Fin 8

Page 1

fin 8


Müdür: Semih Kâtipoğlu Editör: Abilmuhsin Özsönmez finfanzin@gmail.com Sekizinci Sayı Ocak 2018


4 6 10 12 14 20 23 26 28 31 34

Terk Edilmiş Taş Ramazan Parladar Ben bir çocuk olduğumu Özgür Göreçki Japon Marksisti Kumburgaz’da Ufuk Akbal İlk Rüya Gül Yıldız Haaaayııırrrrr Çağnam Erkmen Gergedanın On Üç Günü Abilmuhsin Özsönmez Ufuk Akbal Hastane Kantininde Halid Metin Yaz Ödevi Devran Aramgâh 6 Ocak 2013’te İntihar Eden Bir Adamın Ağzından Yazılmıştır Miraç Ağça Sınır durumlar ve patolojik narsisizm Gonca Gül Diye Biri İlker Filiz


Ramazan Parladar 4

Terk Edilmiş Taş

Burcu’ya, Mustafa Erden’e

doğru… birkaç binyıl öncesine gidip yontu ağaçları bulmak üzre çift rakamlı yontu ağaçlarındaki doğru biçimler terk edilmişlik duygusuyla birlikte doğrulanmış biçimler daha… sessizlik ve ot kokuları daha evin o ot kokuları içer’dedir çift rakamlı film ağaçlarıyla


uyuncak terk edilmişlik duygusuyla birlikte ne güzeldir bir erik truffaz dışardan bir nils petter yine çift rakamlı değişmemekte olan bir duygunun içindedir o uyuncak… afiş dediğin olur mu olur terk ediliş biçimini bulursan taş başlar yürümeye evin o ot kokularıyla içer’de bir afişin içer’sinde evet, doğru… sami baydar anlaşılacaktır ergin günçe fena gitmez mustafa ırgat taşın içinde yatmaktadır yontulmadan ece ayhan popstar mustafa ile burcu içer’dedir güzel kokular yürüyor terk edilmiş taş yürüyor hâlâ

5


Özgür Göreçki 6

Ben bir çocuk olduğumu Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesi Annem ölmüş Artık buna alışmalıyım, perşembeleri ıspanak. Pazarları şaka. Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesi Sen, bir bahçe olarak en çok ne zaman bahçe olduğunu hissedersin Ben bir çocuk olduğumu sık sık hatırlıyorum Ellerime bakıyorum, aynı el gibi Ekmek diyorum aynı ekmek Kendi sesimi duymaktan hoşlanmıyorum pek Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesi Mutlak her ne ise ona inanmıyorum Kırmızı renkteki güllerden oluştuğuna inanıyorum senin Yeni bir ayakkabı aldım biraz daha yürümek için Pazartesilerin öyle sıkıcı olmadığını fark ettim Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesi Demenin bazı şeylere iyi geldiğini


Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesi Eğer dünyadaki bütün rüzgârler biterse Yağmurlar, güneş ve çim Burada olacağım, sana eşlik edebilmeye Kaldığın yerde bir bank olarak oturulan Ve bu bank olayının bankalarla değil bence benchlerle ilişkisi var Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesi Hayata anlam neresinden yükleniyor Yuvasını göremedim Büyük bir hırka bana mantıklı gelir Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesi kadar olmasa da Havuz işletmeciliği yapmamış Hiç çok parasız ve çok sigasız kalmamış Haricindeki diğer her şey için Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesi Bir kağıttan geçti gemi Benim uykum geldi Sen Kırmızı renkteki güllerden oluşan gül bahçesisin uyumazsın hiç Ben tutarım yerlere atarım kendimi Biliyo musun Annem ölmüş Öyle dediler. Öyle kolay değil öyle kolay değilöyle kolay değil.

7


Gino Rubert, The Swing


Gigi Rose Gray, And We Followed...


Ufuk Akbal Japon Marksisti Kumburgaz’da 10

japon marksisti bu yıl yazlığı açmadı oysa biz onun geldiğini her yıl kapısının önüne çıkartıp yaktığı isveç işi ağaç mobilyaların isinden tanırdık yandıkça genizde bıraktığı ve ilk akşam pişen yemeğin kokusundan yazın verandaya çıkarılmış masalarda fasulye, karpuz, peynir, köfte, fasulye pişer bu döngü böyle gider bu ömür böyle biter ve yaz da biter, caz da biter


akşamüstü yazlıkta, denizden dönmüş tuzlu beden şıpır şıpır terlik, yapış yapış yastık sanki tuzlu balık, balıktaki kısık kasık japon marksisti sorar kendine bu delişmen akşamüstleri neden? aynalara uzanır, uykuya ulanır tepelere çıktıkça japon marksisti ağzından çıkar dili ve şişer lenf bezleri soluk yetmez gibi olunca beniz solunca küçük adam büyük japon marksisti olunca allah’ım beni çocukluğuma götür der ve götürürken uyut ve uyuturken büyüt sanki o çalmamış gibi bu kelimeleri koynundan annesinin, boynundan ninesinin ve hiç pişman değil gibi toz olur tüm cümleler

11


Gül Yıldız İlk Rüya

12

ve anımsıyorum ilk düşüşü anımsıyorum bilinç önce karanlıktaki yıldızları yarattı sonra gezegenleri yarattı biraz daha küçüldü küçülünce daha güzel olduğunu gördü ve bir gezegen seçti kendine böylece dünyayı yarattı muhteşem görseller tasarlıyordu düşünde hayal gücü, sonsuz ve saydam... çünkü suyu yarattı suda yansımasını gördü böylece bedenini yarattı ve çiçekleri, kelebekleri yarattı ışıktan ateşi aldı bir gün kendi gibi birini yaratmak istedi ve ötekini yarattı her şey çok güzeldi ikiden bir doğabilirdi suretleri birbirine karışarak böyle çoğalabilirdi fakat kaybetme korkusu çöktü kara bir is gibi...


bilinç, bu tamlık içinde bir yoksunluk hissetti ve buna açlık dedi böylece kadın ve erkek ilk elmayı aynı anda yedi sadece elmayla yetinseydi kimsenin canı eksilmezdi ve yoksunlukların ardından tutkular sıralandı güzelliğe ulaşmak için binbir yol tasarlandı böylece hareketi yarattı ve yarattığı her şeyi yemeye başladı yarattıkları da birbirini yemeye başladı canlılar acıyı tattı ateş suyu yuttu, su ateşi… zaman diye bir yol yarattı zamanın uçurumunda düştü... düşlerindekilere türlü türlü adlar verdi dağları yarattı ve yankısını duydu adlar sıralandı çağırdı yıldızları yarattığı ilk anı oysa ötekini çoktan yaratmıştı ve onu başa döndürecek tek şey aşktı onun dermanı derdiydi, demiş erenler…

13


Haaaayııırrrrr

Çağnam Erkmen 14

“Ne olur beni affet!” diye elime sarıldı genç kadın. Bir cevap ararken ana dilimi hatırlamaya çalıştım. Yabancı dilde nidalı müzikli kelimelerle duygularımı anlatırım. Vanndırfullll imeyyyyziiiiing! Fakyuuuu demek istiyordum. Fak! İngilizce bir denizaltı gibiydi. Vahşi köpekbalıklarına bakıp asla parçalanmayacağını bildiğin duygusuz iletişim biçimim. Şimdi etlerim ısırılırken acılar Türkçeydi. Ben nasıl bir idiyottum ki tanımadığım evin başköşesindeki güllü goblen berjere kurulmuş, önümde diz çökmüş bu aptal kadını dinliyordum? Nasıl da tepkisizdim. Kelimeyi bulamayanlar, ana dilini

unutanlar gibiyim. Şu anda olanlar Ayşe’nin başına gelmez, Ayşe Türkçe sorar. “No’oluyor ya?” der. istemiyorum… Hayır,” der. “Hayır.” Bu kelime hiçbir dilde dağarcığımda bulunmaz. Amerika’da da “Yes,” derdim devamlı. “No,” demezdim. Tuhaf bulmuyordum bu geceyi de. Sürükleniyordum ne âlâ. Direnmeye çalışmazsam keyifli v e coşkulu da olur. Aklını bağlayan düşünceler çözülüverir, ipler suyun içinde kolayca erir. Suyun içinde su olmayı bilirsen, anlara tutunmadan bağımsızca sarmalanırsın. Yaşamı değiştirecek sihirli sözcüğü başkalarının söyleyeceğine, cennete başkasının götüreceğine, yolların rotasını başkalarının çizeceğine


inanırsın. Sonra… Sonra bütün kasları gevşetmiş, dudakları sıkmaktan vazgeçmişken bir anda güçlü bir anaforla, dereler ırmaklara, ırmaklar şelâlelere dönüp, hırpalamaya başlar. Suyun içinde buzullaşır, sertleşir ve yabancılaşırım. Çıplak kırılganlığım çarptığım ilk kaya parçasında dağılır. Küçük zerrelerim donakalır. Donmak; üşümek değil. Donmak şuursuzluk da değildi. Bilhassa farkında olmak, her şeyi herkesten çok duyumsayacak kadar şeffaflaşmak. İçinden her sözcük geçebilir, her ışık süzülebilir, her duygu hissedilebilir, her darbenin farkına varılabilir. Tıpkı, şimdi. Yola çıktığımızda Uğur, nereye gideceğimiz, ne yapacağımızla ilgili bilgi vermemişti. Neşeli, yormayan hercaî düşüncesine teslim olmuştum. Yol boyu anlattığı Türkçe hikâyelerin anlamını hissetmeden, Soul müziğin gevşetici ahengine kapılmış sürüklenmeye izin vermiştim. “Nereye gidiyoruz? Ne yapıyoruz?” diye sorma gereği duymamıştım. Türkçe sormayı bilmiyorum. Bir yabancı sorar. Uğur, ceset olduğumu biliyor. Ne yaparsa yapsın yargılamayacağımı, itiraz etmeyeceğimi, eleştirmeyeceğimi. Kapının zilini çalarken, “eskiden sevgilimdi,” dediğinde omuz silktim. Uğur gülümsedi. Onursuzluğumu

seviyor adamlar. Hangi kadın birlikte olduğu adamın eski sevgilisiyle buluşmayı kabul eder ki? Türkçe bilmeyenler eder. Umursamış mıydım Uğur’u? Hayır. Zerre kadar değer vermemiştim bize. Habire hiçleştirdiğimiz beden aktivitelerimizin de, değersiz ruhlarımızın kılıfı bedenlerimizin de önemi yoktu. Bir an önce eskimek ve tiksinilmek istememe rağmen, genetiğimin çelmesiyle aksi gibi; feanntastikk...tim. Kadın sarışın ve şaşkındı. Uğur’un zile basarken sadistçe bir hamleyle tutup da bırakmadığı ellerimi, sandaletimin aralığından esmerleşmiş, damalı gibi gözüken iri ama zarif ayaklarımı, bacaklarımı, 15 boynumu, kulak memelerimi, kibarca denetlemiş, her ne bulmuşsa yangısını çoğaltmıştı… Belliydi aşıktı Uğur’a. Margarita hazırlamışmış, ben içmedim, onlar havaya girdi. Uğur, sırnaşıkça dizimi okşarken, sarışın kızın gözlerindeki çürümüş acı haykırıyordu. Başa çıkamayacağı kadar güzel olduğumu düşünüyor, kıskançlığını gizlemeye çalışırken sanki bükülüyordu. Hareket etmezken bile erkekleri iki kez döndürüp baktırtan, kolay avlanabilen, çok yakında kıyıya vurup can verecek denizkızıyım. Ayaksız, Türkçesiz. Uğur’un hesabı benle ilgili


değildi. Eski aşığının kanını daha fazla emmek, onu götürebileceği sarp kayalıkların sivriliğini test etmek ister gibi, minik minik uyarıyordu. Kızcağız, ruhsuz dilsiz yüzümde bir parça şefkat kırıntısı aramış, ölümcül erdemsizliğimden kaçarak ellerimi bırakmış, Uğur’a teslim olmuştu. Hain Uğur, kızı banyoya sürüklemiş, kızın utanç itirazlarına rağmen öpmeye ve okşamaya başlamıştı. Çok saçmaydı her şey. Uğur aptalın tekiydi. Kız bir aptala aşık olabilecek kadar alık olmalıydı. Ben bir komedinin budalasıydım. İçeriden Uğur’un küçük kahkahalarının arasına sıkıştırdığı tacizine kızın yalandan itirazı da 16 ilgimi çekmiyordu. Küçük aşığın oya gibi işlenmiş evinin karışık ruh haline bakıyordum. Kendi evimin yalın ve soğuk morg atmosferine inat, alabildiğine renkli, karışık bir Frida Kahlo müzesi gibiydi. Neredeyse bütün renk tonlarının uyumsuzluğu, uyum yaratmak için birbirine katıştırılmıştı. Başkalarının alacalı yaşamları kendi rengimin de yitmesine neden olduğu için böyle kusurlu kamuflaj evleri severdim. Gelip geçici olduğunu bildiğim küçük molalarda sadece karmaşadan iz bırakmadan kaçılır. Kızın duvarında asılı fotoğraflar, sabah güneşiyle üç yılda solacak, çerçevelerin boyaları atacak, buna rağmen atılamayacaklar. Iskartalar,

anıların gülümseyen yüzünden vazgeçmek anlamına gelir. Kendi çürümüşlüğümden daha farklı bir erime vardı bu evde. Bambaşka bir delilik… Uğur’un birbirinin negatifi iki kadını, bizi, birbirimize vurdurarak ne yapmaya çalıştığını anlamasam da, rızamızı almadan eyleme dökmesi zavallılığımızı daha da yüzümüze vuruyordu. “Bizi seyretmesini istiyorum.” Kızın itirazı gülümsetti. Bana da “İzlemek ister misin?” diye sormamıştı. Hatta bir erkekle bir kadının sevişmesini izlemek fantezilerimde yoktu. Ha! Sakınca yoktu, buna da dayanabilirdim Türkçede. “Hayır! İstemem. Ben bu kadar kötü biri değilim. Ne kadar mutsuz görünüyor görmedin mi?” Sesler banyonun duvarında yankılanırken sarışın hemcinsim salonda oturan bana mesaj vermek ister gibi bağırıyordu. Gerçekten komik. Kurbanın kendisi olduğunu bilmiyor mu bu aptal sarışın? Yurtdışından getirilmiş üzerinde İspanyolca gazete dergi kitap anlamına gelen baskılar bulunan metal kutudan üzerinde dört sene öncesinin tarihi bulunan dekorasyon dergisini çekip karıştırıyorum. Bir göz atımlık değeri olan ürüne dört sene boyunca saygı göstermek nasıl


da hastalıklı. Birilerinin evlerini, bir takım uyanık dekorcunun düzmece kurgusuna bakarak modellemek… Deli mi bu kız? Banyoda düşen sabunlukların, açılan kapanan armatürlerin tıngırtısı, fısıldayan itirazların düzelttiği belirgin nidalar, itişme kakışmalar... Sarışın, ıslak saçlarından damlayan suyun, Karabağ kilimini ıslatmasına aldırmadan iğreti bağladığı bornozuyla oturduğum koltuğun dibinde diz çökmüş yalvarır gibi fısıldıyordu; “Beni affet… Beni affet!” Bön bön bakıyordum. Sapsarı bir pişmanlıkla ellerimi sıkıyordu; “Ben onun bunu sana yapmasını istemezdim. Sana bunu yapmak istemezdim. Ben kötü biri değilim inan.” Uğur, kızın hezeyanlı sözlerini küvetteki köpüklü suyun içinde dinleyip kahkahalarla gülüyordu. “Gel buraya! Onun rahatsız olduğu yok!” Kızcağız, tepkisizliğimi aşağılayan bir itiraz zannedip özür dilemeye devam ediyordu. Sevdiği adamın kendisiyle sevişmesini istemesine rağmen, kapana kısılmış zavallı bir fare gibi labirentin izin verilen koridorunda nereye gittiğini bilmeden koşup duruyordu. Uğur, yavrucağı bir kobay gibi evirip çeviriyordu. Psikozdan kopamayan sevdası, dilinden dökülen sancıyla

irinleşiyordu. “Beni affet, beni affet,” Gözlerim derinleşmiş, soğumuş, matlaşmıştı. Ellerim kızın küçük avuçlarının içindeydi. Kadının eli titriyor yanıyordu. Ben soğurken o korlaşıyordu. Her iki biçimde de yok oluyorduk. Neyi affedecektim ki? Kimi? Bir hata yoktu. Bir suç da. Karşımda reddedemeyen basiretsiz zavallı bir kadın vardı. Hayır demeyi bilmeyen… Başına geleni yorumlayamayan… Başına geleni… Başına geleni… Tekrarlayıp duruyordum bu kelimeyi. “Beni affet!” diyordu kadın. O halde benim de başıma bir şey gelmiş olmalıydı. Başıma çok kötü bir şey gelmişti ki; bu kadın affetmem için ellerime sarılmıştı. Ne olmuş olabilirdi? Evet, sevgilisi başka bir kadınla sevişmek istiyordu. Bu onur kırıcı mıydı? Ellerimi tutan kadın için korkunç bir ayıptı kuşkusuz. O kadın sevdiğini paylaşmak istemezdi. Ben ister miydim? Kendi kendime şu soruyu sormamın zamanı gelmişti; “Kimi sevdim?” “Ve neden sevmediğim adamların beni sürüklemelerine izin verdim?” Aynı değildik. O sarışındı ben esmer. O duyguluydu ben duyarlı. O aşıktı, ben değil. Tutkular, zevkler, yaşam alanları, bedenlerimiz, sevme biçimleriz, algılarımız bile farklıydı. Ama ikimiz de Uğur’a teslim olmuştuk, bizi

17


kolayca ele geçirmişti. Bir farkla… Sarışın kadın sevdiği adamın elinde tutsaktı, bense sevmediği herhangi bir adamın elinde… Her ikimiz de zavallıydık ama ben daha fazla. Her ikimiz de paçavraydık, ben daha fazla… Düşüncelerim sıcaktı. Bedenim yumuşamış ve erimişti. Gözlerimi kırpıştırdım. Gülümsedim. Kısık, yumuşak ve şefkat dolu bir fısıltı dudaklarımdan döküldü; “Affettim…” Islak yüzünü ellerime yaklaştırarak öptü. Olayların tuhaflığına rağmen Türkçe bakışlarımda dürüst ve dostça bir şeyler olduğuna emindi. Suyun yere düşüş şeklinden 18 küvete… Uğur’un yanına dalmıştı. Fısıltılı ve ürkek itirazları bölen erkek kahkahaları iticiydi. Görebilmiştim. Tuhaftım. Onlar küvette sevişti ben dekorasyon dergilerine baktım. Birçok ev. Birçok yaşam. Birçok şekil. Hepsi de kendisinin en estetik, en yaşanılabilir olduğunu ispat etmek istercesine eteğini kaldıran aile terbiyesi almamış kız çocukları gibiydi. Göstermezlerse ve görenler tarafından beğenilmezlerse, dört

sene, belki on sene sonra tıpkı derginin sararan yaprakları gibi köhneleşeceklerdi. Bedenimi tıpkı dergilerdeki evler gibi göstererek varlığımı ispat ediyordum. Sarışın kız renkli kilimdeki gül motiflerinin tıpkısı kırmızı entari giyinmişti. Bu elbisenin Uğur’un sürpriz gelişi için hazırda tutulmuş gibi bir hali vardı. Banyodaki frambuaz aromalı köpüğün de, etnik elbisenin de, sarışın kızın bedeninin de, Uğur için bekletilmiş olması hazindi. Vampir, kızın ruh etini yeniden kopartmış, kendisini tahrik edecek karanlığı sağlamıştı. Uğur kanepeye yığılmış kıza sırtını döndü, elimden tutarak kapıya ilerlerken kızın yüzündeki eksilmiş onurun tıpkısının kendi maskemin altında gizlendiğini göremedi dangalak. Elimi hırsla çekip, çenemi kaldırdım. Nefeslendim, güçlü bir fısıltıyla “hayır,” dedim. “Hayır… Hayır!” Uğur, ne ayaksın sen, gibilerinden burun kıvırdı. Dönüş yolunda tıpkı geliş yolunda olduğu kadar neşeliydi. Ayılmıştım, bir daha Soul müzik dinlemeyecektim. Bir daha evet demeyecektim. Haaayıııırrrrrr.


Desen: Abilmuhsin ร zsรถnmez


Abilmuhsin Özsönmez 20

Gergedanın On Üç Günü 1. gün anladım gelmiyor bir şey bir şeyin yanına altına üzerine ve içine zaten hep orada 2. gün saatlerin çoğu belirli bir hayvanı gizlemek üzere serpilmiş lacivert geceye delirmemek için statiktim o belirince sayfayı yeniledim gözlerim varmış o yüzden saatin içine girdim yürüme zannıma düşen ilk ışığa gölge dedim âdem de öyle yapardı devam ettim 3. gün eski günlerden bir yeri daha onardım bugün o da gördü hatta boynuzuyla su taşıdı


4. gün bir ekinoks geçirmişti sadece şen eden hüzün midesini ışıttı irili ufaklı her insanda karaciğer var bir şeyin düzenli olarak ses olması onları üzebilir kanadına denk düşürüyor her kelebek bir gergedan dakikası on sene kadar 5. gün gergedanın uyandığı vakitlere denk gelen koku 6. gün bütün defterleri yazıp kapatıyorum açık kalan defterler kokuyor 7. gün gergedanın ninnisi defterlerin değil kanatların kapanma sesidir 8. gün sen dikerdin siz zımbalıyorsunuz telle kanadı ihtimal yatmamıştır o çamura oscar wilde sırtüstü belki de bu ağaç hölderlin’in dediği ağaç değildir ama zımbalıyorsunuz geceler eski renginde sadece bir hayvanın dile getirdiği debi kalacak bu kemik ve siren seslerinin içinde 9. gün gittiler gece yarısı kadar kanım konuşacak sesini kıstı ay ışığının gergedan

21


10. gün sonra geldin kan basıncı bu benim gövdemi tutan şey yabancı beni sılandır beni tandır beni etli ekmek durdun altı bin saniye taşikardiye depozito yaşlandım edip nerede mavi nerede bunu bulmadım yağmurdan oldu analdan dogma detonesiz bir sağanak bu gece muğla blues 11. gün en son inen fısıltıyla indi yüz bin orman ısındı beş yüz bin mürekkep kaynadı eti demeğe geldi gergedan 22

12. gün bugün pencereden oldu yağmur göndermiş babam oradaydım dedi gözlerimin en çok yaşamaklı anlarıydı etimi neden bu kadar sevdiniz dedi 13. gün isa’yla bir yere gidiyorduk birçok kişi şeklinde bağırıyorduk bilmiyorum hak arıyor olabilirdik bize haklarımız kulaktan dikilerek bu kadar sık unutmak sık hatırlamaksa zaten bir yere gidiyorduk arayüz yığın eski bir meyhanenin mutfağından zeki müren çağırdı sonra siz gittin ben kaldı ben sizi çok eskideniz


Halid Metin

Ufuk Akbal Hastane Kantininde

Böylece başlatıyorum ansiklopedimizi 23

I. yavan bir kaşarlı tost yiyor hastane kantininde Ufuk Akbal çaydan bir yudum alıyor, haşlanıyor dili pijama altlarını, küçük televizyonları ve plastiği düşünüyor fanila üstüne giyilen eşofman üstlerini ve üşüyor Ufuk Akbal üşüyor hastane kantininde dünya tarihini dişliyor ölümlerini düşünüyor büyük adamların bir yandan okşarken revolverini Marx’tan Alman İdeolojisi ve İbn Teymiyye’den el-Akıdetü’l Vasıtiyye cüzdanındaki tüm vesikalıklara inanıyor tek tek hepsine inanıyor ve inanıyor bir gün bir kumsalda ne Ege’de ne Akdeniz’de ikisinin birbirinde kaybolduğu bir yerde sünmüş ve uykulanıyorken uzay-zaman sezecek kristalize bir hakikati şimdi hastane kantininde Ufuk Akbal düşünüyor bütün hastane kantinlerini


“neden çıt çıkmaz bazı saatlerde?” diyor içinden desenlerini parmaklarıyla gezerken yataktaki pikenin çocuk onkoloji koridoruna yürüyor ve havada toz zerrecikleri uçuşuyor ve Allah pencere camında kırılan güneş ışığına, pikenin altında uyuyanın açık ağzına bakıyor bir ıslık duyuyor ve pütürleniyor genzi-damar yolları açılıyor damar yolları açılıyor artık morarmamış bir yer kalmamış bilekleri, kolları, dış yüzleri ellerinin, alt bacağı ve göbeği bir kız çocuk, nüfus cüzdanı on diyor, gözleri yüz gözleri yüz gözleri yüz gözleri yüz gözleri yüz gözleri yüz gözleri yüz fırlıyor Ufuk Akbal çocuk onkolojiden, iç hastalıkları kanadına doğru, lavabo ileride sığınıyor ve soğuk geziyor derisini, derisini yüz yüz yüz yüzüyor dişleriyle kapanıyor damar yolları, ziyaret saati biterken, hastane kantininde 24

II. Ufuk Akbal hastane kantininde bir şeyi düşürmüş gibi duruyor bir şeyi düşürmüş gibi duyuyor, gözleri kalın ipliklerle dikili sağ işaret parmağı izmarit kokuyor ve yan yatağın refakatçisinin kadük önermeleri dindirmiyor Akbal’ın sağ şakağındaki seğirmeyi kaloriferlerin kokusu karışıyor o zehirli devanın kokusuna burnuyla anlıyor Ufuk Akbal birden anlıyor her şeyi düşürmüş avluda upuzun koridorda kimse yok hep atılsa da ayakları ne yavaş bu yola, sanki bir rüyaya giriyor koşa moşa bitmiyor florasanlar bitmiyor o titreyiş gidecek oluyor her şey ve her şey bir geri geliş ile yerine oturduğunda yutkunuyor Ufuk Akbal böylece çıldırmıyor oluyor yutkunduğuyla


Ufuk Akbal hastane kantininde alnını dayadığı masada bir rüyaya giriyor cam ilminden dalıyor ateşin kırıldığı yere rüyasında, trafikte, minik bir otomobilin içinde yarım debriyaj ile ilerliyor, Haliç sahilden Brooklyn Köprüsü’ne ve dizlerinin arasına aldığı ucuz birayı yavaş ve gizlice sabah olana kadar dur ve kalk aheste bir dem oluyor Ufuk Akbal radyo cızırdıyor, güneş tepede, akmıyor trafik, adını çağırıyor bir fahişe alnını dayadığı masasında kantinin, hastanede uyanmak denen şey sonsuza kadar yitsin diye kalkıp gidiyor tuvalete, eli ezbere lambanın tuşunun yerini bir ağacın dikenlerini unutması gibi yıkıyor yüzünü parmakuçlarıyla çapakları ayıklıyor ve aynaya kaldırınca yüzünü otomobilin dikizinden bir doberman köpeği bakıyor görüyor karşısında ve korkuyla uyanıyor

25


Devran Aramgâh Yaz Ödevi 26

Düşüncelerinle beş taş oynadığın bu yer senin evin Değil artık tanıdığın yorgun çakmaklar rüzgârıyla Dağılan bir akşam sehpası gibi aklınla duruştuğun Her anıya yaslı bazı paslı bağımsız bir oyunun son Bulduğu her ziyan mevsimde gerginleşen büyüsüz Karanlık pervazların anımsattığı kadınlardan Oynaşan ve sarkan memelerle eller gibi adımsız İki günlük menteşenin ortasında tanımlanan İlk yaz buharı sarartsa da yalnızca göğsündeki Anısız hazanı böyle böyle tekrarlanır çünkü Çünkü ancak otobüs camlarındaki buğudan Anlarız, anlarız çünkü yaz ve geride bıraktığı Sersefil ter ile eski terlikler birlikte giyimsiz Sevgili diyip sikiştiğin örtülerden değil Otobüs camlarındaki buğudan anlarız Yaz bitmiştir artık.


27

Fran Forman, Offering the Dove


Miraç Ağça 6 Ocak 2013’te İntihar Eden Bir Adamın* Ağzından Yazılmıştır 28

“Ben kainatım” diyorum kimse inanmıyor bana. Ve benim içimde, çok güzel bir kızın ezkaza yanağına yapışmış susam tanesi kadar yalnız bir insanlık yatıyor, yatıyorsunuz. Ama ne susam kadar masum, ne de o kız kadar kedi nefesine benziyorsunuz! Yaşlı sedir ağacının dalından bin yıl önce düşmüş birer yaprak gibi yatıyorsunuz ağzımda. Ağzım bazen lahit mezar, bazen ilkokul çantası; yumurta kokar. Ne diyordum? Babamı gömdüm geçen gün. Geçen gün dediğim bindokuzyüzdoksandokuz yılının sekizinci ayının son perşembesi. Öldüğünde perdeleri hâlâ annem takıyordu evde, çişimi kendi başıma * Metin Kaçan.


yapabiliyordum ama. Karpuzu çok seviyordum üstelik, Bilal dişlekti. Bir fareye benziyordu, Tanrı’yla arasına mesafe koymayı beceremeyen bir fareye. Fare demişken, gemim batmıştı bir kere. İlk Güneş terk etmişti. O kadar ilk terketmişti ki henüz demir almamıştık limandan. Sahi kaptan, deniz kızları nasıl öpüşüyor? “Dört İncil’den Yuhanna’yı tercih edişim niye?”** Ne diyordum? Elbet inanacaksınız gökkuşağının bir ton demirden ağır olduğuna. Çünkü bilemezsiniz temmuz sıcağında vapura çarpan dalgaların dansını. Bilseniz de tarif edemezsiniz, çünkü bakışlarınız başkasının. Bir gişe memurunun belki, en tatlı uykusunda boğazlanmış bir şehzâdenin belki de. Ne diyordum? 29 Yılkıya çıkmış bir yarış atının hakkını kim savunacak? Kim verecek askerler öldürmesin diye bebeğini samanlığa saklayan annenin hesabını? Karpuzu fazla kaçıran çocukların altına muşambayı kim serecek? Bütün ölülerin derileri aynıysa mezarlara kim tükürecek? Ne diyordum? Bütün ölüleri yerine yatırdım artık bizi kentlerin kimliği belirsiz çocukları zaptedecek. Rüyalar küf kokacak, kitaplar kâbus ve şiirler yalnızca kola kutusuyla maç yapanlar için yazılacak. Yatakta yapılan bütün sevişmeler tedavülden kalkacak! Kömürlükler özgür olacak, bizimki hariç...

** İsmet Özel.


Ne diyordum? Gözlerin çok güzel ama bu seni bir tren garından güzel yapmaz. Çünkü dünyanın en güzel yerleridir tren garları, kâinatta bu kadar izmariti başka yerde göremezsin. Binlerce dudak izi yatar rayların arasında, binlerce fısıltı, binlerce rüya sonrası, binlerce kapı deliği. Bakamazsın. Gözlerin yanar. Ne diyordum? Saat sıfıryedikırkdokuz, güneş tedirgin, perdeler uyuyor. Sen de uyuyorsun. Bir ben uyumuyorum bir de kalorifer böcekleri. Saçlarım dökülüyor tek tek toplayıp yakıyorum, delil karartıyorum; federaller peşimde. Herkes gidiyor, ben kayboluyorum. Annem bütün dolaplara tencere koyuyor bu yüzden, çekmecelere ayva ve naftalin. 30 Güzel kokuyor. Korkuyorum. Bütün güzel şeylerden korkuyorum. Ne diyordum? Sahi ne diyordum? İntihar değil onunki kederine son verdi sadece. Lütfen inanmayın bana.


İçimdeki kırılgan yumruk Ve senin o güneşle arası bozuk yüzün Yoruldukça yolumu uzatıyorum artık Akvaryumları çok müstehcen buluyorum Renkleri toplayıp toplayıp sakladıysam Ödül alacağım adresleri de unutmuşumdur nasıl olsa Kabuğunu söktükçe gözlerim Tarihin uzanan sayısız ellerini görüyor Tarihin çarpışan, tokalaşan, tokatlaşan elleri Kimilerince öpülen el istenen elleri Bir anneyle çocuğu arasına giren kılları gibi Ne vaat ettiği belli olmayan elleri Ve senin izlerin dünyadaki edilgenliği hiç bitmeyen Yanlış yere düşen bir vahyi ikna eder söz edişlerin Allah’ın emrine emir Hakikatine yer Sese kulak kulağa ses Tırnaklarının geçirildiği yerde bıraktığı kök Taşınması zora doğru hafızalar doğur evet Bu kanat çırparak vurguladığım Benim bu silah sesi boğuntularım Bahçe kapısının şizoid anahtarı Odamın gri sahne perdesine yansırken Paralel evrenlerde seksek ve terbiyeye takılan ayaklar Durduğunda yan yana dizilip kendimi katlayacağım

Gonca Gül

Sınır durumlar ve patolojik narsisizm

31


Diye Biri

İlker Filiz 32

1. “Merhaba, ben Az Adam. Genelde defansta yakalanırım hayata. Çok koşarım, çok terlerim, ama ne olursa olsun o golü yerim.” Diye Biri Dilimiz hoşgörü dilidir; tüm hırslardan, kinlerden bağımsız, aklen ve ruhen donanımlı olan insanların hiç susturulamayacağı belirgin dönemler vardır. İnsanlığın asıl geleceğini onlar tayin ederler. Kayıplar muhakkak olur, karşıdaki kötülük bin yılan deliğinin birinden seslenir. Gelecek ise her zaman

eksiksiz ve mükemmel inşa edilir. Demem o ki: “Metrobüste milyonlarca akbil sesi nasıl oluyor da birbirine hiç değmeden yere düşüyor.” Ben bu yazıyı şu an aylık akbilimin bana verdiği öz güvenle bindiğim bir belediye otobüsünden yazıyorum. Kaybedenin her zaman tek kazanan olduğunu düşünen İsimsizler Köyü’nden akıl ve ruh mühendislerine selamlar. Sarı kartım yok, arkadan müdahale etmeden sert girişeceğim; takım tutar gibi partilere oy veren vatandaşlar, şöyle bir şey oluyor, iri iri ölüyoruz. Sürekli ciddi ve derin olmaya çalışanlardan ısrarla çekinin ve uzak durun. Bakın bu size


son ihtarım, daha da bu konuyu açmam. Kâğıt masumdur. Bunu ilk söyleyen Cemal Süreya’dır. Ayrıca mart ayında ne şiir yazarım ne de aşktan bahsederim, dışarıda Patililer Cumhuriyeti büyürken. Neyse, her nerede yaşatılıyorsa ve yine de: Mutlu Cumhuriyetler! Bütün bu pencereler bir şeyleri görmek içindi. Zaman çok hızlı yozlaştı. Farkında mısınız, kitap da evsiz. Fark etmedi. Kanlı el her zarûri şey gibi yer çekimsiz kaldı. Kitap okuma ve iyilik yapma hastalıklarının çaresi bulunduktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmadı hiçbir şey. Ayrıca memleketin tüm illeri İstanbul’dadır; fakat İstanbul’un nerede olduğu belli değildir. Ah İstanbul İstanbul olamayalı yağmurun bereketi nedense sadece trafiği vururdu. Sonra efendim, din ve devlet işleri birbirine zamklandı. Bu arada bu coğrafyada nicedir okuma-anlama oranı yoktur, okuma-yazma oranı vardır. Yani daha fazla tespih, daha fazla sabır. Yazı sadece kitap okuyarak geçiştiren; kışı sadece okunan kitapları ısınmak için yakarak geçiştiren garip çocuklardık. Laf olsun diye yazdım, ama, lakin ki öyle değildir. Ve sonuç olarak; hiçlik partisi, oyum her zaman sana.

2. “Milyonlarca yıldır ne yaptığımız hakkında herhangi bir fikri olan var mı?” Diye Biri Bugünden itibaren yarın ölecekmiş gibi yaşamaya başlıyorum. Daha düne kadar haftaya ölecekmiş gibi yaşıyordum. Kasıyordu. Bakalım böyle ne değişecek. Ayrıca gözyaşlarımı kendim siliyorum, başkaları silince alerji yapıyor. Robin William’sın bile intihar ettiği bu dünyada mutlu olmak imkânsız diye düşünmeyin. Metnin gidişatını Atatürk’e bağlayacağım. Çünkü 33 canım öyle istiyor. Atatürk bile intihar etmediyse bizim intihar etmemiz vatan hainliğidir. Hayatım özenti olmakla geçti; rakıya Atatürk içiyor diye, şaraba âşıklar içiyor diye, biraya yolluk (yalan söylüyor, hafif göbek çıksın diye) olsun diye başladım. Az önce ekmek almaya giderken bir kedi gördüm. Beni görünce yolunu değiştiren kedi, seni seviyorum; ben de beni görünce değiştirirdim yolumu. Onun başbakan olmasını istedim. Evet, kedinin. Her şeyi unutuyorum. Ruhu açan anahtar bu. Düşünün; insanlar küfür ediyorlarsa bir bildikleri vardır. Sakin olup dinleyelim. Kim bilir bu sayede hangi gezegenleri keşfedeceğiz.


3. “Eskiden 500.000 liraya ekmek alırdık. Zengin değildik ama karnımız toktu.” Diye Biri Neyse bakkala girdim ve olay cereyan etti. 10 lira para üstünüz kalsa da sakız alsanız, bütün sakızları alsanız? Al lan, almon mu? Ben bir bakkalın bilinç dışını okudum sadece. Yirmi lira verdim. İki bira, bir ekmek aldım. Bana o gözlerle baktı. On lira para üstümü ise biraz çekiştirdi. Hırrladım ve aldım. Bir demircik, yani bir liralık para üstü 34 kalmasına kadar saygı duyarım, ama ondan sonrası soyguna girer hacı. Ekmek alıyorum ben bir liraya. Herif yetmiş sekiz tane sakız verip on liramı çalmaya çalışıyor. Yoo dostum yoo, bu Yeni Türkiye bu değil. Hayvanlar yağmur içiyor, deniz içiyor. Kediler, köpekler yağmurlanıyor. Güvercinler mutlu. Dışarıda yine de her şey yolunda şimdilik. Ekmek koydum pencereye ve “sabaha kadar bitecek lan buuu,” diye bağırdım. Pencereden yağmura baktım ve şairliğimi inkâr ettim bir kere daha. İnsan kendinden utanmaya başladığı zaman derin dengeyi anlamaya çok çok az da

olsa başlıyor. Hiçbir şair, hiçbir şiir kazanamaz. Sen madde bile değilsin, yarattığın bir perde var bu evrenle aranda. Bunu aklından çıkarma. Boş işlerle uğraşma, başarı zaten çirkin bir şey, kaldı ki sanat bile sevginin yanında bir illüzyondur. Ama şeyse, bugün şiir okumadıysan kombiyi açayım ya da bi’ kere de kombiyi köklemeyin, sarılın! Neyse ki küçükken karate yerine şiire gitmiştim, kolay kolay ölmem. Tüm bunlara rağmen hiçbir şiirimi ezbere bilmem. Bilmek de istemem. Allah korusun. Koruyor da zaten. Çünkü kalp ne kadar hızlı atarsa atsın, yorgun ve mutsuz uyanırsın. Uzun lafın kısası arkadaşlar: “Yaşadığımız coğrafyanın kara cahilliğe batması ve derinliğini tamamen yitirmesi sayesinde artık iyi insanların iyi insan olması çok kolaylaştı. Bu avantajı en iyi şekilde değerlendireceğimize inancım sonsuz. Yani duygusal olarak hazmedemediğiniz zaman spor yapınız. Duygu sporu şiirdir. Dudaklar şiirsizlikten ve mucizeyle öpülmediğinden kurur; kendinizi soğukla kandırmayın. Öptüm.” “fuck the poet, love the cat lanet şair, kediyi sev” Diye Biri


Desen: Abilmuhsin ร zsรถnmez


fin 8

4 tl


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.