fin 6
Müdür: Semih Kâtipoğlu Editör: Ufuk Akbal finfanzin@gmail.com Altıncı Sayı Ağustos 2016
4 8 10 14 19 26 28 32 34
allah’ı kaybederim ferhamus şogun Bir İlkçağ Enstrümanıyla Ramazan Parladar Not Being At Home Sırrı Can Kara Tadilat Bitti / İncir Taşıyan Traktörlerin O Büyük Sürücüsü Ufuk Akbal Türkçe Şiir Gezisi, 2015 - İstanbul Halid Metin IQ 65 Çağnam Erkmen Kuşbakışı Birkaç Işık Yılı Gül Yıldız Andırgrantbaz Yakınlaşmalar Abilmuhsin Özsönmez Şehirli Şairler Antolojisi V2.0 Semih Kâtipoğlu
allah’ı kaybederim
ferhamus şogun 4
bana yıllar önce erkekliği öğreten kadın, üç gün önce ölmüş. bakir dudaklarımı kendi kadınlığını sınamak için yaratılmış bir lezzet olarak gördüğü belliydi. bir kanepede oturmuş felsefe konuşuyorduk, bir anda kant’ı, spinoza’yı yere fırlatıp teklifsizce beni kendine çekti. fransızcamız yok oldu o an. dilsizlerin lügatını açtı rüzgâr, sayfalar hızla çevrilmeye başladı. o masum fransızcamızla inşa ettiğimiz şatolar devrildi. iki eliyle kavradığı başımı öz suyunu içmek için ağzına dayadığı tropik bir meyve zannediyordu. bilgisizliğim bedenimi, tecrübesiyle şımaracağı bir alan olarak görmesine sebepti galiba.
bilmiyordum kadını. bu bilgisizliğimi apaçık sergilemem merakını celbetmişti. meğerse ezberimdeymiş cahili olduğum kadın ezelden. ellerim göğüslerini kavradı, yumuşaklığında sıcaklık buldu. dudaklarımı dudaklarının arasında üzüm gibi ezerken çoktan kendi bedenimi onun tecrübesinde pişirmeye koyulmuştum. ellerimin çalıştığını hissettim ömrümde ilk defa. bir hamur gibi beni yoğurarak kıvamımı keşfetti. keşfettiği bu şeye sadece kendisinin bildiği bir isim koydu. beni o an koyduğu isimle çağırdı. artık onundum. ilk defa sahiden çağrılmıştım. ilk defa birinin bana doğru geldiğini, benimle
geldiğini, gelişinin tükenmediğini görmüştüm. o zaman 15 yıllık kısa ömrümde ilk defa dışarıda olmadığımı duydum. teni tanıdım. tenin hafızasızlığını ve bitip tükenmez görünen eskiliğini. etin görkemini, ruhun etle kaynaşmış bir sonsuzluk olduğunu kavradım hayatta. otuz yaşında olgun bir kadınla birlikteydim ama binlerce yıldır yeryüzünde vakit geçiren tüm kadınları onun bedeninden kendime çektiğimi hissediyordum. bir sünger gibi mas ediyordum dünyayı kadından. kömür isinden sokakların görünmediği, ışıkların bile ancak bir hayali beslemeye yettiği puslu bir ankara akşamında bir kadının bacaklarının arasına başımı kapatmışken işittim akşam ezanını. unutamadım. akşam ezanları benim için hep bu özel anıyı kaydettiğim birer taş plak oldu. her gün, akşam ezanını, orucunu zorla iftara yetiştirmeyi bekleyen aç ve tahammülsüz bir mümin gibi bekledim. inkâr etmeye lüzum yok. o akşam kadın denen hakikati iliklerime kadar hissedip ona taptığım için sonradan allah’a kulluk etmeye hak kazandım. imanımı apaçık bir günaha borçlu olmak beni allah karşısında boynu bükük kılsa da insanların arasında adına gurur diyebileceğimiz bir vakarla dimdik dolaştım. bu günah yüzünden tövbe etmedim allah’a.
apaçık böyle bir tövbe imanımı gereksiz gördüğüme delil sayılırdı. bazen allah ona inanmanızı değil onun karşısında tüm iddialarınızı soyunmanızı ister. bu da değişik bir türüdür imanın. onu bırakamazdım. o an, o akşam öyle sanıyordum. 1975’te 15 yaşındaki bakir bir oğlan 30 yaşında bir kadının bedeninde hazır bulunuyorken dünyanın yuvarlaklığını bile tartışmaya açabilirdi. her şeyi kadına değiştirebilir öyle durumlarda kendinin acemisi bir erkek. haz sonsuz bir çöldür ve erkeği ele geçirdiği an ona aklının ve her şeyin gereksizliğini anlatan seraplar gördürür. seraplara inanırsınız, sizi saran çölden kurtulmanın tek yolu gerçeği inkâr etmenizi sağlayacak hayali manzaralarsa fikri ve onun kılçıktan yenmeyecek eziyetli etini hemen tükürür, hayalin size sunduğu ırmağa eğilip kendi aksinizi seyrederek susuzluğunuzu doyurursunuz. haz bittiğinde pelte gibi mezar çukuruna uzatılmış ceset halinde kendini bulmak, bu tamlık duygusu sahiden erişilmezdir. o an ölüm erkek için mükemmellik düşüncesini kusurlu kıldıracak bir tamlık vaat eder. vaat anında yerine gelir. ölmeye hazırdır erkek. huzurludur, sorgusuzdur. soruları göremez. bu türden bir huzuru ancak
5
geceler boyu allah’ı düşünmekle elde edebilir bazı sofular. ama onlar da elde ettikleri şeyi asla sahiplenemezler. onların huzuru sadece teslim olmaya, teslim alınacak noktaya ulaşmaya bağlıdır. öbür tarafta kadının karşısındaki erkek dünyanın tüm kalelerini fethetmiş ve tüm kalelerini bağışlamış cömert bir askerdir. hiçbir şeyi olmadığı için her şeyi bilmeye yakın olmak şimdiki kapitalist güruhun akıl erdiremeyeceği bir hakikat. işte bana bu sözleri söyleten kadın üç gün önce ölmüş. postacı
üzerinde onun adının yazdığı bir zarfı bana verdiğinde öğle namazını henüz kılmıştım. tespihim elimdeydi hâlâ. iadeli taahhütlü gönderilmiş zarf. anladım öldüğünü. içimde bildim. zarfı açmadım. açmayacağım da. açarsam onunla bulduğum allah’ı kaybederim. oysa her akşam ezanında kadınımı yeniden kazanmak, onun hatırasıyla doymak istiyorum. ona duyduğum açlığı bitirmek istemiyorum.
6
Kari Lise Alexander
samanpazarı-ankara 15 eylül 1993
Kazuki Takamatsu
Ramazan Parladar
Bir İlkçağ Enstrümanıyla
8
Can H. Türker’e
çık burçlarına kişneyen atların birtakım zamansızlıklardan gelmiş gerilimli közlenen etler gibi büzülen bir şeylerdik ipin iki ucuna gittik geldik gittik ortalarda seninle bir anı edindik pek katlanılamayan pek yakışıksız ve kilitli küf kokan sincap uykulu koştuk ve üzüldük beyazıt’ta bir sahafta üzüldük uzayıp giden bir bozkırda değildik sal omuzlarından çayırlara hücumu umulmadık zamanlarda umutsuzluk çanları klasik gitardan çıkan birkaç küçük kıvılcım azala azala çoğalttık bir şeyleri seninle geldik ortasına bir şeylerin bir şeyler içtik kederli büzülerek avlusuz ve bir boşluğunda evin nal sesleridir üstte mavi gök setler kur kıyılar yap serp kuşları yokuş yukarı
yokuş yukarı evet salgınlardan kurtularak o gül salgınlarından kurutulmuş sulara artık kokmaz bizde kadıköy’de bir sabah yüzerek bir bakış geçmez haydarpaşa’ya çün gözlerimiz ortada kuruyup kalmış bozkırdır kıpırtısız bir düşünce soğumuş bir eşik çün gececil bir ongundur ağaç oynar kaç bin yıllık ormanda olur elbet seninle yeni uzamlara sıkışmak orda yeni orda renksiz orda kaygılı duruşmak yıkanmasız süt gölünde anne sözünde kuşlukta ve üstümüze gelişinde temmuz ortalarının yol bulamamamışlığımız olur bir ulu bozkır suyuna suyun kenarına suyun kenarındaki ulu taşlara ki uğultularla gelir ordan çınlar kulaklarımızda ordan uğultularla aprın çor tigin ordan uğultularla asıg tigin ve çuçu ordan uğultularla balasagunlu yusuf ordan uğultularla ali şir nevai yunus ordan uğultularla seyhan erözçelik
9
Sırrı Can Kara Not Being At Home 10
Barış Özgür için
Benim şimdi bir izlerim kaldı dişlerimle dünyaya bıraktığım her günkü hıncımla tramvaylara doluşum hayatıma yeniden başladığım her yeni çocuk Beni hatırlıyor şimdi hepsi kimse unutmuyor Hatırlansak ne olacak çirkin adamlarız biz yüzlerimiz sakallı Kimseyi karımız olacak kadar tanımak istemiyoruz Bir gözümüz ilanlarda ve ellerimiz kalübela Herkes bir alçalma on ikiden sonra herkes başa bela On ikiden sonra hicaz herkes herkes bir başkaldırma Herkes bozuk bir kafiye işte yarısında telefon çalan pazar uykusu Her sabah uyanır uyanmaz 200 mg Levitron Dört gündür ölemiyorum içim acıyor
Söz verdiğim yerlere gitmedim altı aydır Ayıp oldu herkese Allahım ya yazdıklarım başıma gelirse Allahım bu bendeki hep bir şey olacakmış hissi Ben yani kalakalmanın müptezel orospusu Annemin söylediklerini bulamadım hiçbir kitapta Bulamadım kirli yüzüme bakacak birini hiçbir yanımda Evet zeki çocuğumdur aklım çalışır ama itilen benim bir kenara Davet edilmeyen benim sabah kahvaltılarında gülünmeyen ben “O”sun oğlum işte sen gövdende doğuştan gelen kırmızı bir yara Susuz gezen de cünüp kalan da sensin İlmihal okurken korkan da Ağlayan her kıza içi sızlayan sensin lan alt tarafı bir gecelik kızlara Uzun sürecek daha bunlar içimiz delik deşik olacak Hesap birikti Allahım akşam yatmadan dört bira İçtikçe şişen göbeğim evsizliğim dört gündür dönerken Söyleyecek bir söz yazacak bir laf bulamamam masanın başında yani her davetin son anda geleni her yaranın irini oluk oluk akanı Masanın başında tırt kitaplar perdelere bakarak gözümün doluşu Geceleri annemden gizleyişim kendimi sonra anneme sokulmam Hem son kertede hayata yapılacak en iyi şey neyse şimdi sırası değil Herkes akıl danışacak ama kimse adımızı geçirmeyecek işin sonunda İşin sonunda biz yine hiçbir yerinde olmayacağız o istekli akışın İhmal edecekler bizi soluğumuzu duymayacaklar üzgünüm Anne bak aslında iyiyim valla öyle daralma geldi başka bir şey yok Kafayı kırıp her şeyi yüklenişimiz dört yıllık ayakkabılarımızla Allahım sen kabaran hesabımızı yirmi birinci yüzyıla bağışla
11
Kevin Chupik
Rick Timmons, Dos hombres que hablan
Joe M. Ruiz, Don de vuelo
Laurie Lipton Cuarto Caballo, Del Apocalipsis
Ufuk Akbal Tadilat Bitti 14
tadilat bitti, ev mesûd oldu parke tozları, mermer tozları göçtü açık camlardan site bahçelerine ilk yeşiller düşmüş tozlar yeşillere doğru savruldu; doğa mesûd oldu beslendi, semirdi, semizleşti böylece kedi, altından çekilen zemini geri kazandı gövdelere atalet egemendi, hay hak def olundu içimize inşirah ferahlığı doldu parkeler temizlendi - artık geniz yakmayacak rayiha mutlaktı, rayiha güzeldi duvarlar boyandı, badem ezmesi, mum ışığı, şeker penbesi ve dingin mavi bir imkândı; yatak odası artık ışık alacak orta oda; bir bebeğe hazırdır artık
en seri odası evin ve ben kovuldum evet, akşamları birkaç bira içtiğim, müzik dinlediğim odamdan yıllar evvel kendime verdiğim bir söz sebebiyle kendimi kovdurdum neyse ki, kovulmama koca itirazlar yükselmedi derlenip toplanmaya, gelenek koridorundan geçerek bu yeni halini evin ziyaret etmeye topluca hazırdır artık bir koca kadıncıl kabile ve tüm bunların üzerine kırmızı bir demlik çay iyi gider melamin tabakların üzerinde servis edilmiş gün ışığına doğru kaldırılarak; bu tavşanı kime boğdurdunuz? ya bu aslanı kime boğdurursunuz? 15
taşlıkları suladık, nane ektik cam içlerine, beyaz verniklenmiş masaların üzerinde fesleğenler var ellerimizi sürtüyoruz ara sıra, burnumuza götürüyoruz; bize doğduğumuz evleri hatırlatır diye. ve çay ocakta vals yaparken, sen de ayırdına vardın mı? motiflerini kendin seçtiğin su sızdırmaz bir dekoru egemen kılmak için neleri dışarıda bıraktın? neler içeri girmedi evinden ve biz neyin provasındayız, hangi büyük derlenmenin küçük de olsa, için hiç sızladı mı?
Ufuk Akbal 16
İncir Taşıyan Traktörlerin O Büyük Sürücüsü İnternet kafelerde banyo yapan onurlu adam halid metin’e
çörek ve kuru etle besleniyor halid metin mavnalarda uyuduğundandır bebek iskelesinde, çengelköy iskelesinde kolları ve bilekleri iyimser bir adamın kolları ve bilekleri gibi tutuyor ahşabı maşayla mangalı karıştırıyor ve küller aralandığında tekil közü buluyor akşamları ininden şehri izleyen bir mimarın titizliğinde köz bazen gecede bir ışık, bir uzak ev ormanın içinde ateşböceklerini andırıyor
bir geceden sabaha uzatılmış bir tas işkembeyle pusula oluyor halid metin şehre dayanamayanlara “çıkmam diyor, daha uzağa gitmem” kozmetik endüstrisinin bilemediği istekleriyle yerine şekerli ve çiçekli kokuları serper kadınlığın üstüne kadınlığı bizler için yağlı bir yüzey ve karanlık bir kutu eyler akşam geçerken ve akşam esmerken, çörek ve kuru et yiyor oluruz halid metin’le o tunusyen develerin üstünde halid metin göğsünü açar, madalyasını gösterir sevgilisi göğsüne kazımış, onu sıcak damgalarla inandırmış - inanmış o da; “rağfiklerim beni seviyorlar, kârilerim beni seviyorlar” eski sevgililerim de beni sevecekler artık, intikam yemeğini buzdolabının dibinde unutup çünkü aşk unutturur onu, artık bozulacak, küflenecek, küflerinden bir yavru kuş bir larva doğacak gibi yeni hayatlara bir hatıra ormanı dikeceğiz, bültenlere konu edilen ve çıkan her akşam 6’da
çörek ve kuru et yeriz halid metin’le etobur kertenkeleler, são paulo kıyılarında ne bulup yerlerse öyle.
17
Mao Hamaguchi, Conversation
Marco Rossati, El cazador submarino
Halid Metin
Türkçe Şiir Gezisi, 2015 - İstanbul İstanbul’a ve bir tramvayda “Nazik olalım, nezaketli olalım, birbirimizi kırmayalım başka İstanbul yok!” diyen yaşlı deli’me
1. “bosforus boğaz turu bosforus boğaz turu bosforuuus” ve güya Hegel demiş ki: “hayır hayır meyve istiyorum!” bütün delilerin deliliğini aldığı bir meyve yok. tımarhaneye gitmişim bir gün ve “bana 1 kilo delilik verin!” “hayır hayır delilik istiyorum!” çok. işte Nişantaşı’da bir bankta oturuyorum, izlemiyorum, yazıyorum kuşlar tadar bir saçak
19
Türkiye kadar bir bıçak özenip kendi çanaklarımdan içmiyorum ve diyorum Allahım sen ne çok bacak yarattın yazleyin daha iyi anlaşılıyor bu ve kendi yanaklarımın içine değen su öldürdüğüm sinekler öçsüz kalacak ölüyoruz demek ki Türkiye kadar bir bıçak
2.
“bi liraya, bi liraya, bi liraayaaaa”
dinelmiş bir kötülük Üsküdar fazlalıkları iskeleye dökülmüştür.
20
kıyamet kaba bir şekilde anlaşılmayacak biz nazikçe dürtükleyeceğiz içimizdeki oğlanı gündem değişecek ve yine hasarsız atlanacak zat-ı mutlak ne oldu anlamayacak tuşları kontrol ederken Çamlıca’daki camii tamamlanacak ve açılışından itibaren artık Teşvikiye’de kılınan namazlar bile kabul olunacak Eminönü’de iki çocuk birbirini elleriyle deniyor ve inanıp seviniyorlar olduklarına çünkü inanılmaz kışlık montumun sol koluna bir öpücük kondurarak göz kenarlarımı eritiyor syria sorry syria pity boy oy ama ben unutuveriyorum böyle şeyleri çabucak ve istiyorum seni ellemek ellerimle babamın alay ettiği ellerimle seni ellerim isteği eriyor yutağımda Beşiktaş’ta palmiye var Çengelköy’de çınar demedim mi? Kabataş’a doğru yürürken susarak demedim mi? Demeyenler alır kaçar özlerinden anlar saçar Bu bir gemdir eder duçar kaçamazsın demedim mi?
3. ölü izlerimi sürerken sürüklendiğim Bebek sanki havada durmasız asılı bir yutkunamayış ve sallanır hepimiz ağaçlara Aşiyan’a doğru-lukla bakarsanız görürsünüz hayaletini bir Çocuk Hanımefendi’nin ve pembelik hücum! boğazınıza. elini hafifçe sağa kaydır ve bak (aynadan) elin hafifçe sola kaymıştır ne yazık ki bir gül bir türlü bir gül olamamaktır acıyla çıkılan bir ondokuzyaştan acıyla girilen bir yirmiyaşa her ıskalanmaktadır ve tamamlanmama ve ey eski eksik! ey gürbüz güvercinleri Bebek’in geberesi! ey Marmara!
4.
“yağmura şemşiye yağmura şemşiye yağmuraaa”
şiir artık Aksaray’dan geçiyor, geçecektir, olmalı. saat kulesinin altı. çünkü kapkara. fakat Ece öldü. Sirkeci’den ne kaldı? bu dünya güzel değil ama Gülhane ağaçlık hâlâ. ben dünyadaymış gibi korkuyorum. ruhum, Halid Metin alt geçitten geçiyor, duyuyor musun? turnikelerden geçiyor yürüyen bantlar şu iğrenç halkımızın arasından geçiyor nasıl duyasın? Haseki-Cerrahpaşa. etinin mahvoluş haritası, yumşak anılar, nemli yaz akşamları. şimdilerde ne her yerde Fairouz çalıyor ne de biz inanıyoruz yumşak ve iri pembe güllerli bir Arapçanın var olduğuna. parkta poşetlerini yıkayan deli kadın ve Sezai bey de burada fakat dediği İstanbul nerede?
21
iki yıl evvel burada Beylerbeyi-Yalıboyu arasında Asaf Halet merdiveninin eteklerinde iki ağaç birbirine sarılmıştı birer dalları marifetiyle ben o zaman, Çengel’den, evden çıkmış Hamid-i Evvel’in önüne ölmeyi düşünüyordum pijamalarımla ve ilk Rimbaudlar. Allah’ın yalıları aramızdan çektiği denize oturdum yetmedi temaşa ve neden uçuşup durmak durmadan istiyordum babamla
5.
22
“üç tane sakızz elli kuruuuuş”
anılar mı yok ki benim anılarım bir başkası yaşamış bu yerlerde hayır diyor sen o yılı da yaşadın Kuleli’den atladın suya, körlerle ağladın orospularla köpekler besledin Kadıköy’de, sonra peygamberler gibi kovuldun Beykoz’da bir kızla kırmızı elmalar dişledin önce ve Kandilli’de ıhlamur uzandın çimenlere ve çimenlere uzandığına inandın bittiğine yaranın tırmandın Mihrabat Korusu’na, küçük teknelerle Kanlıca’dan Emirgan’a geçtin ve Haşim ve Yahya Kemal filan bile ve diğerleri sayıldı bir şeyler bir şeyler unutuldu gitti, Yalıköy ve Yeniköy, yunuslar ve Ahmed Mithat Efendi ve düşler, Çubuklu’dan geçerken ve upuzun Beykoz çayırı ve avluları camilerin Ortaçeşme, Küplüce’de zarif bir gayret, el içen sakallar ve birden cennet ve güzel tahtalardan çatılmış sandalyeler ve çocuk gibi Riva yolunda gömüldüğün Akdeniz, derinde tuz, gözlerinde yük kendini Bahçeköy’e attığın otobüs Maden Mahallesi ve iki tepe arasından şu yediırmaklıboğaz, genzine dolan Allah ve Kilyos: soyuluşu bir kabuğun çırçıplak yara oluşun son sarışınlıklar otobüslerde, bütün mümkünlerin bitimi, aczi koca bir geminin Anne’yi öldüren Anne ve Sarıyer’de zırlayan çirkin Nezahat “ben naaptım ağbi ben naaağ” yollar boyu döktüğün dalgınlık ve erken gövermiş tüm o kızlar, dirim saçarak seken ve orayı büken on bin kız ve on bin akbil belki diyor ki: “hayır sen yaşadın!” AMA eve pencerelere dönemiyorum istemiyorum biliyorsun
6.
“selfiler beş lira selfiler beş selfiler beş”
oysa yalnız bir saattir Beyoğlu’daymışım itiraz etmek infaz etmek inkâr etmek doluyorum SİZ NEDEN TÜRKÇE KONUŞUYORSUNUZ Türkçe bunlar değil ve içimdeki Adnan muharrir tüm bu bildik sonlu yüzleri ve şu tiksinç müsamereyi tükrüklerle kargışlıyor: Türkçem benim deli gömleğim! doğacaksa Beyoğlu’da doğmasın ölecekse Beyoğlu’da ölmesin
şimdi yıkılan vatanın ortasında Beyoğlu’da bir kafedeyim. ve onu yazdığım kadar fena bulmuyorum hatta burada oturabilirim. 23
Alfredo CastaĂąeda, Perdon y Florecimiento
Kacper Kalinowski
Alexey Ezhov, El cuarto de los sueĂąos
IQ 65 Çağnam Erkmen
26
Sabah yediye kurulu telefonumun alarmı çaldı. Kapattım. Her on dakikada bir hatırlatma yaptığına
arkasını kolluyorlardı, ama Marcus gözetildiğini fark etmiyordu. Biraz dalgın, biraz hiper fokus gibiydi. Beş
göre en az kırk kez çalmış ve uyanamamıştım. İşe mesaj atıp mazeret bildirdim. Marcus duştaydı. Marcus’un çıkarttığı sesler beni hep incitti. Umut vaat etmeyen irkiltici takırtılar… Marcus’un, emekleme yuvasında, yerdeki oyuncakların üzerine kör ilerleyişi tuhaftı, ama gülüp geçmiştik. Diğer bebekler oyuncakların sağından solundan geçmeyi başarıyordu. Biraz geç konuşmuştu, evet. Yuvadaki yaşıtları o sandalyeden düşmesin diye
yaşında tanısı konuldu. IQ’su 65 idi. Sapasağlam gürbüz aşkımızın, devrimci birlikteliğimizin, kapasiteli zekâmızın ürünü, işte böyle bir ilk çocuktu. Kaç ‘özel çocuk’ okulundan atılmış, kaç kez uyuşturan haplar vermemiz telkin edilmişti. Bir müddet direndiğimiz sisteme teslim olup, ilaçları dayadığımızda, pencereden bulutları seyreden on yaşın, “korkuyorum mama”, “neden korktuğumu bilmiyorum” diyen mahzun bebek bakışlarıyla kaç kez yıkılmıştık?
Dün gece ağlamıştım, çünkü sosyal devletin duygusuz mektuplarından biri daha savunmasız yakalamıştı. Eğitilemez çocukların iş öğrenebileceği kampların birini sevebilir, bir umut, belki bahçıvan yamağı olur, belki marangoz hamalı, belki patates soyabilir Bavyera mutfağında diye yaptığımız başvurunun yanıtı, yine yaralayıcı, yine olumsuzdu. Hayır, bizim uzun boylu, pembe yanaklı, yakışıklı melez yavrumuz hiçbir işe yaramaz ilan edilmişti. Marcus sokakları keşfetmiş, eline verilen bonzaiyi denemeye başlamıştı bile. Çünkü sadece arka sokaklarda adam yerine konulmuştu. Gerçekten sadece ötekiler tarafından hiyerarşi içinde gözetilmiş, bu yüzden
olmayan zekâsını şizofreniye çekecek kliniklerle karşılaşacaktık. Marcus yanıma oturdu; ıslak. Biraz huzursuz, gergin ve yere basmayan mutsuzlukla; “Telefonunun şifresi ne?” dedi. Bıkkıntıyla, “Artık cihazları kurcalamayı bırak,” dedim. Dinlemez gibi, “İyi uyudun mu mama?” “Uyuyakalmışım, alarmı duymamışım.” “Evet. Çünkü ben dört saat yanında oturdum, alarmı erteledim,” dedi. Hırsla bağırdım: “Neden!” “Telefonunun şifresini bilmiyordum, bilseydim alarmı iptal 27 edecektim.” Agresifleşti. Kızdım, ağlamaya kaldığım
kriminali sevmişti. Çünkü iyi insanlar olduğunu iddia eden hayırsever kurumlar için aşılamayacak sınırlar vardı. Hıçkırıyordum, on beş yaşındaki aklı evvelimi evde tutabilecek gücüm kalmamıştı. Çaresizdim. Memlekete dönmek de çözüm değildi. Şark kurnazı mahallemde de başka küçümsemeler, aşağılama ve alay vardı. Görüyordum. İçimi çekiyordum sıkça. Bundan sonra ya hapishaneyle ya da girenin bir daha çıkamayacağı, yüzlerce kimyasalın hoyratça zerk edileceği,
yerden devam ettim hırsla; “Marcus! Marcus neden böyle yapıyorsun? Neden! Neden sen böylesin!” Kriz geçiriyordum. Geriye çekildi. Tıpkı pencere önündeki korkulu bakışlarıyla, “Çünkü. Sen hep ağladın hiç uyumadın... Uyuyasın istedim,” dedi. Ayıldım. Dört saat boyunca tam elli defa alarmı ertelemişti. Marcus için bir umut vardı. Umut hep vardı. Umut bekleyişin içindeki sabırdı. Öyleydi. Allah kahretsin!
Gül Yıldız
Kuşbakışı Birkaç Işık Yılı evet, hayat sürmeli bir yıldızın izini... insana güveniyorum olan her şeye karşın... suyun doksan derece karşısında kumdan bir sal, kıtalar boyunca
28
gümüş iğde ağaçları hep bir sonraki dağın ardında... su yağarken göğe ve akarken yer yüzüme yalnız bir sonsuzluktan çekiniyorum fani bir halde etrafa dağılıyorum dağılmış parçalarımdan topluyorum cesaretimi bir yarım kadar yorgun bir bütün kadar yalnızım şimdi aşk ve şirk.... birbirine ne kadar da öteki iki kelime ve kavuşmak da bir mesele. tek elimi gözlerime gölgelik ettim, yok yere.
bakışlarımı ufkun doğu kıyısına bir nakış iğnesiyle narince diktim. hissediyorum.... okyanusun ortasında bir yelkenliyle rüzgârı beklemek gibi durgun çöle sevgilimle uzanmış yıldızları izlemek gibi bir iz sürüyorum gözlerimin ezelinde. seziyorum... esrarında sonsuz düş, sözün yüksekteki sesi Samanyolu boyunca arşın arşın geçmişi ararken nice yollar arz ettim, kanadım. bir kanadım sahilde diğeri denizde, her dalgada göğü taşıyorum rüyalarımda uyuyakalıyorum her gün yeni bir tarih yazıyorum şimdinin içinde... yaz günü ortada tek gölge kalmamışken güneşe çıplak gözlerimle bakıyorum bir rüyanın tam ortasında sabaha karışıyorum
29
Kim Nelson, Isis sin velo (detay)
Jana Brike
Louise Kelly Judd, Eclectix (detay)
Abilmuhsin Özsönmez 32
Andırgrantbaz Yakınlaşmalar Bukowski ile Ali Tekintüre arasındaki sınıra ince dememizin esbabımucibesi aynı katta oturmaları ve gamzeli bir bel ile epididim arasında sıkışmış bir miktar döl deli taklidi yapan birinin bile bizimle halvet olması kâfiyken hatt-ı zatında performatif Soner beyin karşısına dikmeye tam o anda Ufuk Akbal’ın Türk Bukowskiciliğinin Çöküşü adlı yazısını yüksek sesle okumayı teoriden pratiğe geçiremediysek bu bizi bir kez daha sağcı yapar, yaptı. ah ape ah ah azgın taşra deyyusu neler ediyorsun yine
bieyyihâl dinledik yumurtayı vazoyu ve kıymayı anlattı yunaytıdsteytofamerikacıl dublaj sesi ile pis moruğun güncesini andırgrant kederimize eşlik etti biralar şişti mesane sıkıştı döl heyhat! su yolunda indi şaplak viski şişesinin kıçına bebeğim su yolunda buram buram Yozgatlı Okşan’ın vazelin kokusu Stirkoff şok Stirkoff burnunu tutuyor tam bitişiğinde amanallahım şu sanatsal performansın götürmek için eve yumurta ve kıyma vazolara amlarını rehin bırakan kadınlar
Bukowski ile Ali Tekintüre arasındaki sınıra ince dememizin esbabımucibesi nezaket değil sanat aşkı hiç değil aynı katta oturmaları ve gamzeli yahu onu da geçelim hadi hadi gamzesiz normal bir bel ile epididim arasında sıkışmış bir miktar döl
33
Semih Kâtipoğlu Şehirli Şairler Antolojisi V2.0 34
Bir adam karikatüre bakıp 31 çekiyor Sorunca Cemalîyiz ondan cevabını veriyor Bir başkası şişme bebeğe bakıp şişirmeden zübzüblemenin yollarını arıyor Cihat Duman bedelli askerlik için Tefeciden tefe almış ceketi rehin Şiiri azaltıp romanı artırmış bu yüzden sırtı sürekli kaşınıyor Yavuz Türk sigarayı bırakmış Old Holborn içiyor sarısı bulunmazsa tütüncüde boynunu büküp kaçakçılık bitmiş diye tütüncüye söyleniyor Ufuk Akbal Beylikdüzü’nde yan hakem kötü şiir gördü mü kart gösteriyor bir de yakini var Apemohsen’dir geceleri Turkcell’in hasılatını yükseltiyor
Fatih Mutlu’yu aradım telefonu meşgul Oysa hâlâ kontörlü hat kullanıyor Tasarım işinden voleyi vurdu diyorlar Parasını verip şiir yazdırıyor Bülent Parlak 20 bine ev bulmuş almamış 5 sıfır atılsın diye bekliyor 20 bin kere tövbe edip şiire 20 bin birinci kez yazıyor Ahmet Güntan vardı 2000’lerin başında şimdi tekrar gelmiş arsa bakıyor mesir macunu yiyip gençleşmiş diyorlar 6 kişiyle aynı anda bilek güreşi yapasıymış İbrahim Tenekeci vardı tenekesi boşalmış zdon zdon boş ses veriyor yankısı yok Hakan Alttanbenzer var bir deli oğlan Şiirin nargile kafesidir. Yeni yetme genç kardeşler de şair oldular Bakalım hangi modaları getirecekler Avrupa gençliği başkaldırıyor Bizimkiler kaldıracak bir şey arıyor
35
fin 6