî Efendi tarafından kurulmuştur. Bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi isminin verilmesini istememiş ve “Ben bu kitapları milletim için topladım ve milletime armağan ediyorum; kütüphanemin ismi de “Millet Kütüphanesi” olacak! demiştir.Kütüphanenin binası,1112 H. (1700-1701 M.) yılında Erzurumlu Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından Dârü’l Hadis (Hadis İlimleri Fakültesi) olarak yaptırılmış ve kurucusunun adıyla” Feyziyye Medresesi olarak tanınmıştır. Mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber Kayserili Mehmet Ağa olduğu tahmin edilmektedir. İnşa tarihinden bu yana çeşitli tamirler görmüş olan yapı 1894’teki İstanbul zelzelesi ve daha sonra Fatih yangınında hasar görünce Evkaf Nâzırı Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi’nin gayretleriyle tamir ettirilmiş ve Feyzullah Efendi’nin vakfettiği kitaplar Evkaf Nezâreti’nce koruma altına alınmıştır. Toplam 1650 m2 alan üstüne kurulan medrese, (L) şeklinde ön kısmı revaklı 10 küçük oda ile karşısında taş avludan merdivenle çıkılan simetrik, kubbeli iki salondan oluşan ana bina olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Bahçesinde şadırvanı, kuyusu ve ayrıca yan yüzünde bulunan kitabeli çeşmesiyle Osmanlı Mimarisinin klasik döneminin sonuna aittir. Lale Devrinin başlangıcına işaret eden ayrıntılar varsa da genel olarak klasik çizgiler egemendir. Küfeki taşı ve tuğladan yapılan binanın sokak kapısından girildiğinde kare görünüşlü bir avluyla karşılaşılır. Avlunun ortasında bir şadırvan ile çıkrıklı bir kuyu bulunmaktadır. Kapıdan girildiğinde sağda 6 ve karşıda da 4 medrese odası, sol tarafta da ayrı ve çok güzel kuş evleri ile mimârî bir bütün olarak dershanemescit ile kütüphane bulunmaktadır. Dershane kısmına merdivenle çıkılır. Merdiven kemerinin üzerindeki oymalı taç arasına, binanın yapılışına Türkçe olarak düşürülen iki beyitlik kitabesi şöyledir..
*Millet Yazma Eser Kütüphanesi Müdîresi
sayı//69// nisan 22
Hâce Feyzullah Efendi hazret-i müfti’l-enâm Eyledi bünyâdına bu dâr-ı ilmin ihtimâm Lafzan ü ma'nen dedim itmâmına târîh-i tâm Bin yüz on ikide hakkâ medrese oldu tamâm
Medresenin kütüphaneye dönüştürülmesi sırasında mekânın nasıl kullanılacağına karar verilir. Nadir eserler, hat ve levhalar için ayrı bir mekân düşünülür. Önemli kişiler ve araştırmacılar için ayrı bir okuma salonu tasarlanır. Medresenin hücreleri, kitap deposu olacaktır. Bunlardan beşi Ali Emîrî Efendi’nin kitaplarına, ikisi, geçici olarak Carullah Efendi ve Amcazade Hüseyin Paşa kitaplarına, ikisi Feyzullah Efendi kitaplarına ayrılmıştır. Kalan yerlerin de daha sonra kütüphaneye vakfedilecek kitaplar için kullanılması düşünülmüştür. Ali Emîrî Efendi, “umuma mahsus bir mütalaahâne” diye adlandırdığı bir okuma salonu ile hafız-ı kütübler için odalar da planlamıştır. Millet Kütüphanesi, hem kurulduğu dönemde hem de zenginleşerek günümüze kadar uzanan haliyle, Ali Emîrî Efendi’nin kuşkusuz en büyük eseridir. FİZİKİ YAPI
Kitâbe ve vakfiyesine göre 1112 H.(1700-1701 M.) yılında Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından inşa ettirilmiştir. XX. yy. başlarına harap bir durumda ulaştığından belediyece yıkılarak yerine park yapılması düşünülmüş, ancak İstanbul Muhibleri Cemiyetinin (İstanbul’u Sevenler Topluluğu) teşebbüsü ve Evkaf Nâzırı Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi’nin gayretleriyle tamir ettirilerek yok olmaktan kurtarılmıştır (1334/1916).
KÜTÜPHANENİN GEÇiRDİĞİ EVRELER
1924 yılından itibaren binaları kullanılamayacak durumda bulunan Reşid Efendi, Carullah Efendi, Hekimoğlu Ali Paşa ve Pertev Paşa Kütüphaneleri gibi önemli vakıf kütüphanelerinin kitapları, Millet Kütüphanesinde toplanmış ancak 1962 yılında kütüphane Halk kütüphanesi konumuna geçince bu vakıf kütüphanelerin kitapları Süleymaniye Kütüphanesine nakledilmiştir. 1981 yılında kütüphanede hizmet veren İl Halk Kütüphanesinin Lâleli’de bulunan Simkeşhane Binasına taşınması üzerine kütüphane tekrar Millet Kütüphanesi kimliğine kavuşarak “Fatih İlçe Halk Kütüphanesi” olarak hizmete devam etmiştir. Kütüphaneye Murad Molla, Adile Sultan, Yusuf Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa Halk Kütüphaneleri ile Ebu Bekir Paşa, Yavuz Selim, Zembilli Ali Efendi Çocuk kütüphaneleri bağlı birim olarak hizmet vermiş ancak bugün bu kütüphaneler vakıflara devredilmiştir. Murad Molla Halk Kütüphanesi’nin yazma Eserleri ise 2000 yılında Süleymaniye Kütüphanesine devredilerek orada istifadeye sunulmaktadır. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğüne bağlı olarak hizmet vermekte olan Millet Kütüphanesinde bulunan yeni eser kitaplar da Sakarya Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Merkezine devredilerek, kütüphane araştırma ve ihtisas kütüphanesi konumuna gelmiştir. 23
Kütüphane bugün “Millet Yazma Eser Kütüphanesi” adı ile hizmete devam etmektedir. 17 Nisan 1916 tarihinden itibaren Millet Kütüphanesi, bugünkü Millet Yazma Eser Kütüphanesi, Şeyhülislâm Feyzullâh Efendi ile Ali Emîrî Efendi’nin vakfettiği kitaplardan oluşmaktadır. Dârü’l-hadîs ve Feyziyye Medresesi adlarıyla da bilinen medrese Fevzipaşa Caddesi’nin başlangıcı (eski adıyla Devehanı Sokağı) ile Macar Kardeşler Caddesi’nin kesiştiği Feyzullah Efendi Sokağı (eski adıyla Halilpaşa Sokağı) ile Ali Emiri Sokağı (eski adıyla Çamur Sokağı) arasındadır. Mektep, 1912 yılında gerçekleştirilen yol çalışmaları ve Macar Kardeşler Caddesi’nin açılması sırasında yola gitmiştir. Cadde 20 Ağustos 1913’te açılmıştır. 1911 ve 1913 yıllarında çeşitli tamirler gören medresenin 1914’te oldukça harap hale geldiğinden yıktırılıp meydan olarak halka açılması düşünülmüşse de, 1912 yılında Prens Said Halim Paşa’nın başkanlığında kurulan İstanbul Âsâr-ı Atîka Muhipleri Cemiyeti’nin fahri üyesi olan Fransız büyükelçisi Maurice Bompard’ın (1857-1936) elçiliği sırasında (1910-1914) eşi Mme. Gabrielle Le Bilignieres Bompard’ın girişimleriyle yıkımdan vazgeçilmiştir. Medresenin Feyzullah Efendi Sokağı’nda bir çeşme ve medresenin giriş kapısı bulunmaktadır. Çeşmenin üzerinde Edirneli Kâmî Mehmed Efendi’nin (ö. 1136/1724) dört beyitlik tarih manzumesinin talik yazıyla kitabesi bulunmaktadır. sayı//69// nisan 24
Hâce-i hâkân-ı a'zam hazret-i müfti’l-enâm Seyyidü’l-âfâk Feyzullâh kudsiyyü’l-hısâl Bu nümûdâr-ı tahûru sû-be-sû icrâ edip Eyledi âsâr-ı pür-envârını cennet misâl Cûşiş-i mâ’ü’l-hayâtîdir ferâh-bahşâ-yı cân Hod-be-hod olmuş sadâ-yı kulkulu zîb-i makâl Lûle gördüm Kâmiyâ târîh içün atşâna der Gel gel iç bu çeşmesâr-ı nûrdan âb-ı zülâl (Tarih 1112/ 1700-1701) Ömrünü kitaplara kitaplarını da milletine vakfetmiş olan Ali Emîrî Efendi, Çok sevdiği kitaplarla daha çok uğraşmak için 1908 yılında emekli olarak İstanbul’a gelmiş ve o yıllarda kütüphane kurmak için yer aramaktaydı. Ali Emiri Efendi’nin kütüphane kurmasının Milletine karşı duyduğu büyük saygı ve sevgi, bir diğer sebebi ise eski bir lâyihada yer alan güzel bir teklifin onda bıraktığı tesirdir. (Millet Kütüphanesi AEMtf 85 numarada kayıtlı) bu lâyiha Hicrî 1287’de (M.1871) Tahir Münif Paşa tarafından Maarif Meclisi Başkanlığında bulunduğu sırada, yani paşa unvanını almadan kaleme alınmıştır. Lâyihada, İstanbul’da devrin ihtiyaçlarını karşılayacak, Doğu ve Batı kitaplarını da ihtiva eden bir “Millet Kütüphanesi” kurulması lüzumu belirtiliyor ve bu maksatla Çemberlitaş’taki yanık Elçiler Hanı arsasına büyük bir bina inşa edilmesi teklif olunuyordu. Ancak bu teklif hayata geçirilmemiş sadece yazıda kalmıştı. Bu nedenledir ki Ali Emîrî Efendi kurduğu kütüphaneye Millet
Kütüphanesi adını verirken bir kenarda unutulmuş olan bu eski lâyihayı da hatırlamış ve bu fikri gerçekleştirmek istemiştir. Bu kütüphaneyi kurmasında Şeyhülislam Hayri Efendi ‘den büyük yardım gören Ali Emîrî Kütüphanenin kuruluş sürecini “Tarih ve Edebiyat Dergileri ile kendi yayınladığı “Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuasında uzun uzun anlatır. Kütüphane kurması için Önce Yerebatan’da bir yer bulunur ama Emîrî beğenmez onun aklında Ayasofya’daki Şehit Ali Paşa Kütüphanesi vardır. Şeyhülislam Hayri Efendi ile görüşmesi sonucunda kütüphane kurması için bu kütüphaneden başka birçok vakıf binası daha olduğunu öğrenir. Feyzullah Efendi, Amcazade Hüseyin Paşa ve Damat İbrahim Paşa Medreseleri bunlardan birkaçıdır. Emîrî önce Şehid Ali Paşa Kütüphanesini seçer. Ancak bu kütüphanenin tamire muhtaç olması, savaş sebebiylede bu tamirin ve savaşın ne zaman biteceği belli olmadığı için bu sevdasından vazgeçer. Sonunda O yıllarda harap durumda olan, belediye tarafından yerine meydan yapılması kararlaştırılan ama Fransız Elçisinin eşi tarafından mani olunarak tamir ettirilen ve bu tamirin kısa sürede biteceğini öğrendiği Feyzullah Efendi Medresesini seçer. Ali Emîrî Efendi’nin 17 Nisan 1916 yılında kurduğu bu eşsiz kütüphanesinde, başta Türk dilinin ve kültürünün temel kitabı olan Kaşgarlı Mahmud’un , insanlığın Ortak Hafızası Olarak UNESCO DÜNYA BELLEĞİ' ne de dâhil edilen Divânü Lugâti’t-Türk adlı eseri olmak üzere kıymetli padişah divanları, tezhipliminyatürlü tek nüsha nadir eserler, telif ve istinsah ettiği eserleriyle birlikte Diyarbakır ile ilgili Biyografi ve tezkire türünde yazdığı eserler bulunmaktadır. Ali Emîrî Efendi, Feyzullah Efendi’nin o yıllarda kitaplarının korunduğu Vakıfların depolarından ait oldukları yere Feyzullah Efendi Medresesine getirtmiştir. Zengin koleksiyonu ve barındırdığı tek nüsha eserlerle haklı bir üne sahip olan Millet Kütüphanesi, yerli araştırmacılar yanında, yabancı araştırmacıların da dikkatini çeken bir kütüphane olmuştur. Journal Asiatique’in 1924 yılında basılan cildinin 375-379. sayfaları Ali Emîrî Efendi’ye ayrılmış, Dîvânü lugâti'ttürk’den de bahisle, zengin koleksiyonu hakkında bilgi verilmiştir. Fransa’nın seçkin dergilerinden Revue des deux mondes’un 1
Mart 1922 tarihli sayısında “Millet Kütüphanesi, Fatih Camii civarında zarif bir medrese dahilinde müessestir ve halihazırda müessisi ve kitapların eski sahibi olan Ali Emîrî Efendi’nin taht-ı nezaretindedir. (...) Bu suretle nadir ve yegâne on beşbin cilt kitap ile muharririnin hatt-ı destiyle yazılmış birçok kitaplar ve hatt-ı hümâyûnları muhtevi mühim bir koleksiyon cem etmiştir ki...” şeklinde başlayan makalede, Ali Emîrî Efendi’nin diğer çalışmalarından da uzun uzun söz edilmiştir. Macar İlimler Akademisi'nin, Dîvânü lugâti'ttürk 'ü satın almak için Osmanlı Tarih Encümeni üyelerinden İskender Bey'in aracılıyla 10.000 altın teklifine Ali Emîrî şöyle cevap verir: "Ben kitaplarımı milletim için topladım. Dünyanın bütün altınlarını önüme koysalar değil böyle bir kitabımı, herhangi bir kitabımın bir yaprağını bile satmam." der. Fransızlar, daha sonra bu kütüphaneye otuz bin İngiliz lirası teklif ederler. İlave olarak Paris'te adına bir kütüphane kurulacağını, yaşadığı müddetçe de dolgun bir maaşla kitaplarının başında "hafız-ı kütüb" olarak kalacağını ayrıca emrine Bolulu bir aşçı ile Müslüman hizmetkârlar tahsis edileceğini söylerler. Fakat bütün bu cazip tekliflere karşı Emirî Efendi'nin verdiği cevap; "Efendiler ben bu kütüphaneyi devletimin bana verdiği maaşlarla yaptım. Öldüğüm zaman milletime kalması için. Bir daha böyle bir teklifle gelirseniz sizi buradan kovarım!" olmuştur. Millet Yazma Eser Kütüphanesi bugün geçmişten geleceğe köprü kurarak gelişen teknolojiyle birlikte yerli ve yabancı araştırmacılara “ Araştırma ve İhtisas Kütüphanesi” olarak hizmet vermeye devam etmektedir. 25
übârek Ramazan ayının en heyecanlı bölgesi iftar sath-ı mailine girildiği bölgedir, derler. Eskiden böyle lâtifeler ile bu kutlu ayı şakalarına konu ederlerdi. Fakat bu lâtifeler esnasında daima dikkatli davranılır ve varlık olarak kabul edilen Ramazan ayının incitilmemesine özen gösterilirdi.
İSTANBUL’DA VE ANADOLU’DA
İFTAR SOFRALARI İstanbul’da iftar birkaç türlü hazırlanan bir şölendi. Bazı konaklar veya evler, top atılır-atılmaz yemeğe otururdu. Bazı evler böyle yapmaz, toptan sonra oruçlarını açarlar, namazlar kılındıktan sonra yemeğe başlanırdı. Kâmil UĞURLU
İftar sofraları konusunda İstanbul, Anadolu’dan daha farklı bir kültür geliştirmişti. Şimdi öyle değil. şimdi memleketin her tarafında aynı şeklide ve Hz. Ramazan’ın kutsiyeti pek de dikkate alınmadan iftarlar düzenleniyor. Bir zamanlar Ramazan, “ufuklardan Müslüman evlerine ruh ve ağız tadı getiren uhrevî bir yolu gibi doğardı.” İstanbul’da iftar birkaç türlü hazırlanan bir şölendi. Bazı konaklar veya evler, top atılıratılmaz yemeğe otururdu. Bazı evler böyle yapmaz, toptan sonra oruçlarını açarlar, namazlar kılındıktan sonra yemeğe başlanırdı. En alafranga konaklarda bile iftar sofrası mutlaka yerde hazırlanırdı ve konak veya ev mensupları yere oturarak yemeklerini tamamlarlardı. Yemek, namazdan sonra yenecekse, böyle karar verilmişse, sofraya oturulmaz, minderlere ilişen oruçlular, zamana beş-on dakika kalan salât ve selâm getirmeye başlarlar ve topa kadar buna devam ederlerdi. Evde sofraya yardım edenler, mutfakta hazırlanmış meşhur fırınların çöreklerini, reçel tabaklarının yanına koyar, zeytin tabağını ihmal etmezlerdi. Zeytin tabağına ayrı bir ihtimam gösterilir, mübârek, zeytinyağı ve limonla iyice zenginleştirilir ve öteki iftariyelerin başını çekerdi. Öteki nimetler de insanı heyecanlandıracak cinsten olurdu. Peynir, sucuk, pastırma, hurma, havyar, tereyağı, vb. Bütün bunlar iftardan önce, sofranın kolay ulaşılabilir bir kıyısına dizilirdi. Top atışını, haberci çocuklar takibeder, atılıratılmaz koşarak bu kutlu müjdeyi bir an önce sofradakilere ulaştırmaya çalışırlardı. “Hanımlar veyahut efendiler kalkarak besmele-keş olarak iftar tepsisinden âdât-ı müstahsene olmak üzere zeytin ile orucu bozarlar ve çörekle reçellerden birer parça alındıktan sonra namaza dururlardı. Namazı edâdan sonra yemek odasına geçilir ve yemek itmâm edilirdi.” Eğer namaz yemekten sonraya bırakılmışsa, herkes toptan üç-beş dakika önce minderlere
sayı//69// nisan 26
otururdu ve beklerdi, konuşmazdı “Ortalık aydınlık olsa bile lâmbalar veya mumlar uyandırılırdı.” Cep saatleri çıkarılır, kaç dakika kaldığına bakardı. Herkes oruçlu olduğu için servise yardımcı olacakları durumu da düşünülür, yemekler, mangalın üzerine konulan tel ızgaranın üstüne konulurdu. “Herkes salât ü selâm okur, okumayanlar bir vâz’ı dindarane ile beklerler ve orucun aşkıyla visâl-i iftarı sabırsızlıkla beklerlerdi. Hatta bir özr-i şer’isi olarak oruç tutamayanlar da o âdâba riâyet ederlerdi. Hani oruçsuz bir ibâdet de aşksız bir visâle benzer. Süheyl hocanın yaşadığı bir iftar dâveti, onun anlatımıyla şöyle geçti: “Top atılınca besmele çekilerek iftar edilir ve evvelâ ortaya konan iftar takımındaki reçeller ve simitlerden bir miktar yenilirdi. Her tepside mutlak dört-beş türlü reçel bulunurdu. Diğer tetimmatıyla beraber koca tepsi hoş bir tarzda müzeyyen ve muhteşem bir hal iktisâp ederdi. Reçel takımından çocuklara çok yememeleri ve aksi halde tıkanacakları söylenirdi. Bunu müteakip diğer yemeklerden evvel çorba, onu içtikten sonra et ve sebze yemekleri, börek, tatlı, eğer başka bir tatlı daha varsa pilâv ve sonra da hoşaf gelirdi. Herkes hamd ve şükrederek ve ev sahibine dualar edilerek sofradan kalkarlar, sıra ile leğende veya muslukta ellerini yıkarlardı. Muslukların bilhassa abdesthanelerin içine akmamasına her evde dikkat olunurdu. Çünkü hem günâh ve hem de cidden düşünülürse gayr-ı münasip olan bu hâle meydan verilmek istenilmeyerek musluğun mecrası bir yere toplatılırdı. Namazdan sonra oturulur ve yatsı namazına on dakika kala teravihe hep birden gidilirdi. Çifte mumlar yanar ve sıra sıra bir sevinçle kat’ı-merahil edilirdi. Teravihten sonra kalplerin huzûzât-ı mâneviyesiyle herkes sermest olarak sahuru bekler ve davul çıkınca yemeği yerler ve yatarlardı. Sabaha karşı ibâdet etmek maksad-ı mübeccelesini ahass-ı âmâl ittihaz edinen birçok kimseler biraz uykudan telâfi etmek maksadıyla uyurlar ve sahura kaldırıldıklarında yemek yerler. Abdest alırlar ve sabah namazı vaktini beklemek üzere ya evrâd-ü ezkâr veyahut da hatm-i şerif sürerlerdi. “es salât’lar” verilirken sanki kalplere aşk-ı ilâhi ve nur’u-ilâhi dolar ve insanı bir mevcudiyet-i muhzırasına sığdıramaz bir hâle sokardı. Ortalık hafif aydınlanmaya başlarken namazlar kılınmış olur ve dua edilerek ve bugünkü oruca niyet edilerek besmele-keş olarak yatılır.
Sabahleyin güneş doğduktan sonra üç-dört saat sonra kalkılırdı. Ben bu hayatın ancak yüzde birini tavsif edemedim. Ah, nerede oruç, nerede kaldı ki manevi zevkle iftar etmek olsun, nerede o salât ve selâmlar, nerede o namazlar, nerede o yüksek seslerle Kur’an-ı Kerîm okumalar, hangi birini sayayım ki.. Müslüman ve dindar babalarımız bu âdetlerin hepsini, biz lâyık olmadığımız için, bir daha geri vermemek üzere götürmüşler. Bizi böyle, ceza olarak yüzüstü bırakmışlardır..” Anadolu’da durum farklıdır. Ramazan bütün heyecanı ve bereketiyle önce memleketi kuşatır. Sonra sarıp-sarmalayan ve okşayan bir sis olur ve şehri kaplar. Camilerden, minarelerden başlayan ve bütün sokakları kaplayan bir kutlu sis. Bir Anadolu şehrinde, meselâ Maraş’ta (bütün diğer şehirlerde de üç aşağı-beş yukarı, aynı) her ev, bir eyalet merkezidir. Eyaleti bir vali yönetir. Bu babadır. Fakat yürütme makamı belediyedir. Bu da annedir. Fakat yönetici olarak göze batmaz, batmamaya çalışır. Türk devlet geleneği, adı konmamış şekilde, memlekette sürmektedir. Şehirle münasebetin kurulması, erzak temini, çocukların sorumluluk almalarına yönelik eğitimi anne tarafından sağlanır. Ve tabiidir ki, iftar sofralarının düzenlenmesi de tamamen belediyenin, yani annenin, kadının sorumluluğundadır. Mevcut zorlanmaz. Evde ne varsa o, en güzel şekliyle sunulmaya çalışılır. Her zamanki rütine eklenen bir yenilik, bir değişik sunum, annenin başarısı olarak ortaya çıkar ama bu telâffuz edilmez. Her zaman ekmek olarak sofrayı bereketlendiren mübârek un, Ramazan’da çörek olarak, su böreği olarak, pişi olarak, çibörek olarak tebaanın huzuruna çıkarılır ve görüntüsü bile insanın gönlüne ferahlık verir. Bazan farklı da olabilir ama, umumiyetle topun atılmasından sonra sofraya oturulur ve iftariye olarak gelen peynir, zeytin, su, hurma, bal veya reçel ile oruç açıldıktan sonra çorba ile esas yemeğe giriş yapılır. Çorba, o ailenin alâmet-i farikasıdır. Normal zamanlarda pek sâkin ilgi gören çorba, iftar sofrasında, zengin bir kervanın başını çeken kılavuz gibidir. Selçuklu medresesinin süslü tâç kapısı gibidir. Onu etli ama yemek takibeder ve onun gücünü ve azametini artıran, onu destekleyen yardımcılar etrafta koşuşturmaya 27
başlarlar. Salatalar, cacıklar, hoşaflar ve pilavlar sofrada dört dönerler ve çevreye güzellikler ve huzur saçarlar. Anadolu’daki Ramazan ile büyük metropollerde yaşanan Ramazan’ın önemli farklılıklarından biri, daha küçük yerleşimlerde bu mübârek ayın mahalle bazında, hattâ kasaba, hattâ şehir bazında müşterek yaşanmasıdır. Böylece müstakil, fevkâlade zarif, hoş bir kültür şubesi geliştirilmiştir. Orucun etkisiyle, özellikle tiryakiliği olan bazı insanların yaptığı tuhaflıklardan, kurgu olmayan “Ramazan fıkraları” teşekkül etmiştir. Konya’da bir İzzet Efendi vardı. Yakın zamanlara kadar sağdı. Hoş bir insandı. Etrafındakiler ona İzzet değil, Eziyet Efendi derlerdi. Bu zât, Ramazan günleri özellikle sabah evinden çıkar, memuru olduğu Hükümet Binasındaki işine yürürdü. Hükümet Binasının Kayalı Park tarafındaki kapısından girer, her daireye uğrardı. Konya’da Hükümet Binası, kadîm bir yapıdır. Klâsik kamu binaları plan şemasıyla inşa edilmiştir. Üç katın her birinde daireler, ortadaki ferah koridora açılır, ofis odaları cephelerden güneş ışığı alırlar. İzzet Efendi girdiği her dairede biraz eğleşir, oradakilerle sohbet eder, gazetelere göz atardı. Bu ziyaretler bazan uzar, kendi çalıştığı büroya gelmesi öğleyi bulurdu. Özel idarenin demirbaşlarından biriydi. Kendisini, envantere kayıtlı ve yangında ilk kurtarılacak dolaplar, masalar kadar oranın demirbaşı sayardı. İkindiye doğru, midelerin boşaldığı, açlığın kendini iyice belli ettiği saatlerde İzzet Efendi’nin, “eziyet Efendi”liği başlardı. Yemek tariflerine başlardı İzzet Efendi. Dumanı tüten tarhana çorbasının nasıl hazırlanması gerektiğini biraz da abartılı bir şeklide tarif ederdi. Hususi bir kokusu olan Karapınar sâdeyağının ateşte ne miktar tutulması gerektiğini, çorbanın üzerine ne miktar döküleceğini, pul biberin yağa ne zaman dahil edileceğini, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan anlatır, sonra çorbanın üzerine dökülen kızgın yağın bu esnada çıkardığı “cızzz” sesini takliden çıkarır, dudağını, bir şey yemiş gibi yalar, devam ederdi. Tandırdan yeni çıkmış, kokusu ile insanı çılgına çeviren tandır ekmeğinin, orta ile pişirilmiş patlıcan yemeğine nasıl bandırılacağını ondan daha güzel anlatan çıkmazdı. (orta, kuzunun kaburga kısmı ile sırt bölümünün Konya’daki adıdır). Eliyle, koluyla desteklediği konuşmasına, ağzıyla yaptığı sayı//69// nisan 28
şapırtılar eklenince, oruçlular tam bir eziyet çemberine girerlerdi. “Aman İzzet Efendi, yapma. Bu saatte anlatılır mı böyle şeyler?” dendikçe o coşar, tariflerine daha bir heyecanla devam ederdi. “Sac arası denilen mübâreği, siz siz olun, sakın bal ile yaptırmayın. Onun malzemesi ezilmiş şekerdir. Ağza girince eğer hemen dağılmıyor ve damağınızda hoş bir kaymak rayihası bırakmıyorsa hanım bu işte hile yapıyor demektir.” “Gelelim höşmerime…” deyince, çevredekiler, ciddi ciddi itiraz ederler, “Eziyet yeter İzzet Efendi” diyerek birer ikişer odayı terk ederlerdi. Orucu sakatlamaktan korkmayanlar ise hem itiraz ederler, hem de ağızlarının suyunu silerek, akşam, o muhteşem iftar vaktini hayal etmeye çalışırlardı. İzzet Efendi’nin eziyetine katlanırlardı. İftara yarım saat kalanda İzzet Efendi dışarı çıkar, kıs kıs gülerek, yaptığı eziyetlerin muhasebesine koyulurdu. Cebinden çıkardığı mendiline, bulabilirse bir pideyi sarar, evinin yolunu tutardı. Evinde onu bekleyen iftar sofrası hiçbir zaman tasvirini yaptığı sofra olmazdı. Onu dinleyenler bu durumu bilirler miydi, bilinmez. Ama onun çevresindekilere bu eziyet yaparken aldığı lezzet, herhalde o sofralardan alacağı lezzete denkti. Bunu bilirlerdi. Ramazan, bu mübârek ay, her ânı bir oya zerafetiyle işlenmiş bu kültürünü, yazık ki, giderek kaybetmektedir. Galiba, artık, “İzzet eden Eziyet Efendileri” kaybettiğimiz gibi, onu dinleyecek “sabırlı oruç ehlini” de, arayacak gibiyiz.
KAYNAKÇA
1- Türk Evleri, A. Süheyl Ünver, Nakkaşhane Yay., İst., 2013. Ord. Prof. Süheyl Ünver hocanın Türk Evi kitabında, hocanın yaşadığı iftarlar buna benzer bir şeklide anlatılıyor. Nakkaşhane ve M. Semih İrteş dostumuz Süheyl hocanın bütün külliyatını neşrederek çok hayırlı, faydalı, bir iş yapıyor. 2- A.g.e. 3- Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, a.g.e.
rdu’nun Aybastı ilçesi sınırlarında yer alan Perşembe Yaylası sıra dışı özellikleri ile son yıllarda kendinden çokça söz ettiren bir yayla. Yöre halkı tarafından “Dünya’nın sekizinci harikası” olarak adlandırılan Perşembe Yaylası, bu övgüyü gerçekten de hak ediyor. Nasıl mı?
KARADENİZ’DE BÜYÜLÜ BİR YAYLA:
AYBASTI PERŞEMBE YAYLASI
Perşembe Yaylasına ulaşım çok kolay: Fatsa’dan Aybastı ilçesine gelinip oradan 15 km daha güneye doğru gidilince yaylaya varılıyor. Yaylanın denizden yüksekliği yaklaşık 1650 metre. İbrahim AKÇAY
Öncelikle Dünya’nın çok az yerinde görülebilen doğal bir oluşum var: Menderesler… Yemyeşil bir düzlüğün ortasında maviliği ile göz kamaştıran kıvrım kıvrım uzanan menderesler kaplıyor her tarafı. Ve bu menderesleri kuş bakışı izleyebileceğiniz bir tepe. Sadece bu tepeye (Karga Tepesi) çıkıp kıvrım kıvrım uzanan bu doğal oluşumları izlemek için bile bu yayla, ziyaret edilmeye değer. En belirgin özelliği bu farklı oluşumları olan yaylanın özellikleri saymakla bitmiyor. Yaylada göz kamaştırıcı ve serin serin damlacıkları insanın yüzüne vuran bir şelale var. Temmuz sıcağında bu şelalenin yamacına oturup hayallere dalmak oldukça güzel oluyor. Yaylada, üzerinde tekne ve yunuslarla gezinti yapabileceğiniz bir gölet de mevcut. Yaylada sadece doğal güzellikler yer almıyor. Yaylanın tarihi bir misyonu da var. Şöyle ki: 12.yüzyılın başında Türklerin Karadeniz’i fethetmek için kullandığı bir giriş kapısı Perşembe Yaylası. Hatta bu yayla Danişmendliler ile Rumlar arasında yapılan savaşta toprağa düşen binlerce şehide ev sahipliği yapıyor. Perşembe Yaylası’nda yiyecek içecek anlamında aradığınız her şey mevcut. Çoğu kişiye göre mis gibi kokan taze kekiklerle beslenen kuzuların lezzeti Türkiye’de başka hiçbir yerde yok. Kuzu pirzolanın yanında manda yoğurdu, buz gibi yayla suyu ve meşhur Aybastı ekmeği de olunca bu lezzete paha biçilemiyor. Yaylaya gelen yerli ve yabancı turistler için konaklama seçenekleri mevcut. Misafirler için çok sayıda yayla tipi evler mevcut. Ayrıca karavan ve çadır kiralama imkanları da var. Perşembe Yaylasına ulaşım çok kolay: Fatsa’dan Aybastı ilçesine gelinip oradan 15 km daha güneye doğru gidilince yaylaya varılıyor. Yaylanın denizden yüksekliği yaklaşık 1650 metre.
Fotoğraflar: http://gezmeninsonuyok.blogspot.com/2014/05/ persembe-yaylas.html
Sis kaplayan obaları, düzlükte uzanan kıvrım kıvrım menderesleri, serin serin şelalesi, üzerinde farklı etkinliklerin yapıldığı geniş bir göleti, Selçuklu şehitliği, bol oksijenli havası, buz gibi suları ve zor bulunan lezzetleriyle Perşembe Yaylası görülmeye değer. Bizden söylemesi. 29
ORDU İYİLİKLE GÜZELLİĞİN KOYUN KOYUNA YAŞADIĞI ŞEHİR
Bir gün bir TRT’de bir belgeselde rastlamıştım, 1980’lerin ikinci yarısı. ‘Gezelim Görelim’deydi zannederim. Ordulu bir teyzenin çeyizini gösteriyordu: Size yeminle söylüyorum, rahmetli babaannemin çeyiz sandığıyla aynıydı; morlu yeşilli allı sarılı krepler… Fahri TUNA
er şehir bir renk olduğu kadar bir türküdür de benim gözümde. Ordu'nun dereleri Aksa yukarı aksa Vermem seni ellere Ordu üstüme kalksa (sürmelim aman) Ordu’yu kırkımda görebildim ilk kez. İlk derelerine baktım, yalanım yok. Hepsi de aşağıya akıyor. Akacak da ilelebet. Zaten türküde sözü edilen de dere değil aşk. Aşkın esas sahici olanı. Ordu üstüne kalksa gene varacak o yiğit oğlana. Âşık çünkü. Oğlan da ona. Helal be sana Ordulu kız. Ordulu delikanlıya da helal. Arkanızdayız. Tüm Türkiye arkanızda hatta. Hatta hatta, Türkçe bilen konuşan herkes. 1975 yazıydı. On beş yaşımdaydım. Yaz tatilinde köye gitmiştim. Harmanları dövmüştük. Ağustos ayı boş aydı. Köyün çocukları Karasu’ya fındık toplamaya gidiyorlardı.
sayı//69// nisan 30
Ben de gitmek istedim. Babam karşı çıktı, izin vermedi. Ne de olsa köy ağasının, Hatibağa’nın oğluydu. Hatibin Arif’ti o. Harman makinası da olan, köyün en varlıklı kişisiydi. ‘Ben, Hatipağa’nın torunu fındık toplamaya gitti dedirtemem’ diyordu. Çelimsiz kuru bir şeydim. Sopa gibi. Kıyamıyordu da bana. O kadar çok ısrar ettim ki, köyün çocuklarından ayırmadı beni. İzin verdi. Gittim sonunda. Sekiz on gençtik. Kim aracı oldu, nasıl oldu, bilmiyorum. Karasu’ya bağlı Kocaali nahiyesinin Kirazlı Köyü’nde ‘Burunsuz Ahmet’ Lakaplı birinin fındık bahçesine düşürdü bizi kader. On, bilemediniz on beş gün. Bizim dışımızda on, on beş fındık toplayıcısı daha vardı. Kadınlı erkekli. Kızlı kızanlı. Kırk yaşlarında kadınlar da vardı, bizim yaşlarımızda veya bizden biraz büyük ağbiler ablalar da. Orduluymuşlar. Ordulu birini ilk orada o gün gördüm, tanıdım ben. Tanıdım, sevdim. Yiğit bir ağbi vardı başlarında. Ahmet Ağbi. Altmış yıllık hayatımda en sevdiğim üç beş ağbimden biridir. Öylesine yiğit öylesine mert öylesine babacan. Korgan ilçesindenmiş. Uzun boylu, karayağız, yakışıklı bir ağabey. On beş günlük dostluğumuzdan geriye iki hatıra kaldı ondan bana: Biri Ferdi Tayfur’un o günlerde yeni patlayan ‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’ şarkısı, ikincisi sara nöbeti. Ahmet Ağbi günde iki kez sara nöbeti geçiriyordu; kaskatı kesiliyor, titriyor, elleri ağzı kilitleniyor, dili tutuluyordu. En fazla iki üç dakika sürüyordu ama bize iki üç saat gibi geliyordu. Nasıl üzülüyorduk ama, anlatamam. Geçen kırık beş yıllık ömrümde ne zaman bir sara hastasına rastlasam aklıma Ordu Korganlı Ahmet Ağbim gelir, üzülür, üzülürüm, başka da elimden bir şey gelmez. (O fındık toplama serüvenimden bana iki şey daha kaldı; biri o zamanlar çok moda olan Hıslon marka kol saati alışım, diğeri de ‘Seni milletvekili yapacağım ben’ diyen Burunsuz Ahmet Amca’nın (Çatalbaş) ömür boyu süren bana sevgisi dostluğu vefası.) Korganlı Ahmet Ağbi, sahi sağmısın hâlâ sen. Selam gönderiyorum buradan bak sana. O gün bugün Ordu iyi iyilik iyilerdir benim gözümde. Sonra sonra, Sakaryaspor’umuz Süper Lige çıkmıştı. Sene 1981. O sene Orduspor’dan iki genç yetenek transfer edildi: Şenol Çorlu ve Turgay Poyraz. Şenol forvetti, sol açık. Turgay solbek. Şenol kısa sürede parladı,
Fener’e gitti. Turgay ise uzun yıllar terletti yeşil siyahlı formamızı. Yedi sezon kadar. Önce arkadaş sonra dost olduk Küçük Turgay ile. Kendisi sigortacılık okumuştu, eşi de öğretmendi. İdealist, entelektüel adamdı Turgay. Sorumluydu. Yiğitti. Mertti. Saygılıydı. Kimsenin hakkını kimseye yedirmeyendi de. Ödemeleri yapılmayan futbolcuları idmana çıkmama konusunda örgütlemiş, sonra da sözlerin tutulmasına zemin hazırlamıştı. Tipik görev adamıydı Turgay. Gerçek bir profesyoneldi. Her zaman on üzerinden yediydi mesela. Sekize dokuza çıkar ama altıya düşmezdi. Sakaryasporlu taraftarlara, otuz beş sene sonra en sevdiği ve güvendiği bir onbir yapın deseniz, yüzde sekseninin solbeki Ordulu Turgay Poyraz olacaktır. İstanbul’a yerleşti sonra. Tekstil fabrikatörü oldu. İyi de oldu. Zaman zaman alolaşır, hasbihal ederiz. Paylaşımları, sosyal duyarlılığı, haksızlıklara karşı duruşu kırık yıl öncesiyle aynıdır Benim Turgay’ımın. Helal ona. Bana Ordu’yu sevdiren ikinci adamdır Turgay. Sonra Selçuk Küpçük’ü tanıdım. Sevdim, dost olduk. Ağbi - kardeşiz. Şair bestekâr entelektüel. Adam gibi adam. Şiirse şiir, beste ise beste, icra ise icra, sahneyse sahne, albümse albüm. Denemeleri de ayrı güzeldir. TYB ödüllüdür de. Gösterişsizdir. Vefalıdır. Müdanasızdır, aynı, tıpkı, en az benim kadar. Yerden göğe Türk, yerden göğe Müslümandır. Yiğit adamdır. Mert adamdır. Adil adamdır. Bana Ordu’yu sevdiren üçüncü kişidir Selçuk Küpçük. Başka Ordulular da tanıdım. Eğitimci, şair, bürokrat Selahattin Özdemiroğlu’nu mesela; adamın hasıdır. Felsefe profesörü Hakan Poyraz’ı mesela; entelektüelin hasıdır. Öğretmen Şükrü Sevinç’i mesela; dostun hasıdır. ‘Parça bütünün habercisidir’ buyuruyor Hazreti Ali Efendimiz. Elhak katılırız bu söze. Benim iyi tanıdığım altı Ordulu da iyi insanlar olduğundan Ordu’yu da Orduluyu da iyi has yavuz biliriz biz. Radyoda bir türkü çalıyor o sırada, mikrofonda o buğulu sesiyle Ümit Tokçan ağabeyimiz; Kadir İnanır’dan alınma bir Fatsa türküsüyle hem de: Hekimoğlu derler benim aslıma Aynalı martin yaptırdım kendi nefsime Konaklar yaptırdım mermer direkli Hekimoğlu geliyor aslan yürekli Konaklar yaptırdım döşetemedim Ünye Fatsa bir oldu baş edemedim Ünye Fatsa arası Ordu kuruldu Hekimoğlu dediğin o da vuruldu
Aydın yahut Muğla türküsü sanmayın sakın. Tamam, Çökertme türküsünü andırıyor, haklısınız. Ege türküsüne benziyor tıpatıp. Zeybek havası, tamam. Da neden öyle biliyor musunuz? Ordulu dediğin insanlar özbeöz Yörüktür de ondan. Göynük Taraklı Bilecik Kütahya İzmir Aydın Muğla zeybeğiyle Ordu zeybeği özde sözde izde birdir de ondan. Ufak tefek yöresel farklılıklar dışında aynıdır da ondan. Hekimoğlu da bir başka yiğit, belli ki. Kahraman, mert, korkusuz adam. Başına iş almış, anlaşılan. Türküsü de yakılmış. ‘Bizim romanımız türkülerimizdir’ diyen Yahya Kemal’e rahmet olsun… Belli ki bir roman, iki film, üç türkü, dört belgesel çıkar Hekimoğlu’ndan. Çıkar bir gün inşallah. Bir gün bir TRT’de bir belgeselde rastlamıştım, 1980’lerin ikinci yarısı. ‘Gezelim Görelim’deydi zannederim. Ordulu bir teyzenin çeyizini gösteriyordu: Size yeminle söylüyorum, rahmetli babaannemin çeyiz sandığıyla aynıydı; morlu yeşilli allı sarılı krepler… (Buna bir de Antalya ile ilgili bir belgeselde daha rastlamıştım.) Anladım ki Türkler coğrafyanın neresinde olursa olsunlar, aynıdır. Yörüğü, Manav’ı, Türkmen’i, değişmiyor. Orduspor’u unutabilir miyim, 1980’lerde ligin tozunu attıran Orduspor’u. Kaptan Arif’i mesela. Tek başına yarım takımdı sanki. Bize de gelen, futbolun evliya çelebisi, güzel ruhlu adam Ordusporlu Kemal Yıldırım’ı kim unutabilir. Boztepe’ye çıktım en son gittiğimde. Teleferik de yeni yapılmıştı. Manzara nefis, gerçekten ama. Harikulade. Yeşille mavi koyun koyuna. Ordu ağzını dinledim. Yüz kelimenin doksanı biz Adapazarı yerlileri ile aynı. İnanılmaz yakın. Diyeyim size. Yemekleri desen onlar da aynı. Oy Mehmed’im Mehmed’im Sana küstüm demedim Beni sana geçmişler Vallahi ben demedim (sürmelim aman) Budur işte Ordu. Budur işte Ordulu. Ordu’yu, Orduluyu bize geçmişler. Seviyoruz, seveceğiz Ordu’yu. Yüreği Türkçe çarpan herkes için, iyilikle güzelliğin, yeşille mavinin, sevgi ile dürüstlüğün vuslatıdır Ordu. İyilikle güzelliğin koyun koyuna yaşadığı şehir. 31
YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ
ŞAM -1Memlük Sultanı Kutuz, Aynicâlût Savaşı’nda Moğollar’ı yenerek Dımaşk’ı ve Suriye’nin büyük bir kısmını kurtardı. Bundan sonra şehir Memlük dönemi boyunca başşehir Kahire’ye tâbi oldu. Sultan I. Baybars, Dımaşk’a bir nâib-i saltanat ve kaleye bir emîr tayin ederek şehirde Memlük idarî nizamını kurdu. Hüseyin YÜRÜK
lkenin güneybatısında bulunan şehir, Antilübnan (Cebelüşarkî) dağlarının doğu eteklerindeki Kãsiyûn dağı ile Bâdiyetüşşâm adı verilen çöl sahası arasındaki bir vahada (Gûta vahası) kurulmuştur. Çölün yanı başındaki bu yeşil alan varlığını, Antilübnan’lardan doğarak Uteybe bataklıklarında kaybolan ve şehrin ortasından geçen Beredâ suyuna borçludur. Üzerinde kesintisiz yerleşim görülen en eski şehir olduğu iddia edilen Dımaşk’ın Hz. Nûh’un oğlu Sâm veya torunları tarafından tesis edildiğine ve Hz. İbrâhim’in burada doğduğuna dair rivayetler mevcuttur. Dımaşk çevresinde milâttan önce 4000’lere kadar giden yerleşim olduğuna dair arkeolojik kanıtlar vardır. Bazı kayıtlarda Eski Romalıların Şam'dan Kudüs’e bir yol yaptıkları bugün kendisinden hiç bir eser kalmamış olan bu yolun güzergahının bir Alman haritasında yer aldığı (Erden,2003:113) bilgisi yer alır. Cengiz Tomar’ın naklettiğine göre; İslâm fetihlerinden önce Bizans’ın hakimiyetinde bulunan Dımaşk 613 yılında Sâsânîler tarafından işgal edildi, ancak 628’de Bizans İmparatoru Herakleios şehri geri aldı. Arabistan halkı, İslâm’dan önce de kendileriyle aynı etnik kökene sahip olan Bilâdüşşâm halkıyla ticarî ilişkiler kurmuşlardı ve bölgedeki merkezlere ticaret kervanları düzenliyorlardı. Hz. Ebû Bekir, isyan hareketlerinin bastırılmasından birkaç ay sonra bölgeye üç ordu gönderdi. Onun zamanında kazanılan Ecnâdeyn zaferiyle birlikte Suriye ve Dımaşk’ın kapıları Müslümanlara açılmış oldu (634) (Tomar,2010:312). Emevîler, Dımaşk’ı İslâm dünyasının din, siyaset ve kültür merkezi haline getirmek için büyük çaba gösterdiler ve bunu başardılar.1174 yılında Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin eline geçen şehir Haçlı mücadelesine karşı ana karargâh durumuna getirildi. Bu dönemde Haçlılar, Dımaşk yakınlarına kadar gelip şehre saldırıyorlardı. Fakat Selâhaddin’in kazandığı Hıttîn zaferiyle bu tehlike ortadan kalktı. Onun devrinde Emeviyye Camii ile şehir sur ve kapılarında bazı tamiratlar yapıldı. Eyyûbîler devri Dımaşk’ın imarı açısından büyük önem taşımaktadır. Bu dönemde kuzeybatıya doğru genişleyen şehirde
sayı//69// nisan 32
200’ün üzerinde medrese, cami, hankah, zâviye, türbe gibi yapı inşa edildi. Bunların büyük kısmı devlet adamları veya hanımları tarafından yaptırıldı. İnşa edilen medreseler arasında Medresetü’l-Âdiliyye, Medresetü’lİzziyye, Medresetü’r-Rükniyye, Medresetü’lMürşidiyye, Medresetü’n-Nâsıriyye ve Medresetü’n-Necmiyye sayılabilir. Eyyûbîler dönemi boyunca siyasî bakımdan Kahire öne çıkmakla birlikte Dımaşk kültürel olarak önemini korumaktaydı. Bu devirde Dımaşk’taki müderris sayısının 600 civarında olduğu kaydedilmektedir. İlmî ve tasavvufî hayatın gelişmesi, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi tasavvuf hayatının ilgi çeken simalarının şehirde yerleşmesine vesile oldu. Pek çok medrese ile birlikte yeni bîmâristan inşa edildiği gibi kalenin yanı sıra surlar ve kapılar onarıldı. Eyyûbîler devri boyunca şehrin nüfusu arttı ve ticarî faaliyetler genişledi (Tomar,2010:313). Bağdat’ın 1258 yılında Moğollar tarafından işgalinin ardından Şam da Moğolların eline geçti. Bu esnada şehrin batı surları ve kale tahrip edildi. Ancak Şam’da Moğol hâkimiyeti çok kısa sürdü. Memlük Sultanı Kutuz, Aynicâlût Savaşı’nda Moğollar’ı yenerek Dımaşk’ı ve Suriye’nin büyük bir kısmını kurtardı. Bundan sonra şehir Memlük dönemi boyunca başşehir Kahire’ye tâbi oldu. Sultan I. Baybars, Dımaşk’a bir nâib-i saltanat ve kaleye bir emîr tayin ederek şehirde Memlük idarî nizamını kurdu. 1299 yılında Suriye’ye hücum eden İlhanlılar, Dımaşk nâibi Seyfeddin Kıpçak’ın da kendilerine katılmasıyla Dımaşk’ı işgal ettiler. Ancak kale emîri teslim olmayınca şehrin sur içi İlhanlılar’da, kale Memlükler’de kaldı. Çarpışmalar sırasında kale ile Emeviyye Camii arasındaki binalar yıkıldı. Fakat çok geçmeden şehir tekrar Memlükler’in eline geçti. Memlükler Dımaşk’ta imara büyük önem verdiler ve kurdukları hayır müesseselerini vakıflarla desteklediler. Bu dönemde sadece Dımaşk’ta 250 civarında cami, medrese, han, hamam, hankah ve türbe yaptırdılar. Dımaşk’ın IX. (XV.) yüzyıl başında Timur’un saldırısına uğrayarak işgal edildi (803/1401). Kalede bir müddet direnen Memlük birliği çok geçmeden mağlûp oldu. Bu esnada şehir büyük tahribata mâruz kaldı; şehir halkından pek çok
kişi öldürüldü. Timur şehri tahrip ettiği gibi ayrılırken birçok sanatkârı yanına aldığından şehir kültürel açıdan da büyük zarar gördü. Timur istilâsı sebebiyle meydana gelen göçler ve katliamlar yüzünden şehrin nüfusu azaldı ve Dımaşk, Memlükler döneminin sonuna kadar bir daha eski seviyesine ulaşamadı. Avrupa’ya büyük miktarda ürünler ihraç eden şehir artık gıda maddelerini ithal eder duruma düştü. Barsbay ve Kayıtbay dönemlerinde şehir nisbeten istikrara kavuştu. Ancak Memlükler’in son devrinde ekonominin bozulmasına bağlı olarak halka yüklenen aşırı vergiler, müsâdereler ve yolsuzluklar Dımaşk’ta sosyal huzursuzluklara yol açtı. Kansu Gavri’nin Halep yakınlarında Mercidâbık’ta Osmanlı kuvvetlerine yenilmesiyle Dımaşk, Osmanlılar’ın eline geçti (922/1516) (Tomar,2010:314). ŞAM’DA OSMANLI DÖNEMİ
Dımaşk (Şam) şehri Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı idaresi altına alındı. Şehrin dışında Mastaba denilen yerde karargâh kuran padişah kadıların, müftülerin ve diğer ileri gelenlerin itaatlerini kabul etti. 6 Ramazan 922’de (3 Ekim 1516) Şam’a girdi ve ilk cuma namazını kıldığı Emeviyye Camii’nde Şâfiî kadısı imam Veliyyüddin Ferfûr tarafından “el-melikü’l-muzaffer hâdimü’l-Haremeyni’şşerîfeyn” unvanıyla anıldı. Ramazanın on beşinde (12 Ekim) Şam cami ve medreselerinde hediyeler ve para dağıtıldı. İki buçuk ay kadar kaldığı Şam’da idareyi tanzim etti, ayrıca itaatsizliği görülen bazı bedevî kabilelerine karşı askerî harekât düzenletti. Sultan Selim-i evvel 'şın’ harfinin alâmeti olduğu Şam şehrine girdiği zaman; “Sin”in Şin’a girmesiyle ben de kurtulacağım” diyen Muhyiddin Arabî'yi hatırlamıştır. Daha sonra da Sultan, bu sözden hareket ederek Şam'a girer girmez tıpkı Fatih'in Eyüb'de Ebâ Eyüb el-Ensâri'nin türbesini yaptırdığı gibi Şam'da Muhyiddin-i Arabî Hazretleri adına bir türbe ve külliye inşa ettirmiştir (Dursun,2003:211). Tufan Buzpınar Yavuz Sultan Selimin Şam günlerini şöyle anlatıyor: Mısır seferinin ardından 21 Ramazan 923’te (7 Ekim 1517) tekrar Şam’a geldi. Şehrin dinî kimliğinde bugün de önemini koruyan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin mezarının bulunduğu yerde cami, türbe, imarethâne ve zâviyeden oluşan küçük bir külliyenin yapımını başlattı ve kısa sürede tamamlanması için inşaatıyla yakından ilgilendi, vakıflar tahsis etti. Şam’da toplanan 33
hacıların ve surre alayının Hicaz’a gidişiyle ilgili güvenlik tedbirlerine nezaret etti. Cami inşaatının tamamlanmasından ve Memlük döneminin son nâibi Canbirdi Gazâlî’yi Şam beylerbeyiliğine getirdikten kısa bir süre sonra İstanbul’a dönmek için şehirden ayrıldı (Buzpınar,2010:316).
eden istikrar, ticarî ve ekonomik canlanmanın ardından Ekim ve Kasım 1759’da meydana gelen şiddetli depremlerde Şam şehrinin ağır tahribata uğramasıdır. Bu depremde birçok binanın yıkılması yanında Emeviyye Camii de önemli ölçüde hasar gördü ve şehirde salgın hastalıklar baş gösterdi.
Şam’ın içinde bulunduğu bölgenin Osmanlı dönemi idarî taksimatındaki durumu zaman zaman değişmiş olmakla birlikte şehir Osmanlı devri boyunca bölgenin idarî, askerî, ilmî, kültürel ve ticarî merkezi olma özelliğini sürdürdü. Bu konumu dolayısıyla Şam nüfusunun önemli bir kesimini görevliler oluşturmaktaydı. Mülkî ve askerî açıdan doğrudan İstanbul’a bağlı kalan Şam dinî ve adlî teşkilâtlanmada Hanefî mezhebi merkezli bir yapıya geçirildi.
Abdi Paşa, 1788 yılına kadar Suriye'nin hakimi olarak kaldı ve bu sıfatla büyük bir servet elde etti. İskenderun körfezine kadar olan bütün yerler, tamamiyle bağımsız bir halde kaldı. Bu sahillere hakim olan küçük beylerin, yalnız ara sıra Padişaha ve Devlet hazinesine ufak tefek hediyeler göndermekten başka Osmanlı devletiyle bir ilgileri yoktu.Şeyh Tahir'in ayaklanması sırasında Şam, Sayda ve Trablus vilayetleri tek bir eyalet halinde birleştirilmişti.
Kanûnî Sultan Süleyman’ın 1554-1559 yıllarında Memlük dönemine ait Kasrü’lablak harabeleri civarında Mimar Sinan’a inşa ettirdiği Süleymaniye Külliyesi, sadece Osmanlı mimari üslûbunun önde gelen temsilcileri değil aynı zamanda Emeviyye Camii’nden sonra şehrin en önemli dinî merkezleri haline geldi. Lala Mustafa Paşa, Murad Paşa ve Derviş Paşa gibi güçlü Osmanlı beylerbeyilerinin de camiler, medreseler, hanlar ve kervansaraylar yaptırmaları Şam’a olan ilgiyi daha da arttırdı. Söz konusu külliye ve yapıları destekleyen zengin vakıfların kurulması buranın hızla bir Osmanlı şehrine dönüşmesine zemin hazırladı (Buzpınar,2010:316). Nitekim Kanûnî Sultan Süleyman Döneminin Meşhur Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi'ye Kanunî zamanında mukaddes diyarların neresi olduğuna dair bir sorulur. Ebussuud Efendi fetvasında "Mutlaka dîyâr-ı Şam'iye arz-ı mukaddes derler” şeklinde cevap verir (Dursun,2003:211). 17. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin mâruz kaldığı ciddi sıkıntılar mülkî idarede büyük istikrarsızlıklara yol açmaya başladı.1600-1652 yılları arasında Şam’a kırk yedi vali tayin edilmesi ve bunların görev sürelerinin dört gün ile altı yıl arasında değişmesidir.18. yüzyılda Şam yönetiminin mâruz kaldığı en önemli sıkıntılardan biri, 1757 yılına ait surre alayının bedevî saldırısına uğraması ve binlerce hacı adayının hayatını kaybetmesidir. İkincisi uzun süre devam sayı//69// nisan 34
Hayattan yalnız en kaba bir şekilde zevk çıkarmak istiyen ve en güzel atlar, parlak silahlar, işveli kadınlar, kıymetli taşlar ve gölgeli bahçelerde en büyük zevklerini bulan ve bunlarda insanın bütün arzularının zirvesini gören aşağı karakterli kimseler için paşa veya müsellim olarak bir yere atanmak da öyle gıpta edilecek cazip bir şey değildi. Çünkü bunlar, mesela Suriye'de olduğu gibi, atanmalarını 800 kese altuna satın alırlar ve 2000 kese kazanç elde edeceklerini umarlardı (Yorga,1948:66). Şam Valisi Osman Paşa öldüğü zaman 12 milyon kuruşluk bir servet bırakmıştı. Sayda Paşası olan büyük oğlu, babasının mirasını 10.000 keseye satın alarak Şam Valisi oldu. Asya tarafındaki Beyler kendi bölgelerinde' yılda 12.000, Avrupa tarafındakiler ise 10.000 duka vergi toplarlardı (Yorga,1948:108). Müteakiben İbrâhim Paşa kumandasındaki Mısır ordusu, Haziran 1832’de Beylerbeyi Hacı Ali Paşa’nın şehri terketmesiyle Şam’ı direnişsiz ele geçirdi. II. Mahmud, Mayıs 1833’te Suriye’nin Mehmed Ali Paşa’nın yönetiminde kalmasını kabul etti. Osmanlı yönetiminin son devrinde önemli yatırımlara kavuşan Şam, 1861’de Beyrut ve 1863’te de Halep üzerinden telgraf hattıyla İstanbul’a bağlandı. İstanbul’u Şam üzerinden Mekke ile irtibatlandıran telgraf hattı anısına Merce Meydanı’na dikilen, çizimi saray mimarı Raymondo d’Aronco’ya ait olan, tepesinde Yıldız Hamidiye Camii maketi bulunan sütun Şam’daki önemli Osmanlı sembollerindendir.
Şam demiryolu yatırımlarından da ciddi pay aldı. Şam-Müzeyrib hattı 1894’te, Şam-Beyrut hattı 1895’te, Şam-Hayfa hattı 1906’da ve bölgenin en uzun hattı olan Şam-Medine Hicaz demiryolu 1908’de tamamlandı (Buzpınar,2010:317). Osmanlı yönetiminin son döneminde Şam’daki idare tarzı belirgin bir şekilde zayıflamıştı. Dönem subaylarından Selahattin Adil Paşa o günlere ait gözlemlerini şöyle anlatır: Vilayet ve ordu merkezi olmak dolayısıyla geliri giderini karşılamayan Şam'da da maaşlar ve diğer hükümet ödemeleri düzensiz ve bazen aylarca aksar, subaylar maaşlarını tedahülden kurtarmak ve ailesinin masraflarını kapatmak zorunluğu dolayısıyle maaşlarını sarraflara kırdırırlardı. Ordu, eğitim ve öğretimden ziyade eldeki hayvanlar ve lüzumlu eşyanın korunması işini ön planda tutmaya alışmış olan tabur kumandalarının komutası altındaydı (Sarıbay,1982:42-43). Bu yıllarda Suriye bütün büyük güçlerin rekabet alanıdır: Şam'da Rusların bir başkonsolosu, Fransız, İngiliz ve Almanların konsolosları, İtalya, Avusturya-Macaristan, Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda, İspanya ve Portekiz’in konsolos vekilleri ve İran'ın da bir başşehbenderi mukimdir (Kırmızı,2016:196). 1910 yılında bir veba salgını dolaysıyla Şam’a giden Dr. Şerafeddin Mağmumi de Şam’daki Osmanlı İdaresinin bir başka zayıf yönünden şöyle bahseder:Memleketin suları bol lakin temiz değil.Evvela dere açıktan akıp geliyor. Orada çamaşır vesaire yıkıyorlar. Saniyen kadim mecralarla mesakine taksim oluyor ve lağım yollarıyla temasa geliyor. Salisen bir hanenin havuzundan çıkan su, diğerininkine geçiyor. Cadde ve meydanları tozdan geçilmiyor (Mağmumi,2010:270). Şam, XIX. yüzyılın sonuna doğru II. Abdülhamid yönetimine karşı gelişen muhalefet hareketinin önemli merkezlerinden biri oldu. Şam’da Türklerle Araplar arasında ne yazık ki bir sempati ve kaynaşma duygusu uyanmamış ve bunda şüphesiz dil farkı önemli bir rol oynamıştır (Sarıbay,1982:41). I. Dünya Savaşı sırasında Dördüncü Ordu kumandanı ve vali olarak Şam’da bulunan Cemal Paşa’nın, ayrılıkçı oldukları gerekçesiyle Ağustos 1915’te on bir ve Mayıs 1916’da yirmi bir Arap aydınını idam ettirmesi Şam
halkı üzerinde derin izler bıraktı. Ordu kumandanı, Suriye ve Filistin genel valisi olarak tayin edilen Bahriye nazırı Cemal Paşa, 1914 Kasımında Şam'a gelerek karargâhını kurdu (Pomiankowski,1997:148). Cemal Paşa’nın Şam’da yaptıklarından Findley şöyle bahsediyor: İttihat ve Terakki bahriye nazırı Cemal Paşa'yı Suriye valisi ve Osmanlı güçlerinin komutanı olarak Şam'a gönderdi. Başarısızlıkla sonuçlanan Süveyş Kanalı seferinden (Ocak-Şubat 1915) sonra Cemal Suriye'ye döndü ve olağanüstü yetkilerle donanmış olarak rejime muhalif oldukları düşünülen kişileri hedef alan bir korku krallığı kurdu. Suriye ve Lübnan'ın önde gelen kişilerini uyduruk vatana ihanet suçlamalarıyla Divan-ı Harb’in önüne çıkardı. Otuz üç kişi halkın gözü önünde asıldı. Cemal, bir kaynağa göre iki yüz, başka bir kaynağa göreyse beş bin aileyi Anadolu'ya sürdü. Aynı zamanda, sağlıklı erkeklerin yaklaşık dörtte üçü askere alındı ve doğal felaketler ve kıtlık üç yıl boyunca bölgeyi kasıp kavurdu (1915-1918). Bunun halk üzerindeki etkisi o kadar sarsıcı oldu ki, Osmanlıcada askeri harekete geçirme anlamına gelen seferberlik sözcüğü, Suriye Arapçasına "kıtlık" anlamıyla seferberlik şeklinde geçti (Findley,2015:203). Bir sonraki yazımızda Şam’ı anlatmaya devam edeceğiz inşallah… KAYNAKLAR
• Buzpınar Tufan ,(2010),Şam, DİA, cilt: 38, sayfa: 315-320 • Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Erden Ali Fuat,(2003),Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatıraları,İstanbul:İş Bankası Kültür Yay • Findley Carter V,(2015),Modern Türkiye Tarihi,İslam Milliyetçilik ve Modernlik,1789-2007 İstanbul:Timaş…… • Abdülhamit,(2016), Abdülhamid’in Valileri/Osmanlı Vilayet İdaresi (1895-1908), İstanbul: Klasik Yayınları • Mağmumi Şerafettin,(2010), Anadolu ve Suriye’de Seyahat Hatıraları,Ankara:Cedit Neşriyat.. • Pomiankowski Joseph,(1997),Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, İstanbul: Kayıhan Yay • Sarıbay Selahattin Adil, (1982), Selahattin Adil Paşa’nın Hatıraları, İstanbul: Zafer Matbaası • Tomar Cengiz,(2010),Şam, DİA, cilt: 38, sayfa: 311315 • Yorga Nicolea, (1948), Osmanlı Tarihi,(Son Cilt),Ankara Üniversitesi Yay, Ankara, 35
EVLİYA ÇELEBİ’NİN
SEYAHATNAMESİ’NDE
MARAŞ
Evliya Çelebi’nin Maraş’a ilk gelişi Şam dönüşü esnasında olur. Tarih 1649’dur. Şam’ı gezip gördükten sonra dönüşte Urfa, Siverek, Çermik, Kahta ve Besni üzerinden Maraş’a uğrar. Serdar YAKAR
inlerce yıllık tarihi zenginliğine karşın yazılı kaynak açısından oldukça yoksun bulunan Maraş hakkında yazılan en eski kaynakların en başta gelenidir Seyahatname. Meşhur büyük Türk seyyahı Evliya Çelebi’nin dev eseri Seyahatname on ciltlik muhteşem bir eserdir. Seyyah Evliya Çelebi’nin gerçek adı bilinmemektedir. Babası Osmanlı sarayında Kuyumcubaşı olarak görev yapan Derviş Mehmet Zillî Efendi’dir. Annesi Abaza asıllıdır. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1611 olarak tahmin edilmektedir. Ataları aslen Avşar olup Kütahya’dan göç ederek İstanbul’a yerleşmiştir. Abaza asıllı olan anne tarafından sarayda çok sayıda akrabaları vardır. İyi bir eğitim alır. Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesi’ne devam eder. Evliya Mehmed Efendi’den hafızlık dersleri, babasından hat dersleri alır. Saraya intisap ederek Enderun’da okur. Müzik eğitimi de alır. Sesi güzeldir. IV. Murad’ın gözüne girer ve dostluğunu kazanır. Geniş bir hayal dünyasına ve bilgi birikimine sahip olan Evliya Çelebi seyahat merakını gördüğü bir rüya ile açıklamaktadır. Takvimler 1630’u gösterirken Muharrem ayının aşure gecesinde, İstanbul’daki Yemiş İskelesi civarındaki Ahî Çelebi Camiinde kalabalık arasında Hazreti Peygamber Efendimizi görür. Rasulü Ekrem’in elini öperken heyecana kapılıp “Şefaat yâ Resûlallah” diyecek yerde “Seyahat yâ Resûlallah” der. Hazreti Peygamber tebessüm ederek şefaati, seyahati ve ziyareti ona müjdeler. Yine aynı rüya içerisinde sahabeden Sa’d b. Ebû Vakkâs da gördüklerini yazması temennisinde bulunur. Bu rüyayı Kasımpaşa Mevlevihânesi Şeyhi Abdullah Dede’ye tabir ettirir ve onun da isteği doğrultusunda ilk olarak doğup büyüdüğü İstanbul’u gezip, gördüklerini yazmaya başlar. Bu geziler tam 40 yıl aralıksız devam eder. Osmanlı ülkesinde gezmediği yer kalmaz. Osmanlının dışındaki diğer ülkeleri de gezer. Bu geziler sırasında birkaç defa da yolu Maraş’tan geçer. Gördüklerini kaydeder. Maraş’la ilgili intibaları on ciltlik eserinin muhtelif ciltlerinde yer almıştır. Doç. Dr. Ejder Okumuş Seyahatnamede Maraş’la ilgili ne kadar bilgi varsa akademik bir disiplin içerisinde çıkarıp küçük bir kitap halinde yayınlamıştır. Evliya Çelebi’nin Maraş’a ilk gelişi Şam dönüşü esnasında olur. Tarih 1649’dur. Şam’ı gezip
sayı//69// nisan 36
gördükten sonra dönüşte Urfa, Siverek, Çermik, Kahta ve Besni üzerinden Maraş’a uğrar. Bir sonraki Maraş’a uğrayışı 1655 yılında olur. Van’a gitmek üzere yola çıkmıştır. 1671’de Mekke-Medine yolculuğuna çıktığında yolu Maraş’a bir kez daha uğrar. “Şehr-i Azim” diye adlandırdığı Maraş hakkındaki en detaylı bilgiyi de bu üçüncü ziyaret dolayısıyla verir. Maraş’ın tarihi ve kültürel zenginliğini belirtmek için; “Ve bu vilâyet eyâlet-i kadîmdir..” cümlesini kullanır. Cimcime adında bir Kayserden bahsederek Ahır Dağında yer alan Karagöl’ün dağdaki sürülerden elde edilen sütle doldurulduğu, bu sütlerin yer altından bir kanalla şehre akıtıldığı ve ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı bilgisi de yine bu ziyaret sırasında verilir. Ve Maraş Evliya Çelebi’ye göre “arz-ı mukaddese” bir şehirdir. Şehrin askeri ve ekonomik durumunu da ele alan Evliya Çelebi Eyâlet-i Maraş’ın 4 sancak, 29 zeamet ve 215 tımardan oluştuğunu, Maraş Beylerbeyinin hassının 628450 akçe olduğunu ifade eder. Yine o tarihte Maraş’ta 1045 dükkan, 2 bezzâzistân bulunmaktadır. Kuyumcular bezzâsistanı dört demir kapulu kargir bir binadır. Maraş’ın para basılan büyük şehirlerden biri olduğu bilgisi de yine Seyahatname’de yer almaktadır. Evliya Çelebi’nin verdiği bir diğer bilgiye göre Maraş’ın ekonomisinde tarım önemli bir yer tutmaktadır. Maraş ve çevresinde bağcılık ve bahçecilik yapılmakta ve pirinç yetiştirilmektedir. Maraş’ın 42 mahallesinin olduğu, 11 bin hâneden oluştuğu, halkının ekseriyatının Türkmen olduğu ve Türkçe konuştuğu, İslâm öncesi dönemde Ermenilerin önemli merkezlerinden biri olduğu bilgisi de verilmektedir. “Ve bu şehir Türkistan şehirlerindendir” diyen Evliya Çelebi; “Ve bu şehir kâdim olduğundan kibâr-ı evliyâullâhı çokdur” der. “Bu şehrin âb(u) havasının letafetinden halkının reng-i rûyları humret ûzredir. Ve gayet zekiyyü’t-tab’uleması vardır. Ve halkı gayet mahbûb-dostdur. Kadd-i bâla ve mahbûb-ı ranâ cünâvânın ekseri hacılar huddâmıdır.” diyerek Maraşlıları cana yakın, genciyle yaşlısıyla hayata tutunan, cömert, misafirperver olarak tasvir eder. Ve yine Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilere göre cami ve mescidlerdeki eğitim odalarının
yanı sıra Maraş’ta 11 medrese ve 40 sibyan mektebi bulunmaktadır. Bu mekteblerde okuyup yetişen seçkin insanları arasında; “Şeyhülislâm ve nakîbüleşrâf ve sipahiyan kethudâyeri ve yeniçeriyân-ı dergâh-ı âli serdarı ve dizdarı ve a’yân(u) eşrafı ve ulema’ ve sulehası vardır.” Evliya Çelebi’nin bir başka seferde ise Ashab-ı Kehf’i ziyaret ettiği görülmektedir. On ciltlik dev eserinden anlaşıldığına göre Evliya Çelebi hoşça vakit geçirmeyi seven, zevk sahibi bir kişiliğe sahiptir. Olayları gizemli bir şekilde anlatmayı sevmektedir. Abartılı anlatımına rağmen bu eser Türk kültür târihi bakımından oldukça önemlidir. Saray erkanından çok sayıda tanıdığı olmasına rağmen ikbal hırsına kapılmayan Evliya Çelebi seyahatlerine yardımı olur düşüncesiyle zaman zaman mektup götürüp getirmek, köyleri tahrir etmek, vergi toplamak gibi görevleri kabul etmiştir. Ailesinin zengin olması, uzun seyahatleri için gerekli kaynağı sağlamıştır. Bu zenginliğin sağladığı imkanlarla seyahatlerinde köleleri, uşakları eksik olmamıştır. Vefat tarihi ve yeri hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Eserinin son cildi eksik bir şekilde birden bire biter. Bu ciltte anlatılan olaylardan onun II. Viyana Kuşatmasını gördüğü ve 1684’de vefat ettiği tahmin edilmektedir. On ciltlik eserinin hemen hemen her cildinde bir meseleye bağlı olarak Maraş’tan bahseden Evliya Çelebi tüm bir Osmanlı ülkesinin olduğu gibi Maraş’ın da minnetle andığı bir büyük târihçi, bir büyük seyyahımızdır. Maraşlı onun adını bir bulvarına vererek kalbinde yaşatmaktadır. 37
‘OKUL KÜTÜPHANELERİNDEN MİLLET KÜTÜPHANESİ’NE’
MİLLET KÜTÜPHANESİ VESİLESİYLE…
KİTAPLIĞI OLAN
PARMAK KALDIRSIN!... ‘Kültür ve Edebiyat Kolu’ çalışmalarımızı da kütüphanede yapmaya başlamıştık. Hemenher okulun değişmez faaliyeti olan ‘Duvar Gazetesi’ başta olmak üzere kültür, sanat ve yazmaya meraklı öğrencilerimizle, buluşma mekânımızın kapısının üst kısmında altın varakla ‘Kütüphane’ yazısına yakışır duruma gelmişti. Erbay KÜCET
nadolu’nun muhtelif yerlerinde Devlet Parasız Yatılı Okul Sınavında başarılı olan talebelerimizle okulun açıldığı ilk günler hasbihal edilirdi. İlk defa gurbeti yaşadığını belirten öğrenciler, Başkent’e meslek sahibi olabilmek için geldiklerini ifade ederlerdi. Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen gençlerle tanışıp, halleşmemizde doğdukları ve büyüdükleri köy, mahalle, ilçe veya şehir hakkında bilgilerimizi tazelerdik. Diğer yandan ise aynı okulu kazanmış olanlarda birbirleri hakkında bilgilenmiş olurlardı. Sohbetimiz aile bireylerine kadar iner, onların ne işle meşgul oldukları, kardeşleri gibi mevzularla koyulaştığında samimiyetimiz artardı. Edebiyat öğretmeni olduğumuz için konuyu farklılaştırma görevimizi de icra etmek için “Kitaplığı olanlar parmağını kaldırsın” sorumuzla birçoğunun başı öne eğilirdi. Bazısı kitaplığı olmadığını, kimisi duvarlarındaki rafta birkaç kitap bulunduğunu çekingen tavırla ifade etmeye çabalardı. Kısaca belirtmek gerekirse maalesef ‘Kitaplıkları yoktu’. Öğretmenliğimin ilk günlerinde yatılı öğretim veren okulun kütüphanesini görünce sevincimin kursağımda kalacağını kestirmemiştim. Kapısı kilitli, anahtarı idarecide olan kütüphanedeki bilgiye ulaşmak için önce idareye başvurulacak, uygun görülürse anahtarı alan öğrenci içeri adım atıp raflardaki kitapları karıştırıp bulursa dersini yapacaktı. Okul yönetimine durumun yanlışlığını lisan-ı hal ile söylemem için çok çaba sarf etmeden ilgilenmem şartı ile sorumluluğu vermişlerdi. Öğretmenler odası yerine kütüphaneyi mekân tutmuştum. O günden sonra derslerin ön hazırlığını kütüphanede yapmaya başlamıştım. Eğitsel ve rehberlik etkinliği olarak öğrencilerin ders dışında gelişimlerini sağlayacak olan ‘Kültür ve Edebiyat Kolu’ çalışmalarımızı da kütüphanede yapmaya başlamıştık. Hemen her okulun değişmez faaliyeti olan ‘Duvar Gazetesi’ başta olmak üzere kültür, sanat ve yazmaya meraklı öğrencilerimizle, buluşma mekânımızın kapısının üst kısmında altın varakla ‘Kütüphane’ yazısına yakışır duruma gelmişti. O yıllarda yazılı basının hemen tamamının promosyonu ansiklopedi ciltlerinin rafları doldurduğu dikkatlerden kaçmıyordu. Öğretmenlerin ve okul çalışanlarının birçoğunun evinde yer olmadığı için kolilerle getirip bıraktığı yayınlar da açılmadan
sayı//69// nisan 38
duruyordu. Daha çok veteriner fakültesinde saman kâğıdına teksir edilmiş meslekî ders notlarının bulunduğu kütüphanenin aktifleşmesi için Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı vb. kurumlara resmi başlıklı kâğıtlarla isteklerimize olumlu cevaplar verildikçe keyfime diyecek yoktu. Bir de bunlara ikili ilişkilerimle yakinen tanıdığım aşina yayınevlerini de ekleyince kütüphanemizin rafları renklenmişti. Kitaplar çoğaldıkça öğrencilerimizle daha çok ilgilenme fırsatı yakaladığımda benden mutlusu yoktu diyebilirim. Kütüphanelerin kültür, bilim, eğitim ve sanat hayatı içerisindeki sosyal kurumlarımız arasında olduğu gerçektir. Bilginin aktarılmasında, bilgi kaynaklarının korunmasında, çoğaltılmasında ve hizmete sunulmasında aktif olarak görev alan kütüphanelerimizin neslin yetişmesinde katkısını tartışacak değiliz. Kitapların dost olduğunu, ‘oku’ emrini düşüncemize kazımış kültürün üzerimizdeki izlerini bilenlerdeniz. O nedenle kütüphane ile öğrencilerimizin meslekî bilgileri dışında da gelişimlerini sağlamalarının ne kadar elzem olduğunu hissettirmemiz gerektiğinden öyle yaptık. Müfredat programlarımızı eksiksiz uygularken sair zamanlarda hasbihalimizin konusu ‘okumak, yazmak ve düşünmek’ oluyordu. Yatılı okullarda okuyan veya görev yapanlar bilirler. Öğrenciler hafta sonlarında değişiklik olması veya akrabalarının yanında kalmaları için izinli sayılırlar. Öğrenciler arasında ‘çarşı izni’ denilen hafta sonlarında onlara Ulus ve Kızılay’daki kitapçıların adreslerini tarif ettikten sonra “Almasanız bile, raflardan, vitrinlerden kitapları elinize alıp, sevin ve yerine koyun. Arka kapağındaki yazıya göz atın, önsözüne bakın.” gibi basit ödevler verdiğim oluyordu. Bir defasında “Suyu bardakta, toprağı saksıda görenlerin gerçeği yazmadıklarını, asıl yazanların ve anlatanların bu toplumun içinden çıkanlar olacağını” ifade ettiğimde o günlerde ne demek istediğimi algılamakta zorlanan öğrencilerin anlatılanları ne kadar dinlediğini ölçememiştim ancak yıllar sonra buluşmalarımızda “Hocam, o günlerde bizlere ders kaynatma gibi gelen sohbetlerin aslında zihinsel gelişmemize çok katkı sağladığını aile ve iş hayatımızda gördükçe size dua ediyoruz” gibi hak etmediğimiz övgülerde hoşumuza gitmiyor değil. Okul kütüphanesinin uğrak yeri olmasında emeği geçenleri hayırla yâd
ederken, öğretim üyesi, avukat, doktor, idareci, mühendis, diş hekimi, veteriner, ziraat mühendisi, biyolog, öğretmen ve iş dünyasının başarılı insanları arasında talebelerimle de gurur duyduğumu ifade ediyorum… MİLLET KÜTÜPHANESİ VESİLESİYLE…
Kitapların ve yazılı eserlerin insanların hizmetine sunulduğu, araştırmaların yapılabildiği kütüphanelerin ilki Asurlar döneminde Ninova’da, sonralarında Eski Yunan, İskenderiye, Anadolu Efes, Bergama, Kayseri, Urfa ve İstanbul’da kurulduklarına dair bilgilere itibar ediyoruz. Hz. Peygamber (sav)’in devlet başkanlarına yazdığı mektuplar, yaptığı antlaşmalar ve hadis sayfalarıyla Hz. Ebû Bekir (ra) döneminde Mushaf haline getirilip Hz. Osman (ra) zamanında çoğaltılan Kur’an nüshalarını zikrederek, İslâm âleminde kütüphanelerin, Emevîler döneminde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Kurtuba Sarayı kütüphanesinin Müslüman İspanya’da kurulan en önemli kütüphane olduğunu; Anadolu Selçukluları devrinde kurulan medreselerin kütüphanelerinden başka XVII. yüzyılın başlarında müstakil kütüphanenin ortaya çıktığı 1678 yılına kadar İstanbul’da kurulan büyük medreselerin hemen hemen hepsinde birer kütüphane bulunduğunu unutmayalım. Osmanlı Devleti içerisinde önemli kurumlarından olan kütüphaneler, bilim, kültür, eğitim ve sanat hayatımızda rol oynamış sosyal kurumlardır. Bilginin aktarılmasında, bilgi kaynaklarının korunmasında, çoğaltılmasında ve hizmete sunulmasında aktif olarak görev alan kütüphaneler Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş yıllarında önemsenmiştir. O yıllarda vakıf kütüphaneleri dışında ilk resmî kütüphane Beyazıt Devlet Kütüphanesidir (1882). 1924 de Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle Yıldız Sarayı Kütüphanesi İstanbul Üniversitesi Kütüphanesine nakledilir ve diğer fakülte kitaplıklarındaki kitapların toplanması ile Üniversite Merkez Kütüphanesi kurulmuştur. Paris’te yaptığı kütüphanecilik eğitimini (1925) tamamlayarak dönen İstanbul Üniversitesi Kütüphane Müdürü Fehmi Ethem Karatay, Batı’daki kütüphanecilik anlayışını ve bilgilerini meslektaşlarına aktarabilmek için ‘Kütüphanecilik’ kitabını 39
bastırmış, kütüphanelerde çalışan memurlara kütüphanecilik kursu açmayı ihmal etmemiştir. Cumhuriyetin ilânından sonra kütüphane ve kütüphanecilik sorunlarımız önemle ele alınmış ancak, bu çabalar, modern kütüphanecilik tekniklerini uygulayacak elemanlar bulunmadığı için olumlu sonuçlar vermemiştir. Kütüphanelerde ne kadar kıymetli koleksiyonlar bulunursa bulunsun, iyi yetişmiş kütüphaneciler bulunmadıkça istifadeye sunulması imkânsızdır. Türk Kütüphanecilik tarihi açısından önemli gelişme kuşkusuz 29 Mart 1950 yılında Ankara’da Milli Kütüphane’nin açılmasıdır. Türkiye’de kütüphanecilik eğitiminin üniversite düzeyine çıkarılmasının yanı sıra hali hazırda ülkemizde bulunan kütüphanelerin yeniden düzenlenmesi ve kurumsallaştırılması amacıyla bu dönemde bazı çalışmaların yapıldığı görülmektedir. Kütüphanecilik Enstitüsü ve Türk Kütüphaneciler Derneği ile ulusal ve uluslararası platformda akademik ve meslekî kimliğini sağlamlaştıran kütüphaneciliğin, kendini tanıtmak, alanıyla ilgili sorunları tartışmak, akademik ve uygulamaya yönelik çalışmaları tüm ülkeye duyurmak, meslekî ve akademik birlikteliği sağlamak ve kendi literatürü zenginleştirmek gayesiyle birçok akademik kurumun ve meslekle ilgili derneklerin olduğu gibi süreli yayınlarının olması kütüphaneciliğin etkisini hissettirmeye başladığı yıllardır. Bu dönemde, Adnan Ötüken, Fehmi Ethem Karatay, Aziz Berker ve Osman Ersoy gibi kütüphanecilerimizin özverili çalışmalarını hatırlamamız onlara saygımızın ifadesidir. Diğer özelliklerinin yanı sıra, bir düşünce adamı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün kitap sevgisini, sayı//69// nisan 40
yakınında bulunmuş arkadaşları, “Onun bir kitabı merak ettiğinde, bitirmeden uyumadığı ya da çok az uyuyarak okumaya devam ettiği” şeklinde anlatırlar. Kitap okumayı tutku derecesinde seven Atatürk, Cumhuriyet sonrası zamana kadar yerleşik bir hayatı olmadığı için, çok istemesine rağmen kütüphane kurmaya muvaffak olamamış, yanında okumak istediği, sevdiği, faydalı bulduğu kitapları taşımakla yetinmiştir. Ancak Ankara ve İstanbul'da sürekli olarak kalmaya başladıktan sonra kütüphane kurabilmiştir. Beştepe'de 5 milyon ciltlik kitabın yer aldığı Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesi geçtiğimiz günlerde açıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere İlber Ortaylı gibi tarihçiler ve sanatçılar özel koleksiyonlarını bağışladılar. Kütüphane için yapılan çağrıya Dışişleri Bakanlığı da katıldığından, yurt dışındaki temsilciliklerden kitap bağışları gelmesi sevindirici gelişmedir. Şu ana kadar 2 milyona yakın kitabın kataloglama çalışmasının tamamlandığı Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yer alan kütüphane için iki taşıyıcı sütun üzerinde kitap görselinin bulunduğu özel bir logo da tasarlanmış. Kütüphanede özel koleksiyonlar, nadir eserler, el yazmaları, fermanlar, haritalar, fotoğraflar, pullar ve gravürlerin yanı sıra dijital eserler de kullanıcılara sunulacak. Başkan Erdoğan'ın da kendi kütüphanesindeki el yazması Kuran'ı bağışladığı öğrenildi. Erdoğan'ın lise yıllarında kartpostal satarak kazandığı parayla satın aldığı ve "En karlı yatırımım" dediği Ömer Nasuhi Bilmen'in Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu'nun da Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesi bünyesine verdi. Kütüphane ile ilgisi sadece okumak olan birinden bu kadar özet bilgiyi alıp, teferruatını işin ilmini yapanlara bırakarak “Kitap dost, kitap arkadaş, kitap sırdaş” diyorum.
SALGIN GÜNLERİNDE EVİMİZ Gelelim bugüne ve Türkiye’ye. “Evde Kal Türkiye” diyor artık toplumun her kesimi. Yıllar önce yapılan nüfus sayımı için bile bir gün evde kalmaya katlanamayıp, “Çağ dışı uygulamalara son verin, bir gün boyunca evde ne yaparız?” diyenlerde “Evde Kal Türkiye!” diyor. Mustafa UÇURUM
vin tekrar “farkına” varıldığı günleri yaşıyoruz. İhmal edilen, unutulan, hayatın yoğunluğu arasında sadece bir sığınak olarak görülen evler tekrar hayatımızda. İroni falan yapmıyorum. Olan bu. Bir virüs geldi ve herkese bir evinin olduğunu hatırlattı. Çünkü şu bir gerçek ki bugünlerde ev güvenilir mekânlar, evlerimiz. Sistemli bir kuşatma devam ediyor. Tüm dünya coğrafyası çaresiz olsa da hepimizin içinde bir gizli ses çınlayıp duruyor; “Bütün bu olup bitenler birilerinin hesabı.”Neden böyle düşünüyoruz peki? Bunca insanın ölümüne, hayatlarının alt üst olmasına kim razı olabilir ki... Bugüne kadar dünyanın başına sarılan felaketleri ve bunların arkasındaki gözünü hırs ve kapitalist savrulma bürümüş güçleri düşününce koronanın arkasından da birilerinin çıkıp; “Biz aşıyı bulduk.” diyerek siparişleri almasına şaşırmayacağız. Gelelim bugüne ve Türkiye’ye. “Evde Kal Türkiye” diyor artık toplumun her kesimi. Yıllar önce yapılan nüfus sayımı için bile bir gün evde kalmaya katlanamayıp, “Çağ dışı uygulamalara son verin, bir gün boyunca evde ne yaparız?” diyenlerde “Evde Kal Türkiye!” diyor. Çünkü dışarısı virüsle burun buruna gelmek için en uygun yerlere sahip.
Evde kalmak sadece kendini korumak anlamına gelmiyor. Dışarı çıkınca herkes birbiri için tehlike arz ediyor. Evde kalmak üzerine ruha hoş gelecek ne varsa yapmak gerek. Evlerin ihmal edildiği zamanları yaşıyorduk. Ev halkının birbiriyle vakit geçiremediğinden yakınıp duruyorduk. Şimdi herkes evinde. İşin doğrusu, herkesin evinde olması gerekiyor. 65 yaş üstü için bir yasak geldi çünkü ne kadar tedbir alınırsa alınsın sokakların boş kalmadığı ve bunların çoğunun da 65 yaş üstü olduğu gözlemlenince bir dizi önlemler almak gerekli oldu. Yapılması gereken çok zor değil. Mecbur olmadıkça dışarı çıkılmayacak. İlla ki yasaklar getirmeye gerek yok. Birçok yer zaten kendiliğinden boşaltılmış hale geldi. Avmler tamamen bir sessizliğe büründü. Caddeler boş, mağazalar kapalı. Bunlar olması gerekenler. Şimdi sırada, evde kalmak var. Cennetimiz olan evde. Bir şiirimde dediğim gibi; “ Evime çıkıyor her yok ne güzel bir cennete.” Evini cennet olarak görmek ve aile olmanın gereklerini yerine getirme zamanı. Aynı odada bulunmak, birlikte kahvaltı yapmak, kitaplar okumak, oyunlar oynamak, ev halkı ile cemaatle namaz kılmak, ailecek yapılabilecek bütün etkinlikleri gün gün yaşamak ve adı huzur olan ne varsa evin içinde yaşamak bize tekrar aile olma duygusunu yaşatacak. Ev olmak diye bir deyim var bizde. Aile olmakla aynı anlama geliyor. Birlikte olmanın diğer bir adıdır bu. Zorunlu olmak, dışarısının saçtığı tehlikeyi bilerek yaşamak, haberlerde verilen istatistiklerle günü bitirmek gibi birçok sıkıntı hayatımızın içinde yer tutsa da önemli olan ruh dinginliği. Bunu da ancak biz evde sağlayabiliriz. “Bana bir şey olmaz.” diyerek yiğitlik yapılacak zamanlarda değiliz. Bir virüs geldi ve adım adım bütün dünyayı esir almaya başladı. Görüyoruz ki bu işin şakası yok. Belki de dünya üzerinde bizim kadar korona ile alay eden, dalga geçen başka bir millet yok. Şiirler, besteler, oyun havaları derken korona bizde alaya alınmaya devam ediyor. Bunların amacı belki tehlikeyi yatıştırmaktır ama dışarı çıkmama konusu en ciddi tedbir olarak hâlâ ciddiyetini koruyor. Evde olmaya devam edelim. Dışarı çıkmakta ısrar edilirse genel bir yasak gelecek ve bu kez daralan ruhlar iyice cendereye alınmış olacak. “Zorunlu haller”, önemli bir uyarı. Mesaisi devam edenlerin dışarıda olması kaçınılmaz bir sonuç. Bunun dışında sebepsiz yere dışarı çıkmak hiçbir bahaneye sığmaz. Evimiz cennetimiz. Huzur evde, aile evde, herkes evde. Böyle böyle yeneceğiz virüsü. Nasıl ki temiz kalmayı en ince ayrıntısı ile öğreniyor herkes, evde kalmayı da öğrenecek. Çünkü dışarıdaki tehlike devam ediyor. Kurallara ne kadar çok uyulurda bu tehlike o kadar çabuk atlatılacak. Son söz Behçet Necatigil’in Evin Halleri şiirinden: “Evin -de hali, saadet, Isınmak ocaktaki alevde Sönmüş yıldızlara karşı Işıklar varsa evde.” 41
ahya Kemal deyince aklınıza İstanbul ve Münevver Ayaşlı gelir. Fatih semti deyince de Mehmet Akif Ersoy gelir. Bu isimler şehirleriyle örtüşmüştür. Hele hele “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri Yahya Kemal’i adeta Mimar Sinanlaştırır. Yavuz Bülent Bakiler ismini duyunca Sivas’ı hatırlarız, Ahmet Hamdi Tanpınar Bursa ile özdeşleşmiştir. O kadar çok örnek var ki saymakla bitmez.
AYDINLAR,
SALGINLARDAKİ RESME
NASIL BAKIYOR?
Hazreti Peygamber, “Cenab-ı Hak hiç bir hastalık vermemiştir ki, devasını da vermemiş olsun. O halde, o devayı aramalısınız” buyuruyor. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Batıda da öyle.. natüralizmin öncülerinden Emile Zola (1840-1902) Nana, Germinal ve Meyhane, yeryüzünce onca yoksulluk ve cehalet oldukça böylesi romanların yazılacağını anlatan Victor Hugo(1802-1885) Sefiller ile dönem Paris’ini o çok güzel anlatır. Notre Dame Katedralini meşhur eden de yine aynı adlı romanıdır. Tur operatörleri yazarların anlattığı mekanları programına alarak yabancılara gezdirirler. Avrupa’nın zindanları da öyledir. Artık hep turistik mekanlar olmuştur. Tiyatrocular da orada bulunur, söz konusu yılların tarihi giysileriyle ücreti karşılığında turistlerle resim çektirirler. Şahsen batıda çok zindan gezdim tur programları çerçevesinde. Ama bizde Yedikule Zindanları tur programına alınmaz da sadece yılda birkaç kez konser verilir( di). Kadınlar hapishanesi olan Baba Cafer zindanları maalesef depo olarak kullanılır. Haliç’te Blakhernai Sarayı’nın bir parçası olan Anemos Zindanlarından orada oturanlar bile farkında değildir . Dünya tarihinde başta veba ve kolera olmak üzere çok salgın hastalık vardır. Avrupa’ya Asyalı tacirlerin Çin’den aldığı vebalı kürklerin batıya pazarlanmasıyla yayılıyor. Londra’nın Liverpol Street Semtinde tren yolu inşaatı yapılırken veba(1665) salgınında hayatını kaybeden ve kayıt tutulmadan gömülen 3500 kişinin cesedine rastlandı. Dünyaca meşhur ve hala okunan bir roman Robinson Crusoe yazarı Daniel Defoe’nin (1660-1731) Veba Yılı Günlüğü olayı anlatır. Veba salgınının(1679) Avrupa’yı kasıp kavurduğu günlerde Avusturya’nın Başkenti Viyana’nın Graben Semti’nde İmparator 1. Leopold korkup şehri terk ediyor. Ancak bir sözü vardı “Tanrı salgını bitirince vebadan ölen 76 bin kişinin anısına bir anıt yaptıracağım.” Yaptırdı da. Burası turistlerin uğradığı ve tur programlarında olan bir yer halen.
sayı//69// nisan 42
Dünya sadece Çin’den yayılarak bugün için merkezini Amerika’ya taşıyan, en fazla ölümün ise Avrupa’da olduğu koronavirüs salgını ile sarsılmadı. Daha önce de hatırlattığımız gibi veba, kolera, İspanya nezlesi tehlikesi ve frengi hastalığını yaşadı. Ardından AIDS, kuş gribi, tavuk gripleri geldi. Bu salgında Amerikalı oyuncu Rock Hudson gibi bir çok ünlü hayatını kaybederken, bazıları da bir sonraki nesle ders çıkarır diye günlük tuttu, notlar çıkardı, sonra da yayınladı. Salgınlar Hollywood sinemasına da konu oldu. Türkiye’de bu filmler; Kolera Günlerinde Aşk ve Veba ismiyle gösterime girdi, kapalı gişe oynadı bu prodüksiyonlardan ikisi. MAGARADA ÖLMESİ BEKLENİLEN HASTALAR
Önemli bir asker olan Almanya Genelkurmay Başkanlarından Orgeneral Helmut Karl Bernherd Von Moltke(1800-1891) aynı zamanda Osmanlıya askeri uzman ve danışman olarak hizmet verdi. Alim olarak da bilinen bu asker Türkiye’de General Moltke veya Moltke Paşa olarak da tanınır. Osmanlı yurdunda epeyi süre kaldı ve hizmet verdi. “Türkiye Mektupları” adıyla da anılarını yayınladı(Remzi Kitapevi-2. Baskı 2017). Halep, Gaziantep ve Kilis’te bulunduğu zaman diliminde Kavalalı İbrahim Paşa Mısır ordusunun başında Konya’ya yürüyordu. General Moltke, İbrahim Paşa ile Kilis Ovasında savaştı ve yenildi. General Molkte hatıralarında, İbrahim Paşa’nın askerlerinden bölgeye trahom salgını başlatdığını ve hızla yayıldığını anlatır. Bulaşıcı bir hastalık olan trahomdan bölge halkının çocukları gözlerini kaybetmeye başlar. Kilis’in
ve bölgenin yöneticileriyle ileri gelen maruf aydınları, trahom salgını dolayısıyla din adamlarının “caiz değil” veya tehaffuzhane (karantina) tartışmalarının “kader” yahut “vacip” olduğu görüşünü değerlendirirken tedbiri de ihmal etmiyor. Özellikle çocuklar korunmaya alınıyor. Görme özürlü olanlar için önce hafızlık eğitimi veriliyor, motive ediliyor, hayatın devam ettiği anlatılıyor. Daha bir yetişkinler için ise Arasa’da “Körler Çarşısı” kuruluyor. Görme özürlüler sazlıklardaki ince kamışlarla hasır, zembil, kova örüyor, meslek sahibi olarak hayata tutunuyor, namerde değil merde bile muhtaç olmamak için çalışıyorlar. Tarihe meraklı olan ve kentlerinde bir mantık mektebi bulunan Kilis’in maruf ve arif insanları maziden de biliyorlar ki Sultan İkinci Mahmut’un (1785-1839) son zamanındaki kolera salgınında en iyi ilaç ve tedbir “sirke” olmuştu. Salgın büyümeden bitirilmişti. Avrupa’da ise aynı dönemde batıyı sarsan ve 4 yıl süren kolera tehlikesi(1835-1839) bölgeyi sarsmış, onlarca insan hayatını kaybetmişti. General Moltke’nin hatıralarına göre; Kilis’teki Körler Çarşısı’na dikkat çekilerek; Avrupa’daki kolera salgınında hastalar ise hepsi bir araya toplanarak bir mağaraya sıkıştırılmış ve ölmeleri beklenmiş. DÜNÜ HATIRLAMAK
Trahom ve verem hastalığı salgınını benim neslim çok iyi tanır. 1950’li yıllarda Kilis’te Trahom Merkezi kurulmuş ve neredeyse her mahallede bir Trahom Dispanseri faaliyete geçirilmişti. Ben dahil bütün çocuklar her gün mahallemizdeki dispansere varıp, gözlerimize ilaç damlattırırdık. O günlerde yerel bir tabir mi bilmiyorum “gözlerimizi sıkılattırırdık, 43
sıkıcıya gittik” diye anlatırdık. Benim neslim içinde görme özürlü arkadaşım olmadı. Alınan tedbirler başarılı oldu. Hafız Kamil Kıdeyş gibi ünlü görme özürlü hafızlar yetişti. Hafız Kamil aruz ile şiirler yazar, talebeleri bunu kağıda dökerdi. Şiirlerden bir Divan-ı Kamil oluşmuştu . Sebilürreşat, Büyükdoğu, Serdengeçti ve Hüradam gibi dergi ve gazetelere aboneydi. Tek gözü sağlam Nihat Ferah gibi Safahat hafızıydı aynı zamanda. Körler Çarşısındaki görme özürlülerin hasırları, zembilleri ve kovaları dışarıya da satılır, Halep’e kadar pazar bulurdu. Kıymetli Dr. Mustafa Tekçe’nin anlattığı kadarıyla hasırların içine “dayramak” diye yerel tabirle mini boncuklar yerleştirilerek, onun dağılmaması ve uzun ömürlü olması sağlanırdı. Verem’in tedavisinde ise hastalar oksijenin bol olduğu, sürekli rüzgarın estiği Kilis’in Kalleş Tepesine de çıkarılarak temiz hava aldırılır, sağlıklı beslenmesi sağlanırdı. BİR ANIT MÜNEVVERİMİZ DİYOR Kİ;
İstikbalimizin şairi Mehmet Akif Ersoy İstanbul’daki kolera salgını dolayısıyla Habertürk’te Murat Bardakçı’nın sadeleştirdiği yazıda özetle şunları söylüyor; “Aldığımız mektuplardan birinde Bir zamanlar memlekette kolera gibi, veba gibi salgın bir hastalık çıkınca fedakarlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafında dolaştırılırdı. Bugün İstanbul’da ve çevresindeki vilayetlerde koleradan epeyce kayıplar olduğu rivayet edilirken, böyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Hükumete “bu eski, fakat dindarca usulün canlandırılması tavsiye edilse de büyük bir hayır işlemiş olacak” deniyor. Evet öyle bir usül vardı. Lakin hiç sayı//69// nisan 44
bir vakit dindarane değildi. Sabık hükümet, mevkiini güçlendirebilmek için millete bütün gücüyle saldıran felaketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa bulaşıcı hastalıklara karşı tedbir olamayacağını pek ala bilirdi.... İyice bilmeliyiz ki gerek şahsi, gerek bulaşıcı ne kadar hastalık varsa, ortadan kaldırılması için tıbbın tavsiye edeceği karantina ve tedavi tedbirlerinden başka yapılacak bir şey yoktur. Esasen bir köylünün bile yakından bilmesi icap eden bu basit gerçek, bizi öteden beri aldattıkları için, hala olanca açıklığı ile gözümüze çarpmıyor. İslam şeriatının tıbba ne büyük yer mevki verdiğini hepimiz biliyoruz da, sonra iki üç riyakarın sözüyle yine şeriata dayanarak en açık hakikatlere karşı gözlerimizi kapatıyoruz. Hazreti Peygamber, “Cenab-ı Hak hiç bir hastalık vermemiştir ki, devasını da vermemiş olsun. O halde, o devayı aramalısınız” buyuruyor. Tıbdan baka bir şeyi olmayan beden ilmi, din ilmini takdir buyuran Peygamberden o devanın dua kitaplarında aranması lazım geleceği gibi bir işaret yahut bir açıklama asla vaki olmamıştır... Geçmişteki büyük adamların hayat hikayelerini ve eserlerini okurken çoğunun tabip olduklarını, zamanlarındaki tıbbı gelişmeleri tamamıyla kavradıklarını görmüyor muyuz? Müslüman hekimlerden tıpla uğraşan sadece İbn-i Sina ile Ebubekir Razi değildir. Ümmetin pek çok büyüğü aklın, naklin bu büyük san’atta gösterdiği hürmeti hakkıyla takdir ederek fevkalade çalışmışlar, yaşadıkları asra göre fevkalade yararlıklar göstermişlerdir. Herkesçe bilinen bu gerçekleri tekrardan maksadımız okumakla, üflemekle hastalık tedavisine kalkışmanın zannedildiği gibi dindarane bir
usül olmadığını, bizim dinimize asla böyle bir şey sığmayacağını söylemektir. Kur’an-ı Kerim, hastalara ve ölülere okunmak için inmemiştir. Kur’an’daki şifa, cahillerin anladığı gibi değildir.. Meşhur fıkradır.. Arap’ın biri uyuza tutulmuş develeri için Hazret-i Ali’den dua istemiş! Hazreti Ali de uyuza karşı en etkili duaların, katran kadar tesirli olamayacağını söylemiştir. İşinin ehli tabiplerimiz “koleraya karşı en faydalı şahsi tedbir, yemeye-içmeye dikkatten ibarettir” diye bağırıp dururken, hala bir çoğumuz Allah’a tevekkül ederek pis boğazlıktan geri durmuyor. Allah aşkına olsun dinin esası ile riyayı birbirinden ayıralım; hayatın gerçeği olan İslam Şeriatının cehaletimize, tembelliğimize, aptallığımıza delil gibi gösterip durmayalım. Şeriatın aslını Allah’ın kitabından; peygamberin davranışlarını ve ahlakını hadisten alamayacaksak; Kur’an’ı, peygamberin sünnetini uygulayan gerçek Müslümanları önder kabul edelim. Yoksa, din ile aralarındaki mesafe çok çok uzak olan cemaatlerin cahillerine yahut ümmetin rezillerine uyacak olursak koleralar, vebalar hakkımızda rahmetin ta kendisidir. 17 Kasım 1910-Sırat-ı Müstakim” GÜNÜMÜZE BAKINCA
Küresel bir tehlike olarak büyüyen Koronavirus salgını hatırlattı bana bütün bunları. O günün şartları düşünülürse tek iletişim aracı telgraftı. Telefon yok denecek kadar azdı. Doktor ve sağlık personeli sayısı yeterli değildi. Yollar toz topraktı. Bir başka şehre vasıta bulmak pahalı ve çok güçtü. Ama her şey organikti, çevre bakımlıydı, insanlar dayanışma içinde ve yönetimler toplumu için vardı. Yöneticiler galiba en iyisiydi. Bugün koronavirüs salgını tedbirin dışında bize çok şeyi düşündürüyor. Artık refah,
zenginlik, lüks hayat, konfor, ulaşım ve iletişim en üst seviyede. Maddi imkanlarımız arttı ama buna paralel olarak vefa, dostluk, arkadaşlık, komşuluk azaldı, kin, nefret, ahlaksızlık, inançsızlık, hasetlik, merhametsizlik, aç gözlülük, kanaatsizlik, fuhuş, alkol, uyuşturucu, insani ve ailevi değerler, boşanmalar, psikolojik hastalıklar arttı. Makul olmayan hırs çoğaldı. Bu salgın, temizliğin ne kadar önemli, tedbirin ne kadar gerekli, dünyanın ne kadar fani, bizi yaratan Yüce Rabbimizin ne kadar büyük olduğunu yeniden fark ettirdi. Acaba yeniden İslami, ilmi, bilimi önde tutan, insani, medeni ve ahlaki değerlerimize dönebilecek miyiz? İBRET VE DERS İÇİN
Tedbiri tatil olarak gören cehaleti yenmek gerçekten zor bir iş. Bir zamanlar Kilis’teki trahom salgınına kader diyerek savunanlara, bir başka grup alim karantina(tehaffuzhane) “vacip” diye fetva veriyor. Salgın için karantina “vacip” diye fetva verenler sayesinde kontrol altına alınıyor, üstelik hastalar durağan olmayan hayata kazandırılıyor. Galiba günümüzde hatırlanması gereken, yerine getirilmesi zorunlu olan “vacip” ekolünün alimlerini, yöneticilerini, temsilcilerini yetiştirmekte çok geç kaldığımız anlaşılıyor. Ata dedelerimiz ne güzel söylemiş ve kelam-ı kibar olarak günümüze kadar gelmiş; Bu Da Geçer Ya Hu. Zaten birinin ülkesini ve toplumunu sevmesi eylemleriyle ve tasarruflarıyla ölçülüyor. Ders ve ibret alınması için Soma’daki maden ocağı kazasında(2014) şehit olan 301 insanımız için bir anıt yapamadık ama, hiç olmazsa bu defa koronavirüsten hayatını kaybedenler için bunu bir düşünelim. 45
BATI’DA 18 YILDA 35 MİLYON EŞCİNSEL ÖLDÜ
ŞEHİRLERİN ÜÇ DÜŞMANI AİDS, BABASIZ ÇOCUKLAR VE CORONAVİRÜS
Ayetteki uyarı açık: Araf 179’da şöyle buyurulur: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. Muhsin İlyas SUBAŞI
ehir hayatı, kendisini canlı tutan iç dinamiklerini sağlayamazsa, felakete açık önemli bir tehlike alanıdır. Bu bakımdan şehirler, savaşlarla değil, tarih boyunca, hemen her asırda çok büyük salgın felaketleriyle yüz yüz gelmişlerdir. Veba, Kolera, Tifo çeşitli ön adlarla dillendirilen grip gibi bu bulaşıcı hastalık on binlerce insanın hayatına mal olmuştur. Günümüzde, tarihin derinliklerindeki bu sosyal felaketlere ulaşmak artık çok da imkânsız değil. Meraklısı İnternet aracılığıyla bunların dökümünü rahatlıkla görebilir. Biz Corona dediğimiz belayı önemli bir uyarı şeklinde algıladığımız için, bu noktaya nasıl sürüklendik. Bunun üzerinde kısaca durmak istiyoruz. İsterseniz fazla uzağa gitmeden önce AİDS denen felaketi düşünelim.: Batılı, insanı putlaştırdığı, onun her talebini meşruiyet ön şartını dikkate almadan özel hakkı olarak gördüğü için bunun sonucu olarak bir ahlaki çöküşün kapısını araladı. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan tablo dehşet verici:
Haçlı âlemi sadece evlilik dışı ilişkiler ve doğum oranlarıyla değil, eşcinsel sapkınlık bataklığında da çırpınıyor. Allah’ın, “Hayvandan daha aşağı” diye ifâdelendirdiği bu tür sapkınlıklar, bugün 12’si Avrupa ülkesi olmak üzere dünya üzerinde 17 ülkenin tamamında eşcinsel evlilik serbest hale getirildi. Bu ülkelerinin tamamı ise Hristiyanlardan meydana geliyor. Eşcinsel evlilikler Batı ülkelerinde sağlığı da ciddi manada tehlikeye atıyor. AIDS, başta olmak üzere cinsel yolla bulaşan birçok hastalık haçlı ülkelerinde yaygın halde. Bugün 26 Batılı ülke, birçoğunda kiliselerinin de onayıyla bu tür sapkın ilişkileri onaylayşarak aynı cinsten insanların birbirleriyle evlenmelerine izin verdi. Birleşmiş Milletler (BM)'in AIDS konusunda mücadele eden kuruluşu UNAIDS‘e göre 1981 yılından bu yana 35 milyon kişi AIDS’den öldü. Bu, yılda ortalama 800 binin üzerinde insan demektir. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü’nden yapılan resmi açıklamaya göre, Batı’da sadece 2018 yılında, 770 bin kişi AİDS’ten hayatını kaybetti. Türkiye’de ise, Sağlık Bakanlığı Aralık 2017 verilerine göre, ülkemizde 16 bin 644 AIDS hastası var. Rakamlar yalan söylemez biliyorsunuz. Tablo ortada! Bu felaket insanlığı nereye götürüyor? Batı insanı putlaştırdı. Ona verdiği irade hürriyeti ile bu bataklığa sürüklendi. Belki bu Corona kadar ürkütücü değildir. Nihayet sonucunun böyle olacağını bilen insanlar bu iradelerini ahlak sınırlarının dışında taşıyorlar. Bedelini de kendileri ödüyor. Ancak bunun bir de sosyal boyutu var! Bunun farkına varan Bulgaristan Savunma Bakanı Krasimir Karakaçanov’da çok önemli bir noktaya parmak basıyor: "Avrupa’da, ülke vatandaşlarıyla ilgilenebilecek tek yapının, direktifler dağıtan ve ulus devleti yok etmekte kullandığı eşcinsel evlilikler ve diğer icat edilmiş fikirlerle meşgul olan pahalı bir Avrupa bürokrasisi değil, ulus devletin kendisi olduğu ortaya çıktı" Problem sadece bununla da sınırlı değil. Çürüme vücudun bir tarafında başladıysa müdahale edilmemesi sonucu başka organlarına da sıçrayacaktır elbette. Bakını, devletin en güçlü unsurunu oluşturan aile modeli tahrip edilince, bu defa bu tür sapkın davranışlara bir başka kirli davranış daha eklendi: BATI’DA DOĞAN İKİ ÇOCUKTAN BİRİSİNİN BABASI BELLİ DEĞİL!
Birleşmiş Milletlerin resmi kurumu; (OECD) tarafından açıklanan Aile Veri Tabanı raporunda Haçlı dünyasının ahlâkî çöküşün sayı//69// nisan 46
eşiğine geldiğine dikkat çekildi. Evlilik ve aile kavramının Batı dünyasında yok olmanın sınırına doğru ilerlediğine vurgu yapılan raporda, evlilik dışı doğum, yani babası bilinmeyen çocukların oranları şöyledir: Şili’de yüzde 71.1/İzlanda’da yüzde 66.9,/ Meksika’da yüzde 64.9,/Estonya’da yüzde 58.4, Slovenya’da yüzde 58.3, / Fransa’da yüzde 56.7,/ Norveç’de yüzde 55.2, İsveç’te yüzde 54.6,/ Danimarka’da yüzde 52.5,/ Belçika’da yüzde 52.3, Belçika’da yüzde 52.3,/ Hollanda’da yüzde 48.7,/Macaristan yüzde 47.3, Finlandiya’da yüzde 42.8,/İspanya’da yüzde 42.5,/İngiltere’de yüzde 40.2 Amerika yüzde 40.2/Almanya’da yüzde 35,/ İtalya’da yüzde 28.8,/Polonya’da yüzde 24.2. Bu raporda Türkiye, Japonya ve Kore’de yüzde 2 oranında evlilik dışı doğumların olduğu kaydedildi. Türkiye için yüzde 2 lik bir rakam bile ürkütücüdür. Çünkü yıllık ortalama 1. 200 bin doğumun olduğunu düşünürseniz, bu, yılda yaklaşık 22 bin gayri meşru çocuk doğumu demektir. Müslüman bir ülkenin taşıyacağı bir yük değildir bu. Ülkelere bu şekilde baktığınız zaman felaketin boyutları netleşecektir. İnsanlık tarihinde, büyük felaketler niye oldu? Bu ülkelerin hemen hepsi Hıristiyan’dır ve dolayısıyla İncil’e bağlıdırlar. Sodom ve Gomore hikâyesi İlahi kitaplarda etraflıca anlatılır. Bu iki şehir inançsızlıklarının ve ahlaki düşüklüklerinin bedelini yok edilerek ödemişlerdir. Corona böyle bir felaketin habercisi midir? CORONA DÜNYAYI ESİR ALDI
İşin garibi, Corona için ayaklanan insanlık, yukarıda sözünü ettiğimiz bu iki tür felaket için kılını bile kıpırdatmıyor. Bunun sebebi ise, bu yöndeki tercihlerini insanlar kendileri yapıyor olması ve doğal olarak sonucuna da kendileri katlanacakları varsayımıdır.. Sosyal hafızanın böyle bir sonuca bakış tarzı da budur, bu bakımdan kimse bu doğumlara ve kayıplara pek üzüntü duymamaktadır. Ancak, Corona öyle değil. Bu üzerime yağan bir günah bulutu gibi bir şeydir. Hak edeniyle masumunu ayırmak mümkün olmamaktadır. Bakınız, Alman Milli Takım Teknik Direktörü Joachim Löw bu ahlaki çöküşün getirdiği olumsuzluklara işaret ederken ne diyor: "İnsanların davranışları sonrası doğa bir cevap veriyor. Son yıllardaki hareketlerimiz cevapsız kalamazdı. Tek odak noktamız para, aç gözlülük, daha fazla güç ve daha fazla karlılıktı. Trajik bir biçimde gerçeklerin doğal felaketler ve kıtlıklar olduğunun farkına vardık. Başımıza, herkesi etkileyen bir olay geldi. Her şeyin
ailemiz, dostlarımız, insan olmak, birbirimizle iletişim kurmak ve saygı duymak olduğunun farkına vardık. Bunlar, her zaman birinci sıraya koymamız gereken şeylerdir aslında." Bugün dünyanın, dolayısıyla dünyayı şekillendiren şehirlerin temel problemi bize göre bu üç belada toplanmıştır. Kuran’da Yüce Yaratıcımız, insanların bu hale sürükleniş nedenlerini, idrak yoksunluğuna bağlar ve şöyle buyurur: Ayetteki uyarı açık: Araf 179’da şöyle buyurulur: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” Bunun örneklerini de Nuh Tufanında ve Lut Kavminin başına gelenlerde göstermiştir. Şehir kültürünü özümsememenin sonucu doğan bu çekilmez acıların sebebi üzerinde durmak istemiyoruz. Çünkü sebepleri olayların seyrinde bellidir. Bir fikir vermesi bakımından, Lut Kavmi’nin yaşadıklarının benzeri bir İlahi ceza olarak görülebilir mi, bilemiyorum? İnsanlık tarihinde, yaşanan en büyük felaketlerden birisi Sodom ve Gomore şehirlerinin başına gelenlerdir. Bu iki şehirde yaşayan insanlar, günümüzün bazı kesimlerinde görülen ve yukarıda sonuçlarını açıkladığımız gayri ahlaki ilişkilerinden vaz geçmedikleri için helak edilmişlerdir. Bugün durum bu kavmin ısrarına benzer hale gelmiş gözüküyor. Çin’den başlayarak dünyanın hemen her tarafından birden etkisini gösteren bir virüs, ne kadar hızla yayılmış olmalı ki, hemen aynı anda farklı ülkelerin şehirlerinde tedirginlik doğursun ve insanları belki bir çözüm olur umuduyla evlerine hapsetsin. ŞEHİRLER BUNU HAKETTİ Mİ?
Şehirler mekân olarak böyle bir belayı hak etmiş sayılmazlar. Ancak şehirleri yönetenlerin, buralardaki ortamı sağlıklı hale getirmemelerinin bedelini şimdi şehirler ödemeye başlamıştır. Gözüyle göremediği nereden geleceğini bilemediği, ne zaman hücumuna uğrayacağından haberi olmadığı bir kaos kozası şimdi insanları şehirlerde yalnızlığa ve çaresizliğe sürüklemektedir. İslam ülkeleri, temizliği imanın ön şartı olarak gören İslam’ın telkin ve terbiyesine uyabilirse bu kaostan kurtulabilir. Bati, çöküşünün sebeplerini araştırmadıkça sonucuna da katlanmak zorundadır. Dileriz şehirlerin tarihinde bu bir karaleke olarak kalmasın… 47
HARPUT’TAN MAMURET’ÜL AZİZ’E
“ELAZIĞ”
Bugünkü adı Elazığ olan şehir geçen yüzyılda “Mamurat’ül Aziz” olarak anılmıştır. Mamur ayini imar edilen, bayındır ve güzel olan demektir. Mehmet KURTOĞLU
ünyanın ilk şehirleri vardır, bunlar ya peygamberler, ya da büyük imparatorlar tarafından kurulmuştur. Bu şehirlerin öncesi yoktur, bu yüzden ilk ve öncü şehirlerdir, kendilerinden sonra kurulan şehirlere örneklik teşkil etmişlerdir. Hz. İbrahim tarafından kurulan Mekke, Süleyman tarafından kurulan Kudüs, İdris tarafından kurulan Harran bu ilk şehirlerdendir. Bir de savaş yoluyla elde edilmiş şehirler vardır. Bu şehirleri fetheden kral veya komutanlar önce yakıp yıkar daha sonra kendi mantalitelerine göre yeniden inşa ederler. Bazen önceki şehirden tek bir eser dahi bırakmazlar. Eğer fetihçi bir zihniyetle alınmışsa, o şehri yavaş yavaş kendi inanç ve fikirleri doğrultusunda dönüştürürler. Şehir evrimleşerek değişir.
sayı//69// nisan 48
Dünyada bu tür şehirler oldukça fazladır ve birçok kez savaş veya fetihler yüzünden çehre değiştirmiştelerdir. Bir de eklemlenerek büyüyen, hatta eskinin yerine geçen şehirler vardır. Bu şehirler ya bir köy veya kasabadan doğmuştur ya da statik bir şehirden meydana gelmiştir. Örneğin tarihi Harput şehri, zaman içerisinde kurulduğu mekâna sığmadığından dolayı donuklaşmış, varlığını bir başka mekâna taşıyarak/eklemleyerek günümüzde bir mahalle olarak varlığını devam ettirmiştir. Kadim dönemlerde bir şehir iken, bugün bir mahalleye dönüşen Harput, dünyada istisna bir yere sahiptir. Çünkü tarih boyunca bu tür şehirler ihtiyaca cevap vermediği takdirde ya artık insanların yaşamadığı antik/müze bir şehre dönüşmüş yahut yok olup gitmişlerdir. Bu istisnaya uymayan yalnızca Harput’tur. Bugünkü adı Elazığ olan şehir geçen yüzyılda “Mamurat’ül Aziz” olarak anılmıştır. Mamur ayini imar edilen, bayındır ve güzel olan demektir. Harput çoğalan nüfusuyla artık bu koca dağa sığmayınca dağın eteklerinden düzlüğe inmek zorunda kalmış, bunun üzerine Sultan Abdülaziz döneminde yeni şehir inşa edilmiştir. Mamurat’ül Aziz’in iki anlamı vardır. Birincisi Harput’a eklemlenerek imar edilen yeni şehri sultan Abdülaziz kurduğu için bu ismi almıştır. İkincisi ise, Harput’a eklemlenerek kurulan bu şehre inşa edilmiş aziz şehir ismi verilmiştir. Şehirlerimiz içinde en güzel isimlerden biri “Mamurat’ül Aziz”dir. Çünkü her şehir mamur ve aziz değildir. Azizlik, ermişlik, yüceliği içine alan bir kavramdır. Bu bağlamda şehrin mamur ve aziz olması oldukça anlamlıdır. Elazığ’ın aldığı bu güzelim ismi ve sıfatı bugün çok güzel şekilde kendinde ifade etmektedir. Şehir şahsiyetiyle mamur ve aziz olduğunu göstermektedir. Harput, otuz dönümlük sarp bir dağa inşa edilen kale etrafında şekillenmiş, daha sonra bu dağa eklemlenen ikinci bir dağa eklemlenerek şehir genişleyen şehir, tarih boyunca bölgenin önemli merkezlerinden biri olmuştur. Geçmişte yirmi bin nüfusun yaşadığı Harput, bugün bin kişilik bir mahalle. Harput’un eteklerine kurulan yeni şehre taşınması konusunda zamanında çok tartışmalar çıkmıştır. Şehir Harput’un eteklerinde bugün iki yüz illi bin nüfusuyla gelişen bir şehir… Harput ise kadim bir mekân olarak eteklerine kurulan bu yeni ve imar edilmiş şehri tepeden seyretmektedir. Bu haliyle Harput, Mamurar’ül Aziz’e sanki
şöyle seslenmektedir: “Ey Mamurat’ül Aziz! Sen benden doğmuş bir şehirsin! Benim yaşlılığımdan geçmiş ve geleneğini öğren! Benim bilgeliğimden düşünce ve mantaliteni geliştir! Benim tecrübemden şehirliliğin inceliklerini al ve uygula! Bilgi bu yüksek dağda, kadim ruhumla seni her an seyretmekteyim.” Gerçekten Harput tecrübesinden Mamurat’ül Aziz faydalanmalıdır. Çünkü modern şehirciliğimiz ancak geçmiş tecrübelerimizle gelişebilir. Harput tarihte olduğu gibi geçen yüz yıl içinde de önemli ve özel bir şehir olarak ilgi çekmiştir. Buradan dünyaya açılan misyon mektepleri şehri önemli ve özel kılmıştır. Bugün bir mahalleye dönüşen Harput, geçen yüzyılda yenidünya Amerika’ya açılan bir kapı olmuştur. Amerika ve Avrupalı Hıristiyan misyonerler burayı merkez olarak seçmişlerdir. Harput’u ilk defa 1980 yılı kasım ayında gitmiş, kırk günlük bir eğitim seminerine katılmıştım. Yüksek bir dağ üzerinde inşa edilmiş Harput, tarihsel geçmişiyle destansısı bir şehirdir. Ortaçağ’da Doğu ve Batı’nın mücadelesinin gösteriye dönüştüğü bir arena olmuştur. Şehir kültürü araştırmalarım sırasında ister istemez bölgenin tarihi okumak zorunda kalmıştım. Bu okumalarım esnasında Harput’un önemli ve özel oluşunu fark etmiştim. Bir diğer fark ettiğim şey ise, tarih boyunca Urfa-Harput arasındaki ilişkiler. Bu ilişkiler bazen kültürel ve dini, bazen siyasi olmuştur. Örneğin müzik üzerinden bu iki şehrin birbiriyle güçlü bağları olduğu gibi, Ortaçağ’da da siyasi olarak güçlü bağları olmuştur. Örneğin 1122 yılında Urfa Kontu II. Joselin’i ve onu kurtarmaya gelen Kudüs Kralı Baudouin'i esir ederek zincire vurmuş, ikisini de Harput kalesinde hapsetmiş. Bunun üzerine Avrupa’da büyük bir hayal kırıklığı yaşanmış. Fakat daha sonra Baudouin ve Joselin Harput kalesinden kaçınca bu defa kahramanlaşmış, adlarına destanlar yazılmıştır. 1989’da kırk günden fazla Harput’ta kaldığım sırada kar hiç yerden kalmamıştı. Aşırı soğuktu. Harput’un bir de yüksek bir tepede olması bu soğukları daha da arttırıyordu. Aradan yirmi dokuz yıl geçmişti ve bun Elazığ’a ayak bastığımda şehri tanıyamadım. Çünkü şehir en az üçe katlanmıştı. Değişmeyen sadece tarihi valilik binası ile onun hemen karşısında yer alan İzzet Paşa Camii. Bunların dışında şehir birçok cadde ve mekânıyla bambaşka
olmuştu. Örneğin geldiğim yıllarda bu denli çok yeşili yoktu. Diyarbakır üzerinden otobüsle gelmiştik. Küçük bir otogarı vardı. Harput’a çıkarken yol üzerinde seyrek birkaç eve ya da binaya rastlıyorduk. O yıllarda Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi kitabevleri oldukça fazlaydı. Elazığ’da o kadar çok kitabevi vardı ki, yanılmıyorsam Urfa’dan daha fazlaydı. Harput’ta kaldığım sıralarda yani Aralık 1989’da Romanya’da halk ayaklanması olmuş, Çavuşesku kurşuna dizilmişti. SSCB’nin dağılışına ilk olarak burada tanık olmuştum. Yıllar sonra Harput’u gezerken o günleri yeniden hatırladım. O yıllarda yirmi yaşında toy bir delikanlı idim, şimdi elli yaşında olgun bir insan olarak şehri teneffüs ediyordum. İnsan bir mekânla ünsiyet kurduğunda, o mekân artık zihninden silinmiyor, her karşılaştığında bambaşka duygular yaşatıyor. Harput bana böylesine nostaljik bir duygu yaşattı. Aşırı duygulanarak gezdim şehri. Çünkü yirmili yaşlarımı burada aradım… Harput 1800’lü yıllarda yirmi bin nüfuslu bir şehirmiş. Ayrıca bugünkü gibi bir mahalleyi değil bütün bölgeyi tanımlayan bir isimmiş Harput. Harput Artuklu bölgesi olduğun bu kültürün derin izleri kendini gösteriyor. Harput sokaklarıyla Urfa’yı andırıyor. Harput mimarisi taş ve ahşaptan oluşuyor Urfa ise yalnızca taştan. Ama daracık sokaklarıyla birbirine çok benziyor. Harput kalesi yüksekliği ve ihtişamıyla adeta göz dolduruyor. Tabi bu küçük yerleşim yerinde dini mimari üzerinde ayrıca durulması gerekir. Ulu cami şimdiye kadar hiçbir yerde görmediğim bir mimariye sahip. Özellikle minaresi küt ve eğriliğiyle dikkat çekiyor. Anlatıldığına göre Piza Kulesi’nden üç dört santim daha eğri. Minare estetiğiyle değil, kabalığıyla buradayım diyor gibi. Bu haliyle yine de özgün. Birçok defa tamirat görmüş. Artuklu hükümdarı Fahreddin Karaslan tarafından 1156 yılında yapılmış. Anadolu’dake en eski cami örneklerinden biri olduğu söyleniyor. Harput bana göre türbeler şehridir. İlginç olan bu türbelerdeki ermiş kişilerin bedenlerinin çürümemiş olması. Öyle sanıyorum ki, Harput’ta Hıristiyanlık döneminde güçlü bir mumyalama kültürü varmış. Öyle olmamış olsaydı kazılan mezarlarda bu denli çok çürümemiş ceset çıkmazdı. Halk muhayyilesi bunların ermiş olduğuna inansa da, biz 49
biliyoruz ki bu cesetler ya hava ile temas kurmamış yahut mumyalanmıştır. Örneğin Harput mimarisinden farklı olan ve bu yönüyle dikkat çeken Mansur Baba kümbetinin ortaya çıkışı yine bu çürümemiş ceset efsanesiyle alakalıdır. Anlatıldığına göre; Şahande adlı bir kadın bir rüya görmüş. Rüyasında Harput’un ruh mimarlarından Beyzade Efendi’nin huzurunda yapılan kazıda bir lahit meydana çıkmış. Lahitin içinde bir erkek, bir kadın ve iki çocuk cesedi varmış. Erkeğin mezarı açıldığında cesedinin çürümediği görülmüş. Durum Şeyhülislam’a bildirilmiş v gelen cevap üzerine bu türbe yaptırılmıştır. Mezar taşına atfen Mansur Baba adı verilmiş. Bazı rivayetlere göre de Artuklu hanedanından bir aileye ait olabilir. Hıristiyanlıkta aile mezarları yaygındır. Bu yüzden üzerine kümbet yapılan mezarlar Hıristiyan bir aileye ait olabilir. Kümbetin 16. Yüzyıla ait bir vakfiyesi olduğu söyleniyor. Harput’ta cesedi çürümeyen bir başka türbede ise Arap baba yatmaktadır. Arap Baba Müslümanlar tarafından ermiş olduğuna inanılıyor. Yapılan incelemede Arap Baba’nın da mumyalanmış olduğu kesinlik kazanmıştır. Şehirler efsaneler ve menkıbeler etrafında şekillenir. Hele nerede bir türbe varsa orada mutlaka Türk izi vardır. Bu bağlamda bir Türk şehri olan Harput’ta türbeler ve ziyaretler oldukça fazla. Bildiğim kadarıyla beşik baba ve murat baba türbeleri de şehrin önemli ziyaret yerlerindendir. Harput Ulu Camide cuma namazını kıldıktan sonra şehir merkezini geziyoruz. Harput’a ilk gelişim soğuk bir kış günüydü. Kaldığım süre zarfında hep karlı geçti günler. Bugün ise hava güneşli ve sıcak. Bahardan bir günü yaşıyor Elazığ. Arabamız bizi şehrin merkezine bırakıp gidiyor. Bu serbest zamanda şehri daha bir içselleştirmek, daha bir gezmek istiyorum. Bir şehri tanımak için sokaklarında, mahalle aralarında gezip dolaşmak gerekir. O zaman daha iyi tanıyorsunuz şehri. Çünkü şehri ana caddelerden değil, sokak aralarından, esnaf kahvelerinden, cami cemaatinden öğrenmek ve tanımak gerekir. İzzet Paşa’nın yanındaki bir kahveye girip çay içiyoruz arkadaşlarla. Caminin altı kuyumcular çarşısı. Garson çayımızı getirip verdiğinde bizim yabancı olduğumu anlıyor. Garsonla sohbet ediyoruz, arkadaşlar çayını beğeniyor. Ben kaçak çay oyduğunu söylüyorum, garson üç farklı çayın karışımı olduğunu belirtiyor. Karışık olmasına rağmen iyi bir damak tadı var çayın. sayı//69// nisan 50
Kapalı çarşı denilen ama kapalı çarşıdan daha çok bir semt çarşısını andıran, Elazığ’ın yöresel yiyecek ve el sanatlarının satıldığı pazara geziyoruz. Pazar kalabalık. Çarşının hemen çıkışında valilik binası ve onun hemen karşı tarafında İzzet Paşa Cami. Caminin altında iki yüz dükkân. Yan tarafındaki bir binada ise Bizim külliye dergisinin bürosu bulunuyor. Şair dostum Nazım Payam’ın davetiyle Bizim Külliye’ye akşam misafir oluyoruz. Nazım Payam, Bizim Külliye dergisinin yayın macerasını anlatıyor. Türkiye’de örnek teşkil edecek bir dergi. Çünkü Bizim Kkülliye dergisi, İzzet paşa vakfı tarafından çıkarılıyor. Vakfın desteğiyle çıkan bir edebiyat dergisi. Sonra İzzet paşa vakfı başlı başına üzerinde durulması gereken bir vakıf. Çünkü geliriyle yurtlar yapıyor, burslar veriyor ve Bizim külliye gibi edebiyat dergisini destekliyor. Keşke Türkiye’de bütün vakıflar bu tür kültürel etkinliklere destek olsalar. Vakıf şartlarında kültüre destek yazan vakıflar dahi bunu ihmal ediyor. Nazım Payam bir edebiyat gönüllüsü. Her şehrin bir aşığı olur, Elâzığ’ın kültür aşığı da Nazım Payam. Ben şehirlerde dergi çıkarılmasını önemsiyorum. Hatta bir yerin gerçek şehir olup olmadığının ölçüsünün dergicilik olduğunu düşünüyorum. Çünkü dergi çıkaran şehirlerin çok ama çok güçlü bir kültürel damarı vardır. Elazığ küçük bir şehir olmasına rağmen okuyun, düşünen bir şehir. Eğer kültürel damarı güçlü olmamış olsaydı, Bizim Külliye gibi böylesine güçlü, merkezde adından söz ettiren bir dergi yayınlanamazdı. Bizim Külliye dergisinde altı yedi yıldır yazıyorum. Onun sayesinde edebiyatla ilgili yazılarım çoğaldı. Sonra bu şehir Ahmet kabaklı gibi büyük bir edebiyatçı çıkarmış… Bunlar şehrin kültürel dinamiklerini gösteren işaretlerdir. Elâzığ’da kaldığım süre zarfında hiç yabancılık, misafirlik çekmedim. Kendimi Urfa’daymış gibi hissediyordum. Çünkü hem türküleri, hem mutfağı benzer şehirler. Hele bir şehrin diğer bir şehirle türkü kardeşliği varsa, o şehirler ruh ikizleridir. Urfa türküleriyle Elazığ türküleri o denli benzerdir ki, hangisi hangisinden esinlenmiş, hangisi hangisinin varyantı bilemezsiniz. Sözler ve melodiler ortak! Elazığ’da Kürsü Başı, Urfa’da Sıra gecesi yapılıyor. Urfa ve Harput bir başka şehir Kerkük’te buluşarak ortak bir müzik havzası oluşturmuş. Yalnızca türküler üzerinden Elazığ ve Urfa’yı okumak bir kitaplık çalışmayı gerektirir.
ündüzü geceye, harfi heceye, hayatı bilmeceye çevirendik ya hani(!); sonunu merak ettiğimiz şeyin önü hakkında bir fikrimiz mi vardı ki bu karın ağrısından mustaribiz? Ezberlenmiş bir fasit daire içinde sübhanallahlar, elhamdülillahlar, allahuekberler çekerken göz oynaşta, kulak arkadaşta, gönül serzenişteydi de ondan mı bu orantısız telâş? "-Bugün de 60,70, 170 (...) kişi gitmiş”, haberlerini gönüller burkulmadan; hava durumu, maç skoru gibi dinlemeye yeni mi başladık, yoksa hep mi böyleydik? Hemen cevap telaşına, savunma refleksine düşmeden bir durup, soruyu mu hazmetmeli acaba...
KARANTİNA
MIRILDANMALARI İbrahim BAŞER
Bildiğimiz ona şeyin; hâlin, hareketin, ritüelin, alışkanlığın, sosyal akışkanlığın asılla, esasla alâkası olmadığını fark ettik, güzel... ...peki sonra? Sonrası ne! Bir görünmezin bize göstermeyi cehdettiği ne ola ki? Hey, Türkmen Kocası, medet! Bir görünmez şâra vardık 0l şârı yakılır bulduk Biz dahi yakılır olduk Vehim, vesvese hârında Onca varımız; bir gözle görünmezin, elle tutulmazın meydan okumasıyla meydanı boşaltıverdi işte! Varımız zaten yok muydu yoksa ! ‘Bir varmış, bir yokmuş’ zamanlarının yoklar tarafında kalırız diye mi bu endişe izdihamı? “-Varsın”, dediler inandık da; "-Yoksun", diyen sese kulak tıkama gayreti ondan herhalde. Hâlbuki ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinir demler sürülmüş bir vakitler. O demler ki kıdeme kapı aralayan erlerle kıymetli iken üstelik! Şimdi, kıdemsiz ruhlara ham ervahı kutsayan kapılar açtık zannederken karşımıza dikilen aşılmaz duvarlar karşısında akıttığımız gözyaşlarıdır ümidimiz. "-Ol!”, deyince olduran kudret, "-Öl!”, deyince, sanki başka bir yol varmış gibi diklenip kafa tutmaya çalışmak; kor ateş yalayan Rifai dervişinin yoldan çıkmasına eş değil mi? Ateş O'ndan kor‘O’na... ...boşa telaş bizimkisi! 51
e zaman şehir, insan ve medeniyetimiz üzerine tefekküre başlasam hemencecik Fatih Sultan Mehmed yâdıma düşüverir. Şehrin insanı köleleştirdi bir anlayıştan ziyade, şehrin insanın hâdimi olduğu bir medeniyetin kurucularından biridir benim için Fatih Sultan Mehmed. Şehrin içinde yaşayan insanına hâdim olması gerektiğinin birinci kanun maddesi olsa olsa Avnî mahlası ile kaleme aldı “Hüner bir şehir bünyâd itmekdür, Reâyâ kalbin âbâd itmekdür”
FATİH GÖNÜLLÜ VE
AHLAKLI ŞEHİRLERE 1836 kitabında Fransız gezgin Dr.A.Brayer; “En yoksul bir Türk köylüsünün evinin temizliği hayrete şayandır. Türk hastaneleri, Avrupa hastanelerinden çok daha temizdir. Türkler bu hayatı asırlardan beri yaşıyorlar. Bizde ise temizlik yarım asır önce başlayabilmiştir.” Mehmet MAZAK*
*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü
sayı//69// nisan 52
Sözüdür büyük Sultan’ın. Yani asıl marifet şehir kurmak, şehir inşa etmek, (şehrin yollarını, kaldırımlarını, meydanlarını, parklarını, hanlarını, hamamlarını, AVM’lerini, kültür merkezleri, kamu binalarını) güzelleştirmek değil, bütün bu saydıklarımla birlikte o şehirde yaşayan insanların kalbine giden yolu keşf ederek, insanların huzur bulacağı gönülleri kazanmaktır. Şehrin bünyâd edilmesi ile kalbin âbâd edilmesini aynı fikir yumağında birleştirip uygulayan şehirlerdir Fatih gönüllü ve ahlaklı şehirler. 2020 yılının Mart ayı Koronavirüs hastalığının (COVID-19) dünya toplumunu ve devletlerini felç ettiği bir dönemi yaşıyoruz. 2020 yılı Anadolu’nun üzerine bir kâbus gibi çöktü. Deprem, çığ, uçak kazası derken Koronavirüs haylaz bir eşkıya gibi can acıtmaya başladı. Acının, umutsuzluğun ve belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemi yaşıyor dünya. Bir zerrenin bir küreyi esir aldığı bu dönemde umut ışığını tabii ki gelecekte arayacağız. Ancak geleceğe umutla bakabilmemiz için geçmişin ayak izlerini takip etmemiz gerekmektedir. Bu günlerde en çok yardımlaşmaya, temiz olmaya ve insani değerleri koruyarak iletişim kurmaya ihtiyacımız var. Geleceğimizi inşa sürecinde rehberimiz olacak olan Fatih Sultan Mehmed’in yardımlaşma adabını ve temizlik kültürünü çok net bir şekilde ortaya koyan vakfiye üzerinden tefekkür edelim. Daha vakfiyenin ilk giriş cümlesinde en büyük hayat dersini veriyor Fatih; “Ben ki, İstanbul Fâtihi abd-i âciz (âciz kul) Fatih Sultan Mehmed, bizâtihi alın terimle kazanmış olduğum…” bu cümle ki, derinlik, sahicilik ve samimiyeti bile bizi geleceğe taşır, düşünen insan için. Bu vakfiyede yer alan İstanbul’un her sokağına ikişer kişinin tayin edilerek ellerindeki bir kap içinde kireç tozu ve kömür külü olduğu
halde, günün belirli saatlerinde sokakları gezerek sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu döksünler ki şehirde yaşayan insanların sağlık açısında bu pislikten ve mikroptan korunsun. “Yere tükürmek bir Frenk âdetidir ve Türkler için hayret mevzuudur, zira Türk, mendilini kullanır.” Sözüne rağmen tükürmeye karşı önlem alınmıştır. 1546’da Osmanlı’ya gelen Türk toplum hayatıyla ilgili bir seyahatnâme kaleme alan Fransız tabiat bilimci Pierre Belon “Türkler dünya’nın en temiz insanlarıdır.” diyor kitabında. Neuf annees a Constantinople, 1836 kitabında Fransız gezgin Dr.A.Brayer; “En yoksul bir Türk köylüsünün evinin temizliği hayrete şayandır. Türk hastaneleri, Avrupa hastanelerinden çok daha temizdir. Türkler bu hayatı asırlardan beri yaşıyorlar. Bizde ise temizlik yarım asır önce başlayabilmiştir.” İstanbul'un Fatihi, Sultan Mehmed’in Osmanlı Devleti'ndeki temizlik, sağlık ve yardımlaşma adabını ortaya koyan vakfiyesini burada paylaşmak isterim: “Ben ki, İstanbul Fâtihi abd-i âciz (âciz kul) Fatih Sultan Mehmed, bizâtihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kâin (bulunan) ve mâlumu’l-hudut olan 136 bap (parça) dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde (doğrultusunda) vakfı sahih eylerim: Bu gayri menkulâtımdan (taşınmaz mal) elde olunacak nemalarla (gelirlerle) İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde, günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsınlar, ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 yara sarıcı tâyin ve nasp eyledim (görevlendirdim). Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilâistisnâ (istisnasız) her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar, var ise şifâsı ya da mümkünse şifâyap olalar (şifa vereler). Değilse, kendilerinde hiçbir karşılık beklemeksizin Dârülaceze’ye (huzurevine) kaldırılarak, orada salâh (ferah) bulduralar... Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı
da vaki olabilir. Böyle bir hal karşınsıda bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile. Bunlar ki hayvanat-ı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalarki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca külliyemde inşâ eylediğim imârethânede (aşevi) şehit ve şühedânın harimleri (aileleri) ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak, yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendileri gelmeyip, yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.” Şehri bize hâdim kılan yüce gönüllü insan Fatih, yalnız ve garip bir şekilde evinde yaşayan hastalara bakmak için doktor ve sağlıkçılar görevlendirmiştir. Ayrıca bu garip ve acuzelerin sağlık bakımı yanında gıda ve yemek ihtiyaçları da düşünülmüş Fatih tarafından. Ayrıca yaptırmış olduğu aşevlerinde şehid yakınlarına, garibanlara yemek hazırlanıp ikram edilmesini belirtiyor. Ve en önemlisi, fakir, fukara, yaşlıacuze ve şehit aileleri yemek almaya ve yemeye kendileri gelmesin diyor “yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.” Diye bize geçmişten ışık tutuyor. Hey hat nereden nere geldi bu toplum Allah’ım. Günümüzde ise kamu kaynakları ile yapılan yardım ve yemekler için yapılan reklamları gördükçe biz gerçekten Fatih’in torunlarımayız diye düşünmeden edemiyorum. Hâlbuki bir kimseye edilecek iyiliğin en mükemmeli o kimseyi minnet altında bırakmamaktır. Ne diyor bu konuda Halil Cibran; “Yanlışlarımızı doğrularımızdan daha büyük bir coşkuyla savunmamız ne gariptir!” Şehirler tanıdım insana hizmet eden, şehirler tanıdım erdem ve hikmetin peşinde koşan, şehirler tanıdım insanlığın gelecek hamurunu yoğuran. Ey şehir, ey benim şehrim zor günlerimde bana sırdaş, yoldaş olur musun? 53
vusturya’nın başkenti Viyana, devletin en üst organları olan, parlamento binası, devlet başkanı, yüksek mahkemelerinde bulunduğu önemli bir şehirdir. Viyana, Avusturya'nın ekonomik, politik, sanatsal ve entelektüel merkezidir.
BİTMEYEN MÜZELER DİYARI
VİYANA
Viyana'da müzik önemli yer tutuyor, klasik müziğin operanın şehri burası... Şifanur Özçelik ŞİRİN
Viyana, tarihi boyunca imparatorluklara başkentlik yapmış köklü bir kenttir. Hele bir Habsburg Hanedanlığı varmış ki zamanında, tüm Avrupa'da ama en çok da Viyana'da iz bırakmış... Evet iz bırakanlar unutulmazmış, Viyana'ya her gelen Habsburglar'ın saraylarını geziyor bizde önünden geçtik fotoğraflar çektirdik. Şehrin göbeğinde, eski şehirde Kohlmarkt Caddesi'nin sonundaki Michaeler Meydanı'nda. Vakti saatinde, Habsburg ailesinin kışlık sarayı olarak kullanılmaktaymış. Açıkça şehrin panoramik görüntüsü bize gösterdi ki, şehir tarihi dokusuyla, İmparatorluk zamanındaki atmosferi korumayı başarmış. Atlar ve faytonlar her yerde. Şehri gezerken, her an karşınıza kabarık etekli vals yapan hanımlar çıkacak gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Binalar çok nizami ve süslü, dış cephelerinin görünümü için ise "pasta kreması" deyimi kullanılıyor. Oteline yerleştikten sonra, pencerenden dışarı bakıyorsun ve adeta Orta Çağ güzeli bir şehir seni karşılıyor. Mutlu oluyorsun. Viyana'da müzik önemli yer tutuyor, klasik müziğin operanın şehri burası... Viyana, Dünyanın en büyük katedrallerinden birine ev sahipliği yapıyor, ziyaret etmek isteyenler için. Aziz Stefan'ı tavsiye ederim. Aziz Stefan Kilise'sine yakın bir sokakta Mozart'ın bir dönem yaşadığı ve Figaro'nun Düğünü eserini bestelediği bir ev var, müze olarak kullanılıyor. Ekip olarak evin önünde fotograflarçekildik. Stephansdom etrafında Viyana'nın en önemli caddeleri var. En belli başlıları olan Karntner ve Graben Caddeleri'ni mutlaka gezersiniz ama aralardaki irili ufaklı sokaklarla beraber diğer eski Viyana caddelerini de kaybolmak pahasına arşınlayın derim. Graben Caddesi üzerindeki Veba Anıtı Viyana simgelerinden biri. Veba şehri, terkedince adak olarak dikilmiş bu heykel, tarzı ise barok. Seyredilesi güzel şehir. Bu şehirde beni güldüren yegane şey, iki sosisçiydi. Babenberger strasse metro çıkışındaki
sayı//69// nisan 54
iki büfe, belli ki aralarında tatlı bir çekişme var... Birisi tentesine "mein kunde ist könig" (benim müşterim kraldır...) yazmış, diğeri de buna karşılık "mein kunde ist kaiser" (benim müşterim kayzerdir, imparatordur...) yazmıştı. Metrodaki tuvaletin içinden bile klasik müzik sesi gelince “yok artık” diyor ama bir yandan da gerçekten bambaşka bir yerde olduğunu hissederek gülümsüyorsunuz. Oldukça kompakt bir kentti. Aşağı yukarı görmeye değer herşey bir araya toplanmıştır. Schönbrunn saray olarak cok özel önemli gelmeyebilir bize, ancak yürüme parkurları. Schönbrunn hayvanat bahçesi, parkı, botanik bahçesi pazar öğleden sonrası sıkılan bünyeyi bir nebze dinlendirir. kent 23 bölgeye ayrılmıştır. ancak yaşamak için ideal kenttir viyana... huzur, refah,sosyal devlet, cafe ortamıdır.... Viyana’da toplu taşıma olanakları o kadar gelişmiş ki bu konuda Avrupa’nın en büyüklerinden biri olduğunu bile düşünebiliriz. Wiener Lienen ismi ile hizmet veren Viyana Şehir Hatları, birbirine bağlı metro, tramvay ve otobüs seferleri üzerinden şehrin her yerine ulaşım sağlıyor. Viyana’da ilk gününüzü şehir merkezinde gezmeye ayırabilirsiniz. Burada görebileceğin birden fazla kültür yapısı var. Öncelikle Hofburg İmparatorluk Sarayı, Viyana Opera Binası ve Rathaus olarak isimlendirilen Viyana Belediye Binası. Hofburg Sarayı, üç kısımdan oluşuyor: Sisi Museum (Sisi Müzesi: Kraliyet koleksiyonunu görebileceğin bir yer), Imperial Apartments (İmparatorluk Konakları) ve Silver Collection Elektronik rehber, detaylı bir şekilde bilgi veriyor. 1869 yılında açılan Viyana Opera Binası, İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bombalanmış olsa da 10 yıl içinde aslından daha iyi bir şekilde restore edilerek tekrar açılmış. Burası günümüzde dünyanın en ünlü sanatçılarına ev sahipliği yapıyor ve klasik müzikten hoşlanan insanları bir araya getiriyor. Viyana Opera Salonu’ndaki bazı gösteriler nisan, mayıs, haziran ve eylül aylarında salon dışındaki büyük ekranlardan yayınlanıyor. Bedavaya performans izlemek isteyenler için kaçırılmayacak bir fırsat diye düşünüyorum. Konser bileti fiyatları yüksek, ama opera salonunu gezmek 9 euro civarı. Viyana Belediyesi’ni gezmek ise ücretsiz. Avrupa’nın çoğu yerinde olduğu gibi Avusturya’da da müzeler bölgesi var. İkinci
Günümüzü müzelere ayırdık. Museumplatz bölgesi olarak biliniyor. 12 tane müzenin yer aldığı bölge, Viyana’nın kültür ve sanata dönmüş yüzünü keşfetmek için ideal buraları ziyaret etmek. Müzeler bölgesinde iki müze öne çıkıyor: Modern sanat üzerine yoğunlaşmış Leopold ve MUMOK. Müzelerdeki bazı sergiler ücretsiz oluyor. Güne müzelerden devam etmek istersen rotanı MUSA’ya (Museum Start Gallery Artothek) çevirebilirsin. Giriş ücretsiz ve burada modern sanat eserleri ver. Girişi ücretsiz olan müzelerden devam etmek istersen de Georg Kargl Fine Arts ve Money Museum (Para Müzesi) gibi yerlere yönelmelisiniz. Yolların kenarına yapılan dalgakıranların yerini bu şehirde anayolların iki yanında ses kıranlar dikkatimi çekti. Dünyada refah düzeyi en yüksek olarak ilan edilen şehirlerinden biridir Viyana. Ortalama gelir seviyesinin yüksekliği yanında çok da pahalı olması ile tanınan şehir. Özellikle benim gibi kahve severleri şimdiden uyarmış olayım efendim. Tuna Nehri kıyısında yapacağınız yürüyüşlerden sonra ruhunuza büyük bir huzur dolacaktır. Tavsiye ederim. Gayet güzel bir şekilde muhafaza edilmiş tarihi binalar, şehrin kalbinde yer alan ihtişamlı müzeler ve mükemmel bir opera binası, heybetli bir katedral ve günün en yoğun saatinde bile boş olduğunu görebileceğiniz sakin, düzenli sokaklarla aklınızda hoş bir şekilde iz bırakacak şehirlerden biriydi Viyana. Viyana’da yapılacak şeyler konusunda hiçbir sınırın yok. Bunu şehrin çekiciliğinden de anlayabilirsin. İyi seyirler diliyorum..., 55
YÜZ SENE EVVEL İZMİR’DEN MANİSA’YA
KADAR SEYAHAT -2-
Düzeltme: Bu yazının Mart ayında yayınlanan birinci kısmında başlık sehven Yüzyıl Sene Evvel İzmir’den Manisa’ya Kadar Seyahat-1- şeklinde yazılmıştır. Yazının başlığı Yüz Sene Evvel İzmir’den Manisa’ya Kadar Seyahat 2 -1- şeklinde olacaktı. Düzeltir okuyuculardan özür dileriz. Nakleden: Ali Rıza SEYFİ Yay. Hazırlayan: Âdem EFE
*T.C. Atatürk Ünv. Öğ. Gör.
sayı//69// nisan 56
ukarı katta otuz kadem vüs’atinde en iyi odaya yerleştim. Bir zenci hizmetçi mefruşattan kâmilen ârî olan odayı süpürdü; sedire bir saman minder yaydı. Akşam taamını ettik, çubuklarımızı tüttürdük. Avlunun ortasındaki köşk birçok Türkler tarafından işgal edilmişti. Oradan vakit vakit gürültülü kahkahalar geliyordu. Tercümanım orada bir meddah bulunduğunu söyledi. Biz de gidip vâsi’ sâmiîn dairesine dâhil olduk. Türkler bizi pek nazikâne kabul ettiler. Önümde oturan herkül gibi bir deveci meddahı görebilmekliğim için yerini değiştiriyordu. Beyaz sakallı bit Türk daha öteye çekildi. Bu manzara şarkta seyahatim esnasında müsâdif olduklarımın en şâyân-ı dikkat olanlarından idi. Uzun Ramazan gecelerini geçirebilmek için Türkler bu meddahların tuhaflıklarına, masallarına arz-ı ihtiyaçtan vâreste olamazlardı. İhtiyar çehreler, sivri külahlı bir kirli sarı mendil ile mestur, yine sarı ve kirli binişli olan ufak tefek meddah iri Türk dağlılarının ortasında bir ayak sandalyesi gibi alçak ve küçük görünüyordu. Sâmiîn dairesi hepsi aynı vaziyeti muhafaza eden dağlı zeybekler, deveciler, Manisalılar ve her sınıftan Anadolu Türkleri ile teşekkül etmişti. Bunların hepsinin belinde hiç arılamadıkları silahlıkları, yatağanları, piştovları vardı. Türklerin çehresi, hatta eğlence ve keyif zamanında bile her hangi sekînet ve huşûnete yakın vakarını muhafaza eder. Hikâyenin çok tuhaf yerlerinde ekseriya yine itidâlli, geniş bir tebessüm irâesiyle iktifâ olunur. Ötede geniş havuz üzerinde yükselip dökülen geniş su fevvâresi kamerin nuru altında pırıl pırıl parlıyor, pek hoş bir ahenk teşkil ediyordu. Mâî semada altın yıldızlar ışıldıyordu; yakınında uzun ve beyaz bir minare semanın mâî derinliklerine dalmıştı. Zirvesinde yazın hilalin parıltısı fark olunuyordu. O anda beni çocukluğumda şarkın şaşaa-dâr muhitinde yaşatan bin bir gece hikâyelerini der-hatır eyledim. Meddah nihayet bu gecenin mizah vazifesini bitirdiği zaman her taraftan bozuk paralar yağmağa başladı. Manisa’da beş gün ikâmetle görülmesi lâzım şeyleri mümkün mertebe gördüm. Bu kasaba on sekiz mescitten başka iki kıt’a da Osmanlı padişahları tarafından bina edilmiş cesîm cami hâvîdir ki: Bunlar İstanbul’un büyük camileriyle müsâbaka edebilir. İzmir’in camileri de bu şehirdeki her bina gibi ufak tefektir. Ben
evvelce Türkiye’de bu derece mükemmel bina görmemiş olduğumdan bu Manisa camileri benim cidden hayretimi celbetti. Ebniyenin tarz-ı mimarisi, biz Avrupalıların usullerinden uzak ve sanat hakkındaki fikirlerimize mugâyir gibi görünüyorsa da kendisine mahsus letâfetlerden ârî değildi. Birçok küçük pencerelerle mürettep olan yüksek, metîn duvarlar umumiyetle bir nısıf daireyle nihayet buluyordu. Hususuyla dehlizler ve kapılar pek latîf idi; iki taraflarındaki muazzam çınar ve servi ağaçları bu letâfetlerini kat kat tezyît ediyordu. Sonra sanat-ı bediiyye-i mimarinin en şairâne, en zarif eseri addolunmağa sezâ nârin, bülent minareler geliyordu. Bunlar o kadar nârin idi ki muattar ve serin rüzgârla ihtizâz ettikleri hissolunabilir gibidir. O kadar bülent idi ki nazarımızı üstüvâne endamıyla ta semaların amâkına sevk ediyordu. Bizim İngiltere’deki zarif ve narin kilise kulelerimiz Türk minarelerinin yanında pek hantal şeyler kalır. Camilerde ve medreselerde bazı pek zarif kıymet-dâr renkli camlar vardı. Medresede bize refakat eden elli kadar talebenin hepsi son derece nazik ve mültefit göründüler. Beni en ziyade memnun eden cihet hepsinin pek ziyade anlamağa öğrenmeğe meraklı ve istidâd-ı tabiî sahibi görünmeleriydi. Her şeye, hele İngiltere’ye ve Fransa’ya âit muttasıl sualler soruyorlardı. İngiltere ahalisinin hepsi gemilerde mi yaşıyorlardı? Fransızlar nasıl adamlardı?... ilh. Nezâket farku’l-âdeleri beni bu suallere cevap vermeğe mecbur etmişti. Bana okudukları bütün dinî kitapları gösterdiler, izah ettiler. Bir hoca efendinin odasında hayli oturduk. Etrafımdaki sarıklı talebe ve hocalar Ramazan olması münasebetiyle kahve, çubuk ikram edememelerinden dolayı pek müteessif görünüyorlardı. Pek uzun bir ziyaretten sonra avdet ederken gördüğüm nezaket ve muhabbetten son derece müteşekkir ve mütehayyir bulunuyordum. Bir gün Manisa sokaklarında gezerken garip bir velvele duydum. Önümde bir sıbyan mektebi vardı. Hemen kapıdan girdim. Bir kürsü üzerinde yeşil sarıklı hoca oturuyor, elinde koca bir sırık tutuyordu. Otuz kadar küçük çocuk etrafında bir havuz dolusu kurbağa gibi kulak patlatıcı seslerle bağrışıyor; güya okuyorlardı. Hoca efendinin bu gürültü içinde kimin doğru kimin yanlış okuduğunu tefrik edebilmesi gayr-ı mümkün görünüyorsa da ara sıra uzun sırık çocuklardan birisinin kafasına
şiddetle iniyordu. O zaman çocuğun sedasını büsbütün yükselterek şeytani enzârından biri kitabına, diğeri hoca efendinin yeşil sarığına mün’atıf olduğu halde dersine devamını görüp de gülmemek mümkün değildi. Maamâfih Manisa’da ara sıra nâhoş manzaralara da rast geldim. Mesela bir gün yeşil bir sancağın etrafına toplanmış birçok dağlı zeybeklere tesâdüf ettim ki silah mağazasına benziyorlardı. İki saat sonra Çanakkale sahilinden avdet etmekte olan bir fırkadan bir kişinin çarşıda kavga ettiğini bir çubukçuyu bir anda hiddetlenerek katletmesine şahit oldum. Elindeki yatağanın o kadar serî’ ve hafif bir hareketle öyle müthiş bir yara hâsıl edeceğine inanılmak kâbil değildi. Zavallı çubukçu boynu uçmağa az kalmış olduğu halde düşerken etraftaki Türkler hemen zeybeği yakalayıp sıkıca bağlamışlardı. Yine o akşam müessir bir hale daha tesâdüf ettim. Zeybeklerden biri oturup çubuğunu içmekle meşgul iken belindeki piştov ateş almış, kimse kurşun kasığına saplanmıştı, mecrûhu arkadaşlarından birkaçı benim bulunduğum handa ikamet eden bir Hıristiyan doktor şarlatana getirdiler. Çoktan beri tacizât-ı hilekârânesine uğradığım ve cebrî âşinâlığından kurtulamadığım bu tatlısu frengi itidâl-i demle yarayı açtı. Zavallı Türk’ü ızdırabından bağırtacak surette sıkıp karıştırmağa başladı. Nihayet kurşunu kolayca çıkaramayacağını görünce mecrûha mahalline gitmesini ve bu gece rahatça yatmasını söyledi, şimdi bu 57
doktor bozuntusu bir merhem yapacağını ve bunu yaraya tatbik ederek yarın kurşunu çıkaracağını vaat etmişti. Bilem neler karıştırarak mülevves bir macun vücuda getirdi. Lakin işte burada bu haşin Türklerin gösterdikleri sabır ve tahammül beni son derece mütehayyir etmişti. Şarlatan üç kuruş (yani bir şilin kadar bir meblağ) almadıkça mecrûha merhemi teslim etmiyordu. Mecrûhun parası yoktu. Arkadaşlarının da ancak birkaç parası vardı. Zeybekler yarın binbaşılarını görüp parayı mutlaka tediye edeceklerini vaat eyliyorlardı. Şarlatan ise bunlara bir saatlik bile kredi vermiyordu. Izdırap içinde inildeyen mecrûh, nefsince derdine acil bir şifa addettiği kıymetdâr ilacı bir merhametsiz ‘kâr’ın elinde görüyor, maatteessüf mâlik olamıyordu. Eğer bu vahşi kıyafetli dağlılar o anda doktorun boğazını kesse idiler, doğrusu kalben mesrur olacaktım. Lakin böyle bir harekette bulunmadıktan başka istirhamların da zerre kadar tesir etmediğini görünce zavallı mecrûh belinden her şeyinden kıymetli olan yatağanını çıkardı, rehin olarak şarlatana teslim eyledi. Sonradan Senyör doktora (bu herif aslen İtalyan idi) Türklerin hiddetleneceğinden nasıl korkmadığını sordum: -“Oh” dedi, ne korkayım? Ben “Hekimbaşıyım. Mütesellime bile ben bakarım Türkler bensiz edemiyorlar. Hekimbaşı ne isterse yapar.” Yine bu nev’i eşhastan Milanlı bir diğer doktor ile oturuyordum ki yukarki mahût yanımıza takarrüp etti. Mecrûh zeybek son derece ızdırap çekmeğe başlamış olduğundan herife yeni baştan haber göndermiş, eğer kurşunu sayı//69// nisan 58
şimdi çıkarmağa muvaffak olursa yarın yirmi kuruş vereceğini bildirmişti. Bunun üzerine şarlatan yanımdaki ve kendisinden daha mahirce addettiği Milanlı doktorla müşâvereye gelmişti. Milanlı tarafından kurşun ihraç olunduğu taktirde ücreti taksim edeceklerini vaat ediyordu. Milanlı diyordu ki: -“Yirmi kuruş mu? Pek az.”Lakin mademki yirmi kuruş arz etmişlerdi; elbet daha fazla vermeğe razı olacaklardı. İhtimal otuz, hatta kırk kuruş almak mümkündü. Elli bile ümit etmekte ne mâni’ vardı, şarlatan mütesellimağaya müracaatla parayı zeybeklerin binbaşısından kopartabilirdi. Bunun üzerine iki mâhir doktor! mecrûhun yanına şitâp ettiler. Lakin avdet ettikleri zaman kurşunun yine çıkarılmamış olduğunu öğrendim. Şu kadar var ki yaranın üzerine merhem daha sürülmemiş ve kurşunun ale’ssabah ihracı takarrür etmişti. Doktorlar kurşunu hastanın eline teslim edince elli kuruş alacak idiler. Bu çapkınlara âit hikâyemi teselliyet verici bir cümle ile bitireyim: Herifler zavallı zeybekten elli kuruş çarpıp taksime muvaffak olamadılar. Mecrûh gece sabaha kadar acıdan bir taraftan bir tarafa kıvrana kıvrana kurşunu yaranın ağzına getirmiş, refiklerinden biri de kahveciden tedârik ettiği maşa ile bunu yaradan çekip almıştı. Yapılan mukâveleye nazaran doktorların kurşunu elleriyle çıkarıp mecrûha teslim etmeleri icap ettiğinden Türkler pek haklı olarak bunlara beş para bile vermekten istinkâf ettiler. İki şarlatanın Türklere “Yalancı köpekler!” diye sövüp saydıklarını ve bunların merhamete, insaniyete lâyık olmadıklarından kemâl-i harâretle bahseylemelerini görmek hem mudhik hem ibret-âmiz idi.
ŞEHRENGİZİ 1.CİLT
Yazar: Mehmet Kâmil BERSE Kalem Kitabevi Yayınları Kitap Tanıtım: Fatma DERİN
Şehrengizler bir “kent monografisi” değildir. Bu sebeple bâzı bilgilerde ve hatırlayışlarda hatâ da olabilir. Çünkü o subjektif bir seyahatnâmedir. Şehrin ruhunu keşfetmek üzere yola çıkılmıştır… Şehrengiz işte bu yolun serüvenidir. Yani yaman serüvendir. Onların dilini bilmeyenler anlayamazlar… Mehmet Kâmil Berse bu dili mükemmel bilmektedir ve bu imtiyâzla, bilinen şehrengiz tanımına farklı bir renk, bir tad ve farklı bir boyut getirmektedir.. Onun, “İstanbul Şehrengizi” toplantıları, “şehrengiz” tarifini mükemmele taşıyan benzersiz sohbetlerdi… Bu şehrengizin kapısına gelen ziyaretçisini yazar, artık nesli tükenmiş bir İstanbul çelebisi olarak karşılar. Ve onu bu aziz şehrin semalarında, sokaklarında, sahillerinde, meydanlarında ve her köşesinde, kendine yakışan tavırla ağırlar… Mehmet Kâmil Berse, bu aziz adaşım, Kırım kökenli bir İstanbulludur, bir Fatih’lidir. Soylu bir geçmişe sahip olan ailesi, kuşaklar öncesi buraya göç etmiştir… Şimdi bu seçilmiş ailenin İstanbullu ve kalem efendisi bir ferdi İstanbul’u yazarsa, onun algıladığı, okuduğu, hissettiği ve anlattığı şehir ile, İstanbullu olabilmek için zahmet çekmemiş, bedel ödememiş birinin anlattığı İstanbul aynı şehir olabilir mi? Size sunulan bu kitap ve devam edecek olanlar, işte bu ailenin İstanbul’unu anlatmakta ve onu başka güneşlerin altında keşfetmektedir. Bu deryaya dalıp, onun marifet incilerini gönül sahillerine çıkarmaya çalışmaktadır…Ve elhak, bunu bihakkın başarmaktadır..” Dr.Mimar Kâmil UĞURLU
ŞEHİR K İ TAP
İSTANBUL
59
TÜRK DÜNYASI ORTAK MÜZİK MİRASI
“ALMATI HALK MÜZİĞİ ENSTRUMAN MÜZESİ” Ulu bozkırda göçebe Türk boylarının kendi avazı ve fiziki temposuyla oluşturduğu ses renkleri, doğanın saf berrak sesleri, müzik aletleriyle beslenip bozkıra yayılan nefesler ve aletler Türk Dünyası ortak Müzik Mirasını oluşturuyor. Salih DOĞAN*
üyük Türk filozofu Al Farabi’nin adını taşıyan Kazak Milli Üniversitesinin daveti üzerine Türk Dünyası Belgesel Film Festivali yürütme kurulu olarak festivalin Kazakistan ayağında Almatı şehrinde bulunduğumuz günlerde, tematik olarak sahip olduğu koleksiyonlarla dünyadaki önemli müzelerden biri olan Halk Müziği Enstrüman Müzesini görmeyi uzun zamandır planlıyordum. Bu vesileyle, Al Farabi Üniversitesi Rektör Yardımcısı sevgili dostum Mehmet Aslan Beyi ve ayrıca aynı üniversitenin öğretim üyelerinden dostum Dauren Beyi Türk Dünyası Ortak Müzik kültür mirasının korunduğu bu müzeyi bir an önce gezmek konusunda sıkıştırıyorum.. Festivalin ilk gün yoğunluğunun ardından ertesi gün kahvaltıdan sonra birlikte sabah Panfilov Parkında bulunan görkemli ahşap yapının önünde buluyorum kendimi.. 1907 tarihli Panfilov Parkı içinde yer alan büyüleyici binayı ünlü mimar Zenkov’un tasarladığını anlatıyor bize gururla dostum Dauren Bey.. 19.yy dan bu yana askeri toplantılarda kullanılan bu ahşap bina 1980 yılından beri Kazakistan’ın en ilgi çeken müzelerinden biri olmuştur. Ulu bozkırdan doğan sesleri oluşturan müzik aletleri müzesi Kazakistan’ın ve Türk Dünyasının ortak müzik mirasına, müzik kültür tarihine aralanan gizemli bir kapıdan başka bir şey değildir. Ulu bozkırda göçebe Türk boylarının kendi avazı ve fiziki temposuyla oluşturduğu ses renkleri, doğanın saf berrak sesleri, müzik aletleriyle beslenip bozkıra yayılan nefesler ve aletler Türk Dünyası ortak Müzik Mirasını oluşturuyor. Bugün bu büyük kültür mirası orta Asya’dan Anadolu’ya oradan da balkanlara kadar uzanan büyük bir kültür atlasında varlığını sürdürmektedir. Müzik tutkunları, özellikle de geleneksel müzik aşıkları için bir mücevher mekan, muhteşem bir koleksiyon!
*Müzeci
sayı//69// nisan 60
Birkaç merdivenle girdiğimiz Halk Müzik Aletleri Müzesi inanılmaz bir koleksiyona sahip ilk bizi karşılayan kocaman bir davul; insanların etrafında dolaşarak ilgiyle izlediği Türk kültüründe savaşlar, sevinçler törenlerin vaz geçilmez enstrümanı davul… Kazakistan’ın bütün bölgelerinden ve Rusya’nın çeşitli bölgelerinden elde edilmiş müzikal envantere ilaveten diğer dünya ülkelerinden toplam 60
kategoride 1000’den fazla müzik ve müzik mirası eserlerine hayran kalmamak mümkün değil. Atölye çalışmalarının yapıldığı bölümler, geleneksel ve modern yöntemlerin bir arada yorumlandığı alanlar sizi adeta binlerce yıllık Türk Tarihine bozkırın steplerin göçebe yaşama sürükleyen seslerle dolu… Müze koleksiyonlarının ilk oluşum süreci 1960’lı yıllarda dönemin Komünist Partisi Genel Sekreteri Devlet Bay Konayef’in isteği üzerine ünlü müzisyen Devlet Serpiyayev tarafından oluşturulmaya başlanmış, 1981’de oluşturulan koleksiyonlar ziyaretçiyle buluşturulmuş lakin müzenin müzik envanteri sürekli olarak büyümeye devam etmiştir. Kazakistan’ın eski başkenti Almatı’da bulunan bu müzik enstrümanları müzesinde Kazak Türkleri müzik kültürünün en nadide müzik aletlerini görmek mümkün. Binden fazla ortak müzik kültürümüze ait enstrümanın bulunması Türk Dünyası adına eşsiz bir hazinedir. Müzede özellikle yaygın bilinen Dombra ve kopuzun tarihten günümüze pek çok formunu görebildiğimiz gibi Türk Dünyasının çeşitli bölgelerinde kullanılan sibizgi, Şanjetkin, Surna, Sazgen gibi yerel müzik aletlerini de görmeniz mümkündür.. Otantik Enstrümanların seslerini de dinleyip kendiniz de enstrümanları deneyimleme şansına sahipsiniz. Bu anlamda müze gelen ziyaretçiye müzikal bir deneyim de yaşatıyor buda ziyaretçileri özellikte kazak gençlerini çok eğlendiriyor, bunu onların gözlerindeki heyecandan geçmiş kültüre olan yakın ilgisinden fark ediyoruz.. Müzeyi
gezerken sağlı ve sollu olarak bir gezi rotası oluşturulmuş; sağ kanat, birkaç yüzyıl öncesine dayanan yerel geleneksel müzik enstrümanlarının sergilendiği koleksiyonlardan oluşurken sol tarafta ise bölgesel ve uluslararası geleneksel müzik envanteri sergilenmektedir. Bu gezimizde müzik mirasımızın oluşumunda Etno müzik ve enstrümanların çapraz döllenmesi hakkında çok şey öğreniyoruz. Tamamen duymaya dayalı kulak temelli algıyla şekillenen müzik biçimi her enstrümanın farklı standartlara sahip olmasını sağlamış... Kam davulları şamanların ayinlerde ve tedavide kullandıkları müzik aletleri zihninizde bozkırın göçebe yaşamındaki müzikal törenleri canlandırıyor… Müzecilik bağlamında koleksiyonların sergilenme biçimi, aydınlatmalar ziyaretçinin 61
tarihimize yolculuk yapmak ve tarihe tanıklık etmek bakımından yenilikçi, etkileşimli şaheser bir müzedir.Avrupada1800 lü yıllara dayanan İsveç Stokholm müzik Müzesi, Belçika Bürüksel Müzik Enstrümanları Müzesi, Berlin Müzik Enstrümanları Müzesi gibi müze oluşumları varken, “henüz Anadolu’nun binlerce yıllık müzik mirasına dair çeşitli çalışmalar yapılmış olmasına rağmen bu anlamda tematik olarak bir müzik müzesi oluşturulamadı?” sorusu uzun ve eski bir tartışmanın konusudur ayrıca ele alınmalıdır kanaatindeyim. Müzenin kuruluş amacı ortak müzik mirasını gelecek kuşaklara tanıtmak onları geleneğin müziği ile bütünleştirmek araştırmalara yönlendirmek bir anlamda müzeyi bir bilgi merkezine dönüştürmek, milli kimlik oluşumunun müzikal referansı haline getirmeyi başarmıştır. Müzenin misyonunu yerine getirişini Kazak gençlerin müzeye olan ilgisiyle bugün burada gözlemlemek mümkündür. Burada Türk Dünyasının Aksakalı Kazakistan Kurucu Devlet Başkanı Sayın Nursultan Nazarbayev’in “Nurlu Yol, Bozkırın Manevi Dirilişi ”adlı stratejik dönüşüm çalışmalarının etkisi son derce büyük olmuştur. Bunu belirtmeden geçemeyiz. Türk Dünyası adına bu büyük öze dönüş çalışmaları için kendilerine minnet ve şükran borçluyuz. Toplumsal tarih müzelerinin incelenmesi ve verdiği mesajların anlaşılması, sosyal bilimler açısından son derece önemlidir; çünkü müzelerin birçok durumda, mevcut egemen ideolojiyi yansıtan mekanlar olduğu varsayılır. Müzelerin modernite, ulus-devlet ve tarih ile olan ilişkisi dikkate alındığında, müzelerin modern ve milliyetçi ulus-devlet içindeki düzenin ve hatta siyasi sınırların belirlenmesi ve güçlendirilmesinde oynadığı rol yadsınamaz (Macdonald 1996) bütün yönlerden eseri en ince detaylarına kadar incelemesine imkân sağlıyor, obje algılamasını sağlıyor, mekân ve sergileme özel bir küratöryel çalışma ile yorumlanmıştır. Eserlerin etiketlenmesi İngilizce ve yerel dillerde açıklamaların konulmuş olması çok güzel. Müze personeli çok ilgili yardım sever, mekanın ve eserlerin tam olarak tanıtılması konusunda performansları gayet yerinde eser ve geleneksel müzik konusunda uzman ve güler yüzlüler.. Ortak Türk Kültürü Müzik mirasımız ve tarihimiz açısından bu hafıza mekân müzik sayı//69// nisan 62
Almatı ortak kültürel mirasımıza dair çok önemli müzelere sahip yarın nasipse yine Türk Dünyası Kültür Mirasının önemli bellek mekanlarından birisi olan “Kazakistan Devlet Merkez Müzesini gezeceğiz…Kazakistan’a Almatı şehrine gelirseniz bu müzeleri kesinlikle siyaret ediniz. Geçmişimiz ile yüzleşmek için geç bile kaldık. Almatı gezilerimizde bana hem refakat hem de rehberlik eden Al Farabi Üniversitesi ailesine öğretim üyeleri dostlarım Mehmet Bey ve Dauren Beye çok teşekkürler ediyorum..
Hâneme Yâr Geliyor
- Pencereden kar geliyor – mevsimleri kapatırken ebediyyen ve kapılar kilitliyken pencerem aralı kaldı.. oysa her taraf kış bağrış çağrış bir arsız rüzgâra binmiş de ayaz sanki şehriyâr geliyor pencereden kar geliyor… - Döndüm baktım sağ yanıma – meğer ki yâr geliyor bütün baharları kuşanmış da eynine saçlarını rahmet ile sulamış Haktan bergüzâr geliyor bütün pencereleri açın çocuklar karlar evime yağsın dünyanın ayazı dolsun ciğerlerime hâneme yâr geliyor… Kâmil UĞURLU
63
ŞEHİR SOHBETLERİ 28
ŞEHRE KAFA YORMAK Elbette siz mükemmel şehirler kurabilirsiniz. Parklarıyla, kültür alanlarıyla, çarşılarıyla şehircilik şaheserleri oluşturabilirsiniz. Ancak içinde insan olmazsa yaşayamaz. Ahmet NARİNOĞLU
ehir sohbetleri başlamıştı. İçimizden biri şehir üzerine düşünmeliyiz dedi. Biri şehir üzerine aykırı düşünceler üretmeliyiz dedi. Biri de şehir üzerine serbest düşünceler üretelim dedi. Biri proje yapalım dedi. İş geldi akla geleni söylemeye, ama dağarcıkta ne varsa onu söylemeye geldi. Şimdikilerin beyin fırtınası dedikleri türden. Avcılıkta da serbest atış misali, uçana, kaçana, koşana. Serbest düşünce okumaları, birer meydan okuması gibiydi. Herkes şehri dolaşan nidacılar (dellaller) gibi düşünceleri duyacağı kadar dile getirdiler. Her düşünce ifadesi, tespit, temenni, mantık, duygu, özlem, hayal, hakikat karışımı bize ait çeşniler gibiydiler. Bir nevi şehir sofrası kurulmuş, oraya ziyafet taşımaktaydılar. Nasıl gök sofrası kurulmuş ise şehir sofrası da toprak misali mümbit, bereketli kuruldu. Siz hiç şehir sofrası kurdunuz mu? Bildik, bilindik. Bilmediklerini davet ettiniz mi? Sofranızı açtınız mı? Sade insan değil, kurtlar, kuşlar, nebatat istifade edebildi mi? Şehir sofraları öylesine bereketli, öylesine cömert, öylesine davetkârdır. Bize de buyur etmek düştü. Sohbete katılanlardan isteyen hatıra, isteyen günlük, isteyen şehirden kesitler, isteyen düşünceler taşıyarak sofraya bereket kattılar. Deneyin. Kolay. Birkaç dertli, dert yükü çeken aydın bir araya gelin, şehre dair dertlenin. Derdi olanın davası, davası olanın ufku, ufku olanın söyleyecekleri, söyleyecekleri olanın sunumları olur. Sofra ziyaretleri gibi. Buyurun şehir sofrasına: 1. Atasözleri, deyimlerimizde şehir üzerine olanları seçmeye çalışıyorum. Çok az. Evet, şehirde yaşamları biriktirmeliyiz. Epeyce ve imbiğinden sözler türemeli. Senin benim olan, yani atasözleri. 2. Çocuk şehirde kaybolmuştu. Gece yarısı dolmuş şehrin bir ucuna bırakmış. Daha on yaşlarında. Ev şehrin öbür ucunda. Minare ışıklarını yön tuta tuta eve ulaşır. Minare ışıkları kılavuzu olur. Şimdi şehirlerde minareler vahim yükselen yapılar arasında cüce kaldılar. Ne yol ne yön gösterebilirler. 3. Ya şehirlerde camilerimiz. Dönüp birde onlara bakalım. Öte yandan övünürüz ya cami merkezli şehirler kurduk diye. Onların hali nice?
sayı//69// nisan 64
4.Şehrin bilge insanları var, ara bul. 5. Sokakları aydınlatan lamba gibi, şehir aydınlarına ihtiyacımız var. 6. Şehirde dostlukları ve dostları çoğaltmak zor. Fedakârlık istiyor. Şehre tutunamayanlar hemşeriler, dernekler, gruplar, cemaatler, cemiyetlere sığınıyor. 7. Şehirlerin insanlar gibi özgüvenleri var. Şehirlerin özgüvenleri, yaşanmışlıklarından, tarih, kültür ve medeniyet birikimlerinden ileri gelir.
denir. Sormuştum. Toplumun / kentin ekseri si bunu yapmıyor. Onlara da “nafile ibadet” mesabesinde bakmalıyız. Aslında azımız bilerek isteyerek yapıyoruz, çoğumuz bilerek isteyerek yapmıyoruz. Hâlbuki hepimiz aynı şehirde yaşıyoruz. 16. Aydınlar şehir hakkında düşüncelerini makes bulmadığını düşünürler. Onun için uzun uzun (ciltlerle) mütalaa edilmiş şehir kitapları yoktur.
8. Şehrin irfanı var. Nasıl Anadolu’nun irfanı varsa Anadolu şehirlerinin de irfanı var.
17. Şehirde oksijen almak için şehir dışına kaçıyorlar. Şehrin parkları doğal alanları ne güne duruyor. Var mı ki acaba? Şehirde oksijen azsa, kırlar, ormanlar lazım. Hangi şehirde yürüme mesafesinde doğal hayat var.
9. Şehirlerde salalar veriliyor. Bizim bildiğimiz kasabalarda verilirdi. Sala okunan şehirlere kasaba diyebilir miyiz?
18. “Eski köye yeni icat çıkarma” atasözünün şehirde karşılığı var mı? Yeni icatlar çıkmaz ise şehir olur mu?
10. Köy, kasabalarda oyunları kol kola oynarlar, halay çekerler. Şehir düğünlerinde teke tek, karşılıklı oynuyorlar. Yaşmakta öyle oluyor. Şehirde teke tek.
19. Mükemmel zihniyetli insanlara her şey batar, düzeltmeye çalışırlar. Şehirlerde öyle. Mükemmel şehir arayanlar şehirde rahatsız olurlar. Bardağın boş tarafına bakarlar. Çirkinliklere / yanlışlıklara takılırken güzellikleri unuturlar. Hâlbuki şehirlerde insan gibidir. İnsanda iyi yan kötü yan varsa şehirde güzellikler çirkinlikleriyle yaşarlar. Bize düşen daima güzelleştirmek.
11. Şehir bilinci veya ruhu deyip duruyorlar. Şehre aidiyet olmadan bilinci nasıl olası? Şehirde garip, şehri gurbet görenler, geleceğini şehirde görmeyenler, bir gün gideceğini düşünenler de aidiyet ne kadarsa bilinçte o kadar. 12. Şehri korkular sarmalarmış. Esasen korkular içimizde büyütüyoruz. Şehirde en büyük korkuda yalnızlık korkusu. 13. Şehri kolay kılmayız. Şehri birbirimize yaşarken kolaylaştırmalıyız. Şehir yükü ağır. Çoğumuz kaldıramıyor. Ya kaçıyor, ya yalnızlaşıyor. Şehri kolay kılmanın yolu eskilerin ifadesiyle ensar olmaktan, yeni dille paylaşmaktan geçiyor. Şehre dair ne varsa. İnsana dair ne varsa. 14. Acaba şehirler “olduğu gibi mi, göründüğü gibi mi” görünüyorlar. Şehir algısında anlaşmalıyız. Algı şehrin davet yönüdür. Kime cazip, kimine garip. 15. Mahşeri vicdan, milli şuur, ulus bilinci derken toplum / kent bilincine eriştik / geldik. Bir aydın “Şuur” kavramı “ farzı kifaye” karşılık gelir demişti. Yani herkesin vazifesini yapması. Bu hale taşın altına elini koymak
20. İnsan yaşadıkça öğreniyor. Şehirde yaşadıkça şehri öğreniyoruz. Hem öğreniyoruz hem alışıyoruz. Alışarak şehirde körleşiriz. Alışmak öğrenmemizi köreltmemeli. Şehri öğrendikçe şehre değer katarak üretiriz, bölüşürüz. 21. Eskiden köylerde “şehirli” olmak deyimi vardı. Şehirli ayrıydı. Temiz, vakur, efendi, düzgün, bilgili, zengin, hatırlı biriydi şehirli. 22. Bağdat kadısı şehrinde açlıktan ölen biri için bütün şehirlerin vebali var fetvası vermiş. Şehirde topraklar yok edilirken şehir betonlaşırken hiç vebalimiz yok mu? 23. Şehre gücü yetenler bir şey yapmaya kalkıyor. Önce planlasalar sonra yapsalar olmaz mı? 24. Konar / göçer devirlerde “ot bitmez topraklarda yurt tutulmaz” derlermiş. Şimdi ot bitmez şehirlerde yaşıyoruz. Bu hale şükür 65
desem betonlar çoğalır. Hayıflansam da elimden bir şey gelmez. 25. Tarih gördü ki; şehirler terk edilmez ise yaşar. Terk edenler kaybettiler. Şehirlerde şehri insan yalnız terk etmiyor. Medeniyet de göçüyor. 26. Nice şehirler var mamur kaldı. Nice şehirler var battal oldu. Acaba sırrı nedir? Sönen şehirlerin içine kapandığı, yaşayan şehirlerin açıldığını tarih gösteriyor. 27. Cömert şehirler, cömert insanların eliyle yaşıyor. Şehirlerin ömrü cömert oluşlarına bağlı. 28. Bu coğrafyada şehir medeniyet maceramızdır. 29. Şehirlerde kurucu iradenin kalıcı irade olması için medeniyet davası olmalı. Davası olamayanlar cereyanlara direnemiyor. 30. Bu coğrafyanın şehirleri sancılı kuruldu. Sancılı yaşıyor. 31. Şehirlerimizin sırrı üç “K” da gizli. Kılıç, Kalem, Karasaban. 32. Bu coğrafyanın şehirlerine büyük denmez. Tarihi de denmez. Kadim denir. 33. Bu coğrafyada medeniyet ufku olmasa şehirler kurulmazdı. Şehirleri kuran dava, ona ruhunu da verir. Ondandır şehirlerin ruhu var. 34. Biz de şehirleri merkezdir. Ta merkezinde ibadethaneler var. O da şehirlerin anasına dönük. sayı//69// nisan 66
35. Felsefesi yapılmayan kentlerin yaşayanları sakinleşemez, oturamaz, cemiyet kuramaz, nizam kuramaz. Nedendir şehir efsanelerine inanan, mitlere bayılan toplum, felsefe işinde sığ ve çaresiz. Böyle kitlelerin başkaları tarafından yönetilmesi kolay. 36. Bu memlekette kritik eşiğimiz şehirler. Şehirler soluk verirler. Şehirler vehimlerle dolarsa nefessiz kalır. Tarihe ve medeniyete hayat veremezler. 37. Bölüşen şehirler güçlüdür. Bölüşen şehirler üreten şehirlerdir. Tüketimin bölüşümü olmaz, kavgası olur. Dün şehirlerimiz üreten, üreterek bölüşen şehirlerdi. Bölüşerek kadim kaldılar. 38. Bizim tarihimizde şehirler bozkırların çocuğudur. Bozkırlılar ya şehir kurdular veya yeni şehirli oldular. Bozkır gibi şehre gizem kattılar. Bozkır hasret çeker, şehir gurbet sancısı çeker. Şehir yalnızlığı sever, yabancılaşmayı sevmez. Bozkırda çeşmeler söyleşirken şehirde ağlaşır. Şehirde çeşmeler teganni eder, bozkırda kaval söyler. Şehirde mermer sulara gem vurur. Çakıl taşları şehre inemez. Çiçeğin kaderi suya benzer. Birinde havuz, birinde saksı. 39. Hayat elindekini kaybedince insana öğretiyor ancak şehirleri kaybedince öğrenecek ne kalır ki! 40. Kent değerlerini yaratmalı, kentte değerlere ihtiyaç var delicesine. 41. Kent varsa kır da var. Kırlar kentin bir kanadı. Bu denge ruhuma hitap ediyor.
42. İnsanoğlu yeşile neden bu kadar düşman. Nerde ki yeşil alan görse, bozup beton yapmak üzere. Bizde kentler böyle kuruluyor. 43. Kentin hastalıkları; Giyinmek, yemek, övünmek. 44. Kentlerin de ruhu var. Kentlerin ruhu, kentte yaşayanların ruhlarının toplamı değil. Kentin ruhu, kentte yaşayanların ruhlarından şehre kattıklarının toplamıdır. Şehirde bir sürü ruhsuz gezenler görürsün. 45. Diyorlar ki, vatan doğduğun yer değil, doyduğun yerdir. Kocaman hayır diyorum. Vatan; toprağa ruhun, duygunun işlendiği yerdir. Şehir de vatan toprağıdır. 46. Şehirde ha bire koşturuyoruz. Kentte sakin yaşam yerlilere mahsus. Sonradan gelenler kentte tutunabilmek için koştururlar. Kentleştikçe yaşam sakinleşir. Sakinleşmek veya sakin yaşamak kentten beklentilerinin kalmaması demek Dolayısıyla üstten baktığımızda yarışa yeni katılanlar, yarışanlar ve yarıştan çekilenler görürüz. 47. Ağaç misali şehrin kurtları var. İçten içe yer. 48. Kentte bir sabah özlüyorum. Güneş gelmeden tan ağarmalı. Güneş doğacağı yere kızıllık çökmeli. Sonra aydınlık ve parlayan güneş. Güneş tepsi gibi doğmalı kentin üstüne. Yoklamalı önce çatıları, girmeli sırayla pencerelerden evlere. Vurmalı hala mışıl mışıl uyuyan çocuğun üstüne. Şefkatle üzerini örten anne açtığı pencerelerden temiz hava dolmalı odaya. Odalara. Evlere. Parıl parıl güneş. Mis gibi sabahın serin temiz havası. Dışarıda kuş sesleri. Çok az gürültülü. O da doğal olanlardan.
Şehirlerde insan gibi ömür sürer. Hayat insanda kısa, şehirde uzun. İkisinin ayrı zamanları olduğundan şehir asırlara denk gelir. Şehirlerin kadim oluşu ömründen ziyade taşıdığı değerlerdendir. Şehirlerde silinmez silsile şudur. Daim medeniyet, kadim şehirler, hadim insanlar. Ve insan insana köprü ola ola, şehir serüveni sürer gider. Şehirlerin ömrü burada gizlidir. İnsan emeğiyle, şehirler var ve payidar olacaktır. Oldukça ömür uzar. İnsan şehirlere hadimdir. Derler ki insan şehirdir. Şehir insandır. Medeniyet üzerlerinde gölgedir. İnsan köprüyse, medeniyet nehir. Üzerinden geçen değerler, kıymetler, yani hars. Şehirler medeniyetlerin irfan çadırı, insan direği. Nesiller çadırda oynayan çocuk. Bundan dolayı o şehirlere kubbe altı derler. Osmanlı camisinin muhkem münzevi, muhteşem kubbesini şehre, şehri de medeniyete özdeş tutuş bundandır. Kurgu, şehrin merkezine cami, onun kubbesine medeniyet, medeniyetin merkezine inancı yerleştirme davasıdır.
49. Elbette siz mükemmel şehirler kurabilirsiniz. Parklarıyla, kültür alanlarıyla, çarşılarıyla şehircilik şaheserleri oluşturabilirsiniz. Ancak içinde insan olmazsa yaşayamaz.
Ataların medeniyet davası, şehir davası olmuştur. Yıkıcıların insandan önce şehrin varlıklarına saldırmaları bunun ispatıdır. Yolu da, insanı ve şehri birlikte yaşatmaktır. İki eş, iki dost, iki can gibi.
50.Şehirde zerre gibiyiz. Bir şehir de semada zerre gibi. Buna düşünmek diyorlar. Büyük düşünmek zerre olduğunu unutmamaktan geçer. İhtiraslar, kavgalar, tartışmalar, koşturmalar peşindeyken nasıl büyük düşünür insan.
53. Herkes şehirden bir şey ister. Şehir sizden ne ister.
51. Şehir medeniyetlerin çocuğudur. Şehir medeniyet kitabının sayfalarıdır.
54. Köylerde, kasabalarda evlere hane derler. Nüfus cüzdanlarında hane yazardı. Şehirlerde ev oldu. Ev olmaktan çıktı otel odası gibi gecelik mekân oldu. Şimdi evlere, evlerden hanelere, hanelerden yuvaya, yuvadan aileye geri dönmeli.
52. Kadim şehirler, kalıcı eserler bırakır. Kalıcı eserler vakıf insanlar eliyle şekillenir.
55. Şehirde özgürlük arayanlar, toplu yaşamanın disiplinini unutmasınlar. 67
edikule deyince,akla Yedikule Zindanları, zindan deyincede Bağdat Fatihi Genç Osman geliyor. Yedikule ismini semtteki 7 kuleden alıyor. Roma döneminde Altın Kapı ile yapılan dört kuleye daha sonra Osmanlı Döneminde üç kule daha ekleniyor ve semtin adı oluyor Yedikule.
HÜZNÜN VE KÜLTÜRÜN SEMTİ
YEDİKULE
Yedikule Marulunun en önemli özelliği yağlı olmasıdır. Eskiler marulu salataya koymaz ,yemeğin sonunda yerlermiş. Marulun en kıymetli yeri olan cücük kısmını da çocuklara verirlermiş.8 kiloya varan marullar yetişirmiş zamanında. Eskiden Mayıs aylarında Marul Bayramı kutlanırdı, şimdi kutlanmıyor sanırım. Dr. Şimşek DENİZ
Altın Kapı Roma Döneminde gelen misafir kralları ve heyetini ihtişamlı bir biçimde karşılamak üzere İmparator Theodisius tarafından inşa ettirilmiştir.Ondan sonra tahta geçen oğlu Honorius dört tane yüksek gözlem kulesini inşa edip Altın Kapı ile birleştirmiştir. Yedikule eski İstanbul un bir parçası.Ahşap bir evin altındaki Hepşen Bakkaliyesi gazoz ve bisküvit aldığımız çocukluğumuzun bakkalı gibi.Yanındaki Kıraathane Yedikule nin eski insanlarının uğrak yeri. Duvarlarında Yedikule nin yetiştirdiği eski futbolcuların çerçeveli resimleri var.Bu topçuların başında bir dönem Galatasaray da oynamış Metin Kurt geliyor. Banliyö treniyle gidip gelirken Yedikule top sahasında oynanan maçları seyrederdik. Devre arasında yada mola sırasında futbolcular limon yerlerdi. Eski bostanları ve marullarıyla meşhur Yedikule. Sur un dış kısmında hala bostanlar var.Burada yetişen marullar ,bademler, domatesler, çiçekler yol kenarında satılıyor. Yedikule Marulunun en önemli özelliği yağlı olmasıdır. Eskiler marulu salataya koymaz ,yemeğin sonunda yerlermiş. Marulun en kıymetli yeri olan cücük kısmını da çocuklara verirlermiş.8 kiloya varan marullar yetişirmiş zamanında. Eskiden Mayıs aylarında Marul Bayramı kutlanırdı, şimdi kutlanmıyor sanırım. Bostanların tarihi Bizans-Roma dönemine kadar gidiyor. Arkelog Alessandra Ricci 20 ciltlik Geopaica adlı kitapta burasının “Kara Surları Bizans Bahçesi” olduğunu ifade etmekte ve Osmanlıların bostancılığı Arnavut ve Makedon bostancılardan öğrendiğini yazmaktadır. Günümüzde Yedikule Konaklarının olduğu yerde bostanlar ve Osmanlı Döneminden kalan su kuyuları vardı.Konaklar yapılırken sınır teşkil eden incir ağaçları kesildi.1980 yılında yine başka bir bostan alanına Atılgan Sitesi dikildi. Tarihi İsmail Paşa Bostanı ve Bayrampaşa Bostanı geniş bir alana sahipti.
sayı//69// nisan 68
Yedikule de zamanla oluşan İşci Sınıfı Kültürü halen canlı.Bir dönem çok sayıda fabrika ve atölyelerin varlığı semtte bir işçi kültürü oluşturmuş. Ayrıca az sayıda Ermeni ve Rum kökenli sakinlerde oturuyor. Tüm İstanbul a gaz dağıtan Gazhane (Gazometre) burada. Çelik karkas yapısı ve büyüklüğüyle İstanbul Silüetinde yer almaya devam ediyor. Yedikule Zindanlarına açılan Kuyulu Bakkal sokak, Tatlı Kaynak sokak, Tütüncü Rasim sokak ve İstasyon Caddesi hala eski İstanbul un evlerini ve hatırasını yaşatıyor. Marmaray yapılırken kazı ve oluşturduğu salınım yüzünden İstasyon Caddesindeki çok sayıda ev hasar görmüş, ahşap yapılara çelik destekler yapılmış. Beş katlı Nuri Bey Apartmanı kamulaştırılarak yıkılmış. Arsası boş duruyor. Yeniçağ sokakta daha önce Fatih Belediyesi tarafından yayalaştırma uygulaması yapılmış. Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı İmar Planında ve Alan Yönetim Planında kara surlarının sağında ve solunda 100 metrelik Sur Tecrit Alanları mevcut.Buna rağmen surların iç kısmında gerçekleşen yapılaşmayı anlamak mümkün değil.Ayrıca ana yoldan girilince Yedikule Zindanlarına ve semt merkezine, yükseltilmiş bir tanjant yolla ulaşılıyor.Tanjant yol ve Real Villaları bir dünya mirası olan Yedikule nin geleneksel dokusuna yakışmıyor. Yedikule Zindanları bir protokolle Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Fatih Belediyesine devredildi. Yedikule Zindanlarının restorasyon ve kullanım sartlarının düzenlenmesine ilişkin ayrıca bir Bilim Kurulu oluşturuldu. Tesbit
ettiğim bir diğer husus Yedikule ye ulaşımın zayıf olması. Eskiden kırmızı ve yeşil renkli elektrikli tramvaylar varmış Yedikule ye çalışan. Banliyö treni vardı. Erişim daha kolaydı buraya. Annem Yedikule de oturuyor. Her hafta sonu ziyaret ediyorum. Sevgili arkadaşlarım Cem Eriş, Ahmet Vefa Çobanoğlu, Nergiz Başkaya ve Behram Ayazdır da Yedikule de ikamet ediyorlar. Yedikule sakinleri tren yolunun ve istasyonun yeniden açılmasının istiyorlar. Eski ticari canlılığın kalmadığını üzülerek ifade ediyorlar. 2007-2011 yılları arasında İBB Kudeb te görev yaparken Süleymaniye, Zeyrek ve Sultanahmet Şehsuvarbey mahallesinde çok sayıda ahşap sivil mimarlık örneklerinin onarım ve restorasyonlarını yapmıştık. Süleymaniye Kayserili Ahmet Paşa sokakta kurduğumuz Geleneksel Ahşap Atölyesinde hem ahşap eğitimi vermiş hemde ahşap yapıların restorasyon imalatlarını yapmıştık.Ancak Yedikule de bir çalışmamız olmamıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesinden emekli olduktan sonra Fatih Belediyesi ile görüşerek Yedikule deki eski ahşa p evlerin tesbitine yönelik bir çalışma başlattık. Bina sahipleri evlerinin onarımı konusunda çok istekli.Yedikule de boş bir arsada Geleneksel Ahşap Atölyesi kurulabilirse tarihi ahşap evlerin restorasyon ve onarım süreci hızlanacaktır. İnşallah şu anda içinde bulunduğumuz bu salgın günlerini en az zararla atlatırız. Sonrasında Tüm İstanbullluları ve Şehir –Kültür Dergisi okuyucularını güneşli bir İstanbul gününde Yedikule ye gelmeyi ve sokaklarında gezmeyi davet ediyorum. 69
ehir ve kültürle ilgili konuları ön planda tutarak büyük bir özveri ile yoluna devam eden “Şehir ve Kültür Dergisi”nin önceki sayılarında, Şair Nabi’nin üç şehrini (Urfa-Halep-İstanbul) kendine özgü bir üslupla kaleme alınışını, şiir ve atasözleriyle süsleyişini ve güzelliklerle bezediği kentleri yazmıştık.
ŞAİR NABİ’NİN TARİHİ DEĞERDEKİ:
MEKKE VE MEDİNE YOLCULUĞU -IDönüşünden bir süre sonra da bu seyahatini hikâye eden ve geçtiği yerleri, uğradığı şehirleri, karşılaştığı olayları ve başından geçenleri, gözlemlerine dayanarak “Tuhfetü’l-Haremeyn” adlı bu değerli eserini kaleme alır.
Dr. Şakir DİCLEHAN
sayı//69// nisan 70
Bu yazımızda ise, Nabi’nin, Hac yolculuğu nedeniyle yazdığı ve “Mekke- Medine Armağanı” şeklinde Türkçeleştirilebilecek olan “Tuhfetü’l-Haremeyn” isimli eserini ele alacak ve Nabi’nin bu seyahat esnasında Hicaz’a yaklaşırken, kafilede yer alan bir Paşa’nın Resulüllah’ın Ravza-i Şerif’ine karşı ayaklarını uzatması üzerine yazdığı efsanevi (Naat) şiirine de değinerek ve tahlilini yaparak derginin sayfalarına taşıyacağız inşallah. Bu muhteşem şiirin ilk beyti şöyledir: “Sakın terk-i edebden kûy-i "Mahbûb-i Hudâ"dır bu Nazar-gâh-ı ilâhîdir "Makâm-ı Mustafâ"dır bu” Nabi, 17. yüzyılda yapılan bu yolculuk esnasında, uğranılan şehirleri, kutsal mekânları, buralarda yatan büyük değerleri ve bir bakıma sosyal yaşamı da dile getirmekte ve Osmanlının egemen olduğu topraklardaki idari, iktisadi ve mahalli durum ile bu imparatorluğun gölgesinde yaşayan halkların adet ve geleneklerine de ayna tutmaktadır. Hacca giden Osmanlı şair ve ediplerinin, kendi yolculuk izlenimlerini pek kaleme almamalarına karşılık, diğer bir ifadeyle Hac seyahatnamesi yazma geleneğine pek pek önem verilmediği Osmanlı toplum ve edebiyatında, Nabi'nin böylesine sanatlı bir dille Tuhfetü'l-Harameyn'i kaleme alışı, üzerinde önemle durulacak bir konudur. Nabi, tarihî, sosyolojik, coğrafik ve otobiyografik bilgiler içeren bu Seyahatnâme’nin baş taraflarında eseri kaleme alma konusuna açıklık getirmekte ve bu konuda bazı bilgilere de yer vermektedir. Onun bu eseri kaleme alma amacı, kutsal yerlerdeki gözlem ve izlenimlerini, edebî, canlı ve duygulu bir üslûpla yazıya geçirmek suretiyle hem önceden Hicaz'a gidenlerin taşıdıkları hisleri kelime kalıplarına dökmeği ve hem de Hacca hiç gitmemiş olanların arzularını arttırmak, ayrıca okuyucunun da hayır duasını alma amacına yönelik olmuştur. Nabi'nin Hac izlenimlerini yazmasını akla getiren nedenlerden diğer bir etken de, onun edebî kimliğiyle ilgili olduğu düşünülebilir. Çünkü Divan şiirinde
hikemî (didaktik) tarzın en önemli temsilcisi sayılan Nabi'nin, kendi düşünce dünyası ve hayatıyla ilgili bazı olayları eserlerine geçirme ve yansıtmadaki başarısına, hem bu eseri ve hem de diğer eserleri tanıklık etmektedir. Asıl adı Yusuf olan (1642-1712) şair, Osmanlı edebiyatının ünlü simalarındandır. Aslen Urfalı olup yirmi dört yaşlarında İstanbul’a gitmiş ve yeteneği sayesinde kısa zamanda ilerleme kaydederek başkentte şöhretin zirvesine ulaşmamıştır. Dindar bir aileden gelen ve böyle bir kimliğe sahip olan Nabi, Padişah’ın aynı zamanda damadı Musahip Mustafa Paşa (ölümü: 1687) ve dönemin padişahı IV. Mehmed (1648-1687) ile olan dostluğu belli bir düzeye ulaşınca, çocukluğundan beri gönlünde taşıdığı Hicaz'a gitme arzusunu, onlara açmıştır. DEĞERLİ BİR SEYAHATNÂME
Bir seyahatname niteliğinde olan eserin başındaki bilgilere göre Nabi, koruyucusu Musahip Mustafa Paşa'dan Hacca gitmek için izin aldıktan sonra, IV. Mehmed'e Hicaz'daki kutsal yerlerin tasvirim içeren bir kaside sunar. Nabi'nin Hacca gitme arzusunu belirtmesi ve bunu Padişah’a arz etmesi üzerine, IV. Mehmed, dönemin Mısır Valisi Abdurrahman Paşa’ya (ölümü:1691) bir mektup yazarak, Nabi'nin yol ihtiyaçlarını karşılamasını emreder: Böylece mazbut bir aileye mensup ve dindar bir Divân şairi olan Nabi, (H:1089/M:1678) yılında devrin padişahı Avcı Mehmed’den (IV. Mehmed) ve kendisinin koruyucusu Musahip Mustafa Paşa’dan izin aldıktan sonra Hac yolculuğuna başlar. Dönüşünden bir süre sonra da bu seyahatini hikâye eden ve geçtiği yerleri, uğradığı şehirleri, karşılaştığı olayları ve başından geçenleri, gözlemlerine dayanarak “Tuhfetü’l-Haremeyn” adlı bu değerli eserini kaleme alır. Aslında mensur olan eser, yer yer Türkçe, Arapça ve Farsça şiirlerle bezenmiş ve süslenmiştir. 17. yüz yıl Osmanlıcasıyla kaleme alınan Tuhfetü’l-Haremeyn’in üslubu güzel, dili biraz ağır olmakla birlikte secili (kafiyeye yer verilen düz yazı) bir nesirden oluşmaktadır. Eser, bütünüyle bugün bizim düşündüğümüz ve bildiğimiz seyahatnameler edâsında değildir. Fakat yazarın kendi hayatına yer vermesi ve devrine ait bazı bilgiler içermesi, duygu ve heyecan katılarak güzel bir üslupla bunları yazıya geçirilmesi, mensur kısımlarının şiirle süslenmesi, esere büyük bir değer katmıştır. Tarihî, sosyolojik, coğrafik ve otobiyografik
bilgiler içeren seyahatnamenin baş taraflarında Nabi, bu eseri niçin yazdığı konusuna açıklık getirmekte ve oldukça önemli bilgiler vermektedir. Onun Hac yolculuğunu yazma gayesi, kutsal yerlerdeki gözlem ve izlenimlerini, edebî, canlı ve duygulu bir üslûpla kaleme almak suretiyle hem önceden Hicaz'a gidenlerin taşıdıkları duyguları kelime kalıplarına dökmek ve hem de hiç gitmemiş olanların Hacca gitme arzusunu arttırmak ve dolayısıyla okuyucunun da hayır duasını alma amacına yönelik olmuştur. Nabi'nin Hac izlenimlerini yazmasını sağlayan diğer bir etken de, onun edebî kimliğinde yatmaktadır. Çünkü divan şiirinde hikemî (didaktik) tarzın en önemli temsilcisi sayılan Nabi'nin kendi düşünce ve hayatıyla ilgili bilgileri eserlerine yansıtmadaki başarısına, onun başka daldaki eserleri de tanıklık etmektedir. Nabi, Hacca giderken uğradığı Urfa şehrine, geçmiş günlerinden bahsederek övgüler dizer bu kente. 13 yıl ayrı kaldığı şehrine döndüğünde, Fırat’tan sallarla geçişini, daha sonra Urfa’ya varışını, doğum yeri olan bu şehri görünce secdeye kapanıp toprağını öptüğünü yazar be eserinde… Yusuf’un Mısır’a sultan olduğu halde, Kenan ilini unutmaması gibi Nabi de uzun süre İmparatorluk başkenti İstanbul’da kalmasına karşın ve şairler tarafından “Anadolu şairlerinin en mükemmeli” ya da “Şairler Sultanı” unvanıyla anıldığı halde, Urfa’yı unutmamıştır. Urfa’dan sonra Şam’a, Kudüs’e ve Kahire’ye uğrayacak olan Nabi, eserin içeriği dikkate alındığında, onun Urfa, Şam, Kahire gibi tarihî şehirlerindeki cami, türbe ve kabir gibi dinî, tarihî ve mimarî değer taşıyan eserleri veya yerleri tasvir etmek için bu güzergâhı seçmiş olduğu düşünülebilir. Nitekim Nabi, yolculuğunun başında ve seyahati sırasında gördüğü kutsal mekânları ve yaşadığı yeni 'muteber' olayları tasvir etmeyi plânladığını söyleyerek öncelikli konunun bu olduğunu belirlemek ister. Sultanın mektubu dışında Nabi’nin özel kafilesine devlet tarafından yapılmış başka yardımlar da olmuştur. Yoksa 17. yüzyılda, bir kısmı çölde geçecek olan böyle bir yolculuğu gerçekleştirmek, birkaç yıllık bir memur (divan kâtibi) için oldukça zor olmalıdır. ( Devam Edecek) 71
ŞEHRİ YENİDEN TASAVVUR ETMEK Mimarimizi kaybettik; kimliğimizi yitirdik bu kaygan sokaklarda. Aile dağıldı; yuvalar bozuldu. Adeta kanserli bir hücre gibi savunma mekanizmamız çöktü. Ve şimdi bir virüs nedeniyle hayatımız gözümüzün önünden geçiyor adeta. Y. Mimar-Rest. Uzm. Cem ERİŞ*
ESRİB'İ MEDİNE YAPAN RUH Çok önemli ve kritik tarihi günlerden geçtiğimize inanıyorum. Bir virüs tüm dünyayı etkisi altına alırken, teknoloji ve kitlesel iletişim ile adeta bir çarpan tesiri oluşturularak korku üzerinden insanlık bir noktaya doğru itiliyor. Son bir kaç yüzyıldır yeryüzünde, dünyada birileri bütün insanlığı adeta tavuk çiftliğinde yumurtlayan tavuklar olarak görmek, yönetmek, ürettirmek, satmak ve tükettirmek; tekrar tekrar üretmek, satmak ve tükettirmek, bu döngü ve sarmal içinde bütün insanlığı gütmek ve kontrol etmek istiyor olabilir. İnsanlık bunu daha önce firavunlarla, hamanlarla, karunlarla, nemrutlarla gördü. Onların başlarına gelenleri Allah C.C. bize Kur'an'da haber verdi. Hepsi de kibirlerine yenilip Allah C.C. ve Peygamberlerine asi oldukları için helak edildiler. Bunlar bize hikaye olsun diye bildirilmedi şüphesiz. Günlük hayatımızın ve ihtiraslarımızın peşinde koştururken dönüp tekrar tekrar okumamız ve tefekkür etmemiz gerekiyor Hak ile Batılın savaşında doğru yerde durabilmek için. Mesele bizim vaat edilen ve razı olmamız istenen sahte dünya refahının peşinde ömrümüzü tüketip tüketmeyeceğimiz ve ahirete müflislerden olarak varıp varmayacağımızda. Vereceğimiz bu karar şahsımızı, ailemizi ve yuvamızı, şehrimizi, devletimizi ve nihayette ümmeti hayati bir analize tabii tutmamızın sonunda Allah C.C.' nün ipine mi sarılacağımızı yoksa kendilerine mühlet verilen cehennemliklerin yoluna mı gideceğimizi belirleyecek olan karardır. Ara bir yol yok; başka bir yol da.
Geçmiş milletlerde bölgesel ve yerel olarak görülen bir sinsi akıl ve organizasyon, düzenini son 200-300 yılda küreselleştirmeyi başardı. İster gönüllü , ister gönülsüz ve cebirle olsun bugün ülke olarak , müslüman coğrafyalar olarak parçası olduğumuz bu mevcut düzeni kurup küreselleştiren aklın kurallarına uymaya, itaat etmeye devam edersek hayatımızı onların ellerine vererek belki dünya refahını kazanacak ancak ebedi ahiret azabına müstehak olacağız. Ya da düzeni kuranların masasını devirip ancak ve ancak Allah CC' nün ipine sarılıp yeryüzünde şer ile mücadele edip iyiliği yayanlardan olacak, o yolda olup o yolda öleceğiz. *Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı / Restorasyon Daire Başkanı (Resimler: C.Eriş) mimarcem34@hotmail.com
sayı//69// nisan 72
Âl-i İmrân Suresi'nin 103 . Ayetinde Rabbimiz buyuruyor ki: "Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz
birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız." Burada akıllara gelecek olan ilk şu olacak tabii ki: mevcut düzenin kurumları, kuruluşları, düzeni ayakta tutan sosyal ve ekonomik alt yapısı ve üst yapı ne olacak? Özellikle de küresel düzenin güdümünde ve ona teslim olmuş onun kurallarına göre tesis edilmiş ekonomi, sanayi, hizmet ve finans sektörü ne olacak? İhtiyacımız olmadığı halde ihtiyacımız haline getirilmiş olan ürettiğimiz, sattığımız ve tükettiğimiz her şey ve bunu adeta bir tavuk çiftliği gibi sürdürülebilir kılan sistem ne olacak? Fabrikalar, atelyeler, sanayi, avmler, zincir mağazalar, hizmet, finans ve tüm bu üretim ve tüketim sektörleri ne olacak? Bu sistemin yapıları ve çalışanları ne olacak? Eğer insanlar nefislerinden ve şehvetlerinden fedakarlık ederlerse ortaya çıkan yeni sosyoloji şüphesiz tüm bu düzen aparatlarından kurtularak kendi ekonomik düzenini de kuracaktır. Bu düzen faizin olmadığı, zekat müessesinin tavizsiz uygulandığı, aynı zamanda yardım ve merhamet kanallarının açık tutulduğu, refahın da yokluğun da paylaşıldığı, temelinde "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" Hadis-i Şerif'indeki ikaza hayatı pahasına bağlı olan/olacak olan toplumda, her şey yerli yerine oturacaktır. Yesrib'i Medine yapan ruh, irade, sabır ve tevekkül bizim yegane rehberimizdir. "Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara Suresi 214. Ayet). Bugün bir parçası olduğumuz mevcut sistemi kurup dünyayı bu sistemin hizmetkarı haline getirinler, kârlarını katlamak, hayatımızın tüm safhalarına hakim olup yönetmek ve gütmek için şu sıralarda geliştirdikleri teknolojinin tüm alan ve imkanlarını da kullanarak oyunun kurallarını değiştiriyorlar. Hatta bu değişimi hızlandırmak ve sevk etmek için bir biyolojik savaş da başlatmış olabilirler. Bu geçiş sürecine uygun araçlar, aparatlar ne varsa kullanıyorlar. Bizler şu anda bu
araçlarla meşgul edilirken kendimizi çaresizce yeni oyunun içinde ve kurallarına mahkum bulmuş olacağız büyük bir ihtimalle. Şüphesiz tüm sebep ve sonuçları yaratan Rabbimizin muradı ne ise olacak olan odur. Lakin biz de bir imtihandayız ve sınanıyoruz yapacağımız tercihler ve eylemlerimizle. Kanaat etmek , yetinmek, yan gözle bakmamak, sabretmek, tevekkül etmek, paylaşmak, merhamet gibi sosyal hayata mal edilmiş müşterek tavır ve reflekslerimizi yitirmeye başladık yaşadığımız ayartıcı bu dünya karşısında. Bu hasletlerin biçimlendirdiği zamana ve mekana aksetmiş ne varsa şehir, kimlik, kültür binlerce yıldır süzülüp gelen, erozyonla aşınıp tükendi adeta. Yegane hakikate iman etmek, kararlarımızın yegane referansı olmaktan uzaklaşmaya başladı. "İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar" hadisi şerifini "ölmeden ölünüz" hadisi şerifi ile dengeleme melekemizi kaybetmeye başladık. Ölüm ve ardı için hazırlık yapan bir hayattan hiç ölmeyecekmiş gibi sürdürülen bir hayata teslim ettik kendimizi ve şehrimizi. ŞEHRİ YENİDEN TASAVVUR ETMEK Bu teslimiyet ve gafletle şehir de dönüştü; Mimarimizi kaybettik; kimliğimizi yitirdik bu kaygan sokaklarda. Aile dağıldı; yuvalar bozuldu. Adeta kanserli bir hücre gibi savunma mekanizmamız çöktü. Ve şimdi bir virüs nedeniyle hayatımız gözümüzün önünden geçiyor adeta. Bu ilahi bir ikazdır iman edenlere. Şimdi artık hem kendimize hem de insanlığa hakikati yeniden hatırlatma fırsatımız var. Rabbimizin emriyle bir virüs bu fırsatı ayaklarımıza kadar getirdi. Bundan sonra ne olacak sorusunu sormak kaçınılmaz oluyor yaklaşan tehlike karşısında. Bu soruya cevap verebilmek için şüphesiz ne olduğunu, olacağını ve hangi sonuçlara evrileceğini iyi analiz etmek gerekiyor. Bu analizin neticesinde şehirlerimizin nasıl organize olması gerektiği, müslüman şehrinin akıbeti ve savunması için neler yapılması gerektiği ortaya konulabilecektir. Tüm bu yaşadıklarımızda temel dönüştürücü 73
insan alt yapısının ihmal edilmemesi gerekiyor. Eğer bunu yapmaz isek önüne kattığı her şeyi sürükleyen bu feyezana kapılarak helak olmamız mukadder olacaktır. SONUÇ
aracın teknoloji olduğu çok açık. Biz bunu "gelişen teknoloji" diye tanımlarsak bu maçı kaybettik demektir. Hiç bir şey kendi kendine olmadığına göre teknoloji de kendi kendine gelişmiyor, aksine belli bir hedefe ulaşmak için sürekli geliştiriliyor . Bunun için çok ciddi bütçeler oluşturuluyor. Fizik, kimya, biyoloji, yapay zeka vb alanlarda yapılan tüm bu çalışmalarla ortaya çıkan bilgi ve teknolojilerin bir nihai hedefi olduğunu yaşadıkça ve başımıza gelenler üzerinden analiz edebiliyoruz. Ancak bu pasif tutum, planlanan sondan bizi korumayacaktır. Bu farkındalığın kurumsal ve devlet aklı içinde ne ifade ettiği hayati bir önem taşıyor. Tüm bir insanlık, teknolojiye sapkınlık derecesinde bağımlı hale getirilmeye çalışılırken kitlesel ve küresel iletişim vasıtalarıyla da belli bir hedefe doğru güdülüyor, güdülmek isteniyor. Şüphesiz "Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır" (Enfal Suresi 30. Ayet). Rabbimizin muradı ne ise olacak olan odur. Biz ise Kur'an ve Sünnet'e ittiba ederek karar vermek ve amel etmek ile vazifeliyiz. Allah CC.’nün koyduğu ve belirlediği dinî, ahlâkî ve hukukî hükümlerle bunların dünyevî ve uhrevî müeyyideleri olan "Hududullah" yegane sınırlarımızdır. Kendine sınır koyamayan insanın gittiği istikamet bizim istikametimiz olamaz. Misalen insan için nasıl nikah helal ve meşru bir eylem ve bir müessese olarak emredilmiş ve zina haram ve gayrimeşru kılınmışsa, yine alışveriş, ticaret nasıl helal ve faiz haram kılınmışsa, bütün bir müslüman hayat ve iktisat bu çerçeveye oturtulmuş ve insanın , sosyal hayat ve ahlakın, şehrin ve kültürün sınırlarını ortaya koyarak biçimlendirmişse, teknolojinin de bu şekilde maddi-manevi, sosyal, ekonomik, kültürel etki ve sınırlarının Hududullah dairesinde belirlenerek müslüman hayatın bütün müesseselerinin ve tatbikat alanı olan şehrin tasviri yeniden yapılmalıdır. Bunu yapabilmek için ise gerekli olan kaynak ve sayı//69// nisan 74
Dergimizin 57. sayısında belirttiğimiz üzere bütün mesele, şehrin ve insanın sahip olmadığı, olamadığı maddi dünyanın nimetlerine erişme çabasındaki ahlaki ve vicdani duruşu ve dengesidir. Bu dengeye dikkat edilmez ve önem verilmez ise o şehirlerde er veya geç gruplaşarak sosyalleşen ve şehri alt üst eden bir anarşi ortaya çıkıp her katmanda kendini göstermeye başlayacaktır. Bu anarşi karşınıza bir gün toplumsal gurup çatışması, bir gün aile içi şiddet, bir gün artan hırsızlık olayları, intihar ve cinayetler, bir gün oligarşik yapılar ve sermaye, bir gün şehir yönetimine ve devlete isyan vs. şeklinde çıkacaktır. Bu durumda, şehri öncelikle milli-manevi değerlerimiz zemininde kendi kendini kontrol edebilmeyi mümkün kılan fıtri ölçeğinde tutmadan sorunları çözmeye çalışmak, ancak yaygın polisiye ve adli tedbirlerle mümkün olabilecektir. Bu ise kontrol edilmesi giderek güçleşen başkaca odakları besleyerek insanımızı yalnızlaştıracak, toplumu ve devleti zayıflatacak bir sürece hizmet edecektir. Tüm bu polisiye ve adli tedbirler uzun vadede sorunları çözemeyecek ve bir beka sorunu varlığımızı tehdit edecektir . Böylece küresel sinsi aklın hedefleri için savunmasız mekanları haline gelecektir şehirlerimiz. Bize ait olmayan, emperyalist ve kapitalist dünyanın adeta birer afet gibi toplumumuzu ve medeniyetimizi silkeleyen reklam, rekabet, üretim ve tüketim araçları ile gidebileceğimiz çok fazla bir yer yok. Maalesef kadim şehirlerimiz bu afetin tam merkezinde kaldı. İnsanı ve toplumu koruyacak olan kadim şehir , kendini savunamaz hale geldi. Üretimin konusu, biçimi, kuralları ,ahlakı, nimetin ve külfetin paylaşımı , sermayenin ve devletin gücünün toplumun değerleri yanında konumlanıp dengelenmesi ve sonuçta ortaya çıkan her stratejik ürünün toplumsal paylaşımı ve ihracı ancak sosyal-kültürel yapısı güçlü, kendine yeten ve birbiriyle dayanışma ve iş bölümü yapmış şehirlerin ülke ölçeğinde planlanması ile mümkün olabilecektir. Bu şehir, hakikati perdeleyen bir organizasyon ve mekan değil, hakikatin temaşa ve tefekkür edildiği bir zemin olarak maddi-manevi tüm unsurlarıyla varlığını sürdürecek olan şehirdir.
ADINI DİLE
GETİRENLER
Beylerbeyi cami olarak bilinen Hamid-i Evvel Cami ile aynı isimde bir başka cami de Emirgan semtindedir. Boğazın kıyısında yine Sultan 1.Abdülhamid Han; erken yaşta ölen oğlu şehzade Mehmed ve onun annesi Hümaşah hatun anısına yaptırmıştır. Ezgi Elçin OYNAK
Osmanlı padişahı Sultan 1. Abdülhamid Han'ın, annesi Rabia Sultan anısına yaptırdığı camidir. Bu selatin cami günümüzün şartlarından dolayı işlek bir caddeye bakan, dar kaldırım yolunun üzerindedir. Caminin kara tarafındaki giriş kapısının iki tarafında küçük birer çeşme de bulunuyor. Buradan içeri girdiğiniz zaman, otomobil gürültüsünü boğazın görkemi bastırıyor. Ve elbette caminin verdiği huzur da... Umutsuzluk ve boşluk hissi, sizi bir an da olsa terk ederek; hasretlerinizle baş başa bırakıyor. Tarih kitaplarında, hat sanatı ile ilgilendiği ve merhametli, nazik, şefkatli bir padişah olarak anlatılan Sultan 1.Abdülhamid'in yaptırdığı bu cami, onun karakterinin de yansıması gibi duruyor. Çünkü Boğaziçi'ni kibar görüntüsüyle süslüyor... Beylerbeyi cami olarak bilinen Hamid-i Evvel Cami ile aynı isimde bir başka cami de Emirgan semtindedir. Boğazın kıyısında yine Sultan 1.Abdülhamid Han; erken yaşta ölen oğlu şehzade Mehmed ve onun annesi Hümaşah hatun anısına yaptırmıştır. Geçmişten kalan emanetler, bazen de acımızı büyütüyor... Yapıldığı ve kullanıldığı zaman gürül gürül akan çeşmelerden bahsediyorum... Emirgan meydanında Sultan 1. Abdülhamid'in yaptırdığı Emirgan çeşmesi de bulunur.
ir hasrettir Boğaziçi... Onda gördüğümüz her şey; bir özlemin kapısını aralar. Kimileri için yalnızca iki kıtayı, kimileri için sevdalandıkları gönülleri birleştirir. İstanbul'un kalbi Sarayburnu'ndan Karadeniz'in çıkışına kadar uzanır. Boğaziçi'nin denizi bana Necip Fazıl'ın bir şiirini de hemen hatırlattı: Gittim gittim denizin, Sınır yerine vardım. Halin bana da geçsin! Diye ona yalvardım. Bir çılgın vesvesede, İçim didiklense de, Olaydım o cüssede Onun gibi susardım... Boğaziçi'nin susuşu da; fazlaca duyuluyor... 'Geçmiş' dediğimiz durumlar bizi mutlaka ilgilendiriyor. Çünkü, 'anmak' dediğimiz olay; bu söylediğimi doğruluyor. Bu işe de herhalde en sevdiklerimizden başlıyoruz... Sevilenin anısına yapılmış, İstanbul'un Beylerbeyi semtinde, deniz kenarında bir cami var. 18.yüzyılda nasıl bir konumda olduğunu ve nasıl göründüğünü bilemediğim Hamid-i Evvel Cami...
Özenerek yapılandırılmış tarihi çeşmelerimizden biri de yine Sarıyer'e bağlı bir semt olan Yeniköy'de; en çok çeşme yaptıran sultan olarak bilinen Sultan 3.Selim'in annesi Mihrişah Sultan'ın adını taşıyan Mihrişah Sultan Çeşmesidir. Üsküdar sınırına tekrar dönersek, Kuzguncuk'da da Hüseyin Avni Paşa Çeşmesi bulunur. 'Anmak' adına yapılan tüm yapılar, silinip gitmeye mahkum olmamalıdır. Osmanlı'dan emanet nice güzel çeşmelerle süslüdür İstanbul. Kültürümüzün yegane parçalarından biri idi. Şimdi birçoğu sessizlik içerisinde... Onları koruduğumuz müddetçe, 'sırlarını' nesilden nesile aktarabilirler. Biz gitsek bile, bir sonraki gelenlere de mutlaka bir şeyler anlatmak isteyeceklerdir. 'Anmak'tan 'Unut'maya giden hazin bir mesafe olmasın tarihle aramızda. Bu yazıda andıklarımıza Allah rahmet eylesin. Ruhlarına bir fatiha gönderiniz lütfen... Çok sevdiğim bir öğretmenimle sürekli Necip Fazıl Kısakürek'in şiirleri hakkında konuşurdum. O da en sonunda bana; "biraz da başka şairlerden oku" demişti. Doğrusu başka şairlerden de okumaya ilk onun uyarısı ile başladım. Yine vazgeçemiyorum işte... Bakınız, yazımın sonuna da çok uygun olduğunu düşünüyorum: Hasretim, her tümseğin, her çatının ardında; Kelimenin üstünde, cümlelerin altında... 75
BİR ENTELEKTÜEL BİLİM ADAMI:
PROF.DR. AHMET KURT Ali Kurt, babası Prof. Dr. Ahmet Kurt’un, Erzurum’a gelen Ahmet Kabaklı, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ve Bahaeddin Ögel gibi kültür ve bilim adamlarını evde yemeğe davet ettiğini ve onlarla çok keyifli edebi ve kültürel sohbetler yaptıklarını çok iyi hatırladığını ifade etmektedir. H. Ömer ÖZDEN*
*T.C. Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi
sayı//69// nisan 76
aşadığımız çevrede kendi varlığını başkaları için adamış insanlar bulunmaktadır. Bütün hayatını anasına babasına ailesine adayan evlatlar, servetini Kızılay’a bağışlayan hayırseverler, öğrencileri için ömrünü harcayan öğretmenler, hastalarını iyileştirmek için canla başla çalışan sağlık çalışanları, … Ve kendisini bilime adamış olan bilim adamları. Bu saydıklarımın hepsi, olumlu işlerdeki çabalardır ve tek kelimeyle ifade edecek olursam buna adanmışlık diyebilirim. Adanmış ömürlere birçok örnek verilebilir. Bu yazıda kendisini bilime adamış bir bilim adamından söz etmek istiyorum: Prof. Dr. Ahmet Kurt. ÇOCUKLUĞU, AİLESİ VE EĞİTİMİ
Babası o yıllarda Erzurum’a bağlı olan Yusufeli’nin Taşkıran Köyü’nden Mehmet Kurt, annesi de yine aynı köyden Hava hanımdır. Ahmet Kurt, eski takvime göre 1341, Miladî takvime göre de 1925 yılının Mayıs ayında, Taşkıran Köyü’nde doğmuştur. Kurt ailesinin birçok çocuğundan 10’u hayata tutunmuştur; bunların altısı kız, dördü erkektir ve Ahmet Kurt, bu 10 çocuktan üçüncüsüdür. Yusufeli, eski zamanlardan beri gurbetçidir. Çoğunlukla inşaatçılık yapan Yusufelililer, bahar aylarından itibaren çevre illere yayılıp oralarda inşaat ustalığı yapar, güzün sonlarında tekrar memleketlerine dönerlerdi. Kalıp, duvar, sıva gibi yapının karkasının ortaya çıkmasında asıl emek, Yusufelili ustalara aitti. Sanki bunu bilen biri gibi anlatmamın sebebi, çocukluk ve gençlik yıllarımda Erzurum’daki inşaatların ustalarının Yusufelili olmalarındandır. Rahmetli dedem, tek katlı evini 1940’lı yıllarda Yusufelili ustalara yaptırdığı gibi, rahmetli dayım da babasından kalan evi 1979’da söktürüp iki katlı hale getirirken yine Yusufelili ustaları tutmuştu. İşlerinde çok mahir olan bu ustalar, yaklaşık 40 yıl önce Erzurum’un Sivişli taşından yapılmış bu evin ana duvarlarını yıkmadan, üzerine tabliye döküp üzerine ikinci katı çıkmışlardı ve tıpkı bir inşaat mühendisi gibi planlayarak çok kısa sürede evi tamamlayıp teslim etmişlerdi. Ahmet Kurt’un babası Mehmet Kurt da taş duvar ustası olup, bütün köy halkı gibi baharda Erzurum, Erzincan, Ağrı, Van, Muş illerine inşaatlarda çalışmak için gitmiş, nice insanların yol ve ev sahibi olmasını sağlayarak sonbaharda köyüne dönmüştür. Mehmet Usta’nın mensubu olduğu köyün ustalarının hepsi taş ustası oldukları ve duvar örerken taşları kırıp şekil vererek duvarı inşa ettikleri için bu köye Taşkıran adı verilmiştir. Mehmet Usta da
Sivas-Erzurum demiryolu üzerindeki köprü inşaatlarında çalışıp nice taşa biçim vermiş, şehirlerin yanında ilçe ve köylere köprüler inşa etmiş, aynı zamanda çok sayıda da ev yapmış, insanların başlarını sokacakları birer hane sahibi olmalarını sağlamıştır. Erzurum’da da birçok ev yapan Mehmet Usta’nın yaptığı bu evler, eski Erzurum’da yer aldıklarından dolayı son yıllarda belediye tarafından kentsel dönüşüm kapsamında istimlak edilerek yıkılmıştır. Bilindiği gibi gurbetçiler başkalarına yardımcı olurken, kendilerine ve çocuklarına zaman ayıramazlar. Para kazanıp evlerini geçindirmenin derdine düşerler. Ama Mehmet Kurt, sadece çoluk çocuğunun geçimini sağlamakla yetinmemiş, memleketinden uzak kalmasına rağmen çocuklarının tahsil yapmalarına da önem vermiştir. Kış aylarında evinde bulunan Mehmet Usta, köyde okul bulunmadığı için, çocuklarına okuma yazma öğretmeye çalışarak onları geleceğe hazırlamayı ihmal etmemiştir. İnşaatçılıkla geçimlerini sağlayan köy halkı, bu eksiği gidermek için kendi gayretleriyle Sarıgöl nahiye merkezine okul yapıp Devlet’imize teslim etmişler ve okul açıldığında 10 yaşında olan Ahmet Kurt da okula kaydettirilmiştir. Köye atanan öğretmen, çocukları, durumlarına göre sınıflara ayırırken Ahmet’i babasından öğrendiklerinden dolayı 3. sınıfa kaydetmiştir. Karadeniz taraflarındaki arazi yapısından dolayı okul, birkaç köyün arasına yapıldığı için küçük Ahmet, evlerinden çıkıp okula gidişte 45 dakika yürüyerek ulaşıyor, akşam da aynı yolu geri dönüyormuş. Baba Mehmet Usta, çocuklarının bu zorlu ve meşakkatli okul macerasından rahatsızlık duyduğu için ertesi yıl “Çocuklarımı yolu ve okulu bulunan bir yerde büyüteceğim” kararını alıp göçünü yüklenmiş ve ailece 5 gün yürüyerek Yusufeli ve Köşk Köyü üzerinden gittikleri Hasankale’ye yerleşmişler. Böylece küçük Ahmet, Yusufeli Taşkıran Köyü Sarıgöl mevkiinde başladığı ilkokulun dördüncü sınıfını Hasankale’de tamamlamış ve buradaki okuldan mezun olmuştur. İlkokul öğretmeninin yönlendirmesiyle, parasız yatılı okul sınavına girmiştir. Okulu kazandığından haberi olmayan Ahmet Kurt, kendisini parasız yatılı sınavına girmeye teşvik eden öğretmeninin lise sınavını kazandığına ilişkin uyarısıyla leyli meccani (yatılı kısmı bulunan, hem evi şehirde olup gündüz öğrencisi olanların, hem de yakın şehirler, ilçe ve köylerde olanların okulun yatakhanesinde kaldıkları okullara bu
ad verilirdi) eğitim yapan Erzurum Lisesi’ni kazandığını öğrenmiştir. Bir ay gecikmeli olarak liseye kaydı yapılan Ahmet Kurt, burada önce ortaokulu, sonra da liseyi okumuştur. Ahmet Kurt, Erzurum Lisesi’nde orta öğretimini devam ettirirken, 1940 yılında Hasankale’den Erzurum’a nakleden babasıyla birlikte yaz tatillerinde o da duvarcılık işinde çalışmıştır. Aile Erzurum’da Ali Paşa Mahallesi’nde aldıkları eve yerleşmiştir. Bir taraftan çalışıp bir taraftan da okuyan Ahmet Kurt, başarılı bir öğrenci olarak Erzurum Lisesi’nden 1946 yılında mezun olduktan sonra, Tarım Bakanlığı adına burslu olarak Yüksek Ziraat Enstitüsü’nde yükseköğretim yapmak üzere Ankara’ya gitmiştir. Daha sonra bu yüksekokulun adının kanunla Ziraat Fakültesi’ne dönüştürülmesiyle 1949-1950 öğretim yılının Haziran ayında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden mezun olmuştur. İŞ HAYATI
Mezuniyetinden sonra Erzurum’a dönerek üç buçuk ay Tarım Bakanlığı Erzurum Tohum Islah ve Deneme İstasyonu’nda vazife gördükten sonra askere gitmiştir. Terhisi müteakip 1951 yılında Adana Bölge Ziraat Okulu’nda 1954 yılına kadar öğretmenlik yapmıştır. Öğretmenlik yaparken 1952 yılında evlenmiştir. 1954 yılında Ankara Ziraat Fakültesi asistanlık sınavını kazanarak 1957 yılı Haziran ayına kadar adı geçen fakültede asistanlık yapan Ahmet Kurt, aynı yıl Erzurum’da kurulan Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne intisap etmiş ve Atatürk Üniversitesi adına iki yıllığına Amerika Birleşik Devletleri’ne ihtisas için gönderilmiştir. Wisconsın Üniversitesi’nde Süt Teknolojisi sahasında Master of Science (Yüksek Lisans) yaparak Atatürk Üniversitesi’ndeki görevine dönmüştür. Çalışmalarına Erzurum’da devam eden Ahmet Kurt, 1960 yılında doktorasını tamamlamıştır. Atatürk Üniversitesi’nde sınava girerek doktor unvanı alan ilk kişidir Ahmet Kurt. 1961 yılında bir yıl müddetle yine Amerika’nın Wısconsın Üniversitesi’nde çalışmalarına devam ettikten sonra tekrar yurda dönmüş ve 1965 yılında doçentlik imtihanına girerek üniversite doçenti unvanını almıştır. O yıllarda profesör olabilmek için ikinci bir yabancı dil bilmek gerektiğinden dolayı 1969 yılı başında önce Fransızcadan ardından da bilimden açılan sınavları başararak profesör olmuştur. Öğretim ve araştırma görevi yanında Atatürk Üniversitesi’nin halkla münasebetlerini tanzim eden Yayım Servisi Müdürlüğü görevini de deruhte etmiştir. 77
Ahmet Kurt, 1959’da Londra (İngiltere), 1962’de Kopenhag (Danimarka) ve 1966 yılında da Münih’te (Almanya) gerçekleştirilen beynelmilel kongrelerde Türkiye’yi temsil etmiştir. Çalışkanlığı ve bilimsel üretkenliğiyle temayüz eden Ahmet Kurt’un İngilizce, Türkçe pek çok kitap ve makalesi mevcut olmakla beraber bazı eserleri de Almanca, Hollanda dili ve Farsçaya çevrilmiştir. İngilizce, Fransızca ve orta düzeyde Almanca bilen Ahmet Kurt hoca, Atatürk Üniversitesi’nde yöneticiliklerde de bulunmuştur. Dört yıl kendi kurumu olan Ziraat Fakültesi’nin, bir buçuk yıl da İslami İlimler Fakültesi’nin dekanlığını yapmıştır. 1992 yılında emekli olan Prof. Dr. Ahmet Kurt, üç yıl süreyle sözleşmeli olarak lisansüstü ders vermeye devam etmiştir. Emeklilik sonrası da Erzurum’da yaşamaya devam eden Ahmet Kurt, 28 Ocak 2000 tarihinde hayata veda etmiş ve Erzurum Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir. Ruhu şâd olsun. EVLİLİĞİ VE ÇOCUKLARI
Adana’da Bölge Ziraat Okulu’nda öğretmenlik yaparken İstanbul’da ikamet etmekte olan hemşehrisi Veysel-Fatma Kırkkeseli’nin kızı Zekiye Kırkkeseli ile 1952 yılında evlenmiş ve yaklaşık üç yıl bu şehirde ikamete devam etmişlerdir. Çocuklarından Ali Kurt, anneannesinin İstanbul’da ikamet etmesinden dolayı burada doğmuş, daha sonra Adana’ya dönülmüştür. Ahmet Kurt’un Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde asistan olmasından sonra Ankara’da ikamet eden Ahmet-Zekiye Kurt çiftinin, Ali Kurt’tan başka üç çocuğu daha olmuştur. Bunlar Uğur, Birgül ve Aynur isimlerini taşımaktadırlar. Ali Kurt, Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olup, önceleri babasının tavsiyesi ile akademisyenlik yerine devlet hastanelerinde çalışmış ve altmış yaşından sonra akademisyenliğe geçmiştir. Şu an İstanbul Sağlık Üniversitesi personeli olarak Erzurum Bölge Eğitim Hastanesi’nde Patoloji Doçenti olarak akademik hayatına devam etmektedir. Aynı zamanda Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı olarak Felsefe Tarihi alanında doktora eğitimine devam etmektedir. Uğur Kurt, Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu olup iş adamlığı yapmıştır, halen emeklidir. Birgül Hanım, Atatürk Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji bölümü mezunu olup, biyolog olarak Hıfzısıhha’da çalışmaktadır. Aynur Hanım ise yine Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezundur ve Dâhiliye uzmanı olarak hekimlik yapmaktadır. sayı//69// nisan 78
SOSYAL ÇALIŞMALARI
Prof. Dr. Ahmet Kurt, bir bilim adamı olarak kitap, makale, bildiri tarzında çok sayıda bilimsel eser yazmış ve bunların tamamına yakını yayınlanmıştır. Onun bilimsel çalışmaları ve hakkındaki ayrıntılı bilgileri, değerli dostum ve ağabeyim Doç. Dr. Ali Kurt’un hazırlamakta olduğu babası hakkındaki kitabından öğreneceğiz. Ancak Ali Bey’den öğrendiğim kadarıyla rahmetli Ahmet Kurt hoca, yalnızca akademisyenlikle meşgul biri değildir. O, Türkçe, İngilizce ve Fransızca bazı şiirleri ezbere bilir ve bazen söylerdi. Bunlardan bazıları, Yahya Kemal’in ‘Mehlika Sultana Âşık Yedi Genç’, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ‘Karadutum Çatalkaram Çingenem’, ve Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya Türküsü’dür. Ali Kurt, babası Prof. Dr. Ahmet Kurt’un, Erzurum’a gelen Ahmet Kabaklı, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ve Bahaeddin Ögel gibi kültür ve bilim adamlarını evde yemeğe davet ettiğini ve onlarla çok keyifli edebi ve kültürel sohbetler yaptıklarını çok iyi hatırladığını ifade etmektedir. Ahmet kurt, aynı zamanda bir cemiyet adamıdır. Atatürk Üniversitesi’ne cami yaptıran Manevi Kalkınma Derneği 2. Başkanlığını yapmış ve Türkiye'de bir üniversitedeki ilk camiyi, 1970’li yıllarda açmışlardır. O yıllarda üniversitelerin hiçbirinde cami bulunmadığı için, bu keyfiyet bütün Türkiye’de uzun zaman konuşulmuştur. 1971 yılında lise dengi okulları mezunlarının lise fark dersleri vermeksizin Atatürk Üniversitesine girebilmesini sağlayan yönetmelik değişikliğinin yapılmasında önemli rol oynamıştır; böylece öğretmen, ziraat, imam hatip, ticaret gibi meslek lisesi mezunları da Atatürk Üniversitesi’ne girebilmeye başlamıştır. 1974-75 yılları arasındaki bir buçuk yıllık İslami İlimler Fakültesi Dekanlık görevi sırasında ise bu fakültede seçimlik dersler arasına Fizik, Astronomi, Biyoloji, Hijyen, Estetik ve İçtimai Doktrinler Tarihi, İktisadi Doktrinler Tarihi ve Medeni Hukuk derslerinin konulmasını sağlayarak oldukça önemli bir değişikliğe imza atmış olan Prof. Dr. Ahmet Kurt’un dekanlık süresinin bitiminde bu dersler sonraki yönetim tarafından kaldırılmıştır. Günümüzde böyle entelektüel ve ileri görüşlü akademisyenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azaldı. Sayılarının artması temennisiyle, bütün ömrünü bilime ve milletimize adamış olan Prof. Dr. Ahmet Kurt hocamızı saygı ve minnetle anıyoruz.
ALİ YAKUP CENKÇİLER
HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ -6Türk gazetelerinden birinde birden bire karşısına çıkan ‘Akif’i Kaybettik!’ haberi onu çok sarsmış, sesini soluğunu kesmiş, adeta beyninden vurulmuşa döndürmüştü. ‘Eyvah, Mehmet Akif’i göremeyeceğim!’ diye gönlü çok büyük bir elem ve tarifsiz bir kederle doldu. Mustafa ATALAR günün İslam dünyasında, özellikle İslami ilimler yolunda ilerlemek isteyenlerin, çıkacakları bu uzun yolculukta uğranması gereken en önemli duraklar, adresler, çalınması gereken kapılar arasında Mısır’daki Ezher Üniversitesi ile oradaki ilim, irfan, fikir adamları çevresinin çok saygın ve vazgeçilmez bir yeri vardı. Üsküp’te, Saraybosna’da medrese eğitimi görürken, sohbetlerine katıldığı ve sözlerine kulak verdiği bütün kıdemli öğrenci arkadaşları ve hocaları da sürekli olarak ilim yolunda ilerlemek isteyen herkesin yolunun mutlaka Mısır’dan geçmesi gerektiğini söylüyorlardı. Nihayet uzun zamandan beri kafasında oluşup yerleşen, Mısır’a gitme ve tahsilini orada sürdürme düşüncesini hayata geçirmek için harekete geçti. İlim ve irfan yolundaki uzun yolculuğuna Mısır’dan başlamadan önce evin ve ailenin işlerini olabildiğince düzene sokmaya çalıştı, ardından da yol hazırlıklarına girişti. DÖNÜŞÜ OLMAYAN GURBET YOLCULUĞU
O günün şartlarında Yugoslavya’dan Mısır’a gitmek, orada Ezher Üniversitesi’ne kayıt yaptırabilmek, üstelik onun gibi maddi durumu çok da iyi olmayan birisi için, dışarıdan göründüğü kadar kolay bir iş değildi. Aylar süren çok uzun, çok yorucu bir yolculuğu, altından kalkılması zor masrafları, akla hayale gelmedik türlü zorluklara, meşakkatlere, sıkıntı ve maceralara katlanmayı göze alması gerekiyordu.
Ama o, ön hazırlıklarını tamamladıktan sonra, bütün zorlukları göze alarak, ev halkıyla, akraba, dost ve arkadaşlarıyla vedalaşıp Mısır’a gitmek üzere Gilan’dan yola çıktı. Bu, onun ilk yurt dışı seyahatiydi ve onu canından çok sevdiği, asla terk etmek istemediği vatanından, bir daha asla geri dönmemek üzere koparan bir yolculuktu. Bu yolculuk onun ruhunda büyük fırtınalar koparıyordu. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir hicretti. Hayatını adadığı kutsal bir amaç uğruna, tahmin edebildiği ve edemediği bütün tehlikeleri göze alarak çıktığı bu yolculukta Allah’tan başka kimi,kimsesi de, yarı, yardımcısı da, hiçbir güvencesi ve dayanağı da yoktu. Ama olsun! ‘Allah kuluna yetişmez, kafi gelmez mi?(Zümer Suresi, Ayet: 36).Elbette yeter! Bu imanın verdiği büyük manevi güçle, Allah’a tam bir bağlılık, tevekkül ve teslimiyetle yoluna revan oldu. MEHMET AKİF’İN ÖLÜM HABERİ
Gilan Kasabasındaki evlerinden başlayan maceralı yolculuğunun ilk durağı, yaklaşık on yıl kadar önce medrese eğitimi aldığı Üsküp’tü. Burada kaldığı süre içerisinde eski dost ve arkadaşlarını, hocalarını aramayı da ihmal etmedi. Onlardan bulabildikleriyle görüşüp, konuştu, hasret giderdi. Ali Yakup Efendi, Mısır'a gitmek için yola çıktığında, oraya varır varmaz özellikle iki insanla bir an önce görüşüp tanışmayı, konuşup sohbet etmeyi ümit ediyor ve bunun için de çok büyük bir heyecan duyuyordu. İlim, irfan ve fikir pınarlarından kana kana içmeyi arzu ettiği bu iki kişiden biri Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, diğeri de Mehmet Akif'ti. Bir an önce onlara kavuşmaya can atıyor, onlarla tanışmanın, görüşmenin, onlardan yararlanmanın hayallerini kuruyor, bunun heyecanı ve sabırsızlığı gün geçtikçe içinde daha da büyüyordu. Kafasında, her ikisine de sormayı tasarladığı pek çok sorular vardı. Bu soruların doğru ve inandırıcı cevaplarını, yalnızca onlarda veya onlar vasıtasıyla bulabileceğine inanıyordu. Ayrıca bilmek ve öğrenmek istediği nice şeyler vardı ki, bunları da ancak onlardan veya onların yardım ve destekleriyle veya onların yönlendirmeleriyle öğrenebileceğini düşünüyordu. Üsküp’te sevdiği dost ve arkadaşlarına kavuşmanın hazzını ve mutluluğunu, onlarla güzel sohbetlere dalmanın neşesini ve sevincini yaşarken, eline geçen Türk gazetelerinden birinde birden bire karşısına çıkan ‘Akif’i Kaybettik!’ haberi onu çok sarsmış, sesini soluğunu kesmiş, adeta beyninden vurulmuşa döndürmüştü. ‘Eyvah, Mehmet Akif’i göremeyeceğim!’ diye gönlü çok büyük bir elem ve tarifsiz bir kederle doldu. Mehmet Akif’in ölüm haberi onu çok sarsmış ve üzmüştü. Ama takdir-i ilahiye rıza göstermekten ve bu büyük İslam şairinin, fikir ve dava adamının ruhuna Fatihalar göndermekten başka elinden bir şey gelemezdi. O da öyle yaptı. 79
ZELZELE Bu necip millet, tarih boyunca sınır tanımaksızın, karşılık beklemeden dünyanın her yerine yardım elini uzatmayı kendisine vazife bilmiştir. Bu hal son yıllarda o kadar muhteşemdir ki zaman zaman yurt içi ve yurt dışından gözlerimizi yaşartan birçok sahneyi televizyon ekranlarından izliyoruz.
Muhsin DURAN
undan 40-50 sene önce insanlar yer sarsıntısına ‘zelzele’ derlerdi. Bu isimlendirme Kur’ân kaynaklı bir isimlendirmeydi. Kur’ân-ı Kerim’in 99. sûresi ‘El-Zilzâl’ yani ‘Deprem Sûresi’dir. Esasında Kur’ân’daki bu sûre gibi birçok sûre tabiattaki olay ve varlıkların adlarıyla anılırlar. Neml-karınca, nahl-arı, hadid-demir, ankebut-örümcek, şems-güneş, necm-yıldız vb. Zilzâl-deprem sûresi; kıyametin kopmasından, insanların yeniden dirilip hesap vermesinden, herkesin iyi ya da kötü ettiğiyle karşılaşacağından bahseder. Bu sûre Nisa Sûresi’nden sonra Medine’de inmiştir. Sûrede Allah (cc) ileride olacak olaylardan şöyle bahseder: “Yer küre kendine has sarsıntıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan: ‘Ne oluyor buna!’ dediği vakit, işte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır. O gün insanlar, amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” Yerin, ağırlığını dışarı çıkarması birkaç türlü tefsir edilmiştir: 1) İçindeki hazineleri dışarı çıkarır. 2) Kabirdeki ölüler dirilir. 3)Yer altındaki madenler, gazlar, yanar durumda olan lavlar dışarı fırlar. O halde bu sûrede bahsi geçen zelzeleyi, bölgesinde fay hattı olmayanlar, çelikten yapılmış kalelerde veya kayalar oyularak yapılan evlerde oturanlar da mutlaka görecektir. Nasıl ki tedbirini almadığımızda veya unuttuğumuzda depremin olmasını önleyemiyorsak Kur’ân’ın olacağını haber verdiği olaylardan insanlığın haberinin olmaması da ilerde insanlığın o olaylarla karşılaşmayacağı anlamına gelmez. Zaman zaman toplumda meydana gelen yangın, sel, özellikle de zelzele felaketinde en büyük haslet yardımlaşma ve dayanışmadır. Bu güzellik esasen her insanın fıtratında var olmakla beraber bizde dinimiz İslâm’ın öğretileri ve beslemesiyle korunmuş, aktifleşmiş biraz daha öne çıkmıştır. Bu necip millet, tarih boyunca sınır tanımaksızın, karşılık beklemeden dünyanın her yerine yardım elini uzatmayı kendisine vazife bilmiştir. Bu hal son yıllarda o kadar muhteşemdir ki zaman zaman yurt içi ve yurt dışından gözlerimizi yaşartan birçok sahneyi televizyon ekranlarından izliyoruz. Deprem sonrası, gündem gereği televizyon programları
sayı//69// nisan 80
düzenleniyor. Konunun uzmanlarının fikirlerini alarak halkı aydınlatmaya çalışıyorlar. Bunlar gerçekten yararlı programlar. Ancak bu programlara bir dinî otoritenin, ilâhiyatçının dâvet edilmemesi programların en büyük eksikliği. Görünüşte yıkımı olan; deprem, hastalık, yangın, sel kısacası arzî ve semavî olaylar hakkında İslâm dini adına söylenecek o kadar yararlı, güzel şeyler var ki... Tedbirli olmak, yardımlaşmak, sabretmek, dürüst olmak, cömertlik, başkalarını kendi yerine koymak, olana şükretmek gibi canlı tutulması gereken hatırlatmaların Allah ve Resulü adına söylenmesi bu ortamda insanların sakinleşmelerini sağlayacak, musibete uğrayan insanımızın yüreğine de su serpecektir. Ayrıca benzer olayların önlem, tedbir gibi şartların iyileştirilmesine rağmen olacağının biliyoruz. Olayın ilâhî boyutunun da din bilginleri tarafından söylenmesinde bir gerçeğin ifadesidir. Çoğunluğu Müslüman olan depremzedeye tahmin edilemeyecek tesellileri vardır. Kader, tevekkül, kaza hakikatlerini gizlemek ilmin izzetine aykırıdır. Böyle noksan bir tutum insanımızda hem şüphe uyandırır hem de felâketzedeleri gerçek bir izah ve teselliden mahrum bırakmış oluruz. Müjdeli ya da felâketli olayların Kur’ân perspektifinden açıklanması çoğunluğu inançlı insanımızın acil beklentileri arasındadır. Çünkü; mü’min olan her kesimden insanımızın o anda ilk andığı ve yardımını beklediği kimse Allah’tır.. Akademik söylem ve bilgileri halkın kabullenmesinde dinî motiflerin etkisi fazladır. Pekiyi niçin programlara ilâhiyatçılar çağırılmaz? Darulfünundan üniversiteye geçişle birlikte Avrupa muharref İncil’deki bilgilerden uzaklaşmak, din bilgilerini fen bilgilerinden arındırmak anlayışıyla yeni bir eğitim sistemi benimsedi. Bu metot bizde de kabul edilerek uygulamaya başlandı. Kur’an-ı Kerim’in fen ilimlerine kaynaklık yapdığıı bilindiği halde bilim insanlarımız İslâm dinini, fen ilimlerinden hala uzak görme ve dışlama anlayışındalar. Bu anlayış ilk bakışta doğru görülebilir. Çünkü orta çağın muharref İncil’i ve onu temsil eden din adamları olduğu gibi bizde de maalesef bir süre Müslüman din adamlarının dillendirdiği-asla İslâm’ın değil- ilme ters düşen söylemlerinin tesiri olduğu bilinmektedir. Ancak o dönemin anlayışı mazide kaldı. İslâm dininin ilimle çatışan ve çelişen hiçbir mesajının olmadığı ilim adamlarınca bilinmektedir. Buna rağmen orta çağın mutaassıp, muharref dininin
ve temsilcilerinin intikamı İslâm dininden alınmaya çalışılmaktadır. Günümüzde bir kısım ilim adamının sürdürmeye çalıştığı bu anlayış modern çağın ilim taassubudur. Hala; müspet ilmin tamamlayıcısı olan Kur’an-ı Kerim’in evreni kuşatan bakışını görmemektir. İlim alanında var olan hegemonyayı aşamamaktır. Yukarda bahsi geçen ön yargı kalktığı zaman Türkiye’deki ilim zihniyetinde de şimdiye kadar olmayan çok önemli bir demokratikleşme, özgürlük gerçekleşmiş olacaktır. Medenî olmanın bir kuralı, felâketzede kim olursa olsun ırk, bölge, dil, din farkı gözetmeksizin yardımına koşmaktır. Farklılıklara göre değerlendirmeler olmaz, varsa aşağılanarak reddedilir. Basın yayın sosyal medya organlarındaki farklı ifade ve yorumlar yanlış algılamalar, birbirimizi ne kadar tanırsak o kadar azalacaktır. Felâket zamanlarında bizler hassaslaşarak sanki bir başka boyuta geçiyoruz. Onun için de söylenen sözler yer, zaman ve ortama göre anlam taşıyor. Sözü söyleyen kişi aynı aileden ise başka, kendisi de felâketzede ise başka, kişinin o felâketle hiçbir alâkası yoksa daha başka anlam taşımaktadır. Herkes bulunduğu yerin mesafesine göre düşünerek, tartarak, Hak katındaki sorumluluğunu da hesaba katarak söylemeli, yazmalıdır. “Sabredenleri Müjdele Gerçek şu ki musibete uğrayan felaketzede uğradığı kaza nedeniyle oldukça hassaslaşmaktadır. Hâlbuki hayatta her türlü olaya karşı hazırlıklı olmalıyız. Her sözden alınmamalıyız. Bir taraftan tedbirlerin neler olacağını araştırırken diğer taraftan da Rabbimizle irtibatımızı sağlamalıyız. O’na teslim olmalıyız. Ağzımızdan asla isyanı çağrıştıracak bir söz çıkmamalı. Sonuçta O’nun dediği olacaktır. Mademki inandığımız, güvendiğimiz Yüceler Yücesi “Allah her şeye kâdirdir.” Bizim O’na, O’nun da bize mutlaka söyleyeceği olmalıdır. O'nunla konuşmalıyız. Zira Mütekellim-i Ezelî (ezelden beri konuşan) Allah (cc) bütün peygamberlerle konuştu, en sonra da Hz. Muhammmed Efendimiz’le (asm) konuştu, sonra da hiç konuşmamak üzere sustu mu? Hayır. Allah, kullarının kendisiyle irtibatının kesilmesini istememektedir. Bu da onun her kuluna tenezzül buyurduğunun göstergesidir. Ama istek kuldan gelmelidir. Kul irtibatı kesmedikçe O asla kesmez. Nitekim Efendimiz “Kim Allah (cc) ‘la konuşmak istiyorsa Kur’an-ı Kerim okusun” buyuruyorlar. Bununla birlikte 81
kul; namaz başta olmak üzere bildiği ibadetleri ve hayırlı davranışları sergileyerek , en azından O’nu anarak O’nunla irtibat kurmalı ve bunu sürdürmelidir. “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız,” (3) buyuran Yüce Yaratıcı bizimle diyalogunu keser mi? O Allah (cc) kendisine yöneldiğimde benimle de konuşmak istiyor ve konuşuyor da. Ama ben, işlerim yolundayken nefsimin fısıltılarını gayet iyi duymuş ve yerine getirmiş olduğum halde O’nun fısıltılarına hiç kulak asmadım, kalbime ilham ettiği duyguları tercüme edemedim. Daha doğrusu (bilinçli bir şekilde) O’nunla diyaloga girmek istemedim, O’nu reddettim. Şimdi zamanı mı? Dedim. O’nunla baş başa kaldığım yalnız zamanlarda araya hemen başka meşguliyetleri sokarak irtibatımı kestim. Benimle konuşmalarını anlamazlıktan geldim. Bu tercihimi bilinçli olarak yaptım. İbadetimi, tefekkürümü arttırmadım. Tâ ki, tek başıma çözemeyeceğim ağır bir kaza, belâ gelinceye kadar. O zaman ise, ilk önce aklıma Allah geldi. Normal zamanlarda O’nunla konuşma edebini, âdâb-ı muâşeretini geliştiremediğim için de hemen O’na hesap sormaya kalkıştım: Allah’ım bunu bana neden verdin? Diye. Bu hesaplaşmada nefsime yardımcılar da buldum. Başta tesellici dostlarım. İlim, bilim adamları... Hepsi de büyük büyük isyankâr, bir harman dolusu lâflarla güya beni teselli ettiler: ‘Sen bunu hak etmedin, Allah neden hainlere, hırsızlara, yetim ve öksüz malı yiyenlere bela vermez de sana, bana verir,’ diye. Telkin edilen sözlerle hâlâ nefsimi haklı çıkarmaya çalıştım, kafamda, kalbimde bin bir çeşit isyanlar uçuşturdum. Eğer Rabbimle hayatın akışı içerisinde normal (yapılması farz olan ibadetlerle) diyalogum olsaydı; felâket esnasında da her şeyin olağan olduğunu anlar, hatta bu felâketi sabır ve tevekkülle, bir lütuf ve ikram-ı ilâhiye çevirmem mümkün olurdu. Felâket anında dünyanın öbür ucundaki insanlar bana yardım elini uzatıyor da, Allah’ın kudret gözü, kudret eli benim üzerimde olmaz mı? Şefkat ve merhameti üzerimde olmaz mı? Bu ve buna benzer soruların cevabını felâkete uğrayan kulların, tefekkür ederek bulması gerekiyor. Böyle bir anda, musibete uğrayan kimsenin Rabbine söyleyeceği öyle nazlı, niyazlı sözler vardır ki, felâket anları bu sayı//69// nisan 82
sözlerin menbâı, kaynağı, rahmet, mağfiret, lütuf ve ikramın mahzenidir, hazine değerindeki vaktidir. Böyle zamanlar mânevi kârlı alış verişlerin yapıldığı pazarlardır. Resulullah: (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kula, Allah'tan yardım kulların ihtiyaçları miktarında olur. Sabır da Allah tarafından kulun başına gelen musibetlere göre verilir.”(4) Bir anne: "Param yok, ama depremzedelerden birisinin çocuğunu emzirebilirim” diyor. Demek biz aynı ailedenmişiz. O çocukların hepsi bizim ailenin çocuklarıymış. Bu annenin sözleri İslâm tarihindeki Ensar-Muhacir yardımlaşmasının milletimizde aynen korunduğunun ispatıdır. “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!”(5) İnsanoğlunun teknik ve teknolojisi ne kadar ileri olursa olsun arzî ve semavî musîbetlerden tamamıyla kurtulması mümkün değil. Ancak şu gerçek de çok önemli değil mi? Amerika’daki, Japonya’daki depremleri TV’den izlediğimizde, tedbirleri âzamî derecede aldıklarını can zayiâtının azaldığını, hatta hiç olmadığını görüyoruz. O halde devlet ve vatandaş üzerine düşeni tavizsiz yapmalıdır. Daha önemlisi Allah’ı, binaları yaparken hatıra getirmeli, hilesiz yaparak fiilen anmalıyız. Her depremde, milletçe ocağımızın, evimizin bir parçası göçüyor. Aile tablolarımız bozuluyor. Onlarca bazen yüzlerce aileler artık sevdikleriyle kahvaltı yapamıyor; birbirinin güzel simalarını göremiyor, seslerini duyamıyor, sıcaklıklarını hissedemiyorlar. Ama Cennet bahçelerinin, Cennet saraylarının yolu insanoğlu için böylesi zorlu, acılı bir geçitten geçiyor bazen.Hiç oraya güle oynaya giden bir babayiğit gördünüz mü? Rabbim, onları da, bizi de sevdiklerimizle Cennet bahçelerinde buluştursun. (Âmin)
Kaynakça
1- Zilzal Sûresi 2- Mâide Sûresi, 40. Ayet 3- Camiüssağır 1. Cilt 4- Bakara Sûresi,155.Ayet
KENDİMİZE GİDELİM Çiftçiyi de alkışlamalıyız iki elimiz varken. Bakkalı, manavı, market çalışanlarını da… Ekinler tohuma kaçmadan, ağaçlar çiçeklerini dökmeden, emekçiler sağken alkışlamalı onları da. Sıddıka Zeynep BOZKUŞ
abah uyandım. Neyse ki şehirde kıyıda köşede birkaç horoz ve tavuk sesi kalmış. Kentin ıssızlığından mı hayvanların sesi yükseldi, insanların sesini kısan kim? Bizimkiler köye yerleşme hayallerinde ondan mı böyle katmerli duyuyorum hayvancıkları ? Yaşasın kapitalizm bitiyor, sosyal İzm mi gelecek? “Bütün hayvanlar eşittir. Ama bazıları daha eşittir!” İzmleri kim yarattı? Makarnaları dizdik, bakliyatları üst üste yığdık. Şeker, un, maya… Nereye kadar yetecek? Ya sonra? Sonra, toprak almalı, diyoruz. Bahçemiz var mı? Bahçemiz kalmadı efendim. Çiftçiyi de alkışlamalıyız iki elimiz varken. Bakkalı, manavı, market çalışanlarını da… Ekinler tohuma kaçmadan, ağaçlar çiçeklerini dökmeden, emekçiler sağken alkışlamalı onları da. Bahçemiz var mı? Bahçemiz kalmadı. Balkoncuklarımızda saksılar, biz ne anlarız topraktan? Anlayacaksın. Eğil ve kulağını ver. Toprak utanıyor insanoğlundan. İnsanoğlu mu yine mi ataerkil düzen neden insankızı değil? Bırak artık bu âdem uydurması kavramları doldurmayı. Doldurulmuş ölü geyik kafaları asıyorsun zihnine hâlâ.
Bu çağda ne çok ilerledik. Hayır, artık kendi aklını dahi kullanamayacak kadar esir ve ezbercisin bilakis. Yapay seller tüm kainatı ve canlıları moloz yapmış götürmekte. Sense Fareli Köyün Kaval sesinde kaybolan çocukları aramaktasın aval aval. Toprağı dinle ve kavra..! Sonra? Sonra “ Hadi gel köyümüze geri dönelim…” Yumurta stoklanmaz, zaten hormonlu piliçten, hormonlu sebzeden, hormonlu meyveden, hormonlu her bir şeyden öleceksin. Sonra her şey sustu. İçimizdeki sahip olma arzuları, hırslar, statü heyecanları, başarı öyküleri… Hepsi birer birer içimizdeki toprakla hercümerc oldu. Tarıma dönmeliydik, ufacık balkonlarımızdaki birkaç saksıya sümbüller, orkideler dikmiştik. Yenmezdi. Bir taşralı bakış açısıyla çevirdim yüzümü her şeye. Ne iş yapıyorsun? Yazarım. Yenmez ki. Ne okuyorsun? Filoloji, astronomi, psikoloji… Yenmez. Kaç para kazanıyorsun? Gülerdik, sinirlenirdik, tahsil para için mi yapılırdı? Ahhh bu nasıl geri bir bakıştı? Para mı? Satın alabileceğimiz erzak yoksa banknot da yenmezdi. Kendi elinizle yapıp ettiklerinizden ibaretti her şey; kendi elimizle ya mezarımızı oymalı ahşaptan ya mermerden yahut kayıp bir tümsekten var edecektik. Var etmek mi dedim? Yok edecektik dünyayı. Yatağın altına uzandın, yastık altı ne varsa, karınca misali hayır karga misali parlak ne varsa toplamışsın. Ah o ne sefahatmiş. Gereksiz üst baş, kendini tekrarlayan takılar- takı dediğin yenmeyen her türlü fazlalıkaç karnına ölüşünü seyr edecek biblolar… Ölüşümü, ölüşünü, ölüşümüzü… Hiç olmayacak gibiydi. Afrika’daydı misal sana ne, savaş mı sabah ağlar akşam gülerdin itiraf et. “İtiraf et ve kurtul!” Nietchze Karantina! Elele tutuştuk ailece, milletçe elele tutuştuk. Korona korona korona diyerek dönüp duruyorduk. Onu çağırıyor, davet ediyorduk sanki. Fakat elele tutuşmak yasaktı. Onca zaman tut deseler cep telefonundan başını kaldırıp göremezdin elleri. Şimdi tut dört duvar orucunu ki şükretmeli insan avcundakine. Yasakları medeniyetin dişleriyle, medeniyetin topuklarıyla çiğnemeyi severdin. Geviş getiren hayvan bir kez daha düşünürdü sindirmeden önce. İşkembe, paça çorbası iyi geliyordu bağışıklık sistemine. Yedin. Yenirdi. Ne güzel. Oysa insan önüne gelen uzun kaşıkları ağzına götürmek isterdi. Bağdaş kurup milletlerden, devletlerden halkalar oluştururduk halklar; yaratılmışlar, insanlar oluşturamazdık. Halkaların içinde yalnız kendini doyurmak isteyen dirsekleri çarpışan topluluk açlık savaşıyla var olanı da yok ederdi. Halka ve topluluk… Eğil ve toprağı dinle şimdi. Kaşığını uzat ve doyur. Yarının rızkını sorma ki yarının ibadeti sorulmadı senden. Şimdi nereye taşınmalı moraran insanlık? Dünyayı alaşağı eden eller hangi çamurdan? Bir yere gitmeli bu illerden, ekip biçmeli, yeniden inşa etmeli. Ekmeği, suyu, otu, aşı, ocağı, tası tarağı toplayıp dönmeli fakat nereye, hangi kûye? Tek yol kendimize gitmek belki, ne dersin? 83
KORONAVİRÜS GÜNLERİNDE
TÜRKÇEMİZ…
Asırlar öncesinden bu tarafa millet olma vasfını koruyan ve bu alt yapının yardımıyla değişik zamanlarda birçok devlet kurmuş olan Türk milleti, ancak ve ancak Türkçenin gücüyle, sonradan ise milli benliği korumadaki önemini inkâr etmenin mümkün olmadığı Müslümanlık inancıyla ayakta kalmıştır. İsmail BİNGÖL
on günlerde hepimizin zihnini hastalık ve hasta etme açısından meşgul eden ve artık adını bütün dünyanın bildiği virüs, benim bakış açımı ise sürekli başka bir yere çekiyor ve orada odaklanıyorum. Bunu, yıllarını yayıncılığa ve yazmaya vermiş biri olarak, üzerimde meydana getirdiği etkiye bağlamak pekâlâ mümkün. Bu konudaki yayınlarda da konunun en çok dikkatimi çeken bölümü, dilimiz Türkçe ve konuşmacılarla birlikte onları konuşturanlar... Türkçemiz zaten yıllardır başka dillerin etkisiyle onlardan aldığımız birçok kelimeyi, dilimizde karşılığı bulunmasına ya da TDK bunlara karşılık bulmasına rağmen insanımız, değişik gayelerle bu karşılığı değil de Batı’dan aldığı yabancı kökenli kelimeyi kullanmaktadır. Bu kelimeleri kullananlardan kimi, anlatılan konunun ancak bu kelimelerle açıklanabileceğini, çünkü terminolojinin (bunun yerine sadece terim demiş TDK ama bunu karşıladığını sanmıyorum, işte onun için ben de bunu kullanmak zorunda kaldım.) bunu gerektirdiğini sebep göstererek yabancı kelimeleri tercih ederlerken, kimi bilgisizliği ve bilinçsizliğinden, kimiyse farklı olmak için kullanırlar. Gerçi dil canlı bir varlıktır ve kendine dışardan yapılan müdahalelerin çoğunu püskürtür. Onun içindir ki üretilen kelimelerin büyük bölümü toplum tarafından kabul görmezken, sadece dilin tabii akışı içinde karşılık bulan ve yaşayan Türkçeye uygun olarak üretilen kelimeler kabul görür.
sayı//69// nisan 84
Bilgisayar, buzdolabı kelimeleri bu söylediğimize delil olarak görülebilecek en iyi örneklerdir. Yoksa çok âfâkî, yerli yerine oturmayan karşılıklar tabii ki benimsenmeyecektir. Türk Dil Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın’ın bu konuyla ilgili görüşü şöyle: “Yaptığımız terimin anlamı karşılaması ve yerine geldiği kelimeyi çağrıştırması, anlaşılır olması, kolay söylenmesi, kulağa hoş gelmesi gerekiyor. Öte yandan hangi terime karşılık bulunuyorsa, ses ve hece bakımından o kelimeden az ya da o kelimeyle eşit olması gerekiyor. Bir heceli kelimeye karşılık olarak beş heceli bir terim buluyorsanız, bunun yaygınlaşması mümkün değildir.” Oysa defalarca yazılıp söylenmesine rağmen bir kere daha tekrar edelim ki dil, bir milletin kültürünün özüdür ve dilini kaybeden, onu yaşatamayan milletler, gün gelmiş tarih sahnesinden silinmişlerdir. Bugün eğer arkaik (eski) olarak tabir ettiğimiz milletlerin dilleri yaşıyor olsa idi, o dili konuşan topluluklar da ya devlet ya da toplum olarak mutlaka yaşamaya devam edeceklerdi. Bu devam ediş kendini onlara ait medeniyet sahasında da gösterecek ve bu milletler kendilerine ait hakimiyet alanlarında hükümlerini yine yürüteceklerdi. Ama bugün bir Eti, bir Sümer, bir Hitit, Babil v.b. milletlerinden söz ederken, sadece toprağın altında kalan kısmından, kazılardan ve tarih sayfalarındaki bilgilerden bahis açılıyor. Zira yeryüzünde dillerini konuşan herhangi bir topluluk kalmamıştır. Asırlar öncesinden bu tarafa millet olma vasfını koruyan ve bu alt yapının yardımıyla değişik zamanlarda birçok devlet kurmuş olan Türk milleti, ancak ve ancak Türkçenin gücüyle, sonradan ise milli benliği korumadaki önemini inkâr etmenin mümkün olmadığı Müslümanlık inancıyla ayakta kalmıştır. Bu sayede kurduğu değişik ırk ve dile sahip milletleri sinesinde barındıran imparatorluklarımız, farklı diller konuşulmasına rağmen Türkçenin özü bozulmadığı için, yıkılsalar bile, milletimiz, dilimiz sayesinde varlığını sürdürmüş ve hiçbir zaman devletsiz kalmamıştır. Bugün dünya yüzünde dilini kaybeden Türk topluluklarının hemen tamamına yakını benliklerini yitirerek asimile (TDK buna benzeşme demiş. Siz olsaydınız hangisini kullanırdınız?) olmuşlar ve başka milletler içinde kaybolmuşlardır. Bunlardan çok azı ancak dillerine sarılarak bugün de varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır. Dinleri farklı olsa da Türkçe konuşan ve kültürleri
açısından bize benzeyen bu topluluklara örnek olarak Gagavuzları (Gagauz, Gökoğuz), Çuvaşları, Yakutları, Karaman ve Hazar (Karay veya Karayimler) Türklerini verebiliriz. Bütün bunları yazmamın sebebi, başlıkta da belirttiğim gibi, koronavirüs denilen bir hastalıktır ve bu hastalık dilimizi de kemirmeye başlamıştır. Evet, anlatılan konu tıbbi bir husustur ve eğer çok gerekiyorsa tıbbi terimler, kelimeler tabii ki kullanılabilir. Fakat hiç gereği yokken ya da Türkçemizde çok bilinen ve anlaşılan bir karşılığı olmasına rağmen (Enfekte-bulaşma, regüle-düzenli, izole-yalıtmak-tecrit, semptombelirti vs.) yine de yabancı kökenli kelimeleri kullanmakta ısrar etmek anadilimize gereken değeri vermeyip, önemsememektir. Bunun diğer adı da bilinçsizliktir. Konuştuğu dile karşı bu kadar lâkayt ve dikkatsiz davranmak, bu milletin kültürüyle yetişmiş ve bu milletin ekmeğiyle büyümüş kişilere yakışmamaktadır. (Ara sıra da olsa buna hassasiyet gösterenlere rastladığımızı belirtelim. Hele o soru soranlar yok mu, onlar daha çok çileden çıkarıyorlar insanı. Sanki onlar da aynı kelimelerle konuşmak zorundaymışlar gibi…) Anladık Latince kelimeler kullanmak sizin kendi aranızda anlaşmanız için önemli ve yine anladık ki eğer böyle konuşmaz iseniz meslektaşlarınız tarafından kınanabilme ihtimaliniz bile var. Lakin konuyu, adına bir bütün olarak medya dediğimiz yayın organlarında halka izah ederken, bu kelimeleri kullanmanın ne anlamı var? Burada amaç sorulanın ne olduğunu halka mı yoksa meslektaşlarına anlatmak mı? Yıllarını medya sektörünün önemli bir kolu olan radyo yayıncılığında program yapımcısı olarak geçirmiş biriyim ve bu tür durumlarla çok karşılaştığımı belirtmeliyim. Uzman konuğumuza, yayına başlamadan önce yaptığımız ön görüşmede özellikle dikkat etmesi gereken noktalardan birinin mümkün mertebe yabancı kelime kullanmamasını, ifadey-i meram ederken halkımızın anlayacağı şekilde konuşmasını rica ederdik. Eğer konuşma arasında mutlaka böyle bir kelime kullanacaksa, Türkçe karşılığını ya da anlamını da belirtmesini söylerdik. Bu arada belirtelim ki kendi elbisemizi giydirdiğimiz kelimeler de artık Türkçedir ve birilerinin bu konudaki itirazlarının bir anlamı kalmamıştır ya da geçerliliği yoktur. Yıllar içerisinde edindiğim bu konudaki titizlik ve alışkanlık sonucu olacak ki bugün artık hangi programı seyretsem ya da dinlesem, dikkatim hep o noktalara yönelir.
Yani yöneltilen soruların ne kadar röportaj (söyleşi ya da mülakat, sohbet) tekniğine uygun düştüğü, soru sorma teknikleriyle mütenasip olduğu, karşıdakini konunun içinde tutma yeteneği, kelimeler vs. Eskiler bunu kısaca şöyle özetlemişlerdir: “Efradını cami ağyarını mâni” yani “Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan.” Oysa şimdilerde ilgimi çeken konulardaki mülakatlara kulak verdiğimde, daha birçok teknik yönü olan bu işi yapan kişinin, konu dağılıp gitmesine, çok değişik yerlere savrulmasına karşın, durumu toparlayamadığını ve hele de anlatmakta olduğumuz kelime konusuna hiç dikkat etmediğini esefle görüyorum. Medyadaki bu dağınıklık, başıboşluk ve bu işlerin ehli olmayanlarca yapılıyor olması açıkçası bu manadaki üzüntümü katbekat artırıyor. Sözümüz, hele de bugünlerde büyük fedakârlık göstererek gece demeden gündüz demeden topluma hizmet eden doktorlardan (Bu arada sağlık ordusunun diğer mensuplarını, eczacılar, hemşireler ve diğer sağlık görevlilerini de yazmadan geçmeyelim. Hepsine şükran borcumuz var.) açıldıysa da bilim, kültür, sanat, spor ve diğer alanlardaki bilginler, yazarlar ve araştırmacılar da konuşurken ve yazarken Türkçe hassasiyetine azami dikkat etmelidirler. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Millî his ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin millî ve zengin olması, millete has duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal hazinedir... Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bu gün kendi milliyetini yapan her şeyi dili sayesinde muhafaza etmiştir.” Büyük şair Yahya Kemal Beyatlı da “Türkçe ağzımızda annemizin ak sütü gibidir. Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan ve birbirimize bağlayan Türkçedir. Türkçenin çekilmediği yerler vatandır. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir, her halk kendi ikliminin lisanını söyler.” derken, milletimizin büyük şairlerinden biri olarak konunun ne kadar önemli olduğuna işaret ediyordu. Fransız yazar Albert Camus ne demişti? “İnsanın iki yurdu vardır: Biri, üzerinde doğduğu topraklar; diğeri o topraklarda konuşulan dildir. Benim anadilim Fransızcadır ve bir yazar olarak ilk görevim, onun hudutlarında nöbet tutmaktır.” Bilim ve kültür tarihimizin önemli isimlerinden 85
olan Nihat Sami Banarlı “Türkçenin Sırları” adlı kitabında, bu sıkıntılı günlerde uzaktan eğitimle de olsa çocuklarını bırakmayan, onları geleceğe hazırlamaya çalışan öğretmenlerimize şöyle seslenir: “Şu fani dünya saadetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına her şeyden çok Türkçeyi öğreteceklerdir. Yavrularınıza sözlerini halk dehasının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçedir.” Türkiye Bilişim Derneği (TBD), kurucusu, onursal başkanı ve “Bilişim” in de dahil olduğu 2 bin 500 bilimsel sözcüğü Türkçeye kazandıran, elektronik, bilgisayar ve yazılım mühendisi ve dilbilimci Prof. Dr. Aydın Köksal (d. 1940, İstanbul)’ın, ülkemizde tartışılmakta olan bir konuyu gündeme getirdiği konuşmasında dile getirdiği konu başlıkları ve devamında söyledikleri, Türkçenin geleceği açısından çok manidardır: “Türkçe’nin bir teknik dil ve bilim dili olduğu, yabancı saldırılar altında hızla yozlaşmakta olduğu, yabancı dilde eğitimin derhal sona ermesi, dünyadaki diğer Türk devletleri ile ortak bir alfabe ve dile kavuşulması ve Türkçe’nin yaptırımlar ile korunması. La Linguistixue kitabının yazarı Abel Hovelacxue, ‘Diller kendi tabiiyetlerinin dışına çıkamazlar. Karma bir dil asla yaratamazlar. Dil bilgisinin bir bölümü Slav, bir bölümü Latin, bir bölümü Hint ya da Avrupa dilinden gelen bir dil düşünülemez. Karma diller yoktur ve olamaz’ demektedir. Dilimizde zaten karşılığı olan yabancı kelimeler dilimize bir şey katmaz, dilimizin bozulmasının hız kazanmasından başka bir işe de yaramaz. TDK’nin kuruluş amacına da tamamen aykırıdır. Türkiye olarak 20 yıl daha İngilizce eğitim yapmak konusunda diretirsek, yani bir kuşak daha yabancı dille yetişirse Türkçe’nin ulusal dil olmaktan çıkacağını düşünüyorum. Önümüzde bir 20 yıl var. Son yirmi yılda Türkçe çok zarar gördü. Türkçe yok olmadı ve yeteneğini de yitirmedi. Ama buna karşılık, Türkçe ulusal dil olma yeteneğini kaybetmeye yüz tutmuştur. ‘Biz adam olmayız’ mantığıyla Türkler kendi dillerini bilim dili saymasalar bile öyledir. Macarlar, Danimarkalılar, Finliler ve bir buçuk milyon nüfusa sahip Estonyalıların hepsi kendi dillerinin bilim dili olduğunun bilincinde ve öyle iddia ediyorlar. Bir buçuk milyonluk bir sayı//69// nisan 86
dil bilim dili ise, 250 milyonluk Türkçe de bilim dilidir. Bu konuda mütevazı olmak ya da kendimizi alçak görmek olmaz. Türkçe bir bilim dilidir. Yalnız son yirmi yılda artık öğretim dili olmaktan çıkmaya yüz tutmuştur. Benim bilişim konusunda önerdiğim ilk karşılıklardan olan ‘yazılım’ 1966 tarihini taşır. ‘Bilgiişlem’ kelimesini 66’da, ‘bilgisayar’ı ise 69’da önerdim. O günden beri bilgisayar sözcüğü kullanılıyor. O dönemde bu kelime çok tartışıldı. Televizyon, radyo ve benzeri kelimeler aynen geçerken neden ‘komputer’ değil de ‘bilgisayar’ diye çok sorgulandım. (…) Sonunda kişisel bilgisayarların icat edilmesiyle bu teknoloji evlere girince iş değişti. Ev kullanıcısı daha az İngilizce biliyordu ve Türkçe kelime onlara daha kolay geldi. Bilgisayar kelimesi yerleşti. Türk devletleri bir araya gelerek Türkçe konferansı yaptık. İnanır mısınız, Türk devletlerini Türk alfabesinin kabulü konusunda ikna etmek, kendi profesörlerimizi ikna etmekten çok daha kolay oldu. Türkçe yok olmuyor. Biraz moda, biraz medya sayesinde değişim yaşanıyor. Yabancı dille eğitim sürecek olursa, Fransızcanın başına gelen dilimizin başına da gelecek”. Hastalık çerçevesinde geçen konuşmalarda her ne kadar yabancı kelime baskınlığı bir şekilde öne çıksa da yukarıda hocanın dediği gibi, “Türkçe yok olmuyor. Biraz moda, biraz medya sayesinde değişim yaşanıyor”. Zira gücünü geçmişten ve o geçmişte biriktirdiği kültürden alan ana dilimiz, bir kere daha açıkça belirtelim ki sahip olduğu bu güç sayesinde yeni edebiyat eserleri ve özellikle de şiir üretme konusunda dünyadaki birçok dilden daha ilerdedir. Yüzyıllar içerisinde arkasında bıraktığı bu kültürel miras ise bu söylediğimizin en önemli şahididir. Şiirden söz edince sözü daha fazla uzatmadan sırayı şiire verelim ve Rıfat Ilgaz’ın “Türkçemiz” şiirinin bir bölümüyle bitirelim cümlelerimizi: Annenden öğrendiğinle yetinme Çocuğum, Türkçeni geliştir. Dilimiz öylesine güzel ki Durgun göllerimizce duru, Akar sularımızca coşkulu… Ne var ki çocuğum, Güzellik de bakım ister! Önce türkülerimizi öğren, Seni büyüten ninnilerimizi belle, Gidenlere yakılan ağıtları… Her sözün en güzeli Türkçemizde.
ÜMİT ETMEK
NİMETTİR
Hayata dair ümitlerimiz olmalı elbette. Ama hayatın ne olduğunu bildikten sonra asıl beka için ümitlerimiz olmalı. Recep ARSLAN
mit etmek gelecekle ilgili bir olumlu beklentidir. İnsanlar ümit ettikleri, hayal ettikleri kadar hayata bağlıdırlar. Hayata bağlanmak hem iyi hem kötü bir duygudur. Hayata çok fazla bağlıysa bir insan, sınırsız beklentileri, hayalleri ve ümitleri varsa, dünya onu kıskıvrak yakalamış demektir. Ama insanı kıskıvrak yakalayan hayat geçici, biticidir. Belli bir tarih durağında var olan insan belli bir tarih durağında da yok olacaktır. Hayata bağlı olmak gerekir ama kıskıvrak eline düşmek zararlıdır. İnsan temel öznemiz. İnsan için düşünüyor, insan için fikir üretiyoruz. Bunu insanın hayat ve bekası için yapmak yanında sadece hayat için yapmak da var. Ben hiç hayat için, yalnızca hayat için düşünce üretmedim. Düşünce üretme merkezi beynimde hayat kadar, belki hayattan fazla beka var. Beka olmadan hayatın tam da kıymeti bilinemez sanıyorum. İlahi beyanlar açık, hayat bir sınav dönemi. Sınav dönemine takılıp kalmak, mezuniyetten sonrasını düşünmemek olmaz. Sınava niçin girilir, belli sorulara doğru ya da yanlış cevaplar vermek için. Tüm hayatımız sınavdan ibaret olmamalıdır. Sınav, sınavdan sonrası için yapılır. Hayatın kendisi bir sınav, o halde hayat sınavdan sonrası beka içindir. Beka, ebediyet, sonsuzluk, bitimsizlik.
Hayata dair ümitlerimiz olmalı elbette. Ama hayatın ne olduğunu bildikten sonra asıl beka için ümitlerimiz olmalı. Beka için karamsar olmamızı gerektiren çok zaaflarımız var. Nefsimiz, arzularımız, makam, mevki, para, itibar, şehvet, doymazlık gibi saymakla bitiremeyeceğimiz zaaflarımız, zayıflıklarımız var. Arzular şelalele. Gürül gürül akan bir nehir gibi isteklerimiz. Sınır tanımıyor arzularımız. İhtiyaçlar ile istekleri karıştırıyoruz. İhtiyaçlar sınırlıdır. Arzular sınır tanımaz. Bir insan nerede yemek yerse yesin üç tabak, beş tabak dolusu yiyecek yiyebilir. On-onbeş tabak dolusu yiyemez. İşte ihtiyacı o kadardır, ama istekleri o kadar değil. İnsan okumalı, Rabbinin adıyla okumalı. Önce kendisini okumalı. Nasıl yaratıldığını erkek ve kadın üreme hücrelerinin bir araya gelişini, su, kan, pıhtı, et, kemik, sinir, doku, hücre olmasını, beslenmesini, bulunduğu mekeanı, korunmasını, gelişmesini, belirlenmiş süre bittiğinde, ana rahmindeki ömrünü bitirdiğinde bir başka dünyaya, hiç de ana rahmine benzemeyen, hiç de onunla orantılamayan bir dünyaya gelişini okumalı insan. Hangi duyguları, duygu merkezleri olduğunu da okumalı. Kalp, yürek, gönül, hafıza, öd, iç organlar ve iç organların içindeki manevi duyguları, manevi organları okumak gerek. Kalbin temiz olması, yüreğin çifte olması, gönlün kolay kırılması, hafızanın güçlü olması, hafızanın kaybedilmesi. Oku kardeşim oku. İşte hayat sınavının soruları ve cevapları bunlar. Bir kafestir beden ruh için. Asıl töz, varlık, maden, özgül ağırlık ruhtadır. Ruhumuz sıkılır, ruhumuz ferahlar. Bedenimiz sıkılınca kemiklerimiz kırılır. Ruhumuz sıkılınca kırılan neyimiz var? Her şey beş duyu organıyla yaşanmaz. Görmediklerimiz, duymadıklarımız, dokunmadıklarımız, tadına bakmadıklarımız, kokusunu almadıklarımız. Beş duyu organıyla algıladıklarımız okyanusu su bardağıyla ölçmek gibi zırvadır. İnsan beş duyu organıyla dünyayı yaşasaydı diğer canlılardan farkı kalmazdı. Yaratılmışlar tabaka tabakadır. En geniş, en bol olarak cansız yaratıklar daha sonra hayata zemin teşkil edecektir. Sonra bitkiler, ardından hayvanlar ve ardından insanlar. Ama melekler ve cinler tüm evrenden önce yaratılmışlardır. İnsan yaratılırken Allah Teala meleklerle hasbihal ediyor. Okumak lazım. İnsanı, evreni, yaratıcıyı, yaratılışı okumak lazım. Ha bire yazanlar, ben de dahil. Yazdığımızın onda biri kadar olsun okumak lazım. Okumak Allah Teala’nın emri. 87
ŞEHİR TARİHİ
YAZDIRAN ADAM Ben ve rahmetli İskender Türe, üç senede 4-5 kere giderek Ohri Tekkesi arşivini tasnif ettik, yazma eserlerini katalogladık. Bu neredeyse mucize bir durumdu. Tekkede Hz. Pir Mehmed Hayatî’nin soyundan gelen aile Osmanlı’dan kalan tüm evrak ve yazmaları korumuştu. Yıldırım AĞANOĞLU*
ehir kelimesi bildiğiniz üzere Farsça'dır. Arapça'da ise yaygın olarak medine veya belde olarak geçer. Şehirler medeniyet, kültür ve sanat merkezidir, yani medinedir, medinede oturan ise medenidir. Allah cc. bizleri bedevi olmaktan muhafaza edip, medeni eylesin. Şehirlerimize ancak şehirliler sahip çıkar. Her halükarda şehirli doğulmaz, ama şehirli olunabilir.
*Osmanlı Arşivleri, Arşivist.
sayı//69// nisan 88
Bunun için önce gayret, sonra eğitim, görgü, ufuk, zevk sahibi vs. kısacası insan olmak lazımdır. Peki, şehirli olmak için, öncelikle şehrine ve kültürüne sahip çıkmak gerekmez mi? Birçoğumuzun bu soruya "Evet" diyeceğine eminim. Şehir kültürü ve tarihine sahip çıkmanın birçok yolu var. Ben bugün, bunlardan sadece bir tanesine değinmek istiyorum. Ülkemizde gerek fen bilimleri, gerekse sosyal bilimlerde araştırma yapmak, bir meseleyi çözmeye çalışmak, bu uğurda bir proje yürütmek ve de bir eser vermek gerçekten çok zor. Ancak özellikle sosyal bilimlerde çok az araştırmacı, ilim adamı, yazar vs. bu imkânları görme şansına sahip oluyor. Günyüzü görmüş kitap, makale, tez vb. eserlerin kısm-ı küllisi büyük fedakârlıklar neticesi ortaya çıkıyor. En önemli meselelerden biri de karşılaşılan maddi imkânsızlıklardır. Bu durum bir doktora öğrencisi için tezini bitirmekte zorlanma, bir araştırmacı için ise yazdığı kitabın basılamaması gibi problemleri beraberinde getiriyor. Çok kıymetli bir beyefendi abimi kaybettim (7 Mart 2020). Kemal Akar bu dünyadan göçtü. Ben onu sadece 7 yıldır tanıyorum. Ama o kadar çok hatıra biriktirdik ki, 70 yıl beraberdik sanki. Onu kategorize edemezsiniz. Bildiğiniz kalıplara sığmaz. Struga'dan 9 yaşında İstanbul'a göç etmiş. Hayatı mücadelelerle geçmiş. 12 Eylül'de hapis yatmış. İster fikri ister ekonomik mücadele içinde geçmiş hayatı. Yaptığı işler çok renkli, ama cumhuriyet tarihinin zor yıllarının bir özeti, yaşanmış bir hayatın göstergesi gibi. Muhacir bir çocukluk, gazete bayiliği, bayan çantacılığı, Hilton'da garsonluk, sendikacılık; sonrasında siyaset ve Beşiktaş Belediye Başkan yardımcılığı, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi Grup Başkan vekilliği ve en son ticaret ve inşaat. Bu güzel insan, çocuklarını yetiştirip, siyaseti bırakıp, maddi açıdan zor günleri de geriye bırakıp rahatlayınca, insan odaklı bir hayat felsefesinin keyfini yaşamaya çalışan biri oldu. Ben, “Kemal Bey” diye hitap etsem de arkadaşları ve yakın dostları ona "Kemal Baba" derlerdi. İnsanların bir sıkıntısı, bir sorunu oldu mu, onlarla ilgilenmek, onları dinlemek ve problemlerini çözmek en birincil hedefiydi. Zaten bir insan hakkında son karar verilecek yer musalla taşı değil midir? Cemaatin kalabalıklığı ve helalleşen insanların sayısı sizi gerçekten sevenleri gösteren delillerden sadece bir tanesidir. Hayatının son 5 yılında öyle büyük bir örnek bıraktı ki hepimize. Adeta rol model oldu. Çok zengin değildi. Ama
nice zenginler kültürel faaliyetlere bir kuruş vermezken, o şehir ve müessese tarih yazımını destekledi. Bu yönüyle de Türkiye'ye örnek oldu. Benimle tanışması benden doğduğu şehirle ilgili bir kitap yazmam talebiyle oldu. Ben çok şaşırdım. Batı ülkelerinde kültürü destekleyenleri duymuştum, ancak Türkiye'de 50 yıllık ömrümde böyle bir insan ne duymuş, ne de görmüştüm. Bir adam çıkmış, bir vesile ile benimle tanışmış ve daha ilk görüşmemizde doğduğu şehrine hizmet etmek istediğini beyan etmişti. Daha sonra yaptığımız bir röportajda bu durumu şöyle ifade etmişti: "Doğduğum ve 1956'da 9 yaşındayken ayrıldığım Struga'ya, bir daha 2012'de yani 56 sene sonra gidebilmiştim. Görmediğim birçok akrabamla orada görüştük… Bir de akrabalarla müthiş bir beraberlik yaşadık. Sabah, öğlen, akşam hep beraber çok keyifli günler oldu. Sonra düşündüm, benim buraya bir borcum var. Ben buradan ev almayacağım, çünkü bütün evler benim. Buraya bir hizmet götüreceğim, dedim". "Ohri Gölü'nde Bir İnci: Struga" kitabını yani sadece bir kitap yazmak üzere beraberce yola çıktık. Çok bereketli oldu ve 4 senede 4 kitap ortaya çıktı. 3'ünü ben 1'ini o yazdı. Bastırdığımız kitapların sadece ön hazırlık, araştırma aşamasında değil, yayınevi ve matbaa aşamasında da katkılar sundu. Bildiğiniz üzere sosyal bilim dalındaki birçok eserimiz en ucuz kağıda ve tek renk baskı ile neşrediliyor. Kemal bey gerek en kaliteli kağıt seçimi ve gerekse renkli baskı konusundaki tüm masrafları karşılayarak da büyük katkılar sundu. Beraberce defalarca Struga'ya (Makedonya) gittik. Oradaki akrabalarına ve hatta Tüm Türklere bir taze kan aşısı gibi geldi yaptıkları. Yazım aşamasında zorlandığımda o hep yanımdaydı. Destekleri, inancı ve beni de inandırmasıyla. Bir yazar, daha başka ne ister. Sonra ikinci kitap geldi. "Rumeli'de Bir İrfan Ocağı: Ohri Halveti Hayati Asitanesi" kitabımızın yazım hikâyesi de başlı başına bir hikâye konusu. Önce oraya gelin giden ve tekkenin şeyhzadesi ile evli kuzeni Linda Şeh'i ziyarete gittik. Zannediyorduk ki sadece çay içecektik. Şeyhzade Erol Efendi önümüze 3-4 bavul, Osmanlıca evrakı yığdı. Bize yardım edin dedi. 40 yıldır Türkiye'den nice devlet adamları, rektörler, profesörler, askerler, milletvekilleri Ohri'deki bu irfan yuvasını ziyaret edip biz bu önemli evrakı tasnif ettireceğiz, diye sözler vermişler. Ancak, klasik hastalığımız Türkiye'ye dönünce unutmuşlar maalesef. Ben de Ohri'de sadece 2
gün kalacağımdan yardımcı olamam dedim. Ancak Kemal Akar, hallederiz Yıldırım Bey dedi. Yine inanamadım. Nasıl yapacağız, ben devlet memuruyum, yıllık iznim bu çalışmayı tamamlamaya yetmez dedim. Merak etmeyin bir kolayını buluruz dedi. İstanbul’da arşive asitsiz gömleklik kâğıt ve dosya üreten firmayla temasa geçti ve bu malzemelerden gereğinden fazla sayıda satın alarak, Ohri’deki bu tarihi belgeleri tasnif etmek üzere bizlere teslim ettirdi. Otel, yol ücretleri, kırtasiye vs. ihtiyaçlarımızı karşıladığı gibi emeğimizin karşılığını da her zaman verdi. Verirken de kibarlığı ve nezaketiyle bizi her daim onurlandırdı. Bu faaliyetlerimiz esnasında bizi Struga’daki amca çocukları Sabri Abi, Zeyde Abla ve amca torunu Nagihan-Şenol Volina ve ismi buraya sığmayacak nice can dosta emanet etti. Onlar gösterdikleri misafirperverlikle hafızamızda unutulmaz hatıralar bıraktı. Rumeli böreklerini, tatlılarını, çay kahve ikramı yanında gönülden sohbet ve tüm samimiyetlerini verdiler. Sonra bizi Ohri Tekkesi’ndeki amca torunu Linda Hanım ile eşi Şeyhzade Erol Bey’le bıraktı. 2-3 yıl en çok da onların evinde çalıştık. Ev halkından biri olduk. Yedik, içtik, güldük, eğlendik ve bazen de hüzünlendik. İstanbul’un modern zamanlarında unuttuğumuz; samimiyeti, dostluğu, misafirperverliği, güleryüzü bizlere tekrar hatırlattılar. Artık oraya her daim gidemesek de onların bize, bizim onlara kalplerimiz daima açık. Ben ve rahmetli İskender Türe, üç senede 4-5 kere giderek Ohri Tekkesi arşivini tasnif ettik, yazma eserlerini katalogladık. Bu neredeyse mucize bir durumdu. Tekkede Hz. Pir Mehmed Hayatî’nin soyundan gelen aile Osmanlı’dan kalan tüm evrak ve yazmaları korumuştu. Tasniften sonra, Hz. Pir Mehmed Hayati'den bahseden 250 yıllık padişah beratları, belgeler, mektuplar vs. ile çok değerli yazmalar olduğu ortaya çıktı. Yine aynı ailenin elinde muhafaza ediliyor, bir farkla: şimdi tek tek ellerindekilerinin ne olduğunu biliyorlar artık. Bu irfan yuvasının arşivini tasnif edince kendimize pozitif bir ayrımcılık yapıp, kataloğundan yararlandık ve bize de kitabını yazmak düştü. Kitaba bir takdim yazmasını istediğimde Kemal Bey 8-10 sayfa yazmış. Kemal Bey bunu biraz geliştirin, aile hikâyenizi, göç anılarınızı, soy ağacınızı, fotoğrafları da koyalım ve bu da sizin kitabınız olsun dedim. Yoğun ısrarlarım üzerine Kemal Bey 89
"Karamurat'ın İzinde: Strugalı Gavaz Ailesi ve Köklerimle Buluşma" adlı kitabı yazdı, ben de redaksiyonunu yaptım ve eser ailesine dağıtıldı. Struga'da dedesinin lakabı Kara Murat'tı. Karamuratlar denen bu kişiler, dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdalar. Halen Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nin Struga, Ohri şehirleri başta olmak üzere Türkiye, ABD, Hollanda vb. ülkelerde yaşıyorlar. Bu arada ben Struga ve Ohri'ye yaptığım araştırma ve tasnif gezilerinde iken, rastladığım çoğu yaşlı olmak üzere Türk, Arnavut, Makedon, Ulah milletinden yani Müslüman veya Ortodoks dininden, cinsiyet, meslek ve gelir düzeyine sahip insanlarla röportajlar yapıyordum. Herkes karınca kararınca tarih, sosyoloji, uluslararası ilişkiler, örf adet gelenekler, hatıralar vb. konularda bir şeyler anlattılar. Bunlar arasında öğretmen, mimar milletvekili, belediye başkanı, tüccar, ev kadını, şoför, öğrenci gibi çok değişik meslek gruplarına veya katmanlarından insanlar vardı. Kemal Bey 1,5 senedir çok hastaydı. Ancak son kitabımız halen hazır değildi. Yaptığım çalışma ziyaretlerinde 33 Türk, Arnavut ve Makedon ile röportajlar yapmıştım. İkimizin son bir gayretiyle bunu da bitirdik. Böylece en son ve ismini çok beğendiğim bir kitabım daha oldu: "Ohri-Struga Benim Vatanım". Mülakat yaptığım kişiler koydu bu ismi. Çünkü onların vatanıydı. Kitap da onlardan bahsediyordu. Röportaj yaptıklarım arasında vefat edenler var ve maalesef Kemal Bey de onlardan biri. Onların vefatıyla aslında büyüklerimizi dinleme ve kayıt altına almanın ne kadar önemli ve o derecede acele edilmesi gerekli bir durum olduğu ortaya çıkıyor. Bu kitabım ESKADER 2019 Araştırma İnceleme dalında en iyi kitap ödülüne layık görüldü. Kemal Bey hasta yatağında bu habere çok sevindi. Aklında bir hedefi kalmıştı: Yıldırım Bey hem İstanbul’da hem de Ohri ve Struga’da büyük tanıtım toplantıları yapacağım. Tüm imkânlarımı kullanıp basın-yayın organları, sanatçılar, yazarlar, şairler, siyasetçiler, sporcular ve tüm sevdiklerimi davet edip gerçekleştirdiğimiz bu büyük çalışmayı kamuoyuyla paylaşacağım, diyordu. İnşallah diyordum hep. Hastalığı uzun sürünce, önce iyileşip 5 Nisan 2020’de ödül törenine geleceksiniz, dedim ama... Olamadı. Hayat kısa, biz birbirimizi hep sevdik, değer verdik. Bu yazıyı okuyan dostlardan ricamız siz de öyle yapın lütfen. Bu güzel hizmetlerde birçok güzel insanın katkısı var. Ümraniye sayı//69// nisan 90
Belediye Başkanı İsmet Yıldırım, İBB Meclisi eski üyesi Erhan Göksel, Kemal Bey’in oğulları Cemal ve Gökhan Akar, kıymetli arkadaşım Osmanlı Arşivi eski Daire Başkanı Önder Bayır, Levent Kürşat Kırca hepsine çok teşekkürler. (İsmini unuttuğum dostlar beni bağışlasınlar) Ancak, benimle tüm çalışmalarında yıllık iznini alıp hatırımı kırmayarak Makedonya’ya gelen canım ağabeyim rahmetli İskender Türe olmasaydı arşiv belgeleri ve yazmaları tasnif edip ve Ohri Asitanesi'nden bahseden kitabımızı yine de bitirmek kolay olmayacaktı. Gelelim bu yazıyı okuyacak maddi durumu iyi olan kişilere, onlara söyleyecek iki çift lafımız, âcizane tavsiyemiz var. Artık fakir fukaraya yardım, öğrenci bursu, toplu sünnetler gibi klasik faaliyetler dışında da bir şeyler yapabilirsiniz. Çünkü bunları yapan birçok kuruluş var. Ben size derim ki bari bu sefer bir doktora öğrencisi yetiştirin, bir ilim adamı yetiştirin, bir kâşif, bir sanatçı yetiştirin. Yani hangi konuda olursa olsun fark etmez. Bir insan yetiştirin, yetişmesine vesile olun. Eğer bunları yapamıyorsanız doğduğunuz şehrinize, daha geniş kapsamıyla ülkenize, milletinize, tarihinize, daha geniş kapsamıyla tüm insanlığa faydalı olabilecek bir kitap yazın. Yazamıyorsanız da sponsor olun, masrafları karşılayın, yazdırın. Adınız biraz da tarih boyu kitaplarda ilim aleminde anılsın ve yaşasın. Nereden bulabilirim ki bu insanları diye düşünmeyin sakın. Bulunduğunuz ilin üniversitelerinde birçok ilim adamı, yaşadığınız şehirde birçok araştırmacı-yazar, sanatçı, sporcu vb. sizleri bekliyor. Kendilerine sahip çıkacak, yetiştirip, eser ürettirip, dünyaya faydalı olmaya vesile olacak bir adam bekliyor. Kemal Bey ahir ömründe bunu başardı, Göl şehri olan Struga ile Büyükçekmece'yi kardeş belediye yaptı. Şehrine çocuk parkları ve Struga İbrahim Temo Lisesi’ne spor salonu kazandırdı. Ohri Devlet Arşivi ve Pir Mehmed Hayati hazretlerinin tekke arşivini tasnif ettirip kataloğunu çıkarttırdı. Yetmedi ahir ömründeki 6 seneye, destekleriyle ortaya çıkarttığı dört kitabı sığdırdı. Allah yaptığı hayırlı hizmetlerine mükâfat olarak, varsa günahlarını affetsin, cennetini nasip etsin. Arkasında soyadı gibi "AKAR" bıraktı. Gönüllerde iz bıraktı. Doğduğu ve hicret etmek zorunda kaldığı vatanına Struga'ya son hizmetlerini yapıp, şehir tarihi yazdıran adam oldu. Arkasından adam gibi adamdı, dedirtti ve ruhunu teslim etti. Ruhu şad olsun...
Zamanın Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan'ın, Güzide Kasacı (Bayan Kahkaha) ile birlikte sahneye çıkma teklifini, zamanın astronomik rakamına rağmen kabul etmemiş ve TRT sanatçılığını tercih etmiştir.
DİŞ HEKİMİ VE SES SANATÇISI
ORHAN ŞENER Irsî olarak kekeme olan Orhan Şener’in kekemeliği, sinirli ve üzgün olduğu zamanlarda artıyor, şarkı söylerken ortadan kalkıyordu. Hüseyin MOVİT
iş hekimi ve ses sanatçısı Orhan Şener, 1933 yılında Mersin’de dünyaya gelmiş, ilk öğrenimini Trabzon ve İstanbul’da, orta ve lise öğrenimini; Samsun, İstanbul ve İzmir’de yapmıştır. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra, Tıp Fakültesi'ne girmiş ve 1961 yılında dişçilik bölümünden mezun olmuştur. Tıp Fakültesi'ne giderken konservatuvarı da bitirmiş ve iki mesleğini bir arada yürütmüştür. Irsî olarak kekeme olan Orhan Şener’in kekemeliği, sinirli ve üzgün olduğu zamanlarda artıyor, şarkı söylerken ortadan kalkıyordu. Orhan Şener, 4 Ocak 2003 tarihinde vefat etmiş ve İstanbul – Merkezefendi Mezarlığı'na defnedilmiştir.(www. turksanatmuzigi. org)
Gök Yüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar, Açıldı Hep Çiçekler, Ağla Gitar, Kapanmış Gönül Kapım, Kederli Günlerim, Canımın Ta İçisin Sen, Aşkın Kanunu, Bir Ateşim Yanarım, Kara Sevda, Unut Beni şarkıları ile gönüllerde taht kurmuştur. Verdiği bir röportajdan bölümler: Radyoda seslendirdiği ilk eser: Şerif İçli'nin rast şarkısı "Cevr olur imkân-ı vuslat vermeyen imaların." Okumayı en çok tercih ettiği makamlar: Kürdili hicazkâr, muhayyer kürdi, nihavent ve hicaz. Özlemi: Çağdaş bir plan dâhilinde yönetilen konservatuvarlar. Sahne mi, mikrofon mu? Sorusunun cevabı: Radyo okuyucusuyum, sahnede yapamam. Sevdiği şiir: Turhan Oğuzbaş'ın İspanyol Meyhanesi. Sevdiği şarkı: Avni Anıl'ın "Sevmiyorum seni artık, gözlerimi geri ver." Sevdiği renkler: Beyaz ve mavinin her tonu. Tuttuğu takım: Galatasaray. Karanlıktan korkar mı? "Karanlıktan korkmam, bilakis karanlık bazen hoşuma gider." her şeyin zamanında ve yerinde olmasını isterim." Titiz misiniz? "Titizim, her şeyin zamanında ve yerinde olmasını isterim. Büyüklük merakım yoktur." Medeni durumunuz? "Bekârım. Günü gelince tabii ki evleneceğim. Çocuklarımın meslek seçiminde bîtaraf kalmak isterim. Kalabalıktan hoşlanır mı? "Pek hoşlanmam, akşamları yalnız kalmayı tercih ederim." Orhan Şener, lokantamızın müşterisiydi. Onu da Sayra Orkan lokantamıza getirmişti. Çok mütevazı bir kişiliği vardı. Kendisiyle çok samimi oldum. Yöresel yemeklere çok düşkündü. Ara başı çorbası, içli köfte, humus, künefe ve cezerye tercih ettiği çeşitlerdi. Lokantamızda sevdiği yemekler etli yaprak sarması, kuzu kapama, iç pilavı, karışık komposto ve fırın sütlaçtı. İstiklal Caddesi'ndeki Hacı Bekir Şekercisi'nin üst katında muayenehanesi vardı. Dişlerimin bakımı gibi, senelerce kullandığım protez dişlerimi de yaptı. Tedavi sırasında sevdiğim eserleri sessiz bir şekilde terennüm ederdi. Gençliğinde Sultanahmet'teki evinin terasında, salıncağında terennüm ettiği şarkılar, komşularının büyük takdirini almıştı. Mekânı cennet olsun. 91
MUSİBETLERE RAHMET
GÖZÜYLE BAKMAK-I“Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.” Yunus suresi ayet.44 Recep GARİP
İnsanlık bunlardan mutlak surette dersler çıkarması icap eder. Depremler, sel felaketleri, hastalıklar, gripler, virüsler hepsi bu faslın içinde değerlendirilmelidir. Kuranı kerimde yerle bir edilmiş, kavimlerden, topluluklardan bahsedilmektedir. İnsan ne ekerse onu biçer, onu kaldırır. Rahmeti, bereketi, gazabı, felaketi, bizim tavırlarımız, anlayışlarımız, yaşayışlarımız, inançlarımız getirir..Peygamber (as) döneminde zuhur eden bulaşıcı hastalıklar için ümmetini uyardığını, dikkatli olmaya davet ettiğini, kurallar koyduğu biliniyor. Asırlar boyu insanlığın başına gelen bu ve benzeri hastalıkların isimlerinin konulduğunu, tedbirler alındığını, tedavi yollarının aranıp bulunarak toplumun huzuru sağlanmaya çalışılmıştır. Taun yani veba, kara ölüm, tifüs, kara veba, kolera, grip, kuş gribi, hıv, sars, ebole, corona gibi isimlerle ifade edilmektedir. Taun veya Veba, farelerden, farklı hayvanlardan insanlara geçen mikrobun oluşturduğu bulaşıcı, öldürücü bir hastalıktır. Sığır, domuz, fare, yarasa vebası gibi. Merhum Mehmet Akif Ersoy şöyle ifade ediyor; “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ Hani tauna da züldür bu rezil istila”
nsanlık tarihi boyunca dünya üzerinde doğal afetler, musibetler, hastalıklar, devletleri, toplumları mutlak surette ilgilendirmiştir. Toplu ölümlerin, kıyımların, felaketlerin yaşandığını biliyoruz. Böylesi zamanlarda tedbirler, karantinalar, tecrit alanları oluşturulmuş, gerekli müdahaleler için yoğun çabalar harcanmıştır. İlim, bilim, sağlık ve din adamları hastalığın, musibetin önlenmesi, çaresi için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu gün de öyle. Yüz yıl öncede böyleydi, beş yüz yıl öncede, bin yıl öncede böyleydi. Geçmişin kayıtları böyle olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla başımıza gelen herhangi bir olayda kişinin, ailesinin, cemiyetinin, şehrinin, devletinin, milletinin, insanlığın kendini gözden geçirmesi için büyük önem arz eder. Bir musibet geldiğinde toplumun, arzda bulunan insanlığın bütününe gelmiş olur.
sayı//69// nisan 92
Taunu, vebanın bir türü kabul eden İbn Kayyim el-Cevziyye’ye “Tıbbun Nebevi” de s. 29-30 da “her taun vebadır, ancak her veba taun değildir” diye ifade ediyor. Hz. Musa (as) inanmayan Firavun ve Mısırlıların üzerine gönderildiği bildirilen tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gibi musibetler için kullanılan “ricz” kelimesini taun olarak açıklamıştır. Taberi VI, 41sayfada bakılabilir.Hz. Peygamber (as), taunun önceki milletlerden bir gruba ve İsrâiloğulları’na ceza olarak (ricz) gönderilen bir hastalık olduğunu belirtmiş, “bir yerde veba çıktığını duyanların oraya gitmemelerini, bulundukları beldede ortaya çıktığı takdirde oradan ayrılmamalarını” emir buyurmuşlardır. İslâm tarihinde birçok taun hastalıkları kaydedilmiştir. Hz. Peygamber (as) zamanında görülen ilk taun Hicretin 6 yılında (627) Medain’de meydana gelen “Şîrûye” taunudur. Hz. Ömer(ra) devrinde birkaç taundan söz edilmektedir. Belâzürî, onun zamanında Hayber Yahudileri arasında veba salgını çıktığını haber vermektedir. İbni Kesir, VII, 79. sayfada Hicri 639 yılındaki “Amvâs” taununda, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muâz b. Cebel gibi sahabelerin ileri gelenlerinin de bulunduğu 25-30.000 kişinin bu hastalıktan vefat ettiğini zikrediyor.
Hz. Ömer’e Şam’da veba çıktığı haberi verilince vebanın olduğu yere gitmemiş, kendisine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun” diyen Ebu Ubeyde’ye “Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine sığındığını” ifade etmişlerdir. (Buhari, Tıp, 30; Müslim, Selam, 98-100). Yine, Basra’da “Cârif” diye anılan taunun –vebanın üç gün devam ettiği ve her gün 70.000 insanın öldüğü rivayet edilmektedir. Enes b. Mâlik (ra) ailesinden seksene yakın kişi hayatını bu hastalıkta kaybetmiştir. Yukardaki bilgileri verme nedenim, tarih boyunca toplumlar çeşitli bulaşıcı hastalıklarla boğuşmuşlardır. Demem odur ki her asrın ilim, bilim ve teknik imkânlarıyla çaresizliklere çare bulmak için; tıp ilminin, sağlık ve çevre koşullarının gelişmesine, değişimine, yol ve yöntemler bulunmasına, temizliğin vaz geçilmez ana unsur olduğuna dikkatleri çekmişlerdir. Devletlerin, toplumların, ümmetin, ülkemizin, bireylerin kendilerini gözden geçirerek şahsi çıkarlarına, heva ve heveslerine, kul hakkı yememelerine, helale rıza göstermelerine, haramı terk etmelerine, adaletten asla ayrılmamalarına, hakkı hak bilip üstün tutmalarına, batılı batıl olarak görüp batıldan sakınmalarına, faizden uzaklaşmalarına vs. bir fırsat olarak görülmelidir. Yakın uzak akrabalarımızla, yakın uzak konu komşularımızla yeniden selamlaşmaya, helalleşmeye, şefkat ve merhametle ilişkilerimizi tebessüme çevirmemize bir fırsattır diye düşünüyorum. Taun ve bulaşıcı hastalıklarla ilgili kaynaklara bakıldığında çeşitli terimler kullanılmış, özellikle 14. yüzyılın ortalarında başlayan kara ölüm ya da kara vebayla ilgili birçok eser salgınlardan söz eder. Mahkeme kayıtları, hükümler, fetvalar, diplomatik yazışmalar, şiirler, biyografik eserler, seyahatnameler, mezar taşları, veba risâleleri zikredilebilir. Örneğin eski Yunan ve Roma tıbbında hastalığın bozulmuş havadan kaynaklandığına hükmedilir. Bu nedenle yüksek yerlerde ikamet edilmesi, temiz, ormanlık, yüksek yerleşim alanlarının, yaylaların tercih edildiği gözlemlenir. Ev içi ve dışındaki havaların temizliği için sirke, sandal ağacı ve gül suyu kullanılması tavsiye edilirdi. Yine hastalığın tedavisinde merhem, şurup, yakı vb. ilâçlar, yiyecek ve içeceğin hazırlanışına dair eserlerde malumatların varlığı göze çarpar. Büyük İslam coğrafyasında, batıda, Avrupa’da modern tıbbın gelişmesine katkılarda bulunan
önleyici ve tedavi edici yöntemlerin kullanıldığı kayıtlarda mevcuttur. İnsanlık tarihi boyunca inançlardan, dualardan, büyü ve astroloji gibi ilimlerden de faydalanıldığı görülmektedir. Tılsımlar, muskalar, kıymetli taşlar ve manevi tedavi usullerinin de kullanıldığını kitaplar bahsetmektedir. Korona virüsünü bir bela olarak, musibet olarak mutlaka görmeliyiz lakin rahmete, merhamete yönelik bir uyanmayı, dirilmeyi, bağışlanmak için bir fırsat olduğunu da asla hatırımızdan çıkarmamalıyız. Her türlü terörden, zulümlerden, işkencelerden, suç işlemekten, günahlardan uzak durulmalıdır. Yeniden dirilişimize, kardeşliğimize, uhuvvetimize, birlik ve beraberliğimize vesile olabileceğini göz ardı edemeyiz. Büyük Türk coğrafyasının, ümmet coğrafyasının birliğine, vesile olmasını ve dünya devletlerinin derlenip toparlanmalarını, vahye yönelmelerini temenni ediyorum. Gözlerimizle göremediğimiz virüs diye ifade edilen, dünyayı sarıp sarmalayan, caddeleri, meydanları, şehirleri, devletleri disipline edip, aşırılıklardan arındıran, meyhanelerle, barlarla, oyun eğlence mekânlarıyla birlikte, bütün ibadethanelerin bir bakıma kapanmasına sebep olan beladan bahsediyoruz. Ezanı Muhammediler okunsa da, beş vakit namazları evlerimizde kılıyoruz. Kâbe-i Muazzama’da, Mescidi Nebevi’de, Kudüs’te, Mescidi Aksa’da, Eyüp Sultan’da, Mevlana’da, Bağdat’ta, Halep’te, İstanbul’da, Diyarbakır’da, Mardin’de, Adana’da, Şanlıurfa’da, Mezarı Şerifte, Buhara’da, Kafkasya’da ve bütün şehirlerimizde, dünyanın her bir yerinde boynumuz bükük ve mahzunuz. Devlet Başkanımızın kararıyla camilerde Cuma kılamıyoruz. Yalnızca Cumhurbaşkanlığın bulunduğu Külliyedeki Millet Camiinde kılınıyor. Mahzunuz çünkü göremediğimiz bir bulaşıcı hastalık için dünya telaş halinde. Bütün ülkeler tarumar olmuş durumda. Alınan her tülü tedbire rağmen yayılmayı sürdürüyor. Aşısı bulunamıyor. Bulunacağı zamanlar için gayretler olsa da virüse yakalananlar için hayat her an ölüme yollar, kapılar açıyor. Bu nedenledir ki gayret içinde olan bütün Sağlık Bakanlığı heyetimize, milletimizin huzurunu, güvenini sağlayan Emniyet mensuplarına, Sınırımızda mücadele veren, ülkemizin yüz akı Mehmetçiğimize, Devlet Başkanımıza şükranlarımızı sunuyorum. (Devam Edecek) 93
HEKİMLERİMİZİN İNSAN
VE SANAT AŞKI Evet hekimlerimiz ve bütün sağlık çalışanları, gece gündüz demeden, büyük bir gayret içinde koşuşturmakta ve hastalarını iyileştirmeye çalışmaktadırlar. Onların hakkı, hakikaten ödenmez. Allah kendilerinden ebeden razı olsun.
Mehmet Nuri YARDIM
ürkiye ve dünya, olağanüstü bir dönemden geçiyor. Bunu hepimiz görüyor, yaşıyoruz. Koronavirüs denilen bir mikrop, bütün insanlığı tehdit ediyor. Tabii insanlar da var güçleriyle bu illete karşı mücadele ediyor. İnşallah bu savaştan yine “eşref-i mahlukat” olan insan muzaffer çıkacak. Ama bu harbin, hepimize ihmallerimizi hatırlattığı ve bazı dersler verdiği de aşikâr. Tıbbın, ilacın, aşının, hekimlerin, hemşirelerin bütün sağlık çalışanlarının hayatımızdaki önemli yerini yeniden ve bir defa daha idrak ediyoruz. Âdeta herkes kendi evinde özel bir hâl yaşıyor. Hassasiyet taşıyor, titizliğini koruyor. Komşular, akrabalar, tanışlar hatta aile fertleri arasında mecburen uygulanan bir ‘sosyal mesafe’. Elbette bu gerekli önlem alınmalı. Tedbirin ardından tevekkül. Koronavirüs’le yapılan bu amansız muharebenin öncüleri, tabir caizse akıncıları, hekimlerimizdir. Zira ilk olarak hastalara onlar bakıyor ve çare bulmaya çalışıyorlar. Türkümüzde geçer ya: “Doktor bana bir çare.” Bu sözlerin daha hikmetlisini Anadolu insanımız irfanıyla dile getirir: “Allah hekime de hâkime de muhtaç etmesin.” veya “Allah hekimin de hâkimin de eksikliğini vermesin.” HAKLARI ZOR ÖDENİR
Dr. Nevzat Atlığ
sayı//69// nisan 94
Geçen ay Sağlık Bakanımız Fahrettin Koca’nın bir soru üzerine sağlık çalışanlarından 600’ün üzerinde virüs taşıyan kişi olduğunu söylerken sesi titremişti. O esnada aziz milletimizin rikkatli vicdanına tercüman oluyordu. Evet hekimlerimiz ve bütün sağlık çalışanları, gece gündüz demeden, büyük bir gayret içinde koşuşturmakta ve hastalarını iyileştirmeye çalışmaktadırlar. Onların hakkı, hakikaten ödenmez. Allah kendilerinden ebeden razı olsun. Vazife başında çalışırken hastalanan sağlıkçılarımızın vefat haberleri şüphesiz herkesi çok üzdü. Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu ve Prof. Dr. Feriha Öz koronavirüs’ten dolayı hayata veda eden hekimlerimizdi. Başka doktorlarımız ve sağlık mensuplarımız da var. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun. Her zaman hayırla, iyilikle ve güzellikle anacağız onları. Hatıralarını ebediyen yaşatacağız. Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu’nun isminin Okmeydanı Hastanesi’ne verildiğini açıklayan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, bu vefalı davranışla milletimizin gönlüne su serpmiş, duasını almış ve tıp camiasının da takdirini kazanmıştır. Bu tür kadirşinas davranışlar elbette unutulmaz, devam etmelidir.
SANAT, HER DERDE DEVA Türkiye’de sanatla en çok hemhâl olan meslek grubu Tıpçılar. Doktorlar, şiirden musıkîye, resimden sinemaya kadar bir çok sanat alanıyla yakından ilgileniyorlar. Bazı hekimlerin hobileri, asıl mesleklerinin önüne geçmiş bile. Kendisini bitkin hisseden kişi, hastaneye geldi, kapıdan içeri girdi, sonra doktorunun odasına geçip oturdu. Az sonra beyaz önlüğüyle hekim geldi. Hasta, doktora kendisini çok hâlsiz hissettiğini söyledi. Bunun üzerine doktor ile hastası arasında şu diyalog geçti: “Kitap okur musun?”, “Hayır!”, “Musıkî dinler misin?” “Hayır!”, “Resim yapar mısın?” “hayır!” Güzel sanatlarla ilgili bir kaç soru daha sordu hekim. Hepsinden olumsuz cevap alınca durakladı, sonra şunu söyledi: “Ee tabii hasta olursun. Bu sanatların hiç biriyle alakadar olmazsan komaya bile girersin!” Önündeki reçete kâğıdına bir kaç satır yazdı, adama uzattı: “Sabahları kahvaltıdan önce veya sonra hafif müzik!”, “Gündüz, mesaiden sonra sergi ziyareti!” Akşam evde en az yarım saat resim, tezhip veya minyatür çalışması.”, “Gece uykudan önce mutlaka bir saat kitap okuma!”, “Ayda bir sinema veya tiyatro!” Adam doktorun uzattığı reçeteyi aldı, itinayla katladı, cebine koydu. Kalkıp giderken hekimine minnet dolu baktı ve şunları söyledi: “Tavsiyelerinize harfiyyen uyacağım doktor! Çok teşekkür ederim!” ..Şu darb-ı mesel anlatılır olmuştur: “Tıbbiyeden şair, müzisyen, aktör, ressam, hattat ve diğer sanat dallarında üstatlar çıkar, arada bir de hekim!..”
Şüphesiz bu sözleri dinleyip gereğini yerine getirmek medeni insanlara yakışır. Aksi takdirde hem toplumu oluşturan bizler telafisiz acılar yaşar, tabiplerimizi de fazlasıyla meşgul etmiş oluruz. Zor bir mesleği icra ediyorlar hekimler. Ağır, mesuliyetli ve yorucu bir iş onların ki. Bundan dolayı artan zamanlarını genelde sanata ayırırlar. Ülkemizde sanata en çok değer veren meslek gruplarının başında doktorların geldiği bir gerçek. Hekimler, hem kendileri sanatla uğraşıyor hem de hastalarına mutlaka herhangi bir sanatla meşgul olmalarını tavsiye ediyorlar.
ECDADIMIZ MUSIKİYİ TEDAVİDE KULLANMIŞ
MANEVİ DEĞERLERE BAĞLILAR
Geçmişte ecdadımız ‘musıki’yi ilaç gibi tedavide kullanmış. Edirne’ye gidip de Darü’şşifa’ya uğrayanlar, hastaların müzikle tedavi edildiği odaları gezip görmüşlerdir. Müzikle tedaviyi günümüze taşıyan hekim-sanatçılardan biri de merhum Rahmi Oruç Güvenç’ti. İyi kadrosu ve sağlam ekibiyle birlikte, tedavi amacıyla kullanılan müziğimizi yıllarca hem Türkiye’de hem de yurtdışındaki bir çok ülkede icra etti, tanıttı. Ayhan Songar’ın asistanlığını da yapan Güvenç, konserlerin ardından hep takdir topladı, alkışlar aldı. SÖZLERİNİ DİNLEMELİ
Peki onların bizden talepleri olmaz mı? Elbette olur. Meselâ geçen aydan beri televizyonlarda sürekli olarak topluma hitap ediyor, gazetelere açıklamalarda bulunuyorlar. “Lütfen evinizden dışarıya çıkmayın, başkalarıyla aranıza mesafe koyun, temizliğe çok dikkat edin.” diye.
SANATKÂR HEKİMLER
Tarihimize baktığımızda ‘bin hünerli’ dediğimiz birçok ‘hezarfen’ tabip sanatkârla karşılaşırız. Yakın dönemde pek çok meşhur sanatkâr hekim var. Cenap Şahabeddin, Abdullah Cevdet ile veteriner Mehmed Âkif Ersoy’u sayabiliriz. Cumhuriyet’in ilk neslinden Kâzım İsmail Gürkan, Âkil Muhtar Özden, Mazhar Osman ve Fahrettin Kerim Gökay tanınmış hekimlerimiz. Fahri Celal Göktulga, ruh ve sinir hastalıkları uzmanı ve iyi bir hikâyeci. Süheyl Ünver, tezhip, minyatür, cilt, hat ve ebru gibi unutturulan sanatları yeniden günışığına çıkarmış, talebeler yetiştirmiş, sergiler açmış, bu konularda konferanslar vermiş, eserler kaleme almıştır. Bugün gelenekli sanatlarımızın bu kadar yaygınlaşmasında en büyük pay, şüphesiz ki Süheyl Ünver’e aittir. Halil İbrahim Bahar ve Ceyhun Atuf Kansu iyi birer şair, Şükrü Şenozan ise musikimizin unutulmaz ismidir. Bazıları için sanat, merak aracı olmanın ötesinde, âdeta mesleklerinin önüne geçmiştir. Bu konuda örnekler çok ama sadece iki çınarı zikretmek isterim. Yaşayan sanatkârlarımızdan ikisi de tıbbiyeli olan Alaeddin Yavaşça ile Cüneyt Arkın. Biri musikimizin üstadı, diğeri de sinemamızın usta adı. 1960’lı ve 70’li yıllarda sanatla birlikte millî kültüre de sahip çıkan hekimlerimizin sayısı çok fazladır. Ayhan Songar, Recep Doksat, Reyhan Songar, Süleyman Yalçın ve Fevzi Samuk, iyi birer hekim ve sanatla ilgilenen şahsiyetler oldukları gibi bilhassa millî ve manevi değerlere de bağlıdırlar. Süleyman Yalçın Aydınlar Ocağı’nın, Ayhan Songar Türk Edebiyatı Vakfı’nın idarecilerindendi. Muhafazakâr olan hekimlerimiz, yerli ve millî hassasiyet taşıyan bütün sivil toplum kuruluşlarını desteklemiş, faaliyetlerine iştirak etmiş, bu çatıların altında konferanslar vermişlerdir. Ayhan Songar 95
Süheyl Ünver
Selahattin İçli
eskilerin “hezarfen” tarifine uyardı. Hem ud çalar, hem fotoğraf çeker hem de yazı yazardı. TIP DA SANAT DA İNSAN İÇİN
Kendi adalarında oturan ve sanat üreten doktorlar da var. Fethi Karamahmutoğlu büyük bestekâr olarak kendisini kabul ettirirken ömrünü Gemlik’te tamamlayan merhum Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, aruzu en iyi kullanan şairlerimizdendi. Onkolog Haluk Nurbaki inanç ve bilim eserleriyle okuyucularına ulaşırken Ali Kemal Belviranlı, aruzu ve Osmanlı Türkçesini öğreten kitaplarıyla sevilip sayıldılar. Fethi Karamahmutoğlu en güzel güfteleri bestelemiş kıymetli bir bestekârdı. Ve Ankara’da yaşayan hikâyeci Muhtar Tevfikoğlu, aynı zamanda Yahya Kemal’in gönlünü kazanmış yakın dostuydu. Bediüzzaman Said Nursi’nin ‘doktor talebesi’ Sadullah Nutku, gazetelerde mesleğiyle ilgili yazılar yazmıştır. Selahattin İçli, unutulmayan eserlerin bestekârı olarak gönüllerde taht kurmuştur. Türkiye’nin meşhur cerrahlarından Tarık Minkari, aynı zamanda seyahat kitaplarıyla adını duyurmuştur. Adaşı Tarık Akçal, çok iyi bir kitap okuyucusudur. “Seyahat ya Resulallah!” diyen hekimlerimiz arasında bulunan Sefa Saygılı, Ali Akben ve Orhan Gedikli, bir ayakları İstanbul’da öbür ayakları yeryüzünde, neredeyse bütün dünyayı gezip dolaşmakta ve gezi notlarını da okuyucularıyla muntazaman paylaşmaktadırlar. BUGÜN DE SANATLARIYLA ÖNDELER
Bugün ömürlerine bereket dilediğim Alaeddin Yavaşça ve Nevzat Atlığ, musıkimize yaptıkları sayı//69// nisan 96
büyük hizmetlerle yâd ediliyorlar. Onların yolundan giden Adnan Çoban ve Ahmet Rasim Küçükusta gibi isimler de var. Şair, yazar, bestekâr ve udî Halil İbrahim Erbıyık da bir başka örnek. Kemal Sayar, daha ziyade edebiyat ve düşünce alanında temayüz etti; birbirinden güzel denemelere imza attı. Şüphesiz Hüsrev Hatemi bu konuda bir numune-i imtisâldir. Şiirleri, nesirleri ve sohbetleriyle günümüzün bir edebiyat ustası. İsmail Hakkı Aydın bir sohbetçi ve udî olarak zihinlerde yer tuttu. Cahit Öney ise röntgen mütehassısı olmasının yanısıra aruzla mükemmel şiirlere imza atmış, müzik ve şiir arasındaki münasebetler üzerinde çalışmalar yapmış, bu konuda tebliğler vermiş bir üstat. Üniversitede hakkında yapılan tez, sanatçı kimliğine dair. Benim de Cahit Öney Hayatı Eserleri Hatıraları isimli yayımlanmış bir kitabım bulunuyor. Ezel Erverdi, fikir ve edebiyat dünyamızın en seçkin yayınevlerinden Dergâh’ın kurucusu. Nurettin Topçu’nun mümtaz talebesi. Ama tıp tahsili aldığını pek kimse bilmez. Uğur Derman eczacı ama klasik sanatlarımızı yaşatan şahsiyetlerden. Merhum Memduh Cumhur da eczacılık yapmıştı fakat herkes onu şiirleriyle tanımış ve sevmişti. Ferhat Göçer sesiyle, İsmail Koçak gitarıyla, Erol Göka yazılarıyla, Alper Gencer ve Süleyman Portakal şiirleriyle tanınıyor. Ahmet Uğur Keltek fotoğraf sanatçısı, Salih Diriklik ise sinema yönetmenidir. Yedisi de doktor. Hekimlerin güzel sanatlar arasında en çok rağbet ettikleri alan edebiyat, bilhassa şiir. Veli Behçet Kurdoğlu’nun Şair Tabipler kitabı 1967’de neşredildi. Bugün böyle bir çalışma üç ciltte ancak toplanır. Peki “Sanatçı Tabipler” hazırlansa ne olur? Sanırım en az on cilt gerekir. Keşke birileri kolları sıvasa ve böyle bir eseri ortaya koysa. Hepimiz doktorlarımızı dinlemeli, sanata yönelmeliyiz. Şifa Allah’tandır elbette ama sanat da ilaç gibi vesiledir. Bugün de ömürlerine bereket dilediğim Alaeddin Yavaşça, Nevzat Atlığ, Cahit Öney ve Hüsrev Hatemi başta olmak üzere pek çok sanatkâr hekimimiz aramızda bulunuyor. Evet onlar ömürlerini insanlara adamış kutlu ve hayırlı bir mesleğin aziz mensuplarıdır. Mesleği icra ederken bedenlerini tedavi ettikleri hastalarının ruhlarına da daha sonra çeşitli sanat dalları vasıtasıyla hitap etmeye ve maneviyatlarını yükseltmeye çalışıyorlar. Hekimler sadece hastalarını değil bütün insanları çok seviyorlar, biz de onlara hiç azalmayan muhabbetle doluyuz.