fin 7
Müdür: Semih Kâtipoğlu Editör: Cihat Duman finfanzin@gmail.com Yedinci Sayı Şubat 2017
4 8 11 14 23 24 26 28
Bana Yedi Güzel Adam’ı Sayabilir misin İsmail? Semih Kâtipoğlu Geçmiş, Gelecek ve Sirkülasyon Olsun Bari Gonca Gül feliçita memet vs ertürk yöndem Gökhan Arslan Anneoluş Yavuz Türk Mutlu Olmaktan Görülen Zarar Ozan Can Türkmen İtikadı Olanın Aşkı Olmaz Seda Kaya An Ne? Halid Metin Objet petit a Celal Kılıçdaroğlu’dur. Cihat Duman
Bana Yedi Güzel Adam’ı Sayabilir misin İsmail? Semih Kâtipoğlu 4
Sosyal medya denen o gayya kuyusunda dolaşan fotoğraf, Konya’da bir kafede çekilmiş. Ortada bir adam, sağ yanında üç, sol yanında da üç başka adam var. Kadın yok. Zaten böyle fotoğraflarda kadın olmaz. Fotoğrafın ilk akla getirdiği, Leonardo da Vinci’nin meşhur Son Yemek tablosu. Sonrasında o resimden esinlenerek binlercesinin yapıldığını, kültürel uyarlamalarla farklı ülkelere taşındığını biliyoruz. Bilmeyenler de hazreti Google’a sorarsa hemen öğrenebilir. Türkiye’de bazı barlarda Cem Karaca’nın merkezde olduğu bir “Rock’ın Babaları” tablosunu görmek için Kadıköy ya da
Beyoğlu barlarına gitmek yeterli. Birinde değilse mutlaka öbüründe karşılaşırsınız. Bu tablonun edebiyat bağlamında farklı versiyonları olduğunu da duydum ama görmedim. Google da her şeye çare olamıyor elbette. Konya’daki fotoğraf ise pek çok açıdan ilginç görünüyor: Belli ki tablo Yedi Güzel Adam’ı temsil etmesi için yapılmış. Peş peşe tuhaflıklar da burada başlıyor zaten. Yedi Güzel Adam İslamcı bir proje. Buna rağmen resim İslami kesimlere uygun biçimde konturlanmamış. Hazreti İsa’nın tasvirlerinden mülhem. Tuhaf mı? Evet, tuhaf. Niye İslami geleneğin
içinden çizilmemiş bu resim? Buna cevap vermeme gerek var mı? Dış mihraklar İslami bir resim geleneğinin olmasına izin vermediler de ondan. Bu yüzden kültürel iktidar sola verildi zaten. Resimdeki ikinci tuhaflık, kadroyla ilgili. Resmin merkezine Necip Fazıl Kısakürek oturtulmuş. Oysa “orijinal” Yedi Güzel Adam’ın içinde kendisi yok. “Ama bu resimde işi ne o zaman?” diye sormanın da anlamı yok. Zira resmi yapan kişinin cahilliğinden daha çok arzusuna dikkat etmek gerek. Necip Fazıl’ın adı etrafında kırk yıldır bir hale kurulmaya çalışılıyor. Başarıldı da. Varsa yoksa üstat. Resmi yapan arkadaşın Yedi Güzel Adam’ın
kim olduğunu araştırmadan lank diye resmin ortasına onu koyması şaşırtıcı değil. Kırk yıllık ilmek ilmek dokunmuş bir çabanın olağan sonucu. Okumanıza gerek yok, sevin yeter. Hatta o kadar çok sevin ki, yerli yersiz her şeyin merkezine koyun. Kültür merkezlerine adını koymakla yetinmeyin Yedi Güzel Adam’ın arasına, hatta merkezine koymakta da beis görmeyin. Nasılsa kimse fark etmez. Niye mi? Geleceğim işte oraya ama tuhaflıklar bitmedi daha. Kim bu Yedi Güzel Adam? Ne zamandan beri kafelerin duvarlarındalar? Yedi Güzel Adam’ın kim olduğunu öğrenmek için yine Google’a başvurun. 1,5
5
milyon sayfadan birisi mutlaka merakınızı giderir. Ya da kafanız biraz karışabilir. Çünkü kesin bir cevaba ulaşmak mümkün değil. Böyle başlangıç aşamalarında küçük kazaların olması olağandır. Neyse ki Üsküdar Belediyesi, sağ olsun, başlarda kim olduğu anlaşılmayan adamların adına bir kütüphane açtığı için artık yerleşik Yedi Güzel Adam belli. Bu listeye göre üstat listeye eklenmemiş. Bu durumda resme üstadı alınca birini feda etmek gerekiyor. Kimdir feda edilen ve niye? Resme dönüp yedi adama bakalım. Necip Fazıl’ın ortada olduğu söylendi. Mübarek olan sağ 6 başta Cahit Zarifoğlu var. Hemen yanında saçlarının yokluğundan tanıdığımız Erdem Beyazıd. Üstadın sağ yanındaki, sanırım, Rasim Özdenören. Üstadın soluna gelirsek hemen yanında Nuri Pakdil var. Onun yanındaki Osmanlı levendi bıyıklı da sendikacı, hani şu milli olanından, Mehmet Akif İnan olmalı. Sağ baştakinin kim olduğunu
tahmin etmek kolay değil. Sezai Karakoç da olabilir, Alaattin Özdenören de. Şimdi birisi çıkıp Sezai Karakoç dururken Alaattin Bey ne alaka diyebilir. Denmemeli. Zira işler böyle yürümüyor güzel ve yalnız ülkemizde. İyi şiirin kötü şiiri kovduğu yalanından bıkmayanlar bu karşılaştırmayı yapsın. Ama mesele o değil. Nedir mesele? Önce şu feda edilme meselesine cevap verelim. Yazının da bir namusu var. Sezai Karakoç feda edilebilir mi? Edilir, niye edilmesin! Böyle zamanlarda kirli çamaşırların ortaya döküldüğüne sıkça tesadüf edilir zira. İkinci Yeni gibi Batı mukallidi, milli ve manevi değerlere sırt çevirmiş bir şiire yanaşan o değil midir? Yerli ve milli olmak için bünyedeki tüm fazlalıklar temizlenecekse onu da dışarda tutmak gerekmez mi? Üstelik o kadar iltifata gönül indirmeyen, hatta YouTube’da yol ve köprü yapan hükümeti eleştirmekten geri durmayan da o değil midir? Cumhurbaşkanlığı Ödülü’nü bin ricayla alan kişi kibirli değilse nedir?
Daha bir sürü kirli çamaşır sayarım size, ama yerim dar. Mesele iyi şair olmak meselesi değildir beyler (madem hepiniz adamsınız bu hitabı hak ediyorsunuz!). Evet beyler, Yedi Güzel Adam meselesi bir edebiyat meselesi değildir. Yedi Güzel Adam meselesi politik bir meseledir. Zaten şiir meselesi olsaydı birisi çıkıp da niye İsmet Özel yok bu listede diye sormaz mıydı? (Şimdi bana İsmet Özel’in kirli çamaşırlarını saydırmayın. O değil midir ki eski solcu ve o şiirleri reddetmiyor. Üstat “Kadın Bacakları” şiirinin yayımlanmasına izin vermezken İsmet Özel ortada dolanıp “Allah bana 20 yaşında komünist olmayı nasip etti,” filan diye zırvalıyor. Açtırmayın ağzımı. Biz konumuza dönelim). Yedi Güzel Adam siyasi bir projedir ve bu gümrah topraklar nice mümbit proje görmüştür. Bugün okullarda Beş Hececiler öğretilip durulur. Sorsan beşini eksiksiz sayan çıkmaz, ama üniversite sınavına girerken ezberletilir. Biri hariç hiçbirinin kitapları piyasada bulunmaz. Bazılarının kitapları en son basılalı altmış yıl olmuştur. Demek ki bu adamları —bak, yine hepsi adam— okuyan kimse yoktur. Niye ders kitaplarında arzı endam edip dururlar öyleyse? Nedeni açık: Devlet öyle istemiştir de ondan. Bir
projedir Beş Hececiler. Edebiyat meselesi değildir, siyasetin alanına girer. Yedi Güzel Adam da Beş Hececiler’den farklı değil. Niye Google’da 1,5 milyon sayfada arzı endam ediyorlar? Niye adlarına dizi çekiliyor, kütüphane kuruluyor, ödüller veriliyor? Dedim ya nedeni açık: Hikmetinden sual olunmaz devletimiz öyle istiyor da ondan. Hani şu televizyona çıkıp sürekli, “Nihayet ulu hakanlığı getireceğimiz günlere geldik, ama kültürel iktidar hâlâ solda” diye tepinen cins cins aslan parçaları var ya, hani şu kılıç yürekli arslan benzeri adamlar… İşte onlar mutlu olsun diye Yedi Güzel Adam projesi var. Google’daki 1,5 milyon sayfanın yarısında yorum yapan Sena’lar, Büşra’lar, Sümeyye’ler, Talha’lar, Enes’ler gidip de başkalarını okumasın diye. Vakit geç olmadan okuma listesini ellerine vermek için. Edebiyatla alakası var mı? Yok! Konya’da bir kafenin duvarında Son Yemek’ten bozma Yedi Güzel Adam tablosu tuhaf mı? Evet, tuhaf. Niye? Buna da mı cevap vereyim artık! Kazanacaklar mı? Tarihe bakarlarsa anlarlar. Yedi Güzel Adam’ı eksiksiz sayamayacaklar. Yort Savul!
7
Gonca Gül 8
Geçmiş, Gelecek ve Sirkülasyon Olsun Bari Biri portremizi çizer gibi durduk Kendimizin yaratıcısı olmayalım diye Tüm dünya sesleri Açılmışken bir bir kabuğundan dışarı, dur Bir kedi gibi cesaret kazanırken, dur Ve sokağa sıçramış bir çığlık Perdesiz eve kadar sekerken Tüm dünya saadeti –evet bundan bahsedebilirim– İntikam alarak dikiyor yırtıldığı anlarını Biz kimiz, sen mi, ben mi, derken Yer değiştiriyoruz rahimlerimizde sürekli Güneş bir farkının olmadığını hatırlatıyor Garsonun bir alakası yok Kulağımıza tükürülen hafta sonu lakapları Kalkmamıza neden olabilirken Buraya niye geldiğimizi ancak ikimizden biri sorabilir
İçindeki ağrıyı arıyorsun, dur Onu sende ben unutmuşum gibi Aceleyle arıyorsun onu, bir cevap gibi yetiştirmek için Biri konuşmaya kalksa dur diyeceğim Biri konuşsa Biri dese ki – Kızım sen kanını doğuştan babanla zehirledin “Her yaşının her bir zaferiyle attın kirini Kızım bize müsaade buyur Kılık değiştirdiğini gördük Kimse inkâr edemez Bedeninin parçaladığını da Gözlerin açılırken Kapanırken Göz kapaklarının arasında eğilip bükülen dünya Ağzın açılırken Kapanırken Ağzının gizinde büyüyüp küçülürken söz Bunları biz…” İsmin hatırlanacak, dur İsmin olma, bir çukur gibi düş yükseldiğin yere Parantez içinde bir cenin Toprağı koklayan bir ölü Kaldırıma çıkmak kadar basit yaşayan bir çağ Gözlerimden hafızama hücum eden şu lekeleri Tükürdüğüm halde çıkaramıyorum
9
“Bunları biz...” Biri portremizi çizer gibi durduk Sanki kabuksuz bir salyangozun ısrarla sığındığı bir ev Kendisinin yaratıcısı olmasın diye Sokağa sıçrayan o lezzetli çığlık Perdesiz eve kadar sekerken Boz hacmini ve seril Yere bir karanfil yaprağı gibi
10
yetmez ama evetçilerden, kabataş özürcülerinden kendini solcu sanan ulusalcılardan kafayı çekip çekip intihar eden katırlardan karasevda yüzünden kendini ateşe veren çadırlardan rüzgâra göre yön değiştiren kullanışlı aydınlardan gezi en başta masumdu diye söze başlayanlardan ilişkiler üzerine kitap okuyup hiçbir şeye ilişmeyenlerden soykırım denince jön kesilen ittihat terakki düşmanlarından 23+1 nisanlarda bir günlüğüne ermeni olan ekabirden ortadoğuyu sınıfta bırakan coğrafyacılardan kapalıçarşıda halı açma tekniklerinden herkes birinin askeri herkes en kahramanlardan gaz kaçırıp suçu torununa atan ihtiyarlardan ekran başında ‘yatmadan önce yüz fırça darbesi’nden dilleri ellerinden kirli klavye siyasetçilerinden dudakları aşınmış saray soytarılarından yılanların taşla baş ezdiği modern çağlardan işçi bayramını işçilerine çalışarak kutlatan patronlardan word’de kürt’ün altını çizen türk dil kurumu’ndan cem-i cümlemizi koru ey kirli gerçekçilik
Gökhan Arslan
feliçita memet vs ertürk yöndem
11
Beth Conklin
Beth Conklin, An Angel
Anneoluş
Yavuz Türk 14
GIRIZGÂH Kadının anneye dönüştüğü noktada birçok şeyin değiştiğini biliyoruz. İnsanoluştan veya kadınoluştan farklı olarak orada bir “anneoluş” durumu vardır artık. Kadın, anne olduktan sonra artık eski dertler ve tasalar kalmaz. Başka bir mekanizma çalışmaya, işlemeye başlar. Hatta vücut ve bilhassa duygular, o güne kadar kullanmadığı, işin aslı pek de ihtiyaç duymadığı bir duyarlılığa geçer. Kadın için başka bir paradigma söz konusudur artık. Başka bir hayat düzleminde ilerler ve değişik bir gözlükle bakmaya başlar etrafına. Kimi zaman aşırı duyarlı bir çerçevedir bu.
Anne olma durumuyla ilgili üç fotoğraf beni epey “çarptı”. Dolayısıyla aşağıda birkaç şey söylemeye çalışacağım dilimin döndüğünce. Şimdiden belirtmeli: Söyleyeceklerim, birer fotoğraf altı yazısı gibi düşünülebilir. Nihayetinde, ikisi gerçek biri kurmaca olan bu fotoğrafların bana söylediği şeylerdir bunlar. I. MERHAMET Hikâyeyi hepimiz biliyoruz. Birkaç gün televizyonu ve medyayı işgal etti, içimize oturdu. İran’da bir anne, oğlunun idam cezasına çarptırılan katilinin ayaklarının altındaki sandalyeyi
çekmek üzere idam sehpasına doğru gidiyor. Oğlunu yedi yıl kadar önce bir kavga sırasında bıçaklayarak öldüren ve İran mahkemeleri tarafından idam cezasına çarptırılan bir katilin altındaki sandalyeyi tekmelemek ve tıpkı oğluna yapıldığı gibi onun da ölümle cezasını bulmasını sağlamak üzere. İran yasalarına göre, birçok suçta şeri hukukun yansımaları var elbet, bunlardan biri de kısas. Katil idama mahkûm edilirken bir şerh konuluyor: Maktulün ailesi, isterse bu cezayı kendi elleriyle infaz etme, isterse de idam cezasını affetme yetkisine sahip. Yani ölüm cezasına çarptırılan mahkûmun hayatını bağışlamak. Bizim vakamızda, bu yetkiye sahip olan baba kendi tasarrufunu anneye devretmiş. Bu hakkı onun kullanmasını istiyor. “Çok acı çektin sen,” diyor ona. Ortada, yedi yıldır çekilen somut ve dağ gibi bir acı var. On sekiz yaşındaki bir evladı toprağa vermenin acısı. İranlı anne, idamın gerçekleştirileceği günün gecesinde sabah kadar uyuyamıyor, gözüne uyku girmiyor bir türlü. O güne kadar, tam yedi yıl boyunca içindeki öfke, kin, nefret ya da adı her neyse onu titizlikle besleyen, büyüten ve vücudunun parçası kendisinden kesip alınmış bir kadın olarak gidiyor oraya. Henüz on sekiz yaşındaki bir
evladı yitirmenin acısına, yıllarca devam eden hükümsüzlüğün sürüncemesi ekleniyor. Sabah olduğunda herkesle birlikte gidiyor idamın gerçekleştirileceği alana. İdam mahkûmu alana çıkarılıyor. Elleri ve ayakları zincirli, gözleri bağlı. İdam mahkumu yukarı doğru kaldırıyor kafasını. Göğe haykırıyor. Ne dediğini bilmiyoruz. İdam mahkûmu sehpaya getiriliyor ve boğazına ilmek geçiriliyor. Kadın, sandalyeyi katilin altından çekmek, aslında infazı gerçekleştirmek üzere sehpanın yanına geliyor. İdam esnasında olması gereken herkes orda: Arkada sağda imam bekliyor, onun işinin bir kısmı şimdilik bitti. Bir kısmı da infazdan sonra. O 15 bir yan figür, ama olmazsa olmaz. Etrafta ise birkaç kişi. Fotoğrafın gövdesinde hareket halinde iki figür var: Biri anne, diğeri ise infazı az sonra gerçekleşecek olan katil. Yeniden bir katil ve maktul denklemi yaşanacak birazdan. Oğlu öldürülen anne, kendi eliyle ölüme gönderecek oğlunun katilini. Etraftan, halka açık biçimde sunulan bu gösteride herkesin beklentisi bu yönde. İnsanlar bu idamı bir tiyatro gösterisi gibi izlemeye gelmişler zaten. İki kişi (anne ve katil) etraftaki diğer insanlardan biraz daha yüksekte. İnfazı gerçekleştirecek, gerçekleştirmesi beklenen anne ile boynunda ilmek ölümü bekleyen
Fotoğraf: Arash Khamooshi
16 katil sandalyelerin üstündeler. İkisini
etrafında ise 5-6 kişilik bir kalabalık var. İnfaz memurları, hapishane görevliler vs. İran’da yaşanacak sıradan bir idam vakası. O kadar sıradan ki, idam mahkûmunun altındaki ahşap sandalye, apar topar, hapishanenin belki de bir yerinden tutup getirilmiş gibi. Sevimli görünen ve dekora hiç uymayan bir kahverengilikteki bu eskimiş sandalye fotoğrafın odağını kaydırıyor. Gözümüz ister istemez bir trajedi izlerken, bu bir fars mı acaba diye bir duyguya kapılıyoruz. İpin bağlandığı demir iskele de sanki bir inşaattan artakalmış gibi. Hemen biraz önce burada hummalı bir inşaat faaliyeti yürütülmüş ve birdenbire,
sahne kararıp da o kısacık sürede dekoru el yordamıyla değiştirmeye çalışmış aceleci bir tiyatro grubunu izliyoruz sanki. Tıpkı sandalyenin sakilliğinde olduğu gibi, yağlı urganın bağlandığı demir çubuklar ve düğüm de son derece iğreti ve sadece bir dokunuşla paramparça olup çözülecekmiş gibi. Fotoğrafta en fazla hareket halindeki şey annenin ağlamaklı suratı ve katilin suratından bir tokatla seken eli. Elinin hareketinden bu tokatın çok da sert olmadığını anlıyoruz: Hafif bir tokat bu besbelli. Anne, katilin sandalyesini tekmelemek yerine ona “hafifçe vurarak” cezalandırıyor. Cezalandırıyor mu? Yoksa kendi içindeki bir meseleyi
mi hallediyor. Nefsini terbiye ediyor belki de. Bunların hiçbirini bilmiyoruz elbet. Bildiğimiz şey şu: Bu hafif tokatla birlikte, kadının içindeki cezalandırma hissi, öfke, kin, düşmanlık tümüyle ortadan kayboluyor. Annenin dudakları hafifçe sıkılı, gözleri ise ağlamaklı görünüyor. Asıl muhataplarımızdan biri olan idam mahkûmunun suratını bu açıdan net bir şekilde göremiyoruz. Acaba ne düşünüyor, ne hissediyor o esnada. Sonuç olarak, anne Samereh Alinejad, oğlunun katilini affettiğini ve bir tokatla cezalandırmayı seçtiğini duyuruyor. Görevliler mahkûmun boynundan ilmeği çıkarıyor ve onu sehpadan indiriyorlar. Annenin derin bir kin ve intikam hissinden birdenbire böylesine keskin dönüş yapması, işte asıl insanların dikkatini çeken şey bu. Oysa kendi beyanından biliyoruz: Kocasına, “Oğlumun katili yaşarsa ben dayanamam, ölürüm,” diyen bir kadın var. Aynı şekilde, infazın gerçekleştirileceği günden üç gün evvel oğlu rüyasına giriyor ve ona “Rahatım yerinde, sen intikamından vazgeç,” dediğini ve katilini affetmesini salık verdiğini söylüyor. Bir şey daha: “Attığım tokatla birlikte sanki bütün kötü hislerim ve intikam duygum silinip gitti ve huzurla doldum,” diyor.1
17
Fotoğraflar: Arash Khamooshi
İkinci fotoğraf daha yaralayıcı: Katilin annesi, bu yüce gönüllülük karşısında Samereh Alinejad’a önce sarılıyor ve ardından ayaklarına kapanarak, oğlunun canını bağışladığı için diğer annenin ayaklarını öpüyor...2
II. YALVARMAK Bir terör soruşturma ile ilişkili olarak bir grup genç gözaltına alınır. Kocaeli emniyetindeki sorgularının ardından adliyeye sevk edilen gözaltındaki dokuz genç serbest bırakılır. Bu esnada emniyetin kapısı önünde gençleri bekleyen aileleri ve arkadaşları bulunmaktadır. Serbest kalan gençler adliyenin merdivenlerinden inerken, bir kişi hızla merdivenlerden yukarı doğru çıkar ve arkadaşlarına doğru yürüyen Ç.E.’yi kolundan tutup âdeta çekiştirerek götürür.3 Tam bu esnada, oraya rutin bir görevle gelen gazetecilerin ve 18 muhabirlerin, hatta orada bulunan hemen hemen herkesin dikkati bu olaya çekilir. Adliyenin kapısının girişinden bir gencin kolunu sertçe çekip götüren şahıs kimdir, neyin nesidir? Orada sıradan bir adli haberi görüntülemek üzere bulunan kameraman gayri ihtiyari bu olaya odaklanarak genci ve onu kolundan tutup sürükleyen adama doğru yönelir. Takip eder onları. Ve bundan sonra tümüyle orada odaklı kalır kamerası. Adam merdivenlerden çapraz bir şekilde kolundan çekiştirerek indirdiği çocuğa, adliye önündeki yoğun kalabalıktan ayrı olarak kenarda bekleyen iki kişiye doğru hızla götürür. Burada artık biraz mesele
aydınlanır. Çocuğu kolundan tutup götüren büyük ihtimal babasıdır. Yanına getirdiği iki kişiden biri muhtemelen kardeşi olmalı. Diğer kadın ise şeksiz şüphesiz annesi: Çünkü çocuğu görür görmez, bir tür refleksle sarılıp sonra da ayaklarına kapanmasından anlıyoruz bunu. Çocuğunun ayaklarına kapanmasından. Yanındakiler onu kollarından tutup kaldırmasa belki bir süre daha çocuğunun ayaklarına kapanıp öylece kalabilir. Bir kadının anneye dönüştüğü noktalardan biri de bu belki. Oğlunun veya kızının ayaklarına kapanarak yalvarma ve ağlama kudreti ya da zaafı. Biz “erkekler” bilmiyoruz bunu. Bilemeyeceğiz de. Böylesi durumlarda bilemeyecek olmanın bir miktar yaralayıcılığını hissediyorum elbet. Kadına verilen bu tuhaf his. Kimilerimiz bunun aşırı bir tepki olduğunu düşünebiliriz. Oğlunun elinden alınacak olması, hapsedilip zindana atılma endişesi, elindeki en değerli varlığını uzunca bir süre göremeyecek, hatta belki de hiç göremeyecek olması... Kısacası onu kaybetme endişesi. Fakat endişeli geçirilen bir zaman diliminin ardından (ki o zamanın kaç saat, kaç gün olduğunu bilmiyoruz henüz) verilen bu tepkinin, bir çeşit tahakküm mü yoksa tümüyle teslimiyet mi içerdiğini de düşünmek gerek.
Oğlunun önce boynuna sarılan, sonra da yavaş yavaş ağlayarak çöken ve çöktükçe oğlunun dizlerine, sonra da ayaklarına kadar kapanan bu kadının o esnada ne söylediğini bilmiyoruz. Gazetedeki habere göre oğluna yalvarıyor. Mümkün. Muhtemelen oğluna bir daha böyle şeyler yapmamasını, “olaylara karışmamasını”, onu karakol ve mahkeme kapılarından toplamak istemediğini yalvaran bir edayla söylüyor olabilir. Elbet o duygu yoğunluğu ve ağlamanın içinde, belki de ne söylediği tam da anlaşılmadan. Çocuğun ise yeni çıkmaya başlayan hafif sakallı suratından henüz yirmilerinin başlarında olduğunu anlayabiliyoruz. Belki yirmi bile değil. Parkası, genç yaşı, gözlükleri ve bu olayların akışına kendini tümüyle kaptırmış haliyle sahnenin içindeki en naif
figür o. Belki de az önce çıktığı mahkemenin etkisi ve şoku var üzerinde. Anne bir süre oğlunun ayağına kapanmış vaziyette duruyor. Çok kısa bir süre. Belki de kendinden geçerek bir nevi sinir boşalması yaşadığı refleksif bir hareket bu. Her halükârda yaralayıcı. Annenin mutlak bir çaresizlikle, ihtiyacı olduğu (çünkü vücudunun bir uzantısı o) kişiye bir nevi aşkla yalvarması gibi: Ne olur beni terk etme! Yalvarırım beni bir daha bırakıp gitme! Meseleye, olaya çocuğun cephesinden baktığımızda onun kameraya yansıyan sersemliğini anlamamız mümkün: Birisi ayaklarımıza kapanmış bir vaziyette bize yalvardığında ne düşünürüz? Karşımızdaki, bütün iradesini tümüyle askıya alarak, kendi varoluşunun veya
19
ruh halinin tamamen bize bağlı olduğunu beyan ettiği durumda ne yaparız? Vicdanı katı olanları bir kenara bıraktığımızda, sanıyorum cevap aşağı yukarı herkeste aynı seyreder. Şeytanın avukatlığını da yaparak söyleyelim: Bir süreliğine de olsa, biz de irademizi askıya alıp, bu yalvarma karşısında tabi olmayı seçeriz. Yani, senin yalvarmana karşılık ben de bütün irademi bir kenara koyuyorum ve aramızdaki tek hakikat (en azından bir süreliğine) birbirimizden ayrılmamak… Burada işte, zaaf, tümüyle adanma ve aşırı teslimiyet durumu, karşıdaki (yani ayaklarına kapanarak teslim olduğumuz) 20 insanda bir çeşit tahakküme dönüşür. Belki geçici bir süre ama yine de bir tahakküm bu. Artık senin iradene muhtacım, buradayım, tümüyle sana tabiyim, diyerek aslında tersinden onu teslim almak ve onun iradesini ele geçirme meselesi. Bazı durumlarda son çare olarak kullanılan bu silaha (evet, kimi insanlar bunu bir silah olarak kullanırlar) anne çok erken başvuruyor. Zaten tam da bu yüzden bunu bir silah olarak kullanmadığı belli. İlk anda, bir çeşit refleksle yapılmış bir hareket bu. Telaşın rahatlamaya dönüşmesi ve bu korkunç telaşı ve dehşeti bir daha, bir daha nerdeyse sonsuz
bir döngüyle yaşama korkusu. Bir şeyin olacağından korkmanın, olayın kendisinden çok daha fazla acı vermesi meselesine hiçbirimiz yabancı değiliz. Sonra ne mi oldu? Ayaklarına kadar kapanmış kadını oradaki üç erkek birden kolundan tutup yerden kaldırmaya çalıştılar. Anne ayağa kalktıktan sonra oğluna bir şeyler söylemeye devam etti. Sonra onu ve çocuğu kalabalıktan biraz daha uzaklaştırdılar, bu esnada çocuğun arkadaşı olması muhtemel iki kişi ile kısa bir tartışmaları var anne ve diğerlerinin. Anne burada muhtemelen oğlunu, karakollara, mahkeme kapılarına sürükleyen ve onun bu hale gelmesinde sorumluluğu olan kişilere öfkeyle bir şeyler söylüyor. Olabilir. Çünkü diğer iki kişi anneye bir şeyler açıklamaya çalışıyor. Bunun ardından anne üzerindeki montu çıkarıp oğluna giydiriyor. Kolundan tutup, bu sefer başka bir tür telaşla onu oradan, olay mahallinden, oğlunun mahkemelere düşmesine neden olan bu insan grubundan, bütün bu kötülüklerden uzaklaştırmak için önce yavaş bir tempoda, fakat hemen sonrasında nerdeyse sürükleyerek cadde boyunca onu götürüyor ve en sonunda ikisi birden kadrajdan çıkıyorlar.
III. TEHDIT Bir fotoğraf gözüme çarptı sosyal medyada. Son derece “gerçek” görünen bir fotoğraf. İnsan gözünün görüp de hapsetmek veya anında, olay gerçekleşir gerçekleşmez unutmak istediği, veya hafızasının derinliklerine atmayı seçtiği bir görüntü karesi.4 Tahmin ediyorum bir anne, elinde pala tarzı uzun bir bıçağı karşısındaki polisin gırtlağına dayamış, aslında belki dayamamış, bir dans figürü öncesindeki gibi narin bir vücut hareketiyle gardını almış. Her an her şey olabilir. Sağ elindeki palayı hafif bir el hareketiyle çekip karşısındaki polisi öldürebilir. Veya buna fırsatı kalmadan/kalamadan kafasına
Cristo Rey (2013) filminden bir kare
girecek birkaç kurşunla oracıkta olduğu yere “narince” yığılabilir: Çünkü kendisine çevrili tam üç silah bulunuyor. En azından bu karenin karşısında duran bizler için öyle. Yoksa, karenin dışına doğru çıkıldığında, kamera yavaş yavaş zoom out yaptığında belki kendisine doğrultulan silahların sayısı bundan çok daha fazla. Bu karenin merkezinde ne var? Karenin gövdesinde ilerleyen, aslında bu durağanlığın içinde hareket halinde olan ne var? İlk bakışta aşağı yukarı iki nokta: Kadının gözleri ve boğazına bıçak dayanmış polisin bakışları. Ama öncelikli bakışlar. Biraz sonra, biz bu sahneye bakadururken, bir an gözümüzü 21 kırptığımızda sanki görüntü adım
adım ama ağır çekimde ilerleyecek ve başka bir kareye geçecek gibi. En ön planda olan iki figür dedik: Diğer unsurlar, kareye sadece kısmi olarak iştirak ediyorlar, ama bu sahnedeki etkileri en az diğerleri kadar baskın. Çünkü ne de olsa dört başı mamur bir gerilim ânı bu. Bakışlardan görüntünün dışına doğru çıkmaya çalışan, âdeta patlayan, görselin asıl yoğun noktasını oluşturan kadın ve tehdit altındaki polis memurunun bakışlarından vücutlarına doğru aynı gerilim çizgisinin dağıldığını görebiliyoruz. Memurun sağ elindeki silah yerde oturan bir siyahinin kafasına dayanmış. Bütün mesele burdan başlıyor demek ki. 22 Oğlu tehdit altındaki anne, oğlunun kafasına polis tarafından bir silah dayanmış anne, artık başka biri haline gelebilir, geliyor da. Kadının vücudu, saldırıya hazır, palayı kavrayan sağ elinin bileği tetikte. Palayı tutan eline destek olan diğer eli ise yanda, vücudundan biraz ayrılmış vaziyette. Kafasını biraz bize doğru çevirmiş. Böylece asıl muhatabının gözlerine “vücut diliyle” doğrudan bakmıyor. Çünkü gözleri tehdit eden bir ton takınmış. Sakın, diyor, aklından bile geçirme, sakın ha! Üstelik belki de kafasını sağa sola sallayarak bu söylediğine destek veriyor. İlgisi, bakışları, surat ifadesi ve vücudu sadece ve sadece karşısındaki polisi tehdit etmeye
dönük. Bunun dışında bir düşüncesi yok. Tek bir şeye odaklanmış durumda. Besbelli; kendisine çevrilmiş namlular umurunda bile değil. Her an ufak bir el hareketiyle polisin kellesini alabilir. Kendisini bu konuda epey kudretli görüyor. Kudreti ise, kendisine çevrilen silahları kaale almamasından kaynaklanıyor. Aslında orada olanların tamamı da bunun farkında. Dolayısıyla, biz ve karenin içindekiler artık çok iyi biliyoruz: Kadının (düzeltelim; annenin) oğlunun kafasına bir silah dayandığı zaman, kendi canından bir parça ölüm tehdidi altındayken ne yapabileceğini, nasıl oğlunu koruyacağını, korumak zorunda olduğunu bize gösteriyor bu sahne. NOTLAR 1 Haber için bkz. http://www. hurriyet.com.tr/oglunun-katilini-sonanda-ipten-kurtardi-26238373. 2 Fotoğrafçının bu olayı anlatan diğer fotoğrafları için bkz. http:// www.worldpressphoto.org/collection/ photo/2015/spot-news/arashkhamooshi. 3 Olayın videosunu bu linkten izleyebilirsiniz: https://www.youtube. com/watch?v=9pijJX07iGk. 4 İnsanlar bu kareyi sosyal medyada gerçek bir olayın belgesel fotoğrafı gibi tekrar tekrar paylaşmışlar. Halbuki, bir iki yerden kontrol edince bunun bir film karesi olduğu anlaşılıyor: Cristo Rey adlı 2013 yapımı henüz izlemediğim bir film bu.
–Psychic Gibbon–
İşte bitendir sırtımızı yelken sanmakta rüzgâr Ölür Mecburu mecbur Kanı benzer takasta Kısmetse kafeslenir Değilse kafeslenir ve zaten kafestedir Suşeker ve buhar Anladım Görünce Süs gecelerinde dolu ve mutlu birden Seni bir çiçek nedir maddenerji tozsavur Birlerces açar solar üç günün kırlarında Sen de yakında işe girersin Annenin arkadaşları olursun elli küsur yaşında Beni genç beni talepte beni köpüğü Ağacı söyleyeni sözü Hızlı yontulmuş taşı hissedarı Tanrı co. Doğa ltd. Toplum aş. Tek başına büyük öteki bir an Gördüğünü unutma. Geceni gecenin gecenin gecelerin Geceni gecenin gecenin gecelerin Gününü gününün gününün dünlerin Beş taş beş parmak her zaman.
Ozan Can Türkmen
Mutlu Olmaktan Görülen Zarar
23
Seda Kaya İtikadı Olanın Aşkı Olmaz
24
Düşünüyorum düşünüyorum kış göğünden ışık almış çıt kırılan bi vaşak Tozunu alıyor pıçaklıyor kılçık atıyor ama yemiyor Senle benin köpeklere attığımız sokak uykusundan Bir muamma bir ilmek bir muamma bir ilmek Pencerelerini böyle ördük oysa ki senden benden bir gençlik Hem ince hem işçi o tarladan
Ah o tam sayfa alaturka Ah o dava Boyun bükmek yasa-larda başa-k veriyor aşk veriyor hayat veriyor buğdaya Ekmeği olmayana suyu kalmayana Gel yine de deneyelim Günü bizden acıyı rızıktan bir daha topla Sonra da topuğunu saralım mı vuralım mı ne isterse söylesin hadi Canım benim canım atlıkarınca
İşte tam olarak burda Düşünmek düşüyor ağzımla tuttuğumuz senle benin Kurttur kuştur muhtelif karnı açlara Kabirde kazak niye Lambadan ziya doğuyor azap Niye kardeşlerim niye Kış göğüne aitmiş dediğiniz ordular değilmiş ama niye Düşünsen de kaldırmazlar aklında Sonra binyıllar geçer Senle benin sokaklara attığımız köpek uykusunda
Artık hem değili hem zamanı Boş ver ziya sen doldur Bak bu da içinden kış göğü çömelerek geçmiş Bir garip ay tabak Sen onun adını vaşak çağır aşk çağır Pıçakla beşe ayır Tozunu al çık biraz daha bağır Yemediysek de içeriz uykulardaki şaraptan Düşünüyorum düşünüyorum Nasibi niye kovdular ki acaba bu mahv-ı cenkte huzurdan
25
Halid Metin An Ne? kıstırılışın harflere şimdi kaktırarak dökümü şu orada dur gözle çünkü sen kanamadın nenden an toplar seğirirken butları oksijen oksijen bu kemiklerimin kırılası bana neyi vaz ettiyse o 26
sen orada durmaksın sesin diptedir kırışışı gibi sunulur salınır orama bir kızçocuk boynu krepdöşin ah sen böyleydin böyleydin yaklaşırdın atardı düğüm böyle tutardın tutulması gerekeni yok gibi gergin boğumu jiletler kıpırtısız bir iç frenk dudak öyle sessizdi ki kıskavrandım soluk borumdan ta ve işledi işledi öldüresi anlaştık hiç pürüzsüz o bağrı: ölümü değil ama ölüyü: durmadan çıplak ama düğüm onun açılır gözleri bir küçük uzayda ip ip çözülür artık dile gelir mi bilmem ıslanır mı deliklere bir çıslık suyun altında sanki taşa taş değmiş taşa değmiş sara O’nun yokluğu orada gümbürtüyle O suyun altında yok gümbürtü O en çok oradadır yokluğuyla sen orada durmaksın ve ben çok geç artık doğdum
Danny Galieote, Revelation 1
Danny Galieote, The Epiphany
Objet petit a Celal Kılıçdaroğlu’dur. Cihat Duman 28
Benjamin Button, bir kardeşi olacağını öğrendiği an adeta beyninden vurulmuşa dönüyor.
bazen artarak, bazen de dalgalı bir grafiği vardır temyiz kudretinin.” Çıkardım Celal’i oradan masama
Oysaki annesi sahte, kardeşi de sahte olacak. Üstelik kendisi yedi yaşında olduğu halde yüzü buruşuk, kemikleri iltihaplı ve kulakları çok ağır işitmektedir. Tam bu anda filmi dondurup Celal Kılıçdaroğlu’nun hazin çehresini getiriyorum muhayyilemin ön kapısına. Onu orada bir leğene koyup çimdiriyorum. Buruşuk görünümlü taze bedenine annemin bana çeyizlik olarak gönderdiği lifi sürüyorum; “Sakin ol,” diyorum, “temyiz kudreti bu dünyada istikrarlı işlemez. Bazen azalarak,
koydum. Şimdi size sesleniyorum: Celal Kılıçdaroğlu kendi kendini mi delirtti, yoksa içinde bulunduğu toplumsal koşullar, ailesi, abisinin parayı kumarda yiyip bitirmesi gibi parti yönetmesi mi delirtti? Herkes yaşlanırken Benjamin Button gençleşiyordu, herkes akıllanırken Celal Kılıçdaroğlu deliriyordu, herkes tweet atarken Ufuk Akbal word uygulamasına bir şeyler yazıyordu. Celal Kılıçdaroğlu’nu evladını elinden tutup karıya götürmeyen babalar delirtti kanımca, Celal Kılıçdaroğlu’nu
29
bizim umarsızlığımız, bizim boşboğazlığımız delirtti. Aniden deliren Celal karşısında yaptığımız tek şey onu parçalayıp aktrollere atmak oldu. Aniden deliren Celal, delirmekle var olan Celal belki de dünyaya yeni doğuyordu, hayatının ilk günleri onu hain bulan bizler, kullanışlı bulan çomarlar ve dışlayan yakınları arasında çiğnenerek geçirdi. Oysa planlı kötülükler yapan kötülere bile sırf güçlü oldukları için karşı koymaktan aciz kalan bizler, bir bebeği Jonathan Swift’in
alçakgönüllü önermesinden beter ediyoruz. Faşist iktidarın delirttiği tek isim olarak, onurluların şanlı tarihine geçmeyecek belki Celal, fakat ben inanıyorum ki, delirmekle var olanların en muhalifidir. Bizler klavyelerimizin, ekranlarımızın başında onun bize medya tarafından sunuluşu itibariyle değerlendirdik. Medyanın, iktidarın, görüngünün birer nesnesi haline gelmemiz, ya Rabbi, ne utanç verici, halkım, ne dehşetli, düşündükçe teessüfüm artıyor. Celal Kılıçdaroğlu,
Celal Kılıçdaroğlu olduğu için girmedi bizim muhayyilemize. Celal Kılıçdaroğlu, abisi Kemal Kılıçdaroğlu’nun kardeşi olması hususiyeti ile yerleşti dimağa, bu sebeple bir tür mecaz gibi değerlendirebiliriz Celal’i. Bu mecaz, psikanalitik bakımdan nereye tekabül ediyor peki? Açalım: Celal Kılıçdaroğlu modern bireyin Kayıp Büyük Ötekisi’dir. Modern birey Büyük Öteki’yi sabitleştirdiği için artık arzu mekanizması çalışmamaktadır. Bu sebeple Kendi Kayıp Büyük Ötekisi’ni verili olandan çekip çıkarmaktadır. Peki bu mütekabiliyet neye işaret ediyor? 30
Trileçenin ülkeye girmesi ile birlikte –bu tarih “Hatay döneri” adlı bir tür dönerin İstanbul’da parlatılması tarihine denk düşer– başlayan yenilgi, seküler bireyde büyük çaplı bir oyuk açtı. Trileçe çıkıyor, selfie çubuğu çıkıyor, yineliyorum: Trileçe çıkıyor, selfie çubuğu çıkıyor ve Celal Kılıçdaroğlu çıkarak bir devri kapatıyor. Referanduma sayılı günler kala bir dönemin kapandığı müjdesini vereceğim izninizle, veriyorum. Celal, Kayıp Büyük Öteki’nin son numarasıydı dostlarım. Son numarası. Şimdilerde onun âlem-i şuhud’da yok oluşuna beraber şahadet edeceğiz.
fin 7
4 tl