ŞEHİR ve KÜLTÜR - 33. Sayı

Page 1



Biz’den…

Lâleleye ,Sümbüle, Tarihe Merhaba … “ Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim..” Ahmed Paşa Merhabalarımız tohum olmalı, vefasızlıklara, avareliklere, günü birliklere karşı.. Bu merhaba yeşermeli göğermeli; Şairin dediği gibi, hakkın kendisine, seçtiğine selamı merhabası olsun..’ Baharın yeni günlerine hamdolsun.. Lalelere, sümbüllere, mor menekşelere selam olsun. Erguvanlara, güllere sevgiliye merhaba olsun… Papağanlar, Bülbüller, Güvercinler, Martılara muhabbetle merhaba diyelim.. Kentlerde veya kasabalarda Kültürümüz’ün temel taşı, karşılıklı emin olmanın şartı, selamı şu Bahar günlerinde coşkuyla çoğaltalım ki samimiyet artsın, coşku artsın, üretim artsın, eğitim kaliteli olsun istekli olsun, çocuklar aileler ve toplum mutlu olsun.. Mutlu insanlar; Huzurla yaşadıkları şehirleri estetik bakışla daha güzel görür, daha güzel imar ederler, Yunus gibi yaşayıp Sinan gibi imar etmektir idealimiz.. Hem çirkin, ölçüsüz, kaba yahut insanı tabiatı ezen binalar şehirler yapmak, hemde doğruyu barışı insanlığı savunmak mümkün ve inandırıcı olamaz. Kırgınlıklara mahal vermeden, vefa duygusunu yok etmeden, kin ve ihtirasa kapılmadan, hasetlik yapmadan, fitne çıkarmadan, münafıklara boyun eğmeden insan olarak yaşamanın erdemidir inancımız. İnancımızı kaybedersek toplum içindeki kişiliğimizi değerlerimizi kaybederiz. Koltuk, makam, mevki sevdasına gönül kırmak haset etmek bizim kitabımızda olmamalı, yoksa bir kurt gibi yüreğimizi kemirir ve insanlığımızı kaybederiz.. Oyunların temelinde bu milli duygu ve adetlerimizi yok etmek vardı ve bunun acılarını yıllardır yaşıyoruz.. Birlik ve beraberlikle bunların üstesinden geleceğimizden kimsenin şüphesi olmasın.. Sevgiyi, barışı selamla başlatırken devam edelim, Kars Ardahan, Van, Yozgat, Sivas, Kahramanmaraş, Konya, Mersin, Giresun, Eskişehir, İzmir Manisa, Edirne Tekirdağ Çanakkale’ye bütün şehirlerimize ve şehirlilerimize Selam olsun…Lalelerle sümbüllerle bezenmiş Sultan Ahmet Camii'ne selam gönderelim.. Dersaadet’imize payitahtımıza gönülden merhaba diyelim Dersaadet’imizin ana şefkatiyle yaklaştığı tüm dünya Müslümanlarına yıllardır zulüm yaparlar, Dersaadeti rahatsız etmek için. Yüz yıl önce Makedonya dağlarında ateş çatarlarmış, Dersaadet’in ciğerini dağlamak için.

Asır geçse de düşmanlarımız bu vahşetleri hep yaşatırlar bize..Suriye’de gaz salarlar masumlara, Miyanmar’da ateşe atarlar çocukları, Afrika’da kulaklarını dillerini keserler genç kızların, Kerkük' te paçavra asarlar göndere, Dersaadet’in ciğerini yakmak için… Bu hadiseler, şehirlerimizi kültürlerimizi medeniyetimizi devletimizi yok etme planıdır, bu oyuna gelmeyelim.. Birlik ve beraberlik içinde bir değerler manzumesi ile asırlar öncesinden kurduğumuz şehirlerimize, kültürlerimize medeniyetimize sahip çıkalım.. “Ol mahiler ki derya içindedirler deryayı bilmezler” in girdabında kendimizi kaybetmeyelim.. Daha güçlü olmamız gerekir. Güçlü bir Türkiye Dosta selam düşmana korku verir.. Bu bilinçle çocuklarımızı, gençlerimizi, ailemizi koruyabiliriz. Geleceğimizi, şehrimizi, ülkemizi Milli kültürümüzle muhafaza edebiliriz.. Mesele gelecek meselesidir, Güçlü bir geleceği kendimize rol edinmişsek bu uğurda çalışmalıyız, gereğini yapmalıyız. Güçlü bir Türkiye’nin güçlü insanları olur, güçlü ve kültürlü şehirleri olur.. Güçlü ekonomisi olur.. Güçlü bir idare ile bu hukumuzu muhafaza edebiliriz.. Tarih boyunca bu topraklarda yaşadıklarımızın envanterini çıkardığımızda tabloyu net görmeliyiz; Vahdet şuurlu Güçlü bir Türkiye için Güçlü bir İdare, güçlü idare için güçlü bir irade gerekir.. Ve bütün bunların ışığında, Alev Alatlı’nın mottosunu millet olarak çok beğendik; “Dünyanın iyiliği için Türkiye” Şehir ve Kültür dergimiz, çok çalışarak Şehirlerimizi kültürlerimizi ve medeniyetimizi daha diri daha bilinçli estetik duyarlılıkla her türlü kaygıdan uzak yaşatmak için tavsiyelerde ve tespitlerde bulunuyor .. Karamsarlığımız yoktur.. Amacımız; Kültürlerimize ve medeniyetimize hizmettir.. inancımızı ve medeniyet ruhumuzu yaşatmaktır.. Bahar’ı karşılayan bir ayda, Elimizde çiçekler sizlere merhaba diyoruz. Aynayı önce kendimize tutuyoruz ve Selam ediyoruz.. Hz.Mevlana diyor ki; “Kalp Sırrına Erenler Neler Yapar, Bilir Misin ? Kızmazlar, Küsmezler, Kırmazlar, Kırılmazlar. Her Şeyde Bir Güzellik Bulurlar. Hiçbir Şeyi İnsanoğlundan Bilmezler, Rab’binden bilirler Her Şeyi O’ndan Umup beklerler...Ve Susarlar...Susarak Konuşurlar.” Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza… Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 6

TAMAMLANMAMIŞ HiKAYELERDEN MALZEME ÇIKARTMAK:

II. ABDÜLHAMiD’iN

DOLABINA HACiZ

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

VEREN EL ÜSTÜNDÜR Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN

16

DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ BİR ŞEHiRDE YAŞAMAK

iSTANBUL’UN BEŞiNCi TEPESiNDEKi RUHUMUZ Mehmet Kâmil BERSE

26PRAG

TUNA YOKUŞMU ÇIKIYOR NE?

BU TUNA BAŞKA TUNA Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

8 KADiM ŞEHiR! 32 12

AH KAŞGAR!

CUMHURiYETiN iLK DÖNEMiNDE ŞEHiRLER VE ŞEHiRLiLER DÜZENiN YABANCILAŞMASI VE

Doç Dr. Abdulhamit AVŞAR

Hüseyin YÜRÜK

BAHAR SULTANI iLE KIŞ ŞEHRİYARl'NIN

NEVRUZ DESTANI Dr. Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

44

EN ÜSTTEKiLER

TÜRK KAHVESi Nermin TAYLAN

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


11 YORGUN YOKUŞLARDAKI KUŞLAR -şiir- / Kâmil UĞURLU 20 HAMZALAR HASANLAR ŞAKİRLER ŞEHRİ YOZGAT / Fahri TUNA

46

23 ALİ BENLİ “KLASİK ARAP EDEBİYATINDAN BİN BİR BEYİT” -şehir kitap-/ Tanıtım / Ahmet ŞAYIR EFE iLE, VENEDiK-TRIESTE

RIJEKA-ZAGREP Serdar TAŞTANOĞLU

24 ŞEHİRLİ İNSAN / Recep GARİP 38 III. MİLLÎ KÜLTÜR ŞURASI 3-5 MART 2017 İSTANBUL ŞEHİR VE KÜLTÜR 51 ŞEHİRDE METAFİZİK BİR ORTAM TÜRBEDAR BİR KEDİ'NİN BİN YILLIK HİKAYESİ / Ahmet Faruk AYGÜN 52 MAHALLE KÜLTÜRÜ: ALİ PAŞA MAHALLESİ / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN

56

55 HEYAMOLA HEY ! / İbrahim BAŞER

BUHARA VE

58 TÜRK DÜNYASI, NEVRUZ’DA TOPKAPI’DA BULUŞTU / Salih DOĞAN

Muhsin İlyas SUBAŞI

60 EYÜP SULTANDA ŞEHİRLİYİ İMAR EDEN BİR DOST BİLGE; ALÂEDDİN ARABÎ EFENDİ / Nidayi SEVİM 64 ŞEHİRDE SUSKUN BİR DERVİŞ; TOLSTOY / Mustafa UÇURUM

KÜLTÜRÜMÜZ

66 BOSNA HERSEK’TE ŞEHİR EFENDİLERİ: NAKŞİBENDİLİK / Mikail Türker BAL 68 DÜNYA ŞEHİRLERİNDEN / Zaferullah YILDIRIM

62

73 HOŞ GELDİN EY SEVGİLİ!.. / Sabri GÜLTEKİN ŞEHiRLERDE HASAT YAPAN ŞAiR;

CAHiT KÜLEBi Ali BAL

74 KARAKTERLİ ŞEHİRLER VE ÜTOPİK KENTLER -üç- / Bilal CAN 77 PROF. DR. ALİM YILDIZ’DAN BİR “SİVAS ŞEHRENGİZİ“ KİTABI SEYRİMDE BİR ŞEHRE VARDIM -şehir kitap- / Tanıtım / Ömer ENES 78 ŞEHR-İ BOR / Mehmet BAŞ 80 KÜLTÜRÜMÜZDE GELENEKTEN GELECEĞE / İsmail BİNGÖL 82 ZEYNE’DE BİR ARİF: ŞEYH ALİ SEMERKANDİ / Mehmet MAZAK 88 İSTANBUL MÜZİK MÜZESİNİN İZİNDE / Samet SURURİ

84

HOCA ALi RIZA

90 KAOS DİNOZORLARI ROCKEFELLER-ROTCHILD GEORGE SODS vd. -üç-/ Mustafa YAZGAN

İbrahim BAŞER

92 TESPİH SERGİSİ "SÜBHAN" -şehir sergi- / Mehmet Lütfi ŞEN

“ÜSKÜDARLI”

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 15 TL.

KKTC fiatı: 20 TL. Abone Yıllık: İstanbul 160 TL. İstanbul Dışı 170 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

94 KALKIŞMAYA DARBE VURAN KİTAPLAR / Mehmet Nuri YARDIM Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com

www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi:


TAMAMLANMAMIŞ HİKAYELERDEN MALZEME ÇIKARTMAK:

II. ABDÜLHAMİD’İN

DOLABINA HACİZ? II. Meşrutiyet yıllarıdır. Hazine tamtakır; devlet vergi arayışındadır. Maliye Nazırı Cavid Bey birikmiş vergilerin peşindedir. Vergi verebilecek İstanbullular var ama duymazlıktan gelmektedirler. Bu yüzden vergi borçlarına karşılık haciz işlemleri başlatılır. Ya da bir kısım kişilere uygulanır. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

*T.C.FSMV Ünv. Tarih Bölüm Başkanı

sayı//33// nisan 4

smanlı bürokrasisine en uzun süre hizmet etmişlerden biridir Said Paşa (1838-1914). Yedi kere II. Abdülhamid’e, iki kere V. Mehmed Reşad’a sadrazamlık, Şura-yi Devlet ve Ayan reisliklerinde bulundu uzun hizmet yıllarında. Nev-i şahsına münhasır bir şahsiyet idi. Çok okur, az söyler, yazdığında da hata etmezdi. Hele döneminde ayyuka çıkmış olan rüşvetten beri idi. O kadar ki, İbnü’l Emin’in bir bakraç yoğurdunu bile geri iade etmişti. Sadece Sultan Abdülhamid’in ihsan ve atiyyelerine açıktı. Hatta sanki bunu bir hak olarak da görmekteydi. Hem devrinde ve hem sonrasında bu özellikleri hep sitayişle anlatıldı. Dürüstlüğüne şahadet edildi. Ama iki rivayet var ki anlayana aşkolsun. Hem tarihçiye hem gazeteciye ve hem de senariste malzeme çıkartacak cinsten. Birincisi Sultan Abdülhamid’in Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’dan. Hatıralarında Said Paşa hakkında olumsuz bir şey söylememeye özen göstermesine rağmen; bir vergi meselesini de zikretmeden geçemez Paşa. Rivayete göre, “kanun, emlak satışları sırasında biriken vergilerin ödenmesini” şart koşar. Bir gün Said Paşa, II. Abdülhamid’e sunduğu bir tezkere ile halkın bu durumdan sıkıntı ve zorluk çektiğini, bu yüzden kanunun askıya alınmasını ister ve bu yönde Sultanın iradesini tahsil eder. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra yeni bir tezkere ile bunun aksini talep ederek kanunun eskisi gibi uygulanmasını talep eder. Sultan “lahavle” çeker. Said Paşa’nın talebinden vazgeçme sebebini merak eder. Jurnaller, Said Paşa’nın o sürede kendine ait bir hayli emlakını vergi borçlarını ödemeden elden çıkardığı naklederler. Tahsin Paşa’nın iddiasına göre; Padişah da “keşke kanunu değiştirmeyip, bizden vergi borçlarını atiyye olarak vermemizi isteseydi” diyerek, yumuşak bir tepki gösterir sevdiği adamına. 1990 başlarında bu bilgiyi okuduğumda arşivden teyit edemedim. 90'lı yılların sonlarında merhum Taha Toros’un Etiler’deki ev-arşivinde bir bilgi kırıntısına rastladım. Ama o gün fotokopisini alamadım. Daha sonra gittiğimde merhum Taha Toros ilgili zarfı bulamadı. Hülasa beynimi kemiren bu vergi hikayesi muallakta kaldı. Neyse ki, İstanbul Şehir Üniversitesi Taha Bey’in arşivini alıp, tasnif ederek hizmete açınca eski merakım depreşti


ve yeniden o gördüğüm belgeye kavuştum. Müteşekkirim doğrusu Şehir Üniversitesi’ne beni adeta kayıp bir akrabama kavuşturdu. Gelin görün ki bu ikinci bir rivayet idi ve birincisini tamamlamıyordu. II. Meşrutiyet yıllarıdır. Hazine tamtakır; devlet vergi arayışındadır. Maliye Nazırı Cavid Bey birikmiş vergilerin peşindedir. Vergi verebilecek İstanbullular var ama duymazlıktan gelmektedirler. Bu yüzden vergi borçlarına karşılık haciz işlemleri başlatılır. Ya da bir kısım kişilere uygulanır. Hasislik derecesindeki tasarrufu ile tanınan Said Paşa yememiş, içmemiş iyi kötü iyi bir emlaka malik olmuştu o güne kadar. Anadoluhisarı, Çubuklu’da emlak arazi, Beyoğlu’nda apartmanlar vs. O sırada Ayan Reisi olan Said Paşa’nın kapısına dayanır vergi memurları. Hayatını devlete adamış bu adamın anlaşılan vergi ile başı hoş değildir. Birikmiş bir hayli vergi borçları vardır. Ödeyecek, ödemeyecek derken haciz memuru Haşim Bey Ocak ayının son günü konağa gelir. Ayan Reisi, “param yoktur, devletteki tahsisatımdan tahsil edilsin” diyerek, ale’l-acele Maliye nazırına ulaşmaya çalışır ama nafile. Haciz memurları Haşim bey ile Niyazi bey konaktaki değerli eşyaların haciz işlemini tamamlar. (Şehir Üniversitesi, Taha Toros Arşivi TT, 636562, 636563) Neler mi haczedilir Said Paşa’nın konağında? Yedi mumlu gümüş şamdan, iki şezlong, kıymetli kumaştan mamul dört koltuk, iki kanepe, on iki sandalye, mermerli orta masası (muhtemelen sehpa) yerli kilimler vs. Peki başka neler vardı haczedilen eşyalar arasında. Sıkı durun. Sultan Abdülhamid tarafından imal edilip Paşa’ya hediye edilen üzerinde (Sultanın isminin baş harfleri olan) A. H arması nakışlı dolap. Eldeki müsvedde kayda göre Maliye Nazırı Cavid Bey’e başvuran Said Paşa red cevabı alınca 114.896 kuruş 20 paralık bir banka çeki vermek zorunda kaldı ve haciz işlemi de ertesi gün kaldırıldı. Bu hikaye, tarihçiye göre tamamlanmış bir hikaye değildir. Said Paşa’nın vergi karşısındaki tavrı; vergi kanunları vs.; ayrıca eski dönemi temsil eden Paşa ile II. Meşrutiyet’in yeni yetmeleri arasında bir hesaplaşma olup olmadığı araştırılmaya muhtaçtır elbette. Sabırla, titizlikle ve önyargısız bir biçimde. Gazeteci buradan “Vezirin Borcu Sultan Abdülhamid’in Dolabını Haczettirmişti” başlığını rahatlıkla çıkartırken

senarist de mevzuyu muhayyel bir haritada dolaştıracaktır… Gelelim sadede. Tarihçi ile gazeteci arasında ne fark var sorusu hep sorulur. Hele mesele yakın dönem tarihi olunca daha da anlam kazanır bu soru. Bir görüşe göre bugün hâlâ etkisini sürdüren olaylar, yani yakın dönem tarihi, tarihin konusu değil, yeni bir meslek olan gazeteciliğin konusuna girer. Tartışılabilir elbet. Ama unutmayın, iki tarafın bakışı aynı değildir. Tarihçi hadiseleri derinlemesine inceler, detaylara önem verir, belgelendirmeye çalışır. Gazeteci ise –alınmasınlar ama- genişlemesine bakar. Mevzunun dikkat çekmesi, ilgi görmesi, çoğu kere doğru olmasından daha önemlidir. Bu yüzden aynı konunda farklı yaklaşım sergiler tarihçi ve gazeteci.

Tarihçi hadiseleri derinlemesine inceler, detaylara önem verir, belgelendirmeye çalışır. Gazeteci ise –alınmasınlar amagenişlemesine bakar.

Gazeteci, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” hükmünce duman ile ateş arasında kolay ilişki kurar. Tarihçi ise dumanı takip edip, ateşin kaynağını görmeden, derecesini ölçmeden, görülen dumanın o ateşe ait olup olmadığını tespit etmeden konuşmaz ya da ihtiyatlı konuşur. Bir de bunun ikisi arasında olan romancı-hikayeci ve hele günümüzde senaristler var ki, onlar genellikle sadece konuyu tarihten alır ama tarihe sadık kalmaz, hatta kalmamaya özen gösterir, sanat veya önyargıları adına. Hakikati ortaya çıkardıkları iddiaları olmasa kısmen mazur görülecek bu kesimin en azından bir bölümü. Bir sınıf daha var ki onlar da meslek bunalımına düşmüş genellikle halkalarını gazeteci ya da senaristlere kaptırmış şifaya muhtaç tarihçilerdir. Onlar peşreve göre ses çıkarırlar, bu yüzden ahenkli de görünürler. Fakat tarihin yargısından kurtulamazlar. Bundan sonrası kolay değil mi? Benim attığım başlığı önemsemeyin, meşrebinize göre, bu yazıya başlık atabilirsiniz. Ya da son zamanlarda dinlediklerinizi, okuduklarınızı ve seyrettiklerinizi bir kere daha gözden geçirebilirsiniz. 5


VEREN EL ÜSTÜNDÜR

İnsanların gönüllerini zenginleştirmenin yolu, Mevlana sözlü ve Yunus yüzlü olmaktan geçer Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN*

ünyada ekonomik gelişmenin ve toplumsal kalkınmanın değişmeyen ölçüsü, her yıl üretilen ürün ve hizmetlerin parasal değeridir . Artık biriktirilen değerlerin çokluğu, bütün ülkelerde zenginliğin olduğu kadar mutluluğun da tek kaynağı kabul ediliyor. Dünyanın her ülkesinde mutluluk ve huzur, tüketimi artırmakla araba ve ev sahibi olmakla eş anlamlı hale geldi. Alan el kültürünü veren el kültürüne dönüştürmek, bütün dünyanın karşı karşıya olduğu sorunların başında geliyor. İnsanlar niçin çalışıyor, insanı gecesini gündüzüne katarak çalışmaya , daha çok kazanmaya, durmadan biriktirmeye zorlayan dinamikler nelerdir? Çalışmanın özünde ne vardır? Çalışma kaynağını nereden alır? Kişi niçin kazanıyor, yalnızca mal ve mülk zengini olmak için mi? Zenginlik çoğaldıkça hayat da zenginleşiyor mu? Çalışmanın anlamlı ve değerli olması için, ne zaman, nerede, nasıl yapılması gerektiği, toplumsal bilimlerin ana araştırma konularından biri oldu. Hayatı daha çok kazanmaya, daha çok tüketmeye ve daha çok biriktirmeye ayarlamanın doğurduğu sorunların ne kadar öldürücü, ne kadar yok edici ve ne kadar yıkıcı olduğu, dünyanın her yerinde açıkca görülüyor. Yalnız doğal çevre değil, insan da iç ve dış dünyasıyla tahrip ediliyor. İnsanlara parasal olmayan kazançların parasal kazançlardan çok daha önemli olduğu anlatmak için, gönüllü kurum ve kuruluşlara büyük görevler düşüyor. Kemikleşmiş ve dünya ölçüsünde yaygınlık kazanmış değer yargılarını tersine çevirmede atılması gereken ilk adım: “Benimki benim seninki de benim” diyen insanlara, “Seninki senin benimki de senin ” deme bilincini kazandırmaktır . Yapılagelenin tersine, hiçbir karşılık beklemeden sürekli vermesini öğrenmek ve başkasına da öğretmek gerekir.

*T.C. Maltepe Üniversitesi

sayı//33// nisan 6

Anadolu’da denildiği gibi:“Verene verilir.” Vermek için çok kazanmak gerekli değildir. İki dünyanın zenginleri sürekli biriktirenler


değil, biriktirdiklerinden sürekli verenlerdir İnsanların gönüllerini zenginleştirmenin yolu, Mevlana sözlü ve Yunus yüzlü olmaktan geçer. Onların düşünce ve eylem dünyasında, zorluğa, nefrete ve kötümserliğe yer yoktur. Onların çevrelerinde oluşan büyük çekim merkezlerinde, zorluk kolaylığa, nefret sevgiye ve kötümserlik iyimserliğe dönüşür. Onların düşünce ve eylem dünyasında Allah dışında her var yok görülürd, sevgiyle kenetlenen halkalarında yer alanların, el değil veren el olmaları istenir. Karşılık beklemeden sevmenin öğrenilmesi ve sevginin büyütülmesi için vermesini, günlük yaşantının bir parçası haline getirmek çok büyük önem taşır. Gönlün zenginleştirilmesi ve tüketimin kirlerinden arındırılması için alın terine, göz nuruna ve el emeğine dayanır. İnsanlar sevdiklerinden vermedikçe hiçbir zaman olgunluğa eremez. Toplumu, dört bir yanından kuşatan açgözlülüğü ve daha çok kazanma tutkusunu dizginlemek, hiçbir karşılık beklemeden vermesini bilenlerin işidir. Dünyada durmadan tüketimi artırmak ve daha çok kazanmak isteyenler, tüketim büyüsüyle gözleri kör olanlardır. Vermesini bilenler de,

vermenin erdemine gönülden bağlı olanlardır. Yoksa çok zengin olan ya da olmayı bekleyenler değildir. Bütün dünyayı bir ahtapot gibi saran ve baştan çıkaramayacağı insan olmayan tüketim kültürünü dönüştürmenin, en etkin ve en önemli yolu, sürekli vermesini özendirmektir. Vermenin insanların kazançlarının azlığı ya da çokluğu ile bir ilgisi de yoktur. Vermek hiçbir karşılık beklemeden vermek, belirli bir sınırdan sonra verdiklerinizi de vermeye zorlamak demektir. Verene verilir. Vermenin coşkusu insanı inanılmaz bir biçimde güçlü kılar. Çünkü paylaşmasını bilmeyenler, paylaşmasını bilenler tarafından paylaşılır. Bunun için kazanç seviyesi ne olursa olsun, herkesin kazancından belirli bir kısmını vermeyi sürekli hale getirerek, kazançlarını arıtması gerekir. Anadolu insanının kültür dünyasında, üstün olan el, alan el olmak değil, veren el olmaktır. Barış içinde bir arada yaşamak ve hayatın bütün insanlar için yaşanır kılınması, hiçbir karşılık beklemeden verenlerin sayısının yıldan yıla artmasına bağlıdır. Verme insanın gönlünü zenginleştirirken, bilincini de keskinleştirir. Zenginliğin artmasıyla, verenlerin de artacağını düşünmek yanıltıcıdır. Dünyada herkes zenginlik arttıkça verenler çoğalıyor sanır. Vermenin zenginlikle ilgili olmadığını, vererek öğrenmek gerekir. 7


öyle başlar Kaşgar’ı tanımlamaya, Uygur yazar Ferhat Ciylan “Kaşgarlı Mahmut” adlı eserinde. “Altın yüzlü kubbeleri”, gökyüzüne uzanmış minareleri, renkli çinilerle süslenmiş, kapı ve pencereleri nefis oyma nakışlarla bezeli sarayları vardır o zamanlar…

AH KAŞGAR!

Kaşgar, Şian kentinden başlayan iki ipek yolunu buluşturan konumu ile tarih boyunca önemli bir ticaret ve kültür merkezi oldu. Ve İpek yolunun incisi olarak adlandırıldı.

Ordu Kent… Yani hanların, hakanların, kağanların oturduğu yer… Payitaht, başkent… Gerçekten de Kaşgar, bilinen üç bin yıllık tarihi boyunca bu sıfatı en çok hak eden şehirlerden biridir. Doç Dr. Abdulhamit AVŞAR*

Kimi araştırmacılara göre, adı, Koşkar, Köşker ya da Kaşkar denilen oymaktan gelmektedir. Bu adı çağrıştıran, belki de anonim olan kimi adlara, bugün bile, Kırgızistan, İran ve Anadolu’da da rastlamaktayız. KırgızistanÖzbekistan sınırındaki Koşkar-Ata şehri, İran’daki Kaşkay Türkleri ve Karadeniz’deki Kaçkar dağları gibi.

KADİM ŞEHİR!

Bir başka görüş de, şehrin adını, çevresinde bol miktarda bulunan “kaş” yani yeşim taşından aldığını söyler. Zeki Velidi Togan ise, bu adın Saka dilinde “Kaş” hükümdarı demek olabileceği görüşündedir. Etimolojik kökeni ne olursa olsun, Kaşgar’a en yakışan tariflerden birini Yusuf Has Hacib yapmaktadır. Şöyle der Kutadgu Bilig adlı eserinde: Kaşgar için “Ordu Kent” derler. Hanın oturduğu şehir demektir. Çünkü Alp Er Tunga (Afrasiyab), havası güzel olduğu için burada otururdu. Ordu Kent… Yani hanların, hakanların, kağanların oturduğu yer… Payitaht, başkent… Gerçekten de Kaşgar, bilinen üç bin yıllık tarihi boyunca bu sıfatı en çok hak eden şehirlerden biridir. Kurulduğu günden sonra hep merkez şehir, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun “Kaşgar’da Vakit” şiirinde ustalıkla vurguladığı gibi, “divan şehri” olagelir. Nitekim Divanı Lügati’t-Türk müellifi de bu adın, 11. asırda, “Doğu Türk ilinde tanınmış bir şehir adı” olduğunu kaydeder.

*TRT İstanbul Müdürü

sayı//33// nisan 8

Taberî’nin naklettiğine göre 715’te Fergana bölgesine kadar ilerleyen Kuteybe b. Müslim Kaşgar’ı alarak İslâm’ın ilk nüvelerini eker. İki asır sonra ise, bu kez, Müslüman Türk devleti Karahanlıların başkenti olarak yükselir. 932’de İslamiyet’i kabul eden Satuk Buğra Han, hükümdar olunca Karahanlılar bir İslam devleti


haline gelir. Ve bu mukaddes din, Kaşgar’dan başlayarak Türkler arasında hızla yayılır, onların ebedî ve ayrılmaz kimlikleri olur. Yani o günden başlayıp bugüne kadar şerefle taşınan ilayı kelimetullah emanetinin ilk omuzlandığı yer olur Kaşgar. Karahanlılar devri şehrin en parlak dönemlerindendir. Siyasî ve iktisadî sahalarda olduğu kadar edebî ve kültürel olarak da dünyanın başlıca medeniyet merkezlerinden biri haline gelir. Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Edip Ahmet Yükneki gibi dehalara beşiklik eder, Divanı Lügat’it Türk, Kutadgu Bilig ve Atabetül Hakayık burada yazılır. Kaşgar’ın parlak siyasî ve kültürel tarihi 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmeye başlar. 1754’te Mançular tarafından işgal edilir tüm Doğu Türkistan’la birlikte. Yüzyıl süren bu işgale karşı sonlanmayan istiklâl arayışları 1867’de başarıya ulaşır ve Yakup Han Bedevlet önderliğinde “Kaşgarya” devleti kurulur. İlk iş olarak İstanbul’a elçi gönderilir, Osmanlı’nın himayesine girildiği ilân edilir. Elçi, İstanbul’da büyük bir ilgiyle karşılanır. Yakup Han’a birinci rütbeden “nişân-ı Osmânî” ile kılıç ve alem gönderilir. Bu tarihten sonra Doğu Türkistan da hutbeler önce Sultan Abdülaziz, 1877’den itibaren ise İkinci Abdulhamid adına okunur. Bugün bile Doğu Türkistan’da bu iki ismin en çok rastlanan erkek isimlerinden olmasının sebebi de budur aslında. Ne var ki, uzun zaman ayrı kalmış kardeşlerin buluşması dönemin süper güçleri İngiltere

ve Rusya’yı rahatsız eder. Doğu Türkistan bu sefer de Büyük Oyun’un sahnesine çevrilir. İki ülke arasında yaşanan çekişmede satranç taşı olur. İlân edildiği tarihte Kaşgarya Devleti’nin bağımsızlığını resmen tanımış olmalarına rağmen, Osmanlı ile yakınlaşmasından sonra desteklerini geri çekerler ve ülkeyi Çin’in nüfuzuna terk ederler. Ve bunun ardından, 1882’de, -tarihte ilk kez- Çin tarafından “ilhak” edilir, akabinde de adı “Şincan (Sinkiang)”a çevrilir. 1933’te Doğu Türkistan yeniden bağımsızlığını kazanır ve “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti” kurulur. Başkent yine Kaşgar’dır. Bu devlet de, tıpkı Kaşgarya devleti gibi yüzünü Türkiye’ye çevirir. Öyle ki, sadece renklerini değiştirerek bayrağının şeklini, ölçülerini de alır. Ve büyük bir heyecan ile ilk uluslararası mesajını da Türkiye’ye gönderir: “Gökbayrak’tan Albayrak’a selam!” Ne var ki, bu seferki başkentliği de uzun sürmez Kaşgar’ın. “Komünist” Sovyetler Birliği, ülkeyi işgal ederek, “Milliyetçi” Çin’e devreder. Yani Stalin Rusyası ile Can Key Şek Çini bu Türk devletinin yok edilmesi için işbirliği yaparlar. 1944’te bu kez “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” adıyla bir kez daha bağımsızlık elde edilir. Ne var ki beş yıl sonra, 1949’da, bu defa da Çin Halk Cumhuriyeti tarafından işgal edilir ve bugüne kadar devam eden makûs talihi de böyle başlar. Bu son işgalle birlikte, ülke medeniyetinin bel kemiği Kaşgar’ın İslam kimliği hızlı bir tahribata maruz kalır. Özellikle 1960’lardaki kültür devrimi sırasında yüzlerce cami, medrese, saray, 9


imaret, han, hamam… yıkılır… Bugün, geçmişin o ihtişamlı mirasından ancak birkaçı ayakta kalabilmiştir. Bunların en önemlisi, “bayram yeri” anlamına gelen “İydgah” camiidir. Yaklaşık 17 bin metrekarelik bir alanda 15. Yüzyıl ortalarında inşa edilen cami, Türk İslam şehir anlayışına uygun olarak tarihî Kaşgar’ın merkezinde yer alır. Geniş bir avluya sahiptir ve bu avlunun etrafı su arklarıyla çevrilerek bölümlere ayrılmıştır. Bu büyük alanda caminin yanı sıra medrese, imaret vb. yapılar da mevcutken hiçbiri günümüze gelememiştir. İydgah, günümüzde, Orta Asya’nın en büyük camilerinden biridir ve şehrin İslam kimliğini ayakta tutan nadir eserlerden biri durumundadır. Kaşgar’da isimlerini duyunca yüreğimizin bam tellerini titreten çeşitli mekânlar da vardır. Ancak bunların önemi, bugün üzerinde dikilen yapılardan değil, sinesinde barındırdıkları simalardan kaynaklanır. Bunların ilki, büyük âlim Kaşgarlı Mahmud’a aittir. Eserinin bulunması ile Türk dili tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan “Divan-ı Lügatit Türk”ün müellifi -tam adıyla- Hüseyin bin Muhammed oğlu Mahmud El Kaşgari, Kaşgar'dan 45 km güneybatıda yer alan Opal kasabasında 1008 yılında dünyaya gelir. Karahanlı şehzadelerinden olmasına karşın, siyasetten uzak durarak, kendini dil ve folklor araştırmalarına verir ve Türkçe’nin söz varlığının yanı sıra İslam öncesi Türk edebiyatı, folkloru, tarihi ve mitolojisini de içine alan bu dev ansiklopedik eserini vücuda getirir. Kaşgarlı Mahmud, Orta Asya’daki çeşitli Türk kabilelerini yıllarca dolaşarak yaptığı bu araştırmalardan sonra, Anadolu üzerinden geçerek Bağdat'a gider ve eserini 1072-1074 yılları arasında orada tamamlar. Ardından, Türkçe’nin Arapça ile at başı giden zengin bir dil olduğunu ve Türkçe öğrenmenin öneminin altını çizerek, dönemin Abbasi halifesine takdim eder. Kaşgarlı Mahmud, Divanı Lügat-it Türk adlı eserinin sonuna bir de harita ilave eder. Harita, iki yönüyle çok önemlidir. Birincisi, o tarihte, dünya üzerinde ilk defa Japonya bir haritada gösterilmiştir. Bu da Türklerin o dönemdeki coğrafya bilgisinin ne derece ileri seviyede olduğunu gösterir. İkincisi ise haritasının yuvarlak çizilmiş olmasıdır. 17. yüzyıl Avrupası’nda Galileo’nin başına gelenler düşünüldüğünde bunun ne kadar önemli sayı//33// nisan 10

olduğunu söylemek muhaldir sanırım. Kaşgarlı Mahmud'un dönüp dolaşıp geldiği yer yine yetiştiği topraklar, yani Kaşgar olur. Bir müddet memleketindeki medresede müderrislik yaptıktan sonra 1105’te vefat eder ve bugünkü yerine defnedilir. Kaşgar’da medfun Türk-İslam medeniyetinin bir diğer büyük şahsiyeti de, elimize ulaşan ilk Türkçe siyasetnamenin müellifi Yusuf Has Hacip’tir. “Balasagunlu Yusuf” olarak da tanınan Yusuf Has Hacip, Türk dilindeki ilk siyasetname ve mesnevi örneği olan Kutadgu Bilig adlı eserini 1070 yılında tamamlar ve Karahanlı hükümdarı Kara Buğra Han’a sunar. Kitabına bu adı, “okuyana mutluluk getirsin, ona doğru yolu getirsin” diye koymuştur. Karahanlı hakanının yanında vezir yardımcılığı yapan Yusuf Has Hacip, 1077 yılında Kaşgar’da vefat eder. Ve her Müslüman olan Türk üzerinde manevi hakkı olan Abdulkerim Satuk Buğra Han… O da (ölümü 955) devletine başkentlik yapan Kaşgar yakınlarındaki Artuç kasabasında yatmaktadır. Bunlar, Kaşgar’ın bağrından yetişip, beşeriyete ve medeniyetimize ışık tutanlardan ilk akla gelen isimlerdir kuşkusuz… Yoksa bu kadim şehirden yetişmiş nice önemli şahsiyetler vardır, adı bize kadar ulaşan ya da ulaşamayan… Kimi eserleriyle halen yaşamakta aramızda, kiminin de eserlerinin yanı sıra mezarları da istilalar, işgaller, yıkımlar sonucu kaybolmuş ya da bilinmeyen bir yerde -tıpkı Divanı Lügat-it Türk gibi- gün ışığına çıkarılmayı beklemekte... Ne var ki asıl büyük tehlike günümüzde yaşanmakta… Tarihçi ve mimar George Michel’in tanımlamasıyla “Orta Asya’da bulunabilecek geleneksel İslam şehrinin en iyi korunmuş örneği” Kaşgar, Çin yönetimince, özellikle 2009’dan itibaren her geçen gün daha da artan bir şekilde yıkılıp talan edilmektedir. Amaç açık: Bu kadim şehri İslam medeniyetinden koparmak, tarih ve kültür mirasını yok etmek… Ve bu barbarlık sonucu, altın yüzlü kubbeleri, gökyüzüne uzanmış minarelerinden eser kalmadığı gibi, Müslüman Türk siması da tamamen ortadan kalkmak tehlikesiyle yüz yüzedir Kaşgar’ın. Milattan önce, Büyük Hun devrinden başlayarak bir Türk şehri, Satuk Buğra Han’la birlikte, Anadolu’dan önce, İslâm olan Kaşgar! Ne olacak akıbetin? Ah Kaşgar! Ah kadim şehir!


Yorgun Yokuşlardaki Kuşlar Ey benim köhne ayaklarım Şimdi yoksunuz Sırtınızda deli rüzgâr, /dağları aşardınız Yorgun yokuşlarda /kuşlar /gibi uçardınız Ve engin inişlerde dingin Bir ulu vâdinin kıyısına vardınız

Ömür yolunu aştık sizinle Hani yoldaştık sizinle Yoldaşlık bu mu / böyle dostluk olur mu Az daha bekleseniz / bereketiniz mi kaçardı Ter kokardı çoraplarım, erguvan mı açardı Beraber giderdik / birlikte geçerdik nehri İki yakın dost gibi / ikimiz de susuz

Yânî vardınız Şimdi yoksunuz

Şimdi yoksunuz…

Şol insan ormanında / yolunuzu yitirdiniz Olmadık sokaklara girdiniz Demir çarık-demir âsâ / başınız havalarda Fermanıma güldünüz Gün yoruldu / bugün oldu Defterimi dürdünüz

Ve beni bırakıyorsunuz Eyvallah, ne diyelim, keyfinize bakın Ben de buralarda kalıcı değilim zaten Uçacağım günler yakın. Mevlâm kanat takacak bana Bu diyardan göçeceğim Sizi de yanıma alacağım üstelik Vefamı göstereceğim… Kâmil UĞURLU

11


ürk kültürünün bir bütün olduğu ve yeşerdiği bütün coğrafyalarda aynı çizgiyi farklı renklerle sürdürdüğünü söyleyenler doğruyu söylemiş olurlar. Eğer XI. yy' da Karabalgasun'da Yusuf Has Hacib'in, Kaşgar Yaylası'nda Mahmud Kaşkarı'nin söyledikleri, okuma yazma bilmeyen insanlar tarafından 1 O "asır sonra, yani XXI. yy' da Torosların tepesinde aynen söyleniyorsa, bu bir gerçektir ve güneşin her gün doğudan doğduğu kadar gerçektir.

BAHAR SULTANI İLE KIŞ ŞEHRİYARl'NIN

NEVRUZ DESTANI

Anlatılan menkibe, Bahar Sultan ile Kış Şehriyarı'nın dağlarda, oralarda ve bütün yeryüzünde, nerdeyse bir ay süren meydan savaşının tasviri, anlatılmasıdır. Dr. Kâmil UĞURLU

Şimdi, aralarında 11 bin' kilometre uzaklık ve bin yıl zaman farkı olan iki ayrı mekandan, iki ayrı örnek sunacağız.· Bu iki örnek arasındaki ortak nokta, her ikisinin de Türk yurdu ve kahramanlarının tabiat oluşudur. Balgasun yaylasında Yusuf Has Hacib, daha sonraki asırlarda yaşayacak şairlere etki edecek bir menkibeyi şiir diliyle anlatır. Anlatılan menkibe, Bahar Sultan ile Kış Şehriyarı'nın_ dağlarda, oralarda ve bütün yeryüzünde, nerdeyse bir ay süren meydan savaşının tasviri, anlatılmasıdır. Bu savaş her yıl yapılır, kahramanları aynı millettendir. Kazanan ve kaybeden-taraflar hep aynı olmasına rağmen renkleri, yerleri, kokulan hep değişir. Harikulade bir savaştır bu. Ölenikalanı da vardır, hüzünlü sahneler de yaşanır. Yani gerçekçidir. Fakat sonuç her zaman olağanüstüdür. Bu savaşın Bahar Sultan tarafından kazanıldığı günün adı Sultan Nevruz veya Novruz, Nevruz Bayramı, Nevruz Köce, Ulus Günü, Yazbaş, Teze Yıl, Yeni Gün veya Ergenekon Bayramı' dır. Canlı olan herkes ve her şey kutlar bu bayramı. İnsanı, hayvanı, bitkisi, böcübörtüsüyle bütün tabiat kutlar. İlk gün ateş günü, ikinci gün su günüdür. Bir ulu kaynaktan alınan su yollara, evlere serpilir, ev halkına içirilir, ırmak kıyılarında toylar verilir. Evlere uğurlu sayılan aksakallar davet edilir. Onlara ziyarete gidilir ve ölüler anılır. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bi)ig' de bu savaşı şu kelimelerle anlatır ve ne güzel anlatır: (Biraz sadeleştirerek) Bahar Yeli eziyetli kışı sürüp-çıkardı. Parlak yaz yeniden gerdi mutlu yayını. Güneş, balığın kuyruğundan kurtuldu da kuzunun burnuna vardı. Ağaçlar yeşil onlarını giydi, donandı, al, sarı, gök ve kızıla boyandı ortalık. Ne güzel oldu. Beyaz yerlere yeşil, ipekler bağlandı, sanki Çin kumaşı serildi yeryüzüne. Dağlar al

sayı//33// nisan 12


giydi süslendi, yamaçlar gönendi, güller gülerek açtı, misk kokusu doldu, rüzgarlar karanfil esti, kazlar, ördekler, kuğular, kılkuyruklar, turnalar göğü doldurdu. Bak, bak, biri konuyor, biri göçüyor, yüzüyor, uçuyor, birisi su içiyor. Turnalar develer gibi kervan bağlamışlar, gökte kanat çalıyorlar. Keklik, sesine ahenk vererek eşine sesleniyor. Sanki bir güzel kız var da, sevdalısını çağırıyor. Kimi gülüyor, gülmekten katılıyor, ağzı kan gibi kızıl, kaşları siyah kekliğin. Kara çımguk mızrak gibi gagasıyla ötüyor, sesi nazlı bir kızın sesi, sıcak, cana yakın ve çok güzel. Ve gül bahçesinde bülbül binbir sesle ötüyor, sanırsın Mezamir okuyor gece ve gündüz. Karacalar, erkek ve dişi, çiçeklerin gözünde oynaşıyorlar, geyikler öylesine... Gök öylesine mutlu ki, bazen gözlerinden mutluluk gözyaşları serpiliyor yeryüzüne, çiçeklere can oluyor, yüzleri açılıyor ve gönülleri güneşe dönük.1 Sanat tarihçilerinin gözüyle, yapılan bu tasvir son derece canlıdır. Motifler çeşitli ve üç boyutludur. Bu nokta, Türk kültürünün İslam ile tam kesişme noktasıdır. Daha sonra tasavvuf kültüründe bu menkıbe devam edecek, fakat çeşitler azaltılarak birkaç tipe indirgenecek ve sembollere başvurulacaktır. Tipler daha fazla işlenecek ve aynntılara girilecektir. Bu geleneksel tasviri ele alan daha sonraki Türk şairleri, canlı ve oldukça rahat bir tarzda çizilen bu tabloyu ince ince işleyecek, nakış yapan usta bir el gibi ayrıntılara inecek ve dinleyenleri heyecana salacaklardır.

Bu arada, Asya' da .teşekkül eden ve biraz önce kısaltarak, sadeleştirilerek sunulan savaş sahneleri Anadolu Toroslarının zirvesinde, 2500 m' de bugün, yarısı iskan olmuş Yörükler arasında daha da renklendirilmiş olarak anlatılmakta ve yaşanmaktadır.

Bu savaşın Bahar Sultan tarafından kazanıldığı günün adı Sultan Nevruz veya Novruz, Nevruz Bayramı,

Çoban Hasan, Karacoğlan türküleriyle tatlandırdığı ve kavalıyla enklendirdiği bu destanı, kendisini dinleyenlere şöyle anlatır: Bir gün kış hükümdarı denilen bir zalim, Bahar Sultanı'nın zevk'u sefaya dalmasından istifadeyle onun ülkesini, dağlarını, ovalarını aniden bastı. Fakir­fukarayı, hayvan haşatı hiç düşünmeden, onlara acımadan bütün yeryüzünü fethetti. Bayrağını getirip, Aladağ'ın Kayabaşına astı. O ne zalim bir hükümdardır. Yaşlıya, yoksula, çaresize acıması yoktur. Yerlere serdiği kalın, beyaz örtüyle her şeyi ve her yeri örttü ve zulmüne başladı. Aç kalan hayvanlar öldü. Onun zalim öncüleri olan kurtlar köyleri bastı, meydanlarda uludular. Bahar Sultanı bu baskına hazırlıksız yakalanmıştı. Önce ne yapacağını bilemedi. Ve orduları ile birlikte yavaş yayaş deniz kıyılarına doğru çekilmeye başladı. Bir süre orada dinlendi ve savaş için hmrrlandı, güç topladı. Arada bir, habercisi olan Bahar Rüzgarını halkının üzerine gizlice yolladı ve onları başkaldırmaya, isyana davet etti. Halk perişanlık içinde, azalan güçleri ve erzaklarıyla, Bahar Yelinin bu çağrısına candan kulak verdiler. Bir gün, artık savaşa hazır olduğunu düşündüğü bir gün, mektup yazıp yine Bahar Yeliyle Kış Şehriyarı'na yolladı. Şöyle dedi: "Ey kış denen adem. Sen ki, benim yurdumu 13


nice işgal edersin? Bilmez misin ki ben Bahar Sultanıyım. Herkese iman, ümit, bereket ve kısmet dağıtırım, her yeri mamur kılarım. Sular ve topraklar benden yanadır. Tüm çiçekler benim ellerimdir ve ben yeryüzünde mucizeler yaratırım. Kuru daldan renk renk çiçekler çıkarırım, nakışlar çıkarırım. Keçilerin memelerine süt olan benim, oğlaklar benimdir. Ak bilekli gelinlerin kınası benim. Dağlar, ovalar benim örtülerimle güzelleşirler, sümbüller benim kokumu yayarlar. Arıların b2.h ben kokar, yani bahar kokar ve şifa olur aleme. Şimdi savaş urbamı giydim, okumu-sadağımı kuşandım ve senin üzerine yü"rüyorum. Mert isen hazır ol vaktine. Senin zulmüne son vereceğim. Allah'ın yardımı benimledir. Kılıcım ve hançerim güneştir, keskindir ve yakıcıdır. Geceleri ay ve yıldızlar yol göstericimdir. Sana emrediyorum ki, artık çık git ü!kemden. Gururu, kibiri kafandan çıkar ve yurdumu bana geri ver. Dağların başındaki şu beyaz örtünü de artık kaldır. Zulüm devamlı kalmaz. Ve Tanrı küçük kuzuların, kelebeklerin, anların, çiçeklerin, fakir fukaraların ve güçsüzlerin, aşıkların duasını kabul etti. Seni kovmaya ve yurdu kurtarmaya beni jandarma kıldı. Şimdi kepeneğimi senin başına takacağım ve sen defolup gideceksin. Ben de senin gidişini ateşler yakarak ilan edecek, günlerin ısınmasını kutlayacağım." Bu mektubu alınca Kış Şehriyarı çok sinirlendi, öfkelendi, burnundan kar fışkırdı. Mart adındaki uç beyini çağırıp ona şu talimatı verdi: Söyle halkıma, herkes askerdir. Seferberlik ilan edilmiştir. Eli silah tutan buraya gelecektir. Onun zulmünden korkan halk bu emri dinler sayı//33// nisan 14

mi? Dinlemez. Herkes bir köşeye sığındı, kaçıp kurtuldu. Kazmasını küreğini kapan çaresizler, martın ikiyüzlü teröründen kurtulmak için bazen onları yakarak, bazen kazarak, bazen kızarak beklediler, Bahar Sultanın gelmesini beklediler. Nihayet Bahar Sultanın öncüleri göründü. Onun gelişini önce badem ve erik ağaçlarının uç dallan gördü ve bu gelişi ses çıkarmadan, dallarına beyaz çiçekler takarak, uzaklara bildirdiler. Sultan, yeşil çadırını bir tepeye kurdu ve savaşı yönetmeye başladı. İki ordu, bir dağ yamacında karşılaştılar. Yaman bir savaş oldu. İki taraftan da kırılanlar oldu. Bir haftadan ziyade sürdü savaş. Sonra Bahar Sultan baskın çıkmaya başladı. Bir elçisini havaya, bir elçisini suya, diğer bir elçisini toprağa yollayıp onları kendine biat etmeye çağırdı. Cemre adındaki bu elçilerin çağrılarına yer-su ve toprak eyvallah cevabını verdiler ve böylece Bahar Sultan hükmünü icra etmeye başladı. Çadırının çevresi cümbüş meydanı oldu Bahar Sultan'ın. Orada toy kurdular. Kuşlar, böcekler, çiçekler, çiğdemler başlarını açıp güneşe vardılar. Yollar gelincik kızılına boyandı. Dağ yamaçları bir gün mora, bir gün ala, bir gün yeşile donandılar. Bahar Sultan'ın ordusu, sağ yanında laleler, ortada sümbüller, sol yanında yaseminler, arkada şakayıklar, kayıklarına binmiş nilüferler, al yüz gelincikler􀁢 ak gelinlikli papatyalar, baygın kokularıyla karanfiller, menevşeler, meşeler, zambaklar, iğdeler olmak üzere haşmetle ilerlediler. Gökten çeşit çeşit kuşlar


onları destekledi, gece ay ve yıldızlar onlara yol gösterdi ve muhteşem ordu gelip dağlaraovalara yerleşti. Etraftan bir alkış koptu ki, bunu çoğu kişi şelaleden akan suyun sesine benzettiler. Şarkı söyleyen. gelinlerin sesini bülbül sesine benzetenler oldu. Kimi sakaya, kimi kuyruk sallayana benzettiler. Ve sultan, ülkesinde hükümran oldu. Çoban Hasan'ın anlattığı bu şekil, Bursalı Lamii Çelebi'nin anlattıklarına fazlaca benzeyen bu anlatış toroslarda da aynen böyledir.2 Aladağlarda da Nevruz ateşle ve suyla kutlanır. Öyle bir yer seçilir ki, ateşin parıltısı yedi tepeden görülür. Binlerce pervane yeni gün muştusunu dağa-taşa iletir. Bahar Sultanın yeniden gelişini aleme anlatırlar. Tüfekler atılır, toylar yapılır, gençlerin ayakları yerden kesilir. Burada tek bir fark var: Ateşin üstünden atlanmaz. Ateş öylesine büyüktür ki, onun üzerinden atlanabilmez. Atlanmaması için büyük tutulur ateş. İslamiyet sonrası bu adetin geliştiği düşünülebilir. Bilindiği gibi şeytan ateşten yaratılmıştır, kutsanmaması gerekir. Bunu elbette bu ayrıntıyla bilmezler. Ama Toroslarda ateşin üstünden atlamazlar. Kaşgarlı Mahmud'un, Yusuf Has Hacib'in ve Çoban Hasan Ağa'nın anlattıkları olay aynıdır. Kelimeler zaman zaman farklı olsa da, renkler bazen sert, bazen pastel olsa da, yer ve zemin birbirinden binlerce kilometre uzak da olsa, olayın gelişmesi ve anlatılması, esprisi aynıdır ve bu önemli bir göstergedir.

Kültür, olağanüstü bir çizgidir ve bir milletin DNA'sına işlenmiştir İki noktada önemlidir: 1. Kültür, olağanüstü bir çizgidir ve bir milletin DNA'sına işlenmiştir. Yer, zemin,zaman, kişi, eşya değişebilir. Fakat esas değişmez. Bu sadece Türklük için var olan bir durum değildir. Bütün kültürler için geçerli bir prensiptir. Bununla, kültürlerarası farklılıklar tespit olunabilir ve tarih yazıcıları daha az yanılırlar. 2. Biraz önce iki ayn ccğra:yadan SUiit,lan örneklerde şu gözlenmektedir: Türk kültürü tabiatı son derece iyi gözlemleyen bir kentli kültürüdür. Bu şımu gösterir: Şehir hayatı ile göçebelik çok uzun süre hatta bugün bile birlikte sürdürülmektedir. Bu bilerek, bilinerek yaşanılan bir süreçtir. Daha önceki devirlerde, şehrin kıyısında konuşlandınlan göçerler, koruma ve ikmal sağlarken bugün yalnız ikmal hizmetlerine devam etmektedirler . KAYNAKLAR

1. Kutadgu Bilig. YusufHas Hacib (Çev. R.R. Arat, TTK Yay. 1974) 2. Divan'ı Lügati't Türk. Mahmud Kaşgarı (TTK Yay.) 3. Beşir Ayvazoğlu. Güller Kitabı (Ötüken Yay. 2004) 4. Kamil Uğurlu. Tahtacılar (Toros Yörükleri arasında yapılan bir araştırma - İşte Biz Böyleyiz - 1999) 1Kutadgu Bilig, s. 65-80. Nakleden: B. Ayvazoğlu, Güller kitabı, s. 30. 2 Laınii Çelebi' den nakleden B. Ayvazoğlu.

15


on on yılda bu şehrin tarihi beş bin sene daha geriye alındı…üç bin yıllık bir geçmişten Yenikapı kazılarıyla sekiz bin yıllık bir geçmişin zaman tüneli aralandı…Son beş yüz altmış dört yıldır islam beldesi olan ve sonsuza kadar Müslüman şehri olmaya devam edecek olan İstanbul’un Kadim merkezi, Dersaadet’in Fatih ve Çarşamba aksında tarihi katmanlarıyla beraber görüyor ve yaşıyoruz hergün her yıl ve yıllardır…Darüşşafaka caddesinden batıya doğru giderken sağa dönmüştük… DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ BİR ŞEHİRDE YAŞAMAK -beş-

İSTANBUL’UN BEŞİNCİ

TEPESİNDEKİ RUHUMUZ Çağlayanlar kitabını bir solukta okuduğumu hatırlıyorum.. Tarihi ve manevi duygularımın zirve yaptığı anı yaşamıştım..Bir koşuda işte bu muhteşem camiye gelmiştim Sultan Selim camiine… Mehmet Kâmil BERSE

SULTAN SELİM CAMİİ

Tarihî haşmetiyle İstanbul’un yedi tepesinden biri olan Sultan Selim tepesindeki sembol yapı, Sultan Selim Camii’nin muhteşem bir geçmişini ve banisini buluruz Dersaadet’in en serin tepesinde..Fatih’in bir çok semti, caddeleri sokakları, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın müstesna mekânlarıydı…Okuduğumuzu yaşadığımız, öğrendiğimiz, lisan-ı hal ile öğretilen ve eğitilen insanlar olduk bu tarih kokulu yerlerde…Ortaokulda A.Hikmet Müftüoğlunun Çağlayanlar kitabını bir solukta okuduğumu hatırlıyorum..Tarihi ve manevi duygularımızın zirve yaptığı anı yaşamıştım.. Bir koşuda İşte bu muhteşem camiye gelmiştim Sultan Selim camiine..bir elimde çağlayanlar, caminin içinde, bahçesinde , haziresinde okuyarak tarihle kendimi zaman mefhumu gözetmeden bütünleştiriyordum..Çağlayanlar Romanının kahramanı Turhan’ın bu mekandaki duygularını tekrar tekrar anlamaya çalışırdım.. Turhan la birlikte yaşıyordum… “O gün Miraç Kandili'nin ertesiydi. Küçüklüğünden beri dini bir hürmetle icraatının hayranı olduğu Yavuz'un türbesini, bugün öğlende sonra, ziyaret etmek istedi. Abdest aldı. Mini mini En'am-ı Şerif'ini cebine koydu. Bir araba ile Sultan Selim Camii'ine gitti. Camii'in güzel ve yüksek avlusunu ötesine, berisine yıkılan toprak ve taş kümelerine, bu ihmale canı sıkıldı. Selim'i, Hülafa-yı Raşidin'den sonra, İslam'ın en büyük hadimi olan, o büyük Selim'in camii böyle bakımsız mı olmalıydı. Avlunun Kenar setlerine dayandı. Turhan'ın Haliç'e, Eyüb'e, Sarayburnu'na doğru süzülen nazarları dolaştı, döndü. Yavuz'un Türbesi eşiği önünde titredi ve yükseldi. Kahraman hünkar ezeli tahtını bir Tuğrul mehabetiyle bu tepeye kurmuş, fikir gibi göklere yakın yatıyordu. Ruhani bir cazibe Turhan'ı türbeye çekti. Yüreği çarparak kapıyı

sayı//33// nisan 16


itti. Kapalı idi. Türbedarı aradı. Bulamadı. Düşündü: -Garip! Kandil günü, Miraç günü bu ziyaret edilmez mi? İslamları birleştirmek için perişan olmakla iftihar eden halife-i İslam'a hürmet bu mudur? Hadimü'l-Haremeyn'e hizmet bu mudur?... Naçar pencereye başını dayadı. Tozlanmış camların arkasından secde eden ruhiyle merkadi tebcile başladı. Büyük, mehib, beyaz örtülü sandukanın etrafına sedef kakmalı bir parmaklık çevrilmişti. Sedefpareler dargın birer göz gibi pırıldıyordu. Bu sedelikte azamet vardı. Baş taraftaki uzun kavuğun üstüne burmalı bir sarık sarılmış ve ucu yan tarafa sarkıtılmış, destarın üstünden kavuğun al tepesi bir şu'le kızıllığında fırlatmıştı. Baş ve ayak uçlarına tesadüf eden büyük iki pirinç şamdanın mumlarının üstüne geçirilen yaldızlı külahların üzerinden kayarak kubbeye asılı avizenin billurlarına aksedip ayrılan ikindi güneşi titreyen, dönen, uçan yine konan yeşil, sarı mor damla damla ışıklarıyle bu sayede, tekellüfsüz türbeye uhrevi bir feyiz, cenneti bir ihtişam veriyordu. Burası sade ve mağrur milletin, sade ve mağrur vicdanının timsali idi. Turhan türbeye baktı. Feyze baktı. Nura baktı. Büyük Hakanın, büyük şairin: Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden … Mısraının ihtişamını bir kere daha anladı. Bu kahraman-ı İslamın: Ey nur-i zatı lem'a-i ca'-ı muvahhidin! Ey Mushaf-ı muhabbet-i canan-ı mü'minin! Maksad, senin rıza-yı şerifindir. Ey Şefi! Diğer tarika kılmadım it!abı müslümin!... Eyle Selim-i bendede şefkat, şefaat et! Ey şafi-i güruh-i günahkar u müzribin. Nat'-ı şerifini hatırladı. Resullullah'a karşı bu mülukane ubudiyetin, bu azametli yalvarmanın huzurunda Turhan erimiş gitmişti. Türbenin, lacivert zemin üstüne kırmızı beyaz çiçekli halısına gözleriyle, ruhiyle yüz sürdü. En'am'ını çıkardı. Yavuz'un mübarek ruhuna bir Sure-i Feth tilavet etti. Sandukanın etrafındaki rahleler üstünde açık duran birkaç Kur'an-ı Kerim'i, o mübarek ruhun açılmış kanatları sandı. Ta'zim ile türbenin demir parmaklıklarını öperken, milletin sukutunu, ibtizalini düşündü. Kalben feryad etti: Selim, Selim!.. Çekip kılıcını yüksel mezar-ı pakine Nezare sal yine bu safiline bir nevbet!... Dedi ve çıktı.

Turhan Dersaadet'te ilk tatil gününü Halifenin Cuma alaylarını seyretmeye hasreyledi. Bu manzaradan, bu ihtişamdan gönlü gurur ve sürurla doldu. ...O şimdi her şeye karşı köpürüyordu. Bankalarda, şirketlerde Fransızca mıameleye, zabitlerde Almanca tekerlemelere, bahriyelilerde İngiliz tavırlara, tekkelerde Farisi müracaatlara, Dikkat etti: Bu Türk payitahtında, ticaret aleminde, yalnız Türkçe Bilen Türk iş bulamıyor, aç kalıyor. Yalnız Fransızca bile bir ecnebi ise her zaman muvaffak oluyor ve müreffeh yaşıyor.

''Ey Yavuz! Milletimin selametine yalvaracaktım. Ayaklarına kapanmak için sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerim karardı. Sendeledim ve düştüm. Allah günahımı affetsin!'….”

…Turhan sokakta, duvarlarda ve cemakanlardaki, dükkanların üstlerindeki Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca hatta Rusça ilanlara, yaftalara, reklamlara bakar: "Yarabbi! Bu memlekette bir zabıta, bir şehremaneti, bir matbuat nizamnamesi yok mu?" diye feryad ederdi. … Bu nasıl memleket?... Bu ne kayıtsız, duygusuz Millet? dedi. … Dilimizin, imlamızın sakatlığına, kusurlarına mektebiyle, ceridesiyle çareler bulacaktı. ''Türkçede bir' imla meselesi' yoktur, yalnız harf meselesi vardır'' derdi. … Turhan iki seneden beri, Fazlıpaşa'da tuttuğu kargir bir evi sedirler, divanlar, kavuklarla süslenmiş. Hereke, Bursa kumaşlarıyla döşemişti. Duvarlara İslam ve Türk hakanlarının ve ulularının resimlerini, ayetlerini, hadisleri ve Türk şairlerinin şiirlerini muhtevi levhaları asmış; Kütahya'nın çini avanisiyle odalarını tezyin eylemişti. Yazı odasının kapısının üstüne: ''Ey iman edenler, sabır ediniz, düşmanlara metanet gösteriniz, birleşiniz ve Tanrı'dan korkunuz ki, felah bulasınız.'' Ve büyük kütüphanesinin başına; ''Yaradanının adını anarak oku. Tanrı insanı alaka (kan pıhtısı) ve muhabbet katrasından yarattı. Oku! Pek kerim olan Rabbin insana bilmediğini kalemle bildirdi.'' Ayetlerini yazarak asmıştı. Zehra'nın tahsili de bir ecnebi mektebinde idi. …Zehra'nın aklına, irfanına i'timad ettim. Terbiyenin zekaya galebe edeceğine ihtimal vermedim. Bu kızı fikrime ortak, emeline ortak olacak sandım. Aldandım. Çünkü onu seviyordum. Kamil kardeşim! Hep pek seviyordum. …-Beis yok, Kamil! Beis yok. Ben onu fikrime, milletime feda ettim. -Galiba o seni feda etti. -Hayır, işte ona yazdığım mektup… onu ben 17


Caminin bir yanında reddettim. İzdivacımızdan sonra kazalarda, sarnıç varken bir yanı da nahiyelerde beraberce konferanslar vermek için uçurumdur. bir iki sene kadar Anadolu'da gezmek istediğimi

söyledim. Evvela kabul etti. Sonra bu seyahatten evvel Avrupa'yı görmek istediğini i'tiraf eyledi. …Beyoğlu'na çıkıp beyaz patiska vesaire alacağını anlattı. Böyle şeyleri Tübentçi Muhiddin Efendiden almak mümkün iken Beyoğlu'na çıkmanın günah olduğunu söyledim. …Turhan milletin uyuşukluğundan, hükümetin ihmalinden, dini ve milli terbiyeye itina edilmemesinden şikayeti muhtevi pek şiddetli bir konferans verdi. Ertesi gün, beş sivil polis gencin evini bastılar. Turhan serkeşlik etti. Bu sırada Boşnak bir polisten bir de tokat yedi. Kitaplarını, sandıklarını karıştırdılar, kağıtlarını aldılar. Kendisini de bir hafta tevkif ettiler. Bu darbe, bu ateşin ruhu bütün bütün alevlendirmişti. Tevkifhaneden evine döndüğü vakit penceresini açtı. ...Birden feryad etti: -Leylekler gelmeyin, serçeler uçmayın, çiçekler açmayın! Burada bahar yoktur. Güneş sarı bir gölgedir. Yeşil otlar toprağın küfüdür. Sıcak rüzgar Cehennemin nefesidir. Şu mavi Boğaz, bir çirkef ırmağıdır… … Ya Rab! Ya Rab!... Yurdumu ahrette olsun bana düşmansız göster!..... …Ortalık ağarırken kendisini Sultan Selim Camii'nin avlusunda buldu. Yüksekten, alaca karanlıklarda bir haydut gibi kuşkular, ürpermeler içinde uyuyan Fener'e, Beyoğlu'na baktı. Titredi… Türbenin dışında durdu, düşündü… Camiin etrafını dolaştı, inledi… Bir küçük kapıyı itti. Minarenin merdivenleri gözüktü. Ağır ağır çıktı. Son şerefeye gelmişti. Etrafı, karanlık derinlikleri dinledi. Yüksek ıraklarda birer ikişer yıldızlar söndükçe, kuytuluklarda horoz sesleri ağlıyordu! Boğaz'ı, Çamlıca'yı, Sarayburnu'nu, Kağıthane sırtlarını, Eyüp serviliklerini süzdü, süzdü. Onları titremeden gözleriyle, ruhuyla veda etti. Şerefenin korkuluğunun üstüne çıktı. Bir kartal gibi göğsünü gerdi, kollarını açar açmaz boşluğa yuvarlandı. Civar halk sabah namazına geldikleri zaman şadırvanın önünde kafatası patlamış, kol ve bacakları kırılmış kan içinde bir cesed buldular. Hüviyeti anlaşılmak üzere ceplerini aradılar. Şöyle bir kağıt çıktı: ''Ey Yavuz! Milletimin selametine yalvaracaktım. Ayaklarına kapanmak için sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerim karardı.

sayı//33// nisan 18

Sendeledim ve düştüm. Allah günahımı affetsin!'….” Evet , Turhan çıldırmıştı ve bu duygularla Sultan selim camiinin minaresinden kendi ifadesi ile Yavuza çıkıp onun şahsında memleketine dua etmekti niyeti , başı dönüp mü düşmüştü, yoksa esarette bir memlekette yaşamak istememişti…Bende bu mekânda dolaşırken, acaba Turhan Hangi minareye çıkmıştı diye romanın içinde mekanı yaşardım…Bugün de bu ülkenin bütün gençlerinin Çağlayanlar kitabını mutlaka okumalarını, defalarca okumalarını tavsiye ederim.. Bir büyük devletin ruhaniyetini temsil eden mütevazı ve muhteşem bir Camidir Sultan Selim Camii.. İstanbul’un beşinci tepesi Haliç’in kıyısından dik bir yokuşla yükselir. Haliç’e egemen olan beşinci tepede bir çok yapı bulunur. Tepeyi taçlandıran Yavuz Sultan Selim Camii dışında Fethiye Camii, Kariye Camii, Fener Rum Patrikhanesi de yer alıyor. Yavuz Sultan Selim Camii bulunduğu semte adını vermiştir. Camiyi babası adına Kanuni Sultan Süleyman yaptırmıştır. Evliya Çelebi mimarını Mimar Sinan olarak belirtse de çoğu kaynakta Mimar Acem Ali olarak geçer. Mimar Acem Ali klasik Osmanlı mimarisinden adı bilinen ilk mimarlardan dır. Bazı kaynaklara göre Yavuz Sultan Selim’in İran seferinden dönüşünde yanında getirdiği sanatçılardan biridir. 1514 yılında Çaldıran zaferinden sonra Tebriz’e giren Yavuz Sultan Selim’in Amasya dönüşünde üç bin civarında ilim ve sanat insanlarını Osmanlı’ya getirdiği bilinir. Acem Ali’de bu kafilenin içinde önce Amasya’ya daha sonra İstanbul’a saraya gelmiştir. Safevi Devleti’nde “üstatların nazırı” olarak bilinen Acem Ali’ye Yavuz Sultan Selim baş mimarlık görevini vermiştir. Acem Ali’nin Osmanlı ve İran mimarisini birleştiren farklı bir üslubu vardır. Yavuz Sultan Selim Camii’nin inşasına 1519 yılında başlanmış ve 1522 yılında bitmiştir. İstanbul’un yedi tepesinde yer alan yedi selatin camilerinden biri olan caminin muhteşem bir Haliç manzarası vardır. Caminin sağ tarafında ihtişamıyla Ayasofya ve tarihi yarımada, Galata Kulesi, karşısında ise İstanbul’un en eski ilçelerinden biri olan Beyoğlu görünür. Caminin bir yanında sarnıç varken bir yanı da uçurumdur. Caminin şadırvanlı avlusuna üç


ayrı kapıdan girilir. Bu kapılar Türbe Kapısı, Çarşı Kapısı ve Kırkmerdiven Kapı olarak isimlendirilmiş. Avlunun ortasında bulunan şadırvanı IV. Murad yaptırmıştır. İç avlunun giriş kapısının yan duvarında güneş saati bulunur. Süslü kafeslerini Sultan İbrahim koydurmuştur. Caminin ana kubbesi dört duvardan aşağı iner. Birer şerefeli iki minaresi bulunur. Avlunun dış yüzü ve son cemaat yerinin iç yüzü çinilerle süslüdür. Caminin içinde oymacılık, kakmacılık, çinicilik, hat ve nakış sanatının eserlerini görürüz. Kapı kanatları ve pencere kanatları sedef kakmalıdır. Giriş kapısının sağında ise is odaları bulunur. Yapı tamamıyla küfeki taştan inşa edilmiştir. Küfeki taşı İstanbul taşı olarak da bilinir. 2000 – 2500 yıl ayakta durma gücüne sahiptir. Topraktan çıktığı anda her türlü işleme alınabilen ve kolay işlenebilen bir taştır. Bu yüzden Roma, Bizans ve Yunan sanatında çoğu eserler küfeki taşından inşa edilmiştir. Ayrıca klimatik bir özelliği olan bu taş yazları sıcaklığı kışları ise soğuğu emerek ortamdaki havayı dengeler. Yapılan son araştırmalara göre de nükleer dalgaları geçirmediği tespit edilmiş. Günümüzde de hala eski eser restorasyonlarında sıkça kullanılan bir taştır. Sultan Selim, Sırt köyünde vefatından sonra cenazesi İstanbul’a getirilmiş ve Fâtih Camii’nde Zenbilli Ali Efendi tarafından namazı kılınarak Çukurbostan yanındaki bu mevkide defnedilmiştir. İnşasından sonra külliye bünyesine çevrilen yapıdan günümüze sadece sıbyan mektebi ulaşmıştır. Rivayete göre Yavuz Sultan Selim görkem ve ihtişamdan hoşlanmadığı için kendi adına bir yapı yaptırmaktan kaçınmış. Bu yüzden oğlu olan Kanuni Sultan Süleyman babası adına bu yapıyı yaptırmıştır. Yavuz Sultan Selim Camii ihtişamı ve Haliç’e hakim manzarasıyla İstanbul’un beşinci tepesini korumaya devam ediyor. Türbe kesme taştan, sekiz kenarlı, dilimli kubbeli bir yapıdır. Büyük bir ihtimalle o sırada mimar başı olan Acem Ali tarafından yapılmıştır. Türbenin her cephesinde altlı üstlü ikişer pencere vardır. Türbe kapısı söve kemeri geçmeli siyah ve beyaz mermerden, ahşap kanatlar sedef ve fildişi kakmalı kündekârîdir. Kapı üzerinde kitâbesi yoksa da iki taraftaki büyük ve muhteşem çini panolarda kitâbeler mevcuttur. Sarı rengin hâkim olduğu bu sır altı tekniğindeki çini panolarda lâcivert üstüne beyaz celî sülüs hatla türbenin Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle 929 Muharreminde (Aralık 1522), yani cami ile aynı tarihte

yaptırıldığı yazılmıştır. Türbenin içinde heybetli sandukası ve muhteşem kavuğu ile sadece Yavuz Sultan Selim’in kabri vardır. Evliya Çelebi bu hali, “Sultan Selim’in kabr-i şerifinde olan mehâbet hiçbir padişah türbesinde yoktur, selîmî destarıyla güya bir ejder-i heftser-misâl kemingâhta âmâde yatar” diye tasvir eder. Sandukasının üzerinde vasiyeti gereğince Kemalpaşazâde’nin atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftanı örtülmüştür. Son yıllarda bu kaftanla ilgili çok ciddi iddialar vardır..Yurt dışındaki bir terörist başı Fetö haininin bu kaftanı çaldırtmak istemesi gümrük kapısından geri dönmüştür..Yapı içeride yer yer eski nakışların izlerinin görüldüğü bir şekilde süslenmiştir. Ayrıca mermer bir levhada Şam’ın fethi ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kabrinin bulunmasıyla ilgili ve yine İbnü’l-Arabî’ye atfedilen meşhur ibare vardır.

Acem Ali’ye Yavuz Sultan Selim baş mimarlık görevini vermiştir.

AYŞE HAFSA VALİDE SULTAN TÜRBESİ

Ayşe Hafsa Sultan Kırım hanı Mengli Giray'ın kızıdır. Kanûnî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ın türbesi Yavuz Sultan Selim’in türbesi yanındadır. Hafsa Sultan’ın 940’ta (1534) vefat ettiği ve buraya gömüldüğü bilinmekteyse de türbenin yapım tarihi belli değildir. Türbe Yavuz Sultan Selim Türbesi gibi sekiz kenarlı, kesme küfeki taşındandır ve şüphesiz kubbeli idi. 1894 Depreminde yıkılan türbe 118 yıl sonra Öncülük yapan kişi ve kurumların Özelliklede Manisalı kardeşimiz Ercan beyin gayreti ile ve çok titiz çalışmalar ile yeniden yapıldı ve 2016 yılında tamamlandı. ŞEHZADELER TÜRBESİ Vakfiyede bahsedilen bu türbe de diğer ikisi gibi sekiz kenarlı, kesme taştan ve kubbelidir. Kitâbesi yoktur. Dört mermer sütunlu bir saçakla korunan giriş kapısının iki yanında altı köşeli çinilerden yapılmış iki çini pano bulunmaktadır. Kubbe kasnağı yuvarlak yapılarak üzerine mermerden çeşitli âyetler yazılmıştır. Türbede Kanûnî’nin Murad, Mahmud ve Abdullah ismindeki oğulları, Yavuz’un kızı ve Makbul İbrâhim Paşa’nın zevcesi Hatice Sultan, yine Yavuz’un kızı ve İskender Paşa’nın hanımı Hafsa Sultan’ın yattığı türbedeki Latin harfli bir kitâbede belirtilmiştir. Külliyedeki türbelerin sonuncusu yine kesme taştan ve sekiz köşeli olarak yapılan ve 1861’de vefat eden Sultan Abdülmecid’in ve oğullarının türbesidir. Dünyanın kültürünü; asırlardır yaşadığımız , yaşattığımız bu mekânlara saygıda kusur etmeden sahip çıkmaya devam edeceğiz… 19


er şehir birkaç insandan ibarettir aslında, sizin için. Peki orta Anadolu’nun ortasındaki Yozgat nedir sizin için, kimdir, kimlerdir?

HAMZALAR HASANLAR ŞAKİRLER ŞEHRİ

YOZGAT

Sonra Yozgat Ulu Camii, namı diğer Çapanoğlu Camii karşıladı bizi; sardı sarmaladı adeta. Bazen bir aile bir şehir demektir Anadolu’da; âyan aileleridir bunlar. Çapanoğulları da onlardandır. Fahri TUNA

Benim için üç kişidir Yozgat; evvelâ otuz yıllık dostum ağabeyim aklına bilgisine muhakemesine en çok güvendiğim insan Hamza Tekin Hocaefendi’dir. Sorgun Araplı Köyü’ndendir hazret. Tek gün okula gitmemiş, tek gün modern tedrisatta okumamış, tek gün kara tahta görmemiş bir âlimimizdir o. Mektep değil medrese mezunudur. İstanbul’da Gümülcineli Musta’fendi’de okumuştur. Fıkıh kelam hadis tefsir… Hepsini yutmuş, sonra da hepsini tatile göndermiş adamdır. Aydınlık apaydınlık bir aklı, bir zihni, bir kalbi vardır onun. Şairdir de hem. Bakmayın benden on beş yaş büyük olduğuna, iyi arkadaşımdır. Şakaları da zariftir, kendinden yakınmaları da. Gösterişsiz, olduğu gibi, mert, sözünün eri adamdır. ‘Kur’an’da heykele cevaz vardır, işte şu ayette’ diyen adamdır da. Babamın cenazesini kaldırmıştır. Vasiyetimdir; ondan önce ölürsem, söz verdi, o kaldıracak cenazemi. Sesi sözü yüzü Yozgat’tır onun. Sözünü ‘kitabın tam ortasından’ söyler. Az öz düz konuşur. Fıkıhtan anladığı kadar hayattan da anlar, siyasetten anladığı kadar psikolojiden de; tarih kadar edebiyatta bilir. Türkü de sever ilahi de. ‘Çamlığın başında tüter bir tütün / Acı çekmeyenin yüreği bütün’ en çok onundur, en çok onadır, en çok oncadır, her Yozgatlıda olduğu gibi. Sonra Allah’ım, ‘ahuy’umu (Mardin Türkçesinde ‘kardeşim’ demek) çıkarttı 2001’de karşıma, yani Hasan Duruer’i. Sapanca Kaymakamı’ydı o günlerde. Sonra Mardin ve Edirne Valilikleri yaptı. Bu millet bu bayrak bu ezanlar için harika işler ve hizmetler üretmek/ gerçekleştirmek nasip oldu birlikte. Şükür vesilesi sayarım onları. Onun Balkan Danışmanıyken, bir haftalık Bulgaristan çalışmalarımdan dönüşümde, Edirne Valisi makamında oturuyordu, kucaklaştık. ‘Bak Malkoçoğlu’ dedi bana Balkanlar’da kelle koltukta çalıştığımdan olmalı, sık sık öyle hitap ederdi sağ olsun bana-: ‘Şükürler olsun Cenabı Hakk’a ki, seni ve beni, Edirne’nin ve Balkanlar’ın hizmetinde istihdam ediyor…’ Hasan Duruer tek cümleyle budur işte: Edeptir, tevazudur, hizmet ve hikmet adamıdır. Aklı selim, kalbi selim, zevki selim

sayı//33// nisan 20


adamdır. Merttir. Mert olduğu kadar da serttir. Çünkü o Yozgat’tır, Yozgatlıdır, Yozgatçadır. Manifaturacı Durak Amca’nın tek oğludur. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirmiştir. Önünde üç seçeneği vardır: Avukatlık, hakim-savcılık, kaymakamlık. Yozgatlı bir Allah Dostu’na fikir sorar; ‘Siz bilirsiniz ama, kaymakamlığı tercih etseniz daha güzel olacak inşallah. Valilikler de yapacaksınız hem’ cevabını alır, hayır duayla birlikte. Öyle de olur. Çapanoğlu Ailesi’ne damat da olacaktır sonraları. Kılı kırk yaran, tek kuruş haram yedirtmeyen, çalmayan çaldırtmayan, bu yüzden de başına gelmedik kalmayan, bundan da hiç şikâyet etmeyen gerçek bir vatanperverdir Hasan Duruer. Resmiyette danışmanıydım, hakikatte kardeşi. Eskilerin tabiriyle musahabe yani sohbet arkadaşıydım. Musahibiydim yani. Beni Yozgatsever yapan üçüncü şahıs ise, ‘Son İstanbullu’ Ahmet Güner Sayar Ağabeyimdir. Hani şu Yozgatlı Kadı Yusuf Bahri Efendi’nin kızından ‘biricik torunu’, şair romancı Abbas Sayar’ın ‘biricik oğlu’ iktisat profesörü, biyografi yazarı Ahmet Güner Sayar. Ne kadar gerçek İstanbulluysa, ne kadar Ordinaryüs Profesör Doktor Süheyl Ünver’in ‘nüfusa kaydettirmediği manevi oğlu’ysa da, genetiğiyle karakteriyle bir o kadar da gerçek Yozgatlıdır. Mertliği, sözünün erliği, gösterişsizliği bunun en basit delilidir. Âlim, ârif, âbit adamdır Ahmet Ağbi. Hamza Tekin ‘Hocam’ yüzünden hep uzaktan sevdim Yozgat’ı; ‘Ahuyum’ Hasan Duruer yüzünden hep uzaktan sevdim Yozgat’ı; ‘Ağbim’ Ahmet Güner Sayar yüzünden hep uzaktan sevdim Yozgat’ı; biliyordum, bir gün kavuşacağız Yozgat ile. Biliyordum, hiç şaşırmayacaktım; bu üç dostum gibiydi; onların sözü yüzü özü gibi sakin, gösterişsiz mert insanlar diyarı olabilirdi ancak Yozgat. Üç tarafı dağlarla çevrili bir vadinin içinde ‘Dersini almış da ezber eden’lerin şehri olabilirdi Yozgat ancak; acılarını sevinçlerini, yazları hem tene hem gönüllere serinlik katan Çamlık üzerinden ağıtlar yakarak anlatabilirdi Yozgatlı ancak: ‘Çamlığın başında tüter bir tütün, Acı çekmeyenin yüreği bütün, Ziya’mın atını pazara çekin, Gelen geçen Ziya’m ölmüş desinler’ Yıllar sonra bu şifahî Yozgat sevgisi, ‘vicahîye çevrildi bende, geçenlerde Bozok Üniversitesi’nin düzenlemiş olduğu Necip

Fazıl Sempozyumu vesilesiyle. Çok da iyi oldu. Necip Fazıl ‘bilinmez meşhur’umuzdur bizim. Tıpkı Yozgat gibi. Ne de yakıştı Yozgat’a, yüz yirmi bilim adamının, şair – yazar olarak Necip Fazıl hakkında hazırlamış olduğumuz tebliğler. Ne de örtüştü Necip Fazıl Yozgat’la. Yakın dostu arkadaşı Abbas Sayar, orada bir mezarlıkta yatmıyor muydu zaten: Onun ‘Saf çocuğu masum Anadolu’nun / Divanesi ikimiz kaldık Allah Yolu’nun’ dizeleri, Sakarya nehri kadar, Yozgat’ın içerisinden akan çay için de değil miydi.

Parmak çöreği arası tulum peyniri yemek demekti Yozgat, tavşan kanı çaylar eşliğinde. Fakir, bakir ama o oranda da yiğit şehirdi.

Kadim dostum Mehmet Şeker’le birlikte yola revan olmuştuk; şehrin girişindeki tepede yan yana dizilmiş ve dikilmiş on dört Türk bayrağı ‘hoş geldiniz’ diyerek karşıladı, alnımızdan öperek bizi. Pejmürde, plansız, derme çatma, bina yığınıydı belki Yozgat; el-hak doğruydu, ama hangi yeni şehrimiz böyle değildi ki. Aydınlarımız, ülke yöneticilerimiz, şehir ileri gelenlerimiz, Necip Fazıl’ın diliyle ‘güdücüler’ neyi iyi göstermişti anlatmıştı kararlaştırmıştı da ‘garip Anadolu halkı’ yanlış yapmıştı. Valisi Kemal Yurtnaç’la kucaklaştık. Eğitim seferberliği başlatmış bu onurlu vilayette. Kitap diyor, gençlik diyor, ufuk diyor. İstikbal diyor, Âkif diyor, millet diyor. Proje diyor, gençlik diyor, kütüphane diyor. Bir önceki görevinden tanır severim kendisini. Belediye Başkanı Kazım Bey ile el ele, gönül gönüle Yozgat’a çıta yükseltmek için gecesini gündüzüne katmış bir vali Kemal Bey; ne güzel… Sonra Yozgat Ulu Camii, namı diğer Çapanoğlu Camii karşıladı bizi; sardı sarmaladı adeta. Bazen bir aile bir şehir demektir Anadolu’da; âyan aileleridir bunlar. Çapanoğulları da 21


Hastane önünde incir ağacı Doktor bulamadı bana ilacı Baştabip geliyor zehirden acı Garip kaldım yüreğime dert oldu Ellerin vatanı bana yurt oldu Mezarımı kazın bayıra düze Yönünü çevirin sıladan yüze Benden selam söylen sevdiğimize Başını koysun karalar bağlasın Gurbet elde kaldım diye ağlasın

Zaten yolda da onlardandır. Seveni de sevmeyeni bol olsa da, görmüştük bir kavuncu Yozgat biraz da Çapanoğlu Ailesi demekti. tezgâhında: ‘İyi kavun karşıda.’ Yemek için yol sorduk, lokanta sorduk bir

esnafa şehir merkezinde. Adı Ali’ydi. Küçük esnaftı, belliydi. Önce yol gösterdi, sonra da peşimizden gelip tutturdu: ‘Siz yabancısınız, size Kuyu Kebabını ben ısmarlayacağım!’ Yozgat tam da buydu işte; küçüktü şehir ama ruhu ruhaniyeti büyüktü şeksiz şüphesiz. Hastane Caddesinden ana caddeye (zaten merkezdeki tek büyük-şehirlerarası caddesi) çıkarken kırmızı ışıkta bekliyorduk. Sağda demir parmaklıklara yaslanmış orta yaşlı, hüzün yumağı bakışlı bir hanım ilişti gözüme. Çok muhtaçtı ama dilenmiyordu. Göz göze gelince anladım, o da anladı anladığımı. Kalktı zorlukla, bize yaklaştı ama avuç açmadan. ‘Hâlden anlayan anlar, gerisi gam değil’ sözleri okunuyordu yumuk, kısık gözlerinden. Hüzün sağanağında daha fazla ıslanmamak için yüzümü çevirdim, gereğini yaptım sadece. Buydu Yozgat işte. Tam da buydu. Muhtaçlarının bile dilenmediği şehrin adıydı Yozgat. Zaten yolda da görmüştük bir kavuncu tezgâhında: ‘İyi kavun karşıda.’ Digergamlığın, açık sözlülüğün, dürüstlüğün de timsaliydi bu şehir. Çamlık’a çıktık sonra Mehmet Şeker’le. ‘Tütün tüttürdü’ o, ben nefes aldım, meşhur türkü eşliğinde. Soğuktu Çamlık ama içimiz sımsıcaktı. Bu ‘sakin ama candan insanlar’ şehri, bize gülümsüyor, el sallıyordu aşağıdan. Sonra aşağıya Hastane Caddesi’ne indik. Evet evet, İncir ağacı vardı hastane önünde. Doğruydu. Türküler doğru söylüyordu. Buram buram hüzün kokan türkü, öyle demiyor muydu zaten:

sayı//33// nisan 22

Sonra adı Yozgat kadar derin, Yozgat kadar ruhani, Yozgat kadar değerli Şeyhoğlu Camii selâmladı bizi. Tevazu da edep de samimiyet de vardı bu selâmda. Lebalep üstelik. AŞK Vakfı Kütüphanesi göz kırptı bize. Aşk şehriydi Yozgat. AŞK yani Ahmet Şevki Ergin şehri. Namı diğer Ahmet Efendi şehri. Merhumun oğlu Şakir Ağbi’ye tanıttım kendimi: ‘Hamza Tekin’in öğrencisi, Ahmet Güner Sayar’ın kardeşi, Hasan Duruer’in yakın dostuyum’; ‘yeterli, fazlaya bile geçtin’ sözleriyle kucakladı beni ve yol arkadaşımı. Yüz yılın bin yılın kadim bir medeniyetin tınısı vardı sesinde; doğallığı, safiyeti, onuru vardı. Emekli bir akademisyendi. Eski bir milletvekiliydi. Ama o her şeyden önce, hâl ve kâli bir’leştirmiş, öyle konuşuyordu. Şairler Mustafa Özçelik, Mehmet Şeker, Selçuk Küpçük, hikâyeci Mustafa Çiftçi ve bendeniz, dört saat nefes almadan göz kırpmadan dinledik Şakir Ağbi’nin sohbetini. Ayrılırken itiraf ettik hepimiz bir ağızdan: ‘Doyamadık!..’ Ali Şakir Ergin Yozgat’tı. Yozgatlıydı. Yozgatça’ydı. Bir insan bazen şehirdi. O insan Şakir Ağbi’ydi şimdilerde, bildik! Ve bir şeye daha karar verdik: Yozgat biraz da Cumhurbaşkanımızın elinden yılın hikâyecisi ödülünü alırken ‘ödülümü bidenecik Hüseyin gardaşıma armağan ediyorum’ diyen Yazar Mustafa Çiftçi’ydi bizler için. Evet; Hamza Tekin’lerin, Hasan Duruer’lerin, Ali Şakir Ergin’lerin şehriydi Yozgat. Evet; Hamza’lar, Hasan’lar, Şakir’ler şehriydi o. Hamza’ların yani yiğitlerin, Hasan’ların yani iyiler ve iyiliklerin, Şakir’lerin yani şükredenlerin şehriydi, evet. Parmak çöreği arası tulum peyniri yemek demekti Yozgat, tavşan kanı çaylar eşliğinde. Fakir, bakir ama o oranda da yiğit şehirdi. Muhabbetin, tevazuun, gösterişsizliğin şehriydi zira. Doğruydu: ‘Havası sert, insanı mert’ şehirdi, evet. Yozgat; Hamzalar Hasanlar Şakirler şehri.


BİN BİR BEYİT” Tanıtım / Ahmet ŞAYIR Büyüyenay Yayınları

iir, Arab’ın dîvânıdır.” Arap toplumu Cahiliye döneminden beri, maddî ve manevî kültürünü, yaşayışını, en ince duygularını büyük bir ustalıkla şiir kalıbına dökmüş ve bunu bir iftihar vesilesi saymış, tarih boyunca büyük şairler yetiştirmiştir. Bu zengin edebiyatın en güzel numuneleri olan şiirler İslâm kültürünün bir parçası olarak Müslüman milletlerin edebiyatlarında ve hafızlarında kendilerine yer bulmuştur. Bu çalışmada Arap edebiyatının klasik döneminden 1001 beyit seçilerek bir araya getirilmiş ve Türkçeye tercüme edilmiştir. Çoğunluğu Cahiliye döneminden Endülüs Emevîlerine uzanan bir tarihi aralığa aittir. Beyitler konularına göre tasnif edilmiştir. Şairlerine ulaşılabilen beyitlerin başına şairin ismi yazılmıştır. Kitabın sonuna eserde adı geçen yaklaşık 100 şairin kısa biyografisi de ilave edilmiştir. Elinizdeki bu çalışma klasik Arap şiirinin yeniden tanınması, gündeme gelmesi için yapılan mütevazi bir katkıdır. Arap edebiyatına ilgi duyan tüm okurlar bu çalışma ile klasik Arap şiiri ile tanışma fırsatı bulabilirler. Özellikle Arapçayı belirli bir seviyede bilenler buradaki beyitlerle hemhâl olup hatta bazılarıyla zihinlerini tezyin ederlerse bu çalışmanın en önemli hedeflerinden birisi gerçekleşmiş olacaktır.

ŞEHİR K İ TAP

ALİ BENLİ

“KLASİK ARAP EDEBİYATINDAN

23


Göğün ve yerin kat kat yaratılışı insanda bina, ev, mekân edinme dürtüsünün doğuşunu tetiklediği –buna ihtiyaç hissettiği- söylenebilir. Öyle kabul edilmelidir ki sınırsız, sonsuz bir gök armağanıyla yeryüzündeki temaşa edilen dağların, denizlerin, vadilerin, ağaçların, kuşların, varlıkların kullanılması da bu çerçevede ele alınmalıdır. Bütün varlıklar, insanın emrine amade kılınmıştır.

ŞEHİRLİ İNSAN

Recep GARİP

lemin var ediliş yolculuğu, insanın yeryüzündeki inşasıyla da anlamlar kazanıyor. Çünkü yaratılışta var olanverilmiş olan- planlama, kurma, tanzim etme, inşa etme özelliklerinin Göğün ve yerin kat kat yaratılışı insanda bina, ev, mekân edinme dürtüsünün doğuşunu tetiklediği –buna ihtiyaç hissettiği- söylenebilir varlığını idrak ediyor. Bu idrakle inşa anlam kazanarak yaratılışından beslendikçe bedenin hareketleri de kıymetli hale dönüşüyor. Buradan sanatın, düşüncenin, inanmanın, inkârın okuyuşları yeryüzünde varlık göstermeyi sürdürdüğü ortaya çıkmış oluyor.

sayı//33// nisan 24

İnsan, kurulduğu için kurabilen bir anlayışa sahiptir. Planlandığı için planlamayı yapabilmektedir.Ruhunda bulunan bilgilerin yeryüzünü imar etme, inşa etme, idrak etme, çekip çevirme ve tanzim etme gibi unsurlarla dolu olduğunu eylemleriyle ortaya koymaktadır. Böyle bir yolculuğun günü anlamlı hale çevirmesi, yaşantının kıymetlenmesi, doğa şartlarından kendini koruma, birlikte olduklarını koruyup kollama gibi algıların da nüksetmesiyle yeryüzündeki çabaların –yaşama yolculuğunun- anlamlanmaya başladığını söylemek isabetli olacaktır. İnsan, hem korunmayı, hem de korumayı önemser. İnsan imal edilmiş ve üretilmiştir. Kuru balçık ve sudan ibarettir. Bundandır mayasında imal etme, üretme, büyütme, geliştirme, bozma gibi unsurları da taşıyor olması. Durup dururken birden bire gelişigüzel, bilgisiz, öğretisiz meydana gelmiş değildir insan. Gelişinde var olan unsurlarla dünya anlam kazanmaktadır. Dünyada var olan –yaratılmış olan ne varsainsanın emrine verilmiş ise -ki öyledir- bunları kendi aklına uygun olarak kullanabilecek disiplinleri elde edecektir. Şehir imar etme, yaşamış olmanın anlamıdır. Eser ortaya koyma, eser olmanın anlamıdır. Eserden müessire doğru açılan kapı idrak kapısıdır. Meselemiz idrakten ibarettir. Varlık nedenini idrak, kulluktur. Kulluk ise mucitliği de özünde taşır. Büyük sanatkârdan öğrenilmiş –verilmiş- bilginin hareketiyle dünya anlam kazanmaktadır. Üreten insan kıymetlidir, tüketen değil. Ürettikçe kıymeti artıyor insanın. İnsan insana ürettiği için anlamlar yüklüyor. Alın teriyle kazanılmış değer ölçülemez. Emeğin kutsallığı da buradadır. Ev yapma, koruma, korunma, güvende olma içgüdüsünden kaynaklıdır. Bu aşkla kendi varlığını korumaya aldıkça sevdiklerini de korumaya alacaktır. Yolculuk, koruma ve kollamadan ibarettir. Korudukça kollanırsınız. Korundukça da kollarsınız. Yeryüzündeki eşyanın anlam kazanması insanın o eşyaya dokunmasıyla oluşur. Dokunulmamış eşya anlam ve kıymet kazanmaz. Baktığımız


için gözün anlamı vardır. Duyduğumuz için kulağımızın, tuttuğumuz için elimizin, yürüdüğümüz için ayaklarımızın anlamları vardır. Eşyalarda böyledir. Onlara anlam katan insanın dokunuşudur. İsmet Özel şöyle söyler; “Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin” Barınma çabalarıyla kurulan ev, insanın aklına özgüdür ve insanidir. Nuh’a (as) gemi yap denildiğinde marangoz ya da gemi ustası değildi. Emre itaat ederek Ona verilmiş idrakle bunu düşündü ve icraatını gerçekleştirdi. Böylece Nuh peygamber ilk gemiye sahip oldu. Kendine ibadet edeceğin bir ev yap denildiğinde İbrahim (as) Kâbe’yi yaptı. Sözün özü, verilmiş olan bilginin tespit edilmesi ve onun harekete geçirilmesidir. Demek oluyor ki insan, yeryüzüne gönderilirken kendisine gerekli bilgiler verilmiş –öğretilmiş- ki bunlarla şehirler kurmuş, hayata anlam katmıştır. Öğreti -verilmiş bilgi- gerçektir. Bu gerçekler doğrultusunda yeryüzü hareketliliği başlamış ve imar etme ameliyesi tezahür etmiştir. İnsan yaşarken keşfediyor. Tefekkürün anlamı da buradadır. Tefekkür ve keşif birbirinden ayrılmıyor. Kanaatim odur ki bireyin bireysellikten kurtularak toplumla birlikte yaşama, ihtiyaçlarını görme kabiliyeti şehirli olmakla anlam kazanıyor. Şehirli olmak, şehre sahip çıkmaktır. İnsan emeğine sahip çıkar. Şehrin değeri emekle orantılıdır. Bundandır emekler asla zayi olmaz. Atılan tohumlar yeter ki sağlam olsun. İnsan kurduğu, planladığı, düşlediği ve ürettiği için kıymetlidir. Şehri inşa eden el, emekçinin –işçinin- elidir. Onu korumak, kollamak, değerlendirmek, değer bilmek, değerler üstü anlamlar yüklemek insanın eylemleriyle anlam kazanır. Davranışlar, yaşayışlar, eylemler şehrin yaşamasına ya da kaybolmasına katkıda bulunur. Yaşayan şehir, ruhu olan şehirdir. Çünkü şehri inşa eden insanlar ruhlarından bulaştırmışlardır. Şehre sinmiş olan bu kutlu belgeler kalıcı olmak için kitabe anlamına gelir. Her zerrenin, her harcın, her dokunuşun ilk harca, ilk işçinin eline, ilk duvar ustasının yüreğine dokunduğunu hissettiğinde şehirli olmayı da hak etmiş olur. Şehirli olmak, şehrin ruhuyla yaşamaktır. Şehirli olmak o şehrin emanetlerine sahip çıkmaktır. Şehirli olmak toplumsal değerlere, üretilmiş olan hikmetlere, kazanılmış sanat eserlerine kendine aitmişçesine hassas davranmaktır. Kendimiz için neyi arzuluyorsak konukomşularımız için de, şehrin ahalisi içinde

aynı şeyleri arzulamaktır. Şehrin insanı, şehre uygun yaşar, yaşamalıdır. Bastığımız toprakların, yurdun, vatanın her karış toprağının sahiplerinin olduğu –sahibi olduğumuz- bilinmelidir. O şehrin kaldırımları, bulvarları, çarşı ve pazarları, sanat evleri, ustaları, şairleri, edipleri, mimarları elhasıl bütün ayrıntılarıyla birlikte anlam kazanır. Bu bütünlük insanın tepeden tırnağa muhteşem yaratılış sırrıyla ilintilidir. İnsan kendi yaratılış sırrını kavradıkça, ürettiklerinin de kıymeti artar. Asırlar evvelinden bırakılmış olsa da yeni yapılmış olsa da şehre, haneye anlam katan insanın kendisidir. İnsan ne kadar kadimse, kıymetliyse, değer üretiyorsa, üretilmiş olanların da değer ve kadrini bilecek ona göre davranacak, oturup kalkacak, şehirde varlığını gösterecektir. Antalya’da gördüğüm Perge ile Fasilüs şehri ve şehrin ahalisiyle birlikte gezdiğimi düşündüğümde daha evvelce gittiğim Filistin topraklarını, Süleyman Peygamberin mabedini,Mescidi Aksa’yı, Davut Peygamberi, Musa Peygamberi, Yakup ve Yusuf Peygamberleri, Lut Gölü’nü de gezdiğimi hatırladım. İçlendim, etkilendim tıpkı Topkapı sarayını gezerken etkilendiğim gibi,Kırım’daki yapılarımızı gezdiğimde etkilenişim gibi. Değişmiyor hangi yüzyılda yaşadığınız; yaşanılan asırlarda da insanların hassasiyetleri, kuralları, disiplinleri mevcut. Mesele onu görebilmekte, bilebilmektedir. Estetik bakışlarıyla sanatı inşa ederken ruhlarının mutlu olmasını da arzu ediyorlardı. Şam öyleydi, Halep, Bağdat öyleydi. Medine şehrinde yaşayanların şehirli-medeni oldukları her zaman söylenir. Doğrudur elbette. Çünkü Medine İlk İslam Devletinin teşekkül ettiği Peygamber Efendimiz (as)’ın şehridir. O’nun şehre verdiği ehemmiyet, insana verdiği değer, Onun eylemleriyle şekillenmiş olmasındadır. Şehirli insan, şehirde olan insandır, şehirle olan insandır. “Üç Frenk Havası” şiirinde İsmet Özel şöyle sesleniyor; “… Gövdene imrenirdi ok atmayı bilenler Gövden aklın gibi engebeli ve dakikti Sokaklarda kavga çıkardı senin yüzünden Sen topuğunu gösterirdin ve dövüş başlardı Ejderlerle çarpışırdı bey çocukları Müminler müşriklerle savaşırdı. Toprak ve yağmur savaşırlardı Anahtar ve kilit Birbirlerine girerdi ekmekle bulutlar Kan ve su Nadirle zenit.

Her zerrenin, her harcın, her dokunuşun ilk harca, ilk işçinin eline, ilk duvar ustasının yüreğine dokunduğunu hissettiğinde şehirli olmayı da hak etmiş olur.

25


TUNA YOKUŞMU ÇIKIYOR NE?

BU TUNA BAŞKA TUNA

PRAG -dört-

Bohemya kristallerinin satıldığı, pazarlandığı yere geçtik. Eğer kristallerden anlamıyorsanız aldatılmanız her zaman mümkün Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

ek Cumhuriyeti’ne doğru yol alırken 27 Çek kronunun bir euro ettiğini öğrendik. Yine Tuna ile bağlantılı Vitava nehri göründü. Macar sürücümüz Feri Nikos sürekli kabak çekirdeği çıtlatıyor. Kabuklarını yanındaki çöp poşetine atıyor. Herkesin dikkatini çekti. Oysa bizimkiler ya sigara içer, ya çiklet çiğner ya da akide şekeri emerler. Otobüsümüz 2015 model yeni bir MAN. Henüz 10 bin kilometrede imiş. Çok rahat. Her turistik bölgede otobüsler için mutlaka otopark mevcut. Otoparklarda da tuvalet. Burası biraz da yeni bir yerleşim merkezi. Aracımız park eder etmez kaleye doğru tırmanmaya başlıyoruz. İki tarafımız orman. 15 dakika sonra kaleye varıyoruz. Yine turist grupları almış başını gidiyor. Kale aynı zamanda bir tapınak. Bir manastır. Bir tarikat merkezi Hristiyanların. Kral da zaman zaman gelerek burada kalırmış. Ortaçağ kıyafetli tiyatro sanatçıları var ortalıkta dolaşan, oturan, sohpet eden. Turistler parası karşılığında bunlarla resim çektirebiliyor. Onlar da tebessüm ederek poz veriyorlar. O gün Cesky Krumlov’da bir tarihi film çekimi varmış, her yana salmadılar bize. Manzara da müthiş, bütün ovayı, karşıdaki ekilmiş tarlaları, yüksek olmayan dağları görmek mümkün. Yeni yerleşim hiç yok denecek kadar az. Tarihi doku itinayla korunuyor. İç kaleden dışa doğru yürüyoruz. Rahib ve rahibelerin yaşadığı yerleri görüyoruz. Sonra salonları, kiliseyi, heykelleri, hayvan anıtlarını ve nihayet Vitiva Nehri’ni. İki ayı vardı bahçede insanlardan korktukları için saklandılar. Kapı girişlerinde Bohemya’nın sembolü olan Aslan figürleri. PERUK, GENİŞ ETEK VE TÜY DİKMEK DE NE?

Duvar resimleri de ilginç kilise yanlarındaki. Bir tanesinde kilise yanarken Yahudiler kovalarla su dökerek yangını söndürmeye çalışıyorlar. Dayanamadım sordum, eskiden burada yaşayanların başındaki peruklar neyi ifade ediyor acaba? Mihmandarımız cevap verdi; -İnsanların başındaki peruklar kafalarındaki bitler için takılıyormuş. -Peki kadınların uzun topuklu ayakkabıları ,çok geniş ve havalı etekleri? -Tuvalet için(miş). Bölgede tuvalet kültürü doğudakinden farklı. Kadınlar sıkışınca oldukları yere çömelerek ihtiyaçlarını gideriyorlarmış ve etekleri geniş topukları uzun sayı//33// nisan 26


olduğu için üzerlerine hacetleri sıçramıyormuş! Bir arkadaşımız sordu ”Eskiler hep şemsiye taşıyor mevsimlere rağmen, neden acaba?” Bu cevap da alaka topladı; -Şemsiyeler de tuvalet ihtiyacı için. Bir başkasının görmemesini sağlamaya çalışır. Şimdi ben size bir soru soracağım “ Üstüne tüy dikmek ne anlama geliyor?” Herkes birbirine baktı. Tebessüm etti. Manasını herkes biliyordu ama, mihmandarımızın açıklaması daha bir pekiştirdi durumu: -Aristokratlar bölgede becerince, uşağı da gelir pisliğinin üzerine tüy dikermiş. Kuruyunca da gelir sadece efendisinin pisliğini toplarmış. Yani üzerinde tüy olanı. Tebessümlerimiz biraz da iç geçirerek, mide bulantısıyla karışık devam etti. Mihmandarımız da konuşmasını sürdürdü; -Batının geçmişi bokludur. İlk fosseptik batıda Osmanlılar tarafından Estergon’da yapıldı. Gidince göreceksiniz. YILDA ALTI MİLYON TURİST AĞIRLAYAN KASABA

Kalenin tuvaletine girenlere nöbetçi yaşlı kadın panoyu göstererek 50 cent vermesini istiyor. Burası bir zamanlar bölgenin ticaret merkezi imiş. Hayvan pazarları bile kuruluyormuş. Onun kalıntılarını gördük. 60 ailenin yaşadığı bu Cesky Krumlov’a yılda 6 milyon turist geliyormuş. Hostel(Korku) ve Vic(Cadı) filmleri burada çekilmiş. Barok döneminin anlatılması için buradaki örnekler yola çıkılarak belgesel çekimine başlanmış. İki önemli meydanı var. Biri Rönesans, diğeri barok dönemine ait. O da ne? Bizim kokareçe benzeyen bir yiyecekte kuyruk var. Enleri aynı, ancak boyları kısa adı

tredenly olan bu tatlı yiyeceğin. Serbest saatte karınlarını doyurmak isteyenler lokantalara , bir şeyler içmek isteyenler ise cafelere akın etti. Monnalisa’da birer kahve içtik, resim çektik. Önümüzden geçen turist kafilelerini izledik. Yan masada tek başına oturan orta yaşın üzerinde biri konuşmamıza şahit olmuştu ki içerde tuvalet olduğunu hatırlattı. İki cappucino için 4. 10 euro ödedik. Yaklaşık 15 TL. Faturayı mutlaka veriyorlar siz istemeseniz de. Ayrıca mönüler hem Çek dilinde hem de İngilizce yazılı. Yine her kasabada olduğu gibi bir meydan var, bir kilise mutlaka bulunuyor. Sonra küçük ve değişik hediyelik eşyalar satan dükkanlar. Nehir kıyısında oynayan çocuklar, dinlenen yaşlılar, yakmak için çalı çırpı toplayan yahut çevre temizliyi yapan insanlar görüyorum. Üzerinde köprü sayısı da öyle fazla değil ırmağın. Ancak su hayat ve bölgeyi canlandıran bir kaynak olduğunu yaşıyoruz. Kaleye çıktığımız yoldan değil de bir başka yerden geçerek otoparka vardık. Aradaki uluslararası yoldan kaleden inen yayalar da geçmek durumunda. O son sürat gelen araçlar yayayı görünce zınk diye duruyorlar. İnsana saygı önde. Otobüsümüze elinde dondurması olanların bitirince binerek hareket ediyoruz. Muhabbet biraz artıyor konuklar arasında tanışmalar hızlanıyor. Önce hanımlar arkadaş oluyorlar. Sonra erkekler. Linz’e girmiyoruz, ancak Pochlarm vardık. Alpler nihayet göründü. Alp dağ dizisinin bazı yerleri yemyeşil orman, bazı tepeleri karlı, bembeyaz. Sağımız solumuz yemşeyil tarlalar. Tarlaların içinde semiz inek heykelleri bize bakıyor. Önce gerçek sanıyorsunuz, yaklaşınca anıt olduğunu hemen fark edebiliyorsunuz. 27


TİYATROSU OLAN KÖYDE YAŞAMAK

Landzeit’te ihtiyaç molası verildi. Burası bir lokanta. Tertemiz, pırıl pırıl. Ve bir müze gibi. Stantlar öyle bir dizayn edilmiş ki almayanın alası, yemeyenin yemesi geliyor. İçecek ve tatlı standı farklı, mutfak ürünleri ayrı, meyve bölümü ise apayrı. Gelelim hediyelik eşya standına; ne ararsanız mevcut. Dondurmada kuyruk var. Ekmek çeşidinin bu kadar çok olduğunu herkes burada görebilir. Renk renk üstelik ve boy boy. İnsanların bazıları yemek içmek için yaşıyor. Her şeyi tatmak istiyor. Bir mutluluk arayışları var bununla. Oysa bazıları kazanarak, paylaşarak ve üreterek mutlu oluyor. Batılılar ikisinin arasında. Ne öyle hovardaca harcıyor ne de cimri denecek kadar kendilerini sıkıyorlar. Her şey gerektiği kadar. Yoldaki araziler çok büyük. Tümü de ekili. Ancak içlerinde öyle yaşanacak gibi çiftlik evleri falan yok. Tarlasını ekiyor, biçiyor ve pazarlıyor. Hayatı köyde geçiyor. Köyünde her şey var; elektriği, suyu, yolu, bankası, tiyatrosu, marketi, cafesi vs. Ömürleri de uzun; gerilimsiz, stressiz bir hayat yaşıyorlar. Çocukları yok denecek kadar az. Vahhow’da Tuna nehri için turlar yapılıyor. St Valentin Sevgililer Günü kutlamaları hiç aksamıyormuş. Çünkü bu günü icat eden Rahip bölgeden birindeki Kilisede görevliymiş. Sevdiği kızım babası zenginmiş delikanlının. Oğlan ise fukara. Aynı Türk filmleri gibi. Rahip yardımcı oluyor, oğlan kızı kaçırarak evleniyor ve Rahip de nikahlarını kıyarak vaftiz etmiş(miş). Böyle öyküler anlatılıyor. sayı//33// nisan 28

ÇEK BİR AVRUPA; PARALI TUNELLER

Göller bölgesi daha ayrı bir güzel. Göller sel sularından da oluşabiliyor, yağmur sularından da. Ünlü sanatçıların mesela Mozart’ın köyü gibi moda olan ve tur operatörlerinin programına aldığı yerler de mevcut. Köylerdeki bazı pansiyon fiyatları 5 yıldızlı otellerden bile fazla olabiliyor konumu ve özelliği itibariyle. Çek Cumhuriyeti’nde en fazla Türk nüfus Sanayi Bölgesi Linz’de. Otoban da şehrin içinde geçiyor. Çek traktörleri dünyaca meşhur markalar. Bazı traktör markaları isimlerini ise bulunduğu köyden almış. Kocaman bir sandalye görüyoruz dev gibi; Mobeliks. Kereste sanayii de güçlü bölgede. Orman içinde ağaç evler yapılabiliyor. Çevre yemyeşil zümrüt gibi. Sonra demir çelik, boya, bor işletmesi ve çimento. Araştırma Geliştirme firmaları ARGE de burada güçlü, etkili, olmazsa olmazlardan. Öyle ki ARGE Müzeleri var. Tuna soldan Almanya’ya akıyor, sağdan da Macaristan’a. Uzun tünellerden geçiyoruz otobanda. Bir tanesi 5 kilometreydi. En uzun tünel ise İsviçre’de imiş ki 21 km olduğunu belirttiler. Otobüs, otomobil, kamyon ve TIR’ların optik okuyucuları var. Ancak burada yaşamayanlar için günlük, haftalık ve aylık pullar satılıyormuş. Çünkü otobanlar paralı. Amerikalıların işlettiği bir kumarhane(cazino) gördük. Sınırı geçerken Çek polisi kibarca otobüsümüzü durdurdu, bir kadın polis içeri girdi, şöyle bir baktı. Sonra geçiş izni verdi. Sordum, nedir bu, neyin nesidir? Mihmandarımız ilk defa tebessüm etti: “Otobüste Suriyeli mülteci var mı diye


bakıyor. Baktılar otobüsün içinde hepsi kibar, temiz yüzlü insanlar, “geçin” dedi.” Ben yine soruyorum “her tur otobüsüne böyle mi muamele ediyorlar?” diye. Değilmiş bazen araçları durdurmuyorlarmış, bazen de pasaport kontrolü yapıyorlarmış. Sağlık olsun. Zavallı Suriyeli göçmenler! İçim cızzz etti. Levhalar artık yerini Almancadan Çek diline bıraktı sınırdan sonra. İşaretler de öyle oldu. Uluslararası Otoban 3.5 saat sonra bitti ve devlet karayoluna girdik nihayet. Tek gidiş-gelişli yollarda sürücümüz Feri Nikos direksiyon salladı. Çek sınırına geçer geçmez Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğinden mesaj geldi. Bu hoş geldiniz mesajıydı. Aynı zamanda adres ve telefonunu bildiriyordu. İyi bir hizmet. Kaplıcalar bölgesine geldik. Evler, tesisler daha mütevazi olmaya başladı. Zaten biliniyordu Avusturya’dan orta Avrupa’ya gittikçe devletler daha da fakir; Çek, Slovenya, Macaristan vs. HANEDAN SAVAŞINDA; PENCEREDEN ATARAK ÖLDÜRMEK

Benzin istasyonunda soluklandık. Otobüsümüz akaryakıt aldı. 12. Yüzyıldan kalma bir eski bölgeyi ziyaret edeceğiz. Burada oturan aile sayısı az. Çünkü herkes yeni yapılan evlere taşınmış. Buraya 4 aristokrat Yahudi yerleşmiş. Burası hem büyük mera anlamında ve hem de eski bir Alman toprağı. Bitigo Ailesi kilisenin desteğiyle zengin olunca krallığa kadar uzanıyor. Pazarcılık yapıyor, nehir taşımacılığında aranan isim oluyor. Hala belgede Tuna nehri vasıtasıyla nehir taşımacılığı, ulaşım yapılabiliyor. Rafting de ayrı bir yer tutuyor. Kral haset biridir. Suikast yapılmasından da korkuyor. Tedbir olarak gözlem ve yangın kuleleri yaptırıyor. İlk bira üretimi de bu dönemde başlıyor. 7 metreye kadar uzanan şerbetçi otu da bölgenin simgelerinden. Asmalardaki üzüm salkımı gibi ürün verebiliyor. Biracılık hala bölgede iddialı bir sektör. Egenbergler satın alıyor burayı. Daha sonra da bir başka Yahudi ailesi Sıvazenbergler. Sovyetler döneminde de sosyal konutlar yapılarak bölgenin çehresi değiştiriliyor. Bölge zaman tüneline girince çok el değiştiriyor. Almanya’nın, sonra Sovyetlerin işgaline uğruyor. Bugün ise Çeklerin elinde. Çeklerin dışındakiler kovuluyor ve Çeklerin Şehri” adı vererek yeni bir dönem başlatıyorlar. Rosenberg Ailesi daha sonra yerleşiyor. Hatırlarsanız “Rosenbergler Ölmemeli” adında romanı da yazıldı, filme de çekildi. Aynı konuyu mu hatırlatıyordu bilmiyorum. Öyle ki Mccarthy döneminde komünistlere

karşı atom bombasının sırlarını Moskova’ya sattıkları iddiasıyla suçlanan Ethel-Julius Rosenberg Ailesi ABD’de yargılanarak elektrik sandalye ile idam edilmişlerdi. Edebiyatımızda Garip akımının öncülerinden Melih Cevdet Anday(1915-2002) da Bir Çift Güvercin diye Rosenbergleri anlatan bir şiir yazmış, Zülfü Livaneli de bestelemişti. Söz konusu yıllarda her iki taraf da bu olayı kendi lehine kullanmaya başlamıştı. Mihmandarımız Rosenberg ismini hatırlatınca bu gelişmeler geldi aklıma. Bölgeye ait hikayeler çok fazla. Efsaneye göre Slovenya’da anaerkil bir ailenin lideri olan Prenses Libuse, avamdan bir köylüyü kocası olarak seçiyor. Kocasına Vitiva kıyılarında bir köy bulmasını ve böylece orada bir kasaba kurmasını istiyor. Bu şehir için de öngörüleri varmış. Adı altın kent olacakmış. Yani bugünkü Prag. Hristiyanlık dönemi boyunca bölge çalkantı yaşamış hep. Kral Vaclav, Kutsal Roma İmparatoru 4. Karl, Jan Hus ve Habsburg Hanedanları hep öne çıkmış. Premyslid Hanedanı ise daha da özel. Dinsel çekişmeler hep önde olmuş. Pencereden atarak iktidar için öldürmeler dikkat çekmiş. TANKLARLA BASTIRILAN PRAG BAHARI VE KADİFE DEVRİM

Yolcu yolunda gerek.. Yine kanola tarlalarından geçtik sarı sarı sapsarı.. ormanların esintisi otobüsümüzün içine kadar vurdu.. Prag’a yaklaştıkça evler daha bir zenginleşti, yollar daha bir düzenli oldu. 10 euroya kadar verilebilen pansiyonların sayısı da yol boyunca bizi takip ederek arttı. Bunu daha 29


çok aracıyla seyahat edenler tercih ediyormuş. Fiyatları soruyorum benzin bir Euro. Wolsvagen Golf 4 bin Euro. Yani 13 bin TL. Türkiye 80 bin TL ve üzeri. Çok eski boynuzluları gördüm Prag’a merhaba derken. Treleybüsler bir zamanlar İstanbul’un da vazgeçilmeziydi. İstanbul’da da adı boynuzluydu. Zaman zaman üzerindeki elektrik tellerinden sıyrılır. Sürücüsü inerek yerleştirmeye çalışırdı. Burada da aynı. Prag deyince hemen aklıma Prag Baharı ve Aleksandr Dubçek gelir. 1968 neslinin hatırlayacağı olaylar gelişti Prag’da veyahut diğer adıyla Çekosolavya’da. Prag Baharı adı altında yeni bir eylem başlattı gençler. Komünist Partisi lideri Dubçek yönetimindeki eylem yapan gençler “insani bir sosyalizm” isteyerek yollara düştüler. Ancak bütün Sovyet Bloku tankları Prag’daki yürüyüş yapan gençlerin üzerine yürüdü, altlarına aldı, kan akıttı, vahşette bulundu. Davet üzerine Bulgaristan. Doğu Almanya, Macaristan ve Polonya tankları da vardı SSCB askeri birliği arasında. Eylemi kanlı biçimde bastırdılar. Vaclav Meydanından tankların resmi geçişleri sırasında Praglıların gözleri yaşardı, ağlamaklı oldular. Ülke ve bütün hür dünya göz yaşlarına boğuldu. Komünist Parti yönetimi değişti, katı uygulamalar artırılarak devam etti. Tarih bunu ibretle anlatıyor ve hatırlatıyor. 1989 yılında Vaclav Meydanı bu defa Kadife Devrim ile yine katliama sahne oldu. Polis özgürlük isteyenleri copladıkça kalabalıklar fazlalaştı. Eylem kitle hareketine dönüştü. Binlerce insan demokrasi isteyerek yürüdü. 40 yıllık komünist yönetime karşı eylemciler evlerinin anahtarlarını sallayarak meydan okudular. Ertesi gün (18 Kasım 1989) komünist yönetim geri adım attı. Dubçek yeniden parlamento başkanı seçildi. Komünizme karşı tavrı ve demokrasi talebiyle özgürlük isteyen yazar Vaclav Havel Devlet Başkanı seçildi. Ancak Çeklerle Slovanlar arasında( Moravyalılar dahil) gerginlik arttı. Olaysız bir şekilde Çek ve Slovak Cumhuriyeti olarak Çekoslovaya ikiye ayrıldı(1993). Yazar Vaclav Havel yeniden Cumhurbaşkanı oldu, Prag’da başkent ilan edildi. Slovakya da Bratislava’yı başşehir yaptı. 2002’de de NATO Zirvesine ev sahipliği yaptı. İSTİFA MI DEDİNİZ? HEM DE BAŞBAKAN’IN

Prag’a girdik artık. Önce otele değil yine şehir gezisine ayırıyoruz zamanımızı. Mezarlıklar bakımlıydı. Mesai bitiminde başkente girdiğimizden trafik yoğunlaşmıştı. sayı//33// nisan 30

Trafik kontrolleri sıkı. Yeni yollar ve bağlantıları yapılıyordu. Daha girişte tarımın ilerde olduğunu traktörlerin çokluğu bize anlatmaya yeterdi. Hele ineklerin sayınının zirvede olması. At harasının bulunması. Yol boyunca ve bahçelerde mor salkımlı sümbüller aman de ne hoş, ne şık. Araçlara bakıyorum; daha fazla Uzakdoğu arabaları Toyato, KIA, Honda, Mazda, Nissan, Subaru, Hundai hepsini gördüm. Sanki doğu ve batı araçları burada soluk soluğa rekabet ediyor. Mercedes, BMW, Peugeut, Skoda, Citroen. Sürücüler için canlılar birinci sırada. Bir kediyi ezmemek için bir sürücünün neler yaptığını görünce gözüm fal taşı gibi açıldı. Bizde olsa, basar geçer yakışıklım. Fiat Tipo’nun satış fiyatı da 11 bin Euro imiş. Skoda ise her yıl 600 bin adet üretiliyormuş. Büyüklerde Passat, küçüklerde ise Golf motoru kullanılıyormuş. Bulvar üzerindeki bilbortlarda ilanlar Türkiye’yi hatırlatıyor. Traktör ve bahçe aletleri ilanları da bir hayli fazla. Bazı yeşil alan ve tarlalar da güneş enerjisinden istifade ediliyor. Viyana-Prag arası tam sekiz saat sürdü. Başkente girerken hızımız 50 km idi. Çünkü henüz şehir içinde ses duvarları yapılmamış. Ses kirliliğine mani olmak için böyle bir tedbir düşünülmüş. Polis ve ambülans araçlarının arkasına diğer sivil araçların girmesi yasak. Bir milyon iki yüz bin nüfuslu Prag da bölgelerden oluşuyor. Otelimiz 4. Bölgede. Ancak biz bugün birinci ve ikinci bölgeleri gezeceğiz. Yani şehir merkezini. Başbakanlığın önünde indik. Aracımız bizi burada bırakınca eski şehre doğru yürüyüşe geçtik. Birinci bölgede 80 bin kişi yaşıyormuş. Çünkü burada daha çok turizme yönelik yerlerle , iş merkezleri bulunuyormuş. Hayat daha ziyade sosyal konutlarda ve banliyölerde yoğunlaşmış. En ucuz iş gücü için Ukraynalılar tercih ediliyor. Daha çok da bu işçiler hizmet sektöründe ve temizlik işlerinde kullanılıyormuş. Çek Cumhuriyeti’nin toplam nüfusu da öyle pek fazla değil. Tabi çocuk yapmayınca olacağı da bu: 10 milyon 320 bin. Resmi dilleri ve tercihleri Çekçe. Kaba saba adamlar olduğunu mihmandarımız defalarca hatırlattı. Sert mizaçlılar. Alkolle araları fazlasıyla iyi. Halkın %80’i alkol kullanıyor. Alkolizm ülke için tehlike çanlarını çalıyormuş. Bunda Sovyet yönetiminin ve Rusların da etkisi olduğunu iddia edenler oldu. İdeal içkileri de 40 derece olan Beharofka imiş. Ülkede çok sayıda


uluslararası kuruluş yatırım yapmış vaziyette. Kaldığımız otel sahibi Türk müteşebbisin. Prag’daki lokantalar geç saatlere kadar açık. Prag’daki bölgelere gelince 4. Bölge modern iskan ve iş hayatının canlı bir merkezi. 3. Bölge çingene mahallesi. Birinci bölge ise en eski tarihi merkez. 1918 yılana kadar böyle bir devlet yok, hanedanların iktidarı, yönetimleri var. Çek Cumhuriyeti’nde rüşvetsiz iş yürümüyormuş. Ancak kamu görevlilerin istifa etmesi de an meselesiymiş. Bu konuya aşırı duyarlılarmış. Bir Çek Başbakanı İtalyan Başbakanı Berlusconi’nin malikhanesinde çıplak olarak görüntülenip medyada yayınlanınca hemen anında istifa etmiş. Cumhurbaşkanı’nın kızı tuhaf resimlerle magazin basınında yer alınca buna cevabı yine devlet başkanı vermiş “Bana değil, kızıma sorun?!” Clinton Yönetiminin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright de Prag doğumlu bir Yahudi Amerikalı devlet adamı imiş. GRANAT TAŞI

Gezimiz sürerken bilgiler de alıyor, etrafı dikkatle izliyoruz. 2. Bölgeye, Bohemya kristallerinin satıldığı, pazarlandığı yere geçtik. Eğer kristallerden anlamıyorsanız aldatılmanız her zaman mümkün. Dolayısıyla bilinen bir yerden almak en doğrusu. Eğer kristali parmakla tıklatıp çan sesi gibi bir çınlama duyulursa kristal olduğu doğrulanıyormuş. Çünkü içinde %24 oranında kurşun varmış. Bölgede kristaller genelde fason olarak üretiliyormuş. Bunun için Mısır kristalleri daha da tercih edilen bir kalitede imiş. Ancak buradaki porselenler de önemli ve ünlü imiş. “Dünyanın en meşhur taşı Çek Granat taşıdır” diye söylediler. Latince’de granat tohum anlamında imiş, nar içindeki kırmızı maddeye benzerlik gösterirmiş. Şans getirdiği iddia ediliyor ve elmastan sonra en sert taş olduğu anlatılıyor. Prag’ın en ünlü ve lüks oteli Corinthra’yı Kaddafi yaptırmış. İnter Continental gibi çok sayıda zincir oteller mevcut. Hukuk Fakültesi’nden de öğrenciler çıkıyordu. Türk öğrenciler burada da okuyorlar(mış). Yürüyerek intihar köprüsüne geldik. 2. Bölgeye böyle geçmiş olduk. 19. Yüzyıla ait binalar hala revaçta. Genelde butik otel yapılıyor. Ancak özelleştirmeden sonra fiyatlar katlanarak artmış. Kiralar yükselmiş. Başbakanlığı tek bir polis bekliyor. O da var mı yok mu belli değil

zaten. Praglılar bunu “Başbakan sevilmiyor da ondan” diye değerlendiriyorlar şaka ile karışık da olsa. Prag ile özdeşleşmiş bir oyun da Kukla Tiyatrosu. Kuklalar da değişik boyutta, karakterde ve renkte satılıyor. En ucuzu 80 TL kuklaların. Çekler domuz sırtı ve inciği tercih ediliyormuş. Fakat öyle bir mutfak ve yemek kültürü yok Çeklerin. Tercihleri ise kanlı ve çok az pişmiş et ile patates. Çek Ulusal Müzesi tadilatta olduğu için gidemedik. Ama eski şehirde adım adım dolaştık. Prag’ın tadına vardık. Opera binası mesela. Ulusal Gar’dan Rusya ile Almanya’ya her gün tren hareket ediyor. Otogar da öyle. Sırpların işlettiği meşhur bir kumarhanenin önünden geçtik. Buraya Türkiye’den bazı ünlü sanatçılarla, işadamları gelerek oyun oynarlarmış. Prag’ın 15 bölgesinde de yerel yönetim var. Eski binaları tarihi dokusu itibariyle genelde kamu yönetimi kullanıyormuş. Tuna üzerindeki köprülerin altında araçlar için otoparklar yapılmış. Aracımız da orada indirmişti bizi zaten. Buradan da bineceğiz daha sonra. İstanbul İstiklal Caddesi veya Ankara Tunalı gibi alış veriş caddeleri dolu. Genelde de Japon ve Vietnamlı turistler var. Ama daha çok zenginleri. Rus turist sayısı genelde azalmış. Sarayları görüyoruz. “30 Yıl savaşlarını” anlatıyor mihmandarımız. 31


CUMHURİYETİN İLK DÖNEMİNDE ŞEHİRLER VE ŞEHİRLİLER

DÜZENİN YABANCILAŞMASI

VE EN ÜSTTEKİLER Osmanlı'da ve 1950'lere kadar Cumhuriyet'te, üst düzey sivil ve asker bürokrasi, ülkedeki en yüksek gelir grubunu oluşturdu, Hüseyin YÜRÜK

nadolu İhtilali’nin yazarı Selahattin Selek, ‘Anadolu İhtilali’nin halkçı karakterini zaferden hemen sonra unuttuğuna’ dikkat çeker. Ona göre tıpkı İttihatçılar döneminde olduğu gibi Cumhuriyet Döneminde de ortaya yeni bir zengin sınıfı çıkarılmıştı. Anadolu’nun içine düştüğü bu açlık ve yoksulluk çukurunun derinleşmesinde, Ankara Hükümetlerinin ilgisizlik ve beceriksizlikleri kadar, Ankara’yı içten içe kemiren yozlaşmanın da önemli tesirleri vardı. ‘Her rejimin kendi burjuvasını ortaya çıkarması’ şeklinde özetlenen sosyal merhale şimdi Ankara’da da yaşanıyor, dün cephelerde vuruşan kahramanlar, bugün ülkenin geriye kalmış menfaatlerinden pay kapmanın kıyasıya mücadelesini veriyordu. Ülke adeta bir daha kurtarılıyordu. Ama bugün herkes kendisi için bir arsa, bir dükkan, bir makam, bir bağ evi kurtarmanın telaşı içerisindeydi. İbni Haldun’un sosyolojik tahminleri bir kez daha tezahür etmiş, şehre ele geçiren dağlılar, şehrin menfaatlerini kapışmaya başlamışlardı. Kurtuluş Savaşı’nda çeşitli cephelerde vuruşanlar, şimdi zafer ganimetlerinin paylaşılması kavgasına girişmişlerdi.İsmail Cem’in ifadesiyle; “Harbin bitişiyle birlikte ülkede kurulan mukaddes ittifak kısa zamanda ortaya bir mutlu azınlık çıkarmıştı. Bunların bir kısmı mebus bir kısmı eski subaylardı.” (Cem,1975:299) Devrimci cephedeki yozlaşma şikayet ve görüntüleri her geçen gün artıyor, rejim bu yozlaşmayı giderecek bilgi, yetenek ve kararlılığı gösteremiyordu. Şükrü Karatepe gelinen noktayı şöyle özetler: “Milletvekilleri ülkeyi geliştirmeye yönelik bir millî elit grup olmaktan çıkmış, çıkarlarını koruyan politikacılar topluluğu haline gelmişlerdi.” (Karatepe,1993:121) O günün Ankara’sının en belirgin iki güç odağı vardı. Bunlardan biri milletvekilleri, diğeri bürokratlardı. Bileşik kaplar gibi, bazı aile münasebetleriyle iç içe geçen yaklaşık bin kişiden müteşekkil bu topluluk Ankara’nın kaymak tabakasını teşkil ediyor ve perva etmeden ülkenin kaynaklarını insafsızca tüketiyorlardı. Bu döneme ait yozlaşmayı ve paylaşımı ‘Ankara’, ‘Panorama’ gibi eserlerinde anlatarak geleceğe ışık tutan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, arkadaşlarının Milli Mücadele ruhunun, şahsî menfaat duygusuna doğru nasıl

sayı//33// nisan 32


evrim geçirdiğini canlı misalleriyle anlatır. Onun müşahedelerine göre ‘Dünün kahramanları bugünün arsa spekülasyoncularıdır. Devrimciler kadrosu bir kazanç ve menfaat şirketi haline dönüşmüştü.” (Uyar,1999:96) Karaosmanoğlu şöyle devam eder:“İktisadi kalkınmamız kendi çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen anaforcu bir takım tufeyli unsurların eline geçmiş, yapılan tesisler aşırı pahalıya malolduğundan millet bunların sadece yükünü çekmişti.” (Karaosmanoğlu,1993:112) Hikmet Özdemir dünün kahramanlarının bu gün geldiği noktayı şöyle özetler: “Dünkü kahraman inkılap liderleri bile bugünün ipekli ropdöşambrlarına bürünmüş, fağfur banyolu kaşanelerinden dışarıya başlarını uzatmak istemez olmuşlardı.” (Özdemir,1995:132) Samet Ağaoğlu’na göre; “Bu gibiler parmakla sayılmayacak kadar çoğalmıştı. Zeytinyağı piyasasını tekeli altına alan bakanlar, karaborsacıları koruyan valiler her köşe başında yerini almış çalışmaktadır.” (Ağaoğlu Samet,1969:88) “Bunların hepsi Kavaklıdere, Küçükesat ve Büyükesat’taki köşklerinde oturmaktadır. Kilerleri balık yumurtasından taze havyara kadar sürekli en nadide mezelik erzakla tıklım tıklım olup, bir altınbaş rakı şişesi buzdolaplarında sürekli buğulanmaktadır.” (Ekinci,1997:78) Devrin Başbakanı İsmet İnönü zaman zaman olanlara bazı eleştiriler getirse de O da kendisine ve kardeşine düşen hisseyi almaktan da geri kalmıyordu. İsmet Paşa’nın rantçılara

engel olmak için koyduğu yasakların da çok geçmeden herkesi kapsamadığı görülmüştü. “Devlet kapıları bazı çıkarcı politikacılara daima açık tutulmuştu. Bu ise Meclis kulislerinde hep İsmet Paşa’ya yönelik yoğun dedikoduları beraberinde getirmişti.” (Uyar,1999:313) Başbakan İnönü kadar iktidar partisi CHP’nin de içinde bulunduğu konum, rant paylaşım safahatını daha ziyade teşvik eder bir vaziyetteydi. “Devlet bürokrasisi de CHP teşkilatı da her türlü prensipten uzak, küçük çıkarların peşinde koşan, halktan kopmuş bir çıkar şirketi haline gelmiş durumdaydı.” (Yetkin,1997:30) Kemal Karpat, Ankara’da yaşanan elitleşme sürecini şöyle analiz eder: CHP'nin taşradaki orta-düzey kadroları büyük kazançlar getiren devlet tekellerinin kontrolünü ele geçirdiler ve büyük servetler edindiler. CHP liderleri, 1850'lerden beri modernistler arasındaki belirgin bir eğilimin sonucunda, artık bir elit grubu olarak tam bir hâkim sınıfa dönüşmüştü. (Karpat,2007:186) Bu sosyal yozlaşmadan dolayı ülkenin en ileri kesiminde bile halk kitleleri yeni devletle kaynaşamamıştı. Halk şüpheli, kasvetli ve gayr-ı memnundu.“Takriri Sükun Kanunu’ndan itibaren Ankara burjuvası iktisat politikasını vergiler ve tekeller kanalı ile yoksul kitlelerin sırtından yürüterek geçiniyordu.” (Ahmad,1999:78) Esasen CHP bir ‘halk fırkası’ haline bir türlü gelememişti. CHP halkın dışında dar, basit bir bürokrat hizbi ile bu hizbe seçim ve menfaat bağlantıları olan mahalli bir kadrodan ibaretti. Yetkin’e göre; “Bu sonuç 33


CHP’nin halkla karşı karşıya gelmiş olmasından başka bir anlam taşımıyordu.” (Yetkin,1997:96) Halkla Düzenin yabancılaşması o dereceye kadar varmıştı ki; “Devrin CHP iktidarı Erzincan depremi için Romanya’dan gelen kereste yardımıyla Ankara’da Saraçoğlu adıyla bir mahalle kurabiliyordu.” (Arvas,1946:77) Devrin Kütahya Mebusu Besim Atalay bu devri ‘Kurtarılan memleketin kurtarıcılarına peşkeş çekilmesi’ şeklinde tefsir ederken, Mihri Belli de döneme ait anılarında ironik bir üslup kullanarak, “Kemalist seçkinlere devlet ‘Yürü ya kulum!” demişti, (Belli,1989:51) diyerek döneme ışık tutuyordu. Ankara burjuvazisinin rant paylaşımında ülkede yeni bankaların kurulması önemli bir milat teşkil eder. Yeni kurulan bankaların idare heyetleri bir anda Halk Partisi’nin kodamanları ve Ankara seçkinlerinin kaymak tabakasıyla dolar. “İş Bankası kurulduktan sonra, banka aracılığıyla dış sermayeye komisyonculuk yapan kompradorların bir anda villaları, apartmanları yükselmeye başlar.” (Sertel Sabiha,1987:112) Aralarında Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşlarının da bulunduğu ve “Aferistler şeklinde isimlendirilen bu bürokrat şahıslar zaman içerisinde hükümetle menfaat çatışmasına girecek kadar güçlenmişlerdi” (Bila,1999:57) Kurucusu Celâl Bayar, İdare Kurulu Başkanı Siirt Mebusu ve Milliyet Gazetesi sahibi Mahmut Soydan olan İş Bankası söylenenlere göre “Bir çok kapitalist sayı//33// nisan 34

imal edecek, dünün Kuvayı Milliyecileri burada iş hayatının tadına varacaklardı.” (Ekinci,1997:105) O günlerde kurulan ve içinde 54 milletvekili, 37 tüccar ve bazı sivil, asker, bürokrat bulunan ‘Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi’ yabancı sermayenin ülkeye giren koçbaşı misyonunu yüklenir. Şirketin kurucuları adeta CHP Hükümeti gibidir. Yunus Nadi, Şükrü Kaya, Ali Çetinkaya, Kılıç Ali, Tunalı Hilmi vs. Bu grup kısa zamanda hayal edilemeyecek bir servet ve nüfuza sahip olur. Resmî kayıtlara göre 1929 Türkiye’sinde 25 sanayi ve maden şirketi bulunuyordu. Bunların idarelerinde ise 20 civarında mebus vardı. “Mevcut 38 bankada ise 31 adet mebus vazifeli bulunuyordu. Yani hemen hemen her büyük yerli şirketin mecliste bir mebusu mevcuttu. Sadece İş Bankası’nın idaresinde 13 mebus vardı.” (Başkaya,1991:118) Falih Rıfkı Atay da Çankaya’sında İş Bankası’nın kurulmasının bünyeyi tahrip eden ilk çürüme alametlerinden olduğunu ifade eder.O’na göre “İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulması Cumhuriyet tãrihi için pek acıklı bir salgının başlangıcıydı.” (Atay,1998:59) Ankara burjuvazisinin, ruhanî bir ideal birlikteliğinin ardından bir rant paylaşımı adına düştüğü haller çok acıklıdır. Aydın zümre kendi içinde birbirlerine olan güvenini kaybetmiş, birbirinden korkan insanlar haline gelmişlerdi. Ankara’da hürriyet idealinin yerine başka idealler filizlenmeye başlamıştı. O günün Ankara’sında egemenlerin içine düştükleri bu sosyal depresyonu Samet Ağaoğlu dokunaklı bir ifadeyle çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer:“Vefasızlığın, hıyânetin siyãsî rekabet ihtirasının insanları sürüklediği çeşitli ahlaksızlıkları o yaşlarda tanıdım ve gördüm. Daha üç beş ay önce amca diye ellerini öptüklerimin sehpalarda sallanan cesetlerine korka korka, titreye titreye baktım. Birbirlerine ölünceye kadar sadık kalmaya yemin etmiş insanların aradan çok geçmeden yine birbirlerini yok etmeye nasıl hazırlandıklarını hayretlerle dinledim. Yalnız küçük dağları değil, büyükleri de kendisinin yarattığını sanan kabadayılar gördüm. Süngüler arasında kendisini sorguya çeken dünkü arkadaşlarının önünde yerlere kadar eğilerek hayatını bağışlamaları için yalvaranları gördüm.Profesörler gördüm; öğrencilerini hükümete jurnal ediyorlardı. Valiler gördüm; siyãsî hasımlarının ipe çekildiği zaman çıkardıkları seslerin taklidini yaparak,


vücutlarının gevşemesinin neticesi beliren bazı halleri kahkahalarla anlatıyorlardı. Milli Mücadele’nin her biri bir cephesinde yarı ilahlar gibi ölüme hükmetmiş yüzlerini gördüm; sokaklarda kendilerini belli etmemek için duvar diplerini sürünerek geçiyorlardı.” (Ağaoğlu Samet,1969:24) Kemal Karpat da gelinen noktayı şöyle özetler: Osmanlı'da ve 1950'lere kadar Cumhuriyet'te, üst düzey sivil ve asker bürokrasi, ülkedeki en yüksek gelir grubunu oluşturdu, sosyal ve siyasal piramidin en tepesinde yer aldı. (Karpat,2007:144) Şevket Süreyya Aydemir tüm bu yaşananların adını ‘iktidar yorgunluğu’ olarak koyarak şöyle anlatır:Çünkü ortada büyük bir hastalık vardı. Adı söylenmeyen, ama herkes tarafından bilinen ve gittikçe artan bir hastalık: İktidar yorgunluğu! Evet, iktidar artık hastaydı. İktidar yorulmuştu. Kararsızlık ve dağınıklık, bu hastalığın buhranlarıydı. İktidar, damarlarına zerk etmek istediği taze kanlara rağmen eski usullerin, eski otoritelerin baskısı altındaydı. İktidar, her gün biraz daha halsizleşiyordu. (Aydemir,1974:502) Karaosmanoğlu, bu yozlaşma ve yabancılaşmanın vardığı son noktaya şöyle dikkate çeker: CHP’nin 300 kişilik Meclis kadrosu içinde inkılâp heyecanını duyan ve liderin dehasına gerçekten inanmış olanlar parmakla sayılacak kadar azdı.(Karaosmanoğlu 2005:5) O yıllarda Falih Rıfkı da aynı hayal kırıklığını çeşitli yazılarında şöyle dile getiriyordu :“Daha devrimin ikinci yılında Atatürk ve eserlerine inananlardan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak veya memlekette rahat ve kazanç mevkilerini elde etmekte sabırsızlanmakta idiler. Bu harap vatandan uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Avrupa şehirlerinde bir devlet konağına yerleşerek devlet arabası ve devlet dövizi ile ömürlerini hoşça geçirmek veya Çankaya’daki nüfuzlarını iş piyasasına satarak bir iki vurgunda nesillik servet edinmek hırsı, Çankaya’daki ihtilalci yuvasını saray havası ile zehirliyordu. (Atay,1998:447) (…) Bir çok arsalar spekülasyoncuların eline geçmişti. Bunlar en başta devlet dairelerinin bir mahallede toplanmak fikrine karşı koydular. Çünkü Ankara’da nüfuz ticaretinin ilk kaynağı, meselâ Cebeci’de ucuz bir arsa almak ve Maarif Vekili’ne konservatuarı orada yapmaya karar verdirerek arsasını ona satmaktı. (Atay,1998:424) (…) Bir aralık vaktiyle orduda politikacılık eden ve Gazi’nin hiç sevmediği bir

eski subay Ankara sokaklarında görünmüştü: Gazi:-Ne işi var bu adamın Ankara’da? Diye şüpheye düşmüştü.Komisyonculuk için dolaştığı söylenmesi üzerine, bazıları:-Davanın bütün zahmetlerini biz çekeceğiz, parasını onlar mı kazanacaklar? diye söylenmişlerdi.Bir gün Milli Savunmanın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilcisi aynı milletvekili olduğu görülmüştü.(Atay,1998:454) Falih Rıfkı Atay, Ankara’da ilk gecekonduculuğun ne zaman başladığını da şöyle anlatır: Dışarıdan gelenler Ankara Kalesi tarafındaki sırtlarda ilk gecekonduları tecrübe ettiler. İmar Komisyonu yıkılma kararı verdi.Vilâyet ve belediye aldırış bile etmedi. Türkiye’de gecekondu faciası, işte o zamanlar Ankara Belediyesi’nin imar plancılığını bu türlü baltalamasından aldı, yürüdü.(Atay,1998:426) Dönemin şahitlerinden Ali Naci Karacan da şu analizi yapar: Genç Cumhuriyeti köstekleyenler, eski İmparatorluk kalıntıları, İttihatçı döküntüleri, ırkçı-dinci geri politikaların gizli militanları değildi. Asıl köstekleyiciler, Mustafa Kemal’i anlayamadıkları halde onunla beraber görünenlerin çoğunluğu teşkil etmesiydi. Devrim, güya yandaş görünenlerin ihanetine uğruyordu. Onlar, Mustafa Kemal’in çağdaş hayata erişmek ilkelerini alıyorlar, güya onlara sahipmiş gibi görünüyorlar, sonra da, kendi bilgisizliklerinin ve kısır ihtiraslarının örslerinde hepsinin biçimlerini bozup kendilerine mızraklar hazırlıyorlardı. (Karacan-Tanju,1986:140) Dönemin en 35


önemli şahitlerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu da bir romanına yazdığı girişte yaşanan büyük hayal kırıklığını çok yalın bir şekilde şöyle anlatır:Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya vermek üzere, geçirirken bir düş görüyor gibi oldum.Kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Milli Mücadele ruhundan hemen hiç bir iz bulamıyorum. Ya son bölümde hayalini de kurduğum Türkiye'nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk'ün öncülüğü ve rehberliği ile bu ideal bir Türkiye'ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz o sosyal,kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara'nın içinde tepinip durmaktayız. (Karaosmanoğlu,2005:9) Ali Naci Karacan bu anlamda noktayı şöyle koyar: Özellikle cumhuriyetin o ilk yıllarında, herkeste böyle ‘önemli adam’ görünmek, ‘özel görevli’ pozları takınmak pek modalaşmıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı tribünden seyredenler, hatta bu zahmete bile katlanmayanlar, maçı ya da yarışı kendileri kazanmışlar gibi öyle şirret bir böbürlenme havasındaydılar. (Karacan-Tanju,1986:216) Ankara’nın sönük gaz lambasının ışığına alışkın halkı için içerdekiler, bir meşâle gibi yanan elektrik sayı//33// nisan 36

lambalarının altında dans edenler, elbiseleri, yiyip içmeleri, davranışları ile çok uzak bir dünyanın temsilcileridirler. M. Kemâl, Ankara’yı başkent yapmaya karar verdiğinde mebuslar, bürokratlar, yakınlar o zamanlar her yeri arsa ve kır olan toprakları, hemen tapularına geçirmişler, birkaç kere de, artan paralarla satılmasına, mülklerin el değiştirmesine sebep olmuşlardı. Karpat’a göre CHP, profesyonel bir bürokrasi oluşturmuştu: CHP / CHP’yi kendi örgütsel temelleri olarak kullanan bürokrasi ve aydınlar, kapsamlı ve yoğun bir siyasal sosyalizasyon kampanyası aracılığıyla, çeşitli kentli ve kırsal grupları modern ulus devletin siyasal kültürüne dahil etti. Bunun sonucunda siyasal sistem gerilimlere dayanıklı hale gelip en azından teorik olarak siyaset üstü bir profesyonel bürokrasi yarattı.(Karpat,2007:63) Yabancı araştırmacı Hale de benzeri bir tesbit yapar: Gerçekten demokratik ve girişimci bir toplumdan elde edilebilecek çıkarlar üst kademelerde bulunanlar tarafından anlaşılmadı; toplumun gelişmesine yardımcı olmadılar. (Hale,1984:682) RANTİYECİLİLİK

Ankara’nın o günlerdeki en önemli gündemi rant peşinde koşan devlet adamlarının kaptığı paylardı. Bu rantçıların başında Sami Günzberg geliyordu. Devlet Bakanı Nihat Erim Mecliste açıkça şu soruyu sormuştu: “Bugünkü kıymeti ile bir milyar lirayı tecavüz eden malı bütün vereselerden tek tek yok pahasına almış alan Sami Günzberg ile hemşiresi Lili’yi Büyük Millet Meclisi bağışlayacak mıdır, bağışlamayacak mıdır? (Koçak,1990:89) Dönemin bir başka şahidi Hıfzı Veldet Velidedeoğlu yaşadıklarını şöyle anlatır: Ankara’da dikkatimi çeken bir şey de arsa spekülasyonuydu. 1919 ve 1920’lerde kimsenin ev, arsa, bağ, bahçe edinme hırsına kapıldığını görmedim ve duymadım. Buna karşılık 1922 yılının sonunda, hele 13 Ekim 1923’te Ankara’nın hükümet merkezi olmasından sonra bu kentte bir arsa edinme hırsı başladı. İki yıl ayrılıktan sonra Ankara’ya gelişimde, orada 1920’lerin özveri havası, savaş coşkusu ve kurtuluş amacının bir zafer gevşekliğine, bir «dünyalık edinme» çabasına dönüştüğünü gördüm. (Velidedeoğlu,1977:127-128) Ahmet Kabaklı bu paylaşımın adeta bir felsefe haline geldiğinden bahseder: Kale önünden Meclis’e, Çankaya’ya kadar inip çıkan bayırlar, bataklıklar, bağlar, bahçeler hummalı ticaretle alınıp satılıyor, her tarafta binalar


kuruluyordu.Tek Parti, adamlarını zengin etmeyi, halkı ezerek, korkutarak sermaye ve nüfuz çevreleri yapmayı, âdeta felsefe haline getirmişti. (Kabaklı,1989:381) Cumhuriyetin kurucularının hırs ile yağmaladığı mekanlardan biri de Osmanlı Hazinesiydi. Münevver Ayaşlı bu vakıayı şöyle anlatır:Hanedan ile beraber 1924 senesinde dışarıya gidip 1952 senelerinde memlekete avdet eden Sultan Efendi ile beraber Topkapı Sarayı’na gitmiş, Hazine’yi gezmiştik. “Aman, Münevver, bir şey kalmamış, bomboş” diyordu.(Ayaşlı,2003:162) (…) Hazine'den çok eşya satılmış muhakkak. Bu işi de Selahattin Refik Bey üstlenmiş. Bu satışlar katiyen memleket dahilinde olmamış, hep harice gitmiş. Bundan başka da İstanbul'un zenginlikleri de hep dışarıya taşınmış, "Patrimoines Nationalesi" denilen milli servet, milli kültür de memleket haricine çıkmış, en çok Mısır'a gitmiş. Demokrat Parti iktidara gelince bunun hesabını sormak istemişti. Bir komisyon kurulmuş, çok kıymetli eşyaların yok olduğu anlaşılmıştı. Bu, Celal Bayar'ın işine gelmiyordu, bu araştırmayı istemiyordu. Araştırma komisyonu, kendi kendini lağvetmeden "Çıktı, çıktı. Eksik zannedilen eşyalar çıktı. Başka yerlere konmuş. Bulundu, bulundu." diyorlar ve meseleyi örtbas ediyorlardı. Halbuki bal gibi, Hazine'den pek çok kıymetli eşya yok olmuştu. (Ayaşlı,2003:168) Mete Tunçay yağmanın bilinmeyen bir başka boyutunu gözler önüne serer:Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün? Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. (Tunçay,2010) Devletin yöneticilerinin gelir elde etme yöntemlerinden biri de yabancı şirketlere imtiyaz sağlamaktı.Yabancı şirketlere tanınan imtiyazlar bir Batılı yazarın deyişiyle ‘aklın almayacağı sınırlara ulaşmış’ diğer yandan imtiyazların alınması sırasında büyük emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışması daha belirgin bir şekilde açığa çıkmıştı. (Alpar,1984:705) Karacan’a göre;Cumhuriyet bayramlarında atılan nutuklarda söylendiği gibi, çağdaş hayata adımımızı atmalı,

mutluluğumuzun gururunu duymalıydık. Ama işte pislik akıyordu her yerden. Vurgunlar yapılıyor, kirli işler çevriliyor, kaldırılan her kapağın altından bir rezaletin kokusu yayılıyordu. (Karacan-Tanju, 1986:109) Bu dönemi Ahmet Hamdi Başar şöyle anlatmaktadır: «Yeni Gümrük tarifesinin arkasına sığınarak birkaç misli yükseğe satan basit ve şımarık bir sanayi türemeye başlamıştı. İşte demir telleri keserek çivi yapan, çiviyi dış piyasa fiyatının on misline satan, milli sanayii olduğu için demirleri de gümrüksüz sokan şu çivi fabrikası eski bir medresenin yıkık duvarları arkasında kurulmuştur... İşte şu bakır mamulatı fabrikası, mahallemizin köşesinde eski bir taş evde kurulmuştur. Fabrikanın saçtan bacasından yayılan kurum, halka pencerelerini bile açmaya müsaade etmez. Mahallenin şikâyete hakkı yok. Bunlar Vatanın selameti için çalışıyorlar». (Alpar,1984:728) Atatürk’ün yakın kurmaylarından Binbaşı Hüsrev Gerede de yaşanan yağmayı şöyle anlatır:Fakat bu işin en acı, tarihin bağışlayamayacağı yönü, Kurtuluş Savaşı sırasında bazı açıkgözlerin haksız kazanç sağlayıp zengin olmalarıdır. Bu yüzden Ankara’nın yapım çalışmaları pahalıya mal olmuş, devletimiz ne yazık ki zarara uğratılmıştır. Bu duruma Atatürk engel olabilirdi. Ama bazı çevreler kendisine doğru bilgi vermediler. Özellikle Yenişehir bölgesini gerçek değerinin üzerinde pazarlamak isteyenler, arsa, apartman ve değerli konut sahibi olmak isteyen hırslı insanlar bir türlü engellenemediler. Hükümette görev almış bazı siyasiler, bir çok milletvekili, kolay yoldan para kazanmış müteahhitler, milli savunma ihalelerinde yükünü tutmuş namussuzlar için bu kentsel yapım çalışmaları önemli bir gelir kaynağı oluşturdu.(Gerede- Önal,2003:264) 37


III.MİLLİ KÜLTÜR ŞURASI

ŞEHİR VE KÜLTÜR KOMİSYON RAPORU Kültür ve Turizm Bakanlığı III. Millî Kültür Şurası bünyesinde oluşturulan Şehir ve Kültür Komisyonu 4 Mart 2017 Cumartesi günü saat 09:30’da Lütfi Kırdar Kongre Merkezi Dolmabahçe B Salonunda Komisyon Başkanı Prof. Dr. Ümit Meriç başkanlığında tüm üyeler ile editör ve raportörlerin katılımıyla toplandı.

ültür ve Turizm Bakanlığı III. Millî Kültür Şurası bünyesinde oluşturulan Şehir ve Kültür Komisyonu 4 Mart 2017 Cumartesi günü saat 09:30’da Lütfi Kırdar Kongre Merkezi Dolmabahçe B Salonunda Komisyon Başkanı Prof. Dr. Ümit Meriç başkanlığında tüm üyeler ile editör ve raportörlerin katılımıyla toplandı. Saat 09:30 ile 13:00 arasında gerçekleştirilen I. Oturumda komisyon üyeleri bildirilerini sundular. 14:30 ile 18:30 arasında gerçekleştirilen II. Oturumda üyeler tarafından sunulan bildiriler müzakere edildi. Müzakere sonucunda üyelerin katılımıyla hazırlanan ön-rapor, 5 Mart 2017 Pazar günü Komisyon çalışmalarına iştirak eden müzakerecilerin de önerileriyle genişletildi ve Kapanış Oturumunda okunarak kabul edildi. Komisyon Başkanı: Prof. Dr. Ümit MERİÇ Komisyon Üyeleri / Prof. Dr. Ahmet Emre BİLGİLİ/ Dr. Enes Battal KESKİN / Can Kemal ÖZER/ Prof. Dr. Kemal SAYAR / Prof. Dr. Korkut TUNA / Prof. Dr. Köksal ALVER/ Mehmet Kamil BERSE / Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN / Yrd. Doç. Dr. Yunus UĞUR Komisyon Editörü: Erdoğan MURA Komisyon Raportörleri / Banu BEDEL / Yeniz SÖNMEZ Yrd. Doç. Dr. Erkan ÇAV Müzakereciler / A. Sedat SERT, A. Turan ERDOĞAN, Abdullah GÜVEN, Abdüssettar YARAR, Ahmet Cihat KAHRAMAN, Ahmet Turan ERDOĞAN, Ahmet YİĞİTOĞLU, Aslıhan GÜR, Asu AKSOY, Aydan ÖZKAN, Ayşe ÖZCAN, Ayşegül KÖPRÜCÜ, Bedrettin VAİZOĞLU, Büşra YILMAZ, Cenk OĞUZSOY, Dilhun CANATAN, Ece A. ALTINIŞIK, Ecevit ÖKSÜZ, Ekrem YÜCE, Emin Yaşar DEMİRCİ, Emrehan Furkan DÜZGİDEN, Eyyüp UÇAK, Ezgi KÜÇÜK, Fadime SOLMAZ, Fatma Nur YAVUZ, Hasan YAŞAR, Hüseyin YORULMAZ, İdris SERÇE, Kadir PÜRLÜ, Kemal KARATÜTER, M. Kürşat KILIÇ, Mahmut BALCI, Mehmet Bülent ÖZTÜRK, Mehmet TANIR, Mithat YOLCU, Mustafa ÇALTI, Mustafa ERİM, Mustafa Kemal KARATATAR, Nimet OKAN, Nurcan ÖZKAPLAN YURDAKUL, Osman AKBAŞ, Ömer ÖZTÜRK, Ömer UZUN, Salih ŞAHİN, Savaş TULGAR, Sedat SERT, Seniye Selcen ONUR, Seydihan KÜÇÜKDAĞLI, Sinan PEHLİVANOĞLU, Süreyya BÜYÜKÇINAR, Ş. Nabi ÖZKADI, Turan ERDOĞAN, Ünsal ÇAKMAKLI, Veysi AKCAN, Yılmaz UZUNÖZ, Yusuf BATUR.

sayı//33// nisan 38


“İnsanın en büyük erdemi, şehir inşa etmektir.”Platon “Hüner bir şehr bünyâd etmektir / Reâyâ kalbin âbâd etmektir.”Fatih Sultan Mehmed “Şehir bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır.” Ahmet Hamdi Tanpınar “Şehir, yalan söylemez.” Gülzar Haydar TESPİTLER: Şehirler, medeniyetlerin beşiğidir. Dünyanın en eski iki yerleşim merkezi olarak gösterilen ve M.Ö. 10.000’lere tarihlenen Çatalhöyük ve Göbeklitepe, Türkiye sınırları içindedir. İnsanlığın göçebelikten yerleşik hayata geçişinin bir adımı olan tarım devrimi sonucu ortaya çıkan şehirler, sanayi devrimiyle birlikte hızlı bir büyüme içine girmişlerdir. Günümüzde şehirler, daha iyi bir kazanç, daha güvenli bir çevre, daha kaliteli bir sağlık ve eğitim, daha temiz içme suyu gibi sebeplerle, bu imkanlara kavuşma ümidi besleyen kırsal bölge insanları için bir cazibe merkezi oluşturmaktadır. Birleşmiş Milletler’in hesaplarına göre, dünya üzerindeki şehir nüfusu her hafta 1 milyon artış kaydetmektedir. Daha iyi imkanlar sunan yerleşim arayışına kapılmış olmak bir zihniyet değişimini göstermektedir. Şehirler bu imkanların tamamını sağlamaktan uzak olduğu halde, insanlar ısrarla şehirlere akın etmektedir. Ama bu zihniyet değişimi büyük toplumsal değişimlere kapı açabilecektir. Şehir hayatının iş ve aş getireceği ümidi, kitle iletişim araçları, özellikle televizyonla yaygınlaşmakta ve şehir imajı parlatılmaktadır. Gelenler, henüz tam anlamıyla şehirli değildir, ancak

şimdilik sorunlu görünen bu halk tabakalarının gelecekte hangi siyasi, sosyal ve ekonomik yapıların yaratıcı aktörleri olacaklarını bugünden kestirmek oldukça zordur. 1975 yılında, dünya üzerinde, nüfusu 10 milyonun üzerinde 3 şehir varken, 2007’de bu rakam 19’a çıkmıştır. 2017 yılında ise, dünyadaki en büyük 10 şehir Asya, Afrika ve Latin Amerika’da yer almaktadır: Tokyo, Bombay, Lagos, Şanghay, Jakarta, Sao Paulo, Karaçi, Pekin, Dakka, Mexico City. Bu şehirlerin içinde sadece Tokyo ekonomik açıdan gelişmiş bir ülkenin şehridir. Sıralamada yer alan İstanbul da dahil olmak üzere, bu şehirler yakınlarındaki diğer şehirleri de alarak birer küresel şehir öbeği oluşturma eğilimindedir. Geldiğimiz noktada, sanayileşmiş toplumlardaki nüfusunun yaklaşık %60’ı ile %90’lık bir dilimi şehirlerde yaşamaktadır. Günümüzde küreselleşme diye adlandırılan çapraşık ve çok yönlü iktidar ilişkileri ağı büyük metropollerde düğümlenmekte, kendini yeniden üretmekte ve yaygınlaşmaktadır. Şehir toplumlarını isimlendirmek için bilişim toplumu, risk toplumu, gözetim toplumu, ağ toplumu, enformatik toplum gibi çeşitli tanımlar kullanılmaktadır. Küreselleşmenin görünür boyutlarından bir tanesi dünya ölçeğinde kültürel trafiğin yoğunlaşması ve hızlanmasıdır. Küresel kültür endüstrisinin dünya piyasalarını istila eden ürünleri karşısında ulus-devletlerin kendi öz varlıkları olarak tanımladıkları millî kültürlerini savunmaları giderek zorlaşmaktadır. 39


Küreselleşmenin tetiklediği şehirleşmeden doğan sorunları ve bunlara getirilebilecek çözüm önerilerini tespit edebilmek amacıyla Birleşmiş Milletler yirmişer yıl arayla üç Habitat toplantısı yapmıştır. Bunlardan birincisi 1976 yılında Kanada’nın Vancouver şehrinde, ikincisi 1996 yılında İstanbul’da, üçüncüsüyse 2016 yılında Ekvador’un başkenti Quito’da gerçekleştirilmiştir. III. Habitat toplantısının Sonuç Bildirgesi’ne göre şehirler dünyadaki toplam arazinin %2’sini kaplamakta, Gayri Safi Yıllık Hasıla’nın %70’ini üretmekte, dünyadaki enerjinin %60’ını tüketmektedirler. Aynı rapora göre, şehirleşmenin, millî ve bölgesel ekonominin büyümesine katkı sağladığı, yerel yönetimleri güçlendirdiği, yoksulluğu azalttığı, kentsel hizmetlere erişimi arttırdığı ve yeterli konut hakkına ulaşmada ilerleme sağladığı söylenebilir. Bununla birlikte, hızlı şehirleşmeyle kentsel doku parçalanmış, uygun fiyatlı konutlar üretilememiş, kentsel rant artmış, kamusal alanlar yetersiz kalmıştır. Şehirleşmenin çözülemeyen konuları arasında gecekonduda yaşayan nüfusun artması, sağlık hizmetlerine erişim zorluğu, altyapı yetersizliği, su kirliliği, trafik sorunları, ekosistemlerin zarar görmesi, bireysel ve toplumsal şiddet ile insan hakları ihlalleri gibi başlıklar diğer sorunlar olarak dikkat çekmektedir. Şehir, kültürü taşıyan bir kaptır. Toplumların kültürleri aynı zamanda şehirleri şekillendirir. Şehir ve kültür açısından günümüzde tartışılması gereken ana gündem maddeleri arasında yaşanabilir ve güvenli şehirler, şehir kültürü ve tarihî miras, farklı kültürlere saygı, sosyal sayı//33// nisan 40

dayanışmayı kuvvetlendirmek, toplumsal cinsiyet eşitliği, yoksulluğun yok edilmesi, göç ve mülteci meselelerinin çözümlenmesi ve engelli bireylerin sosyal hayatla bütünleşmesinin sağlanması sayılabilir. Dünyanın bir parçası olan Türkiye’de şehirleşme olgusu değerlendirildiğinde; 2011 verilerine göre şehirlerde yaşayanların oranı %75, köylerde yaşayanların oranı %25 iken, Türkiye İstatistik Kurumu 2015 verilerine göre Türkiye’de il ve ilçe merkezlerinde ikamet edenlerin oranı toplam nüfus içerisinde %92’ye yükselmiştir. Belde ve köylerde yaşayanların oranı ise sadece %7,9’dur. Şehir ve Kültür Komisyonunda sunulan tebliğlerde öne çıkan konular şunlardır:Günümüz Türkiye’sinde insanımız iş, alışveriş ve medya hapsindedir. Bu, aile fertleri arasındaki iletişimi koparmış, göz ve söz teması azalmış ve ruhlar mekânsızlaşırken mekânlar da ruhsuzlaşmıştır. Tarih boyunca şehirlerimizde yaşanan mahalle hayatı çözülmüş, insanlar birbirlerini tanımadan yaşamaya başlamış, zengin-fakir arasındaki mesafe artmış, “Önce selâm, sonra kelâm” diyen, komşusu aç iken kendisi tok yatmayan insanlarımız, asırlardır maddeci dünyaya örnek olan tutum ve davranışlarından uzaklaşmıştır. Yerel özellikleri ortadan kaldıran ve yaşam biçimlerini standartlaştıran küreselleşmenin hız merkezli şehir anlayışına karşı, Avrupa’da alternatif bir şehir modeli olarak sunulan “yavaş şehir”ler, son on yılda Türkiye’nin de gündemine girmiştir. Yine son yıllarda


yaygınlaşan marka şehir yaklaşımı ise, şehrin kendi mutluluğu ötesinde sadece pazarlama odaklı ve aceleci uygulamalar sonucu beklentileri karşılamamıştır. “Dünya, ecdadımızdan miras kalan değil, gelecek nesillerden ödünç alınan bir emanettir.” Bu bilinçten uzaklaşmak, tabiata rant odaklı bir bakışa yol açmış, bunun sonucunda ülkemizde fauna ve flora fakirleşmiştir. 15 Temmuz Olayı, yeni bir şehir bilinçlenmesi olarak değerlendirilebilir. Bugüne kadar askerî darbelere farklı dinamiklerle sessiz kalan kitlelerin, yeni şehirlilerin de varlığı ile, 15 Temmuz İşgal ve İç Savaş Girişimi’ne karşı gösterdiği demokratik refleks, şehirlilerin millî meselelerde toplumsal ve siyasî farklılıklara rağmen ortak tavır koyabileceğini göstermiştir. ÖNERİLER

Toplumun farklı paydaşlarının ittifak ettiği, kuşatıcı bir medeniyet tasavvuru ve bunu ortaya koyabilecek bir şehir tasarlama niyeti, birikimi ve kabiliyeti geliştirilmelidir. Kültür hayatında bir Rönesans yaratarak gelecek nesillere miras bırakabileceğimiz, bu coğrafyanın tarihini kucaklayan, Anadolu, Selçuklu ve Osmanlı kültürlerinden ilham alan şehircilik anlayışıyla, ütopik ve romantik yaklaşımlara teslim olmayan, ortak akıl ile biçimlendirilmiş şehir modelleri üretilmelidir. Geçmişin binlerce yıllık izini ve kültürel değerlerini bugünümüze taşıyan, tutarlı ve kapsayıcı bir şehircilik anlayışı oluşturulmalıdır. Anadolu topraklarında yaşamış olan

medeniyetler, tarihî sürekliliğin ve kültürel zenginliğimizin bir parçası olarak kabul edilmelidir. Şehirlerin imarında şehrin maddî ve manevî hafızanın korunması, medeniyetimizin korunmasının ilk adımıdır, günümüzde maddî olarak ihya edilen eserlerin inşa amacına ve vakfiyelerine uygun olarak kullanılmaları gerekir. Dünya sistemini yönlendiren güçlerin; kapitalistleştirme, küreselleştirme ve tüketim kültürünün tahakkümünü dayatan şehirleşme anlayışına karşı millî kültürü ortaya koyan şehirleşme öne çıkarılmalıdır. Makro şehir planlarının hazırlanmasında şehrin tarihî ve kültürel varlıklarına uyum gözetilmelidir. Şehirlerimizin somut olan ve somut olmayan kültürel envanteri güncel tutulmalı ve her şehrin “Şehir Arşivi” oluşturulmalıdır. Anadolu’nun bütün şehirlerinde “Şehir Araştırma Merkezleri” kurulmalıdır. İstanbul’da ve Anadolu şehirlerinin her birinde mutlaka bir “Şehir Müzesi” açılmalıdır. İstanbul’daki Tarihî Yarımada’nın “Yaşayan Bir Şehir Müzesi” olarak korunması zorunludur. Bu amaçla, Kültür ve Turizm Bakanlığı bölgedeki özel mülk sahiplerine evlerini, binalarını ve mekânlarını kültürel kimliğiyle korumaları için maddi destek vermelidir. Aynı ilke, Türkiye geneline uygulanmalıdır. Ülkemizde, “Oyuncak Müzesi”, “Gastronomi Müzesi” gibi mevcut müzelerin yanısıra, “Türk Dil ve Edebiyat Müzesi” gibi konsept, ihtisas ve konu odaklı müzeler kurulmalıdır. Özel müzeler teşvik edilmelidir. Şehir Müzeleri kapsamında, yeni 41


yetişen kuşakları tarihimize ve kültürümüze aşina kılacak interaktif “Çocuk Müzeleri” hazırlanmalıdır. Şehirlerimizin her birinin doğal veya tarihten gelen karakteristik ve tematik bir özelliği ortaya çıkarılmalı, ya da bu temalar yeniden üretilerek topluma sunulmalıdır. Türkiye genelindeki şehirlerin tarihî-kültürel değerleri ikonografik olarak ürünlerde ve logolarda kullanılmalı, şehirlere özgü geleneksel el sanatları teşvik edilerek bunlar hediyelik eşyalar olarak üretilmelidir. Bunun için özel satış noktaları geliştirilmelidir. Aynı şekilde şehirlerin yeme-içme, giysi, ev eşyaları, mimarî tasarım, bahçe-havuz düzenlemeleri gibi özgün özelliklerini yansıtan üretimler ve uygulamalar teşvik edilmelidir.

insanlarımıza tanıtılmalıdır. Şehrin tarihî ve kültürel dokusunu ortaya koyan, başta gezi rehberleri olmak üzere, görsel ve yazılı eserlerin hazırlanması ve yaygınlaştırılması teşvik edilmelidir. Ayrıca, çocuklar için, şehirlerin tanıtımını yapan rehber kitaplar hazırlanmalıdır. Şehirli kültürünün yeni kuşaklarca benimsenmesi için adab-ı muaşeret kuralları aktarılmalıdır. Şehir kültürünü somutlaştıran şiir, hikâye, roman, tiyatro, müzik ve geleneksel sanatlarda yarışmalar yapılmalıdır. Şehirlerdeki sivil toplum örgütlerinin (STK), şehrin kültürsanat politikalarında daha fazla söz sahibi olmaları ve karar verme süreçlerine katılmaları sağlanmalı, ilgili mevzuat iyileştirilerek resmî uygulamalara dönüştürülmelidir.

Tarihî şehir mezarlıklarının, kültürel mirasın temeli olduğu bilinci geliştirilmelidir. Mezarlığın ve orada defnolunmuş tarihî şahsiyetlerin bilgisi kayıt altına alınmalı, basılı materyaller ile ziyaretçilere bu bilgiler aktarılmalıdır. Kültürel değerlerin şehrin kimliğini ortaya koyarak, her türlü medya aracıyla tanıtılması gereklidir. Başta televizyon olmak üzere, medyada “şehir kültürü” programları teşvik edilmelidir. Şehir kültürünün belgesel, animasyon, çizgi film ve diğer medya üretimleri ile aktarılması sağlanmalıdır. Şehirlerimizin, bizatihi kendilerinin “Şehir Mektepleri” aracılığıyla örgün ve yaygın eğitimde bir mektebe dönüştürülmesi, şehrin bir kitap gibi okunması sağlanmalıdır. “Şehir ve Kültür Dersi” örgün ve yaygın eğitimin bütün kademelerinde verilmelidir. Kültür-sanat faaliyetlerinin düzenlenmesinde ve kamusal mekânların tasarımında ve kullanımında “çoğulculuk ilkesi” dikkate alınmalıdır. Gündelik yaşamın yoğun kullanım mekânları AVM, stadyum ve meydanlarda kültür ve şehir kimliği ile ilişkilendirilen düzenlemeler yapılmalıdır.

Şehirlerdeki kültür ve sanat alanlarındaki tüm süreç ve faaliyetler, Kültür ve Turizm ile Çevre ve Şehircilik Bakanlıkları başta olmak üzere bakanlıklar, üniversiteler, yerel yönetimler ve STK’lar ile birlikte yürütülmelidir. Kültür ve sanat faaliyetleriyle ilgili olarak şehirde yaşayanların da görüşlerine başvurulmalı, bunun için Kültür ve Turizm Bakanlığı resmî web sitesi sanal kullanıma açılmalı ve karar alma süreçlerinde bütün bu paydaşların fikirleri göz önünde bulundurulmalıdır. Kültür Bakanlığı, yerel yönetimler, üniversiteler ve STK’ların birlikte proje üretmesi ve bu projelere sponsorluklar teşvik edilmelidir. Şehrin kültürüne katkı yapan kişi ve kurumların vergi muafiyeti gibi teşviklerle desteklenmesi gerekir. Bu amaçla, ortak projelerde kullanılabilecek “Şehir Kültür Fonu” oluşturulmalıdır. Uluslararası kuruluşlarımızla, uluslararasılaşma ve tanıtım süreçlerinde yakın işbirliği içerisinde çalışılmalıdır.

Kültür-Sanat mekânlarının inşasından işletilmesine değin her merhalede desteklenmesi gerekir. Ayrıca Kültür-Sanat mekânları ile ilgili kadükleşen mevzuat yenilenmelidir. Özel Kültür-Sanat Merkezleri çeşitli teşviklerle desteklenmelidir. Ülkenin tamamında ihtisas kütüphaneleri kurulmalı ve “7 gün/24 saat” açık olan kütüphaneler yaygınlaştırılmalıdır. “Dünya ve Türkiye Şehirleri Dizisi” yapılmalıdır. Ülke ve dünya şehirlerinin tanınması için konusu şehir olan yerli ve yabancı klasiklerden seçmeler hazırlanmalı, bu suretle tarihsel miras açısından kişilikli ve özgün olan dünya ve ülke şehirleri sayı//33// nisan 42

Şehirde insanların tabiat ile yüz yüze temas edebileceği imkânlar arttırılmalıdır. İnsanların tek tipleşmesi ve kendi irfanına yabancılaşması tehlikesi, tabiatla ilişkilerinde de görülmektedir. Bahçelerin, parkların ve şehirlerin peyzajlarında endemik bitkiler (mesela meyveli ağaçlar ve çınarlar) tercih edilmeli, her iki kişiden birinin alerji hastası olmasına yol açan yabancı ve hibrit bitki kullanımından vazgeçilerek bahçe ve orman geleneğimiz yeniden canlandırılmalıdır. Tabiatla iç içe yaşamayı özendiren yayalaştırılmış alanlar, yürüyüş yolları ve bisiklet parkurları arttırılmalıdır. Tabiata saygı göstermek ve çevreyi kirletmemek esasına dayalı çevre ahlakının teşvik-yaptırım mekanizmalarıyla


desteklenmesi gereklidir. Arberatoryum gezileri düzenlenerek, insanlara ağaçlar altında değil, ıhlamurlar, çitlenbikler ve erguvanlar altında dolaştıkları bilgisi kazandırılmalıdır. Şehir ve kültür merkezli güncel konular, olaylar ve gelişmeler sempozyumlarda, panellerde ve konferanslarda tartışılmalıdır. Şehrin yetiştirdiği değerlerin anıldığı ve anlatıldığı “Şehir ve Kültür Söyleşileri” yapılmalıdır. Şehirde yaşamış önemli kişilerin evleri müzeleştirilmeli, hayat hikayeleri kültürel etkinlikler ve medya ürünleriyle yeni nesillere aktarılmalıdır. Şehir kültürü bu şahsiyetlerin isimleri aracılığıyla sokak, cadde, bina ve meydanlarda yaşatılmalıdır. Türkiye çapındaki kültür-sanat faaliyetlerinin tamamının bir web sitesinde yayınlanması sağlanmalıdır. Bireyleri, sanal ortamlara hapsolmaktan ve yalnızlaşmaktan uzaklaştıracak cazibeli ve eğlenceli kültürel etkinlikler geliştirilmeli, şehirde yaşayan tüm bireyler, kültür ve sanat etkinliklerine ulaşabilmelidir. Şehirlerin, herkes için (engelli, yaşlı, çocuk, kadın vd.) yaşanabilir şekilde tasarlanması, şehircilik anlayışının temel ilkelerinden olmalıdır. “Mimari ve Şehir Genel Müdürlüğü”, Kültür ve Turizm Bakanlığı veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde kurulmalı, ayrıca Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde “Şehir ve Kültür Daire Başkanlığı” ihdas edilmelidir. Konut mimarisinde manevî değerleri dikkate alarak ev hayatının mahremiyetini koruyan mimari tarzlar desteklenmelidir. İktisadi bir temeli olan 25-50-100 bin nüfuslu İslam şehir mimarisine uygun az katlı ve bahçeli meskenlerden oluşan, mahalle eksenli yeni şehirler kurulmalıdır. Bu şehirler, vahdet odaklı olarak emin (etik) ve tayyib (estetik) ilkelerine göre inşa edilmelidir. Nüfusu on bin kişinin üzerinde olan bölgelerde her yaştan insanımızın zamanını değerlendirebileceği “Kültür ve İrfan” evleri kurulmalıdır. Bu yapıların içinde kütüphane, sanat atölyesi, spor salonu ve eğitim odaları olmalıdır. Aynı çatı altında, çocukların ders çalışmaları ve araştırma yapabilecekleri, kütüphaneli çocuk merkezleri de bulunmalıdır. Türk ve İslam coğrafyasındaki şehirlerle kültür ve sanat ilişkisinde daha yakın olmak için “Kültür Ansiklopedisi ve Büyük Adamlar Ansiklopedisi Hazırlama Merkezi”, “Türk ve İslam Sanatları (mimari, musiki, edebiyat, güzel sanatların her türü) Araştırma Merkezi” kurulmalı, bununla birlikte bütün Türk

lehçelerinde ve Arapçada aynı anda haber, belgesel yayın, tartışma programı yapacak olan bir inter-Avrasya radyo ve televizyon kanalı ihdas edilmelidir. “Türk Dili Konuşan Ülkeler Kültür Bakanlığı Daimi Konseyi”nin ve “İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi”nin (IRCICA) tanınırlığı ve toplumsal etkisi arttırılmalıdır. Balkanlar, Karadeniz, Kafkaslar, İslam coğrafyası ve Akdeniz çevresinde, yani tarihsel-kültürel medeniyet havzalarımızda “Kültür Şehirleri Ağı” kurulmalıdır. Türk ve İslam dünyasında kültürel geziler sistematik hale getirilmelidir. Şehre gelen yabancı göçmenlerin kültürel varlıkları korunarak, yeni geldikleri şehre kültürel uyumlarını sağlayacak faaliyetler yapılmalıdır. Küçülen dünyada Türkiye’nin yeri büyümeli ve büyütülmeli, bu amaçla “TRT Kültür Kanalı” açılarak, millî ve evrensel kültür değerleri Türkçe ve diğer dünya dillerinde paylaşılmalıdır. Kadim geleneğimizdeki farklı inanç ve kültürlerin birlikte yaşama özelliğini günümüz şehirlerinde yeniden canlandıran politikalar üretilmeli, demokrasiyi güçlendiren, farklılıkların bir aradalığını bir zenginlik olarak destekleyen ve kültürel çeşitliliği koruyan yaklaşımlar geliştirilmelidir. III. Milli Kültür Şurası’ndan sonra, tarihlendirilmiş bir plan dahilinde (mesela yılda bir), dizi halinde çalıştaylar düzenlenmeli, bu çalıştaylara konuyla ilgili paydaşlar -İl Kültür Müdürleri, Yerel Yönetim temsilcileri, müze müdürleri, STK mensupları ve diğer ilgililerdavet edilerek, “Millî Kültür Bilinci” sürekli canlı tutulmalıdır. 43


Mademki gelmişiz köhne cihana Derdimizi çeksin şu viranhane Gönül ne kahve ister, ne kahvehane Gönül ahbab ister, kahve bahane..

TÜRK KAHVESİ Osmanlı Devleti’nin başşehri olan İstanbul ahalisi bu içecekle 1550’li yıllarda tanışır. Nermin TAYLAN

ice sultanları kendine mahkûm edecek kadar değerli kılınan, bir yudumuyla eşsiz taamları geride bırakan, şairlerin şiirlerine, ressamların yağlıboya tablolarına, edebiyatçıların romanlarına konu olan namı değer Türk Kahvesi, tarihi serüveninde her daim değerli kılınmış, asla vazgeçilemeyen bir içecek olarak addedilmiştir. Doğuş yeri Türkiye olmamasına rağmen Türkler tarafından değerli kılınan, her dem farklı aşamalardan geçirilerek Osmanlı payitahtının vazgeçilmez içeceği haline getirilen Kahve, tüm dünyaca Türk Kahvesi olarak bilinmekle beraber ne yazık ki tanıtım eksikliği ve dünya piyasasına tam olarak açılamadığı için geri planda kalmaktadır. Oysa dünya milletlerinden hemen her kesimin bir kez dahi tadına baktığında vazgeçilemez bir içecek haline gelen kahve hem kültürümüz hem de milli şuur açısından eşsiz bir değer niteliğindedir. KAHVENİN TARİHİ SERÜVENİ;

Kahve çekirdeğinin kavrularak öğütülmesi ve pişirilmesini ilk olarak Araplar başlatmıştır. Bu içeceğe keyif verici içecek anlamına gelen Kahve ismi de yine Araplar tarafından verilmiştir. İlk durağı Etiyopya olan Kahve oradan Yemen’e geçmiştir. 1450’li yıllarda sufiler tarafından Arap yarımadasına yayılarak ün kazanmıştır. Kahve hızla yayılmaya devam ederken 16 yy’da yayıldığı topraklar Osmanlı hâkimiyeti altındaydı. İlk olarak hac için Hicaz’a giden hacılar bu içecekle tanışır, Müslüman camiada önce tartışmalara yol açsa da daha sonra kadın erkek herkesin vazgeçemediği bir içecek haline gelir. Osmanlı Devleti’nin başşehri olan İstanbul ahalisi bu içecekle 1550’li yıllarda tanışır. Kanuni Sultan Süleyman döneminin Yemen valisi olan Özdemir Paşa, Yemen’de içtiği ve pek beğendiği kahveyi İstanbul ziyaretinde Osmanlı sarayına taşır. Rivayetlere göre kahve, Osmanlı sarayına girdikten sonra saray aşçıları tarafından uğraşılarak şimdiki şeklini almıştır. Türk usullerine göre pişirilen kahve kısa sürede tüm Osmanlı coğrafyasına yayılır ve akabinde Avrupa’yı da etkisi altına alır. Osmanlı sancağı nereye ilerlerse kahvede o şekilde ilerler. Ülkede kahve kültürü o kadar yaygınlaşır ki, Arap kökenli bir tüccar tarafından 1554-1555 sayı//33// nisan 44


yılları arasında İstanbul’da kahvehane açılır. Tahtakale’de açılan bu kahvehanede yalnızca kahve içilmektedir. 16 yy’da şehrin en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Tahtakale Mısır Çarşısı’nın hemen arkasında yer alır. Bu kahvehane kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir ilgiyle karşılanır. Oradan geçen insanların sohbet etmek için uğradıkları bir mekân haline gelir. Ahalinin büyük ilgi gösterdiği bu kahvehane kısa sürede ülkede duyulur ve yaygınlaşır. Zaman ilerleyip kahvehanelerin müşteri sayısı artınca her çeşit insanın uğradığı bu mekânda devlet aleyhinde bazı muhalif konuşmalar yaşanır. Bu konuşmalar saraya kadar ulaşınca kahve ilk kez yasakla tanışır. İlk yasak Sultan III. Murad döneminde konur ama kahveye veya kahvehanelere en ağır yasak Sultan IV. Murad döneminde getirilmiştir. Zamanın Şeyhülislamı tarafından, kömürleştirilmiş bir nesnenin suyunu içmenin günah olduğu fetvası verilince kahve içilmesi yasaklanır ve kahvehaneler yıkılıp kapattırılır. Kahve dolu gemilerin de dipleri delinerek kahveler Marmara Denizi’ne dökülür. Fakat insanların yoğun talep gösterdiği bu keyif verici içeceğin bir türlü tam önüne geçilemez. Kahve ne yasak tanır ne de padişah. Ardı ardına çıkarılan yasaklardan vazgeçilir ve 1850 yılından sonra yasaklar yerine kahvenin serbest bırakılmasına ve kahvehanelerin sürekli denetim altında tutulmasına karar verilir. Evvela keyif verici bir içecek iken sonraları yasaklanan ve

nihayetinde içilmesine izin verilen kahve, Sultan III. Ahmet zamanında ise devletin vazgeçilmezi haline gelmiştir. İstanbul’un kahve ihtiyacı Mısır tarafından karşılanıyordu. 1719 yılında İstanbul’da kahve sıkıntısı yaşanması üzerine Mısır valisine gönderilen bir fermanla, İstanbul’un kahve sıkıntısını önlemek için İstanbul’un ihtiyacı karşılanmadan yabancılara kahve satılması yasaklanmıştır. Bundan sonra kahve, Osmanlı kültüründe o kadar önemli olur ki; haremde cariyeler kahve pişirme dersleri alır. O zamana kadar kahve pişirme oldukça zahmetli bir iştir. Kavurma, soğutma ve öğütme gibi aşamalardan sonra pişirmeye hazır hale getiriliyordu. 1871’de kahveyi ilk kez kavurup öğüten ve Türk toplumuna sunan kişi Mehmet Efendi’dir. Mehmet Efendi’nin kahveyi öğütmesinden evvel Kahve çiğ çekirdek olarak satıldığından evlerdeki tavalarda kavrulur, el değirmenlerinde öğütülerek pişirilecek hale getirilirdi. Bu durum Hasan Efendi’nin Tahtakale semtindeki dükkânında çeşitli baharatları ve çiğ kahve çekirdeğini satmasıyla bir süre devam etmiş fakat Hasan Efendi’nin vefat edip Mehmet Efendi işin başına geçmesiyle büyük değişim göstermiştir. İstanbul’un Fatih Semtinde doğan Mehmet Efendi Süleymaniye Medresesi’nde eğitim gördükten sonra babasının dükkânında işe başlar. Günümüzde Kurukahveci Mehmed Efendi diye bilinen Mehmed Efendi’nin esas serüveni ise, 1871 yılından sonradır. Öncelikle müşterilerine kolaylık sağlaması açısından çiğ kahveyi kavurup öğüterek satışa sunar. Dükkândan gelen kahve kokusuna meftun olan İstanbul halkı bu duruma oldukça rağbet eder. Böylece İstanbul sokaklarında taze kavrulmuş kahvenin kokusu yayıldı. Gün geldi, zaman geçti asırların emaneti bu değerli içecek hiçbir vakit değerini yitirmedi. Bir yudumunun ab-ı hayat suyuyla eşdeğer tutulduğu, evvela kokusuyla ruha sonrasında tadıyla damağa can kattığı, bitimiyle insanların telvesinde mutluluğu aradığı nam-ı değer Türk Kahvesi’nin hakkıyla değerinin bilinmesi ve dünya piyasasında hak ettiği itibarı görmesi dileğiyle.. 45


EFE İLE, VENEDİK-TRIESTE

RIJEKA-ZAGREP

Bize birkaç yıl önce açılan Hırvatistan ın ilk cami olduğunu öğrendiğimiz o güne kadar gördüğüm en modern görünümlü cami ile bizi buluşturdu. “Demek ki istenirse bu kadar modern cami yapılabiliyordu. '' diye düşündük. Serdar TAŞTANOĞLU*

Venedik

*Dragos Musiki Derneği Başkanı

sayı//33// nisan 46

n üst kattaki odamızın penceresinden, gündüz saatlerine göre oldukça sakinleşmiş ana caddeyi, çevresindeki tarihi binaları ve o saatte kendilerince bir sebeple, orada olan insanları ipad ile videoya kaydediyordum. Bu caddenin sabah saatlerindeki yoğun trafiğini, oradaki insanların coşkularını da kayıtlarıma almıştım. Şu an ise elimde olmadan, bu binanın içinde olmanın getirdiği, ayrı bir heyecanı yaşıyordum. Oldum olası tarihi mekanlarda bulunduğumda, böylesi bir heyecanı hissederim. Ama bu kez Trieste nin en eski tarihi binalarından birinde geceyi geçirecek olmanın, üzerimde özel bir heyecanı vardı. Yaşı nerede ise 150 yıla yaklaşmaktaydı. Bu yaşlı ve yorgun bina, bir zamanlar Trieste postanesi olarak hizmet vermişti. Şimdilerde ise bir otel: Albergo alla Posta . Hem bu otelde, hem de Trieste deki ilk gecemizdi. Dün geldiğimiz Venedik ten sonra buranın çok sıradan bir şehir olduğu şeklindeki düşüncemizi, yaptığımız sıradışı şehir gezimiz değiştirmişti. Bu şehir hiç göründüğü gibi sıradan bir şehir değildi. Her zamanki gibi sıradışı şehir tanıma yöntemimizi, bu şehir içinde uygulamıştık. Başka bir ifade ile turizmdeki söz sahibi otoritelerin, şehirlerin onların istedikleri biçimde algılanması, tanınması ve kabul ettirmesi baskısını, uzun yıllar önce yırtıp atmış, ziyaret ettiğimiz şehirleri kendi penceremizden tanıma yöntemimizi, burada da uygulamaya koymuştuk. Bizim yöntemin ana mantığına basit bir örnek vermek gerekirse; karşınıza çıkan makyajlı, şık giyimli, bakımlı, hoş bir kadını görüp, beğenmek ve onu o haliyle tanımak yerine, o kadını makyajsız haliyle yakalayıp, onun sade ve sıradan gerçekçi haliyle iç içe olmak, kimselerin görmediği özelliklerini ortaya çıkarıp, buna göre sevilmesi gerekiyorsa sevmek şekli denilebilir. Bu yöntem şehirle aramızda kurduğumuz kalbi ilişkiyi daha kuvvetli kılıyor, birbirimize sadakatimiz uzun yıllar devam ediyordu. Bu yöntemimiz sonunda tanıştığımız Trieste nin de sevilecek, unutulmayacak bir şehir olduğunu anladık. Venedik kadar şuh ve albenisi olmasa da, birçok şehirden daha akılda kalacak özelliklere haizdi. Bu şehirde olmak benim için birkaç anlamda önem taşıyordu. Bu şehir Avrupa nın önemli limanına sahipti ve yıllarca


Trieste

çalıştığım deniz sektöründeki ilk görevim olan hesap kontrol işlerinde, Trieste limanından gelen hesapları incelemiş olduğumdan, o dönemde bu şehrin adı hemen hemen her gün beynime defalarca misafir olmuştu. Ayrıca Avrupa dan Türkiye ye yapılan Ro Ro taşımacılığı ( kara vasıtalarını taşıyan gemileriler) ile hem stratejik hem de özellikle bu yolu çok kullanan Avrupalı gurbetçilerimizce çok bilinir bir limanın şehriydi. Benim için özel bir başka önemi ise, çalıştığım o dönemde, şirketin açtığı yurtdışına stajyer gönderme sınavına girip, kazanmıştım. Sınav sonucuna göre bir liman şehri belirleniyordu. Sonuçlar açıklandığında gönderileceğim limanın Trieste olduğu bildirilmişti . Ama ne yazık ki aynı tarihlerde başka sınava girerek kazandığım, Hollanda yüksek lisans bursunu tercih etmiştim. Böylece bu şehre gelme şansımı istemeyerek sonlandırmıştım. Kısaca Trieste ile Den Helder arasındaki tercihte Trieste kaybetmişti ya da ben bir anlamda Trieste ye ihanet edip, onu tercih etmemiştim. İşte bu reddedilen şehri, yıllar sonra görme fırsatı yakalamıştım, ona kendimi affettirme zamanıydı. Hollanda daki yüksek lisansımda yazdığım tezin ana teması “Ro Ro taşımacılığının gelecek yıllardaki önemi ve stratejisi '' idi ve tezimde sanki bu reddettiğim şehre, kendimi bağışlatmak istercesine, sıkça adına yer vermiştim. Sanırım ona yaptığım jest yeterli değildi, benim bizzat gelmemle, bu af sağlanabilecekti. Trieste ile kavuşma heyecanıma bir ilave daha olmuştu. Kısa zamanda çok içten duygu sevgiye

sahip olduğumuz, Kosova nın çok değerli sanat ve müzik adamı, dostum Reşit İsmet in eşi ile yarın Trieste ye gelecek olmasıydı. Bir kez de onların anlatımıyla Trieste yi keşfedecektik. Daha sonra da Reşit Hoca bizi yılın yarısını yaşadığı Hırvatistan daki Selce beldesine götürecek ve orada onun hayatı ve eserlerinin tanıtılacağı, sunumunu bizzat gerçekleştireceğim “Sanata Hizmet Edenler “ programının canlı yayınını yapacaktık. Reşit İsmet ile çok iyi dost olmuştuk ve bu dostluğumuzun kesişme noktası, her ikimizin de sanata hizmet etmesiydi. Sanata hizmet edenler programının doğmasına sebep ise internet üzerinden müzik ağırlıklı sanat programları yapan ve çok sevilen bir kanalın sahibi dostumun bir talebiydi. Benden resim sanatına hizmet edenleri ve eserlerini tanıtan bir program yaparak birlikte sunmamızı istemişti. Projenin uygulama öncesi, ismi henüz kesinleşmemişti. Programın isminin “Sanata hizmet edenler '' olması önerimi, itirazsız mutlulukla kabul etmişti. Buna çok sevinmiştim. Böylece sadece resim sanatı ve sanatçılarının tanıtımı ile sınırlanmayacaktım. İlerde müzik dahil geniş bir yelpazede, sanatçılarla yolculuğa devam edecektik. İlk programı İstanbul da gerçekleştirmiş ve konuk ettiğim değerli sanatçı, ressam, müzisyen Rezzan Peynircioğlu ve eserlerinin canlı yayını büyük ilgi görmüştü. Programın en büyük avantajı, canlı yayınlanmasıydı. Benim için her sanat faaliyetinin bir sonraki aşamasında çıtayı yükseltme hedefim, bu program içinde geçerliydi. Seyircinin ilgisini devamlı tutmak için farklı bir şey yapılmalıydı. 47


seyahate katkıda bulunuyor, aracın yağ gibi akmasına kolaylık sağlıyordu. Aracın önünde oturduğumdan, yol boyunca gördüğüm güzellikleri ipad ime kaydetmeye devam ediyor, genelde ön camdan yaptığım kayıtlara daha geniş açı sağlamak ve güzel bir görüntünün süresini uzatmak adına bazen ipad imi açık olan yan camdan dışarı çıkarıyordum. Ne oldu? Nasıl oldu? anlayamadığım bir güç ipadı elimden çekti, uçurdu. Şaşkınlık içindeydim. Çekim halindeki ipad im inanılmaz biçimde belki beş metre havaya yükselerek resmen uçmuştu ve bu uçuşu hem yan pencereden hem de dikiz aynasından saniye saniye izlemiştim. Ağlamaklı sesle “ipad im uçtu arkadaşlar '' dedim.

Rıjeka Bu düşüncelerin geçtiği gecenin ertesi sabahı

ikinci programın kurgusu oluşmuştu bile. Yıllar önce Napoli, Roma, Milano şehirlerini tanıdığımız İtalya nın bir türlü sıra gelmeyen diğer şehirlerinden ikisi Venedik, Trieste seyahatini eşimle planlamıştık. Ben de ön hazırlıklar için İtalya haritasını açmış, bu iki şehre ait gezi planlarımı yaparken, Hırvatistan ın ve Reşit Hocanın yaşadığı şehrin, Trieste ye ne kadar yakın olduğunu görünce, Reşit Hocaya açtığım telefonda program hakkında bilgi vermiştim. Onun bu programda yer alması teklifimde mutabık olduktan sonra hepimiz heyecanlanmıştık. “Sanata Hizmet edenler “ program için Trieste den Rijeka ya geçiyorduk. Reşit İsmet hem ressam hem müzik adamı olarak hem de Türk kültürünü 50 yıldır Kosova dan duyuran bir sanatçı olarak bu programı hak eden bir onur konuğumuz olacaktı. Kosova Türk ü çift, Reşit hoca ve eşi ile Albergo alla Posta otelde, sabah erken saatlerde buluşmamız oldukça mutluluk doluydu . Yugoslavya döneminde orada bulamadıkları bazı ihtiyaçları için sıkça Trieste ye geldiklerini, anıları olan bu şehirde şimdi bizimle buluşmaktan çok mutlu olduklarını ifade ettiler. Ben, ipad ile Venedik ten itibaren yakalamaya çalıştığım enteresan yer ve tespitleri ölümsüz kılmaya çalışıyor, yine kayıt altına alıyordum. Reşit Hoca bize Trieste de görmediğimiz yerleri de gösterdikten sonra arabasının rotasını Rijeka ya doğru kırdı. Mesafe takriben bir buçuk saat civarındaydı. Güzergah üzerinde olan Slovenya dan geçiyorduk. Doğa muhteşemdi. Hava çok güzel ve pırıl pırıldı. Yine sakin olan otoban,

sayı//33// nisan 48

Otobandaydık, ne yapmamız lazımdı. Bilemiyordum. Allahtan trafik yoğunluğu yoktu. Nadiren araçlar bizi solluyordu. Reşit hoca aracı en sağa çekti. Araçtan inip, yola baktığımda, ipad in otobanın ortasında sere serpe yattığını içim cız ederek izledim. Hiçbir aracın gelmediğine emin olunca, koşup yerden aldığımda ne göreyim; ipad im görevine devam ediyor, harıl harıl kayıt yapıyordu. Hoş ağzı burnu dağılmış, ön camı, taş atılan otobüs camına dönmüştü. Ama bu vefalı dost, “Gazi '' olsa bile görevine devam demişti. Hepimiz zavallı ipad imin haline ve gerek uçarken gerek düşerken ve de yattığı yerden yaptığı çekimleri seyrettiğimizde, katıla katıla güldük. Rijeka, Hırvatistan ın güzel bir liman şehriydi. Deniz olan her şehre hayran olduğumdan Rijeka yı da sevmiştim. Ancak onu detaylı tanımaya vaktimiz olmadığından sadece araçla yapılan şehir turu ve test edilen dondurmasının tadından geçerli puanı almıştı. Yolumuza devam ettik. Reşit Hocanın güzel bir sürprizi vardı. Bize birkaç yıl önce açılan Hırvatistan ın ilk cami olduğunu öğrendiğimiz o güne kadar gördüğüm en modern görünümlü cami ile bizi buluşturdu. “Demek ki istenirse bu kadar modern cami yapılabiliyordu. '' diye düşündük. Bu caminin içindeki bölümlerini gezerken Reşit Hocanın açılış armağanı Caminin yağlıboya tablosunu görünce gururlanmış ve heyecanlanmıştık. Reşit Hoca eşi oğlu gelini ve iki torunu ile Rijeka nın yazlık beldesi Selce de işletmeciliğini yaptığı restoran ve üstündeki evlerinde hep birlikte mutlu bir şekilde yaşıyorlardı. Reşit Hocanın güzel afacan torunları Efe ve Mete, çocuk seven herkesin sarılmadan, bağrına basmadan duramayacağı güzel çocuklardı. Efe


nin cana yakınlığı, öğrenme ve öğrendiklerini uygulama merakı ayrıca şaşırtıcı şekilde Galatasaray a olan aşkı, ona ait en detay bilgilere sahip olup ve bizlere aktarması, bizim de onu sabırla dinlememiz sonucunda Efe ile sıkı bir arkadaşlık kurmuştuk. Efe benim buradaki küçük arkadaşımdı. O gün canlı yayın yapılacaktı, her şey eksiksiz olmalıydı. Bu heyecan ile sabah erken kalkıp restorantın bahçesindeki masaya konuşlanarak, bilgisayarımda programla ilgili çalışmalar yapmaya başlamıştım ki, kapı açıldı ve Efe bahçeye çıktı. Henüz sabahın çok erken saatiydi. “ Efe, Günaydın koçum! Hayrola sen de benim gibi erkencisin“ dediğimde “Evet, erken kalkmam gerekti , zira restorantın ekmeklerini almam lazım. Dedemler henüz uyuyorlar. Ekmek alma görevi benimdir. Ancak dedem bana akşamdan yeterli para bırakmayı unutmuş, üzerini sen tamamlar mısın? Ben onu uyandırmak istemiyorum. '' demesi üzerine “ Efe cim üzülme, ben de para var. Gereken tutarı sana vereyim . '' dedim. -“Yakında bir market var. İstersen beraber gidelim. Orayı da görmüş olursun '' dedi. Yakındaki markete gittiğimizde, Efe ekmekleri kontrol ettikten sonra onların bayat olduğuna karar verdi ve bana “Aşağıda bir fırın var. Gel oradan alalım '' dedi. O kadar neşeli ve mutluydu ki, nasıl kırabilirdim?. -“Tamam, hadi gel gidelim.\\" dedim. Yol boyunca bana çevreyi tanıttı, kapıda gördüğü bayanlar ve beylerle selamlaşıyor, bazıları ile kısa sohbetler yapıyor, onlara beni tanıtıyordu. Efe, bir çocuk değil, küçük bir adamdı . Efe nin bu kadar sosyal ve yaşından büyük davranışına hayran kalmıştım. Bu eğlenceli sabah yürüyüşü sırasında, fırının o kadar da yakın olmadığını anlayamamıştım. Fırına geldiğimizde Efe içeri girip beş ekmek aldı. Ancak bu ekmekler bizim İstanbul daki klasik ekmeklerin iki mislinden daha büyük olduğundan en az on ekmek almış gibi bir durumu oldu. Fırından gelen mis gibi ekmek ve çörek kokuları ile ben bile acıktığıma göre minik arkadaşımın da acıkmış olabileceğini düşündüm. “Efe açıktın mı istersen şu çöreklerden alalım“ diye sorunca “Evet. Hem de çok. Ama buradan almayalım. Karşıdaki şu pastanenin böreği çok güzeldir. Orada oturup, yiyelim '' şeklindeki bu samimi isteğe de asla karşı koyamazdım. “Peki o zaman oraya gidelim. Sana börek ısmarlayayım. '' dediğimde, Efe nin o masmavi

Zagrep güzel gözleri ışıl ışıl gülümsedi. Pastane sahibini tanıdığını, onunla da yaptığı samimi sohbetinden anladım. Gerçekten de Balkan ülkelerinde börek ve pasta ürünleri inanılmaz güzel ve lezzetli yapılmaktaydı ve burada da yapılanların muhteşem olduğu görünüşlerinden belli oluyordu.

Efe ile böreklerimizi ve limonatalarımızı büyük iştahla yiyip içerken, bana çevre hakkında bilgi aktarmayı ihmal etmiyordu. Böreklerimiz bitince eve doğru dönüşe geçtik ve eve vardığımızda Reşit hoca başta herkesin bizi kapıda karşıladığını görünce şaşırdık. Ama haklıydılar. Biz Efe ile böreklerimizi keyifli bir muhabbet ile yerken, onlar Efeyi yatağında ve bahçede göremeyince korkmuşlar. Hele hele benimle olabileceğine hiç ihtimal vermedikleri için paniğe kapılıp, aramaya başlamışlar. Yapılan ilk araştırma sonunda da gelen bilgilerden, Efe nin bir adamla dolaştığı, hatta birlikte börek yendiği bilgilerine ulaşınca, Efe nin yanındaki o adamın ben olduğuna kanaat getirip, rahatlamışlardı. Ben ise onların meraklı bakışları karşısında “ Restorant için ekmek almaya gittik '' şeklindeki açıklamama neden herkesin çok güldüğünü anlamamıştım. Ama Reşit Hocanın restoranına sabah saatinde hiçbir zaman bu kadar çok ekmek alınmadığı gibi, Efe'ye verilen böyle bir görev olmadığı açıklayınca, o küçük şeytanın sabah macerasına beni de ortak ettiğini anladım. Öğleden sonra Reşit Hoca ile gerçekleştirdiğimiz canlı yayının oldukça ilgi çektiğini, gelen telefonlar, beğeniler ve maillerden anlamıştık. Sanatseverlerin takdirini kazanmak güzel bir duyguydu. 49


Bu gezimizde Selce ve diğer beldelerde gördüğümüz çok önemli bir turizm olayına da şahit olmuştuk: Karavan Turizmi. Örneğin Selce de en az bin karavan için yapılmış doğal parkı ile içindeki marketleri, ortak kullanılacak kafeleri, mutfak, duş ve tuvaletleri ile ayrı bir dünya yaratılmıştı. Her biri dört yıldızlı otel konforundaki karavanların çam ağaçları altında doğaya hiçbir zarar verilmeden yerleştirilmiş olması, karavan sahiplerinin böylesi muhteşem ortamda tatillerinin tadını çıkarmalarını, hem kıskanarak hem de sorgulayarak izledik. Neden ülkemizde de bu turizm şekline ağırlık verilmediğini, karavanıyla yurtdışından ülkemize nadiren gelen turistlerin böylesi yerler bulamaması ve rastgele bir yerde konaklaması sonucunda yaşadığı olumsuzluk haberlerini anımsamamıza sebep oldu ve üzüldük. Buradaki karavan sahibi yazlıkçılar ve görevlilerle yaptığımız sohbetlerde Avrupa nın muhtelif yerlerinden gelen turistlerin, karavan yerlerini aylık, yıllık hatta birkaç yıllık kiraladıklarını ve hem onların kamp yerinin çok avantajı olduğunu öğrendik. Bu şirin yerden ve bu sevimli cana yakın aileden ayrılmak zordu. Ama seyahat planımızda çok merak ettiğimiz turizm çevrelerinde çok adı duyulmayan Zagrep e gitmek üzere ayrılmak zorundaydık. Dört saat sürecek yolculuğumuzu otobüs ile yapacaktık. Bizi otobüse götürecek Reşit Hocanın arabasına Efe ile Mete nin cebren binmeleri çok hoştu. Onlarsız bir veda seremonisi zaten anlamsız olurdu. Altı bağlı Mete nin biz otobüse binerken yerdeki su birikintisine önce ayağı ile vurup yolcu refakatçilerine su sıçratması ve bu muzurluğundan dolayı attığı kahkahalarını, sayı//33// nisan 50

bu eylem tatmin etmeyince de bu kez kendini suya atıp, poposu ile daha fazla su sıçratmasını, dedesi Reşit İsmet in bir yandan onu durdurma paniği diğer yandan refakatçilerden özür dilemesini, otobüsün içinden kahkahalarla izliyorduk. Arkadaşım Efe ise biraz buruk, biraz şaşkın bir ifade ile bizlere el sallıyordu. Zagreb in görülmesi gereken şehirler listesinde neden yer almadığını iki saatlik ön şehir turumuz sonrası hayretle merak ettik. Tarihi binaları ve yolların tam şehircilik örneği olarak yaratılmış bir plan üzerinde yer alması ve çok ucuz olması bu düşüncemizi yaratmıştı. Şehir merkezine ulaşımı ve şehrin her yerinin dolaşılmasını o kadar kolaylaştırmışlardı ki hiçbir dil bilmeyen kişi şehri rahatlıkla gezebilirdi. Ulaşım kolaylığı yanında, hem tarihi binaların fazlalığı hem de modern kafe ve restoranlarının çokluğu ve özellikle gençlerle dolu olması, girdiğimiz ortamların mutlu ve neşeli atmosferlerine imrenerek bakıyorduk. Tek sıkıntı Euro nun henüz her yerde geçerli olmamasıydı. Zagrep Havaalanından uçağımıza bindikten sonra yaklaşık iki saat süren yolculuğun sonuna geldiğimizi, Kaptanın “Sayın yolcular iniş için alçalıyoruz. '' anonsu ile anladık. Her zaman olduğu gibi sevdiğim şarkı yine onu meşhur eden buğulu sesten kulaklarımda yankılanmaya başladı: HAVASINA SUYUNA, TAŞINA TOPRAĞINA, BİN CAN FEDA BENİM YURDUMA

Rahmetli Ayten Alpman ne güzel ifade etmişti, ülkesine aşık bizlerin duygularını. Nereye gidersem gideyim, nereyi beğenirsem beğeneyim; henüz onun yerini alacak ondan güzelini bulamamıştım yurdumun...


ŞEHİRDE METAFİZİK BİR ORTAM

TÜRBEDAR BİR KEDİ'NİN

BİN YILLIK HİKAYESİ

Devati Mustafa Efendi Mescidinin Çay Evi'nde ki amca, daha ortaokul çağında iken, Üsküdar'da tramvay varmış Ahmet Faruk AYGÜN

urası, insanın insan'a en uzak kaldığı, yüksek sesle konuşmanın, telaşlı adımların ve korna seslerinin eksik olmadığı bir yer. Bilmem, kaç yüzyıl önce cadde adının verildiği bu yer, otomobil gürültüleri, şaşkın insan halleri ve gözleri vitrinlere takılı kadınların, ellerine yapışmış çocuklarıyla malum. Hepimizin bildiği şu romantik, çarpışma ve ardından tanışma sahnelerinin canlandırıldığı yer, tahmin ettiniz sanırım cadde... Yalnız öylesine bir cadde değil tabi. Üsküdar Sultantepe Mahallesi'nden Selman-ı Pak Caddesine çıkmak istiyorsanız yani malum yere, önce bir imtihandan geçmeniz gerekiyor. Suküneti ile ruhunuzu okşayan bir tarih köprüsü, Devati Mustafa Efendi Mescidinin avlusu. Birazdan caddenin uğultusuna karışacağınızı ve yüzlerce kişilik sıradanlık arasında kaybolacağınızı haber verircesine, kolunuzdan tutarak avlusunda bulunan çay evine davet ediyor Şeyh Mustafa Efendi. Tavşan kanı bir çay, hemde 75 kuruşa, yanında ise ihtiyar bir amcanın sohbeti, gökten zembille iner gibi hediye ediliyor. Yarım kalmış işlerimi bir tarafa bırakıp amcayı dinliyorum. Ben "Toptaşı Meydanı Sokağında oturuyorum" deyince amca başlıyor Toptaşı Cezaevinin hikayesini anlatmaya. Önce mahkumlar tarafından yakıldığını, daha sonra İmam Hatip Lisesi olarak kullanıldığını ve şimdi bir vakıf üniversitesine Edebiyat Fakültesi olmak üzere devredildiğini dinliyorum amcadan. İçimden "Yahu amcacığım Vikipedi sözlüğü müsün mübarek" diye geçirsemde, yüz ifademi hiç bozmuyorum.

Lafı evirip çevirip doğma büyüme Üsküdar'lı olduğunu söyledikten sonra, oturduğumuz mekanın kutsiyetinden mi bilmem, bir kusur işlemiş çocuklar gibi düzeltiyor amca "Yanlış anlama evladım, Şile doğumluyum ama daha kundakta taşınmışız Üsküdar'a, Burhan Felek Ortaokulunda okudum" diyor." İyi de amca, neden bunu sıkılarak söyledin ki?" diyorum tabi düşündüğünüz gibi yine içimden öylesine... Çayımız bitene kadar amcayı dinliyorum, yolunuz düşerse amcayı sizde dinleyin. Bu yaşta amcaların en kıymetli varlıkları zamandır, sizlere ikram ederlerse sakın ha! reddetmeyin. Size de anlatır mı bilmem ama eskiden yani Devati Mustafa Efendi Mescidinin Çay Evi'nde ki amca, daha ortaokul çağında iken, Üsküdar'da tramvay varmış. Bu elektrikli Tramvaylar hakkında şimdi yazacaklarımı sonradan öğrendim, 08 Haziran 1928 Üsküdar/Kısıklı hattı olarak faaliyete başlayarak, 14 Kasım 1966 yılına kadar Üsküdar'ın sakinleri ve misafirlerine hizmet etmiş. Ne yazık ki ben yalnızca hatırasını dinleme şerefine nail oldum. Olsun, ismini hatırlamadığım amcayı bir güzel dinledim, hatta daha çok hikaye anlatır mı diye de "bir çay da benden iç" diye teklif ettim. Ne yazık ki, ikindi ezanı araya girince bu teklifi reddetmek zorunda kaldı. İşte Üsküdar Bülbülderesi mevkiinde bulunan ve sessizce ahiret yolcusu kalmasın nidaları atan mescidin hikayesi bu... Yalnızca bu kadar değil tabi ki, Celveti Tarikatına mensup Devati Mustafa Efendi hoş bir zat imiş. Rüyasında Efendimiz'i (s.a.v) gördüğü rivayeti tarikat ehli tarafından malumdur. Ruh-u şad olsun Mustafa Efendiye dualar ederek uzaklaşmak üzereyken, yeşil demir parmaklıklar ile cadde arasında sıkışıp kaldım. Sarıklı bir mezar taşı üzerinde uyuyan, türbedar kedi. Yönünü caddeye dönmüş ama gözleri kapalı. Uzun bir süre bu kediyi seyrettim. Çantamdan sessizce çıkardığım fotoğraf makinesiyle türbedar'ın fotoğrafını çekerken flaşı patlatınca haliyle rahatsız oldu. Öyle munis bir hal aldı ki yüzü, eğer o an benimle birlikte görseydiniz türbedar'ı, hiç kızmadığını hatta biraz da, ona olan ilgimden dolayı mesut olduğunu okuyabilirdiniz halinden. Kendi kendime "insanlar kedileri ne zaman evcilleştirdiler acaba" diye sordum. Kısa bir süre bu soruyla meşgul iken etrafımdaki insanların beni seyrettiğini fark ettim. Sonra çarçabuk toparlanarak kaybettiğim bir eşya gibi cevabı buluverdim; bu şirinlikte sade ve kusursuz görünen bir canlıyı biz evcilleştirmiş olamayız. İddaa bin yıl önce böyle bir şey yaptığımız yönünde olsa da, belki de kediler insanları evcilleştirmiştir olamaz mı? Baksanıza şuna, nasıl da maruf bir edayla bakıyor kalabalıklara... Bu kendinden ve etrafında olup biten herşeyden emin bakış tanıdık geliyor bana. Ama nereden nereden diye düşünürken... Aklıma, Alis Harikalar Diyarında adlı romandaki Cheshire Kedisi'ni getirdi. Onun; kısa, geçici ve yok olmaya mahkum olan olayları niteleyen tebessümünü.. 51


MAHALLE KÜLTÜRÜ: ALİ PAŞA MAHALLESİ

Bütün eski evler, halen kullanılmaktaydı. Pencerelerinden sarkan çiçek dolu saksılarla, ahşabın zarafetini gösteren işçiliklerle, renkleriyle ve tespih tanelerinin sıralı dizilişini andıran yan yana duruşlarıyla, zamana meydan okur gibiydiler. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

li Paşa mahallesini 25 Aralık 2011 tarihinde ayrıntılı olarak gezmiştim. Bir de 22 Mart 2017 tarihinde gezme fırsatı buldum. Birçok eski evin halen dimdik ayakta bulunduğunu görmek, beni fevkalade mutlu etti. Şehirler, geçmişten bugüne taşıdıklarıyla tanınıp bilinir. Güzel ülkemin bütün şehirlerini olmasa da bazılarını gezebilme fırsatı buldum. Sözgelimi birkaç kez gidip de neredeyse bütün mahallelerinde gezinti yaptığım şirin Anadolu şehirlerimizden birisi Kütahya’dır. İlk kez 1985 yılı yazında ağabeyim Mucip Özden’le öğretmen olduğu bu mazbut ve nev‘-i şahsına münhasır şehre gittiğimde on beş gün kadar kalmış ve oldukça sevmiştim. Daha sonra bu sessiz ve insana huzur veren şehirle ailevi manada bir akrabalık da kurduk ve canım ağabeyimi, buradan evlendirdik. Bundan dolayı çeşitli vesilelerle üç-beş kez gittiğim Osmanlı ev mimarisinin Anadolu’daki temsilcisi Kütahya ve bu şehrin sakinlerinin, kendilerine kalan bu önemli mirası, ne kadar da özenle muhafaza ettiklerini müşahede ettim. Birçok mahallenin, bu eski evlerden oluştuğunu gördüm. Anladım ki şehirde kendini hissettiren huzuru sağlayan, bu eski mimari yapılardan kaynaklanıyor. Neredeyse bakımsız evin bulunmadığı mahallelerde gezerken, manevi bir iklimde dolaştığımı sezdim. Bütün eski evler, halen kullanılmaktaydı. Pencerelerinden sarkan çiçek dolu saksılarla, ahşabın zarafetini gösteren işçiliklerle, renkleriyle ve tespih tanelerinin sıralı dizilişini andıran yan yana duruşlarıyla, zamana meydan okur gibiydiler. Hepsi de adeta ‘daha çok uzun yıllar ayakta kalacağız’ diye mütevazı bir endama sahiptiler. Bazı sokaklarda yeni ev hiç yoktu. Baştanbaşa tamamı eski evlerden ibaretti. Hepsinin de gereken bakımdan geçtiği, içlerinin şenlendirilmesinden belliydi. Şehri canlı gösteren de buydu. Peki Kütahya’da yeni yapılaşma yok muydu? Elbette ki vardı. Bunun böyle olması, son derece doğal bir durumdu. Kentler, nüfus arttıkça büyür, büyüdükçe de yeni binaların yapılması gerekli hale gelir. Ancak bu yenileşme, eskinin terk edilmesini ve yok edilmesini beraberinde getirmemelidir. İşte Kütahya’da gördüğüm durum buydu; eskinin korunarak yeni binaların yapılması.

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//33// nisan 52

Henüz gidemediğim, ama çok arzu ettiğim Safranbolu evlerinin de çok iyi korunduğunu, muhtelif TV programlarından ve resimlerden görüp gıpta etmekteyim. Evleri korurken,


tarihin canlı tanıklarını da gelecek nesillere aktarmış oluyoruz. Doğup büyüdüğüm, içinde yaşadığım ve taşına toprağına kurban olduğum Erzurum’da da görmek istediğim budur. Ancak sanıyorum Erzurum’da, ‘eskiye rağbet olsaydı, bitpazarına nur yağardı’ deyimine sıkı bir bağlılık var. Erzurum’un eski taş evleri, maalesef betonarme binalara yenik düştüler. Erzurumlu hemşehrilerimiz, oturdukları eski evleri, modasının geçtiğini düşünerek terk ettiler ve yıkılmaya terk ettiler. Onlar, yeni aldıkları veya yaptırdıkları dairelerinde yaşamaya başlarken ve ‘ohh! Dünya varmış, kurtulduk o eski harabeden’ derken, terk ettikleri evleri, can çekişmeye başladılar ve her gün bir taş düştü, bir cam kırıldı, tavan çöktü, duvar yıkıldı ve nihayet eski ev, öldü; cenazesi de kaldırılamadı, yerde kaldı. Neden? Çünkü terk edilmişlik psikolojisi, sadece insanı değil, cansız zannettiğimiz evleri de çökertir. Yıkılan her ev, tarihten canlı bir şahidin de yok olması anlamını taşımaktadır. Evleri ayakta tutan, onlara ruh katan, içerisinde oturanlardır. Kullanmadığımız evler, hiçbir müdahale olmaksızın kendi kendini yıpratır ve kısa bir zaman içerisinde yıkılıp dökülmeye başlar. Evler, ancak ve sadece içinde oturulduğunda korunabilirler. Eski evlerin ayakta kalması gerekli ki gelecek nesillere bunlar bizim evlerimizdi diyebilelim. Ortada ev kalmamışsa bunu nasıl söyleyebiliriz. Erzurum mahallelerini gezerken eski evlerin yerinde durup durmadığını kontrol ediyorum. Gördüğüm manzara, maalesef beni sükut-i hayale uğratıyor. Çoğu mahallelerimizdeki evler, terkedilmiş ve yıkılmaya yüz tutmuş. Neyse ki bir iki mahallemizde ve sokaklarında halen sağlam kalmış evler görmek beni umutlandırıyor. Bir başka yazının konusu olan Yeğen Ağa mahallesindeki sıralı eski evlerin Erzurum Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edileceğini bir dostumdan duymak ise sevincimi kat be kat artırmaya yetti. Hiç olmazsa ayakta kalabilen bu beş-on evi geleceğe taşıyabileceğimiz umudu doğdu içimde. Bu evlerden bazısında halen oturanlar vardı. Bazıları da boşaltılmış vaziyetteydi. Kullanılan evlerin dış görünüşüyle boş olanlarınki birbirinden tamamen farklı. Dışarıdan bile evlerin metruk olduğu anlaşılıyor. Terk edilmiş evler adeta ‘bizi ölüme terk etmeyin!’ diye haykırıyor. Biz evleri birer eşya olarak görüyoruz; halbuki şehri canlı tutan onlar, şehrin ruhunu taşıyan onlar. Evler canlı kalmalı

ki şehir geleceğe canlı olarak aktarılabilsin. Bu yazımın konusunu teşkil eden Ali Paşa mahallesinde gördüğüm evler de beni umutlandırdı. Çoğu canlı, yani içinde oturanlar var. Bu mahallede, eski Erzurum ev mimarisini aksettiren çok zarif ve estetik yapılar mevcut. Bu yapılar arasında Ali Paşa Camii mahallenin tarihi hakkında fikir vermeye yetiyor. Cami, asırlar önce Erzurum valiliği yapan Ali Paşa tarafından 1569 yılında yaptırılmış. Bilindiği gibi Türk-İslam kültüründe yerleşim yerleri, mabet etrafında toplanarak büyür. Günümüzde de öyledir. Bir yer iskâna açılırken, caminin yeri belirlenir ve sokaklar ona göre şekillendirilir. İşte Ali Paşa Mahallesi de öyle teşekkül etmiş. Etrafında eski yapılı evler var. Cumbalı evler, mahalleye ayrı bir güzellik katarken Cami, mütevazı yapısıyla mahalleye sahip çıktığını hissettiriyor. Caminin özellikle ön kısmındaki çeşmelerden harıl harıl akan sular, ‘ben burada olduğum müddetçe mahalle de olmaya devam edecektir!’ mesajını iletiyor gibi. Demek ki bu mahallede oturanlar, evlerine de, camilerine de çeşmelerine de sahip çıkmışlar. Temennim odur ki sahip çıkmaya devam ederler. Caminin girişinde hemen sağda abdest almak için yapılmış çeşmeler ve oturaklar, bunların yanında bir köşe oluşturarak caminin batısına yapılmış eski tuvaletler var. Bunlar caminin etrafına ayrı bir estetik kazandırmış. Caminin bahçe kapısının hemen sol yanında ise üç mezar dikkati çekiyor. Bu kabirlerden biri çocuk, diğer ikisiyse bundan yaklaşık yüz elli yıl öncesinde zamanın o mahalleye mensup âlimlerine ait. Dar sokaklar, mahallenin sıkı komşuluk ilişkilerini anlatırken, bir yandan da akla bu geniş Erzurum arazisinde neden böyle sıkışıklık olmuş sorusunu da akla getirmeden edemiyor. Bundan da şunu anlıyorum ki sokaklar ve evler, eskiden de imar planına göre inşa ediliyormuş. Caminin güneyindeki iki katlı eski bina, restore edilmiş ve Anıtlar Kurulu tarafından tescilli binalar arasına alınmış. Mahalleye, Gücü Kapı semtinden girilen dar sokakta, Erzurum’un en eski un fabrikalarından biri olan (şimdi ismini tam hatırlayamadığım) terk edilmiş Polat veya Aziziye un fabrikası yer almakta. Erzurum’un en canlı iş yerleri olan peynir, bal, tereyağı gibi gıdaların üretildiği ve satıldığı dükkânlar, halen var olan birkaç yüncü, ayakkabı tamiri ve üretimiyle uğraşan birkaç küçük esnaf, kahvehaneler vs. ilk anda dikkati çeken yerler. Mahallede bir de 53


eski bir otel ve hamam bulunuyor. Ali Paşa Camii’nin kuzey batısında, bu mahallenin bütün Erzurum’da en bilinen yerlerinde biri olan Baltahane var. Burasının asıl adı, Komesli Hanı. Burası bir zamanlar Erzurum’un en şiddetli fikir tartışmalarının yapıldığı bir ortamdı. Günümüzde eskisi kadar olmasa da yine zaman zaman düşünce tartışmalarına ev sahipliği yapıyor. Nitekim, geçtiğimiz günlerde uğradığımızda, hanın sahibi Fatih Bey’in bir sorusu üzerine kısa bir cevap vermekle başlayan sohbet, derin bir felsefe ortamına dönüştü ve birkaç dakikalığına gittiğimiz handan bir saat gibi bir zamanda ayrılabildik. Komesli Han’da oturulan ve sohbetlerin cereyanına tanıklık eden oda, eskiden dükkan imiş; şimdiyse hanın müştemilatına dâhil edilmiş. Odanın karlanguç örtüsü, Fatih Bey’in oğlu Nuh tarafından inşa edilmiş. Karlanguç örtü, Erzurum evlerinde tandır odası yani eski zamanların mutfak evinde, tandırın üstünde yer alan bacaya verilen ad. Eski Türk geleneğinden ilham alınarak ev mimarisine katılan bu örtü türü, yedi kat veya dokuz kat olarak inşa edilmiştir. Yedi ve dokuz, eski Türk kültüründe, göğün katlarını temsil eden rakamlardır. Bir başka ifadeyle Erzurum tandır örtüsü, eski Türk mitolojisinden mülhemdir. Bu örtü hem tandırın dumanını çekmesi için, hem de tandır odasını aydınlatmak gayesine matuf olarak türetilmiştir. Erzurum’da evlerin aydınlatılmasında kullanılan pencere sisteminin yanında baca örtüleri de önem arz etmektedir. Bunlardan biri tandır örtüsü iken, diğeri de Pasin örtüsüdür. Bu da evin bacasında odayı aydınlatmak için ikindi güneşini alacak şekilde inşa edilmiş bir tür baca penceresidir. Baltahane’nin bu oturma odası, eski Erzurum evlerinde kullanılan eşyanın rastgele sergilendiği bir müze havasını hissettiriyor. Ahşaptan yapılmış duvar nişleri, kantarlar, gaz lambaları, sayı//33// nisan 54

lüküsler, çeşitli çalgı aletleri, yün tarakları… Fakat bir de daha düzenli tefriş edilmiş müze odası var ki burada eski bir soba, eski evlerin kapılarına vurulan kilitler, onların muhtelif anahtarları, bir gramofon, kitaplar, el değirmenleri, dikiş makineleri… kısacası ‘ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı’ tarzında eşyanın sergilendiği bir yer. Aynı mahalleyi birkaç yıl evvel gezerken, akşama doğru hava soğuyunca, Ali Paşa Camii’nin hemen karşısında, bu hanın yanında bulunan bir çayhane veya kıraathaneye girmiştik. Oldukça şirin olan bu çayhanede bir taraftan buram buram kokan taze çaylarımızı yudumlayıp içimizi ısıtırken, bir taraftan da etrafı incelemiştim. Tabii ki ilk dikkatimi çeken soba olmuştu. Sobanın nesi dikkat çekici olabilir ki demeyin. Bildiğimiz sobalardan farkı şu ki iki farklı yerden gelen boruların, ‘Te’ şeklindeki bir boruda birleşip aynı bacaya bağlı olmalarıydı. Belki bu da doğal sayılabilir, ama ikinci borunun çıktığı yerde değişik bir soba türü olan semaver vardı. Yani kışın ortasında soba bacasına bağlı bir semaver tütüyordu. Çayların bu kadar lezzetli oluşunun ana nedeni de böylece ortaya çıkmış oldu. Kıraathane sahibi, burasını çok güzel döşemişti. Eski bir nargile, camın önünü süslerken, duvarda yine eski bir şal vardı. Otantik bir görüntü bulunan bu çayevinin bir duvarını ise, ay yıldızlı şanlı bayrağımız süslüyordu. Çay ocağının hemen üzerinde yazılı bir beyit dikkatimizi çekti. Beyitte, “Dil söyler saklanır; Baş belaya katlanır” yazılıydı. Bu çok anlamlı dizelerin kime ait olduğunu sorduğumuzda çayhanenin sahibi Şaban Şahin, bu iki mısrayı kendisinin yazdığını belirtti. Hakikaten çok manidar olan bu iki mısra, aslında sayfalarca yazılarak veya saatlerce söylenerek anlatılabilecek bir önemli durumu çok veciz bir şekilde ifade ediyordu. Mahalleden ayrılırken, başka bir yönden çıkıyoruz. Habip Baba Türbesi’ne açılan sokağın hemen çıkışında, yine gürül gürül akan bir çeşme dikkatimi çekiyor. Eski mahallelerimizin çoğunda artık göremediğimiz çeşmelere, Ali Paşa mahallesinde sıkça rastlamak mümkün. Suyun bulunduğu yerler canlı oluyor. Bu mahallede de birçok yıkılmış evler var. Ama belli ki bunların tarihi bir değeri yok; çünkü tarihi değeri olanlar, koruma altına alınmış. Bu virane yerlerin bir an önce eski dokusuna uygun bir şekilde imar edilmesini temenni ederek mahalleden ayrılıyorum.


HEYAMOLA HEY ! Kürek deryaya değer… …ve bu herşeye değer! İbrahim BAŞER

ekne dediğin, baştan aşağı hendese… Evvelemirde; omurgası mukavim, kaburgası sağlam ve kaplaması dayanıklı olacak tekne dediğinin… …omurgası kaburgasıyla, kaburgası kaplamasıyla el ele, yürek yüreğe duracak; çivi zoruna, tutkal hatrına değil ! Evvelinde aynı kökten olduğu birlik günlerini hatırlayıp “Beli!” demeyen ahşabın teknede yeri olmaz! Omurga kızağa kondu mu; “Ya Allah” deyip başlanan iş, günler günlere ulandıkça ilerler… Kaburgalar omurgaya bağlandıkça geniş omuzlu leventlere özenir tekne ve kendine biçim veren ellere “Eyvallah” der… Kaplaması tamamlanıp su üstüne indi mi de “Vira Bismillah!” Ustası tek ne yapar? Ağacı ağaca ularken, el vermenin ve el ele vermenin sırrını kulaklarına fısıldar... Ustası tek, ne yapar? Ustası tekne yapar, ustası tekne yapar! Ve tekne; kendine menzil aşıracak kürekle el ele olacağı zamanı beklemeye başlar sabırla. Ya kürek? Serin nehirlerin suyuyla hayat bulan sayısız kardeşi gibi vakti zamanında gölgesini serini sulara düşürerek teşekkür eden ağacın, yüzyıllarla ifade edilen bir hayat sürdüğünü düşününce ister istemez ürperir, hürmetkâr bir heyecanın çarpıntısı değer kalbinize. Toprağı yarıp güneşe göz kırpınca başlayan hayatı, dallanıp budaklanmıştır zamanla… Çocukluktan gençliğe geçerken, olgunlaşıp ağaç olmaya merhaba demiştir… Yılları ve yılları ve yılları biriktirmiştir özünde… …gözaltlarındaki yorgun halkalardır içine attıkları…

Zorluklarla katılaşmış; sıcağa boyun eğmemeyi, soğuğa dayanmayı ve dik durmayı bellemiştir iyice … Köküne ulaşan su damlasından, dalına konan serçeye, yaprağına değen rüzgara, yakan güneşe, donduran poyraza kadar onu menziline götüren herşeyle itirazsız hemhal olmuş… …ağaç olmuştur. Hâli kemâle erince, elinde baltasıyla ağa çıkagelir… Ağaç, sapı kendi dalından olan ve köküyle bağını kesen baltayla tanışır! Dalını budağını kesip ayıklar baltayı tutan ağa, feryadına aldırmaz ağacın! Kalıbı değişmeye, farklı bir şekle bürünmeye başlar gözyaşları içinde. Ağaçlık menzili geride kalırken başka bir menzile gittiğini fark edemez elbette… Sızım sızım sızlarken yalvarır baltayı tutan ele: “-Hey ağa bir mola ver!” Mola vermez ağa… “-Ölüm dedikleri böyle bir şey olsa gerek” deyip geride bıraktığı hayata gözlerini yumduğunda… …dalga sesi duyulur ve sızlayan teni bir poyraz serinliğiyle ürperir. Yosun kokusu kaplar çevresini köpük köpük… “-Hey ağa, mola !” Mola zamanı değildir artık. Ve ikinci ömründe ilk defa suya erecek nesne, artık ağaçtan bir parça değil; her batış çıkışında deryayı kucaklayacak bir çift koldur, ‘kürek’ sıfatında… Kürek deryaya değer… …ve bu herşeye değer! “-Hey aa mola…” Kendi için isteme çağları geride kalmıştır artık… Menzil aşmak değil menzil aşırmaktır merâmı bundan böyle! “-Hey a mola!” …kâh deli akan Tuna tarihinde, …kâh Akdeniz’in amansız şartlarında, …kâh Piri Reis’in, Çaka Bey’in, Hayreddin Reis’in destan yazan filolarında gazâ ehline yoldaşlık vaktidir şimdi. Düşman donanmalarına efelenecek deli fişek leventlerle bilek güreşi tutar; o savaş senin, bu cenk benim akıntıya kürek çeker bir yukarı… …akıntıyla kürek çeker, bir aşağı… Heyamola… Heyamola... Issız bir sahilde akşamı beklerken, yan yatmış teknenin ve başını bu teknenin omzuna yaslamış öksüz küreğin dilsiz anlattıklarını kulaksız dinledim. Ne dersiniz, “bostan ıssı” çıkagelir de “sen ne yersin kozumu” der mi acaba? Hayal mi; doğru, hayal… …ve öyle şeyler vardır ki hayâli cihan değer! 55


Bu hadis kitabından başka bir düzineye yakın çeşitli eserleri de bulunan Buharî¸ İslâm kültürünün en önemli temel bilginlerinden birisidir.

BUHARA VE

KÜLTÜRÜMÜZ Muhsin İlyas SUBAŞI

ehirler medeniyetlerin inşa edicisidir. İnsanlık tarihi boyunca medeniyet ve kültürün dağ başlarında, ya da ücra yerlerde şekillendiğine rastlanmaz. İnsanların birlikte yaşamalarının bereketi olarak gelişen ilim ve kültür hep şehirlerin merkezinde hayata yansımıştır. Biz, Türk İslam kültüründe önemli kilometre taşlarından birisi olan Buhara ve üstün değerlerin üzerinde durmak istiyoruz: İslâm medeniyetinin önemli şehirlerinden Buhara'nın kültür fotoğrafında üç isim ön plana çıkar: Bu isimler İmam Buharî¸ İbn-i Sina ve Nakşibendî Hazretleri'dir. İmam Buharî¸ 810 yılında Buhara'da doğmuş ve 869 yılında Semerkant'ta vefat etmiştir. 59 yıllık kısacık ömrüne¸ İslâm Dünyası'nın Kur'an-ı Kerim'den sonra en önemli kaynağı olan ve kendi adıyla da anılan El Camius Sahih'i (Buharî Hadis Kitabını)' kazandırmıştır. İmam Buharî'nin önemi¸ Peygamber Efendimiz'in vefatından 178 yıl sonra hadis kaynağının kaybolma tehlikesini giderecek bir idraki ortaya koyarak ilk hadis derleyicisi olmasıdır.

sayı//33// nisan 56

İbni Sina¸ 980 yılında Buhara'da doğdu 1037 yılında da Hamedan'da vefat etti. Dünyaca tanınmış tıp bilginidir. Tıp¸ felsefe¸ fıkıh¸ kelam¸ matematik¸ edebiyat alanında önemli eserlere imza attı. O da¸ Buharî gibi genç yaşta¸ 57 yaşında hayata gözlerini yumunca arkasında 200'e yakın eser bıraktı. “İlim korunmadığı yerden göç eder.” veciz ifadesiyle İslâm kültürünün ve özellikle dünya tıbbının öncüsü olması onun önemini daha da arttırmaktadır. Muhammed Bahauddin Nakşbend¸ 1318 yılında Buhara'da doğdu 1389 yılında da burada vefat etti. Bugün İslâm coğrafyasında yaygın olan “Nakşbendî” tarikatının ihyâ edicisidir. Tasavvuf konusunda “Evrad¸ Tuhfe ve Hediyye” ismiyle yazdığı eserleriyle¸ İslâm tasavvuf hayatını sistemleştiren Nakşbendî Hazretleri İslâm'ın derûnî tarafının etkili olmasında önemli role sahiptir. Tasavvuf tarihçileri¸ bu tarikatın ana kaynağını Peygamber Efendimize kadar götürürler. Ondan sonraki halkada Hz. Ebubekir¸ Selman-ı Farisî¸ Cafer-i Sadık¸ Bayezid-i Bestamî¸ Yusuf Hamedanî gibi önemli isimler de yer almaktadır. Şehirler¸ yetiştirdikleri isimlerle tanınır ve bir iftihar payı elde ederler. Bunun için de ‘Şerefül mekin bil mekân” denilmiştir. Yani bir mekânı şereflendirenler, orada yaşayanlardır. Aslında¸ bunu tersinden de düşünebiliriz; kamuoyunda yönlendiricilik sıfatı kazanan isimler¸ yetiştikleri şehirlerin onurlanmasını sağlar ve onları geleceğe daha da övünülecek bir payeyle taşırlar. Doğru olanı da bu yaklaşımdır. Bu¸ böyle olduğu için Buhara¸ önem kazanmaktadır. Bu hususu dikkate aldığımızda şunu söyleyebiliriz; bir şehir monografisi yazılacaksa¸ Buhara dendiği zaman¸ İslâm kültüründe ve bu kültürün bir parçası olan Türk kültüründe¸ Buharî hadiste¸ İbni Sina felsefe ve tıpta¸ Nakşibendî ise tasavvufta belirleyici isimler olarak ön plana çıkarlar. Hadis ve tasavvuf¸ imanın ve ihlâsın¸ tıp ve felsefe ise beden ile aklın insanda belirleyici ana kaynak olması bakımından önemlidir. Bunun içindir ki İslâm medeniyetinin ana dinamikleri olarak bunlar kültürünü de şekillendirmiş ve daha sağlıklı bir toplum için ufuk açıcı ve yol gösterici olmuşlardır. Biz¸ bu içim etrafında bir medeniyet algısının oluşmasına katkı sağlayan


kültürel altyapının oluşumuna dikkati çekmek isteyeceğiz. 14 asırdır gelişen ve güçlenen İslâm Medeniyeti¸ bu yapısını öncelikle hadisleri kavrama kabiliyetine borçludur. İki asra yakın bir zaman sonra da olsa hadislerin derlenmesi ihtiyacı ve bunun için ortaya çıkış gerekçi ve fedakârlığı Buhara topraklarında oluşan teslimiyet ruhundan beslenmektedir. İslâm pratiğinin hadis donanımıyla ele alınışında elbette ki temel kaynak Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an birçok meseleyi onun tebliğcisi Allah'ın Resulüne bırakmış ve o “Sünnet” dediğimiz söz ve davranışlarıyla bunlara hayatiyet kazandırmıştır. Hadisler bugün elimizde olmasaydı¸ Kur'an'ı anlama alanında ciddi problemlerle karşılaşabilirdik. Çünkü Peygamberin Kur'an'a uygun yaşama biçimi her dönemde Müslümanlar için belirleyici ana faktörlerden birisidir. Bu durum¸ “Hadis Kültürü”nün gelişmesine katkı sağlamıştır. İnsan maddî bir varlıktır. Yeryüzündeki 60 milyon çeşit canlı türü içerisinde yalnızca insan “aklın” imkânlarını kullanabilmektedir. Kur'an da sıkça; “Aklınıza danışın” ifadesiyle din gerçeğinin bu yolla kavranmasını istemektedir. Sağlıklı akıl¸ sağlıklı bedenle olur elbette. Bunun içindir ki¸ İslâm'da¸ insan hayatının devamlılığı ve gücü için koruyucu ve gerektiğinde tedavi edici tedbirler ön plana çıkarılmıştır. Bugün bizim Tıbb-ı Nebevî' dediğimiz koruyucu hekimlik tavsiyeleri böyle bir gerçeğin İslâm Peygamberi tarafından ortaya konulmasını sağlamıştır. Böyle bir gerçeklik¸ Müslüman âlimleri tıbbî bilgileri öğrenmeye götürmüştür. Düşünebiliyor musunuz¸ Hıristiyanlık asırlar boyunca tıbba karşı savaş açmış ve hatta insanın hastalıktan kurtarılmasını Tanrı'nın iradesine aykırı bularak kâfirlik saymıştır. Sigrid Hunke¸ bundan söz ederken şunları anlatır: “Eczanelerin mahiyetinde bir nevi dinsizlik ve küfre varan manalar bulunduğunu ilan eden kilise öğretmeni Tatian bunu şöyle açıklıyordu: Dünyevî ilaçlara¸ ot ve köklere inanmak¸ her şeye kadir Allah'a karşı bir güvensizliği ifade eder. İnsanları Tanrı'dan çevirmek isteyen şeytanlarla fena ruhlar¸ budalalarla imanı zayıf bulunanları kandırıp aldatmaktadırlar. İlâhi kudrete başvurma yerine¸ neden bir köpek gibi otlar¸ geyik gibi yılanlar¸ domuz gibi ıstakozlar¸ arslan gibi maymunlarla tedavi olmayı tercih ediyorsun? Dünyevî şeyleri neden ilahileştiriyorsun?”(Dr. SigridHunke¸ Batı Üzerine Doğan İslâm Güneşi¸ s.142. Bedir Yayınları¸ İstanbul-1991) Bakınız¸ bu meseleye

daha net bir şekilde ışık tutan bir başka Batılı düşünür neler söylüyor: “Hz. İsa'nın doğumundan tam 1215 yıl sonra toplanan bir konsilde¸ dönemin Papası¸ III. İnnocent¸ Bütün doktorların dini bütün olmayan hastayı tedavi etmesi yasaklanmıştır. Tedavi eden doktorlar aforoz edilecektir. Çünkü hastalık günah yüzünden meydana gelmektedir.' gibi ilkel bir saplantı içindedir.” (Roger Garaudy¸ İslâm'ın Va'dettikleri; Pınar Yayınları¸ İstanbul-1983¸ s. 119) İnsanlık için dinin devamlılığı hayatın devamlılığına bağlıdır. Bu bakımdan¸ İslâm tıbba çok büyük önem vermiştir. İşte bu önemin en mühim halkalarından birisi hatta ilk ismi İbni Sina olmuştur. Dünya tıbbına nitelik kazandıran bu öncü isim¸ Buhara'dan çıkmış ve daha sonraki yıllarda Batılılarca Hipokrat'ın hocası kabul edilerek başına taç giydirilmiştir.

Şehirler¸ yetiştirdikleri isimlerle tanınır ve bir iftihar payı elde ederler.

Onun “Al Kanun Fi't-Tıp” (Tıbbın Kanunu) ve “El Şifa” isimli eserleri Batı üniversitelerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulmuştur. Burada dikkate alınması gereken bir nokta var; o da¸ İbni Sina'nın Türklerin Müslümanlığı henüz yeni kabul ettikleri bir asırda bu başarıya ulaşmış olmasıdır. Tasavvuf bu hayat şeklinin şematik yapısından çok deruniliği üzerinde durarak insanları daha sağlıklı ve duyarlı bir hayat ve dinî yaşayışa taşır. Buhara çevresinde Buharî ile Hadis kültürünün¸ İbni Sina ile tıp ve felsefe bilgilerinin önem kazanması¸ bu defa¸ özellikle felsefi akımların dar alan anlayışına İslâm'ı çekmemesi için Müslüman âlimlerin öncülerinden Nakşibendî Hazretleri tasavvufu sistemleşen bir yapıya kavuşturarak ve yaşama biçimi halinde takdim etmiştir. Onun tasavvuf anlayışında Kur'an ve hadislerin sıkı denetimine tabi bir hayat telakkisi vardır. Tasavvufu¸ ruhaniyetin hayatımızın her safhasında ön palana alınması anlamında değerlendirirsek¸ bunun günlük hayatımızdaki önemi daha da artar. Zaten¸ günümüzde tasavvuf kültürünün gelişmesine sebep olan da¸ bu anlayıştır. Buhara'da oluşan bu ışık¸ daha doğrusu nur huzmesinin Akdeniz'in üstünden ve altından genişleyerek bir uç nokta olarak Endülüs'te şekillenmesi¸ “İslâm Hilali”nin hem kültür ve hem de medeniyette bir altın devir mirası bıraktığını düşünüyoruz. Günümüzün gelişmelerini bu temeller üzerinde yeniden inşa edebilirsek¸ gelecekte Müslümanların çok daha güçlü ve etkili olacağına inanıyorum. 57


TÜRK DÜNYASI, NEVRUZ’DA

TOPKAPI’DA BULUŞTU

2010'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 3000 yıldan beri kutlanmakta olan bu şenliği, Dünya Nevruz Bayramı ilan etmiştir. Salih DOĞAN*

*İBB 1453 Panaroma Müze Müdürü

sayı//33// nisan 58

evruz (Azerice: Novruz, Farsça: Nevruz, Kazakça: Nawrız, Kırgızca: Nooruz, Kırım Tatarcası: Navrez, Kürtçe: Newroz, Uygurca: Novruz, Özbekçe: Navro'z, Türkmence: Nowruz); Afganlar, Anadolu Türkleri , Arnavutlar Azeriler, Farslar,Gürcüler,Karakalpaklar, Kazaklar, Kırgızlar, Kürtler, Uygurlar, Özbekler, Tacikler, Türkmenler ve Zazalar tarafından kutlanan geleneksel yeni yıl ya da doğanın uyanışı, Gök Türklerin Ergenekondan çıkışı ve bahar bayramı anlamına geliyor. Kaynaklara göre yazılı olarak ilk kez 2. yüzyılda Pers kaynaklarında adı geçen Nevruz, İran ve Bahai takvimlerine göre yılın ilk gününü temsil eder. Günümüz İran'ında, her ne kadar İslami bir kökeni olmasa da örfi bir gelenek olmasından dolayı bir şenlik olarak kutlanır. Bazı topluluklar bu bayramı 21 Mart'ta kutlarken, diğerleri Kuzey yarım kürede ilkbaharın başlamasını temsilen, 22 veya 23 Mart'ta kutlarlar. Aynı zamanda, Zerdüştlük, hem de Bahailer için de kutsal bir gündür ve tatil olarak kutlanır. Kürtlerde, Nevruz bayramının Kürt ve İran mitolojisindeki Demirci Kawa Efsanesi'ne dayandığına inanılır. Anadolu ve Orta Asya Türk halklarında da Göktürklerin Ergenekon'dan çıkışı anlamıyla ve baharın gelişi olarak kutlanır. 2010'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 3000 yıldan beri kutlanmakta olan bu şenliği, Dünya Nevruz Bayramı ilan etmiştir. 28 Eylül - 2 Ekim 2009 arasında Abu Dhabi'de hükümetler arası toplanan Birleşmiş Milletler Manevi Kültür Mirası Koruma Kurulu, nevruzu Dünya Manevi Kültür Mirası Listesi 'ne dahil etmiştir. 2010'dan başlayarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 21 Mart'ı "Dünya Nevruz Bayramı" olarak kabul etmektedir. Nevruz’un anlamına ve geçmişine dair kısa bir giriş yaptıktan sonra her yıl İstanbulda Türk Dünyasının buluşma noktası olan Topkapı Türk Dünyası Kültür Mahallesinde kutlanan nevruz programına .. Topkapı Türk Dünyasında Nevruz Her yıl olduğu gibi İstanbulda gelenekselleşen Nevruz etkinliği bu yıl yine Topkapı’da İBB Kültür AŞ. Türk Dünyası Amfi tiyatroda ve Türk Dünyası Evlerinde coşkuyla kutlandı . İstanbul Valiliğimiz ,Büyükşehir Belediye


Başkanlığımız, İstanbul Garnizon Komutanı Hüseyin Kurtoğlu, İBB Kültür AŞ,İl Kültür Turizm Müdürlüğümüz ve Zeytinburnu Belediyemizin ortak katkılarıyla gerçekleşen kutlamalara İstanbul Valisi Vasip Şahin, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Turk Dünyası Belediyeler Birliği Başkan Vekili ve Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın ,İBB Kültür AŞ Genel Müdürü Nevzat Kütük , İl Kültür Turizm Müdürü Dr.Coşkun Yılmaz ,Azerbaycan İstanbul Başkonsolosu Nesim Hacıyev, Kazakistan İstanbul Başkonsolosu Yerkebulan Sapiyev, Türkmenistan İstanbul Başkonsolosu Muratgeldi Seyitmuhammedov,Özbekistan İstanbul Başkonsolosu Şöhret Aminov , Kırgızistan İstanbul Konsolosu Alima Okeva, KKTC İstanbul Konsolosu Erek Çağatay, Rusya Federasyonu Tataristan Türkiye Temsilcisi Airat Gataullin ve Türk Dünyası STK Temsilcileri katıldı. İBB Mehter Takımının Nevruz konseriyle başlayan program da İstanbul protokolü adına il Kültür Turizm Müdürü Dr.Coşkun Yılmaz yaptığı konuşmada “Hz. Adem’in yaratıldığı gündür Nevruz. Nuh Aleyhisselamın karaya ulaştığı gun.” Mart Dokuzu, Ahir Çerşenbe, gapı pusma, yedd-i levin gecesi’dir Nevruz. ”Semeni”dir, oyundur, şenliktir, bayramdır Nevruz. Ateşten atlamak günahlardan arınmak, dertlerden kurtulmaktır, duadır bolluktur berekettir nevruz. Varolma şuuru millet olma birlik olma dostluk kardeşlik barış günüdür

Nevruz”..diye yaptığı konuşmanın ardından gösterilere geçildi. GÖSTERİLER

Türkmenistan İstanbul Başkonsolosluğu Halk Dansları ekibinin sergilediği “Kuş Tepti” oyunun ardından ses sanatçısı Sabriye Sayın Rumeli türküleri seslendirdi. Ardından Kafkas Halk Oyunları ekibi gösterilerini yaptı. Daha sonra Sanatçı Bünyamin Aksungur Türk Dünyası şarkıları seslendirdi. Sonrasında protokol üyeleri başta olmak üzere katılımcılar Demir Döğme ,Ateşten Atlama gibi Nevruz adetlerini gerçekleştirdiler. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı gençlerinin Tarihteki Türk Kıyafetleriyle ve Tarihteki Türk Devletleri Bayrakları ile oluşturduğu nevruz ve ergenekonu temsil eden stand yoğun ilgi gördü. Amfi Tiyatrodaki etkinliklerin ardından İBB Topkapı Türk Dünyası Etnografik Müze Evler ve Türk Cumhuriyetlerinin Evler önünde oluşturdukları ülkelerin folklorik nevruz standlarını gezen protokole ülkelere özgü ikramlarda bulunuldu. Program sonunda tüm katılımcılara Zeytinburnu Belediyesi Türkmen Pilavı ikram etti. Temennimiz odur ki her yıl bu Nevruz Coskusu, bu kardeşlik, barış, diriliş günü bahar bayramı bereket ve mutluluk getirmeye devam etsin… Türk Dünyasının birliği beraberliği sonsuza kadar sürsün inşallah… Fotoğraflar: Abdulmetin Keskin - www. topkapiturkdunyasi.com 59


MOLLA GÜRÂNÎ’DEN DERS ALDI

EYÜP SULTANDA ŞEHİRLİYİ İMAR EDEN BİR DOST BİLGE;

ALÂEDDİN ARABÎ EFENDİ Nidayi SEVİM

aklaşık 13 seneden beridir fırsat buldukça Eyüp Sultan’ımızın ebedi misafirlerini tanımaya, keşfetmeye çalışıyorum. Gün geçmiyor ki tarihe mal olmuş, iz bırakmış bir değerimizle, büyüğümüzle karşılaşmayalım. Kimler yok ki bu mezarlıklar şehrinde? Esasen bu teveccühün, rağbetin sebebi hepimizin malumudur. Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) hanesinde yaklaşık yedi ay süreyle misafir edebilme bahtiyarlığına mazhar olmuş, mübarek fethin ilham kaynağı, Halid Bin Zeyd Ebu Eyyub El-Ensari’ye (r.a.) yakın olma arzusu. Onun ruhaniyetinden, bereketinden nasipdar olmak. Ne güzel bir duygu değil mi? Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden hemen sonra Akşemseddin hazretlerinin keşfi ile Eyüp Sultan hazretlerinin kabrinin olduğu muhitte onun adına bir türbe, cami, hamam inşa ederek burayı adeta Medine-i Münevvere’ye kardeş şehir yaptı. Ahde vefanın, kadirşinaslığın, misafirperverliğin gereği de bu değil midir? Evet, kadim medeniyetimizin bin bir nadide izini bünyesinde barındıran tarihi Eyüp Sultan sokaklarını arşınlarken karşılaştığımız manzaralar bazen beni sevindirir, mutlu eder.

sayı//33// nisan 60

Yine Eyüp Sultan’da tarihe mal olmuş bir büyüğümüzün kabri başındayız. Belki önünden her gün on binlerce insanın geçtiği fakat bihaber olduğu bir değerimiz. Bu büyüğümüzün ismi Alâeddin Arabî Efendi’dir. Müderris ve Osmanlı şeyhülislamıdır. Çelebi Alâeddin Arabî Efendi, Alâeddin Alî Arabî ve Molla Arab olarak da bilinmektedir. Halep doğumlu olması sebebiyle “Arabî” lakabıyla meşhur olmuştur. Doğum tarihi kaynaklarda yer almaz. Mehmet Nermi Haskan’ın bildirdiğine göre Alâeddin Arabî Efendi, İmam Seferi’den ders almış, babası Mehmed’den Rufaî, Alâeddin Halvetî’den ise Suhreverdi izni alıp şeyhiyle birlikte Osmanlı ülkesine gelerek Edirne’ye ulaşmıştır. Molla Gürânî’nin derslerine devam ettiği, bir süre Hızır Bey’in hizmetinde bulunduğu ve talebesi olduğu muhtelif kaynaklarda dile getirilir. Edirne Dârülhadis müderrisi Fahreddîn-i Acemî’ye muîd olarak göreve başlamış, daha sonra Bursa Kaplıca Medresesi’ne müderris tayin edilmiştir. Bir müddet sonra bazı sebeplerden dolayı şeyhi ile birlikte Manisa'ya sürgüne gönderildiği rivayet edilir. Mehmet İpşirli, Alâeddin Arabî Efendi’nin Manisa’daki sürgün yıllarında Şehzade Mustafa’dan himaye gördüğünü, onun tavassutuyla bir müddet sonra affedilerek Sahn-ı Semân Medresesi’ne (İstanbul Üniversitesi) müderris tayin edildiğini zikreder. Yine çeşitli kaynaklarda Alâeddin Arabî Efendi’nin II. Beyazıt döneminde (Nisan 1495) şeyhülislâm olduğu, bir yıl kadar bu görevde kaldıktan sonra 1496 yılında vefat ettiği dile getirilir. Osmanlının yedinci şeyhülislamı olan Alâeddin Arabî Efendi, aynı zamanda Eyüp Sultan mezarlığına defnedilen ilk Osmanlı şeyhülislamıdır. Mezarı İdris Köşkü mevkiinde, Haliç’e bakan hâkim bir noktadadır. Mezarının alt kısmında ünlü ressamlarımızdan Hüseyin Avni Lifij’in kabri ve teleferik istasyonu bulunur. Devrin faziletli âlimlerinden kabul edilen Alâeddin Arabî Efendi’nin tefsir ve fıkıh alanında geniş bilgi sahibi olmasına rağmen herhangi bir eseri bilinmemektedir. Oğullarından Abdülbaki’nin kız tarafından torunu Mustafa Sabri Efendi divan şairidir. Mehmet Nermi Haskan, Alâeddin Arabî Efendi’nin Tire’nin 5 kilometre kuzeybatısında Yahşibey ovasında, cami, medrese, hamam ve çarşısının bulunduğunu ve günümüzde külliyenin harap durumda olduğunu zikreder. Ayrıca Sicil-i Osmanî, Bursa'da da bir camisinin olduğunu bildirmektedir.


KARYAĞDI TEPESİNDEN PİERRE LOTİ MEZARLIĞINA

Bilindiği üzere bir Fransız deniz subayı ve yazar olan Pierre Loti, bir zamanlar İstanbul’da kalmış ve vaktinin bir bölümünü Eyüp Sultan’da, İdris Köşkü mevkiinde bir kır kahvesinde geçirmiştir. Kendisini üne kavuştura “Aziyade” isimli romanını da burada yazdığı söylenir. Ahmet Bilgin Turnalı, o zamanlar buranın isminin “Karyağdı (Ali Baba) Tepesi” olduğunu zikreder. Zira tesislerin bittiği noktada bulunan Karyağdı Baba Tekkesi günümüzde hâlâ ayaktadır. Kimi kaynaklarda ise bölge ismi olarak İdris-i Bitlisi’nin adı geçer. Hakikaten burada İdris-i Bitlisi’nin ve zevcesinin hatırı sayılır miktarda hayır eseri bulunur. Tesislere uzanan caddeye ve yakındaki bir parka da İdris-i Bitlisi’nin adı verilmiştir. Evet, maharetli Fransız subayı bir iki cilalı sözle kendini Türk dostu olarak kabul ettirmeyi başarmış. Veyahut badireli yıllarımızda “denize düşen yılana sarılır” misali biz ondan medet beklemişiz. Bu durumun başka bir izahı yok. Zira Fransızlar ne zaman bir yere savaş açsa -ki bunlar genellikle İslam ülkeleridir- bu romantik yazarımız ordunun en ön safında yer almıştır. Türk dostu, lakin Müslüman düşmanı! Nitekim Pierre Loti’nin karanlıkta kalan Birinci Dünya Savaşı yıllarını, doktorasına araştırma konusu yapan Mesut Özekmekçi, Pierre Loti’nin Topkapı Rıhtımı’nda devlet töreniyle karşılanmasından sadece iki yıl sonra Birinci Dünya Savaşı için ülkesine döndüğünü, Fransa ordusuna katıldığını ve Çanakkale Savaşı’nda Türklere karşı da savaştığını kaynaklarıyla gözler önüne serer. Bu sahte sevgiyi, doku uyuşmazlığını vaktiyle en güçlü ifadeyle Nazım Hikmet’in dile getirmiş olduğunu da belirtmekte yarar var. Bir asrı aşkın zamandan beri öyle ya da böyle yaklaşık üçyüz bin metre karelik Osmanlı-Müslüman Mezarlığı, “Pierre Loti Mezarlığı”, “Pierre Loti Tepesi” olarak telaffuz edilmeye başlandı! Oysa bahse konu kahvenin, hatta top yekûn tesislerin kapladığı alan bile bir iki dönümü geçmez. O tesislerin içerisinde, Zevki Kadın namazgâhı, İdris-i Bitlisi sıbyan mektebi ve çeşmesi, günümüzde emaresi kalmayan Mevlevihane ve İskender Dedenin kabri, Attan düşen Ali Ağa ve ailesinin mezarları ve Nahilbend Hacı Hasan Ağa’nın Türbesi bulunmaktadır. AT MEZARI DA NEREDEN ÇIKTI?

Pierre Loti tesislerinin içinde bulunan tarihi eserler yakın zamanda fazlaca zarar görmemiş. Ancak yolun hemen karşısında, kahvenin yanı

başında bulunan Alâeddin Arabî Efendi’nin türbesinden geriye sadece bir duvar kalmış. Birkaç sıra taş. Bereket versin etrafı demir parmaklıkla çevrilmiş. Yoksa burası çoktan el değiştirmiş olacaktı. Yeni mezar yeri için bulunmaz bir fırsat! Bir talihsizlik örneği olarak vaktiyle bu kabre “at mezarı” da denmiş. İhtimal daha ilerde tesislerin içerisinde yer alan “attan düşen” Ali Ağa’nın mezarından hareketle duydukları “at” kelimesini buradaki mezara atfetti şaşkın insanımız. Osmanlı şeyhülislamı mezarına at mezarı demek. Ne esef verici bir durum! Tarihiyle, geçmişiyle övünen bir milletin düştüğü duruma bakar mısınız? Refakatçiniz, rehberiniz, elinizde bir krokiniz olmasa burada bir kabrin, hatta bir şeyhülislamın medfun olduğunu katiyen anlayamazsınız ve mezarını da bulamazsınız. Türbeden Alâeddin Arabî Efendi’ye dair ne bir kitabe ne de iz kalmış. Eski resimlerde görülen mezar kitabesi nerededir? Tahrip mi edildi, bir yerlere mi atıldı? Akıbeti belli değildir! Geçtiğimiz yüzyılın ortalarına tarihleyeceğimiz bir resim Eyüp Belediyesi arşivlerinde halen mevcuttur. Rahmetli Süheyl Ünver üstadımıza ait. Bu resimde türbenin harap olmadan önceki hali bariz bir şekilde görünüyor. Ümidimiz bu resimden hareketle türbe projesinin yapılıp yeniden ihya edilmesi yönünde. İnşaallah bu üzücü durum kısa süre zarfında son bulur. Pierre Loti kahvesinin bitişiğindeki Alâeddin Arabî Efendi’nin içler acısı durumdaki mezarını düşündükçe insan ister istemez şöyle bir soru sormadan edemiyor: “Pierre Loti Türk dostu da Alâeddin Arabî Efendi Türk düşmanı mıydı?” Belki de Alâeddin Arabî Efendi’nin en büyük suçu veya günahı Arab olması. Kim bilir? Evet, ne olduğu, kime hizmet ettiği tartışmalı bir Fransız’ın iki fincan kahve içtiği mekânı türbeye dönüştürüp, kendi geçmişine, değerlerine sırtını çeviren milleti yarın ne torunları ne de tarih asla affetmez. Yakın zamanda Eyüp Belediyesi tarafından “Eyüp Sultan Araştırmaları Merkezi” isimli bir birim oluşturuldu. Eyüp Sultan semti ile ilgili tarih ve medeniyet araştırmaları yapılacakmış bu merkezde. Umarız bahse konu birim tabeladan ibaret olmaz, adına layık çalışmalar yapar da bu kadir kıymet bilmezliğimiz bir nebze de olsa azalır. Zira unutulmuş, kaderine terk edilmiş, harap vaziyette o kadar çok tarihi değerimiz, kültür mirasımız var ki ömür biter bunları sayıp dökmeye vakit yetmez. 61


ŞEHİRLERDE HASAT YAPAN ŞAİR;

CAHİT KÜLEBİ Anadolucu bir şair. Anadolu ise uzayıp giden tozlu yollar, ırmaklar, dereler, ağaçlar, toprak evler… Ali BAL

nadolu manzaralarını izlediğimiz şiirler vardır. Her satırı ruhumuzdan kopan parçalar gibi bizdendir. Dili dilimiz, ruhu ruhumuz olan bu şiirler topraktan doğar gibi saf ve bizdendir. Irmaklar kadar berrak ve akıp giden bu şiirler dağa, taşa çarpa çarpa çağıldar içimizde. Bu şiirlere baktığımızda Anadolu’nun uzakta kalmış köyleri, ağaçları, tozlu yolları, bozkırlar, dereler, ırmaklar, yalnızlık, fakirlik ve gözlerinde hasret büyüyen analar vardır bu şiirlerde. Bu şiirlerin şairleri ise toprağa çıplak ayakla basmıştır. Cumhuriyet dönemi Anadolu insanını, yaşadığı mekanla adeta resmeden şair Cahit Külebi, şiirlerini topraktan, derelerden, ırmaklardan ve tozlu yollardan derler. Şu dizeler aslında kendisiyle birlikte şiirinin doğuş hikâyesini anlatır gibidir. “ 1917 senesinde Topraklarında doğmuşum. Anamdan emdiğim süt Çeşmenden tarlandan gelmiş.” Toprak, çeşme, tarla ve ona hayat veren anne sütü… İnsanı var eden bu değerler, onun şiirinin de vaz geçilmez ögeleri olacaktır. Ve devam eder şiir: “ Kalelerin burcunda Uçurtma uçurmuşum, Çimmişim derelerinde. Bir andız fidanı gibi büyümüşüm. Topraklarının üstünde.” Kalelerin burcunda oluşu onu gökyüzüne yaklaştırır ve sonra uçurtma uçurur. Derelerde çimmesi taşralı oluşunu, bir andız fidanı gibi büyümesi ise toprağa bağlılığını gösterir. Toprağa değer ayakları, topraktan kopmayan bu beden ve ruh şiire de aksettirir kendini. Cahit Külebi Yurt şiirinde ise; “Tokat’la Niksar arasında Bir küçük ev görünür uzaktan. Kütükten duvarlı, önünde çeşme akar, Yeşermiş gibi topraktan.” İnsanımızın doğallığını içten bir lirizm ile Anadolu’nun doğallığı ile özdeşleştirir. Burada da toprak vardır. Toprağa bağlılıktan öte toprakla hemhal olma halidir bu durum. Ve şöyle biter şiir:

sayı//33// nisan 62


“Siz baksanız bir şey göremezsiniz. Benim yurdumdur orası. Ardıçlar, gürgenler, tozlu yollar… Tokat’la Niksar arası.” Evet, başkası bir şey göremez ama onun yurdudur orası. Kendisini en güzel şekilde ifadedir bu dizeler. Anadolucu bir şair. Anadolu ise uzayıp giden tozlu yollar, ırmaklar, dereler, ağaçlar, toprak evler… “Tokat’a Girerken” şiirinde bize adeta resmeder memleketini. Ve orada sonsuza kadar yaşamak ister. “Tokat’a girerken bir derin Vadi var her taraf yeşil, Tokat’a girerken bir derin Vadi var her taraf yeşil. Ben hep gece geçtim oradan Bir su gibi dibinden ekinlerin.” “ Vadi, yeşillik, ekinler” bu kelimeler ve tekrarlanan duygular, şairin özlemle andığı yerler. Ekinlerin dibinden su gibi geçişi de yine “su ve toprak” temasıyla bir kavuşmayı hissettiriyor. İşte Külebi bu kadar bağlıdır toprağa. “Tokat’a Doğru” şiirinde de manzara aynıdır. “Çamlıbel’den Tokat’a doğru Tozlu yolların aktığı ırmak!” dizeleri ile başlar. Tozlu yollar ve ırmak, bizi yine toprağa bağlar. Irmaklarda çimer. Irmak sadece bedenini temizlemez. Onun ırmaklarda yıkanması Anadolu ile yaşayarak ruhunu da temizler. “Atların kuyruğu düğümlü, Bir yandan yağmur yağar, ıslak… Bir yandan hamutlar şak şak eder, Bir yandan tekerler döner, dön geri bak.” dizeleri ile köy insanın çilesini, ulaşım zorluğunu, yağmura yakalanışını betimler. Şiirin devam eden dizelerinde “dereler, kavaklar, alçacık damlar ve gözlerinin yaşarması şairin yaşadığı zorlukları gösterir. Bu da demek oluyor ki Külebi, ne yaşamışsa şiirsel bir dille romantik bir eda ile yazmıştır. “Kadınlar” şiirinde ise taşrada ne var ne yok gözümüzün önüne seriyor. “Sade bunlar mı Cahit Külebi! Doğup büyüdüğün Niksar’da Kadınlar görmedin mi? Kaybolur gider sanırdın Tarla çapalarken güneş altında; Karanlık odalarda tütün dizerken Yanıp sönerdi ıslak ıslak Yeşil tütün renginde gözleri.”

Doğup büyüdüğü Niksar, tarla çapalayan ve tütün dizen kadınlar, bunların hepsi bizi yine toprağa bağlıyor. Cahit Külebi, neredeyse her şiirinde Anadolu’nun yalın, doğal ve insanın içini burkan fakirliğini canlandırıyor. Cahit Külebi, modern şiirimiz içinde yer almasına rağmen o, hiçbir zaman gelenekten, yaşadığı topraktan ve onu Külebi yapan kültüründen asla kopmamıştır. Yaşamı, zevki, çilesi, fakirliği, umudu ve hayali buram buram Anadolu, buram buram toprak kokar. Ve İstanbul şiiriyle değişen âlemden şikâyetçidir. Sonra âlem değişiverdi Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak. Mevsimler ne çabuk geçiverdi Unutmak, unutmak, unutmak. Anladım bu şehir başkadır Herkes beni aldattı gitti, Anladım bu şehir başkadır Herkes beni aldattı gitti. Yine kamyonlar kavun taşır, Fakat içimde şarkı bitti. Ve Hikâye şiiriyle zirveyi yakalıyor Külebi. “Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin! Benim doğduğum köyler de güzeldi, Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz!” Cahit Külebi, halkın, toplumun sesidir. Onun şiiri betonlaşan şehirlere inat toprak kokar, derelerde çağıldar, ırmaklara akar, karışır. Külebi, aydınlık günlere arı, duru ve içten duygularla koşar adım girmiştir. Şehrin boğucu, yalnızlık kokan atmosferinden, taşranın saflığına sığınır. Türkçemiz onunla daha çok yaşayacaktır. 63


ŞEHİRDE SUSKUN BİR DERVİŞ;

TOLSTOY

“Anladım ki Allah insanların birbirlerinden ayrı ayrı değil, tek vücut halinde yaşamalarını istediğinden her birine kendi ihtiyaçlarını değil; her birine hepsi için gerekli olan şeyleri ilham eder.” Mustafa UÇURUM

ir yazarın eserleri kadar hayatı da önemlidir bazen. Hatta bazı yazarların yaşantıları, eserlerinin önüne bile geçmiştir. Gizli olan, merak edilen ve üzerinde yoğun bir gizem bulunan yazarlar her zaman daha bir rağbet görmüştür. Nasıl yaşadılar, neye inandılar ve nasıl öldüler sorularına verilmeye çalışılan birbirinden farklı cevaplar söz konusu yazarı daha da ulaşılmaz yapmıştır ve eserlerinin daha bir yoğun okunmasını sağlamıştır. Başka toplumlarda bu durum böyle midir bilinmez ama bizde gizemi çok olana meyletmek, adetten olmuştur. Goethe’nin ölürken yanında Kuran bulunduğunun söylentileri Alman yazarın değerini okur nazarında bir kat daha arttırmıştır. Andre Gide’nin İncil’inin yanında her zaman bir de Kuran taşıdığının bilinmesi “Dar Kapı”ya daha bir kutsallık katmıştır. Bunlar doğru mudur bilinmez ama hoşuna gitmektedir Türk okurunun. Lev Nikolayeviç Tolstoy; hayatı ve özellikle din konusundaki görüşleriyle her zaman merak edilen, araştırılan ve okunan bir yazar olmuştur. Yaşadığı ülke, şartlar ve dünya görüşü düşünüldüğünde, her yönüyle tanınmaya ve okunmaya değer bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu anlamak güç olmayacaktır. Tolstoy’dan ilk okuduğum kitap, “Hacı Murat”tı. Bu kitabı okumak istememin tek sebebi de yazarının yabancı olması, bunun yanında kitabın adının “biz”den olmasıydı. Belki de tam olarak anlayamadan okuduğum bu kitaptan sonra “İnsan Ne İle Yaşar?” gelmişti. Bu benim için bir dönüm noktasıydı ve Tolstoy’u da “benim yazarlarım”ın arasına gönül rahatlığıyla almıştım ve Tolstoy’un yeri bende hâlâ hep aynıdır. “Suskun bir derviş.” İnsan Ne İle Yaşar? Tolstoy için tam bir hikmetler kitabıdır. Yazar bu kitabındaki kısa hikâyelerinde, dünya hayatının geçiciliğini ve kadere imanı ince ince noktalarla hikâyelerinin arasına sıkıştırır. Neredeyse hikâyelerden çıkan ortak kanaat, Allah’a imandır. Tolstoy bu düşüncelerini açık ifadelerle kullanmakta bir beis görmez. “Anladım ki Allah insanların birbirlerinden ayrı ayrı değil, tek vücut halinde yaşamalarını istediğinden her birine kendi ihtiyaçlarını değil; her birine hepsi için gerekli olan şeyleri ilham eder.” İnsan nimetin içindeyken elindekinin kıymetini tam olarak anlayamaz. Ondan uzak kalınca, içinde

sayı//33// nisan 64


dindiremediği bir arzu ile nimetin ardına düşer. İşte Tolstoy’un içindeki Allah inancı da bu uzakta kalıştan kaynaklanmaktadır. Tolstoy bir dönem samimi bir Hıristiyan olarak yaşamış, daha sonra Allah adının anılmadığı bir coğrafyaya sürüklenmiş, sonunda içindeki sese kulak vermiş ve eserlerinde bu inancını da rahatlıkla dillendirmiştir. Tolstoy dünya edebiyatı için çok önemli bir yazardır ama içinde büyütüp durduğu gizli imanı sayesinde bizim için ayrı bir değere sahiptir. Kroyçer Sonat kitabı da hiç yabancılık hissetmeden okuduğum bir Tolstoy kitabıdır. İncil’den alıntıyla başlayan kitap, insanlar arasındaki ilişkilerden ve özellikle evlilik hayatından bahseder. Hatta bu kitap, ortaya koyduğu somut tespitlerle evlilik hayatının ne kadar güç bir sanat olduğundan bahseder. B kitabında da yazar, Allah’ın varlığını üzerinden hiç uzak tutmaz. Tolstoy’un “Din Nedir?”, İnsan Ne ile Yaşar?”, İvan İlyiç’in Ölümü”, “Üç Ölüm”, Ölüm Manifestosu” gibi eserleri onun bir arayış içinde olduğu dönemin ürünleridir. Tolstoy için inanç her şeyin üstündedir. Bunu, kendisini bir türlü anlamak istemeyen eşini terk etmesinden de anlayabiliyoruz. İvan İlyiç’in Ölümü adlı eserinde dünya hayatının geçiciliğini ve ölümün bir “hak” olduğunu vurgulu cümlelerle anlattıktan sonra İvan İlyiç’in ölümünü de kırk sayfa tasvir ederek hem sanatını ortaya koyar hem de ölümün nefesini okuyucuya hissettirir. Tolstoy, yaşantı olarak da büyük farklılıkları birlikte yaşamış bir yazardır. Bir dönem büyük bir miras sahibi olup rahat bir yaşam sürerken, kıtlık günlerinin acılarını da tam anlamıyla yaşamıştır. Bunu eserlerinde bütün sıcaklığıyla vermiştir ve hayat çizgisinin ne kadar keskin çizgilerle belirginleştiğini anlatmak istemiştir. Ve arayışını hayatının son anına kadar sürdürmüştür. Tolstoy da tüm ustalar gibi mutsuz ve anlaşılmaz bir şekilde dünya hayatından çekilmiştir. Tolstoy, soğuk iklimlerde yaşamış sıcak bakışlı bir derviştir. Tolstoy’un hangi eseri olursa olsun birine tavsiye ettiğimde, her zaman olumlu bir karşılık bulmuştur. Sonuç hep aynıdır; “Yazar tam anlamıyla bizi anlatmış.” “İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?”daki Pahom’un mal edinme hırsı bizim için hiç de yabancı değildir. Ya da “Efendi ile Uşak” sanki Rusya’da değil de bizim aramızda yaşayan insanlardan birileridir.

Aslında bütün bu tanıdık olma durumları Tolstoy’un Müslümanlara olan sıcaklığının bir göstergesidir. O, “Hz. Muhammed’in Hadisleri” adlı bir kitap çevirmiş, bu hadislerin yardımıyla İslamı ve Hz. Muhammed’i tanımaya çalışmıştır. Bir ara mektuplaştığı Rus asıllı Müslüman Yelena’ya yazdığı mektuplarda İslamiyet hakkındaki düşüncelerini de açıkça ortaya koymuştur. Tolstoy, şartların elverdiği ölçüde Müslümanlığı tanımaya çalışmış ve arayışını doğru istikamete erdirene dek sürdürmüştür. Tolstoy’un Müslümanlığı konusu şimdilerde daha da hız kazansa da önemli olan Tolstoy’un bir ömür süren bir arayış içinde olduğudur. Yoksa 82 yaşındaki bir yaşlı adamı yollara düşüren ne olabilirdi ki? Bu yolda menzile ulaşmak kadar yarı yolda kalmak da marifettir düsturundan hareketle Tolstoy zaten imanını kalbinde nihayete erdirmiş bir ermiştir. “Anladım ki insanlar kendilerini düşünerek yaşıyor gibi görünse de hakikatte onları yaşatan tek şey sevgidir. Kim severse Allah’a yaklaşır, Allah da ona yaklaşır. Çünkü O, sevgiyi yaratandır.” Tolstoy yaratanın varlığından haberdar bir halde uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Yaşantısındaki sis dolu anların çokluğu onu dünyada ayrı bir konuma getirmiştir. Nerdeyse tüm eserleriyle Dünya Klasikleri arasına giren Tolstoy, bizimle aynı havayı teneffüs eden birçok yazarın aksine inancını her zaman açık yüreklilikle eserlerinde ortaya koymuştur. Kişi, dönüp dönüp okumalı “Din Nedir?” kitabını ya da ölümü daha sık hatırlamak için İvan İlyiç’le birlikte bir kez daha ölmeli. Okudukça açılıyor insan. Tolstoy’un bir ömür aradığının bizim başucumuzda olduğunu hatırlayarak ve çevirerek sayfaları bir kez daha dönmeliyiz yüzümüzü aydınlığa. Dünya her gün yeni bir adım daha atmayı öğretiyor insana. 65


BOSNA HERSEK’TE ŞEHİR EFENDİLERİ:

NAKŞİBENDİLİK Sultan Fatih’in ordusu 1463 yılında Bosna’yı fethettiği sıralarda askerlerin arasında epeyce Nakşî müridi varmış ve onların bazıları savaş sırasında hayatını kaybetmişlerdir.

Mikail Türker BAL

akşibendilik geçmişten günümüze dek, Buhara ve Orta Asya’dan Hint Alt kıtasına, Anadolu’ya, Doğu ve Kuzey Afrika’ya ve Balkanlar’a yayılmış ve bu bölgelerde yaşayan Müslümanların yaşamı üzerinde büyük etkiye sahip olmuştur. Nakşibendi tarikatının (Mevlevi, Halveti, Kadiri, Rıfai, Bektaşi ve Hamzavi tarikatlarının yanında) Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlı feodal sistemine ayrılmaz bir parça olarak uzun süre dahil olan Bosna Hersek Müslümanlarının sosyo-politik, dinî, ve kültürel hayatlarında ve genel olarak söylenirse Balkanlar’daki yaşamda önemli rol oynadığı iyi bilinir. Nakşibendilik’in Bosna Hersek’e ne zaman girdiği konusunda kesin bir belgeye rastlanmamıştır. Fakat dervişler arasında dolaşan şifahî menkıbelere göre Sultan Fatih’in ordusu 1463 yılında Bosna’yı fethettiği sıralarda askerlerin arasında epeyce Nakşî müridi varmış ve onların bazıları savaş sırasında hayatını kaybetmişlerdir. Nakşibendilerin, Osmanlı’nın bölgeye geldikleri ilk tarihlerdeki faaliyetleri hakkında yeteri kadar detaylı bilgi bulunmamaktadır. Bilgilerin çoğu, dervişlerin birbirlerinden naklen günümüze kadar getirdikleri menkıbelere dayanmaktadır. Bosna Hersek’te bilinen en önemli iki büyük Nakşibendi dervişi, Bosna’nın fethi sırasında Sultan Fatih’in ordusunda savaşıp şehit düşen Aynî Dede ve Şemsî Dede’dir. ‘Gaziler Yolu’ isimli caddede ‘Gaziler Türbesi’ne defnedilmişlerdir. SARAYBOSNA’DA NAKŞİBENDİ TEKKELERİ İSKENDER PAŞA ZAVİYESİ

Şeyh Abdurrahman Sırrî Türbesi-Oglavak-Fojnica

sayı//33// nisan 66

Aynî Dede ve Şemsî Dede’nin Türbelerinin bulunduğu caddede yani Gaziler Caddesi’nde bir de Gaziler Tekkesi mevcuttu. 1463 yılında Sultan Fatih ile beraber Bosna’nın fethinde yer alan Boşnak asıllı komutanlardan olan, Prusac (Akhisar) şehrinin fatihi İskender Paşa Yurişiç’in sûfilere karşı yakınlığı vardı ve aynı zamanda kendisi de Nakşibendi tarikatına bağlı idi. İskender Paşa Milyatska (Miljacka) nehrinin sol kıyısında kendisinden sonra ‘İskender Paşa Tekkesi’ ismi verilen bir tekke inşa ettirdi. Zaviye ile beraber yanındaki binaların ayakta kalabilmesi için İskender Paşa birçok mal bırakmıştır. Böylece İskender Paşa Tekkesi, zengin bir müessese olarak; dervişler, fakirler, şeyhler, talebeler (müridler) ve yolcular için barınma imkânı sağlayan zengin bir vakfa


sahip oldu. 1868 yılında zaviyeye şeyh ve Mısrî medresesine müderris olarak Şeyh Arif Kurd tayin edilmiş ve bu görevde 1878 yılına kadar kalmıştır. 1880 yılında Şeyh Arif İstanbul’a hicret etmiş ve orada 1890 yılında vefat etmiştir. Kabri Eyüp Nişanca’da Muradiye Tekkesi avlusundadır. YEDİLER TEKKESİ

Nakşi-Halidî tekkesi olan Yediler Tekkesi XIX. Yüzyılın ortalarında Yediler türbesinin ve Çuhacı Süleyman Camii’nin yanında yapılmıştır. Şeyh Seyfullah İblisoviç İstanbul’da ve Bursa’da tahsilini tamamladıktan sonra Saraybosna’ya dönmüş ve Yediler Türbesi’nin yanına yerleşmiştir. Türbenin yanında bir tekke inşa ettirmiştir. Birçok defa tamir gören tekke binası 1937 yılında yıkılmıştır. Bu gün tekke binasının yerinde Çuhacılar Vakfı’nın yönetim binası yer almaktadır. BOSNA’NIN DİĞER BÖLGELERİNDEKİ NAKŞİBENDİLER

Nakşibendiler, Türklerin bu bölgeye ilk ulaşmalarından XV. Yüzyılda bu eyaletin yönetimini tesis etmelerinden beri BosnaHersek’in birçok köy ve şehrinde tekkelere sahip olup, XVII., XVIII., ve XIX. Yüzyıllarda çok etkili konuma geldiler. Özellikle bu tarikatın iki tekkesi; Vukelyiçi’deki tekke (Jivçiçi Tekkesi olarak bilinir) ve Saraybosna’ya uzak olmayan Foynitsa (Foynica)’ya yakın Oglavak’taki tekke biline gelmiştir. Foynitsa Vukelyiçi Nakşibendi tekkesi Şeyh Hüseyin Baba Zukiç (ö. 1799-1800) tarafından kurulmuştur. Şeyh Hüseyin Zukiç tekkenin de bulunduğu Vukelyiç’te doğmuştur. İlk tahsilini Foynitsa’da yaptıktan sonra Saraybosna’da Kurşunlu medresesinde devam etmiştir. Saraybosna’dan sonra İstanbul’a gitmiş ve orada Müceddidî şeyhlerinden Hafız Muhammed Hisarî efendi’ye intisap etmiştir. Şeyhi tarafından irşad edilip seyahate gönderilen Şeyh Hüseyin Baba, ilk önce Konya’ya gelmiş ve Mevlana Asitanesi’nde 3 yıl kalmıştır. Konya’dan Orta Asya’ya yönelmiş ve Semerkand’da Nakşî tekkesinde belirli bir dönem kaldıktan sonra Kasr_ı Arifan’da Şah-ı Nakşibend’in kabrinin yanında yedi yıl kalmıştır. 20-30 yıl İslam dünyasının merkezlerini gezip ziyaret ettikten sonra Bosna’ya, Vukelyiçi’ye dönmüş ve orada günümüzde de faal olan cami ve tekkeyi inşa etmiştir. Şeyh Hüseyin Baba birçok mürit yetiştirmiştir. Bunların en meşhuru

Vukelyiçi Tekkesi

Abdurrahman Sırri olarak bilinen bu zat Oglavak’ta bir Nakşibendi tekkesi inşa etmiştir. Şeyh Hüseyin 1800 yılında Vukelyiçi’de vefat etmiş ve orada defnedilmiştir. Şeyh Hüseyin Zukiç’ten sonra Vukelyiçi Tekkesi’nde Anadolu’dan Balkanlar’a Mürşid-i Kâmil aramaya gelen şeyh Muhammed Meyli şeyh olmuştur. Belgrad’a geldiğinde ona Oglavak Tekkesi’nin şeyhi Abdurrahman Sırri’yi tavsiye etmişler. Sırrî’nin yanında 16 yıl kaldıktan sonra Vukelyiçi Tekkesi’ne şeyh tayin edilmiş ve orada 1853yılında vefat etmiştir. Vukelyiçi Tekkesi’nde Şeyh Hüseyin Zukiç’in tatbikatına dayanarak zikir hem cehrî hem hafî olarak icra edilmektedir. İki katlı bir bina olan Vukelyiçi Tekkesi’nin haziresinde üç türbe vardır. Türbelerin en büyüğü Şeyh Hüseyin Baba’ya, İkincisi Şeyh Meyli Baba’ya, üçüncüsü de Şeyh Meyli Baba’nın oğlu Şeyh Hasan Baba’ya aittir. Oglavak Nakşi tekkesi Şeyh Hüseyin Zukiç’in halifesi Şeyh Abdurrahman Sırrî tarafından kurulmuştur. Şeyh Sırrî mürşidliği ve şeyhliği yanında edebiyatla da uğraşmış ve Boşnakça birçok ilahi yazmıştır. Şeyh Sırrî 1847’de Oglavak’ta vefat etmiştir. Abdurrahman Sırrî’nin bir şiiri Derviş olmak istersen… ‘Ako hoçeş derviş bit Valya srce oçistit Bogu şirça ne çinit Lailaheillallah’ Derviş olmak İstersen Kalbini temizle Allah’a şirk eyleme La ilahe illallah Günahından Tövbe et Günahlara rücu’ etme Can Allah’a kulluk et La ilahe illallah Kul olmak güzelliktir. Asi olmak çirkinlik Ücret istemek ayıplık La ilahe illallah 67


ırtımda sazım otostopla dünyayı gezmeye başladığımdan beri farklı tecrübeler edindim, değişik coğrafyalar tanıdım. Hayata bakış açım çok değişti. Her şeyden önemlisi de bazen kötülerle karşılaşsam da insanı daha fazla tanımaya ve sevmeye başladım. Velhasıl anlatacak çok şeyim birikti. Bu yazıda sizlere üç ülkeden birer kesit sunacağım: İSPANYA’DA BİR GÜZEL İNSAN

DÜNYA ŞEHİRLERİNDEN Madrid'in işlek bir caddesinde akşama doğru bağlama çalıyorum. Hava kararmış, insanlar sokaklarda dolanıyor. Önümdeki kartonda da 'hostel ve yemek için para lazım' yazıyor. Zaferullah YILDIRIM

Madrid / İspanya

Madrid'in işlek bir caddesinde akşama doğru bağlama çalıyorum. Hava kararmış, insanlar sokaklarda dolanıyor. Önümdeki kartonda da 'hostel ve yemek için para lazım' yazıyor. Yaklaşık yarım saat sonra adının Javi olduğunu öğreneceğim bir genç geldi yanıma. Sürekli özür diliyor benden. Müziği kesmek durumunda kaldım. Ne istediğini sordum. Dedi ki: “Hostel için sana yardımcı olamam, özür diliyorum ama kalacak yer için yardımcı olmaya çalışacağım. Lütfen beni burada bekler misin?” Tamam, dedim. Yarım saat sonra geldi ve cep numaramı aldı. Sonra dedi ki: “Karma'ya inanır mısın?” Dedim ki: “Bizde karma yok ama kader ve kazaya iman var. Niye soruyorsun ki?” “Çünkü” dedi. “Ne zaman birine yardım etsem, bana da birileri yardım ediyor.” Dedim ki: “Mantıklı, nitekim ben de birçok kez iyilik yaptım belki de onlar dönüyordur. Çünkü Allah her şeyden haberdar.” Biraz daha konuştuktan sonra bana yardımcı olacağına ve en geç iki saat içinde kalacağım yeri ayarlayacağına dair söz verip gitti. Önümdeki kağıtta hostel için de para istememe rağmen şöyle bir durum vardı esasında: Ben Barcelona biletini çoktan almıştım, kalacak yere ihtiyacım yoktu. Fakat anlayamadığım bir tutukluk oldu bende, lâl olmuştum, bunu Javi’ye söyleyemedim. Orada bir saat daha oturduktan sonra kalktım, karnımı doyurmak için uygun bir yer aradım. Derken beni aradı, neredesin, gel kalacak yerini ayarladım diyerek. Bu sefer anlattım ona biletim olduğunu. Olsun dedi, gel beraber istasyona gidelim. Benimle beraber beş km. kadar geldi, çantamı da taşıdı. Maddi bir beklenti olmaksızın bunu yaptı. Belki de beni insanlara bağlayan Javi gibiler… Ama herkes elbette onun gibi değil. İRAN’DAKİ TAKSİCİ

Kazvin’de Hasan Sabbah'ın Alamut Kalesi'nde idim. Oradan aşağı doğru inerken Kaşkay Türkü bir abi beni aldı. Nereye gidiyorsun, diye sordu. Dedim, abi Tahran'a, nasipse. sayı//33// nisan 68


Bindik gidiyoruz. Arabada abinin anne ve babası da var. Biraz gittikten sonra tarlalarına geldik. Tarlada bizim 'Aluç' onların ise 'Zelzele' dedikleri meyveden yaklaşık üç poşet kadar topladık. Bir poşetini bana verdiler. Birkaç tanesinin tadına baktım. Bu arada aracına alan abinin İran ordusunda pilot olduğunu öğrendim. Tahran'a yaklaşırken beni misafir edecek olan ve henüz tanışmadığımız Na Ser abiye telefonla haber verdim, geliyorum diye. Sonra telefonu şoföre abiye verdim, onunla konuştular, gideceğim yer hususunda. Akşama doğru Tahran'a yaklaşırken ben arkada uyuyakalmışım yorgunluktan. Bir yere geldikten sonra abi beni uyandırdı. Geldik Tahran'a diye. Uyandım baktım, Tahran'ın yakınında bir yerdeyiz. Azadi Meydan'a on beş km. kadar var. Abiye dedim ki, beni merkeze götürün, ben burada ne yapacağım? Abi de biz buradan döneceğiz deyince, mecburen indim. Birlikte taksi çevirmeye çalıştık lakin kimse durmayınca, “Siz gidin, ben bir araç bulurum” dedim. Otostop denedim ancak akşam vakti kimse durmuyor. İki el ettim sonrasında İran'ın meşhur korsan taksilerinden biri durdu. Şoföre dedim ki, böyle böyle, Azadi Meydanı’na gideceğim, kaç istiyorsun. Dedi “Bin, konuşuruz.” İçimden bu işte bir iş var dedim, ama boş bulunup bindim nedense. Yolda giderken araba bir ara hararet yaptı. Kenara çekti. Su arıyoruz ki harareti geçsin. Ben o arada arabanın çaktırmadan plakasının fotoğrafını çektim. Neyse su bulduk, sonra yola koyulduk. Arabada giderken adam aniden telefonunu çıkardı, karısı ve kendisinin düğün fotoğrafını gösterdi. Neyse meydana geldik. Kaç istiyorsun, dedim. Dedi, kırk. Ben dört anladım. İyiymiş deyip adama beş tümen verdim. Bir tümen seksen kuruş ediyor. Adam ısrarla kırk diyor. Ben herhalde yanlış anladım galiba diyerek adama beş uzatıyorum. Adam sonra benim elimdeki paraları aldı. Kırk tümeni gösterdi. Ben bir anda sinirlendim. Benzinin litresi zaten bir tümen. Kaç km. yol geldik ki, bu kadar para istiyorsun? Adamın kucağına beş tümeni bıraktım. Arabadan inip arka koltuktaki çantalarımı alayım derken adam birden bastı gaza gitti. Pasaport, fotoğraf, çadır, çanta her şey arabada. Arkasından koşmaya başladım. Lakin koşmakla arabaya yetişilir mi? Çevreye bağırmaya başladım. "Hırsız var, Allah aşkına durdurun şunu!!" Kimse anlamadığı için adam gitti. Genelde kapalı olan trafik o zaman birden açılıverdi. Benim şanssızlığım ünlüdür.

Kazvin- Alamut Kalesi/ İran Sonuçta adam gözden kayboldu. Ben hemen çevredekilerin yanına gittim. Elim ayağım titriyor. Ağlayacağım neredeyse. Aklıma ilk gelen endişe, adamın pasaportumu parçalaması. Diyorum ki, onu yaparsa ben mahvoldum. Neyse oradakiler Allahtan Türkçe biliyorlardı da anlattım derdimi. Heyecandan ve stresten İngilizceyi de unuttum!! Hemen polisi aradılar. Ama benim halime gülüyorlar, böyle bi neşeliler yani. Na Ser abiye de haber verdim. Böyle böyle çantam çalındı, şu karakola götürüyorlar, diye. Araçta anlattım olan biteni. Polis olay tam olarak nerede oldu diye sordu. Bu sefer onları gerisin geri olay yerine götürdüm. Oradayken başka bir polis ekip arabası geldi, bu sefer onlar beni alıp götürdüler. Sonra onlar indirdi, bir başkası aldı. Böyle arada gidip geliyorum. Polise diyorum, beni niye indirip bindiriyorsunuz abi, n’oluyor diye. Cevap yok. Meğersem benim çantamın çalındığı yer tam iki polis merkezinin ortasıymış. Adamlar tartışıyorlar, olay kimin diye. Neyse en sonunda yine indik arabadan ve başka bir arabaya bindik.

Yanımıza oldukça uzun sakallı biri geldi. Türkçesi çok iyi. Olaya bak dedim, İran bana tercüman göndermiş. Neyse gittik karakola. Plakayı gösterdim, bu kaçırdı diye olayı anlattım. Daha doğrusu ben söylüyorum sakallı abi çeviriyor. Biz bu arada sakallı abiyle muhabbete başladık. İşte nerelisin abi, ne iş yaparsın filan diye. Nihayet polis plakadan adamın fotoğrafını gösterdi bana. Bu mu? Dedim bu. Tamam deyip adamın annesini aradılar. Eşyalar sizin oğlanın arabada kalmış diye. Annesi de tamam gelsin, getiririz demiş. 69


yalvararak konuştular benimle. Lakin şikayetçi oldum. İfade verdim. Adam da ifade verdi.

Fas/ Morocco

Ben böyle hafiften rahatladım. Bu arada saatler ilerliyor, sakallı abiyle muhabbete devam ediyoruz. Ben hâlâ tanımıyorum ama kim bu? Konuşmanın bir yerinde şöyle bir şey dedi "Sen beni Tahran’a getiren araçtan arayınca telefonu verdiğin şoföre seni metroda bırakmasını söyledim. Keşke orada bıraksaydı" Böyle deyince benim beynimde bir şimşek çaktı. Na Ser abi bu? Whatsapp’taki resminde ise sakal yok. Tam iki saat konuştuktan sonra anladım o olduğunu. Ama durumu çaktırmadım. O arada ben hâlâ stresliyim. Çanta gelecek ama acaba pasaport? Makine ve çanta da ne alemde acaba? O arada polisle konuşurken bana şunu dedi: "Burada iki ceza var. Kısas ve had. Birinde ya el kesiliyor veya parmak kırılıyor, diğerinde ise para cezası ödeniyor.” Şeriat demek!? Abi dedim, kestirebiliyor muyuz hakikaten? Dedi, mahkeme belirler onu. Ooo dedim iyi, İran affetmez. Bir saat geçti, adam annesiyle geldi. Biz girişini Na Ser abiyle izliyoruz. Bak karaktersize bak, vaziyetleri. İçeri girmeden polis dedi, aman kavga etmeyin. Ederseniz haklıyken haksız duruma düşersiniz. Dedim, abi hukuk okuyoruz. Yapar mıyız öyle bir şey! Adam çantalarla birlikte geldi. İlk baktığım pasaport. Yerinde mi? Oh yerinde. Çantayı açtım sonra. İçini dökmüş, hiçbir şey yerli yerinde değil ama eksik yok. Sadece Türk bayrağı ile Azerbaycan bayrağı yok. Onları her halde asacaktır bir yere dedim. Polis sordu, şikayetçi misin? Dedim, tabi ki şikayetçiyim, kaç saattir ölüyorum burada. Polis işi yavaştan alıyor, şikayetten vazgeçirmeye çalışıyor. Adam ve anası ağlamaya-sızlamaya başladılar. Allah şeytanın belasını versin, affet filan diyorlar. Otuz-kırk kere bu şekilde sayı//33// nisan 70

Annesi bu arada hâlen geliyor benle konuşmaya çalışıyor ama ben hakikatten bunalmış vaziyetteyim, yalvarmaları daha çok bunaltıyor ve kızdırıyor beni. Şoför sonra baktı olmuyor, başladı yalan konuşmaya. Yok işte, ben onu tek aldım. Ona araçta karımın fotoğrafını gösterdim, arkadaşlık ettim. Otuz beş tümenimi versin gidelim?! Şaka gibi! İkna olmayacağımı anlayınca, şu çirkin laflar döküldü annesinin ağzından: "Sen şikayetinden vazgeçmezsen, Ankara'da öyle bomba patlatırlar işte! İran'da başına bir şey gelirse bil ki bendendir." Bunu deyince kafam attı. Dedim ki, kesinlikle vaz geçmiyorum. Neyse, adamı aldılar gözaltına. Bana da dediler yarın saat dokuzda gel, davan var diye. Tamam geliriz, dedim. Na Ser abiye soruyorum, abi mahkemeye gelir miyiz, diye. İstersen geliriz, dedi. Eve geçtik, sabah oldu. Na Ser abi sordu, gider miyiz? Abi yok ya! Yatıp uyuyalım. Uyuduk. Ben Türkiye'ye döndükten sonra Na Ser abinin evine mahkeme davetiyesi gelmiş. Davaya gelmezseniz şikayetinizden vazgeçmiş sayılacaksınız diye. Şoför mahkememahkeme koşturuyormuş meğer. Adamın parmağını kırdırma belki de elini kolunu kestirme imkanım var iken bunu kullanamadım. Dedim bu kadar yetmiştir ona, akıllanmıştır artık. Lakin araç plakasını çekmeseydim ne çanta geri gelecekti, ne de pasaport. Tamamen sefil hale düşecektim. Bu tecrübeden dolayı bir araca binmeden önce fotoğrafını çekmeyi kendime düstur edindim. Bu arada İran istihbaratının da ne kadar güçlü olduğunu gözlerimizle görmüş olduk. FAS’TAKİ ACAYİP ADAM

Rabat'ta her iki ön cebimdeki paralarım çalındı. Otostopçunun fazla parası olmaz. Ama sonuçta para paradır ve ceplerim boşalmıştı. Gezginler grubumuz üzerinden bana para yardımı yapacak Muhammed’e ulaştım. Şehri gündüz gezdikten sonra da akşama doğru beni bulunduğum yerden alıp evine götürdü. Fas'ın meşhur yemeklerini yedik. Tajyin yaptı, bayağı lezzetliydi. Bu arada ev arkadaşları bana çeşitli hediyeler verdiler. Geceyi orada geçirip sabah tramvay ile Rabat City Ville yani Rabat'ın merkez tren istasyonuna geldim. Trene para vermeden binmek istiyordum. Kapıdaki görevlilere biletim ve param olmadığını anlatmaya çalıştım. Oldukça zorlandım. Çünkü


İngilizce bilmiyorlar. Sadece Fransızca ve Arapça. Türk olduğumu duyunca yardımcı olmaya çalıştılar. En sonunda bana, anladığım kadarıyla, “Sen trene bin, derdini kondüktöre anlat, sorun olmaz” gibi bir şey söylediler. Bindim trene. Bir taraftan da içimden inşallah kontrol olmaz diyorum. Yaklaşık yüz km. kadar hiç kontrol olmadı. Ben de ondan sonra rahatladım. Şu ana kadar kontrol yapmadılar, bundan sonra hiç yapmazlar diye keyif yapmaya başladım. Birden çıkıp gelmez mi kondüktör! “Ticket, ticket” diyor. Adama diyorum “tikıt yok.” Hâlâ “ticket” bekliyor. En sonunda durumumu anladı. Çağırdı bir görevliyi ve bir sonraki istasyonda beni trenden indirdiler. “Hadi git” dediler. Normal şartlarda ceza yazıyorlarmış. Bilseydim biner miydim?! Başa gelen çekilir deyip otostopa çıktım. Çok çileli bir otostop sonunda beş araba ile Fes'e ulaştım. Fes merkezi hızlı bir şekilde dolaştım. Sokaklarını arşınladım. Deri yapılan yerleri yukardan gördüm. Fes, insanları olsun çarşıları olsun, biraz Merrakeş'i andırıyor. Sonra şehirden dışarı çıkıp otostop yapmaya başladım. Daha bismillah demeden motorlu bir abi aldı beni. Ben nasıl neşeliyim, sormayın. Dakika bir, gol bir diye seviniyorum. Neyse, şehirden biraz uzaklaştıracak kadar götürdü. Tekrardan otostopa başladım. Biraz sonra bir araba yanımdan geçip ileride durdu. Ben araca doğru koşmaya başladım. Tam yanına geldim, bastı gaza gitti. (Aynı şeyi Almanya’da bir Türk yaşatmıştı bana). Sinirlerim zaten tavan yapmıştı, iyice çıldırdım. Kıpkırmızı olduğumu hissedebiliyordum. Biraz sonra başka bir araba geldi ve aldı beni. Yolda adam baktı ki yanımda müzik aleti var. Çal, çal diye ısrar etti. Arabada mı? Evet, deyince çıkarttım sazı ve çalmaya başladım. Böylece vardık Meknes diye bir yere. Benim planım hava kararmadan Şafşavan'a varmak. Zor görünse de, giderim inşallah diyorum. Bu arada havanın kararmasına yarım saat kaldı. Araba geçmeyen bir yerde kalakaldım mı? Moralim yine sıfıra düştü. Hava tam iyice kararırken bir araba çıkıp geldi ve beni aldı. Meğersem, olay yani macera bundan sonra başlayacakmış: Adam nereye gittiğimi sordu. Bunu elbette İngilizce yapmadı. Fransızca konuşuyor ama ben nasıl bir şeyin içindeysem adamı anlıyorum!? Dedim, Şafşavan. “Heeee, heee” yapıyor filan. Gitmeye başladık. Beş km. kadar gittikten sonra adam sağa saptı. Asıl

yoldan çıktık. Beni aldı bir tedirginlik. İçimden Fas / Rabat diyorum, ben ne yapacağım? Bıçağı elime aldım, arka koltukta oturuyorum. Adam önde, çocuğuyla beraber. Derken biraz ilerde baraj gibi bir şey vardı. Adam baraja doğru arabayı sürmeye başladı! Yavaşlamıyor da. İçimdeki heyecanı bir düşünür müsünüz?! Neredeyse arabadan atlayacağım. Derken durdu. Kenarda dükkanı varmış. Geçti oraya. Beni de çağırdı. Gittim içeri ama bir gözüm de çantalarda. Başına bir şey mi gelecek, çocuk çalacak mı diye endişeliyim. Çocuğu da çağırdım yanıma, çantaları güvence altına alayım düşüncesiyle. Babası zaten yanımda. Çocuk geldi ve hep birlikte yemek yedik. Adam bu arada çıkardı 'haşhaş'ı. (Kısa bir bilgi, Fas'ta haşhaş legalle illegal arasında bir şey. Sokakta size haşhaş satabilecek yüzlerce insan bulabilirsiniz. Ve polis de bir şey yapmıyor). Neyse, adam çıkardı haşhaşı, “keyf” diyor “keyf.” Belki altı belki yedi kere içti. Poşetinden çıkarıyor özenle içiyor, sonra geri yerine koyuyor. Yanımızdan ayrılmış olan çocuk biraz sonra geri geldi. O da başladı içmeye. Diyorum “nasıl bir aileye düştüm ben?” Bana da ikram etmeye çalıştı ama içmem! Sonunda “halas” dedi. Ben de gidiyoruz herhalde, dedim. Evet gidiyormuşuz. Gidiyoruz ama bu sefer de sola döndü. Başladı yukarı doğru tırmanmaya. Tedirginliğim yine tavan yaptı. Artık gerile gerile patlayacağım. Sonunda bir yere vardık. Meğer orası çiftliği imiş. İçeri girdik. Bana koyunları-köpekleri gösteriyor, kedi sevdiriyor vs vs. Tavuklara yem bile verdim. Bu arada abi ne mi yapıyor? Sizce?! Elbette ot içiyor. Bitirdi ot içirmesini, 71


Fas /Şafşavan.

sayı//33// nisan 72

bu sefer yeni ot hazırlamaya başladı. Özenle kesti, özenle sardı. Bu arada bana devamlı bir şey gösteriyor ve Türkçesini soruyor. Ben de baktım anlamıyor, işi dalgaya verdim. Çatalı gösteriyor, ben tabak diyorum. Çakmağı gösteriyor, ben işte salyangoz diyorum. Saati gösteriyor, diyorum ki muzlu süt. Sonunda “halas” dedi. “Allahu ekber” nidası döküldü dudaklarımdan, bu sefer kesin gidiyoruz. Araca bindik. Fakat sağa dönmesi gerekiyorken sola sinyal verdi. Dedim ki: “Yeter artık, yeter. Patlatacak mısın, öldürecek misin, öldür.” Ama baktım hava kapkaranlık. Artık ona mahkumuz bu saatten sonra.” Yine de dayanamayıp “Ben burada ineyim, yeter” dedim. Eliyle koluyla işaretler yaptı, Fransızca ve Arapça bir şeyler konuştu. Sonra uyku ve yemek işareti yaptı. Ben de dedim artık bu saatten sonra kaçış yok, takıl dayıya... Birlikte evine gittik. Çocukla beraber yukarı çıktı. Bu arada beni arabaya bıraktı ve bekle dedi. Benim tırsma seviyem doksan dokuza geldi yine. Giderken cigaretmigaret bir şeyler söylüyordu. Dedim ki, ben istemiyorum. Arabanın anahtarını da üzerinde bıraktı, gözü arkaya baka baka yürüdü gitti. Sigara aldı geldi. Tekrar yola düştük. Bu arada devamlı taxi, driver, crazy kelimelerini kullanıyor. Ben de ne demeye çalışıyor diye çözmeye çalışıyorum. Devamlı konuşuyor ama tek kelime anlamıyorum. Cümlelerin içinden İngilizce kelime bulup yakalamaya çalışıyorum. Derken, dedim ki ben sürebilirim, istiyorsan. İşaret diliyle karışık şekilde, olur dedi hemen. İndi, direksiyonu bana bıraktı. Başladık gitmeye. Yine sardı haşhaşını, kafalar bum-bum. Ben Şafşavan yoluna girdim. Fakat birden 'stop, stop' demeye başladı. Durdurdum, geçti direksiyona, geri dönmeye başladı. Tekrardan baraj yoluna girdi ve çiftliğe geldik. Çantaları araçta bıraktım. Zaten geç olmuştu. Kaçışım yok, bu gece buradaydım.

İçeri geçti ve mumu yaktı, yemeği ısıttı, çayı hazırladı. Karnımızı doyurduk, çayı içtik. Dedi “bi keyf!” Yaktı yine, bana da bağlamayı gösterdi. Çaldık, dayının keyfine keyif kattık. Gece yatarken bir korku aldı beni, bir şeyi mi çalar mı diye. Gerçi bana güvendi aldı evine ama zerre kadar güven vermiyordu. İçimden geçirdim, birileri bu adamla evlenmiş, yetmemiş bir de çocuk yapmış. Bir süre sonra oradan bir araba geçti ve ileride durdu. Ev sahibimiz meraklandı. Oturdu izlemeye başladı, turistturist diyerek. Beni aşağı çağırdı ve arabasına bindik, gidiyoruz adamları rahatsız etmeye. Karavanları var, çekmişler kenara. Karavanın yanına yaklaştı, ışıklarımız yanıyor, motor çalışıyor. Beş dakika kadar aracın içinde öyle sessizce bekledik. Derken karavanın içinden şortlu, kan ter içinde bir adam çıktı. Korkmuştu, akşamın bir vakti kim bu deliler diyordu muhtemelen. Çıktı dışarı, iki muhabbet ettiler. Bizim dayı haşhaş ister misin diye sordu. Adamın beti benzi atmıştı zaten. Yok filan dese de bizim dayı ısrarcı. Zorla sattı haşhaşı. Döndük tekrar çiftliğe. Pijama giymeden montla yattım. Kamera vs.nin içinde olduğu ufak çantamı da yanıma aldım. Gece belki dört-beş kez uyandı. Her uyanışını duyuyordum. Gürültülü kalkıyor ve haşhaş içiyordu. Adam efsane bir kişilik! Yok bir örneği daha! Bir de sabah daha horozlar uyanmadan kalkmaz mı?! Başladı bana seslenmeye: “Cafaaar, Cafaaaar!” Saate bakıyorum daha saat beş. Niye uyanıyorsun, yatsana? Zorlaya zorlaya altıya kadar yatakta durmayı başardım. Uyandım, çantayı vs. kontrol ettim. Her şey yerinde, hamdolsun. Kahvaltı hazırladı, ufak tefek bir şeyler. Koyunlara yem verdik. Yine yaktı haşhaşını. Ardından kalktık, arabaya bindik, gidiyoruz. Bu sefer de sola dönecekti ki, dedim yeter, ben ineyim burada. Hemen yanaştı kenara, el frenini çekip otostop yaptı benim için. Bir araç durdurdu ama adam para istiyor. Dedim ki, ben kendim bulurum. Yola düşüp yürüyerek kaçtım oradan. Oldukça gittim. Bir yandan da otostop yapıyorum. Saat daha erken olduğundan, rahatım biraz da. Nihayetinde çok zorlu bir otostopla Şafşavan'a ulaşabildim… SONUÇ

Bu üç ülkenin çok kısa özeti nedir sizce? Ben söyleyeyim: “Gezmek çok güzel.” O halde niye gezmiyorsunuz ki? Ve bir şey daha: Bu satırları yazarken Hindistan Kerala’da üzerine acı biber serpilmiş ananas yiyorum. Hayat hakikaten bana güzel.


HOŞ GELDİN EY SEVGİLİ!.. Sabri GÜLTEKİN

y Sevgili!.. Gönlümüzü alan… Bizi kendine bağlayıp; gül ile bülbül gibi meftun kılan… Sen gittin gideli salât ve selâmlar dökülüyor, kalplerin tercümanı dudaklardan. Ey Sevgili!.. Başımızı dizlerine koymayı… Ellerimizi sevgi merhametiyle çarpan göğsüne dokundurmayı… Kalplerimize akan rahmet nefesini solumayı… Âlemlere yaydığın “Lâ ilahe illallah” rayihasını doyasıya koklamayı… Hiçbir dilin terennüm etmediği duâlarına âmin demeyi… Özlüyoruz. Ey Sevgili!.. Dünyayı aydınlatan o nûrunun, ruhumuza kondurduğun o bûsenin aşkıyla yanıyoruz. “Canımız, anamız-babamız Sana feda olsun Yâ Rasulallah” diyoruz. Uyanıkken; gezdiğin, oturduğun, sevindiğin, üzüldüğün, coğrafyaya dalıyoruz. Gözyaşları arasında “Medet, ey sevgili medet!..” diyoruz. Ey Sevgili!.. Öyle bir zamandayız ki; ne işlediği belli, ne de durduğu… Akrep ahir zamana kilitlenmiş; yelkovan “Çöle İnen Nûr”u gösteriyor. İnsanlık ârafa hapsolmuş; ruhlar hoyratça savruluyor. Mazlumlar yollara dökülmüş; Senin huzur veren gölgeni arıyor. Ey Sevgili!.. Kıtaları, ummanları, sahraları, dahası zamanları aşarak bir kez daha Sana geldik. Kirlenmiş ruhumuzun içindeki mecnunca halimize bakarsın diye… Kapındayız; baksan da bakmasan da… Ey Sevgili!.. Salât ve selâm Sana… Hoş geldin… Şeref verdin… Ey Sevgili, en Sevgili!..

73


KARAKTERLİ ŞEHİRLER VE

ÜTOPİK KENTLER -üç-

Karakterli şehirler; kurulum aşamasında doğal bir seyir içerisinde yöneticileri ve yerleşimcilerinin de katkısıyla dinamik bir biçimde geleceğe doğru şekillenmiş şehirlerdir. Bilal CAN

arakterli şehirler ve ütopik kentlerin ayrımını yaparken kent ve şehir kavramlarının ayrımını da yaparak ikisinin farklı işlev, kuruluş niyeti sağladığını söylemiş idik. Bu ayrım Pirenne’nin; “Batı Avrupa’nın dokuzuncu yüzyıl boyunca gelişerek dönüştüğü tarıma dayalı uygarlıkta kentlerin varolup olmadıkları ilgi çekici bir sorudur. Bu soruya verilecek yanıt, “kent” sözcüğüne verilen anlama bağlıdır. Bu sözcükle, halkının geçimini toprağı ekip biçmekle değil, ticaretle sağladığı bir yer anlatılmak isteniyorsa, yanıt “hayır” olacaktır. “Kent” sözcüğünden, hukuksal bir varlığı ve kendine özgü yasa ve kurumları olan bir toplumu anlıyorsak, sorunun yanıtı gene olumsuz olacaktır.” (Pirenne, 2006, s. 47) ifadesiyle de vücut bulurken; bu durum kent ve şehir ayrımının çeşitli zamanlarda çeşitli biçimlerde yapıldığının bir göstergesi olarak okunabilmektedir. Karakterli şehirler; kurulum aşamasında doğal bir seyir içerisinde yöneticileri ve yerleşimcilerinin de katkısıyla dinamik bir biçimde geleceğe doğru şekillenmiş şehirlerdir. Bu şehirler için mekânın ruhu olduğu ve bu ruhun insanlara sirayet ettiğini söylememiz mümkündür. Ütopik kentler ise daha çok kurgusal ve rasyonel temellere dayalı bir biçimde oluşmuştur. Akıl ön plandadır, insan odaklı kentlerden ziyade fayda odaklı kentlerdir bunlar. Ütopyalar edebi tür oldukları kadar –son 100 yıllık süreçte genellikle roman olarak karşımıza çıkmaktadır- toplumbilimlerinin de önemli bir çalışma alanı olmuştur. Yeni bir toplum tasarısı sunma, yaşanan toplumsal durum/ sistem karşısındaki rahatsızlıklar ütopyalar aracılığıyla eleştirilmiş, bu da yeni alanların açılmasına katkı sağlamıştır. İdealize edilmiş toplum ve devlet tasarımları olan ütopyalar “olmayan bir devlet ve toplum biçimi” örnekleri olarak ilgiyle karşılanmış çalışmalar olmuştur. Bu çalışmalar karşımıza genellikle Eutopya ve Distopya olarak iki kısma ayrılarak çıkmaktadır. Eutopya olumlu ütopyalar olarak anılır ve onu ortaya koyan tarafından mükemmel bir devlet ve yönetim sistemi olarak düşünülürken Distopyalar ise olumsuz ütopyalar olarak adlandırılabilir, gelecekte olması düşünülen durumdur. George Orwell’in 1984 adlı eseri buna örnek olarak gösterebilir. Thomas More’un literatüre kazandırdığı “ütopya” kelimesi onun kent tasarısı olarak

sayı//33// nisan 74


farklı biçimlerde okunabilir. Siyaset, ekonomi, ideolojik ve kent okumasının yapıldığı bu eser More’un kökenini Platon’un “Devlet” eserinde gördüğümüz, olmayan bir devlet tasavvurunu anlatır. Ütopya, bir devlet kurgusu olarak kendinden önce ve kendinden sonra kurgulanan hayali devlet tasarılarına verilen bir ad olmuştur. Bu bakımdan kavramsallaştırması önemli ve dünya genelinde kabul görmüş, kullanılagelmiş bir adlandırmadır. Tamamıyla sınıfsız bir toplum düşüncesi taşır, bu da “sosyalizm” düşüncesinin yansımasıdır. More, ülkesine hizmet etme güdüsüyle yola çıkarak bir çok önemli görevlerde bulundu. Bakanlığa kadar yükseldi. 1531 yılında Kral VIII. Henry’e bağlılık yemini etmeyi reddederek Lancester Düklüğü’nün bakanlığından istifa etti. Kralı kilisenin başı görmediği için ölüm cezasına çarptırıldı ve idam edildi. More göre, toplumun mutluluğunun tek yolu eşitliktir. Ortaya koyduğu Ütopya eserinde buna yoğun bir biçimde değinmiştir. Özel mülkiyeti yok sayar. Ülkedeki zenginlikler ona göre eşit biçimde halk arasında dağıtılmıştır. Dağıtılan zenginliklerin sahibi halk değildir, halk sadece bu enginliklerin kullanıcısı olarak düşünülmüştür. Bunu şu ifadelerinden anlamak mümkündür: “Mülkiyet varolduğu ve her şeyin ölçüsü para olduğu sürece, ben bir ulusun adil ve onları mutlu edecek şekilde yönetilebileceğine inanmıyorum. Adil olamaz, çünkü en güzel şeyler en kötülerin ( ki bunlar bile her bakımdan mutlu değildirler) payına düşecek, kalan ise kaskatı bir sefaletin pençesinde yaşayacaktır. Bu yüzen Ütopyalıların etraflıca düşünülmüş ve bilgece hazırlanmış, birçok şeyin pek az yasayla gayet güzel bir

şekilde idare edilmesini sağlayan erdemli davranışların ödüllendirildiği ve herkesin bolluk ve eşitlik içinde yaşatan toplum yapısını düşündüğümüzde, onların durumunu hâlâ yeni yasalar yapmaya çalıştıkları halde yola koymayı beceremeyen ülkelerle karşılaştırdığımda….” (More, 2015, s. 46). More, Ütopya adlı eserinde devlet biçimine değinirken aile kurumunu da değinmeden geçmez. Ona göre toplum yapısının temel ünitesi ailedir, aileler her bakımdan birbirlerine eşit düzeydedirler. Her bakımdan eşitliği savunan More, burada fıtri özellikleri yok sayarak, her insanın aynı düzeyde olması düşüncesi eksik ve yanıltıcı bir bakış açısı olmuştur. Fiziksel ve ruhsal özelliklerin belirleyiciliği, farklı istek ve arzuların insanlarda mevcut olması, insanları farklılaştırmakta, birbirinden ayırmaktadır. Fakat aile kurumu, Ütopya’nın ana güç kaynağıdır. Ütopya’nın işlerlik kazanabilmesi, insan gücünün rezervi ailedir. Ailelerde ise zenginlik ölçütünü önemser. Ekonomik olarak rahat, zengin ailelerin yönetimi daha kolaydır ona göre: “bir hükümdarı asıl itibarlı kılan dilencilere değil zengin ve mutlu bir tebaya hükmetmektir. Soylu ve yüce karakterli bir adam olan Fabricius, ‘insan kendisi zengin olacağına zengin bir halka hükmetmelidir, çünkü etrafındaki herkes ağlayıp sızlarken zevk-ü sefa içinde olan kişi kral değil, olsa olsa bir cellattır’ diye boşuna mı demiştir? Böyle bir hükümdar, hastasının derdini ona bir dert vermeden iyileştiremeyen, yeteneksiz bir hekime benzer. Halkın sorunlarını, yaşamın en basit gereksinimlerini onlara çok görerek çözmekten başka bir yol bulamayan bir hükümdar, özgür bir ulusu 75


çekici olup sanki cetvelle çizilip hesaplanmış bir özelliktedir. Bu özellik planlı şehirciliğin de bir örneği olarak kabul edilir. İngiltere’nin de ada devleti olması nedeniyle ortaya koyduğu Ütopya da bir ada devleti olarak tasarlanmış ve ortaya konulmuştur. Ada imgelemi birçok yazar tarafından farklı biçimlerde ele alınmış, işlenmiş, özgürlük ve huzurun yansıması olmuştur. Ada, bir nevi otoriteden uzak, kendi otoritesini kurmanın da yansıması olmuştur. Bu gün ada devletlerinde gözlemlenen durum da bunun bir tür okuması olarak görülebilir. yönetmenin ne demek olduğunu da bilmiyor demektir” (More, 2015, s. 40-41). More, Ütopyasını kurgularken ekonomiyi önemser. Ekonomi sürdürülebilir olmalı, yarınların daha güvenli ve sıkıntısız olabilmesi için ülkede ekonomik manada bölümler tasarlar. Ütopya’da tarım bu bölümlerden birinci sırayı almaktadır. Her aile iki yıl boyunca kırsal kesimde kalarak yoğun olarak çiftçilik yaparak ülke ekonomisine katkı sağlamaktadır. Toprağa dayalı bir ekonomik sistemi önemseyen More’un Ütopyası ayrıca ticaret de yaparak ülkenin gelirinin arttırılabileceğini savunur. Ataerkil bir toplum örneği gözüken Ütopya’da her ne kadar insanlar arasında bir eşitlik vurgusu olduğu aktarılsa da “kölelik” sisteminin olması More’u ikileme düşürmektedir. Gerek Ütopyalı tüccarlar tarafından alınarak ya da rehin alınarak ülkelerine getirilen köleler gerekse Ütopyalı olup cezalandırılarak köleliğe mecbur bırakılan insanlar sürekli çalıştırılarak zincire vurulabilir More’a göre. Ütopya 54 kentten müteşekkil bütünleşik bir yapıdır. Her kent birbirine bağlı fakat birbirinden de ayrıdır. Tüm bunlar göz önüne alındığında More, ülkesinin yani İngiltere’nin içerisinde bulunduğu toplumsal ve siyasa düzensizliğe bir eleştiri getirerek Ütopya’yı kurgulamıştır. Ütopya, İngiltere’nin yaşamış olduğu sorunlara bir tür çıkış önerisi hükmündedir. Bu çıkış önerisi Ütopya’nın ortaya çıkmasına ve diğer sosyal bilimlerin gelişimine katkı sağlamıştır. More, Ütopya’yı fiziksel özelliğinden şu şekilde bahseder: “Ütopya adası yaklaşık üç yüz kilometre genişliğinde bir arazinin ortasında yer alıyor ve arazinin büyük bölümü aynı genişlikte olmasına rağmen iki ucuna doğru daralıyor. Adanın şekli hilali andırıyor. Adanın iki boynuzu arasına sokulan deniz, yaklaşık on yedi kilometre uzunluğunda körfez oluşturuyor” (More, 2015, s. 50). Ütopya’nın genel özelikleri ve Amaurot şehri üzerine aktardıkları ise ilgi sayı//33// nisan 76

“Adada hepsi büyük ve gayet düzgün inşa edilmiş elli dört şehir bulunuyor ve hepsinde aynı davranış biçimleri, aynı gelenek ve yasalar geçerli. Bulundukları arazinin yapısı elverdiği sürece hepsi aynı biçimde inşa edilmişler. En yakın iki şehir arasındaki mesafe en az otuz sekiz kilometre ve birbirine en uzak iki şehir arasındaki mesafe ise ortalama bir insanın bir günlük yürüyüşle varabileceği şekilde ayarlanmış. Her şehir, tüm adayı ilgilendiren konuların görüşülmesi için en bilge üç vekilini yıla bir kez Amaurot’a gönderiyor.” (More, 2015, s. 52) Her bölgesinde altı bin ailenin yaşadığı Ütopya’da kentler fiziksel ve toplumsal araçlarla kent dışına kapatılmıştır. Her sokağın başında bölge yöneticisinin konutu, siyasal gücü temsil etmektedir. Sürekli olarak bir denetim mekanizmasının hâkimliği gözlemlenmektedir. Burada yaşayan insanların zamanlarını boşa geçirmeleri engellenmiş, insanlar sürekli çalışmaya teşvik edilmiş veyahut zorlanmıştır. Her yönüyle tasarlanmış kent biçimleri sunan Ütopya, halkın huzur ve mutluluğundan ziyade, devletçi bir yaklaşımla odaklanmış, daha doğrusu programlanmış bir toplum örneği sunmaktadır. “Amaurot, bir dağın eteğinde, daha doğrusu, yamacında kurulmuş. Şekli bir kareyi andırıyor. Tepenin neredeyse en yüksek noktasından başlayan bir kenarı yaklaşık üç buçuk kilometre uzunluğunda olup Anider Nehri’ne kadar uzanıyor….denilene göre şehrin tamamı en başta Utopus tarafından planlanmış, ama Utopus tek bir kişinin çabalarının şehri kusursuz hale getirmeye yetmeyeceğini düşündüğü için, işin şehri geliştirme ve güzelleştirme tarafını kendisinden sonra gelenlere bırakmış. Şehrin ve ülkenin tarihiyle ilgili belgeler gayet iyi korunmuş, bin yedi yüz altmış yıl öncesine kadar uzanıyorlar” (More, 2015, s. 55-57).


SEYRİMDE BİR ŞEHRE VARDIM Tanıtım / Ömer ENES Be Yayınları

ehir, medeniyeti ve dolayısıyla medeniliği temsil eder.Şehirler insanların barınma,korunma ve hayati ihtiyaçlarını sağlama noktasında önemli merkezlerdir. Şehirde huzurlu bir hayat ise ahlaki erdemlere bağlı yaşayıştan geçmektedir. Şehrin huzur ve sükûneti çağrıştırmasından dolayı bir şehirde yaşayan insanlar için “şehrin sakini” ifadesi kullanılır. Bir şehre girmek, medeni bir hayattarzına adım atmak olarak kabul edilebilir. Şehir sıla, Şehrin dışı ise gurbettir insan için.Eski zamanlarda bir şehri terk etmek ancak o şehrin medenilikten uzaklaşıp hızla bedeviliğe doğru yöneldiğinde söz konusu olabilir. Hz.Peygamberin Mekke’den ayrılışı ve HzLut’un yaşadığı şehri terk etmesi bu sebepledir. Sivas ,tarih boyunca doğudan batıya,kuzeyden güneye yolların kavşağında olma konumunu hep devam ettirmiş medeni bir şehir olmuştur. Yolların geçiş güzergahında olmasından dolayı, başka yerlerden göç aldığı gibi başka diyarlara da göç vermiştir. Çok değerli bilim ve sanat adamlarına mekan olan bu şehir, tarihi ve kültürel miras açısından oldukça zengindir. Bu kitap,işte bu şehre ait güzelliklerden çok az da olsa örneklerin yer aldığı küçük bir çalışmadır. Şehir ve edebiyat dergilerinde yayımladığım yazılardan oluşan 2013 te aynı adla yayımlanan kitabımın yeni ilavelerle genişletilmiş halidir. Sivas şehrengizleri kapsamında yayımlanan bu eserin, Sivas kültürüne ufakta olsa bir katkı sağlaması benim için mutluluk vesilesi olacaktır… Diyerek önsözünü bitiriyor Kitabın yazari Prof. Dr.Alim Yıldız.. Keyifle okuyacağınız bir Sivas Şehrengizi…Be yayınlarından bu yılın ilk yarısında yenilenmiş baskısı çıktı.

ŞEHİR K İ TAP

PROF. DR. ALİM YILDIZ’DAN

BİR “SİVAS ŞEHRENGİZİ“ KİTABI

77


üneşi içen bereketli bir ovanın içinden gün ışığıyla yıkanıp çıkarken, güllerle dolu bir bahçede dinlenip zamanı var edene secde etmek ne güzeldir. Güzellikler ülkesine doğru yola çıkan bir kervana takılıp duyguları ruhun vatan-ı aslisine sürmek ne güzeldir. Ve ne güzeldir bir parça ekmeğin, bir parça suyun kalbinden şükürle kanatlanan dualara erişmek.

ŞEHR-İ BOR

İnsanın macerasını anlamak için onun doğduğu büyüdüğü ve yaşadığı yeri de anlamak gerekiyor. Her insan bir su misali yaşadığı yerin şeklini alıyor. Mehmet BAŞ

Şimdi bir rüyanın tabirine kurulmuş kâhinler. Ağarmayan saçlarını ağartan bir şimal rüzgârına kapılmış düşlerin perisi. Zaman dingin bir ırmak gibi akıyor bir hüznün yatağında. Kalabalıkların yazısına yalnızlığın turası düşüyor hep. Bir kafesin içinde bülbül acı şarkılarını söylemeye devam ediyor. Dünya ise her zaman ki umursamazlığıyla dönüyor dönüyor. Tüm bu olup bitenlerin dışında, bir masalın avuçlarını okşayan saatlerin nabzını sayan hüzün alıcı kuşlar misali üstümüzde dönmeye devam ediyor. İnsanlar doğuyorlar büyüyorlar ve de ölüyorlar. Bu döngünün içinde değişmeyen tek şey ise kaderin kıldan ince keskin rotası. Kader bir başak gibi boynunu büküyor takdirin karşısında. İnsanın macerasını anlamak için onun doğduğu büyüdüğü ve yaşadığı yeri de anlamak gerekiyor. Her insan bir su misali yaşadığı yerin şeklini alıyor. Bazı zamanlarda ve bazı mekânlarda coğrafya insanın kaderidir deyip işin içinden çıkıyoruz. Fakat bu arada asıl olan coğrafyayı unutuyoruz. Gelip geçici suretlerin ortasında kaybolup duruyoruz. Bor şehri bozkırın dağ ile kavuştuğu yerde iklimleri çerçeveletip gökyüzünün duvarına asarken sırtında eski bir heybe kalbinde tarifsiz hüzünlerle yol alan bir derviş gibi duruyor karşımızda. Modern hayatın ve geleneğin hamurunu yoğurup kendine göre bir sentez yakalamış durumda. Eski ile yeninin kesiştiği yerde her zaman baki kalacak değerlerle kuşatılmış bir anlayışı taşıyor ruhunda. Orijinalliği bozulmamış yapısıyla geçmişin mektubunu gelecek çağlara taşımaya devam ediyor. Bor şehri bir denizi andırıyor. Fırtınalarla dalgalanıp durulan bir denizi. Bor limanına demir atan gemiler burada suların şarkısını dinliyorlar. Sular bir bulanıyor bir duruluyor.

sayı//33// nisan 78


Can gemileri demir atacağı Acıgöl mezarlığına doğru son seferine çıkıyor. Bir mezar taşını omuzlayıp gidiyor gölgeler. Asıl vatana doğru uçuyor ruh kuşları. Yaşamdan ölüme doğru açılan kapıların yolcuları bir nefes miktarı konaklayıp asıl olan menzile doğru gidiyorlar. Gam yükünün tüccarları geliyor Bor pazarına. Bor’un pazarı hiç geçmeyen bir iklimin kalbinde kuruluyor. Can bineğini sürseler bile gönül mülkünde yıkılmayan bir saltanat kuruluyor Bor şehrinde. Bu saltanatın padişahlarını aradığımızda; Sarı Saltuk, Ahmed Kuddusi ve daha nice Allah dostlarını görebiliyoruz bu iklimde. Bor içinde bir Bor var. Zahirin kabuğunu delip batının kalbine gidenler için Bor şehrinde bir düşü kül eden başka bir âlem var. İnsanın var oluş gayesini öteler ötesine doğru açılan bir yolda arayanların görebileceği bir yol var. Bu yol kıvrım kıvrım bu yol taşlarla dolu. Bu yol Haktan gelip Hakka doğru gidenlerin yolu. Şehr-i Bor içinde gül alınıp gül satılan bir pazar var. Şehr-i Bor içinde ötelere müteveccih bir nazar var. Gözlerini renklere tutsak etmeyenlerin görebileceği bir renk, eşyanın içindeki hikmeti çözen bir ahenk var. Peki, tüm bunların adresi nerede. Bu bahsettiğin iklimi ben Bor şehrinde göremiyorum diyorsanız eğer size Ahmet Kuddusi hazretlerini adres gösteririm. Evet, bu şehrin manası önce kalbimizde daha sonra ise Hak âşıklarının kutlu yolundadır. Yeter ki içimizde ki şehri

keşfedelim. Yeter ki kendimize yabancılaşıp kalmayalım. Evet, şehirler bu vakte değin hep taşla toprakla anlatıla gelmiş. Bir şehri var eden asıl unsur taş değildir toprak değildir. Kim ne derse desin bence şehirlere kimlik kazandıran o şehrin kültür ve medeniyet unsurlarıdır. Tek tip caddeler tek tip konutlar tek tip parklar bahçeler dünyanın her yerinde var. Önemli olan bir şehrin kendine özgü değerlerinin olmasıdır. İşte bu noktada Bor kalbinde uyuyan gazi alperenlerin Hak dostlarının maneviyatıyla dolu bir kimliğe sahiptir. Işıl ışıl parlayan çoğu modern kentte olmayan bir manevi hava burayı doldurmaktadır. Bunu anlamak için Kale camii’nde kılınan bir Cuma namazından sonra bu şehri dinlemek onun sesinin tınılarını ruhunda hissetmek yeterli olacaktır. Tüm maddi kayıtlardan ötede her türlü eşyanın üstünde bir ruhla şehrimize selam ediyoruz. İnsanı asıl olan çizgisine doğru çeken tüm şehirler bizim şehirlerimizdir. Herkesin şehri kendi kalbinde bir çekirdek gibi büyür ve dal budak salar. Bizim şehirlerimiz büyük bir ağaca benzer. Bu ağacın kökleri Medine dalları İstanbul, Bursa, Buhara, Şam, Bağdat gibi şehirlerdir. Bor şehri de bu medeniyet ağacının tatlı bir meyvesi olarak bizim için kıymetlidir. Nasıl ki Yahya Kemal için İstanbul “Aziz İstanbul”sa bizim içinde Anadolu “Aziz Anadolu”dur. Şehr-i Bor’u bir kitap gibi yeniden okumak onun satırları arasında gezmek için bu bahar güzel bir fırsat olabilir. Bize bu güzel şehir kitabını yazıp bırakan aziz atalarımıza buradan rahmet diliyoruz. 79


KÜLTÜRÜMÜZDE

GELENEKTEN GELECEĞE Hayat, sırtında tarihin yükünü taşıyarak ilerler, toplumsal değişim ne ölçüde olursa olsun, muhafazakârlık kuvvetleri asla gözden kaybolmaz.” İsmail BİNGÖL*

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//33// nisan 80

endini çözmeye çalışma, sahip olduğu dünya görüşü ve hayatı algılayış biçimi üzerinde düşünme gibi bir alışkanlığı yok bizim toplumumuzun... Fikirler ve olaylar ya da bunların ortaya koyucuları bizi pek ilgilendirmiyor. Bunlar bizden veya dışardan olsa da pek farketmiyor. Sıradan işler ve sıradan kişiler hakkında konuşmak, altyapısız "söz düellosu" yapmak, daha çok işimize geliyor ve daha rahatlatıcı… Toplumun önünde yeni ufuklar açmak ve her tarafından aşınmış geleneksel yapıya dayanan bir milletin geleceği için düşünce üretme yolunda ömrünü tamamlayan birçok kişinin, eserlerinden haberdar olmadığımız gibi, çoğumuz adını bile duymamışızdır. Böylece binlerce yıllık bir gelenekten devralınan mirasın ve onun giderek yok oluşunun geleceğimize etkileri konusunda, bazı istisnaları hariç, toplum olarak epeyce bilgi eksikliğimiz var. Yaptığımız birçok işi, geleneği alet ederek açıklamak, pek çabuk yöneldiğimiz bir yol olarak çıkmakta karşımıza... Ve bu durumu görenler de, işin muhatabı olarak geleneği suçlu ilân etmekteler. Halbuki, yazar Sennur Sezer’in de belirttiği gibi; “Şu gelenek sözü ne tehlikeli bir sözcük. Herkes, işine geldiği, aklının erdiği biçimde kullanıyor. Toplum yaşamında, dayanışma, yardımlaşma gibi gelenekler, saygılılık, hoşgörü gibi görenekler hatırlanmıyor da, beğenmediğimiz ya da yadırgadığımız her eylemi “gelenek” adına kınayabiliyoruz.” Yukarıda da vurgulandığı gibi, ülkemiz modernleşme sürecinde, geleceğini kurmada kendine çok önemli yardımları olabilecek bazı geleneksel ögeleri muhafaza etmeye çalışmadı. Bunun için toplum gerçek anlamda yönlendirilmedi. Oysa, bu çağda yeri olmayan, olmaması gereken (yaşayışa, düşünceye ve kültüre ait, v.s.) ve belki de topluma ayak bağı olan, geleneksel hale getirilmiş ya da geleneğe dayandırılan bazı inanışlar, günümüzde de varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Oysa, bilindiği gibi, geleneklerimizi hepten yok farzetmekle Batılı olunamayacağı gibi, onları tamamıyla muhafaza etmeye çalışmakla da yine Batılı olunamaz. Çağımızın ünlü şairi-filozofu Muhammed İkbal’in de dediği gibi, “Hayat, sırtında tarihin yükünü taşıyarak ilerler, toplumsal değişim ne ölçüde olursa olsun, muhafazakârlık kuvvetleri asla gözden kaybolmaz.” Yine kültür üzerine düşünce üreten bir başkasının cümleleriyle; zaten ”... asıl mesele, bu değildir. Asıl mesele, yerel


göreneklerin korunması bağlamında bir (yerel ve ulusal) kültür meselesi olmaktan çok, (evrensel veya küresel) bir Medeniyet geleneğinin nasıl temellendirileceğidir. Mâlûmu ilâm kabilinden şunu söylemek istiyoruz: Pizza ile şarap, ya da hamburgerle kola içerek Batı Medeniyeti dairesine girilmiş olunmaz! Bunlar, İtalyan ve Amerikan yerel kültürlerinin küreselleştirilmiş görenekleridir;– hepsi o kadar! Batı Medeniyetine mensubiyet, Aydınlanma'dan bu yana zaten küreselleşmiş veya küreselleşmekte olan Medeniyet kavramlarının, yani Demokrasi'nin, yani Sivilleşme'nin, yani Farklılık ve Çoğulculuk'un, yani İnsan Hakları'nın, yani Düşünce ve İnanç Özgürlüğü'nün, yani Sekülerleşme'nin, ne kertede içselleştirildiğine ve ne kertede gelenekselleştiğine bağlıdır. Bu gerçekleşmeden, 'Batılı' olunamaz... " Batılı düşünce adamı Anthony Giddens’ in, “Elimizden Kaçıp Giden Dünya(Runaway World)” (Haz: Sündüs Demir, Ankara, 1999) adlı bir kitabı var. Yazar; kitabının bir bölümünü gelenek kavramına ayırmıştır ve orada geleneği yaşam hamuru olarak nitelendirmektedir. Aydınlanma düşünürleri geleneği dogma cehaletlerle özdeşleştirerek eski insanların ve teolojilerin (dinlerin) uydurduğu bir şey olarak görmüşler, geleneğin geride kaldığını savunmuşlardır. Yazar ise bütün geleneklerin icat edilmiş gelenek olduğunu, hiçbir geleneksel toplumun bütünüyle geleneksel olmadığını, gelenek ve göreneklerin çeşitli nedenlerden dolayı icat edildiğini söyler. Geleneğin değişime kapalı olduğunu düşünmek boş bir sözdür. Gelenekler zaman içinde evrim geçirir. Yazar ayrıca, modernlikle gelen değişime rağmen, geleneksel ailenin en iyi model olduğunu söylüyor kitabında. Geleneğin evrim geçirmiş olması ya da geçirmesi gerekir. Çünkü hiç bir geleneğin, doğduğu andaki şekliyle yaşaması veya yaşatılması mümkün değildir. Yaşayamayacağı şartlar oluştuğunda bazılarının artık yokolması, diğerlerininse o şartlara uyumlu hale getirilmesi gerekir. Yaşamaması gerekenlerin inatla yaşatılmaya çalışılmasının ne gelenekle ve ne de o toplumu oluşturan insanlarla ilgisi vardır. Toplumun ayakta kalmasını ve birbirine kenetlenmesini sağlamada çok önemli görevler ifa eden geleneğin kendi içinde ürettiği ve zamanı geçmiş bazı kurallarI, toplumu sınırlar ve gelişmesini engeller. Önemli olan insanın içinden geldiği geleneği tanımasıdır. Ne var ki, özellikle son yıllarda bizde gelenek hep

olumsuz anlamda kullanılır oldu. Ya da bütünüyle çağın gerisinde kalmış ve bir an önce kurtulmamız gereken bir şey. “Oysa gelenek yüzyıllar içerisinde değişmeden gelen bir yapı değildir. Mutlaka zaman içerisinde kaybolan, tesiri azalan yönleri vardır.” Burada önemli olan, kişinin içinden geldiği toplumun geleneklerine “aşina olması, onun dilini konuşabilmesi” ve bununla da yetinmeyip, geleneğin gelecekte de yaşatılabilecek bölümlerini alıp dönüştürmesidir. “Ancak o zaman bir kuşaktan bir kuşağa sağlıklı geçişlilikler yaşanabilir. Aksi takdirde birbirinin dilini anlamayan kuşaklar ve birbirinin dilini reddeden toplumsal kesimler belirir. Türkiye'de durum böyle ve bu da son derece sağlıksız bir oluşum.” İslam Felsefesi hocası Prof. Dr. Bekir Karlığa’nın, bir röportajda kendisine sorulan; “Kendinizi ana yapısı ile geleneğin temsilcisi addediyor musunuz? Yoksa modernizme mi daha yatkınsınız?” sorusuna verdiği cevap, toplum olarak çoğumuza ışık tutabilir: “Ben her ikisine de karşıyım; modern olmaya da karşıyım, gelenekçi olmaya da karşıyım. Çünkü bizim için senteze ihtiyaç var. Geleneği de korumamız lâzım, moderniteden de bazı şeyleri almamız lâzım. Ben bu yolda kendim için Muhammed İkbal gibi, Mehmed Akif gibi insanları model alıyorum.” Anthony Giddens’in, “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” diyerek, özellikle biz ve bazı ortak noktalarda buluşabileceğimiz bizim gibi ülkeler açısından çok önemli bir durumu dile getirdiği eserindeki birkaç cümleyle bitirelim yazımızı: “Biz yaptığımız şeylerin hemen her yönünü etkileyen bir dönüşümler çağında yaşıyoruz. İster iyi kötü yönde olsun hiç kimsenin tam olarak anlamadığı, etkisini herkes üzerinde hissettiren bir küresel düzene doğru sürüklenmekteyiz. Adına “küreselleşme” dediğimiz bu düzen, hayatımız sürdürdüğümüz usulleri, üstelik çok derin bir şekilde yeniden yapılandırmak demektir. Küreselleşme sayesinde küçük bir köy haline gelen dünyamızda çok hızlı değişimler yaşanmakta ve bütün dünyayı etkilemektedir. Yüzyılın başında bilim ve teknolojiyle daha istikrarlı bir hale geleceği varsayılıyordu. Fakat bunun tam aksine dünya iyice denetimimizden çıktı, elimizden kaçıp giden dünya haline geldi. Doğal çevre koşullarının değişerek insanı tehdit eder bir hale gelmesi bunun sadece bir örneğidir. Bizler asla kendi tarihimizin efendileri olamayız ama elimizden kaçıp giden dünyayı yerinde tutacak yollar bulabiliriz ve bulmalıyız.” 81


ZEYNE’DE BİR ARİF: ŞEYH ALİ SEMERKANDİ

Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri “Baba-resül” adında bir zatı kendisi adına faaliyet göstermesi için halife tayin edip “Zeyn’e” bıraktı. Zeyne Osmanlı imparatorluğu döneminde Konya'ya bağlı idi. Mehmet MAZAK

ocukluğumu geçirdiğim Akdeniz kenarındaki Tırtar Köyü ilkokuluna gidip gelirken Mersin-Antalya –Konya’yı birbirine bağlayan yollarda gidip gelen araçları görür özelliklede otobüslere merak içinde bakardım. İnsanları sevdiklerine, özlemlerine ulaştıran toplum taşıma vasıtası dikkatimi cezb ederdi. Bu yıllarda en çok dikkatimi çeken toplu taşıma vasıtalarından biri ve belki de en önemlisi Zeyne Köyü otobüsü olurdu. Çünkü diğerlerinden daha eski (külüstür) olmasına rağmen beni etkileyen ilgimi çeken bir tarafı vardı bu ulaşım vasıtalarının. Altı yaşında ilkokula başlayan bir çocuk olarak ilkokul yıllarımda asfalt yolda en çok gördüğümde beni heyecanlandıran bu Zeyne otobüsü nereden geliyordu? Sorusunu hep sormuşumdur kendi kendime. Peki, neresidir bu Zeyne? Beni niçin bu kadar etkilemiş ve içine çekmiştir? ZEYNE

Günümüzde Mersin İlinin Gülnar İlçesine bağlı Toros Dağlarının üzerinde İç Anadolu’yu Akdeniz’e bağlayan yol üzerinde Gülnar İlçesine 24 km uzaklıkta Gülnar-Mut yolu üzerinde bulunmaktadır. Zeyne, 315 metre rakımı ile Toros Dağlarının Göksu vadisinde kalan bölümünde kurulmuş şirin ve yeşillikler içinde bir yerleşim merkezidir. Toroslardan doğup Silifke ilçesinden denize dökülen Göksu Irmağı Zeyne sınırları içerisinden geçmektedir. Mersin –Konya karayolundan 6 km içeride yer almaktadır. Zeyne’de her çeşit meyve ve sebze yetişmektedir. Zeyne’nin eski ismi Sütlüce’dir. Halk arasında Zeyne ismi daha yaygın olarak kullanıldığı için İçişleri Bakanlığınca 5393 sayılı Kanunun 10. maddesi ile Sütlüce olan Belde ismi 16 Mart 2007 tarihli Resmi Gazete de yayımlanarak ZEYNE olarak değiştirilmiştir. ZEYNE TÜRBESİ

Zeyne Türbesi, Zeyne Beldesinde bulunmaktadır. Yapının 15.yy.’da yapıldığı tahmin edilmektedir. Karamanoğulları dönemine ait olduğu düşünülüyor. Osmanlı’nın ilk dönemlerini çağrıştırmaktadır. Özellikle Seydişehir civarındaki Ahşap Cami yapım tekniği ile benzerlik gösterdiği söylenebilir. Geniş bir bahçe içerisinde inşa edilen ahşap çatı örtülü ve ahşap direkli ana geçit kısmına, zaman zaman mezar odaları ilavesi ile meydana gelmiştir. Bahçede ise mezarlar bulunmaktadır. Türbe 2010 yılında Adana Vakıflar Bölge sayı//33// nisan 82


Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir. Türbe içerisinde Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri ve oğlu Zeynel Abidin’in Kabri bulunmaktadır. Burada bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Yukarıda türbede yattığını belirttiğim Şeyh Ali Semerkandi, bugün İran sınırları içerisinde bulunan İsfehan’da doğan Hz. Ömer’in soyundan gelen Ankara yakınlarında Çamlıdere’ye yerleşen Şeyh Ali Semerkandi ile aralarında sadece isim benzerliği mevcuttur. Gülnar'ın Zeyne (Sütlüce) beldesinde bulunan zat, Şeyh Ali Semerkandî’nin namı ile ün yapan “Baba-resül” adındaki halifesidir. Ali Semerkandî Hazretleri Semerkat veya İsfahan’da doğdu. Semerkant’tan başlayan yolculuğu sonunda Zeyne köyüne gelerek bir süre irşatlarına burada devam etti. Daha sonra buradan yola çıkarak Çamlıdere’ye gelerek burada yerleşti. Şeyh Ali Semerkandî muhtelif ülkelere kendi adına iş gören, hareket eden halifeler tayin etmiş, onlara manen direktifler vermiştir. Onlar bu zatın namı ile yaşamışlardır. Yahut aynı isim tahtında başka bir velî ayni hal ile hâllenerek oralardan gelip geçmiştir. Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri “Baba-resül” adında bir zatı kendisi adına faaliyet göstermesi için halife tayin edip “Zeyne” bıraktı. Zeyne Osmanlı imparatorluğu döneminde Konya'ya bağlı idi. Zeyne karyesinde yatan zat, Şeyh Ali Semerkandî’nin kendisi değil, zikri geçen halifesidir, Evliyaullahtan olup mübarek büyük zatlardan biridir. Yanında belirli birtakım yatırlar bulunmaktadır. Zeyne bölgesinde Evliyaullah'tan Babaresül ile ilgili değişik hayli pek çok zuhur eden kerametler anlatılmakta, öyküsü dillerde dolaşmakta ve manzume halinde hikâyeleri nakledilmektedir. Şeyh Ali Semerkandî'nin namı ile anılması o kentte Babaresûl'ün, Şeyh Ali Semerkandî’nin manen familyesine dahil olmasından ileri geliyor. Şu net olarak bilinmeli ki; Çamlıdere kazasında medfun Şeyh Alî Semerkandî ile Zeyne'de medfun Babaresül arasında kesin olarak bir benzerlik bulunmamaktadır. Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere'deki öyküsü başka, Babaresûl'ün Zeyne'deki öyküsü başkadır. Babaresül Zeyne'de evlenmiştir, çocuk sahibi olmuş, annesi yanında yatıyor, Anadolu'da doğmuştur. Hattâ Anadolu'dan şarka gitmiş, Mısır'a kadar seyahat etmiştir. Aksine Şeyh Ali Semerkandî Şark'tan Anadolu'ya gelmiş, hiç evlenmemiş, evlâdı yoktur ve daha başka halleri ile Zeyne'de yatan zata hiç benzememektedir.

Fakat bazı menkıbelerin Çamlıdere'den Zeyne'ye götürülüp getirilmesi, araya fasılaların girmesi ile iki zatın hayat öyküsünün bazı yönleri ihtilâta uğramıştır. Çamlıdere'de Şeyh Ali Semerkandî Külliyesi'nde mevcut belgeler Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere'de medfun bulunduğunu kesinlikle ilân ediyor. Şunu belirtelim ki Zeyne'de yatan zatın ismi de Ali olabilir, Semerkant'a sefer etmiş, orada tahsil görmüş ve birtakım yerlere sefer etmiş ve kerametleri görülmüş olabilir. Hattâ velîler arasındaki hal ve keramet benzerliği de cereyan etmiş bulunabilir. Lâkin Zeyne'deki yatan Ali, Çamlıdere'deki yatan Ali değildir. Karaman'da Anadolu'nun ve Türkiye'nin bazı kentlerindeki, İslâm âleminin bazı ülkelerindeki medfun nice nice adı Ali olan velîler arasındaki benzerlik böyle bir yorum, böyle bir izah ve böyle bir hüsnü zandan başka birşey değildir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde devletten (Hazine-i Hassadan) Çamlıdere'ye 45 (kırkbeş) bin kuruş harcırah gönderilirdi. 30 (otuz) bin kuruşu Çamlıdere'de sarf edilir, 15 (on beş) bin kuruşu Zeyne'ye gönderilirdi. Buradan da anlıyoruz ki; Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri Zeyne’de ilk gelip yerleştiğinde bir külliye ve yapı grupları kurmuş talebe yetiştirmiştir. Günümüzde sadece türbe ayakta kalabilmiştir. Buradan Çamlıdere’ye irşad için ayrıldıktan sonra yerine halife tayin etmiş ancak Külliye eğitim sistemi olarak Ali Semerkandî Hazretlerine bağlı olarak devam ettiği büyük olasılıktır. Manevi ve Kültürel birikim açısından değerlendirdiğimizde Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri Ankara’nın Çamlıdere ilçesini bugün ihya etmektedir. Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri Vakfı ilçeye çok büyük değerler katmaktadır. Zeyne’yi Gülnar’ı ve dolayısı ile Mersin’i yönetenlerin Zeyne üzerine düşünmesi, Şeyh Ali Semerkandî’nin manevi ikliminden bölgenin istifade edebilmesi için projeler geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. 83


HOCA ALİ RIZA

“ÜSKÜDARLI”

Üsküdarlıydı; resmi de Üsküdar’a dâirdi çoğu vakit. Hayatı boyunca çalışan ve üretkenliğini bir an dahi kaybetmeyen bu resim dervişi; gerçek bir İstanbul efendisi ve tam manasıyla bir Üsküdarlı olarak yaşadı. İbrahim BAŞER

essamlığı… İnsanlığı… Üsküdarlılığı… …üzerinden yürünerek yazılan bir yol hikâyesidir onun hayatı. 1858 İstanbul’u. Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit var. Üsküdar Ahmediye’de, mahalle camiinden yükselen ezanı ilk defa işiten bir bebek dünyaya gelir. Süvari binbaşısı Mehmet Rüştü Bey ile Refia Hanım evlatlarına Ali Rıza ismini verirler. Çocukluk yılları Ahmediye’de geçer Ali Rıza’nın. İçinde yaşadığı kültürün temel değerleriyle de evvela ailesinde ve ömür boyu ismiyle taşıyacağı Üsküdar’da tanışır. Mahalle çeşmesinden içtiği su, uzaktan el salladığı Boğaz vapuru, önünden duasız geçilmeyen türbeleri, çanını çınlatarak geçen sokak yoğurtçusunda gördükleri, onun kişiliğinde incitmemek, eşyaya güzel bakmak, kul hakkı yememek şeklinde tezahür edecek; onun şahsında kadim kültürün parçaları yavaş yavaş şekillenecektir. 7 yaşında babasını kaybederek, hüzünle tanışır. Hat sanatıyla uğraşan babasından kalan çalışmalarda dindirmeye çalıştığı baba hasreti, estetik yolculuğunun ilk mayasıdır... İbtidai mektebinden sonra Rüştiye tahsili de Üsküdar’da sürer Ali Rıza’nın. 1880’de, henüz yirmili yaşların başında iken Kuleli Askeri İdadisi ile tanışır. Bu ocakta askerlikten aldığı disiplin ve güçlü sanat eğitimi, sonraki hayatının itici gücü olacaktır. Bu dönemde Osman Nuri Paşa, Süleyman Seyyid, Mösyö Kes gibi hocalardan feyz alan Ali Rıza Bey’in iltifatlarla dolu kariyeri de henüz öğrenci sıfatını taşırken başlar. Harbiye’de talebe iken Sultan Abdülhamid’in iltifatına muhatap olan ve Nişan-ı Hamidi ile mükafatlandırılan Teğmen Ali Rıza Bey’in ilk görevi, okuldan da hocası olan Osman Nuri Paşa’nın yardımcılığı olur. Muallim Naci başkanlığındaki heyete katılarak Osmanlı devletinin ilk başkentlerini inceleme ve resimleme görevini ifa eder. Bu dönem, Mülazım-ı Sani Ali Rıza için Türk İslam kültürünün eserlerini sadece kâğıda değil mutlaka ruhuna da nakşettiği bir dönemdir. “İnsan yaptığını anlarsa gelişir, ilerledikçe isteği artar. ‘Aşk olmayınca meşk olmaz’ deyimine göre; sevginin ateşi, yapılan işteki isteği artırır” diyen Ali Rıza Bey’in sanatı ve sanatçı kişiliği günden güne ufuk kazanmaktadır. Çağdaşı meslektaşları gibi yurtdışına gitmek ona kısmet olmaz. Bu

sayı//33// nisan 84


kısmetsizlik gibi görünen vaka onun “milli ressam” sıfatını oluşturan dönüm noktalarından biri olur. Resmin evrensel bir dil olduğu ve bu dili dilsiz çocukların dahi konuşup, kelime tanımaz vahşilerin dahi anlayabileceğini düşünen Ali Rıza Bey, çalışmalarına disiplinle, istekle ve ara vermeksizin devam eder. Fausto Zonaro ile tanıştığında Kolağası rütbesindedir. Bu dönemde Yıldız Porselen koleksiyonlarına imza atar. Eski Osmanlı Kıyafetleri Albümü ve Antika Silahlar Müzesi çalışmalarını yürütür. Şair ve edebiyatçıların kalemle anlatmakta zorlandıklarını iyi bir ressamın fırçasıyla pek açık ve anlaşılır surette ifade edebileceğini söyleyen Ali Rıza Bey Harbiye Matbaası’nda Başressam olarak 1909’dan itibaren iki yıl görev alır. Aynı yıllarda Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Başkanlığı yapan sanatçı ilaveten, 1910 yılında Şehzadegân sınıflarında hocalık da yapacaktır. Ali Rıza Bey, yarbay rütbesindeyken 1911 yılında sağlık sebeplerinin de zorlamasıyla askeriyeden emekli olur. Yazmayla çizmeyi birbirinden ayrılmaması gereken iki arkadaş olarak tanımlayan sanatçı, kendi yazgısının da resmetmek olduğunu fark ettiği bir döneme kapı aralamıştır aslında. Emeklilik dönemi Ali Rıza Bey’in en verimli dönemi olacak ve son nefesine kadar hem muallimlik, hem de ressamlık yolunda yürümekten hiç vazgeçmeyecektir. “Ressam öyle bir kavrayışa ulaşmalıdır ki herkesin gördüğünden fazlasını görmeli, 85


eşyanın hakikatine temas etmelidir” diyen Hoca Ali Rıza Bey’in ressamlığı millî ve hocalığı hakikidir. Hoca Ali Rıza Bey’in neredeyse aşk ile bağlı olduğu yegâne semt Üsküdar’dır. Üsküdar onun için sadece madden değil, manen de nefes aldığı ilk ve öncelikli tercihi… Üsküdar onun için kadim zamanların sesi... Başkası gibi olmanın prim yaptığı dönemde kendi olmanın vakur duruşu… … ve Üsküdar 5 vakit duyduğu ezandır onun için! Üsküdarlı namını da sıkça kullanan Hoca Ali Rıza, koskoca bir medeniyeti asırlar ötesine taşımakla yetinmedi sadece. Ona göre her canlının hayat hakkı mukaddesti ve can almak onun işi değildi. Onun düsturu, bir sanatçıya çok yakışan bir naiflikle “öldürme, yaşat” idi. Bu sebeple misafirlikte onu bizar eden tahtakurularını su dolu bir kapın ortasına oturttuğu taşta biriktirip ertesi sabah uzak bir yere bırakır; kiraladığı fareli evin farelerine peynir ve su ile istihkak ayırırdı. Söğüt’ü, Bursa’yı, Gelibolu’yu, Gölcük ve İznik’i; İstanbul’un neredeyse bütün semtlerini; Fatih’i, Şehzadebaşı’nı, Haseki’yi, Boğaz’ı, Adalar’ı resmeden ama, Karacaahmet’ten Sultantepe’ye, Ayazma’dan Çamlıca’ya, Bulgurlu’ya, ille de Üsküdar’ı… …yazından kışına, camisinden minaresine, sokağından evine, çeşmesinden namazgâhına, yoğurtçusundan kahvecisine, kahvesine hatta fincanlarına kadar tuvale sayı//33// nisan 86

aktaran bir medeniyet ressamıydı Hoca Ali Rıza… Büyük resim çantasını, fırça tutan, kalem kullanan eli titremesin diye koltuk altına kopçayla sabitler ve çizdiği kayaya dahi kalp gözüyle bakıp farklı bir ifade katardı. Hocaydı… Yetiştirdiği talebeleri arasında Üsküdarlı Cevat, Dr. Hikmet Hamdi, Osman Asaf, Sami Yetik, Çanakkaleli İhsan, Celal Esat Arseven, Ali Rıza (Beyazıt) gibi meşhurlar da vardı. Özellikle son dönemlerinde hocatalebe münasebetini iki dost gibi yaşadığı Süheyl Ünver, sanatçının felsefesi ve eserlerinin günümüze intikalinde önemli paya sahiptir. Hocası Ali Rıza Bey hakkında; “Beni oğlu gibi sevdi ve himaye etti, velhasıl onunla onbeş sene ahlak ve ince sanatlar terbiyesi altında babasızlığımı unuttum. Karakter itibariyle mükemmel bir insandı. Hayatını çok temiz yaşayarak hiç lekesiz bir şekilde tamamladı. Bu müstesna insanın hayatı tetkik olunduğunda, alınacak çok büyük dersler mevcuttur. İnsan onun yanından mutlaka birşeyler öğrenerek ayrılır. Hiçbir şey öğrenmese bile, sükutun birçok yerlerde fazilet olduğunu öğrenir” diyen Süheyl Ünver’e Ali Rıza Bey’in kaleme aldığı bazı mektuplar da bu gün elimizde... “Nûr-ı aynim, Süheyl Bey oğlum.. Bayramda teşrif buyrulmuş, ma’teessüf bulunamadım.


Ben de şu kâğıdımda mukabele etmek üzere kara yüzüm gibi karalayarak takdim ediyorum. …. Mahsus selam ve dualar eder, hatr-ı âlinizi istifsar eylerim. Baki ihtiram, dua… EL-MA’LUM RESİM MUALLİMİ ALİ RIZA”

Yaşadığı dönem itibarı ile Osmanlı-Cumhuriyet geçişini yaşamış, o sancıları çekmiş ve “hangi kökten hangi dala” bağlantılar atılacağının işaret fişeklerini resimleriyle kültür semalarımıza fırlatmış bir öncüydü. Göze hoş gelen ama mutlaka kalbe dokunan resimlerin ustasıydı. Belki de bu sebeple fırçası; resmettiği nesnelerin kalbine temas etmeden tuvaldeki resmi tamam saymadı. “Hayalden” yaptığı resimlerde dahi hayata dair anlatacakları vardı. Bir medeniyet nakkaşıydı aslında. Ömrü boyunca bizi, bizden olanı anlattı fırçası, kalemi, hâli… Takvimler 1930 yılının mart ayını eksiltmeye başladığında artık demir almak günü gelmişti zamandan. Uzun süredir yatağa bağımlı olan Hoca Ali Rıza Bey, nam-ı diğer Üsküdarlı için vakit dolmuştu. Üsküdarlıydı; resmi de Üsküdar’a dâirdi çoğu vakit. Hayatı boyunca çalışan ve üretkenliğini bir an dahi kaybetmeyen bu resim dervişi; gerçek bir İstanbul efendisi ve tam manasıyla bir Üsküdarlı olarak yaşadı. Üsküdar’da doğdu, yaşadı ve Üsküdar’da rahmete yürüdü. Kabri dahi Karacaahmet’te olan hakiki bir Üsküdar âşığıydı. Bir asır sonra

o ve anlattıkları bizler ve gelecek nesillerimiz için o kadar kıymetli ki. Ruhu şâd olsun. Not: Hoca Ali Rıza’ya ait eserlerin nadide örnekleri Dolmabahçe Sarayı Beşiktaş girişindeki İstanbul Resim Müzesi salonlarında sergilenmektedir. 87


Ş E H İ R K Ü LT Ü R

İSTANBUL MÜZİK

MÜZESİNİN İZİNDE Müziğimize dair ne varsa; müzik aletlerinden notalara, önemli kitaplara kadar her şey bu müzede toplanacak. Samet SURURİ

en de diyorum ki, yeniyi görünce eskiyi atma. Onu alıp müzeye koy. Bizim de olsun bir müzik müzemiz. İstanbul Müzik Müzesi... Sazı ile, tulumu ile, neyi ile, tamburu ve darbukası ile... 30 Mayıs 2006 tarihli Hürriyet gazetesinde Doğan Hızlan köşesinde bir programdan yola çıkarak müjde veriyor ve yazısını şöyle sürdürüyor; “İstanbul Müzik Müzesi kuruluyor..Dün, Harbiye’deki Askeri Müze ve Kültür Sitesi’nde Uluslararası Müzik Kongresi’nin açılış töreni yapıldı ve çalışmalar başladı. Kongre 31 Mayıs 2006 akşamına kadar sürecek. Kongreyi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Bilkent Üniversitesi birlikte düzenledi. Kongrenin tam adı; Uluslararası Tarihsel Süreç İçinde Türkiye’de Müzik Kültürü ve Müzik Müzesi Kongresi. Yerli ve yabancı birçok uzman, müzikolog, müzikçi, yazar kongrede müzikle ilgili önemli bildiriler sunuyor. Açılışın ilk konuşmasını kongre sekreteri Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Mehmet Kalpaklı yaptı. Daha sonra da Halil İnalcık, Mehmet Dülger, Bilkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Doğramacı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen konuştu. ESKİ TEKEL BİNASI MÜZİK MÜZESİ OLUYOR

Üsküdar’daki Tekel Binası’nda Kültür ve Turizm Bakanlığı bir Müzik Müzesi açıyor. Mehmet Dülger konuşmasında bu müjdeyi verdi. Müze konusunda açıklamalarda bulundu, küçük de bir film gösterildi. Müziğimize dair ne varsa; müzik aletlerinden notalara, önemli kitaplara kadar her şey bu müzede toplanacak. Türkiye’nin çeşitli müzelerinde bulunan müziğe dair objelerin hepsi burada toplanacak. Gerçekten de bizim müziğimizi, Anadolu’daki müziğin tarihini öğrenmek isteyenlerin gezebileceği bir müze yok. Umarım bu çok çabuk hizmete açılır…” Gerçekten de idari olarak bu söylem gerçekleşti. İstanbul Müzik Müzesi Müdürlüğü, Bakanlar Kurulunun 15.08.2006 tarih ve 2006/10830 sayılı kararı ile kurulmuştur. Dünyadaki örnekleri yüz yıllık bir geçmişe dayanan Müzik Müzesi, ülkemizde 2006 yılında kağıt üzerinde kurulmuştur…Ancak Gazete arşivlerinde bulduğumuz İstanbul Müzik Müzesi müjdesini aradan on bir yıl geçtikten sonra gezmek istediğimizde bulamadık..Resmi gazetede yayınlanmış bir karar var , mutlaka olması gerekir diye sayı//33// nisan 88


düşündük, heyhat Müzik müzesi yoktu.. Açıldı, kapandımı? diye sorguladık..Hayır 2006 yılından itibaren Resmen kurulmuş müzeye müdürler tayin olmuş, ancak bir mekanı yok… oysa 2006 yılında bakanlık yetkilileri Tekel binasını Müze yapacağız diye deklare etmişler.. Tekel binasına vardıpımda burada böyle bir kurum hiç olmadı dediler..Araştırmaya başlayınca, Ülkemizin bir çok konularda irade olsa bile uygulamada garipliklerin yaşandığı gibi Müzik Müzesinin de böyle bir zihniyetle hala ete kemiğe bürünemediğini gördük.. Bir ara müzik müzesi kurma gayreti ile ve müzik müzesi kuracağım diye ortaya çıkıp çalışmalarının sanal çalışmadan öte gidemeyen müzikologlar, müzik tarihçileri, müzik icracıları yüzünden kurulamayan Müzik Müzemizin bir türlü fiziki ortama geçemeyen öyküsünü burada okuyacaksınız. SANALDAN GERÇEĞE İSTANBUL MÜZİK MÜZESİNİN KURULUŞ ÖYKÜSÜ

Yrd. Doç. Dr. Okan Murat ÖZTÜRK’ün, Oğuz ELBAŞ ile Türkiye Müzik Müzesi projesi ile ilgili olarak yaptığı Saza Dair internet haberdeki söyleşide “Prof. Dr. Ertuğrul Bayraktar, Prof. Dr. Yalçın Tura ve Dr. İ. Lütfü Erol ile 1994 yılında “Müzik Müzesi” yolculuğuna çıkılmıştır. Oluşan bu çekirdek kadro ile “Müzik Müzesi” projesiyle ilgili tüm çalışmaların yürütülmesi sağlandı. 1998 yılında Kültür Bakanlığı, “Müzik Müzesi” projesini başlattığını kamuoyuna resmen açıkladı. Fiziki anlamda tanımlanmış kendine özgü bir mekânı oluşuncaya ya da oluşturuluncaya dek, elde bulunan materyalleri en azından sanal ortamda bir araya getiren ve Kültür Bakanlığı WEB sayfasında yer alan “Türkiye Sanal Müzik Müzesi” gerçekleştirildi.” “Bu süreç içinde, Türkiye müzelerinde, kazı alanlarında, özel koleksiyonlarda dağınık şekilde bulunan ve Türkiye müzik kültürüne ışık tutan her türden materyal, belge ve bilgi anlamında derlenip toparlandı. Bunlar fotoğraflandı, slaytlara ve filmlere alındı. 2001 yılında, fotoğrafçı, kameraman ve ışıkçılardan oluşan 10 kişilik bir teknik bir ekiple, yaklaşık 30 bin km yol kat edilerek bütün Türkiye tarandı. 15 mega piksel çözünürlükte olmak üzere 6000 civarında materyal belgelendi ve son derece önemli bir arşiv oluşturuldu. Bu arşiv şu anda her tip amaca uygun olarak değerlendirilebilecek bir arşivdir. Bu süreç içinde çeşitli çalgılar (bağlama, ud, tanbur, kanun, zil, vb) için belgeseller hazırlandı.”denmektedir. Ayrıca

yazıda yapılan bu çalışmalarda ellerinde 6 bin civarında belge olduğu söylenmektedir. Sayın Okan Murat ÖZTÜRK’ ün Oğuz ELBAŞ ile yaptığı söyleşide yukarıda aktarıldığı üzere; Müzik Müzesinin kurulması için 1994 yılında başlatılan çalışmalarda, yapılan onca masraf ve emeğe rağmen "Müzik Müzesi" kurulamamış, çalışmalar sanal ortamda kalmıştır. 2009 yılında dönemin Bakan danışmanı sıfatıyla Oğuz ELBAŞ tarafından Müzik Müzesinin açılması için çalışmalar tekrar başlatılmıştır. Müzik Müzesinin kurulmasına yönelik olarak daha önceki çalışma grubunun yapmış oldukları çalışmaları tekrar yapılmıştır. Ancak alanında uzman olan hocalarımızın yıllarca yapmış oldukları çalışmalar ve bu çalışmaları yürütmek üzere yapılan harcamaların sonucunda, Müzik Müzesi kurulamamış ve sanal ortamda müze oluşturulmuştur. Bunlar; film, belgesel ve fotoğraftır. Bu çalışmalara ek olarak AA 16.09.2009 tarihli haberinde ‘’Müzik Arkeoloğu Oğuz ELBAŞ’ ın öncülüğündeki proje ile 11 Hitit çalgısı yeniden imal edilmiştir’’ yazmaktadır. 11 Hitit Çalgısı dışında diğer tüm çalışmalar sanal video, belgesel ve fotoğraf olarak kalmıştır. Bu çalışmalarda toplam 482 adet müzik aleti eseri ve gereci tespit edilmiş, bu eserlerden 418 tanesinin satın alma işlemi yapılarak Müdürlüğümüz envanterine geçirilme işlemleri 31.12.2016 tarihinde tamamlanmıştır. 2016 yılında Müdürlüğümüz emanetine alınan eserlerden 64 adedinin ödemesi 2017 yılında yapılacaktır. Bu kapsamda; 1999 yılında girişimi yapılmış ancak sonuçlandırılamamış olan ülkemizin yetiştirdiği müzik dehası merhum Ethem Ruhi ÜNGÖR’ün Çalgı koleksiyonunun Müze koleksiyonuna kazandırılması için gerekli görüşmeler yapılmış ve çalışmaları da başlatılmıştır. Bakanlığımız için çok önemli olan Ethem RUHİ ÜNGÖR'ün koleksiyonuna ait İstanbul’da kızının evinde bulunan 557 adet müzik aleti, kütüphane ve arşiv ile ilgili çalışmalar sonuçlandırılmıştır. Genel Müdürlüğümüzden bu eserlerin Müdürlüğümüze alınması yönünde talimat beklenmektedir. Ülkemizde özlemini duyduğumuz vazife şuuru ve aşkı ile 24 saat düşünüp çaba harcayan bir müze müdürü ile karşılaştım. İşine aşık bürokratların varlığı bizi ümitlendiriyor… Müzik Müzesi hikayesini anlatmaya devam edeceğim… 89


KAOS DİNOZORLARI

ROCKEFELLER-ROTCHILD

GEORGE SODS vd. -üç-

Mustafa YAZGAN u yazı dizimizin başlığını ‘’Kaos Dinozorları’’ olarak seçtim. Neden? Çünkü, bugün bütün dünyada kelimelerin yetersiz kaldığı derecede ‘’Vahşi bir kan emme’’ sömürüsü devam etmektedir. Kana, paraya, servete, ölümlere, zulümlere doymayan ‘’Global Sermaye Baronları’’ bu azgın iştahlarını devam ettirebilmek için kendi menfaatlarine zıt gördükleri her devleti, her milleti, her kurum ve kuruluşu, bir dinozor dehşetiyle yutmak, yıkmak, yok etmek, dünyamızı kin, kavga, terör, cinayetler, darbeler, işkenceler mekanı halinde, sürekli huzursuzluk ve ‘’kaos’’la idare etmek istemektedirler. ‘’Kaos Dinozorları’’nın başında , servetiyle önde gelen David Rockefeller (geçen ay 101 yaşında öldü). Fanatik bir Siyonist olan bu adam, diyebiliriz ki, ömrünü ‘’İslam Medeniyeti’ne’’ karşı ve tüm dünyada ‘’Kaos Kumpasları’’ oluşturmakla geçirmiştir. Diyor ki: “Önce kaos (Ordo ab Chaos) sonra düzen..” Osmanlı Devleti’ne dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyleri talep ettik. Menderes bize bunları hiçbir zaman kabul etmiyeceğini söyledi. Ülkesinin çoğunluğu Müslüman olduğu için, ülkesinin her yerine ‘’camiiler’’ yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidardaki yerini uzunca bir süre için sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile (27 Mayıs 1960) bu işe bir son verildi. Ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz (!) halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece Celal Bayar kurtuldu, çünkü bir Mason’du. Ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23.John, Vatikan’nın baskısıyla onu idamdan kurtardı.

sayı//33// nisan 90

Bu acı olayları ben, Siyasal Bilgilerde 19611962 yıllarında öğrenci iken yaşadım. Prof.Dr. Muammer Aksoy sabahları fakültede dersimize girer, öğleden sonra ‘’darbe meclisine’’ gider, 1961 Anayasası hazırlığına katılırdı. Ders sırasında sol militan gençler : -Hocam bu düşükler ( DP yöneticilerini bu kelime ile adlandırıyorlardı. DP’li millete de ‘’kuyruklar’’ adı verilmişti) ne zaman asılacaklar? Diye sorduklarında Prof.Dr.Aksoy: -Biraz sabırlı olun arkadaşlar. Aceleci olmayın. Sonunda istediğiniz gibi olacak, bekleyin lütfen diye içimi yakan cevaplar veriyordu. Mahkeme başkanı Salim Başol sanıklara: -Sizi buraya tıkan kuvvet, böyle istiyor !.. diyerek kinlerini kusuyordu. Menderes, şehit edildi. Celal Bayar’ın asılmayışına tepki gösteren militanlara Prof.Aksoy şöyle diyordu: -Arkadaşlar! Milli Birlik Komitesi, Bayar’ı 65 yaşını geçtiği için infazdan muaf tuttu. Görün ve anlayın. Ne 33 derece Masonluğundan ne de Papa Roncalli’den ve Vatikan’dan söz edilmiyordu. David Rockefeller itiraflarına devam ediyordu: -1980 Darbesi bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. Biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı, Türkiye’de de tatbik etmek istedik. İthalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Sağ ve sol hükümetler, bu isteğimizi kabul etmiş görünüyorlar fakat işi uzatıyorlardı. Sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla ‘’Ordo ab Chaos’’ ile çözüldü. Provokatörlerimiz aracılığı ile sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Binlerce Türk genci, uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Sonra darbe (12 Eylül 1960- Saat:4) geldi. Bütün olaylar, bıçak gibi kesiliverdi. Burada uyguladığımız oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir ‘’Kurtarıcı’’ sunmaktı. Turgut Özal döneminde, bizim şirketlerimiz, bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. Türkiye’de para itibar gördü.. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu. Devlet işletmeleri, bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. -‘’Kürt Devleti’’ projesini hayata geçirmek için önce PKK denilen bir örgüt oluşturduk. Bu örgütle uğraşmak, Türkiye ekonomisine çok büyük zararlar verdi. Sanırım yakın gelecekte topraklarından, bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca, fedakarlık etmek zorunda kalacak. Türkiye bizim için çok önemli. Bir kere İsrail Devleti topraklarının (Arz-ı Mev’ud’un) su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir. İkincisi: Müslüman ve


demokratik bir ülke olarak, bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak, önce Türkiye’den başlamalıyız. Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumundadır. Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip olan Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak, Türkiye elimizin içinde olmalıdır. Dördüncüsü: Ülke bor madeni bakımından dünyanın en zengin ülkesidir. Bu maden, yakın gelecekte, petrolden daha önemli bir hale gelecek.. -Osmanlı’yı yıkmak zor olmadı. Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı Devleti’ni parçalayarak, Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail’in yolunu açmak için çıkarılmıştı. Osmanlı’nın çöküş devrinde Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeğe başladı. Bizim finans ve silah sanayii şirketlerimiz, servetlerini onlarca kez katladılar. 1.Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, demokrasi anti-tez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu. -Hitler, bizim tarafımızdan başa getirildi. Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Hitler, dünya savaşını başlatacak güce erişiyordu. Babaanne, kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babası ile, başka bir iş bulamayınca, koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına (Filistin’e) dönmekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacı ile, birkaç katliama izin verildi. Söylenenden (6 milyon) çok daha az kişinin öldürüldüğü bu katliamlar kullanılarak, sözde milyonların yok edildiği ‘’Yahudi katliamı senaryoları’’ üretildi.. Şimdi aynı katliam senaryosu ‘’Ermeni Soykırımı’’ adı altında Türklere uygulanmaktadır. -Almanlardan nefret eden Yahudi Albert Einstein, Siyonist Başkanımız Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle ‘’atom bombası’’ çalışmaları ‘’Manhattan Projesi’’ altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı. Bu bomba çok güçlü idi. Deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteği ile savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu. Bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı. Böylece İsrail Devleti, 1948 yılında Rotchild Ailesi’nin cömert mali desteği

ile kuruldu. Ordo ab Chaos yine işe yaramıştı. -Hegel Dialektiği gereği, bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan Internatıonal Barnsdall Corporasyon şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A. Harriman Company ve Garanti Tröstü tarafından mali desteklerle Sovyetler Birliği ekonomisini geliştirdi. Çin ise, Amerikan Bechtel Corporasyonun verdiği teknoloji ve beyin gücüyle, süper bir güç haline geldi.. Vietnam, Kore, Kamboçya, Tayland, Endonezya, Afganistan, İran-Irak ve Yugoslavya… bizim savaş endüstrimizin deneme alanları oldu. -Zaire, Çat, Yemen, Guatemala, Şili, Brezilya, Dominik, Somali, Panama, El-Salvador, Bolivya, Ekvator, Peru, Uruguay ve Angoladaki savaşları ve darbeleri biz planladık. -Bütün ülkelerin yönetimlerini kontrol altında tutuyoruz. Kontrolümüzden çıkan ülkelerde ‘’Terör’’ olaylarını devreye sokuyoruz. -Dünya’da hiçbir yerde mafia ve kaçakçılık olayları, bizim iznimiz olmadan yapılamaz. -Hiç düşündünüz mü? Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri, vatandaşlarına rahat ve varlıklı bir hayat imkanları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü, bizim ırkımız seçilmiş ırktır. Diğerleri, sadece kölelerdir. Bu itiraflarla, kendilerini Nemrut veya Firavun kibrinde zanneden, şeytanla koalisyon yapıp, dünyayı insanlara zehir eden bu ‘’megalomanyaklar’’, Allah’ın, tüylerimizi diken diken eden azap hükümleri ile yok oluyorlar. David Rockefeller de, 101’inci yaşında, acı sona erdi... 250 milyon yıl önce, dünyamızı renklendiren dinozorları, son derece masum varlıklar olarak saygı ile hatırlarken, günümüzün ‘’Kaos Dinozorları’’nı lanetle anıyorum. Bu’’megalo manyaklar’’ın itiraflarını, mangalda kül bırakmayan sözlerini okuyup, sakın ha sakın.. İmanınızı, moralinizi, manevi gücünüzü zayıflatmayın. Bilakis güçlenin.. Sorumluluklarınızı yüklenin. El-ele, kol-kola, gönül-gönüle bir olalım.. İri olalım.. Diri olalım.. Aziz millet olarak, Ümmet-i İslam olalım. Ufuklar yeni zaferlere gebe.. Vatikan’daki salonda toplu fotoğraf çektirenlerin, birlik olduklarını zannetmeyin! İçleri paramparça, kalpleri, niyetleri, moralleri paramparçadır.. 15 Temmuz, ‘’Zafer dizimiz’’in fragmanı idi… 16 Nisan’da dizi, Türkiye’de ve yurtdışında gösterime girdi. Şimdi mü’minin sürûr, kafirin kubur günüdür… 91


ŞEHİR

S E R G İ

TESPİH SERGİSİ

"SÜBHAN"

Sergi Süresi: 15 Mart - 16 Nisan 2017 Yer: Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi Küratör: Mehmet Lütfi ŞEN Mehmet Lütfi ŞEN

ÜSEYİN ÇELİK ATÖLYESİNDE , TESPİH SANAT OLUNCA

Gerçek bir sanat eseri, kendisinden çok daha fazlasını ifade eder. Sanatçının bütün zamanların birikimini kapsayan kompleks yapısından doğar. Sanatta gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimizin ötesine giden bir yol vardır. Çünkü yeni doğan her gerçek sanat eseri, bilinçli veya bilinçsiz, mensubu olduğu sanat alanının, insanlık tarihi boyunca geçirdiği evrelerden geçerek çıkar karşımıza. Bu anlamda geleneği olmayan bir sanat yoktur. Hiç bir sanat kendinden önceki birikimden arî olamaz. Bugün var olan, etkin olan, belirleyici olan plastik sanatlar da zaman içinde uzun bir yolculuğun geldiği yerdir aslında. Bugün izlediğimiz birçok sanat, hiç şüphesiz bir zamanlar günlük ihtiyaçları karşılamak maksadıyla zanaat olarak doğmuş, iyi kötü sayısız eserler vermiş, bu kadim birikim tarihin süzgecinden geçerek bize sanat olarak yansımıştır. Size takdim ettiğim “Sübhan” projesi tam da zanaatın sanata dönüştüğü yeri imliyor. İnsanın olduğu yerde tespih var aslında. Hemen hemen her devirde ve her dinde tespih var. Bizim tespih geleneğimiz Osmanlı tecrübesiyle çok üst bir dil yaratmış. Nasıl hattatlarımızın muhteşem eserleri “Kur’an İstanbul’da yazıldı” dedirtmişse, tespih ustalarının muhteşem tasarım ve olağanüstü işçiliklerle ortaya koyduğu eserler de “Tespih İstanbul’da Çekilir” karinesini doğurmuştur. Günümüz ustalarının, özellikle tasarımı ön planda tutan ve tasarıma layık işçilikle tamamladıkları tespihler artık sanata dönüşmüştür. “Tespih Sanat Olunca” başlığı da benim daha önce gerçekleştirdiğim aynı temalı sergilere verdiğim isim aslında. Tespih üzerine 1996 yılında Kazım Taşkent Sanat Galerisindeki “Dua Taneleri”yle başlayan, sonrasında benim ülkemizde ve yurtdışında yaptığım sergiler de dâhil son yıllarda birçok sergi yapıldı. Bugüne kadar yapılan tespih sergileri daha çok Mehmet Çebi, Aydın Bolak, Necip Sarıcı gibi bu alana büyük değer katan koleksiyonerlerimizin destekleriyle gerçekleşti. Hüseyin Çelik Atölyesi “Sübhan”ın ilk atölye sergisi olmasının önemi, bu alanda kişisel sergiler açılabilecek bir seviyeye geldiğimizin habercisi olmasından kaynaklanıyor. Sübhan projesiyle, insanlık tarihi kadar kadim tespihe 30 yıllık katıksız çabasını ekleyen dostum Hüseyin Çelik’in

sayı//33// nisan 92


sanat dünyasıyla buluşuyoruz. Sergide bu sanat dünyasında yetişen ve artık önemli tespih ustaları arasında yerini alan Adnan Tolga Çelik’in eserlerini de görmek mümkün olacak. Ben sizleri tespihlerin olağanüstü dünyasıyla baş başa bırakırken, proje için geçe gündüz birlikte çalıştığımız dostum Hüseyin Çelik’e, detaylı fotoğraf çalışmalarını büyük bir özveriyle gerçekleştiren Cihat Hıdır’a, serginin gerçekleşmesinin imkanlarını sağlayan Zeytinburnu Belediye Başkanımız Sayın Murat Aydın’a ve emeği geçen tüm dostlarıma gönülden teşekkür ediyorum.

kavradı. Kendi tecrübesi, Rahmetli Üstat Yusuf Özgen’den öğrendiklerinin yanında hayranı olduğu Osmanlı tespih ustalarının eserlerini detaylı etüt etmeyi sürdürdü. Bu etütlerle edindiği Osmanlı tespih tecrübesi onda, geleneğe saygı ve geleneği sürdürmek için öze sadık kalarak yenilikler yapmanın önemini kavramasını sağladı.

HÜSEYİN ÇELİK

1996 yılında ülkemizde ilk kez yapılan tespih sergisi Dua Taneleri’nde Necip Sarıcı koleksiyonundaki eserleriyle katıldı. Sonraki yıllarda küratörlüğünü Mehmet Lütfi Şen’in yaptığı “Tespih Sanat Olunca” sergilerinde eserleri sergilendi ve workshoplar yaptı. 2011 yılında yine Mehmet Lütfi Şen’in küratörlüğünde Roma’da Vatikan’a ait Cancelleria Sarayı’nda Mehmet Çebi koleksiyonundaki tespihleri sergilendi. 2015’te Ankara ATO Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen sergiye katıldı. Yurtiçi ve yurtdışındaki koleksiyonlarda birçok tespihi bulunan Hüseyin Çelik’in, İstanbul’daki Hilye ve Tespih Müzesinde eserleri daimi sergidedir.

Hüseyin Çelik1964 yılında İstanbul’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitiminden sonra çeşitli atölyelerde torna tesfiyeci olarak çalışmaya başladı. 1984 yılında vatani görevini yerine getirmek üzere askere gitti. Askerlik yaptığı dönemde tespih ticaretiyle uğraşan Abdullah Öner’le tanıştı. Öner’in ticaretini yaptığı tespih dünyasından çok etkilendi. Vatani görevini bitirdikten bir süre sonra, torna tasfiye birikiminden cesaret alarak 1986 yılında tespih yapma çalışmalarına başladı. Çelik, 8 yıl boyunca otodidakt olarak tespih yapımında belli bir seviyeye geldi. Bu süreçte kadim bir geleneği olan tespih yapımında daha ileri yol almanın büyük bir ustayla çalışmaktan geçtiğini anladı. 1994 yılında Türkiye’nin en önemli tespih ustası Elazığlı Yusuf Özgen’le tanıştı. 2001 yılına kadar kendisiyle çalışma imkânı oldu. Bu süreç içeresinde kendi otodidakt birikiminin yanında büyük bir ustayla çalışarak kazanılan bilgi tecrübe ve hassasiyetin, tespih sanatına giden en önemli yol olduğunu

Tespih sanatının yaşatılıp geliştirilmesi ve tanıtılması amacı ile birçok televizyon programına konuşmacı olarak katıldı, birçok süreli yayında röportajları yayınlandı.

Sanatçı halen Gaziosmanpaşa’daki Hüseyin Çelik Tespih Atölyesinde oğlu Tolga Çelik ile birlikte çalışmalarına devam etmektedir. Etkinlik facebook adresi: https://www.facebook.com/ events/1262556977153561/ 93


KALKIŞMAYA DARBE

VURAN KİTAPLAR

Türkiye’mizin yalnızlaştırılma politikasına karşı herkes üzerine düşeni yapmak zorunda. Mehmet Nuri YARDIM

aba kuvvet, fikri yenebilir mi? Kurşun, kalemi alt edebilir mi? Tank, uçak ve silah, imanlı göğüsleri durdurabilir mi? Hayır. Asla ve kat’a. Bunu biz yaşadık, gördük. Bir tarihti aslında yaşadığımız, ilelebet unutulmayacak. Her ne kadar bazı gafiller ve yarı aydınlar, kalın ve acınası gaflet uykusundan hâlâ uyanamamışlarsa da aziz milletimiz her şeyi gördü, hadiseleri yaşadı ve kararını verdi. Vatana sahip çıkılacaktı, çıkıldı. Köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir örülen güzel Türkiye’miz, gözünü kan bürümüş bir güruha teslim edilmedi şükür. Canlar bahasına şanlı bir destan yaşandı ve Türkiye’ye diz çöktürülemedi. Dünyanın en güzel ülkesi, yeryüzündeki mazlumların sığındığı son ve

tek kalesi Türkiye’miz, 15 Temmuz 2016 tarihinde alçakça bir saldırıya uğradı.Bu hareket, sıradan bir taarruz değildi. İhanet, aziz milletimiz tarafından cesaretle, kahramanca püskürtüldü. Bu kirli hareket, sadece kuru bir darbe teşebbüsü sayılamaz. İçerideki hainlerin ve dışarıdaki düşman devletlerin işbirliğiyle aziz vatanımız parçalanmaya çalışılmıştı. Bu sinsi ve kurnaz planlar, uzun zamandan beri tezgâhlanan bir hareketin teşebbüsünden ibaretti. Kurulan pusu, neticesiz kalmıştı. Nitekim, 15 Temmuz alçak saldırısının püskürtülmesi ve akamete uğratılması neticesinde emperyalist Batının gerçek yüzünü göstermeye başlaması tesadüfi değildir. Müttefiklerin teröristlerle ittifak ettiği anlaşıldı. Türkiye, 15 Temmuz 2016 tarihinde sadece alçak ve kanlı bir darbe teşebbüsü ile karşı karşıya kalmadı. O menhus gecede, “İslam’ın son kalesi” olarak kabul edilen ülkemizin istiklal ve istikbali de fütursuzca tehlikeye atılıyordu. Emperyalist Batının oyuncağı ve kuklası olan kirli bir örgüt, bize düşman sömürgeci ülkelerden aldığı yardıma ve desteğe rağmen başarılı olamadı. Yarım asırdır beslediği hain emellerine kavuşamadı. Büyük oyunu ve tezgâhı farkeden aziz milletimiz, çoluğu çocuğuyla, yaşlısı genciyle yollara düştü, meydanlara indi ve güzel vatanımızın ihanet örgütlerine ve düşman devletlere peşkeş çekilmesine izin vermedi. Bugün başta Almanya, Hollanda, İsviçre olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesi Türkiye’ye karşı ortak tavır koyuyorsa ve düşmanlığını küstahça gösterebiliyorsa bu son derece mânidardır. Asla tesadüfi ve kendiliğinden oluyor değildir. Türkiye’nin Batı’daki düşmanları o darbe teşebbüsünün neticesiz kalmasından son derece muzdarip ve rahatsızdır. Yürütülen “Hayır” kampanyasına Avrupa ülkelerinin destek çıkması da boşa değildir. Hedef bellidir, yerli ve millî güçtür, biziz. Hükümetimiz, devletimizdir. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında hedef Türkiye’dir. Nitekim halkımız da bunu farketti. Şimdi Batıya karşı haklı olarak büyük bir tepki doğdu. Bu yerli, soylu ve millî tavır, giderek gelişip güçleniyor, büyüyor. Türkiye’mizin yalnızlaştırılma politikasına karşı herkes üzerine düşeni yapmak zorunda. Bu konuda hassasiyet gösteren meslek grupları arasında yayınevleri de var. Vatanperver yayıncılarımız çoktan kolları sıvadı bile. Hemen

sayı//33// nisan 94


hemen her yayıncı, 15 Temmuz Darbe ve İşgâl İhaneti ile ilgili kitaplar yayınladı, yayınlamaya devam ediyor. Şu anda hazırlanan pek çok eser var. Yeni kurulan Mihrabad Yayınları da dört eserle bu milli duruşun arkasında oldu. OSMANLI’DA DARBELER, İHANETLER, İSYANLAR

Bizde darbelerin tarihi eskilere gider. Osmanlı’da da izleri unutulmayan darbelere sık sık şahit olunmuştur. Bunlar o devirde ‘kıyam’, ‘isyan’ ve ‘kalkışma’ şeklinde tanımlanmış ama hepsi de ‘ihanet’ olarak addedilmiştir. 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de yaşanan darbe teşebbüsü ve Türkiye’yi parçalama planı başarısızlıkla sonuçlanmış ve hain darbeciler hak ettikleri cezayı almışlardır. Bu tarihten itibaren de toplumda darbelerin tarihine ilgi giderek artmıştır. Bâbıâli’nin usta ismi Gürbüz Azak, Osmanlı tarihi boyunca meydana gelen anarşi hareketlerini, Osmanlıda Darbeler İhanetler İsyanlar isimli eserinde anlatıyor. UYANIŞ 15 TEMMUZ 2016

Esasında Türkiye, 15 Temmuz 2016’da tarihinin en büyük saldırılarından, ihanetlerinden birini yaşadı. Bu, topyekûn istila, parçalama ve yok etme hareketiydi. Dışarıda emperyalist güçlerin güçlerin ve içeride hain işbirlikçilerin emellerini sahneye koymaları işten bile değildi. Fakat unuttukları bir gerçek vardı. Her hesabın üstünde bir hesap olduğu… İçeride hainlerin, dışarıda küresel işbirlikçilerin emellerini sahneye koymaları işten bile değildi. Fakat unuttukları bir gerçek vardı: Her hesabın üstünde bir hesap olduğu... O hesabın bozulduğu anı hatırlıyoruz. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, ekran karşısında canlı telefon bağlantısındaki tarihî konuşmasıyla milletimizi meydanlara inmeye ve ülkesine sahip çıkmaya davet ediyordu. Mesaj alınmıştı. Millet, taşkın bir sel gibi akın akın meydanları doldurmaya, hainlere karşı göğüslerini siper ederek, vatanlarını işgalcilerden korumaya başlamıştı. Kimi tankların üstüne çıktı, kimi altına yattı. Kimi “Bir gül bahçesine girer gibi...” kurşunların üstüne üstüne gitti. Kimi de patlamaya hazır bir volkan gibi hainlerin tepesine çöktü. Şanlı bir millet, muazzam bir mücadele veriyordu. Usta yazar Sara Gürbüz Özeren, Uyanış 15 Temmuz 1916’da bir milletin uyanışını, dirilişini, ayağa kalkışını ve şahlanışını anlatıyor. 15 Temmuz Destanı’nı âdeta nefes almadan o geceyi yaşayanların gözüyle bir roman tadında kaleme alarak geleceğe anlatıyor.

YARIM AŞKLAR ÜLKESİ

İnsanlık tarihi boyunca aslında ihanetlerin ardı arkası kesilmemiştir. Bizde de seçilmiş devlet büyüklerine karşı çıkan, onlara isyan eden ve ihanette bulunan kişilerin ve kurumların sayısı az değildir. Harun Çolak, Yarım Aşklar Ülkesi romanında 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de yaşanan uzun geceyi anlatırken, binlerce kahraman arasında öne çıkan Ömer Halisdemir’in hayatını, ideallerini ve güzel vatanımıza adanmış pırıl pırıl ömrünü gözler önüne seriyor. Eserde, geçmişte Osmanlı döneminde yaşanan hazin bir olaya da yer veriliyor. Sultan Abdülaziz’in katledilmesinde etkin rol oynayan ihanet çetesinin cezasının yine Ömer Halisdemir gibi bir kahramanın Çerkez Hasan’ın eliyle verilmesi ve şehadeti ele alınıyor. İSTİKLALDEN İSTİKBALE

Ve bizim kitabımız: İstiklalden İstikbale. Türkiye’nin son yıllarında kurulan büyük ihanete ve kumpasa dikkat çeken yazılardan meydana geliyor. Kitabımızdaki yazılar, o kapkaranlık zifiri gün ve gecelere düşülmüş tarihî ve bilgilendirici notlardan mürekkeptir. Şeytanî bir hırsla pusu kurmuş yedi düvele karşı, yediden yetmişe kahraman bir milletin kenetlenişini, bir araya gelip düşmanı püskürtmesini dile getiriyor bu metinler. Dedeleri ve bebeleriyle büyük bir milletin ayağa kalkışını ve yiğit duruşuyla bütün dünyaya ders vermesini anlatmaya çalışıyoruz. Geleceğin tarihçileri, bu yazı, intiba, hatıra, duygu ve düşüncelerden yola çıkarak destanlar yazmış büyük bir milletin uyanışını, dirilişini, direnişini ve şahlanışını anlatacaklardır. Bütün ömrünü neredeyse Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a muhalefet etmekle geçiren bir yazar, “Artık 15 Temmuz 2016’dan sonra her namuslu aydın, Devlet’imizin ve Cumhurbaşkanı’mızın yanında olmak zorundadır.” demişti. Bunu her meslek grubu, sektör ve grup için de genişletebiliriz aslında. Aynı şekilde kültür hayatını besleyen her yayınevi de o büyük destanı neşredeceği kitaplarla anlatmak ve gelecek nesillere emanet bırakmak zorunda. Bunu yazmayan veya yazamayan, Çanakkale’yi de, İstiklal Savaşı’nı da yazamaz. Zira 15 Temmuz 2016 daki taarruzlar ve saldırılar, geçmişteki Türkiye’yi parçalama ve yutma hareketlerinden farklı ve ayrı değildir. Tabii düşünen beyinler için bu böyle. Diğerlerine zaten söyleyecek bir sözümüz yoktur. Allah, güzel vatanımızı bütün şer şairlerden, ihanetlerden muhafaza eylesin. Amin. 95





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.