fin 5
Müdür: Semih Kâtipoğlu finfanzin@gmail.com Beşinci Sayı Mart 2015
4 6 10 12 16 19 20 24 26
etik olan/neşeli olur & neşeli kalır & neşe verir Rüşdü Paşa Ünlüler Geçidi / İlik Emerken Yüzümün Girdiği Şekiller Semih Kâtipoğlu Seyhan Hatıra Ormanı Ufuk Akbal Romandan Bir Seda Cihat Duman İhlalî Abilmuhsin Özsönmez Uçmakos Albatros Büklümoğlu Doğu-Batı: Fragmanlar, No 5 Fatih Mutlu Ayağı Kırıldı Al Atının İsmayil Sakin Şişman Sütçü & Fırat’ın Hikâyesi Selim Gül
etik olan/neşeli olur & neşeli kalır & neşe verir Rüşdü Paşa 4
“gerçeğin aşırılığından veya imgelemin aşırılığından yanılgıya düşmek aynı şeydir: her iki durumda da yani gerçek dahilinde dışa yansıtılan ya da imge dahilinde içe atılan ebedi anne-baba, oedipusçu yapıdır. edebiyatın bu çocuksu kavranışı içinde, rüyanın ortasında olduğu gibi, yolculuğun sonunda da aranacak olan babadır. kişi anne-babası için yazar” deleuze 1. aynı şeyi yazıyoruz/yazı/ biçimsizdir & bir eksiktir/eksik olan
sonsuza kadar beliriyor/bir/bir türlü ortaya çıkmıyor. 2. yazar bir mimardır/mimarlık son derece tehlikeli bir kip/imge renk nota kelime hakikat hatıra ile gerçekleştirilen yapı yazı oluyor. 3. türklerde geç kuruluş okulunun ismi ne güzeldir/dil-tarih & coğrafya/metin kişisel olur & tarih coğrafya dil inşaa eder/mimari son derece riskli eylemdir/kurgu ile gerçek arasında gidip gelmelere sonsuzdur.
4. hakikatin & adaletin efendisini yeryüzünde aramak/bir yanda/ yanın yanında/coğrafyada aramak putperestliktir/türkler bugün putperest oldu. türkçe/bugün/dikte ediyor/kavramadan, anlamadan, hissetmeden, ihtimal vermeden. 5. neş’eli olmak en iyi haldir/daimi neş’e yalnızca etik insan tekinin gerçekleştirdiği bir şey/oluş/biçim. 6. 40 yaş altı türkler ne yazıyor/ yazdıklarında zamanın coğrafyanın dilin ruhu/yol açıcılık & neş’e yok. 7. türklerde kitap yayımlamak ağaç katliamıdır. türkler bilmediklerini, sanılarını, bildiklerini yazıyor/ korkunç. 8. yaşanmış & yaşanabilir olan geçicidir/geçici olanın yazılması/ yayımlanması ağaç katliamıdır. 9. çocukluğumun geçtiği meram yeni yol’da büyük kadın/erkek olanı olmuş olanı konuşmazdı/gelenek olduğu bilinirdi/kaçış en büyük şekli ile buradandır & gelenek belirsizlik
karşısındaki en yüksek mimari eserdir. 10. lawrence/buyurdu/ben zürafaysam ve benim ve benim hakkımda yazan sıradan ingilizler de iyi yetiştirilmiş, iyi huylu köpeklerse, her şey apaçık ortada, hayvanlar farklı farklıdır…içgüdüsel olarak, olduğum hayvandan nefret edersiniz. 11. her an aynı olamayız/insan yazarken bir başkasıdır/nevroz, psikoz bir yana bırakılır/bir başka ruh ödünç alınır/ödünç alınan köpek de olur. 12. bilmenin tersi bilmemek değildir/ sevmektir/ 13. bir önceki iç savaşta dayak yemekte olan bir adam/beni anlamayı beni anlamayın/diye bağırdı. 14. yazı/çocuk yazısıdır/levent yılmaz’ı seviyoruz/levent yılmaz/ çocuk yazısı yazıyor/afrika bir çocuk yazısıdır.
5
Semih Kâtipoğlu Ünlüler Geçidi 6
eşyanın sırrı aynanın sırrı bdp’li sırrı arasındaki bağ bir olasılılık kuramı, bir üstyapı modeli olarak bizi siyasi orhan gencebaycılık’a götürür bir saygı felsefesi olarak gencebaycılık özelikle felsefi olmayanı eve almadığımız eve iş getirdiğimiz şu müstesna günlerde yaşam alanımızı optimum ölçülerde berhudar eder, ergonomik ve lirik kılar bak burada latife yapmıyorum çün gencebaycılık –bilhassa siyasi olanı latif değildir latif olan sol iclal aydıncılıktır hele ki geldiyse akşam şişman ve insansızsa
ah benim puta tapar gibi allah’a tapan halkım ah benim iktisat tarihiyle mülhem beşeri coğrafyayla mukim şiirler yazan arkadaşım ah benim sizlerle el ele tutuşup kırmızı halılarda yürümek istiyorum bir de beni kırmazsanız eğer bülent serttaş da bize katılsın istiyorum çün bülent serttaş kadim bir dosttur, kolay yetişmez elazığlıdır ve de organik bizimle yürümesi belki bizi değiştirir ama insanlık tarihini değiştirmez bilirim ve bildiririm bülent serttaş’ın kazası yoktur şimdi lütfen yeniden düşün çok şey mi istiyorum?
7
Semih Kâtipoğlu İlik Emerken Yüzümün Girdiği Şekiller 8
cumayı hiç kaçırmadım, cuma’dan hep kaçarım turizm haftasından bahsetmişti imam son dinlediğim hutbede şirk olmasa da en azından dil yarasıdır hutbeler diyanetin bel ağrısıdır turisti görse imam elhamdülillah der et döner yedikten sonra da elhamdülillah der ben de tutar go derim imam da ben de et severiz, ben sadece antrikot yerim
ahmet kaya olsa yaprak der, kozalak der ahmetçiler et yer ot sever hemen tanırsınız kısa a harfini kazandırdığı için dilimize tdk kürtlüğünü affetmiş diyorlar ki tdk’yla diyanet danaya girmişler o yüzden kürde de şark vilayetlerinden denir 96’da bir laf duymuştum daru’l harb deyu yıl 2014 hâlâ yanımda taşırım bir de yanımda ebubekir vardı şimdi yok duydum ki musul’da halifelik yapıyormuş sigorta, yol, yemek dahil, allah hariç
9
Ufuk Akbal Seyhan Hatıra Ormanı
10
sen şimdi hatırlarsın: karların çokça yağdığı bir gecede yolcuların şaşkın bakışlarının değil, o bakışların delinişinin arasından geçip, gelinlikle belediye otobüsünden inerek idris küçükömer’in mezarına güller hediye edişini bir hayaletin. toprağın gülleri emişini ve “boğaz tedrici ağlıyor” deyişini. şeker pembesi boğaz, şeker pembesi akşam bebek sularıyla göğün hemen arasındaki yer, ellerinin havayı oraklamasıyla tarif edilmiş, ve adalet terazisinin o aranılan dengesi bu tarifte tutturulmuş. hatırladın; bu kılcallarına ayrılmış tirada, minimen tıkırtılarla gidip gelen gelincik ölüleri de eşlik ederdi, senin gelinciklerin, senin adaletin gibiydi diktiğin bu fidana bakışını bu adaletin kanıksanmamışların arasından çekip alıp o dosyayı, bu dosyaların arasına koyuşundaki önlenemez perhiz gibi tasarlasan çünkü o, herkesin görkemli ağaçlarının yanında fazla haiku kalıyordu, adalet belki de buydu.
senden evvel uçmaklara doğru rafet, fakat senin hatıra ormanında sana fidanlar diker, biraz da maydonozlar ve naneler, toprağı kazan, levhayı çakan vecdi ormanın sınırlarını göğsümüze doğru belirler. içine girip uyuyakaldığım ağaç: içine girip uyuyakaldığın ağaç. içine girip fermuarını üzerimize çektiğimiz ağaçmış. aynı ağaç. patikayı nefesinle yüklendin, toprağa güllerle birlikte binlerce izmarit bastırdığımız fincanlardan telveler döküp iyice eşeledin, sırrımız ortaya çıksın diye binlerce sene sonra şehrin sekizinci katmanına varıldığında.
11
Romandan Bir Seda Cihat Duman
12
İlkokulda bir kıza âşıktım, o da bana âşıktı, fakat bu konuyu hiç konuşamadık. Okul bittikten sonra bir daha onu göremedim. 1995 yazından beri, içimde söylenmemiş bazı cümleler yaşatıyorum. Hani bazı şeyleri yalnızca bazılarına söyleyebilirsiniz ya, ilgili kelimeler ancak karşınızda o kişi olduğunda bir cümlede hizaya geçer ya. Misal, anneniz, “ne zaman geleceksin bir daha yavrum, çok özletme” dediğinde “en yakın zamanda, belki de gelecek ay” ya da “ne zaman istersen gelirim” dersiniz ya, bu yalanı ancak ona o anda söyleyebilirsiniz ya. Kıza ne söyleyecektim, nasıl söyleyecektim,
ondan beklediğim cevap ne olacaktı, bilmiyorum. Tek bildiğim şey var, söylenmemiş, muhatabına ulaşmamış bu üç beş kelimenin çoğalıp, büyüyüp şiir olduğu. Şiirler yazdım. Söyleyemediğim, içimde beklettiğim o üç beş kelimenin çoğalıp evrilmesinden yazdığım şiirleri, başkaları, başkalarına söyledi. Bir işe yaramış oldum. Fakat içimdeki o üç beş kelimeden kurtulamadım. Hayatımın her safhasında karşıma çıktılar, vereceğim kararları etkilediler, insanlarla kurduğum ilişkilerimde belirleyici oldular. Fakülteler değiştirdim, sevgililer eskittim, mesleklerden mesleklere koştum bu
üç beş kelimeden dolayı. Tatmin olmayacağımı, bu kelimelerden kurtulamayacağımı anladım artık, tek umudum erken ölmek. Başka umudum yok. Bunları bütün samimiyetimle söylüyorum. Bir haftadır bu lokantada çalışıyorum. Bundan önce bir ay süreyle çamaşırhanede çalışmıştım. Aynı işi uzun süreyle yapamıyorum. Aynı bakkaldan alışveriş yapmamış olmak için sürekli bakkal değiştiriyorum. Masamda 10-15 kitap oluyor. Hepsini aynı anda okuyorum. Başka kitabın kokusu sinmeden bir kitabı baştan sona bitiremiyorum. İkindi vakti dükkâna ilginç giyimli, fötr şapkalı bir adam geldi, ayak paça söyledi. Üslubu biraz değişikti. Gece olunca tekrar geldi, yanında yedi kişi daha vardı. Aralarından birinin adı Zeynep’ti. Kendi aralarında sanat ve edebiyat hakkında konuşmaya başladılar, siparişleri hazır olduğunda alt kata indim, diğer garson arkadaşla birlikte yemekleri alıp yukarı çıktık: “Siparişleriniz hazır efendim.” Zeynep kelle paça istemişti. Kelle paça içen bir kadın demek insanlık diliminde % 1’e girmek demekti, kelle paça içen insanları severim, hep seveceğim de. Gözlerini benden kaçırdığını fark ettim. Gözlerin benden nereye kaçırdığını anlamaya çalıştım, peşine
düştüm, bazı karanlık odalardan geçtim, İbn-i Heysem ile karşılaştım, parmak ucuyla bana bir yeri gösterdi, oraya dönüp baktığımda Rüşdü Paşa’nın bana “Neyin var bebeğim, dondun kaldın, ayran getirsene, açık ayran olursa güzel olur,” dediğini görüp toparlandım. “Tamam efendim.” Tekrar Zeynep’e baktım, kendisine baktığımı hissedip, kararlı bir şekilde gözlerini gözlerime dikti, gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım, acaba peşime düştü mü diye tekrar baktığımda gözlerini kaçırdı, bir yerlere. Ayran almak üzere buzdolabına yöneldim, pul biber, tuz, karabiber, sarımsak, 13 sirke, masa, sandalye, düzen, intizam, hayat, Allah, IŞİD, kadın cinayetleri, bu tarz benim, Beşiktaş, kentsel dönüşüm, muta nikâhı, retweet, talak-ı selase, camera obscura, vahdet-i vücut, 31... Genel kültürüm bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Bakışların dolduramadığı boşlukları genel kültürle doldurmayı deneyecektim, fakat nasıl? Belki de kaçırılan tüm bakışların biriktirildiği bir çiçek vardı. Ben garsondum ve o çiçek şu an bu lokantada değildi. İzzet’e bir ayran doldurmasını söyledim, “Emrin olur patron” dedi müstehzi bir tavırla, İzzet beni bu lokantaya aldıran ve altı aydır burada çalışan
ev arkadaşımdı. Gerçek bir komikti. Sadece fahişelerle yatardı. Bunun sebebini ve mantığını ne kendisi bilirdi ne de biz bilirdik. Okuması var fakat yazması zayıftı, annesinden bahsettiğinde muhakkak ağlardı, aslında yakışıklıydı, hiçbir şey anlamazdım yaptıklarından. Masaya döndüğümde Beşir Fuad hakkında konuşuyorlardı. Beşir Fuad’ın bileklerini kestiğini, kan akarken hissettiklerini bir kâğıda yazdığını, sırf bu yüzden intihar ettiğini, amma da ilginç bir edebiyatçı olduğunu söylüyordu Rüşdü Paşa, diğer kız ise “Hımmm” dedi ve sazı kızıl sakal aldı: “Benim de ninem…” 14 dedi. Saçlı sakallı olan hemen lafını kesti, “Tamam, sakin ol,” dedi, masadan kahkaha yükseldi. Allah rahmet eylesin dedim kızıl sakala, ayranı Rüşdü Paşa’nın tabağının yanına uzattım. Tebessüm ettim. “Beşir Fuad aslında intiharı deneyimlemek, kayda geçirmek için intihar etmedi,” dedim. Konuyu açan şahıs olduğu belli olan Rüşdü Paşa, “Nasıl bebeğim, peki neden intihar etmiş, bilgin var mı?” “Güvenilir kaynaklardan aldığımız bilgiye göre Beşir Fuad, metresinden olan çocuğu aç kalmasın diye intihar ediyor. Ayrıca sadece bileklerini de kesmemiş, aynı zamanda boynundan da bir damarı
koparmış. Acı çekmesin diye de öncesinden bilek ve boyun bölgesine kokain şırıngalamış. Bu arada bizim ayak paça ve damarımız da çok lezzetlidir ben burada çalışmaya yeni başladım yani umarım şey, iştahınız kaçmamıştır.” Kimsenin iştahı kaçmadı, Zeynep ekmeğini kelle paçanın son suyuna daldırdı ve “Sadece üvey karı meselesi değil, aynı zamanda annesindeki şizofreninin kendisine geçeceği korkusuna da dayanamadı,” dedi. Masadakiler Zeynep’e baktı. Ben bakmadan uzaklaştım. Hesabı istediler, İzzet teatral abartılarla hesabı götürdü, parayı aldı, kapıya kadar eşlik etti, bi daha bekledi, iyi akşamladı, kolonya ister misiniz? Saklandığım yerden çıktım, mutfağa daldım, bir sigara yaktım, dumanını çiçeğe üfledim. Soyunduk. Işığı azalt, yüzünü gördüğün birisiyle tanışamazsın, dedi. Kapadım ışığı. Ah keşke bir vücudumuz olsaydı. Elimi uzattım. İnsan eliyle uzanınca kendini daha güvende hissediyor. Başı uzatmak tedirgin edici! Her iş gelebilir. Ürperdi, içine kapandı. Geri çekildi. Çiçek oldu. Tek elime destek olsun için diğer elimi ve başımı da dahil ettim. Üç koldan saldırmaya başladım. Kafasını ele geçirirsem bitecekti. Yanaklarından tuttum ve dudaklarımı dudaklarına
bastırdım. Ara ara durup birbirimizin gözlerine bakıyor, sonra tekrar öpüşmeye devam ediyoruz. Her anlamlı bakışma bir sonraki hamle için adeta bir anlaşma niteliği taşıyor. Bacakları aralanıyor. Buzlar çözülüyor. Vücudun içi yangın yerine dönüyor. Senden beş kilo versene! Kilolu muyum? Yok, yanlış anladın. Değilsin. Ben başka bir şey demek istemiştim. Diyemedim. Affet. Senden beş kilo versene! Gitmem gerek, dedi. Hemen toparlandı. Nereye gidiyorsun dedim. Gitmem gerek gitmeliyim. Bu saatte mi? Fark etmez şuradan taksiye binerim. Tam bir tecavüzcü gibi davranıyordu. Kadınlar ikiye ayrılır. Güzeller ve çirkinler. Hayır, bu şekilde ayrılmazlar. Tecavüzcüler ve aseksüeller. Boşalan kadın tam bir tecavüzcü gibi davranır. İşini bitirir ve uyur. İşini bitirir ve gider. Aseksüeller sevişmiş gibi yaparlar. Boşalamazlar. Gitmezler. Uyumazlar. Bir daha isterler. Doymazlar. Tedavi olmayı kabul etmezler. Kendilerini
neyin tuttuklarını bile bilmezler. Ve anlamazlar. Zeynep tecavüzcü idi. Kendine verilen mecrada nimetleri değerlendirmeyi biliyordu. Kadınlığı nasıl kullanacağı ona öğretilmişti. Şüphesiz büyük yenilgilerden sonra fark etmişti kendisindeki silahı. Hedef belirle, uygun biçimde yanaş, masumca flört et, erkeğin kendi dürtülerine yenilmesine sebep ol, çık ve sahnede şovunu yap, sonra hiç etkilememiş gibi kaç ve bekle. Bu yatırımın ne kadar kâr getireceğini gör. Ama uzakta. Zeynep kuşkusuz bekleyecekti. Ne kadar arzulandığını bilmek herkesin hakkı tabii… Bu arzulanışı doğurmak, 15 ta çocukluğundan itibaren seyretmek, fotoğraflarını çekmek, büyütmek, anlatmak, yaşamak… Yeniden arzulanana kadar bu oyunu sürdürmek… Bir anda kendini bir kadının, erkek koleksiyonunda nadide bir parça olarak bulabilirsin. Sıralı tam liste açıklanmıştır. Zeynep gitti. Uyumuşum.
Abilmuhsin Özsönmez 16
İhlalî koşmadan hız düşmeden acı sevişirken gözlerime bak ihlalîdir konuşamadığı için orospulaşan adamlar kapıya beş saniyeden fazla bakılan her yer cehennemdir ayak sesleri ülken ne kadar sürede hazır olur bir ete bir et çiçeklerinden sürülüyoruz patiska donların bir düşü olanaklı kılan kulak deliğinde duran pamuk ip beni kasığımla vuran melek dehşeti hoş geldin memedeki ter genzime
koşmadan hız düşmeden acı perdenin tam ortasındaki defolu parmak Bosna Hersek ve Süleyman Mercümek birini vatanımız diğerini gurbet sanmakta ısrarcı bir efkârla bitiriyoruz her günü her gün ölmek kişisel değildire iman olunmuş son düşü sikip attık sürülüyoruz ölmek kişisel değilse delilik saatin eline tutuşturulan alışveriş listesi hiçbir şeyi alamayacağımız kesin bir bilgi hiçbir şeyi öğrenemeyeceğiz bir maarif yeni biçilmiş bir buğday tarlasından iki tıp talebesi ve bir eşek ile geçerken tutuşturulmasaydı elime leo buscaglia ben de sevebilirdim üstelik talebelerden birisi on dört tane misakımilli kurşunu yemiş olsa bile koşmadan hız düşmeden acı
17
mümkün elbet görebilirdin ışık kâfi bilgi tatminkâr ve sevgi ilk anlarda kokusuz bakmakla mükellef metresi zamanın larvayı ıskalayan merhale sözcüğe bürünmüş her iyi his bu dünyadan kirlenmeden geçmek beni ölüyor kim sussa seni ölüyor kim eşlik etse nakarata siz kimsiniz lan oluyorsunuz oluyorsunuz
18
kınımdan çıktım kesmeden giremem açık bir yaranın sessizliğindeki matah nasıl vektörel bak koş ortak alınan parantez açık burada gül burada ağla burada seviş burada gözlerime bakıp ihlal et burada konuşama burada orospulaş ve bana ulaş sıfır beşyüzelliüç
Mavnalardan inerim bana elini uzatan Mualla, “caz” derim, “her gün biraz daha az”– biraz daha azalıyoruz gibi etimden eksiltip fena şeyler düşünür uzda Büyükçekmece, ışıklar, sahil içinde üzüyor kim gel dedi sana, İztokholm’den gel buraya Albatros yüzüyor ve troleybüs, benden elini geri çeken Mualla. Suçluyu bulduk. Bulduk. Duk. Mualla. Bir kadın ismidir. Gibidir. Mavnanın sahanlığına geri düşerken, Bu ismi telaffuz eden ben! ..... bu bir düştü, ayışığı, her şeyden daha lükstü..... o bir düştü: her şey ondan sorulur. Suya seng. Ete telmih. İbn-i oldum tüm acıların. Acıyın bana. Emen Tengrim. Ko’onu burlardan uzlara. Sahil. Işıklar. Bir kez daha etine, etimi yaslıyorum. Etin Venedihh. Kanama; iç kanamadır. Tenekede pişirilen pulları dökülmüş levrek. Kanı kaynatan dinamik rakı. Albatros oğlum; sen ne şanslısın. Düşerken göğünden Tengri’nin, ters ayakla ve dokuzuncu, sırtında kimsenin hakkı kaldı mı?
Albatros Büklümoğlu
Uçmakos
19
Doğu-Batı Fragmanlar, No 5
Fatih Mutlu
20
“‘bu halk niye böyle’nin cevabı çok basit. çünkü bu topraklarda çinko az.” Rüşdü Paşa “halk ne güzel laf, sizle de sizsiz de olabiliyor. tıpkı vitrin gibi onun benjamin’siz de olabildiği gibi.” Ufuk Akbal
I. Mediafire’dan dosya indiriyorum, reklam siteleri açılıyor: Yerli porno. Yerli porno sektörün ortaçağıdır. İsimleri yazıyor, okumak izlemekle aynı süreye tekabül ediyor. Birkaç örnek:
“Adam kadını tutuyor, ‘yeter bırak artık’ diyene kadar s.kiyor.” “Adam kadını s.kiyor, kadından kan geliyor, hastanelik oluyor.” “Adam kadını s.kerken kız kardeşi geliyor, kadını bırakıyor onu s.kiyor” “Adam s.kini bir çıkarıyor, kadın “oha bu ne” diyor, bayılıyor ve kafasını koltuğun kenarına çarpıyor. Adam aldırmadan s.kiyor” İsim ‘özet geçiyor’, tanımlamıyor, category yok. Zaman eki alan isim olur mu? Sual bu. İngiliz’in büyük şairi Şekspir, şiirlerine “Soneler” diyordu; bizim büyük şairimiz, İsmet Özel “Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki
Satırlar” diyor. Arabîde haber deniyor, isimle bir gidiyor, bazen ismi belirliyor, öncülüdür. Batı’da tanımlayan Doğu’da tanıma dahildir. Doğu’da masal, mesel, misalin yaygın olması boşuna değil.
II. The Message, Çağrı filmi, Müslümanların ilk aşikâr oldukları ve Mekke’de saldırıya uğradıkları sahne. Müşriklerden biri bağırıyor: “Hamza geliyor, Hamza geliyor.” Hamza gelince şüphesiz canlar yanacaktır, izleyici anlıyor: idrak. Bir benzeri Kingdom of Heaven filminde, “Salahaddin geliyor”,
diyor, Salahaddin geliyor. Gelişi muhteşemdir, Salahaddin haberiyle bir geliyor, Salahaddin gerçek bir Doğuludur. İkisinin de benzeri, şüphesiz isim benzeri, Türkiye’de çekildi. Türkî Çağrı’da gösterilmeyen bir tek Allah var. Peygamber –lâ teşbih velâ temsil– ortalıkta dolaşan ham bir aydınlık oluyor. Türkî Salahaddin Eyyubi ise daha büyük talihsizliktir, Cüneyt Arkın oynuyor, tek başına geceleri düşman kal’asına giriyor; tek kişilik ordudur, ortaçağ Rambo’sudur. Prensesle yatıyor; medeniyetin devir-teslim töreni sayılmalı. Rambo’da Arkınesk öğeler var.
21
Daha güncele gelmek gerek: Kabadayı, Şener Şen oynuyor, Ali Osman. Emekli mafya babasıdır; mafya babalığından emekli olunmuyor, tartışmasız. Emekli olunmayan başka meslekler de var, bahis dışı. Eski dostlarının yanına gidiyor, iş ortağı ve dostudurlar, ihanete uğramıştır, tespihi masaya bırakıyor. Tespihi bırakıyor ve çıkmıyor; burası önemli. “Sen benim en yakınımdın. Hapishane arkadaşım. Biz hücrede kuru ekmeği paylaşmadık mı seninle Haco? Birlikte işkenceden geçmedik mi? Oğlumu sana emanet ettim. Sen ise 22 emanete ihanet ettin.” Anlatıyor, haber veriyor, aynı pornografik tavırdır. Doğuda masal, mesel, misalin yaygın olması boşuna değil.
III. Köprüden önce son tekrar: Masal, misal, mesel, Doğu’da yaygın gelenek. Tüm dünyanın Doğu olduğu zamanlarda veyahut başka türlü söyleyişle dünyanın İpekyolu olduğu zamanlarda bugünkü Batı’da da yaygın. Orhan Pamuk, Calvino’ya
referansla Doğu metinlerini bu bağlamda okumayı öneriyor: Masal, misal, mesel. Batı’nın öykü dediği Doğu’da hikâye, bunda sorun yok. Ama Batı’da fiction olana Arap ‘rivayet’ diyor. Doğu’da muhayyel, gerçeğin gölgesindedir, kurtulamıyor: Zıllu’l Hakikat. Rüşdü Paşamız yazdı: “amerikalı, bir rüyam var, der, türk, rüya gördüğünü söyler.”
IV. Doğu’da “Nas var”, harf adedi itibariyle tekilinden daha ekonomik bir çoğuldur, insanlar oluyor. Doğu’da insan yok şüphesiz individual anlamında. Nas gerçek seviyor, nas belirsizlik sevmiyor. Kurgusal olanın gerçeğe karşı konumu tayin edilmelidir, bir yükümlülük: “Bu dizideki karakterler ve olaylar tamamen hayal ürünü olup gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.” Bilinen basit mantık; kurgu olanın gerçek olanla mesafesini aşikâr kılmak, kurguyu gerçeğe bağlıyor: Bağlı değil, bağımlı. Kurgu gerçekten “huruc” etmiyor, gerçek kurgunun “dahlinde”. Sual olarak kalacak son not: Kurgunun gerçeğe bağımlılığı, gerçeğin –şüphesiz hâkim anlamda– kurgusal olduğu durumlarda, kurgusalı gerçek mi kılıyor, yoksa
biteviye kurguyla hakikat yer mi değiştiriyor? Sual bu.
V. Doğu’da ‘Nas’ var; bu tamam. Individual yok. Ferd var, yerine ikame ediliyor. ‘El Ferd’in Arabîde “yalnız, tek başına” anlamlarını içermesi ve olumsuzluk barındırması tesadüf değil. Doğu’da kamusal dil var, kamu yok, kamusal dilde ‘En Nas’ da yok, halk var; ‘El Halk’, yaratılmışlar. Halk bunu istiyor, versus, halk bunu istemiyor. Bunu isteyen halk için kamu, versus, bunu istemeyen halk için kamu. Bunu isteyen halkı isteyen kamu, versus, bunu istemeyen halkı isteyen kamu.
İllustrasyon: André Carrilho
Doğu’da elma var, armut var, meyve yok. Sarı var, kırmızı var, renk yok, ilâ ahir: Doğu’da köprü yok. ‘Nas’ın bile olmadığı yerde halk var, varoluyor, halkın olduğu yerde soyut yok, somut zorunludur, halkı varsa teori olmuyor, lâ yumkin. Teorik olan için halk yok hükmündedir, zorunlu: Halk diye bir şey yoktur. Doğu teorinin olmadığı yerdir; masal, misal, mesel var, ikame ediliyor. “Adam lafı bi tutuyor, Allah aşkına bırak dedikçe elliyor, sürtüyor. Üzerine boşalıyor.” Lafın beli geldi.
23
İsmayil Sakin Ayağı Kırıldı Al Atının serim
24
ben bir salgın ve onun şiiriyim budur dahlim dünyanıza ve bir gün bütün bağlaçları vuran bir şey söyleyeceğim ölerek! düğüm kurgu nallandı. şedit antlaşmalar tükürüldü yani anlaşıldı, sırasını savmış şahitler huzurunda keyifler ve posterler ve yalnız yürüyüşün karlı yağmurlu pozları sıyrıldı kemiklerden ve hafızanın duvarlarından kazındı eskinin başıbozuk kuyrukları hayalkatarlar kıstırıldıkları yerde teselli sunmaya dizildiler mıh mıh
mıh bir elin kurtuluşu ve vasata yazılışı sonra, fakat bazı peygamberler ölmek bilmiyor çok yanlış bir çocuğun içine doğanlar ölmek bilmiyor biliniyor: küf mantarının haberi olmamıştır insandan nuhu ve onun dışındakileri, onun dışındakilerden kendini her gün işkenceli sorguya çekmekten nuha itirazın haklı sahiplerini bir donun içine koydukları oluyor olan bu olabiliyor çok yanlış çocuklar bu demek oluyor ve mıh burada can havli olarak her çakılmada, sökülmede bazı peygamberler ölmüyor kurgu nallanıyor çözüm sümbülün bir kelime oluşu gibi senin bu sevdaları kuruşun ve cebinde hep bozuklukların birikişi seni bir süper kahraman yapıyor uçamayan...
25
Şişman Sütçü & Fırat’ın Hikâyesi Selim Gül 26
ŞİŞMAN SÜTÇÜ Küçükken, hafta sonları, alışık olduğumuz ve hiç garipsemediğimiz, ince ve keskin, tiz bir sesle uyanırdık: “Züüüüt!” (Yani, süt!) Zayıf, ince-uzun boylu sütçümüzün hiçbir anlam ifade etmeyen, mekanik, buz gibi çağrısı da olmasa, sabahtan öğlene kadar uyurduk herhalde. Annem, mutfağa doğru tas almak için giderken, ben perdeyi aralar, “Bi’ dakka bekle; geliyoruz!” derdim... Güğümünden teneke maşrapasına süt doldurur, annemin elindeki tasa boca ederdi sütçü; sonra bir daha, bir daha...
Kardeşim ve ablalarımla, bir kez olsun hasta olup da işine gelmezlik etmeyen, neredeyse çocukluğumuzun onsuz bir tek sabahının bile geçmediği, işine bağlı, sessiz, pek konuşmayan, yaşantımıza sanki bir gölge gibi girmiş, boyacı şapkası takan bu adamın birkaç dakikada tamamladığı hareketlerini izlerdik. En komik olanı da, verdiği sütün kilosunu belirttiği işaretlerdi: Baktığımız camın kenarındaki duvarın dış yüzeyine, her Allahın sabahı, kulağının arkasına sıkıştırdığı kalemi alıp birtakım çizgiler çeker, çentikler atar, kalemi tekrar kulağının arkasına sıkıştırıp geldiği gibi sessizce giderdi.
Attığı çentiklerin ‘hangisi yarım kilodur, hangisi bir kilo’ diye düşündüğümüz çok olmuştur. Sütçüler arasında özel bir anlaşma olduğu kesindi: Mahallemizin üst bölgelerine bizimki, alt bölgelerine şişman, kısa boylu bir adam bakardı... Sanki aralarında gizliden gizliye yapılmış bir sözleşme vardı; ne bizimkini alt bölgelerde, ne de onu bizim oralarda görürdük... Bu şişman, kısa boylu adam, bizimkinin aksine, alabildiğine canlı, kıpır kıpır, hayat doluydu. Yine bizimkinden farklı olarak, vurguyu sattığı şeye değil, düpedüz kendisine yapardı: “Süttüüüğğğ!” (Yani, sütçü!) Birinci ‘t’ye basıp bıçak gibi keserek, ikinci ‘t’yle ‘ü’yü birlikte söyleyerek geçiş yapar, uzatarak, ama oldubittiye de getirerek, bir kerede, bir hamlede çıkarırdı ağzından bu kelimeyi; güçlü, tok bir biçimde; sesi, boş bir borunun içinden geçiyormuş gibi... Elindeki süt güğümüyle iki yana sallana sallana, hızlı hızlı adımlarla yokuşu çıkar, bir sokaktan öbürüne kaşla göz arasında bir çırpıda girer ve biz çocuklar onun geçtiğini, sadece, mahalleyi ve sokakları sarmalayan gür haykırışından anlardık: “Süttüüüğğğ!”
Alt bölgede, kocasından çok önceleri ayrılmış, ikisi de birbirinden orospu iki genç kızı olan, esmer, çirkin mi çirkin, günün her saati yüzü gözü boya içinde, kızlarından daha orospu, şişman bir kadın otururdu... Şişman sütçünün, şişman orospuyla ilişkisi vardı; ve bütün mahalle biliyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, yaz kış, onun, “Süttüüüğğğ!” diyen akisli, tok sesini duyardık. Hani, akşamları kadına, ‘kapıyı aç, ben geldim’ türündeki parolasını, kışın boza, yazın limonata satarak verseydi, belki biz çocuklar ona bu denli kızmaz, hatta bir dereceye kadar da mazur görebilirdik. Kıpır kıpırdı, capcanlıydı, hayat doluydu.Ondaki yaşama sevgisi, şişmanlar arası bu komplike ilişkiden önce de var mıydı, yoksa sonradan mı oluşmuştu? Kadın, eskiden mi, yoksa adamın yaşamsever enerjisiyle mi orospu olmuştu? Bunları bilmiyorduk! Haklarında hiçbir şey duymamıştık! Tek bildiğimiz ve tek duyduğumuz; gecenin geç saati sessiz sokaklarda güçlü bir sesin yankılanışıydı: “Süttüüüğğğ!” Tok, gür, bir anda başlayıp biten bir ses: “Süttüüüğğğ!”
27
Çocukların duymaması gereken, büyüklerce çocuklardan kaçırılan bir ses: “Süttüüüğğğ!” Evliydi şişman sütçü; üstelik çocukları da vardı; ve geceleri olur olmadık saatlerde bağırırdı. Kimse, “Bu saatte ne sütü lan bu!” demezdi. Kimse, “Defol git; çocukları korkutuyorsun!” demezdi. Kimse, “Süttüğ değil, onun doğrusu sütçüdür!” demezdi. Ruhsuz muhsuzdu ama, bizim sütçümüze kurban olayım ben.
Bulduğuyla yetinmesini bilir, hepimiz gibi, suya sabuna dokunmadan, havada uçuşan toz zerrecikleri gibi yaşardı. Onca yıl sütçülük yaptı da, sütüne su katmanın dışında, adı herhangi bir şaibeli işe karışmadı; mesleğini en iyi biçimiyle icra etti. Kendi halinde, zoraki bir ses çıkarırdı: “Züüüt!” Sanki içinde biri varmış da iteliyormuş gibi bir ses: “Züüüt!” Güçsüz ama kararlı, cılız bir ses: “Züüüüt!”
*** 28
İLKGENÇLİK YILLARI VE FIRAT’IN HİKÂYESİ Fırat’a durup durup ‘değişme’ ve ‘gelişme’nin temel dinamiklerini anlatırdım; saatlerce, günlerce... Arada bir, az da olsa sorular sorar, ama daha çok, sabırla, bıkmadan usanmadan dinlerdi. Çocukluğumuz ve gençliğimiz hep, birlikte geçmişti. Evlerimiz yan yanaydı, kapı komşusuyduk. Annesi Müesser Abla, manevi annemdi benim, “Ben senin ikinci ananım!” derdi gülerek. Fırat’ın kendinden üç, benden de iki yaş küçük olan kardeşi Murat’ın,
annesi ve babasınca ailenin en sevilen çocuğu olduğuna inanmaya başlaması, ilk gençlik yıllarımızda en çok konuştuğumuz konulardan biriydi. “Olamaz!” demiştim Fırat’a, “Aileler çocuklarından birini, bir diğerine üstün tutmaz, eşit severler!” Kederli bir gülümseme dudaklarında, hep o dışlanmışlık duygusuyla, “Adamın biri, günün birinde bana, ‘aileler eve en çok parayı kim getirirse en fazla onu severler’ demişti de inanmamıştım, oysa bugün bu düşünceye iyiden iyiye inanıyorum!” diye yanıtlamıştı beni.
Murat ilkokulu bitirir bitirmez bir tamirci atölyesinde çalışma yaşamına atılmış, üç-dört yıl sonra tam bir meslek erbabı olmuş ve güzel de para kazanmaya başlamıştı. Bizse liseyi yeni bitirmiştik; ütümontaj atölyesinde çalışıyorduk. Ben aldığımız paranın küçük bir bölümünü veriyordum bizimkilere, oysa Fırat ailesine neredeyse tamamını veriyordu; üstelik ilkokul, ortaokul ve lisenin tüm tatillerinde işportacılık yapıyor, kapalıçarşı veya Mısır Çarşısı’nda, kavurucu yaz güneşinin altında, belediye zabıtalarıyla kovalamaca oynayarak sakız-topaç falan da satıyordu. Yine de Murat’ın verdiğinin yanında devede kulak kalıyordu ailesine verdiği para. Üstümüzde pazar malı ucuz tişörtler, altımızda paçaları yıpranmış, eprimiş, dizleri armalı eski kot pantolonlar... Caddeyi gören, alçak bahçe duvarına oturmuşuz... Sıcak yaz melteminin tatlı okşayışlarına bırakmışız kendimizi... Yıldızlara bakıyoruz; uzatsak elimizi dokunacağız sanki... Bir eski zaman şarkısı mırıldanıyoruz: “Kapılmış gidiyorum/ bahtımın rüzgârına...” Ve Fırat diyor ki: “Eve en çok
parayı o getiriyor, en çok sevilmek de onun hakkı!” Kimseye kızmayan, tüm olan bitenleri kabullenen bir hali var... Ve yine dudaklarında kederli bir gülümseme, yine yorgun yüz hatları... Geç saatlere dek konuşuyoruz; geç saatlere dek konuşuyor, konuşuyor, konuşuyoruz... Durup durup Fırat’a, idealist felsefeyle materyalist felsefenin ayrım noktalarını; metafiziği, diyalektiği, devinimi; niceliksel değişimden niteliksel dönüşüme geçişteki sıçramaları anlatırdım; saatlerce, günlerce... Sessiz sedasız dinlerdi beni. Başka şeyler düşünürdü belki de. ‘Ne anlatıyorsun sen yaa, bana ne bunlardan!’ demezdi. Belki, ailenin en büyük çocuğu olduğunu, asıl sorumluluğun kendisinde olması gerekirken, neden ve nasıl kardeşine geçtiğini, bu duygunun altında da niye böylesine ezildiğini düşünürdü; kardeşine duyduğu yoğun sevginin, gerçekte bir iç tepki sonucu mu oluştuğunu belki de. Sessiz sedasız dinlerdi beni; yüzünde belli belirsiz bir gülümseme... Sadece bir keresinde tuhaf bir tepki vermişti. Ufak bir şaka
29
yapmıştım; biraz ağır kaçmış olmalıydı. Çok sinirlenmişti. Oturduğu tretuarda kafasını yerden bana doğru kaldırmış, “Ne o lan! İki kitap okudun, götün mü kalktı!” demişti. Çok şaşırmıştım. Öyle ki, “Evet kalktı, indirebilecek misin?” demiştim üstten bir bakışla... Sıcak yaz akşamları bazı geceler Murat, Fırat, Erdal ve ben; bizim iki alt sokağımızdaki Erdalların evinin yola paralel bakan damında toplanır, bira içerdik. Biz, yeniyetme, sakalı bıyığı yeni terlemeye başlamış dört genç, 30 walkmene bağladığımız iki küçük hoparlörden Müslüm Gürses veya yabancı müzik dinleyerek, kendimizden, arkadaşlardan, kızlardan, futboldan, Allah’ın elindeki terazinin bozuk olup olmadığından bahsederdik; Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ilkel kabilelerin İslam fikriyle tanışamamalarının sorumlusunu, kutuplarda nasıl namaz kılındığını, orucu nelerin bozduğunu sorgulardık; Kur’an kursu yıllarımızı, imamlarla ilgili anılarımızı, Peygamber Efendimizin yaşamöyküsünü, ailelerimizi, mahallemizi, başımızdan geçmiş komik olayları konuşurduk; cin ve şeytanla ilgili garip, ürkütücü
hikâyeler anlatır, hiç yoktan birbirimizi korkuturduk. Ortalama din eğitimi almış her insanı aşan, hatta ters gelen, evlilik, kadın, cinsellik üzerine insancıl görüşleriyle Fırat, yakışıklı olmasının da avantajını kullanarak, birkaç gün önce güzel bir kızla tanıştırılmıştı. Olgun ve çağdaş düşünüşüyle kızın aklını başından almıştı; o kadar ki, üçüncü görüşmelerinde kız, bütün içtenliğiyle, “Sana bundan sonra ağbi diyebilir miyim?” diye sormuştu Fuat’a. Damda bunları bize, yüzündeki şaşkınlığı hâlâ atamamış olmanın ruh haliyle anlatmış, birasından bir yudum çekmiş, gülerek, “Hassiktir,” demişti, “hassiktir!” Garip, anlaşılması güç bir duygusallığı vardı Fırat’ın; herkesi şaşırtacak kadar hem de. Evde kimsenin olmadığı bir gün, güpegündüz olduğu halde, perdeleri sıkıca kapamış, kapıyı içerden sürgülemiş, her türlü önlemi almış olmanın rahatlığıyla, huzur içersinde koltuklarımıza kurulmuş, vidyoda porno izlemiştik. Ama daha filmin yarısında, bir kadın-iki adamın kombine ilişkiye girdiği bir pozisyonda, yapmacıksız bir duyarlılıkla, “Zavallı kadıncağızın ekmek parası için katlandığı şu eziyete bak! ” demiş, beni hayrete
düşürmüştü; yüzünü buruşturarak, ağlamaklı bir ses tonuyla dakikalarca söylenmişti: “Zavallı kadın–. Para kazanmak çok zor–. Hayat şartları–. Yoksulluk–.” Ezilenlerin safında yer aldığının bilincinde oluşunun, onun doğuştan gelme bir özelliği olduğunu, ancak yıllar sonra anlayabilecektim. Filmde türlü türlü maymunluklar yapan, alttan girip üstten çıkarcasına
şekilden şekile bürenen kadın için ben, kahkaha atarak, “Tabii oğlum, aldığı paranın hakkını verecek! ” derken; o, “Zavallı kadın, ekmek parası işte! ” demiş, kadını bir çırpıda ‘emekçi’ statüsüne koymuş, olaya da ‘emek eksenli’ bir perspektiften bakmıştı. Üç kuruşluk bir keyfimiz vardı, onu da sikip atmıştı sağ olsun!
31
fin 5