fin 2
Müdür: Semih Kâtipoğlu finfanzin@gmail.com İkinci Sayı Temmuz 2013
4
Lütfen, lütfen, lütfen uzayıp gidiyor diye sabırsızlanıp bu mektuptan soğumayın! J. D. Salinger
15
pe-haş’ı düşük asitlerle parçalandığımı hatırlatmalıyım Ali Süha
16 18 20 23 25 27
bize bi uğra da pes 2012 çevirelim Semih Kâtipoğlu daha kirli, daha da kirli. James Joyce Doğu’nun medeniyetinde kumar refleksleri var. Fatih Mutlu Kuşatırım tüm çağları zorbalığımla Nazik el-Melaike gagam yoruldu züğürtlükten İlker Filiz Öyle günlerdi. Ufuk Akbal
Beylikdüzü ve Meşelik Sokak ölmezlerine selam olsun. Ve dahi, yaptığı çevirilerle bizi bahtiyar eden Yusuf Sarıgöz’e ne kadar teşekkür etsek azdır. (Müdüriyet)
Hapworth 16, 1924* J. D. Salinger * “Hapworth 16, 1924” Salinger’ın hayattayken yayımladığı son öyküdür ve The New Yorker dergisinin 19 Haziran 1965 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Öykü yayımlandığında The New Yorker’ın o sayısının hemen hemen tamamını kaplamış, buna kızanlar olmuş; dahası hem o dönemde hem daha sonra eleştirmenler tarafından “okuması son derece zor” diye eleştirilmiştir. Hatta Salinger’ın yazmayı bu yüzden bıraktığı dedikodusu yayılmış, fakat Salinger daha sonra Hapworth’ü ‘en büyük edebi eseri’ olarak gördüğünü söylemiştir. Öykü aynı zamanda Glass ailesi hakkında yazılan dört önemli Salinger öyküsünün –”Franny”, “Zooey”, “Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar” ve “Seymour: Bir Giriş”– tamamlayıcısı niteliğindedir. Salinger’ın bu öyküsü bilhassa Glass ailesinin yegâne üyesi Seymour Glass’ın ağzından yazıldığı için de ayrıca önemlidir. Biz de bu öyküyü, fanzin yayımlandıkça peyderpey yayımlamayı düşündük. İlk sayıda kaldığı yerden devam ediyor öykü... (müdürün notu)
II 5
Çok uzun bir mektup olacak bu! Sıkı dur, Les! Şaka yollu bütün bir konuşmanın dörtte birini okumana izin verdim senin. Mektubun uzunluğunu, beklenmedik bir boş vaktimin armağanı sayabilirsiniz, ki bundan birazdan bahsedeceğim. Şimdilik şu kadarını açıklayayım, dün bacağımı çok fena bir şekilde yaraladım ve bir süre yatağa mahkûmum, talih kuşlarının en kıymetlisi! Bana refakat etmek ve kişisel ihtiyaçlarımı karşılamak için izin koparmayı kim becerdi, tahmin edin! Sevgili oğlunuz Buddy! Şimdi geri dönmek üzere, her an gelebilir! Bizi LaSalle Hotel’den aradığınızdan beri –berbat bağlantıya rağmen bizim için ifade edilemez bir mutluluktu– birkaç uyarı daha aldık. Ayrıca geçenlerde
bir havuz saati sırasında güzel, yeni kol saatimi kaybettim, fakat yarın ya da bugün öğleden sonra herkes bir daha dalacak, onun için korkmayın, çok fena halde su geçirmedikten sonra. Uyarılar meselesine geri dönecek olursak, birçoğunu, sürekli dağınık haldeki kulübe yüzünden aldık, ardından pek çok kez de, bir içtimada toplulukla birlikte şarkı söylemediğimiz ve izin almadan topluluktan ayrıldığımız için. Böyle gidiyor. Tanrım, umarım sizi ne kadar özlediğimizi bu kadar uzaktan rahatlıkla hissedebiliyorsunuzdur, sevgili Bessie, Les ve diğer üç küçük kafadarım. Keşke, sade bir mektup harika bir yazı kurgusunun sıkıntılarıyla daha az dolu olsaydı! İnsan kendisi gibi yazmaktan ümidini kesmeye başlıyor, oğlunuz ve ağabeyiniz, fakat hâlâ daha şaşaalı bir kurgunun müthiş ve
dokunaklı isteklerini yerine getiriyor. Bu, hayatımın gelecekteki ümitsizliklerinden biri olacağa benziyor, fakat ben bütün bir dikkatimi ona vereceğim ve onurlu, eğlenceli bir barış antlaşmasını ümit edeceğim. Keyifli ve latif mektubunuzla kartpostallarınız için binlerce teşekkürler! Detroit ve Chicago’nun çok çetin olmadığını duyunca rahatladık ve pek memnun olduk, Les. Genç Bay Fay’in Windy City’de aynı tiyatro programında olmasına da aynı şekilde çok sevindik; senin için pek cazip bir haber, Bessie, o dikkat çekici delikanlı için hâlâ zararsız, sosyal bir tutku beslemeye devam ediyorsan eğer. Tam bir yıldır o delikanlıya beklenmedik bir anda yazmayı düşünüyordum ben de, o güzel sağanakta birlikte taksiye 6 bindiğimizdeki faydalı ve eğlenceli sohbetimizden beri, zeki ve –vicdanlı olmak gerekirse– orijinal bir adam o, henüz tükenmeden çokça taklit edilecek ve ondan bir şeyler çalınacak, yazın bu sözlerimi bir kenara. Nezaketin hemen ardından, orijinallik dünyadaki en heyecan verici şeylerden biri, ayrıca en ender bulunanı da! Sonraki mektuplarınızda içtenlikle bize tüm haberleri verin, daha sıradan ve –nazikçe– önemsiz, daha okunası. “Bambalina” hakkındaki haber müthiş ve dikkat çekicinin de ötesinde! Elinizdekinin hepsini verin ona, yalvarırım! Sevimli bir mizacı var onun. Kamp bitmeden önce yaparsanız eğer, kayıtlardan birini çabucak bize gönderin, Bayan Happy’nin hoş barakalarında kötü şartlarda yaşayan bir Victrola var ve böyle bir durumda özel arkadaşlığımızı memnuniyetle kabul ettiririm. Böyle yapmaya devam edin!
Tanrım, siz kabiliyetli, sevimli ve muhteşem bir çiftsiniz! Biz hiç akraba olmasak da size karşı hayranlığım sınırsız olurdu, emin olun. Bessie, tatlım, yine müthiş keyifli bir zaman geçiriyorsun ve bu kadar çabuk yeniden yollarda olmaktan çok da rahatsız değilsin diye ümit ediyoruz hep. Benim şu saçma sapan zihnimi rahatlatmak için yapacağına sadakatinle yeminler ettiğin şeyi vakit bulup da hâlâ yapmamışsan, lütfen acele et ve yap onu. Benim hoş olmayan kanaatimce, kesinlikle kist o ve saygın bir hekimin onu ivedilikle yakması ya da kesip alması gerekiyor. Buraya gelirken trende cana yakın bir hekimle konuştum ve onu almalarının acısız olduğunu söyledi, ufak bir parçayı kesip almak işi pekâlâ hallediyormuş. Ah, Tanrım, insan vücudu ne dokunaklı, sayısız kusuru, kisti, yetişkinlerin vücutlarında hiç beklenmedik bir anda bir çıkıp bir kaybolan, hakir görülen o üzücü sivilceleriyle. Ayartıcı bir günde Tanrı’yı takdir etmek daha zorlayıcı bir ayartıdır; ben O’nu, insanların kistlerini, kusurlarını, tuhaf yüz sivilcelerini ya da çıbanlarını temizlerken göremiyorum ve de görmeyeceğim! Şimdiye dek O’nun, zaten eli kulağında olandan başka bir şey yaptığını hiç görmedim. Bu hassas konuyu geçiyor ve beşinize de 50.000 öpücük gönderiyorum. Burada olsa Buddy de bunda canı gönülden katılırdı bana. Korkarım bu, başka bir hassas konuyu açıyor. Bessie ve Les, aklı başında bir şekilde size sesleniyorum. Gücenmeyin ama, onun benden başka kimseyi özlemediği konusunda tümüyle, kesinlikle ve can sıkıcı bir şekilde yanılıyorsunuz, tabii ki de Buddy’yi kastediyorum. Gayet açık konuşuyorum, telefonda beni bir daha o tür can sıkıcı ve yalan yanlış zırvalıklarla
sıkıştırmazsan eğer beni çok daha mutlu edersin, sevgili Les. İnsanın sevdiği ve kabiliyetli babası öyle zararlı, yanlış ve çok aptalca bir şey söylüyorken telefonu bırakıp, yürüyüp gitmek çok zor oluyor. Sözkonusu muhteşem kişi, –siz ve ben dahil– birçokları gibi hislerini –lanet olsun– pek belli etmiyor. Bu küçük, akıldan hiç çıkmayan delikanlı hakkında hatırlamanız gereken ilk ve son şey, hayatı boyunca, dikkat çekici ve bol miktarda iyi, sivri uçlu kurşunkalemin ve çokça kâğıdın bulunduğu her odada kapının, arkasından güzelce çarpılması için acele ediyor olacak. Şüpheyle hevesli olmakla birlikte onun bu gidişini durdurmak için ben çok güçsüzüm, eski bir mesele, şeref meselesi yapıyor, emin olun! Sevgili anne-babası olarak, onun yükünü hafifletmeniz insanlık gereği olarak beklenmeyebilir, fakat, yalvarırım, onun küçücük sırtına sitemlerinizin ağırlığını da yüklememelisiniz. Bu çözümü zor meselelerin ötesinde, Tanrı’nın yarattıkları arasında benim bugüne dek rastladığım en beceriklisidir o, insanın karşılaştığı hemen herkesin hevesli tavsiyeleri üzerine ikinci el bir varoluşu yaşamamak için sonuna kadar çabalıyor. Benim artık işlemez ve yararsız olduğumdan ya da olayların dışında kaldığımdan çok sonra bile ailedeki her bir çocuğa hızlıca ve zekice rehberlik ediyor olacak. Benim yaşımda bir çocuğun sevgili babasına böyle seslenmesi saygısızca ve de bağışlanamaz, fakat Buddy, hakkında sizin hiçbir şeyi bilmediğiniz bir şey. Hadi, daha az nazik meselelere geçelim. Bir Amerika kongre üyesi, Bay Happy’nin silah arkadaşı, geçen hafta kampı ziyaret etti. Bunca yılda izlediklerim arasında izlenmeye en az değeceklerden biri
olduğu için bu şahsi mektupta ismini anmamak akıllıca olacaktır. Kamptan bir samimiyetsizlik ve hoş bir yozlaşma rüzgârı esip geçti; hava hâlâ leş gibi kokuyor. Bay Happy’nin payına yalakalığı ve sahte kahkahaları tarif etmeye imkân yok. Kulübesinin sundurmasındaki irticalen bir buluşma sırasında Bayan Happy’ye gizlice, bu sevimsiz saçmalık devam ederken, kongre üyesinin ve Bay Happy’nin ona verdiği mide bulandırıcı cevapların kendisini ve o harika, küçücük embriyoyu üzmesine izin vermemek için itina göstermesini istedim. O da aynı fikirdeydi. Aynı gün içerisinde ilerleyen saatlerde, Bay Happy’nin üçüncü toplanmanın ardından Buddy ve benim onların kulübesine gelerek misafiri –sözkonusu kongre üyesi– için şarkı söylememiz ve birkaç alışılmış şey daha yapmamız ricasını ve emrini Bayan Happy’nin hatrına canım sıkılarak kabul 7 ettim. Benim sevgili küçük kardeşim adına ahlaksız bir daveti kabul etmeye hiç hakkım yok; içimden gizlice, haddini aşan bu suçum için Tanrı’nın çok haşin biçimde ağzımın payını vermesini diliyorum; bu parlak zekâlı gence danışmadan anlık kararlar vermek benim üstüme vazife değil. Bununla birlikte, davet kabul edildikten sonra görüştük ve oraya gittiğimizde step dansı için metal pençe giymemek konusunda gizlice anlaştık, fakat bu çok yanlıştı ve kendimizi kandırdığımız bir rahatlamaydı. Akşamın gelip çatmasıyla, yumuşak tabanlı ayakkabıyla dans etmeye razı olduk. Pür ironi, Bayan Happy akordiyonuyla eşlik ederken mükemmel bir görünüşteydik; göz kamaştırıcı güzellikte, yeteneksiz bir yaratık akordiyonda berbat bir şekilde eşlik ediyorsa mükemmel bir görünüşte olmamak bizim için çok zordur;
en hassas noktamıza dokunur ve çok fazla eğlendirir de bizi. Göz kamaştırıcı güzellikte, yeteneksiz kızların sözkonusu olduğu yerde, henüz fazla toy olmamızdan dolayı pek savunmasız ve hoşa giden baştan çıkarıcılar olarak kalıyoruz. Bunun için çabalıyorum, fakat oldukça zorlu bir problem. Lütfen, lütfen, lütfen uzayıp gidiyor diye sabırsızlanıp bu mektuptan soğumayın! Ümidinizi kesmek üzere olduğunuzda, bugün elimde ne kadar boş vaktimin olduğunu ve yanımda olmayan, kalbimdeki beş aile ferdimle güzel güzel sohbet etmeye ne kadar ihtiyacımın olduğunu hatırlayın çabucak! Ben sürüp giden ayrılıklar için yaratılmamışım, onlar için yaratıldığımı hiç iddia etmedim. Ayrıca, haberlerimin ve genel konuşmalarımın çoğunluğu da 8 sürükleyici, latif ve teskin edici olmayı vaat ediyor. Gayet iyi bildiğiniz üzere, özümüzde hiç değişmedik. Fakat bir parça bronzlaşıyor, tıpkı sağlıklı çocuklar ve kampçılar gibi görünüyoruz. Ne kadar sağlık kazanabilirsek o kadar kârdır, elbette. Geçenlerde nahoş bir olay oldu. İtibarlı Gallagher ve Glass’ın çocukları ve bizim de başlı başına deneyimli ve yetenekli göstericiler olduğumuzun yaygın olarak bilinmesinin yanında, sizin dokunaklı ve heyecan uyandırıcı şekilde örnek olmanız sayesinde küçük oğlunuz Buddy ve benim ikimizin de küçük yaşlardan beri adı çıkmış, sıkı okurlar olmakla birlikte, belirli yeteneklerin, hünerlerin, marifetlerin, belirsiz değerde olanakların ve en büyük bir sorumluluğun sahibi olduğumuz, bu ikincisinin önceki tezahürlerden –özellikle
son ikisinden, zorlu olanlardan– tutkalla tutturulmuş gibi üzerimize yapıştığı haberi bütün kampı dolaştı. Buddy halen selden alabileceğini alıyor. Size temin edebilirim ki geniş omuzları gerektiriyor bu. Düşünün bir, vaktiniz olursa eğer, katıksız, cezbeden bir yenilik, dedikodu malzemesi, deneyimli bir okur ve akıcılığını şaşırtıcı bir süratle her gün daha da arttıran bir yazar olup, ayrıca görünürdeki saçma sapan yaşına rağmen, dokunaklı maskeleri, kibirleri, aşırı cesaret patlamaları ve korkutucu hilekârlıkları ile insan yüzü konusunda heyecan verici bir uzmanlığa sahip olan beş yaşındaki bir delikanlının melaneti! Dostumun şu anki durumu budur. Devam edin ve bu gizli bilgilerin bir kısmı dışarı sızıp da hem kampçıların hem de rehberlerin arasında bilinen bir gerçek veya söylenti haline geldiğinde kaçınılmaz biçimde ne olurdu, hayal edin. Geçenlerde olan tam da bu. Ne yazık ki, kendisinin de çok iyi bildiği gibi, bu son patırtı kendi pervasızlığı yüzünden. Ah, Tanrım, hayatın engebeli yollarında yanında olması gereken bir maskara ve de heyecan verici bir arkadaş bu! Zırva olayın tamamı ise özetle şöyle: Bay Nelson –doğuştan bir neofil, hevesli bir laf taşıyıcı ve dedikoducu–, Bayan Nelson –cadaloz, mutsuz bir kadın ve yaratıcı bir fitneci– ile birlikte yemek salonundan sorumlu. Yemek salonunda kimse olmadığında, kampta insanın keyifli bir gizliliğe sahip olabileceği hoşa giden tek yer orası. En başından beri Buddy’nin bu sığınakta gözü var. Salı günü öğleden sonra, bunaltıcı bir gün, Bay Nelson’ın tesadüfen okuyor bulunduğu kitabı yirmi dakika ila yarım saatlik bir zamanda ezberleyebileceği üzerine bahse tutuşmuş. Eğer bunu hatasız şekilde başarırsa, Bay Nelson da
karşılığında, tartışmaya yol açan başarıyı takdir ettiğini göstermek için, bizim, Glass kardeşlerin, okumak, yazmak, dil çalışmak ve kampın etrafında sinekler gibi uçuşan ikinci el, üçüncü el görüş ve düşüncelerden kafamızı temizlemek gibi diğer ıstıraplı, şahsi ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere müsait zamanlarımızda boş, güzel yemek salonunu kullanmamıza izin verecekmiş. Tanrım, sorumlu yetişkinlerle ya da onursuz yetişkinlerle olsun, her türlü pazarlıktan nasıl da müteessir oluyorum ve de hiç tasvip etmiyorum! Bu pek fena olaydan benim haberim olmadan, kimi yeteneklerimiz ve özelliklerimiz konusunda ağzımızı sıkıca kapatmanın hoşa gideceğini sabahın erken saatlerinde sayısız defalar tartışmış olmamıza rağmen, bu hayret verici, bağımsız delikanlı, Bay Nelson’la bu pazarlığı yapmış. Bereket versin ki olay tam bir kayıp ya da bir fiyasko değildi. Kitap tesadüfen Foley ve Chamberlin’in –müthiş alçakgönüllü ve kendi hallerinde iki adam, okuma deneyimimden uzuncadır hayranlarıyım, bulaşıcı bir ağaç sevgileri var, özellikle de kayın ve akmeşeye; hoşa giden ve akıldışı bir şekilde kayın ağaçlarını yeğliyorlar– “Kuzey Amerikan’ın Sert Ağaçları” kitabı çıktı. Bu yüzden Buddy’yle aramda geçen sözler dayanılmayacak kadar sert veya nahoş değil; hiç gözyaşı –Tanrı’ya şükürler olsun– dökülmedi. Fakat iş başarılıp da faydalanacağımızın konuşulduğu fırsat rahatça koparılınca Whitey Pittman’in –başrehber, Baltimore, Md.’den geliyor, Bay Nelson’un çok eğlenceli bir yakını– kulağına çalındı haber. Hakkaniyet ve hayranlıkla söylemeliyim ki, kendi itibarını bir çocuğun pahasına arttırmak için Allah vergisi bir yeteneği var; zeki bir leşçil ve sohbet paraziti.
Yirmi altı yaşındaki bu adam –yaşını başını almış elbette–, Buddy’ye kalabalık yabancıların ortasında, “Böyle hazırcevap bir çocuk olmak zorundasın sanırım.” diyenle aynı kişi. Beş yaşında ufak bir adama yapılacak vicdanlı bir yorum olabilir mi bu hiç? Allah’tan bu tiksindirici, rezil yorum yapıldığında üzerimde adamakıllı bir silah yoktu da aileme bir leke ve utanç getirmedim; fakat çok sonra, Roget Pittman’e –zavallı anne-babasının verdiği tam isim bu– bir daha ben varken bu delikanlıya –ya da beş yaşında başka bir delikanlıya– karşı bu şekilde konuşacak olursa, muhtemelen gece çökmeden, ya onu ya da kendimi öldüreceğimi söylemeye fırsat buldum. Sanırım son anda bu kötü tutkunun üstesinden gelebilirdim, fakat can sıkıcı şekilde hatırlamalıyız ki, benim içimden çalkantılı bir nehir gibi bir dengesizlik damarı geçiyor, bu da görmezden gelinemez; ahmakça davranıp bu baş belası dengesizliği önceki iki tezahürümde düzeltilmemiş olarak bıraktım, iğreniyorum bundan; dostane, içten dualarla da düzelmez. Ancak kendi payıma inatçı çabalarla düzelir bu, Tanrı’ya şükür; iradesi yetersiz, hoş, tanrısal bir varlığa devreye girip de arkamı derleyip toplaması için alnımın akıyla ya da içimden gelerek dua edemem ben; böyle bir beklenti benim midemi bulandırır. Fakat harekete geçmeyecek olursam eğer, bu insan dilinin nihai çöküşüme yol açması içten bile değil. Buraya gelişimizden yana, insandaki kötü niyet, korku, kıskançlık ve içimi kemiren olağandışılık nefretine pay bırakmak için cehennem gibi çalışıyorum. Bu ihtiyatsız sözü ikizlere sesli okumayın, ya da aptallığıma verebilirsiniz ama bugün bildiğimiz anlamda insan dili için kalbimde
9
sonsuz ümit beslemediğimi kararsız yüzümden aşağı akan delirtici gözyaşlarıyla kabul ediyorum. Yukarıdaki paragraf fazla okunaksız veya bezdirici ise korkunç aceleci bir hızda ve hayran olunası bir üslubu amaçlamadan yazdığımı hatırlamayı deneyin. Birkaç dakika ya da birkaç çeyrek saat sonra akşam yemeği saati olacak, zamana karşı yazıyorum. Minikler kulübesinde her gece çıldırtıcı şekilde on saat uyanması gerekiyor, kulübe saat tam dokuzda karanlığa gömülüyor. Bu mesele için birkaç kez Bay Happy’ye gittim, fakat nafile. Tanrım, delirtici bir adam o; insanı hiddete sürüklemezse histerik kahkahalara boğuyor –ikisi de aynı oranda zaman kaybı. Kısa, dostane, canlıca bir mektup yazacak olursan, sevgili Les, sana kişisel 10 olarak seslenebilirsem eğer, ona, insan adamakıllı nefes alıp vermenin ilkelerini dahi bilse on saatlik uykunun katıksız delilik ve ceza olduğunu öğütle. Fenerlerimiz var, elbette, fakat düzenleme bize büyük zorluk çıkarıyor yine de, bizi kötü ışığa ve hastalıklı bir mizaca hapsediyor. Size kamp hayatının yalnızca karanlık ve çürümüş tarafını gösterdiğim için kendime olan nefretim sonsuz. Bu berbat tutumumla, düzen ve güzellik içinde akıp giden sayısız şeyden bahsedemedim; yukarıdaki paragraflardaki kasvetli yorumlarıma rağmen, her bir gün mutluluk, duyumsal hazlar, neşe ve patlayan kahkahalarla cömertçe dolup taşıyor. Hiç beklemedik bir anda, ufukta birçok hayvan beliriveriyor, çizgili sincaplar gibi, zehirsiz yılanlar gibi; fakat hiç geyik yok. İzin almadan, Les, sana bir kirpinin
birkaç okunu göndermek gibi müphem bir cürette bulunuyorum, ölmüş fakat hastalıklı değil; kürdanların yumuşaklığı ve kırılganlığıyla yaşadığın eski sorununa tam bir cevap olabilir. Genel manzara muhteşem, hem yerde hem de yanlarda. Oğlunuz Buddy heyecan verici şekilde son derece nemogam olup çıktı, hem mutluluk hem de büyük şaşkınlık duyuyorum bundan. Onun bu tarzda geliştiğini görmek benim için hiç beklenmeyen bir ifşaat oldu. Ülke meselelerinden de büyük haz alıyorsam da, yalnızca bir yere kadar; kalbimin derinliklerinde, New York ve Londra’nın tarzına benzer şekilde saçma boyutlardaki soğuk, yürek sızlatan şehirlerden uzakta olduğumda, asıl ilkemin dışında oluyorum. Öte yandan, Buddy sonsuza dek şehir bağlantılarından kendini kurtaracak, çok açık görünüyor bu; onu birkaç yıl bile daha sınırlayamayacağız. Kodamanların herkesin ne yaptığıyla ilgilenmediği zamanlarda onu sık dokulu ormanda kendine yol açıp yürürken görebilseniz keşke, yürek yakan bir gizlilikle hareket ediyor, hoşa giden, muhteşem, çılgın bir Hintli peygamber gibi. Her gece, böğürtlen dikenleri ve diğer lanet olası çıkıntılarca hırpalanmış, inatçı, gülünç vücuduna tarif edilemeyecek kadar çok iyot sürüyorum, aynı oranda zevk ve acı duyuyoruz bundan. Ayrılışımızdan önce bitkiler hakkında –yenilebilir mi, yenilemez mi gibi– bir düzine kitap –orta kararların yanında harika olanları da vardı– okumamız bize harika bir lütuf oldu, el altından birçok güzel yemek pişirmemizi sağlıyor, buğulu domuzotundan, taze ısırganotundan, semizotundan ve narin eğreltiotunun kökünden, pişirme kabı olarak kantinin kabını kullanıyoruz,
sıklıkla o yürek sızlatan ufaklık, Griffith Hammersmith de bize katılıyor, kafa dengi ortamlarda heyecan verici ve afallatıcı bir iştahı oluyor. Dalgın aklımdan çıkmadan, Buddy senden, Bessie, tatlım, birkaç tane daha çizgisiz defterle birlikte biraz daha elma marmeladı ve mısır yemeği göndermeni söylememi rica etti, tahminim o ki, birlikte hoşa giden, eğlenceli bir yemek hazırlayabildiğimizde neredeyse hep bu ikincisiyle yaşıyor çünkü. Emin olun ki, mısır yemeği onun için çok besleyici, doğruyu söylemek gerekirse, mısır ve arpa onun ufak tefek vücuduna olağanüstü iyi gelir. Size en kısa zamanda yazacak, bir fırsatını ve içinde arzuyu bulduğunda. Tanrım, meşgul bir çocuk mu bu! Hafızamı ne kadar zorlasam da onun daha meşgul olduğu bir ânı hatırlamıyorum. Altı yeni öykü daha yazdı, yer yer tamamiyle mizahi, yurtdışında nefes kesici bir dizi maceradan yeni dönmüş bir İngiliz çocuğu hakkında. Beş yaşında birinin sevimli ve komik, hiç etsiz kalçasının üzerine oturup da zevkli ve keskin zekâdan yoksun, ilgi çekici hikâyeler çiziktirdiğini görmek tarif edilemez bir armağan! Şerefim üzerine yemin ederim, bir gün bu delikanlıdan bir haber alacaksınız; gün geçmiyor ki onu dünyaya getirdiğiniz için kendi içimde size şapka çıkarmayayım; bu delikanlının genel olarak doğumundaki sevgi dolu, hoşa giden aracılığınız beni ifade edilemez şekilde duygulandırıyor hep; Noel tatilinden sonraki ara dönemdeki o berbat görünümü –seninle son tezahürümüzdeki ilişkimizin, sevgili Les, hâlâ oradaysan eğer, oldukça yüzeysel ve uyumsuzluklarla dolu olduğunu ortaya çıkarmıştı– düşününce manzara daha da duygulandırıcı ve değerli oluyor. Acele etmeden devam edeyim;
kendi yazdıklarıma gelince, çok ciddiye almayacağım, ortalama ölçüleri aşmayan yaklaşık yirmi beş (25) şiir tamamladım, ardından yabana atılmayacak fakat kalıcı bir ruh zenginliği de olmayan 16 şiir ve bunların yanında, ani ölümleri beni bir bıçak gibi kesmekten bir an geri durmayan William Blake’in, William Wordsworth’ün ve başka birkaç ölmüş dâhinin bilinçsiz ve felaket biçimde taklitleri olup çıkan yaklaşık on tane daha. Şiirimle ilgili olarak, manzara sefil ve iç parçalayıcı. Kesin kanaatim şu ki, bu yaz şimdiye dek yazdığım, bana hitap eden, akılda kalıcı tek şiirim, henüz yazmadığım. La Salle’dan yaptığınız, pahalıya patlayan telefon konuşması sırasında, hatırlarsınız, bizim ve diğer kampçıların bütün gününü Wahl Balıkçılık’ta geçirdiğinden bahsetmiştim. Oraya giderken yolda, balaylarındaki sevgililerle dolu, genç çiftlerin sıkça 11 ziyaret ettiği ve nezih bir otel olan ünlü Kallborn Hotel’de bizim için sandviçlerden oluşan, oldukça doyurucu bir öğle yemeği hazırlanıyordu. Göl kenarında Buddy ve Hammersmith ile gezerken, eğlenen ve gülen bir çift gördüm. Düşünüp taşınarak ve aniden, tepeden tırnağa, bu iki sevilesi, tanımadık sevgiliyle aynı şeyi hissetmek arzusuyla dolarak, Kallborn Hotel’deki bir milyonuncu damadın bir milyonuncu gelini şakadan ıslattığını sezindirerek anlatan bir şiir yazmayı istedim; Long Beach’te ve diğer popüler tatil yerlerinde de genç sevgililerin aynı şeyi yaptıklarını görmüştüm. Bessie, canım, senin hoşnut olacağın, heyecan duyacağın, kalbin ve beyninin bir parçasıyla hafifçe gülümseyeceğin bir manzara bu; fakat bugüne dek rastladığım ölümsüz şiirlerde bunun için hiç rağbet yok. İş
insanın üzerine yıkılıyor. Geçelim bu acı veren konuyu. Özellikle sen ve belki de Bayan Overman bilsin diye –fakat burada çizgiyi kalın çek, çünkü onun ikinci kez güvenmemek için öyle büyük bir yeteneği yoktur–, üzülerek de olsa söylemeliyim ki, step dansından sonra İtalyanca öğrenmeye ve İspanyolca’yı gözden geçirmeye devam ediyoruz. Açık, berbat bir ima bu, fakat biraz daha yeni pil olsa tam bir talih kuşu olurdu. Les, şevkimin beni alıp götürdüğünü haber veren borunun sesini dinlemeden birkaç satır çiziktirmek öyle bir rahatlama ve de öyle bir haz ki... Eğer okumaktan yorulduysan ya da açık sözlülükle sıkıldıysan derhal bırak, kalbimden kopuyor bu izin. Kabul ediyorum, senin iyi niyetinden, babalığından ve meşhur, 12 güleryüzlü sabrından faydalanıyorum. Bessie, biliyorum, bundan sonraki konuşmaların anafikrini veriyor bu sana; bir sigara yak hiçbir şeyi umursamadan, paçanı benim mektubumdan kurtar, hangi otelde kalıyorsan lobisine inip, özgür vicdanın ve benim ebedi sevgim ile keyfine bak; havuz veya bir pinaki oyunu ferahlatıcı olabilir. Keyifle gelişigüzel devam ediyorum, şu ana dek aynı kulübedeki diğer kampçılar tarafından pek sevilmiş değiliz, özellikle de Douglas Folsom, Barry Sharfman, Derek Smith, Jr., Tom Lantern, Midge Immington ve Red Silverman. Tom Lantern! Hayatını birlikte geçirecek hoşa giden bir isim mi, yoksa değil mi? Maalesef bu ufaklık gözlerini hiç açmamaya kararlı görünüyor ve bu yüzden de latif isminin heba olma tehlikesi var. Fazla sert bir görüş bu. Benim görüşlerim çok sık olarak, dile getirmek
için –lanet olsun– fazla sert oluyor. Bunun için çabalıyorum, fakat bu yaz tahammül edebilmek için çok sık geçit verdim sertliğe. Yolun açık olsun, Tom Lantern, sen gözlerini açsan da açmasan da! Zavallıca inşa edilmiş bu kulübenin en üst katında dünya iyisi bir çocuk var; emin olun ki, onun için yığılacak övgüler asla savurganlık olmayacaktır. Sıklıkla boş zamanlarında derme çatma merdivenlerden rahatlıkla aşağı koşuyor ve bütün günü değersiz oğullarınızla arkadaşlarını, tanıdıklarını, New York-Troy’daki rakiplerini, Albany’nin öbür tarafındaki geniş bir mezrayı eğlenceli ve açık kalplilikle tartışmakla geçiriyor ve genellikle, hayatı ve insanlığı aldatıcı yüzeylerin altında muhteşem buluyor. Cesareti kalbinizi kırardı, ya da acıyla parçalardı onu; bize kalpten bir merhaba demek ölçülemeyecek kadar çoğunu gerektiriyor; bu aralar dışlandığımızı söylemeyi ihmal etmişim. İsmi John Kolb, sekiz buçuk yaşında, usule göre ortanca fakat ortancalarda ona yer kalmamış, böylece bu kalabalık binada onun cömert arkadaşlığına sahip olma ayrıcalığını elde ettik. Yalvarırım, bu cesur ve hoş mizaçlı ismi şimdi ve gelecek için aklınıza kazıyın! Ne yazık ki, beş dakikadan daha fazla süren herhangi bir konuşma bu hareketli, gözü pek çocuğu sıkıntıdan gözyaşlarına boğuyor ve insan, hislenmiş ve eğlenceli, onun binadan çekip gitmiş sevimli, kibar yüzünü bulmak için etrafa bakınıyor. Bu delikanlının geleceğine biraz yardımımın dokunabilmesi için hayatımın sayısız yılını verirdim. Bana şeref sözü verdi, bunu istememin nedenlerine tamamiyle kör, yetişkinliğe eriştiğinde ağzına viski veya başka alkollü içeceklerin damlasını koymayacak, fakat sözünü tutacağından lanet olası, üzücü şüphelerim var. Kendini teskin edici bir uyuşukluğa götürecek kadar
içmeye meyilli; bütün aklını kullanırsa pekâlâ üstesinden gelinebilir, gözlerini biraz açarak, fakat korkarım, herhangi bir şey uğrunda bütün aklını kullanmak için fazla yumuşak başlı ve sabırsız bir çocuk. New YorkTroy’daki adresini aldık. O önemli yıllar geldiğinde yaşıyor olursam eğer, New YorkTroy’a koşacağım, tek bir saniye gecikmeden ve gerekirse bu muhteşem şahsiyetin şahidi olacağım; beni sersemleten bardaktan bir parça içmemi gerektiriyor bu, fakat şunu anlamalısınız ki, kalbinde önyargının zerresi olmayan bu çocuğa gönlümüzü kaptırdık biz. Tanrım, 8 buçuk yaşında yiğit bir çocuk dokunaklı bir şey! Bu hissi beslemek çok ironik, fakat temin ederim ki, yiğit insanların gözün gördüğünden daha fazla himayeye ihtiyaçları vardır. Kıymeti bilinmemiş, soylu ayaklarından öpüyorum John Kolb, Troia’lı, zalim olmayan bir Hector’un kardeşi! Öbür meselelere gelince, fırsat oldukça hayran olunası biçimde bir araya geliyor, hiç aralıksız tüm sporlara ve öteki etkinliklere katılıyoruz, birçoğundan da tam anlamıyla zevk alıyoruz. Pek muhteşem, sınırlı atletler olmamız bizim için bir şans; beyzbolda, belki de batı yarımkürenin kalbe en çok dokunan ve en keyifli sporu, en kötü rakiplerimiz dahi –naçizane– yeteneğimizi inkâr etmeyecektir. Kendimize pay ya da itibar devşirme değilse bu, son tezahürden hoşa giden bir armağan; topla oynanan her oyunda biraz çalışmayla mükemmeli kolayca başarırız biz, top olmayan her oyunda ise, maalesef, berbat etmeye meyilliyizdir. Oyunlar ve etkinliklerden başka, tamamen tesadüfen hayat boyu sürecek arkadaşlıklar ediniyoruz. Fakat siz, bizim sevgili ebeveynlerimiz olmak gibi güç bir durumda, Bessie, bir veya iki etken yavaş yavaş
belirginleşirken, geri çekilmeyi reddederek, kimi meseleleri görmezden gelmek için çok sıkı durmalısınız. Şimdi size diyorum ki, tam şu anda, yağmurlu bir güne karşı kafanızdaki bütün hüznü bir yerlere gizleyin, yaşamlarımıza son vereceğimiz saate dek, çıplak yüzlerimizin ufuk ötesinden tek başlarına geldiklerini gördüklerinde dahi son derece düşmanca davranacak olan, karınca gibi kaynaşan sayısız delikanlı olacak. Dikkat edin, ‘yüzlerimiz tek başına’ diyorum, özgün ve sıklıkla saldırgan kişiliklerimizden bağımsız. Kısacık yıllarımda yüzlerce kez berbat bir dehşet içinde gerçekleşirken izlemiş olmasaydım durumun gayet eğlenceli bir tarafı olurdu! Fakat ümidim o ki, karakterlerimizi şaşırtıcı bir süratle geliştirip arıttıkça, genel olarak kendini beğenmişliği, burnu havadalığı ve temelden çürük diğer bazı niteliklerle birlikte aşırı coşkuyu her gün azaltmaya 13 çabalayarak, dost canlısı insanoğlunun kalbinde, görünüşte ya da adı var sadece, daha az cinayete teşvik ve telkin edeceğiz. Bu tedbirlerden iyi sonuçlar bekliyorum, fakat heyecan verici sonuçlar değil; açıkçası genel manzarada heyecan verici sonuçlar görmüyorum. Fakat bunun kalbinize öyle fazla kasvet vermesine de müsaade etmeyin! Sevinçler, teselliler ve hoşa giden telafiler türlü türlüdür! Uzaktaki oğullarınız gibi böyle delirtici şekilde inatçı delikanlılar gördünüz mü hiç? Öfkenin ve biriken sıkıntıların tam ortasında ve o heyecanla, bizim genç yaşamlarımız unutulmayacak bir vals olarak kalmıyor mu? Aslında, belki, hayal gücünüzü biraz saptırarak kullanırsanız eğer, ölüm döşeğindeki Ludwig van Beethoven’ın yazdığı tek vals belki de! Hiç utanmadan bu cüretkâr düşüncenin üzerinde duracağım. Tanrım,
insan yalnız cesaret etsin, o sade ve yanlış anlaşılmış valse ne gümbürtülü ve de ne heyecan verici saygısızlıklar etmesi mümkün oluyor! Bütün yaşamımda, yemin ederim, sabahları uzakta bir orkestra değneğinin sesini duymadan yatağımdan kalkmadım hiç. Uzaktaki müziğe ek olarak macera ve romantizm de bizi sıkıştırıyor; insanın tüm dikkatini üzerinde toplayan cazibeler ve saptırıcılar nazikçe baskın çıkıyor; bir kez olsun, gayretsizliğe karşı, Allah’a şükür, korunmasız olduğumuzu görmedim. Kimsenin bu ümit verici nimetlere tükürmeye hakkı yok. Bu iyi talih üzerine konmuş biri başka ne arayıp da bulsun ki? Azar azar, hayatlarımıza son verilinceye dek tutkuyla seveceğimiz ve öğretici olmayan musibetlerden koruyacağımız ve –karşılığında– kendileri de bizi sevecek ve çok büyük pişmanlık olmadan bizi asla yüz 14 üstü bırakmayacak –ki bu, zerre kadar bile pişmanlık olmadan yüz üstü bırakılmaktan çok daha iyi, daha mükafatlandırıcı ve de daha eğlencelidir, emin olun– birçok harika arkadaş edinme kapasitesi. Bu ıstırap verici zırvalıktan size bahsediyorum –söylemeye ne hacet– ki, vakitsiz göçlerimizden önce veya sonra güzel hafızalarınızda bulunsun; bir yandan da, bunun canınızı sıkmasına izin vermeyin. Hesabın canlandırıcı ve yaşama yeniden döndüren tarafında, aklınızda tutun ki, hoş bir neşe ve keyifle, yaratıcı dehamızı evvelki tezahürlerimizden getirmeye, sıklıkla şüpheli şekilde ayrıcalıklı olduğumuz gibi, pekâlâ sıkı sıkıya zorunluyduk da. İnsan, onunla ne yapacağımız konusunda görüş bildirmekte tereddüt eder, fakat gelişimi felaket yavaş da olsa, aralıksız olarak bizim maiyetimizde. Buradaki step danslarından
sonra baş edilemeyecek kadar güçlü, ben öyle buluyorum, insanların saçma sapan beyinleri diz çöküp de terbiyelerini takındıklarında, o bütün bir, adamakıllı zihin de en nihayet yatışıp en ufak yarışmaları dahi bırakıyor; o teneffüste, sana geçen mayısta özel olarak bahsettiğim o muhteşem ışığın içinde oynarken görülüyor, Bessie, mutfakta dostane bir şekilde ondan bundan konuşuyorduk hani. Aynı yüreklendirici hareketlerin, bana kardeş olarak verdiğiniz o muhteşem insan ve arkadaşın zihninde de gerçekleştiğini görüyorum. Yukarıda bahsedilen ışık baş edilemeyecek kadar güçlü olduğunda, bizim –oğlunuz Buddy ve benim– de, bu kamptaki her bir çocuk ve rehberle tam olarak aynı oranda düz, aptal ve insan olduğumuza, aynı sevilesi yaygın ve yürek parçalayıcı körlüklerle hassas ve eğlenceli şekilde donatıldığımıza mutlak güvenle yatağa uyumaya gidiyorum. Tanrım, insanın özünde ne kadar sıradan ve normal olduğunu şüphenin zerresi olmadan bildiğinde önünde uzanan olanakları ve atılımları bir düşünün! Sıradışı güzelliklere ve kalbin geçici dürüstlüklerine bir parça sarsılmaz düşkünlükle, diğer herkes kadar normal ve insan olduğumuzun kesin bilgisiyle birleştiğinde ve bunun yalnızca dilimizi çıkarmak meselesi olmadığını bilerek, yılın ilk, o güzel kar yağışı sırasındaki öteki çocuklar gibi, kim bizi bu tezahürde biraz iyilik yapmaktan alıkoyabilir ki? Kim, gerçekten, diyorum ki, tüm kaynaklarımızı değerlendirip mümkün olduğunca sessiz hareket etmemiz şartıyla. “Sessizlik! İleri git, fakat kimseye söyleme!” diyor Tsiang Samdup. Pek doğru, ancak çok zor ve büyük ölçüde nefretle uzak duruluyor.
İngilizceden Çeviren: Yusuf Sarıgöz
Ali Süha bir çaykaşığıcık lümpenlikten kime zarar gelir üzerine kafa yorma seansının off-the-record notları bir üflentinin olanca mütevekkilliğiyle aşkınca yarıbelimi gömülü lapacılığa sünger gibi acı emiyorum –osmotik basıncına tükürdüğümün mideliğinden ki külliyen üveydir– pe-haş’ı düşük asitlerle parçalandığımı hatırlatmalıyım iş bu dizede ki yaşamayı hep zorakiyorumdur tartımımca siz o anlamı alında münasip bir yerinden öldürün (deyü çıkışmışlıktan geliyorum) acâib-i dekâik bunlar –büyütmek gereğimiz yok– ruhundaki diş izlerimden tanıyorum yitiğimi (senaryo gerekleri –aliyyu’l-a’lâsını biliyoruz–) bir gözgürültüsünden korkmaya bakıyor beraber ağlamamız dur, köpek dişlerinle sarıl bidayeten (müteakiben git) üzerine ahlaksızlığını al –aldatacak birilerini buluruz– ödünsüzce talepsizim zahiren gölgemsi bir ağırlık tesbih olunuyor kimse’nin kaburgalarından sakin olması yönü üzre duman titreği bir çaykaşığıcığıyla neyleyeceği malumatından yoksunmamışlığa hamd olsun
15
Semih Kâtipoğlu Kavanoz Dibinden Yılmaz Özdil Okumak bu çağ güzel bir çağ 16
bu çağ enfes bir çağ neden niçin enter’lar çağıdır bu çağ çünkü ben ve klavyem bir word üzerine istediğim her kelimeyi düşürebilirim enter bize yılmaz özdil’den kalma bir güzel alışkanlık vakt erişince, elbet attilâ ilhan da bize yetişir evet dostum, mirim ve pirim bu çağ küçük harfler ve enter’lar çağıdır
çağ kebabı değildir o dürzü, doğrusu cağ kebabıdır eskiden horhor’da süper yaparlardı şimdi orayı da zenciler bastı işte bunun gibi gurmemsi ve bu tarz bir ayrımcı dille yılmaz özdil yazadururken yazıya otururken dişlerinin arasını neyle karıştırır bizler kendimizi sevgiyle kucaklarızdır bir attilâ ilhanı bir de yılmaz özdil’i severim bu ikincisini ayrıca takdir ederim çünkü, küçük harflerle yazıyorsam attilâ’ya, satırları atlaya zıplaya koşuyorsam yılmaz özdil’e çok şey borçluyum demektir kamçatka’dan döner mi abimiz şunu soruyorum yılmaz özdil’e nihayetinde: hacıabi, akşam müsaitsen bize bi uğra da pes 2012 çevirelim
17
Nora’ya Mektup James Joyce 8 Aralık 1909 Fontenoy Cad., 44, Dublin
Küçük tatlı orospum Nora, Söylediğin gibi yaptım, seni küçük pislik kız, ve iki kez otuz bir çektim mektubunu okuyunca. Götünden sikilmek istediğini duyunca keyiflendim. Evet, şimdi ise seni saatlerce arkadan siktiğim o geceyi hatırladım. Seni en pis sikişimdi o, sevgilim. Yarağım saatlerce etine saplanıp kalmıştı, kalkık götüne alttan girip çıkıyordu. Karnımın altında dolgun ve terli göt yanaklarını hissediyor ve yüzünün kızardığını, gözlerinin deliye döndüğünü görüyordum. Seni her sikişimde dilin dudaklarından dışarı
fırlardı, her zamankinden daha sıkı, daha güçlü siktiğimde ise arkandan büyük, pis osuruklar pörtlerdi. O gece osuruk dolu bir götün vardı sevgilim, ve ben sike sike dışarı çıkardım onları, büyük ve dolgun olanlar, uzunca yellenenler, ufak ve sevimlice pıtırdayanlar ve çokça da uzun süren bir tazyikle deliğinden dışarı pırtlayan ufak yaramaz osuruklar. Her sikiş ondan bir gaz daha çıkarıyorken osuran bir kadını sikmek harikaydı. Düşünüyorum da, Nora’nın osuruğunu her yerde tanırım. Osuran kadınlarla dolu bir odada onunkini ayırt edebileceğimi sanıyorum. Onunki daha kızlara özgü bir sestir, şişman kadınların osurduğunu hayal ettiğim ıslak yellenmeler gibi değil. Onunki, cesur bir kızın geceleri eğlence olsun diye okul yatakhanesinde
Bu derece mülayim bir beyden böylesine terbiyesiz bir mektup okumak hepimizin yüzünü kızarttı doğrusu...
bırakıverdiği gibi ani, kuru ve pis bir osuruktur. Umarım, kokusunu tanıyabileyim diye Nora osuruklarından birini de yüzüme bırakıverecek bir gün. Geri döndüğümde bana sakso çekmek istediğini ve benim de amını yalamamı istediğini söylüyorsun, seni küçük azgın orospu. Bir gün kıyafetlerimle uyuduğum bir sırada bana bir sürpriz yapacağını ümit ediyorum, uykulu gözlerinde bir orospunun kor aleviyle yavaş yavaş üzerime çıkacaksın, pantolonumun düğmelerini bir bir açacaksın ve sevgilinin büyük dalgasını çıkaracaksın, büyük bir iştahla nemli ağzına alacaksın onu, kalınlaşıp sertleşinceye, ağzına boşalıncaya kadar yalayıp emeceksin. Bazen de sen uyuyorken ben bir sürpriz yapacağım, eteklerini kaldırıp külodunu sıyıracağım
İşte o kadın!
19 yavaşça, sonra yavaşça yanına uzanıp am kıllarını yalayacağım tembel tembel. Uykunda rahatsız rahatsız kıpırdanmaya başlayacaksın, o zaman sevgilimin am dudaklarını yalayacağım ben. Uykunda zevkten inlemeye, hırıldamaya, iç geçirip osurmaya başlayacaksın. O zaman açlıktan gözü dönmüş bir köpek gibi giderek daha da hızlı yalayacağım, amın vıcık vıcık olup vücudun şiddetle sarsılıncaya dek.
İyi geceler benim küçük osuran Nora’m, küçük seksi kuşum benim! Sevimli bir kelime var, sevgilim, daha iyi otuz bir çekmem için altını çizmişsin, o ve kendin hakkında daha çok yaz bana, tatlı şeyler, daha kirli, daha da kirli.
İngilizceden Çeviren: Yusuf Sarıgöz
Klasikler yolumuzu aydınlatıyor
Fatih Mutlu
“Artık batı yok eden sayılar Artık doğu tükenen rakamlar” Sezai Karakoç I. Klasik bir açık artırma sahnesi: – 400, evet, 400 geldi, yok mu artıran; 450, evet, 500, satıyorum, 550, yok 20 mu artıran, 550 geldi, 550, satıyorum, satıyorum… – 1000! – 1000 geldi, evet, satıyorum, satıyorum, saaat-tım! Klasik bir batak sahnesi: –5 – Pas –6 – 10
1000 gelen adamla 10 gelen adam, aynı adam mı? Aralarında sadece nicelik farkı var gibi görünüyor; 10 gelen adam ilk fırsatını bulduğunda 1000 geliyor. II. “Self servis” dile İngilizceden giriyor. 1905 benzin istasyonları, Amerika’da, “self service”in başlangıcına işaret ediyor. Amerika Batı’nın gayri meşru çocuğu; Batı ortaçağını Amerika’ya taşıyor. “Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim” Amerika’yı imliyor. Batı “bedel”i öne alıyor. Sahip olmak isteyen bedelini ödüyor, temin ediyor. Batılı risk almıyor, topyekûn Batı toplumu bu “güvenlik” üzerine kurulu.
Doğu “bedeli neyse öderiz” denilen yerdir. Vurgu önemli: “Öderiz”. Bedel sonradır ve çoğulcudur. Doğu’nun medeniyetinde kumar refleksleri var. 10 gelen adam Doğulu olan; bedelini bilmiyor, meçhule gidiyor, başkalarını da götürüyor. Kazansa dahi ‘kumarbaz’ tanımlayıcı unvanı oluyor. 1000 gelen adam, bedelin kendisine içkin olduğu, dolayısıyla süreci belirliyor, “sahip oluyor”: Sahip olan adını veriyor. 10 gelen adam ve 1000 gelen adamın bir farkı daha var. 10 gelen adam 10’dan sonra sandalyede ileri geri gidiyor, omuzları titriyor, dilini dışarı çıkarıp eline bakıyor. 10 gelen adam erken gelen adam, gelirken sorun yaşıyor.
diyebiliyorum. Tek başınayken bile bakılan konumunu korumaya uğraşıyor. Koskoca bir külliyat, bize aynı sakız kıvamıyla “bakmak” ve “görmek” arasındaki farkı anlattı; koskoca vasat bir külliyat. Bakış sonrası bakılanın konumu, ihmal ediliyor. Bir kez bakanın, bakılanı sonu belirsiz bir geleceğe kadar değiştirmesi. İletişim kuramları feedback diyor; mesaj kaynaktan çeşitli araçlarla çıkıyor, bizim örneğimizde “bakış”, bakılan mesajı geri gönderiyor, mesaj sahibi mesajı tekrar yorumluyor: Bakış bakanı da değiştiriyor. Etken ve edilgen deviniyor, sürekli deviniyor.
III.
IV.
Klasik bir yolculuk sahnesi: Tramvayda adam etrafa bakıyor, kadınlara bakıyor, amaçsız, bir kadın; x kadın, adama bakıyor, adam kadınla göz göze geliyor, gözünü kaçırıyor, tekrar bakıyor, –belki– tekrar göz göze geliyor, kadın bakıyorsa da bakmıyorsa da fark etmiyor, adam huzursuz; o artık eski adam değil. Bakış öncesi ve sonrası iki ayrı adam; BÖ ve BS
Quo vadis?, “Nereye gidiyorsun?” Batı’nın kendine sorduğu, İsa’ya sormadığı “Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor.”Batı bu sözü atasözü sayıyor. Dostoyevski’nin Budala’da bahsettiği bir tablo var, Hans Holbein tablosu,
Hans Holbein, The Body of the Dead Christ in the Tomb (1521-1522)
21
Dostoyevski söyletiyor: “Bu tablo adamı dinden imandan çıkarır.” Eşi anlatıyor: “Tablodan çok etkilendi, sara nöbeti geçiriyor zannettim” Tablo, Batı’nın Quo vadis’e cevabıdır. Batı “Tanrı”sını göğe gönderiyor, bir daha gelmemesi gerektiğini hatırlatıyor, unutmayacağı bir şekilde.
Batı soruyu atasözü sayıyor, yazdım. Artık soranın önemi kalmıyor. Doğu sorunun her soruluşunda sual sahibiyle sorunun bağını hatırlıyor, duygusal bir bağdır. Kurduğu bağ, cevabı değiştiriyor. Doğu hiçbir süreci öznesinden bağımsız yorumlayamıyor. Burada bırakıyorum.
VI. Holbein tablosunu çizerken, ölmüş bir deliyi model alıyor: İronik.
V. Kuran’ın insana sorduğu “nereye gidiyorsunuz?” Soru aynı soru, cevap değişiyor. Cevap değişiyor, soru farklı yorumlanıyor. 22
Doğu Batı’ya bakıyor, göz göze geliyor, gözünü kaçırıyor, tekrar bakıyor, –belki– tekrar göz göze geliyor, Batı bakıyorsa da bakmıyorsa da fark etmiyor, Doğu huzursuz; o artık eski Doğu değil. Bakış öncesi ve sonrası iki ayrı Doğu; BÖ ve BS diyebiliyorum. Tek başınayken bile bakılan konumunu korumaya uğraşıyor.
Nazik el-Melaike
Ben* Gece soruyor, kimsin sen? Ben onun sırrıyım; Tedirgin, karanlık, derin Başkaldıran suskunluğuyum ben gecenin Sessizlikle örttüm taa içimi Kalbimi sarmalayınca düşünceler Yüzüm asık kalakaldım Kim olduğumu sorarken Güneş doğan tepeler - Ben mi? Ben kimim? Rüzgâr soruyor sen kimsin? Sersem ruhuyum ben onun Zaman beni inkâr eder Mekânımsa yok Onun gibi Bitmek bilmez bir çizgiden Geçer gideriz beraber Geçer gideriz yolların geçiciliğinden de Düşünürüz Bir dönsek dönemeçten Yol da biter keder de Bir döndük: boşluk
23
Ve sonsuzluk soruyor bana sen kimsin? Zalimin biriyim ben de onun gibi Kuşatırım tüm çağları zorbalığımla Sonra yeniden can veririm onlara Yaratırım en uzak geçmişi Umudun sıcaklığından, cazibesinden Sonra yeniden gömerim Yeni bir dünü biçimlendirmek için kendime Yarını soğuk bir dünü Benliğim sorar sen kimsin? Şaşkınım onun gibi Onun gibi karanlığa diktim gözlerimi Huzur yok bana hiçbir şeyden
24
Soruyorum sürekli ve cevaplar Hayalle sarmalanmış Ben yaklaştım sandıkça Eriyor Ulaştıkça Kararıyor ve kayboluyor
Arapçadan Çeviren: Fatih Mutlu
* Nazik’in bu şiiri; Kuran’da Enam Suresi 75-79’da geçen İbrahim’in Allah’ı aramasını andırır. İlk kıtada “Güneş doğan tepeler” olarak çevirdiğim bölümde geçen ifadesinin yaygın anlamı asırlar, çağlardır. Özel olarak dağcılıkta ‘güneşin doğduğu tepe’ anlamını içerir. Ben çeviride ikincisini tercih ettim, fakat Nazik ikili anlamda kullanmıştır. (ç.n.)
İlker Filiz
O Kadar Öte ki, Kanatları Zihninde ey öteki, bilmez misin yaşadığın yalnızlığı ötede olanlar rahat yüzü görmezler zihnimize konan yaşlı bir kahin gibi isyana uyup, alkolü terleterek öteye giden şu kargayı takip etmeli takip etmeli ki bakın neler söylüyor: her şey biter; aynılık, kodamanlık, husumetlik ve bir şey var cennetlik ampirik aforizmaların sahibi kaim avangard vehim içinde komplimanları izler bu nizamda menzil ne olursa olsun, inzivaya çekilmeden sarsaklık giderilmeli adabımuaşeret ve diyalektik arenası bize levanteni yasaklar optik bilmeyen dejenerasyon yönünü göremez kokina budayan dülger gibi kalır ortada haham! hiç güleceğim yoktu bir din adamına denk geldi ciddiyetsizliğim beni anlamanıza ramak kaldı, tecrübeyle sabit komün anlayışının tersinedir rehberliğim
25
kendinizi üç kelime ile tanımlayın “göremediğiniz dördüncü kelime” dansın hızlandığı dakikalar bunlar kimdi bu ötekiler en eski mısır şairleriydi besbelli binasıydı piramitler dünyanın içine kapanık ve gizemli ve modernizme atılan kancaya tutunandan önce homo erectus’lar kutlardı şeker bayramlarını şekersiz gagam yoruldu züğürtlükten geceleri peynir-ekmekle yiyenlere şahidim acılarına şehit düştüm anlamadılar eriştim gazilik unvanına ve ben ve karga karga bak dedi ya bu şiiri anla ya da yak dedi
26
Beş Paytak Ördek Yürüyüşü Ufuk Akbal I. Aynı şefkat, merhamet, şehvet ve nezaketle bir kez daha koyulduk yola. Sinsi bir Murat Davman estetiği uğruna sarf ettiğimiz mesainin yekûnu ile bir Picasso eskizi de bir Nermi Uygur kitabı da alabileceğimizi fark ettiğimizde dünyalar bizim oldu. İşte bu dolaşımın ve tecimin ve şiirsel olmayan her şeyin yüce zaferidir, dedik. Keresi ve dahisi sancılı ve nikbin ruhlara merhem niyetine büyüttüğümüz bu Murat Davman estetiğinde de sanırsam ki boğulduk.
ham laflarla. İnşa sürecinin kahrolası harç koyucularından, siyaset yapıcılarından biriyim ben. Şehvetime delalettir. Bunu bir Kasımpaşa kahvesinde söylemiş olmalıyım. İsa Kasımpaşalıdır, diye umalım. Kasımpaşa sokaklarında yürürken ayakkabılarımın tabanlarına rastgelen ve usulca onları okşayan çiviler bana hep İsa’yı hatırlattığından olsa gerek kuruyorum bu rabıtayı.
Umalım benim sanımdan ibaret olsun hayat.
Ayrıca semavi dinler Kasımpaşa menşelidir. Bu rabıtayı da “acımdan” kuruyorum. Sözkonusu semavi dinler olunca hayvan gibi acı çekiyorum çünkü.
Böyledir. İrin tıkadığında bütün yolları, günyüzünü bulduğunda kriz, düşüncenin keçiyolları açılmalıdır, demişim iri-iddialı
Yerinmenin incesızılı tilmizlerinin tescillediği tecim cümleleri bunlar. Ahreti bile tecim kaygusuyla kullanırlar.
27
Bundan keçiyolları dendiğinde Picasso ile Nermi Uygur aynı kınsız kılıçkavi uyarmalarla süzülüyorlar zihin odama. Düşüncenin keçiyollarını kurmak, bir başkası “patikalar” desin, varsın böyle olsun, bizatihi kendiliğinden bir içe patlama alameti olabilir. Görgü kuralları “içe doğru patlamak” ayıptır diyor. Hele ki toplum içinde.
–bu dolmuşta, demiş. Cidden öyle ölürüz. Dünyanın umru olmaz. Şunu uzatır mısın aslanım? Peki abi. Kışın ortasında kendini Silivri’de bir yazlığa kapa. Öyle de ölürsün. Ciddiyetsiz baykuş. Biraz tansiyonu düşmüş. Ondan böyle diyormuş. Şimdi beynine bol bol kan gitti. Yüzü kıpkırmızı. Vücud-u Beşer, fabrikaya benzer. Dekart.
Aynı tecim dünyasından bir el kitabı alıp muhatabımızı cümle cümle uyaralım: “Bayım, toplum içinde içe doğru patlamayınız…”
Tavuskuşu ahlaklı arkadaşım benim…
Böylece içimiz rahatlar.
Yürü be Köstenceli Karınca!
II. 28
Sakin durdu. Ocağa çay koydu. Döndü ve yansıttı; sakin durabiliyor olmanın da bir sanat haline getirilebileceğini. Divana uzandı: “Ufukçum baksana… böyle tavana baka baka bir ömür tüketebilirim…” dedi. İlk anda bu hareketi bana çiğ geldi. Sigara içer misin? Yok, içmem. Şu Mustafa’da ne buluyorsun? Geçen petshopun vitrinindeki hayvanlara bakıp, “biz de aslında hapisiz” dedi. Ne çiğ, di mi? Yo, ben aslında Mustafa’yı çok severim… İyi, peki. Cam içlerine fesleğenler koymuş. Bu da sana yakışmıyor baksana. Sen ömür boyu tavana bakarsan o çiçekleri kim sulayacak? İki gün sonra salataya katarız, olur biter. Sonuna dek öyle durmayacaklar ya. Haklısın, aslında. Florya-Bağlar dolmuşuna biniyoruz. Ağlaya ağlaya. Dünya bizi bilmeyecek, burada öleceğiz
III.
At isminize sıçayım. Dur bir çay koyup geliyorum, azizim! Köstenceli Karınca, ikinci ayak, yatırdı bizi. Çavuşesku’nun ordusunda çavuşmuş bu at. Yuh lan, at o kadar yaşar mı? İskambil kâğıtları ortaya saçılmış, pikapta bir insan gününü çok aşan bir hızla Sonny Rollins dönüyor. Yatak çarşafları kirli. Tepişmiş ayılar. Kuponları sağa sola atıyorlar. Üzüntüleri yalancı. Hepsi kız arkadaşlarının yanına masumiyetle dağılacaklar. Soy işler. Köstenceli Karınca’yı da sucuk yaparlar, artık. Peşleri sıra ben de sokağa çıkayım. Bir flaneur’ün başka ne işi vardır ki? Herifçioğlu yerinde izlermiş yarışları. Bukowski misin birader? Bize hava yapıyor. Yapsın, ne fark eder. Sigarayı bile bizden içiyor, bizim ceplerden. Bir de şefkat mi besleyecektik? Kıymalı yumurta. Çay. Sigara. Sonra yine çay.
İtiraf etsen; gün boyu karı kız peşindeyim desen, biz de isyan etmeyiz –hiç olmazsa. Sonny Rollins bitti. Bu kim diyor. Plakları karıştırıyor. Teneke sesli Zülfü’nün bir plağını koyuyor. Çaydan midem bulanıyor. Tavada kalan yumurtadan yiyorum. Yalancı Bukowski. Genizden şiirler okur, türküler söyler. Konuşmayınca olmuyor bunla. Konuşunca hiç olmuyor. At üstüne Yunan kovalıycekmiş. Yesinler. Elde kupon. Kıvrılıveriyor divana. Üzerine kadın kokusu. Yok, cılız bir kız kokusu. Koku da kız da cılız. Saat gonk gonk ediyor. Geniz birader uyukluyor. Cihan Özpınar üstadımıza mektup yazıyorum. İki paket Yeni Harman bir de pilot kalem istiyorum. Teodorakis’in bir plağını da. Zülfü’den iyidir. O; “Bach,” diyor,” yetmez mi?” “Eyvallah,” diyorum. Mektuplar haftaları emiyor. Bilge Karasu’nun Gece’sinden adamlar Sarıyer sahilinde bir gece Cihan’ı öldürüyorlar. Eminönü’nden son motora binmiş. Saat 18.10’da. Bir saatten az sonra Sarıyer. Sahilde elinde bir kitap eve doğru yürüyormuş. Tek kurşun. Arkadan. İki kişi tek kurşun atmışlar. “Cihan’a da böyle bir ölüm yakışırdı…”
Ama oturur karşılıklı lezzetle yeriz. Kapı aralığında öpüşürüz, koklaşırız. Calvino bakiyesiyiz. Tornacı Rüstem de böyle derdi, iki arada bir derede çayını zıkkımlanmak için girdiği Seyrantepe kahvesinde. O zamanlar Ragıp ölümle cebelleşiyordu. Yine de, ille “Gördüm Apo’yu,” diyordu, “valla, Cim Bom’un maçlarına geliyordu…” Haliç’in altında da altın var. Tornacı Rüstem: “Calvino bakiyesiyiz” diyor, karısı ile kendisi için. Gülsek mi ağlasak mı? Ne anlar Calvino’dan. Köylerinde bir ceviz ağacı falan mı Calvino? Latince mi biliyorlar. “Beş dilde sevişirim agam!” diyor. Süryanice, Aramca, Türkçe, Kürtçe, Arapça. Yetmezse kapı diplerinden toz, duvar köşelerinden 29 örümcek ağı toplarım. Hanım kaynatır, içeriz. Neyi? diye soruyorum, gamzesiz yanağımda kunt bir III. Mustafa endişesi. Tozlarla, örümcek ağını değil herhal. – Herhal.
IV.
Ragıp gülüyor, “Abiye adaçayı…” Kibar bir adamım diye etkilenmiş olsalar gerek. En kısa zamanda sarakaya almanın yollarını da arıyorlar herhalde. “Diyarbakır’ın çoğu Cim Bomludur…” Dilmişler limonu, tozlu sarı suya sıkıyorum. “Adaçayınıza be!”
İstisnasız iç kıyıcım o benim! Bir öyle bir böyle. Dilinin altında karanlık laflar saklıyormuş, ne gam? Sabah evden çıkmadan ağır tereyağlı tarhana kokusu. Pul biber ve beyaz peynir. Bulamaç gibi.
Sonra Ragıp öldü. Kâğıthane’ye gömdük. Etin ayıp örttüğü günler. Sonra buraya Uluğ ve Özcan’la da geldik. Yine kötü şeyler için. Tornacı Rüstem: “Üçkulluvallabirelam okuyun,” dedi. Islak
Köstenceli Karınca sonraki kuponların hiçbirine yazılmıyor.
toprakların örttüğü bizim günümüzdü. Fısır fısır. Bilenler okudu, bilmeyenler okumadı. “Abi, sen çekil” dediler, küreği elimden kaptılar. Adaçayı ısmarlarken de aynı alaycılık. Acı sevgi. O zaman neden Vüs’at Bener’in aslında hep kendini yazdığını anladım. Bu da acı bilgiydi.
V. Kulağımda hep o ses: “Ben işemedim, Miki işedi!” Buradan bir ahlak damıtılabilir mi? Böyle sorular sorduk, konuşmamız boyunca birbirimize. Sapanca’da sazlıkların dibine oturduk. Yanımızdan ölü balıklar geçti. Yeni zehirlenmişler. El uzatma mesafesindeydiler. 30 Nedenini bilmediğimiz ölümlerine rağmen korkmadık, henüz harladığımız ateşe yeşil-boz balıklardan üç tanesini attık. Berbat bir şarap da cabasıydı. Balıkların içlerini temizlemedik. Tatma aşamasında alnımızdan terler akmış olmalı. En sağlıklısı birbirimizin tarihçisi olmak. Birbirimizi izlemek. Yedikçe yedik. Gaz benzeri bir ağırlık verdiklerinde şarapla yokladık üzerlerini. Midemizde kaynaştılar.
Ağladık sonra. Buradan on kilometre uzaktaki köyümüze dönüşümüzü tartıştık. Dolu midelerle, kan kırmızısı parmak uçlarıyla. Çeşmeye yaklaştı, ellerini yıkadı. Balık kokmasınmış. Gaz bidonlarına ağzımızı dayamış gibiydik. Yine de düşünceli düşünceli birkaç kilometre yürüdük. – Ben seni hep sevdim bil. Kustum: – Ben de seni kardeşim... Bir iki kilometre daha. Mavi, simsarların elinden çıkma levhaların altından, rakım şu- beldemize hoş geldiniz (bu kez yeşil levhalar), ilerledik. Ayçiçeği tarlalarına girdi apar topar: – Sıçmam lazım... Uzaklaştık. İşini bitirdi. Kopardığı ayçiçeğinin yumuşak tarafıyla kıçını sildi. Rahatladı. – Sakın seni sevdiğimi sanma ha! Ölecem sanmıştım da, günah çıkarttım… – İyi, peki bakalım, öyle olsun… On dakika sonra ilk ayçiçeği tarlasına da ben girdim. Öyle günlerdi.
fin 2 tl