fin 3
Abi yalvarırım... (Müdüriyet) “Halkı bilinçlendirmek, dolmayı pirinçlendirmeye benzemez.” -Hikmet Kıvılcımlı
Müdür: Semih Kâtipoğlu finfanzin@gmail.com Üçüncü Sayı Aralık 2013
4 12 14 16 17 18 20 22 23 24 26 28 29
Etrafımızdaki acıların yarısı, ne yazık ki, ondan kaytaran veya kulpundan nasıl sıkıca kavrayacağını bilmeyen bir başkasına ait! J. D. Salinger geçmiş de patlayabilir elbet Seyhan Erözçelik söküp ilmi ceylanın kalbinden,/ kendi kalbine döken. Ufuk Akbal teyzem bile modası geçti artık diyor sır kapısı için Semih Kâtipoğlu anadilim hissiyatınca korkunç Ali Süha hayatı nasıl görürdük? Yusuf Sarıgöz insan onaylamakla malul. Fatih Mutlu saçların melamet Ramazan Parladar Ama parçalanıyor sevgim. Cihat Duman Sarılamadı Sancar Dalman İnanılmazullah’a tabiyim. Ufuk Akbal Ağlama Sesi Samuel Beckett Anlaşılmayan herhangi bir şey var mı? Büşra Soğancıoğlu
Hapworth 16, 1924* J. D. Salinger * “Hapworth 16, 1924” Salinger’ın hayattayken yayımladığı son öyküdür ve The New Yorker dergisinin 19 Haziran 1965 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Öykü yayımlandığında The New Yorker’ın o sayısının hemen hemen tamamını kaplamış, buna kızanlar olmuş; dahası hem o dönemde hem daha sonra eleştirmenler tarafından “okuması son derece zor” diye eleştirilmiştir. Hatta Salinger’ın yazmayı bu yüzden bıraktığı dedikodusu yayılmış, fakat Salinger daha sonra Hapworth’ü ‘en büyük edebi eseri’ olarak gördüğünü söylemiştir. Öykü aynı zamanda Glass ailesi hakkında yazılan dört önemli Salinger öyküsünün –”Franny”, “Zooey”, “Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar” ve “Seymour: Bir Giriş”– tamamlayıcısı niteliğindedir. Salinger’ın bu öyküsü bilhassa Glass ailesinin yegâne üyesi Seymour Glass’ın ağzından yazıldığı için de ayrıca önemlidir. Biz de bu öyküyü, fanzin yayımlandıkça peyderpey yayımlamayı düşündük. İkinci sayıda kaldığı yerden devam ediyor öykü... (müdürün notu)
III 5
Borçlu tarafı oldukça dürüst şekilde gözden geçirirken şunu –üzülerek de olsa– belirtmeliyim ki, çocuklarınızın büyük çoğunluğunun, Bessie ve Les, aklınız hâlâ lobiye gitmediyse eğer, her zaman pek de kendilerinin olmayan acıları hissetmek için müthiş korkunç bir kapasiteleri var. Bazen bu acıdan tümüyle yabancı biri kaytarmış oluyor, belki de henüz bir araya gelip üç beş kelime bile etme zevkini tatmadığımız, California’daki veya Louisiana’daki tembel bir delikanlı. Kendimle birlikte burada olmayan oğlunuz Buddy için de konuşuyorum; ben, şimdilerde ilginç ve eğlenceli olan bedenimizdeki olanaklarımızı ve yükümlülüklerimizi yerine getirinceye dek, şurada veya burada, bir miktar acı çekmekten uzak durmanın bir yolunu göremiyorum.
Etrafımızdaki acıların yarısı, ne yazık ki, ondan kaytaran veya kulpundan nasıl sıkıca kavrayacağını bilmeyen bir başkasına ait! Bununla birlikte, olanaklarımızı ve yükümlülüklerimizi yerine getirdiğimizde, sevgili Bessie ve Les, size söz veriyorum ki, değişiklik olsun diye, geçmişte hiç tam anlamıyla yapmadığımız bir şey yapıp, vicdanımız rahat ve neşemiz yerinde olarak ayrılacağız. Yine sevgili oğlunuz Buddy için konuşuyorum, o da her an dönebilir, size şeref sözü veriyorum ki, çeşitli nedenlerden ötürü ikimizden biri diğer delikanlının ayrılışında orada olacak; tek bildiğim, bunun eli kulağında olduğu. Karanlık bir resim çizmiyorum! Hemen yarın olmayacak bu! Bizzat ben iyi korunmuş bir telefon direği kadar yaşayacağım, cömertinden bir otuz yıl
veya daha fazlası sözkonusu ve muhakkak belirtmekte fayda görüyorum; bu alay edip gülünecek bir şey değil. Oğlunuz Buddy’nin önünde daha da fazlası var, bilmekten çok mutlu olacaksınız. O mutlu aralıkta, Bessie, Les lobiden veya her nereyi tercih ettiyse o eğlenceli yerden döndüğünde ya da dönerse, bu gelecek yorumları okumasını iste. Les, yalvarırım bize karşı hep sabırlı ol. Çok dokunaklı şekilde sana diğer normal oğlanları, belki de kendi çocukluğundaki oğlanları anımsatmadığımızda çok da umursamamak ve hemen kızmamak için elinden geleni yap. Kızgın anlarında, bizim en başından beri aşırı normal oğlanlar olduğumuzu, yalnızca önemli veya mühim bir şey olduğunda çok normal olmayı bıraktığımızı yüreğinde hatırla. Tanrım, sizi daha fazla bu tarz tartışmalarla yaralamayı 6 katiyen reddediyorum, fakat dürüstçesi, önceki sert, tatsız yorumların hiçbirini silemeyeceğim. Korkarım, kalmaları gerekiyor. Ayrıca, silsem de bunun size bir faydası olmayacak. Büyük oranda benim ucuz yumuşaklığım ve korkaklığımdan, önceki tezahürlerde benzer meselelerle yüzleşmekten iki kez kaçındınız; aynı acıyı tekrarladığınızı görmeye dayanabilir miyim, bilmiyorum. Ertelenmiş bir acı, yaşanacakların en fecileri arasındadır. Hoş bir değişiklik olsun diye, işte karnınızı doyuracak neşeli ve oldukça moral verici bir haber geliyor size. Şahsen benim nefesimi kesiyor bu. Bu önümüzdeki kış veya çarçabuk onu takip eden kış, siz, Bessie, Les, Buddy ve imza sahibi, hep birlikte, Buddy ve benim bütün hayatımızda katılacağımız en doğurgan ve önemli partilerden birine gideceğiz,
ya birbirimizin uyumlu refakatiyle ya da yapayalnız. İşte bu partide, tümüyle geceleyin, bir adamla karşılaşacağız, aşırı kilolu bir adam ve uygun bir ânını yakaladığında, biraz da dolambaçsız şekilde, bir iş ve kariyer teklifinde bulunacak bize; şarkıcılık ve dansçılıktaki doğal, büyüleyici hünerimizle ilgili olacak, fakat yalnızca bunlarla sınırlı olmaktan da çok uzak. Bu iri adam, bu iş teklifiyle, çocukluğumuzun ve hoş ilkgençliğimizin düzenli, normal gidişatını öyle çok ciddi şekilde değiştirmeyecek ama sizi temin ederim ki, yüzeydeki kabarma oldukça büyük olacak. Ancak bu, görümümün yalnızca yarısı. Kendi adıma, tamamen yürekten konuşuyorum, diğer yarısı benim kalbimden ve istirahatimden sonra. Diğer yarısı, Buddy’ye ilişkin çarpıcı bir görünüm sunuyor, sayısız yıl sonraki bir tarihte, benim ehemmiyetsiz, hoş refakatimden tümüyle yoksun, kocaman, simsiyah, pek duygulandırıcı, muhteşem bir daktiloda işte bu parti hakkında yazıyor. Sigara içiyor, ara sıra ellerini kenetleyip, düşünceli ve yorgun bir tavırla, başının üzerine koyuyor onları. Saçları ağarmış, senin, Les, şimdi olduğundan daha yaşlı! Ellerindeki damarlar görümde azıcık göze çarpıyor, bu yüzden meseleden ona hiç bahsetmedim, zavallı yetişkinlerin ellerindeki damarlara olan gençlik önyargısını düşünüyorum bir parça. Böyle gidiyor. Böyle bir görümün, bu sıradan tanığının kalbini deşip onu hemen engelleyeceğini, görümü, sevgili ve geniş kafalı ailesiyle en ufak bir şekilde tartışmaya içinin el vermeyeceğini düşünüyorsunuzdur. Durum tam olarak böyle değil; çoğunlukla sersemleşmeye karşı basit, çabuk bir önlem olarak derin bir nefes aldırıyor bana. Beni diğer her
şeyden daha çok etkileyen ise odası. Bütün gençlik düşleri tümüyle gerçekleşmiş! Parlak bir okur mesafesinden, kesin olarak biliyorum, hep hayran olduğu o tavan pencerelerinden var bir tane. Dört bir yanında, ayrıca, kitaplarının, alet edevatının, defterlerinin, sivri uçlu kalemlerinin, pahalı abanoz daktilosunun ve başka duygulandırıcı, kişisel eşyalarının durduğu seçkin raflar bulunuyor. Ah, Tanrım, o odayı gördüğünde müthiş sevinecek, yazın sözlerimi bir kenara! Bu benim bütün hayatımın en gülümsetici ve en rahatlatıcı görümlerinden biri ve muhtemelen de en az kandırmaca içereni. Çekinmesiz şekilde söylüyorum, bu gerçekten hayatımın son görümü olsa hayatta karşı çıkmazdım! Fakat geçen yıl bahsettiğim, zihnimdeki o iki davetkâr kapı kapalı olmaktan hâlâ çok uzak; çarçabuk geçecek bir yıl daha ya da yaklaşık bir süre muhtemelen işleri yoluna koyacak. Bana kalsaydı eğer, kapıları ben kendim memnuniyetle kapatırdım; yalnızca üç veya dört seferde, şu anki gibi, görümün doğası, kişinin annebabasının utanmazlığı ile normalliğini ve kutlu zihin rahatlığını yıpratmaya değer. Fakat sizden hayal etmenizi istiyorum, bu ufaklığın, oğlunuz Buddy’nin, kalbini evrendeki tüm kalemlere kaptırmış beş yaşında bir delikanlıyken kaşla göz arasında yetişip olgun, yağız bir yazar oluverdiğini görmek nasıl da müthiş! Uzak gelecekte hoş bir bulutun üzerine uzanıp, belki de iyisinden, sert bir Northern Spy elması ile, eli kulağında olan bu olaylı, doğurgan parti hakkında yazdığı her bir kelimeyi okuyabilmeyi nasıl da isterdim. Bu kabiliyetli ufaklığın olgun, yağız bir yazar olarak tasvir ettiğini hayal ettiğim ilk
şey ise sözkonusu gece evden ayrılmadan önce oturma odasındaki vücutların hoş duruşları. Pek geniş bir ailenin bir parti ya da sıradan bir restorana dahi gitmelerinde, dünyanın en güzel şeyi, herkes bir hımbılın hazırlanmasını beklerken oturma odasındaki tüm vücutların yumuşak, sabırsız duruşlarıdır! Ben zihnimin içinde, oturma odasındaki vücutların hoş duruşlarıyla başlaması için uzak geleceğin o duygulandıran, saçları ağarmış yazarına yalvarıyorum; bana göre, başlamak için en güzel yer orası! Size yemin ederim ki, o akşamın görümünü, başından bitimine kadar, seyretmeye değer makul bir eğlence olarak görüyorum. İnsan adamakıllı bir sabırla, dirençle ve hiç pes etmeyen bir güçle beklediğinde, yarım kalmış mutlu sonların gelip insanı koca dünyada buluvermesi muhteşem geliyor bana. Les, lobiden döndünse eğer, biliyorum ki Tanrı’ya ya da kadere, ya da daha az delirtici veya daha az utandırıcı bulduğun herhangi başka bir kelimeye, inançsızlıkla gururlanarak oynuyorsun, fakat sana, hayatımın bu tutkulu ve hep hatırlanacak gününde, yemin ederim ki, evrenin sanatkârane izni cömertçe verilmedikçe insan sıradan bir sigarayı bile yakamaz. İzin çok geniş, fakat sigaranın, kibritin alevine dokundurulabilmesi için önce birinin başıyla cömertçe onay vermesi gerekir. Bu da çok geniş, söylediğime tüm bedenimle pişmanım. Tanrı’nın nezaketle bir insan başı taşıyabileceğine ikna oldum, pekâlâ başıyla onaylayabilir, onu böyle resmetmekten keyif alan bir inançlının yararı için, fakat şahsen ben onun bir insan başı taşıması taraftarı değilim ve benim ehemmiyetsiz yararım için bir insan başı takacak olsa, belki de topuklar, yürür
7
giderdim oradan. Bu bir abartı elbette; hayatım ona bağlı da olsa, yürüyüp ondan uzaklaşacak gücüm olmazdı. Hoşuma gidiyor bu, burada oturuyorum, çok ansızın, terk edilmiş kulübede tek başıma, ağlıyorum veya gözyaşı döküyorum, hangisini söylemek isterseniz. Kaşla göz arasında geçecek, hiç şüphem yok, fakat savunmasız yakalandığım kimi zamanlar, şimdiye kadarki hayatımın yüzde yetmiş beş-sekseninde, ne kadar can sıkıcı bir genç olduğumun farkına varmak üzücü ve bezdirici. Çok uzun, sıkıcı, ağzına kadar yapmacık kelimelerim ve düşüncelerimle dolu bir mektupla size de, ebeveyn-çocuk, her birinize boyunduruk vuruyorum. Kendi adıma konuşuyorum, görünen köy kılavuz istemez, bu benim hatam; birçok başka şeyle birlikte, benim ehemmiyetsiz 8 yaşımda ve deneyiminde olan bir çocuğun abartılı, düşük zevklere ve gösteriş için ani patlamalara av olması hep çok kolaydır. Tanrı beni yargılasın ki bunun için çaba harcıyorum, fakat mutlak teslimiyet ve güvenle kendisine yönelebileceğim muhteşem bir öğretmen olmadan pek güç bir mücadele bu. İnsanın muhteşem bir öğretmeni yoksa eğer, kendi zihninde bir tane oluşturmak zorundadır; benim gibi ödlek doğmuşsanız eğer, bunu yapmak da tehlikeli bir şeydir. Bununla birlikte, benim kendi, anlaşılır savunmamda, burada uzanmış tüm gün sizin yüzlerinizi resmediyorum, Bessie ve Les, çocukların aklımdan hiç çıkmayan, tazecik yüzleriyle birlikte, böylece sizinle aşırı temas kurma ihtiyacı ikinci plana geriliyor. “Bağlayanları lanetle. Gevşetenleri kutsa.” diye bağırıyor o harika William Blake. Pekâlâ doğru bu, fakat harika aileler ile sevgili büyük oğulları
ve ağabeyleri bağlantıları her yerde lanetlediğinde biraz telaşlanan ve çok yıpranan güzel insanlar arasında o kadar kolay değil. Yatakta olmamın sebebi oldukça eğlenceli ve ondan bahsetmeyi çok uzun bir süre hep geciktirdim, fakat şahsen benim ilgimi beklendiği kadar çekmiyor. Dün birbiri ardına gelen ufak tefek talihsizliklerle doluydu. Kahvaltıdan sonra bütün bir kamptaki Miniklerin ve Ortancaların hepsi çilek toplamaya gitmek zorundaydı, muhtemelen mevsimin ehemmiyetsiz son fırsatı. Sabah vakti lanet bacağımı yaraladım. Çilek tarlacıklarının olduğu yer için ufacık, köhne, eski moda, çıldırtıcı bir at arabasında, çok iğreti bir şey, en az dört tane gerekirken iki at tarafından çekiliyordu, kilometrelerce yol gittik. At arabasında tahta tekerleklerin birinin tam ortasından dışarı fırlayan saçma sapan bir demir parçası vardı, Tanrı’nın terk ettiği arabayı çamurdan çıkarmaya çalışırken o demir parçası gelip kalçama ya da kalça kemiğime bir tam ve üç çeyrek veya iki inç kadar saplanıverdi; öncesinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı, evvelsi gün, bu da bir çilek seferi için yolu tamamen berbat bir şey yapmıştı. Çıldırtıcı bir melodram atılımıyla, hemencecik revire yetiştirildim, Bay Happy’nin yine Tanrı’nın terk ettiği motosikletinin arkasında, gerisin geriye muhtemelen üç mil. Ehemmiyetsiz, gülünç birkaç an yaşandı. Her şeyden önce, bunu söylediğime çok üzgünüm ama, Bay Happy etraftayken kibirli ve kırıcı olmaktan geri durmak benim için çok zor oluyor. Bunun için çabalıyorum, fakat o adam, karakterimden yıllar önce çıkardığımı düşündüğüm kötülük
kaynaklarını yüzeye çıkarıyor. Benim kendi çapımdaki savunmamda, otuz yaşında bir adamın, gerçekten de genç, güçlü kuvvetli dört ya da altı atlık hakiki bir takım gerekirken, ufacık, işe yaramaz oğlanları lanet, iğreti bir at arabasını çamurdan çekip çıkarmaya zorlamakla dünyada işi olamayacağını öne sürmeme izin verin. İçimdeki kötülük bir yılan gibi ileri atıldı. Motosiklette ona, Buddy ve benim, çok iyi bildiği üzere, deneyimli, oldukça yetenekli şarkıcılar ve dansçılar olduğumuzu söyledim, anne-babamız gibi, hâlâ amatör olsak da. Enfeksiyondan, kan kaybından veya kangrenden ötürü o lanet bacağımı kaybettiğim işten elde ettiği her bir kuruş için, inan ki Les, ona dava açabileceğini söyledim. Umursamaz ya da bu mantıksız söze, ki öyleydi, aldırış etmez göründü, fakat bunun sürüşüne hiç faydası olmadı, gideceğimiz yere varıncaya kadar tam iki kez, az kalsın bizi öldürüyordu. Bununla birlikte, tamamen benim bakış açımdan, en başından beri gülünesi bir durumdu. Şansıma, bir durum yeterince eğlenceli veya gülünesi ise, daha az kanımın aktığını keşfettim. Öte yandan, ben kanamanın durmasını durumun gülünçlüğüne bağlamaktan hoşlanırken, muhtemel ki lanet motosikletin oturağı bir tampon noktasına yaslanıyordu; benim tampon noktalarım genellikle hoş bir nabız atışıyla, çok hareketli olur. Tartışmasız olan şey ise Bay Happy’nin, kendisine yalnızca kayıt ve parayla bağlı olan küçük bir kampçının kanının, yeni motosikletinin arkasına, oturağına, direksiyonuna, çamurluğuna ve teker yanlarına yayıldığını görmekten hoşnut olmanın çok uzağında olduğuydu. Şüphesiz ki o kanı kendininki gibi görmüyordu; Bayan Happy’nin kanını bile
kendininki gibi görmez o, hal böyleyken göze çarpan, pek çirkin, aptalca yanları olan yabancı bir çocuğun kanıyla insani bir bağı nasıl hissetsin? Son tahlilde pırıl pırıl temiz olsa da, tam bir harabeye dönmüş revirde Bayan Culgerry yarayı temizleyip bandajla sardı. Genç bir kız, kadrolu bir hemşire, yaşını bilmiyorum, alımlı veya sevimli olmaktan uzak, fakat rehberlerin çoğunun ve Büyüklerden bir veya iki tanesinin koleje geri dönmeden önce sevişebilmek için çok çalıştıkları biçimli ve harika bir vücudu var. Korkarım ki eski bir hikâye bu. Ses çıkaracak hiçbir yeteneği, zenginliği, kendine ait kararları olmayan, sessiz sakin biri. Tüm o dış görünüşün altında, Bayan Happy resmin dışında tutulduğunda bütün kampta boştaki tek dişi güzelliği olmaktan kafası karışmış ve feci halde heyecanlı. 9 Revirde işinin ehli gibi çıkan sesiyle makul, durağan bu kız, başını sürekli olarak kırılacak gibi bir durumda tuttuğu izlenimini uyandırıyor, fakat yalnızca yürek parçalayıcı bir poz bu. Zalimce bir söyleyiş olacak ama bu genç kadın pekâlâ da başını doğmadan önce kaybetmiş olabilir, sürecin bu evresinde omuzlarının üzerinde durmuyor kesinlikle. Yalnızca, revirle birlikte toplanma salonunda da gayet kendinden emin ve işinin ehli gibi çıkan yanıltıcı sesi kurtarıyor onu yukarıda bahsi geçen rehberlerin ve Büyüklerin tam kucağına düşmekten, hepsi de genç, çok sağlıklı, çok sağlam rakamlarla iri yarı ve savunmasız kızlara karşı oldukça nazikler, özellikle de sıradan bir güzellikte değillerse. Durum endişelendirici ve de ürkütücü, fakat benim elim kolum bağlı. İnsan onun herhangi bir şeyi çocuk ya da yetişkin
tanıdıklarıyla hiçbir zaman açık yüreklilikle tartışmadığını bir bakışta hemen anlar, o yüzden bu konuda ona yaklaşmanın imkânı yok. Ancak, önümüzde bir tam ay daha kamp hayatı varken, şahsen benim çocuğum olsaydı eğer, asla güvenliğinin hesabını veremezdim. Bakirelik meselesi, elbette, çok hassas bir konu; bu konuda hangi ölçütü dikkatle okudumsa hepsi de sorgulamaya ve ateşli tartışmalara oldukça açık şeyler, fakat burada mevzubahis olan bu değil. Burada mevzubahis olan, belki de yirmi beş yaşındaki, omuzları üstünde hakiki, şahsi bir başı olmayan, yanıltıcı şekilde işinin ehli ve tümüyle aklıselim biriymiş gibi çıkan sesiyle, bu kızcağızın, Bayan Culgerry’nin, kendi hoş kızlığı gibi mühim bir mesele hakkında düşünüp taşınarak, izzetinefsi ve basiretiyle bir karar verecek durumda olmaması; bu 10 benim kanaatim. Elbette, yeryüzündeki herhangi başka birinin kanaatinden, ne yazık ki, daha iyi ya da daha kesin değil. Gece gündüz, acımasız bir kalkan oluşturmazsa eğer, bu dünyadaki kanaatlerin çeşitliliği insanın akıl sağlığına pekâlâ zarar verebilir, abartmıyorum. Son tahlilde, insan çürümüş ölçütlerle, irdeleyip saygı duymak, tasdik etmek için çok dokunaklı ve insani, fakat arkadaş çevresi ya da bulunduğu yer aniden değiştiğinde paramparça oluvermeye meyilli ölçütlerle, ne kadar süre devam edebilir ki? Neden kendimi gülünç bir köpek gibi harap ettiğimi, sevgili Bessie, hayatım boyunca birçok kez soruyorsun bana; münferit anlamda, işte tam da bu yüzden kendimi harap ediyorum. Her şeyden önce, kendi ailemizde en büyük oğlan benim. Bir düşün, insan zaman zaman ağzını açtığında zırva, güvenilmez
kanaatlerden başka bir şey çıkabilse nasıl da faydalı, hoş, heyecan verici bir şey olurdu bu. Ne yazık ki, küçük, sulugöz budalanın tekiyim ben, bu yorumu yaparken hafiften gözyaşı döküyorum. Neyse ki, gözyaşı dökmek için ufak bir sebep yok değil. Benim bir küçük hanımın bakireliğinin korunması ya da kaybedilmesi gibi bir şeyi, kişisel bir kanaat olarak, başka bir şeyi ise dil uzatılamaz, saygı duyulması gereken bir gerçek olarak gördüğüm sonucuna ulaşmak için acele ederseniz eğer, hoş, anlaşılabilir bir hükme varmış olacaksınız, fakat acı şekilde yanılacaksınız. ‘Acı şekilde’ fazla geniş ama can alıcı noktayı fersah fersah kaçıracaksınız. Ben kişisel kanaatin, daha yakın değilse bile, en azından kuzeni olmayan, dil uzatılamaz, saygı duyulması gereken bir gerçeği hiç görmedim. Sözgelimi, bir matine gösterisinden neşeyle eve gelip de, sevgili Bessie, sana kapıyı açan kişiye, bendeniz, çılgın oğlun Seymour Glass’a, gayet makul şekilde, ikizlerin banyolarını yapıp yapmadıklarını sorduğundaki o ufak, ehemmiyetsiz açıklamayı içine sindirebilir misin? Ben kalpten bir evetle karşılık vereceğim. Benim katı, kişisel kanaatim, sırım gibi, akıl almaz vücutlarını küvete bizzat emanet ettiğim ve yalnızca yerlere su tutup sağa sola fışkırtmamalarını, sabunu da kullanmalarını bizzat tembih ettiğim yönünde. Küçük ellerim bile sorumluluğumu yerine getirmemden dolayı hâlâ ıslak! İnsan, ikizlerin, arzu edildiği şekilde, banyo yaptırıldığının dil uzatılamayan ve saygı duyulması gereken bir gerçek olduğunu söylemek için kışkırtılıyor! Ama değil! İkizlerin evde oldukları dahi dil uzatılamaz, saygı duyulması gereken bir gerçek değil!
Hatta son tahlilde, geçmişteki herhangi bir zamanda, hazırcevap dilleri ve hoş kulaklarıyla, ailemize harika ikizlerin katılıp katılmadığına dair güçlü bir kuşku da sözkonusu! Bu güzel, çıldırtıcı dünyada herhangi bir şeye dil uzatılamaz, saygı duyulması gereken bir gerçek demekteki ehemmiyetsiz tatminkârlık için, güleryüzlü mahpuslar gibi, gözlerimiz, ellerimiz, kulaklarımız ve basit, yürek parçalayıcı beyinlerimiz tarafından kör bir inançla sunulan uyduruk bilgilere mahkûmuz. Buna harika bir ölçüt diyebilir misiniz? Ben demem! Bir kuşkunun gölgesi olmadıkça çok dokunaklı, fakat harika olmaktan çok ama çok uzak! Kişisel araçlara hiç katıksız, körü körüne güven. “Aracı” ifadesini bilirsiniz, insan beyni dahi hoş bir aracıdır! Korkarım, ben yeryüzündeki hiçbir aracıya en ufak bir güvenim olmadan doğdum, şanssız bir durum, elbette, fakat benim size meselenin eğlenceli, doğru tarafını söylemek için vakit ayırmaktan geri durmakla işim olamaz. Bu noktada, ayrıca, benim saçma sapan göğsümün içindeki bitmek bilmeyen çalkantının düğüm noktasına da oldukça yaklaşmış bulunuyoruz. Aracılara, kişisel kanaatlere, dil uzatılamayan ve saygı duyulması gereken gerçeklere hiç güvenim yokken,
bir yandan da, içten içe, onların hepsine müthiş bayılırım. Her bir muhteşem insanoğlunun, hayatının her bir yürek parçalayıcı ânında bu hoş, uyduruk bilgeleri kabul etmesindeki cesareti, hiç çaresiz, hemen dokunur bana! Tanrım, bu insanoğulları cesur yaratıklar! Yeryüzündeki hissiyatlı korkakların istisnasız her biri, ifade edilemeyecek kadar cesurdur! Tüm bu uyduruk, kişisel araçları hoşça göründükleri gibi kabul etmeyi hayal edin! Elbette, aynı zamanda, bir kısır döngü bu. Üzülerek ikna oldum ki, biri bu kısır döngüyü bozarsa eğer, herkese çok nazik, hiç unutulmayacak bir iyilik yapmış olacak. Bununla birlikte, insan sık sık, bu konuda böyle lanet bir acele olmasın ister. İnsan, o hoş sevdiklerinden, başka hiçbir zamanda, bu hassas konuyu kafasına taktığındakinden daha ayrı düşmez. Ne yazık ki, benim durumumda bu konuda çok büyük 11 bir acele var. Tabii ki bu tezahürün yetersizliğine gönderme yapıyorum. Bu tezahürden geriye kalan bol ama bir bakıma da bir nefes kadar kısa zamanda aradığım, işte bu hem saygıdeğer hem de yürek sahibi olan sorunun çözümü. Ancak bu noktada, meseleyi kestirip atıyorum. Çünkü mevzuun sayısız taraflarından yalnızca birine değindim ben.
İngilizceden Çeviren: Yusuf Sarıgöz
Seyhan Erözçelik TNT, PLASTICS, ETC. kulübün kapısına gül bıraktık; geçmiş patladı! 12
geçmiş de patlayabilir elbet, or’da uyuyan çocuğ–çırpınır, ağzı allaha açık, yaralı vampirmişim meğer ben. yağmurda motordan inermişim. camilerde senin için ettiğim dualar sokaktan… kaktan… duyulur muymuş? patlama olduğunda senin cebinde bazı mistik otlar varmış. frambuaz, dediler bana, kurutulmuş… (kurduğumuz için tesadüfe yer yokmuş.) naapıyım, hayat daha zormuş. (saati kuruyorum da, biz caddenin karşı köşesinde william blake okuyorsak gülleri bırakanlar kim?)
galiba kafamı karıştıranlar var. kafası karışık vampirmişim meğer, sırtını duvarlara verenmişim. plastiklere hiç güvenim kalmamış mış. (yazının ne önemi var. sen mühimsin. gerçekten. vallahi.) vampirken güzel yazı defterlerim varmış. düzgün şiirler yazarmışım. gerçeklere, sert şeylere güveniyormuşum şimdi. şeyyyy!.. güller, güller patlamış! (feci patlamış.) hâlâ dua ediyorum.
1991 (Düşler)
13
Ufuk Akbal Rüşdü, Cihad ve Ben. içimizdeki en deli kim? hani şu; çağımızın en geniş zamanına meyleden? 14
bir atomu bölemeyen ama bölen bir çubuk krakeri orta yerinden, ve bu kırma hareketiyle bin yılı geçiren, ve ama hep aç geçiren, ve böylece eylemi faydaya dönüştüremeyen. bu cihad olmalı. içimizdeki deliyi öldüren kim? hani şu; en zaaflımız, şu görüp queen elizabeth’i, sonbahar renklerinin içinde; boğaza yanaşmış, cihangir parkına burnunu sokmuş bir de. ona bakıp, içlenen, “mick jagger onun içinde, rüşdü paşa onun dışında cihat daha da dışında, biz bir çemberiz” diyen. bu ufuk olmalı.
bir müşkülpesent sosyoloğun açıkladığı bir toplumsal haleyiz, biz kendimize en geniş zamanı ayırıveren yani rüşdü, cihad ve ben, yani söküp yerinden bir çimeni, bankın üzerine eken. söküp ilmi ceylanın kalbinden, kendi kalbine döken. şimdi şüphe yok; akşam indi, kalp dindi, kalp bitti. akşam ezanı okundu, anne eve çağırdı, rüşdü gir eve. gir eve rüşdü; seninle uğraşamayız, rüşdü seni döverler, rüşdü kurtaramayız, rüşdü seni alırlar, rüşdü takip edemeyiz, rüşdü kargo geldi; sen yokmuşsun, eve gelmişler seni bulamamışlar, paris cad. değil miydi? kargo takip numaranı bahşet. neyse, boşver. rüşdü bir çay ısmarla, midem bulanıyor. rüşdü açım; ama sen yine bir çay ısmarla, rüşdü üzerine kussam mendilini tutup, üzerini değil kalbimi siler misin?
15
Semih Kâtipoğlu Sır Kapısı
16
geceleri sır kapısı izlemek en büyük zevkimdir geceleri, yani call of duty’den yorgun düştüğümün hemen ertesi izlemenin edilgen bir edim olduğunu iddia ediyorlar varsın olsun, ben böyle iyiyim teyzem bile modası geçti artık diyor sır kapısı için kaale almıyorum onu, çünkü en büyük zevkimdir saat gecenin 2.30’u olmuş ve diyorum ki allahım (ya da tanrım) neden bizim duygularımızı sömürmeyi meslek edinmiş insanları bize takdim ettin inan’olsun konuşan bardaktan bile aldım çok tuhaf ama başka hislerle yaklaşıyorum ona çayımı çorbamı hep onda içiyorum çünkü biliyorum ki, o da bana farklı duygularla yaklaşmaktadır ağzıma yaklaştırınca bismillah, uzaklaştırınca elhamdülillah diyor sırf bu bile bana ölümlülüğümü hatırlatmaya yetiyor bir de cehennemin varolduğunu ha, bir de muhammed ikbal’i bunlar da elbet az şeyler değil ki
Ali Süha bir gariptos ağacından kökalmışlığım üzre yapıntı sözler edilebilir midir denemesi olarak şiir bu başlıkla arabesk bir tını intende edilmediğine yeminlemeyeceğim –zira– kaynak göstermenin, yemin etmekten evrilmiş eski bir doğu hastalığı olmaklığına inanlı ve ancak toprağı taze değiştirilmiş bir ölüden ışkınlanır yeşillikte 17 ehl-i tebdil-i mekân olarak tazakkum itikatimce vâcib olupdur kanemicinin pede konmasından sahibesine şehvet duymaklığını çıkarsamak aceleciliğine ve de yer değiştirmemekten vazıh tatminilmişliğe lanet ediyorum, Kabul buyur yarabbi lanetlemek devrimci bir eylemsizliktir –oysa– türkler –ani sıcaktan çatlarsaya karşı tedbirkârane– çaybardağını ılık suyla çalkadığı içindir ki devrimi ne bilir (netekim ayakkaplarını hazır camiye girmişken okutmayı akledememiştir) bu garantici, bu arkasınabakarcı çürüşme ce militarisme latent, ces cérémonies militaires ce sont maudits, je l’espère au moins korkunç allahım, anadilim hissiyatınca korkunç
Kırıntılar Yusuf Sarıgöz Modernizmi artık bir tekil kavram olarak değil de bir tümel kavram olarak düşünmeliyiz. İcat olunan tüm dinler/ ideolojiler modernizmin yaptığından farklı bir şey yapmamıştı. Yahudilik çoktanrılı dinlere, Hıristiyanlık Yahudiliğe, İslam her ikisine, modernizm tüm dinlere 18 modernistçe davranmıştı; postmodernizm ise kendini kurmak için bunların içinden bir günah keçisi seçmek zorundaydı ki bu da modernizm oldu. Hepsinin de söylediği aynıydı: “Sizi ‘bunlar’ kötü yaptı, gelin ben sizi temizleyip kurtaracağım.” Hepsi kendinden bir öncekinin her şeyi mahvettiğini iddia ediyordu, ona savaş açıyordu. Oysa düşman o kadar yakınımızda değildi ya da bu kadar somut değildi. Her seferinde görüş alanında bir düşman sanrısı yaratılarak kötülük somutlaştırılırken –çünkü böylece düşmana karşı bir savaşa girişmekten söz etmek mümkün kılınarak– insanların ümitleri tazelenmiş oluyordu ve ümit boktanlığın sürdürücüsüydü, gerçekte düşman çok daha gerilerde ve kötülük çok daha soyuttu. Bunu Nietzsche yüz elli yıl kadar önce söylemişti, fakat kimse oralı olmadı: “Sosyalistler, anarşistler,
nihilistler varlıklarını başka birini suçlayabilecekleri bir şeyde buldukları nispette, Hıristiyanlığa yakındırlar. Zira, Hıristiyan da kendi hastalığından, marazlı bünyesinden birini sorumlu tutarak buna daha iyi tahammül edeceğine inanır.” Tümel bir ad olarak modernizmin bizden sakladığı işte buydu: Düşmanın yakında, kılıç sallasan değecek bir yerde olmayıp çok daha geride; kötülüğün elegelir somutlukta olmayıp daha ziyade psikolojik kodlarımızda saklı soyut bir varlık olduğu. Bunun tersine inandığımız için hâlâ ümit ediyoruz, hâlâ savaştığımızı sanıyoruz, kılıç sallayıp duruyoruz: Don Quijote gibi. Evet, düşmanın yakınlaştırılmasının, kötülüğün somutlanmasının Don Quijote’laştırıcı bir etkisi var. * Bir Sümer tabletinde bir adam “insanların artık çok kötülük yapmaya başladığı”ndan yakınırken, mektup olarak yazılmış bir başka tablette bir kadın kocasına “kendilerinin ne zaman bir evlerinin olacağı”nı sorup ağlıyor; bunlar dejenerasyonun, mülk edinmenin, kapital
biriktirmenin ve sebep olduğu adaletsizlik duygusunun ne kadar eskilere dayandığını gösteriyor bize; toplumsal yaşam veya düşünceler fosilleşebilse belki bunların bir başlangıcının olmadığını da göreceğiz. Biz ise postmodernizmin tarafını tutup modernizmi suçluyoruz tüm bunlar için, postmodernizmin, ileri kapitalizmin ‘son harikası’ olduğunu unutarak. * İleri kapitalizmde estetiği kaybettik ve şimdi her şeye ‘onun yerine koyabilir miyim acaba?’ diyerek saldırıyoruz ama bunu o kadar açgözlülükle yapıyoruz ki sonunda kucağımıza sığdıramayıp hepsini düşürüp kırıyoruz. ‘Market sepeti’ diye bir şey var: Sahip olma hırsının somut sonucu. “Kucağına sığdıramıyorsan don’t panic, babe, at sepete.” * Şeyler, yokolurlukları ölçüsünde kıymetli (değerli değil). “Değer”, şey’i ölçüp biçmeyi, neye değip neye değmeyeceğini belirlemeyi, bir fiyat etiketi yapıştırmayı imliyor; oysa “kıymet”, şey’in doğasında kendiliğinden sahip olduğu ve başkasının takdirine muhtaç olmayan cevheri ifade ediyor. Yokolurluğun kıymeti, debelenmemenin vakarında görünürleşiyor: Tanrısal vakar. Öyleyse yokolurluk, tanrısal oluyor. * “Ve bütün fotoğraflar, altlarına eklenen yazılar ya da üstlerine konan başlıklarla
açıklanmayı veya çarpıtılmayı beklerler.” (Susan Sontag, Başkasının Acısına Bakmak) Kutsal kitaplar, tüm felsefeler, okuduğumuz kitaplar da önümüze konan fotoğrafın –hayatın– üzerine konan başlıklar, altına yazılan yazılar değil mi? Hiçbiri olmasaydı, yani önümüzdeki fotoğraf hakkında bir propagandanın tesiri altında kalmamış olsaydık eğer, hayatı nasıl görürdük? * Mutluluk, morfolojinin bize bir oyunu: “mutlu” sıfatından dilin morfolojik imkânları dahilinde “mutluluk” ismi türetiliyor –“Dil kadındır: Kendi söylediklerine dönüşerek sizi baştan çıkarır.” diyordu Baudrillard– ve biz bir 19 ‘boş gösteren’in ‘yok-gösterilen’ini boşuna arayıp duruyoruz. Mutluluk yok, mutlu hissetmek var. Yahut şöyle: “mutluluk”a sahip olmak, metafizikle –anlık bir oluş olan “mutlu hissetmek”i, dini bir inanç gibi hayatın her ânına yayacak metafizik bir, “Mutluyum.” inancıyla– mümkün. O metafiziği kaybettiğinde, hayatta insanı mutlu hissettiren pek az an kalıyor geriye. * Okurun tahakkümünü kırmak için yeni bir dil kurmak şart. Yeni bir dil ve dolayısıyla yeni bir anlatım. Yeni olmaklığıyla okurun okuma rahatlığını bozmayan her metin, en nihayetinde başarmak istediği anlaşılma eyleminden büyük ölçüde feragat eder.
Doğu-Batı, Fragmanlar, No: 3 Fatih Mutlu “Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım Şehrin ölümünü yanlış anlama Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar” Sezai Karakoç 20
“Solüsyon var mııı?” Cihat Duman I. Kişisel deneyimle sabittir: Aklıma geldiği ilk anda aklıma geleni yazmak için cep defteri alıyorum. Bir vade sonra deftere yazmak için düşündüğümü fark ediyorum. ‘Deftere yazmak’ düşünmenin ön şartı oluyor. Benzeri altını çizmek için de geçerli, önemli bulmak ve tekrar okumak gerekçesiyle başlanan bir altını çizme işi, ‘çizmek için okumak’ biçimine bürünüyor. Aracın amaçsallaşması mı? Evet. Buradan ‘sosyal medyada insanın konumu’na bir yol çıkar mı? Belki. II. Kişisel deneyimle sabittir: Kişisel deneyim lafı “lüzumundan fazla” uzun. Deneyim
zaten kişisel olana işaret ediyor. Başkasına ait deneyim bizatihi özne tarafından deneyimlenmedikçe deneyim olmuyor. Anlamak ile kavramak arasındaki fark, eskiler idrak diyor, anlamanın ad koymakla, tanımla bir ilgisi var. Kavramak ad koymanın ötesi, içkin olmayı/içkin kılmayı ifade ediyor. Kavramak deneyim oluyor. Kavramak “durum” karşısında edilgen olmayı şart koşuyor. Yalçın Küçük yazdı, bir şeyin özünü kavramak o şeyin doğasına müdahale iradesini yok ediyor. Kavrayan müdahil olmayandır, yazabiliyorum. III. Troçki, Kropotkin hakkında yazdı, Kropotkin anarşizmi Proudhon’dan daha iyi kavramıştı, tezleri daha tutarlıdır. Tespiti edebiyat alanına taşıdı, Batı’nın icat ettiği/başlattığı pek çok edebi akım, en iyi ürünlerini Rusya’da veriyordu ve bu normaldi. Batı anlıyor, tanımlıyor, Doğu hakkını veriyor. ‘Kemal’ karşılığı Doğu’da olan kavramdır.
Tetsumi Kudo, East and West Axes (1980)
IV. Aristo bilgi sürecini üçe ayırıyordu: Teorik, etik, poetik. Sona yaratımı koyuyordu, başta tanımlama var. Tasavvuf bilgi sürecini üçe ayırıyordu; İlme’l yakin, Ayne’l yakin, Hakka’l yakin. Biliş, görüş, oluş da denilebilir. ‘Yakin’ mutlaklık ifadesi, akıl yürütmeye ihtiyaç bırakmıyor. Barthes Eiffel Kulesi’nde Guy de Maupassant’a referansla söylüyordu; “Eiffel Kulesi’ni yadsımak için (...) kuleye yerleşmek, sanki onunla özdeşleşmek gerekir.” Maupassant’ın “Paris’te onu görmediğim tek yer burası” dediği Hakka’l yakin oluyor. Öyle mi? Bir ayrıntı, insan neyle ilişki kursa kendini dahil ediyor; empati evrimle ilgili. Hakka’l yakin, kendini özne konumundan çıkarmakla oluyor, ‘Durum’dan kendi ilişiğini kesmekle mümkün. İslamlık Yunan mirasını devraldı, biliniyor. Yeniden paylaştırdı ve devretti. Bilgiye
düşen miras bu: Batı’nın en genel anlamıyla ‘yaratım’ı koyduğu yere Doğu ‘oluş’u koyuyor. Oluş edilgen olmakla mümkün. İnsan kendini devreden çıkarıyor. Batıda 21 kapsanan, Doğu’da kapsayan oluyor. Bir ayrıntı daha: ‘Etken’ i edilgen kılmak, etkenlik biçimi, etken bir eylem. Yani insan kendi etkinliğiyle kendini edilgen kılıyor. Hakka’l yakin bu; paradoks. V. Tasavvuf ‘mürid’ dedi, irade devrini anlatıyor, özne gönüllülük ilkesiyle iradesini devrediyor, iradenin devri ‘bilme yetisi’nin de devridir. Bilgiden uzak bir konum, ‘dışı’ ya da ‘aşkın’. VI. ‘Bence’ kavramı, üzerinde durulmuyor. İnsanın kendini kendi dışından onaylaması oluyor. İki benlik var, biri fail diğeri fiilin altını çiziyor. Deneyimle sabit insan, altını çizmek için okuma yapıyor. İnsan çizmek için okumuyorsa çizmek onaylamak anlamına geliyor ki insan onaylamakla malul.
Ramazan Parladar Memet Dağı 22
saçların ne kara saçların ne çok eski memet saçların melamet senden yakın uzak senden dingin dünya düştüğün yerden bir ölüyle kalk sırtına inen gürz kan sızdırmaz gömleğin
Olmayan Kiraz’a
Cihat Duman Her Bomba Ölümü Tadacaktır Ama parçalanıyor sevgim. Toplayamıyorum. Bodyguard sakallarından, topukluyu eline almış yalın ayak yürüyenlerden, kimsenin başına bu tür bir Çingene gelmemiştir. Cismi HTML’de kalmış bir kız, ölmemek için ağladığı bir gece, sayfasında Jason Molina seslemiş gibi arkadaşlarla kulaklarımızı bölüşüyoruz. Ama parçalanıyor sevgim Blues. Dudak. Ölmemek için ağlanan bir gece beni arkadaş olarak ekledi. Dünyanın en sessiz dudağı. İmece usulü sigara yetiştiremiyoruz. Ama parçalanıyor sevgim. Onlara saplanıyor. Gül rengi organların erkek yenilgisi odalarında içi sesle doldurulmuş bıldırcın cesetleridir. O sebeple hiç giyilmemiş atletler gözyaşı kokmaz poşetler gibi Tempoyu artıralım. Bir bombanın çocukluğunu kanla açıklayamayız. Bir kadının çocukluğunu. Bir mektubun ve her şeyin. Akıcıdır kan. Gülde durduğu gibi durmaz. Sözde durduğu gibi durmadan öpmek istiyorum. Ama parçalanıyor sevgim. Ses çıkarıyor sırtında onun bana olan 12 KB ulaşılmaz ilgi katına. Onu kimle aldatacağımı unuttum
23
Tut Şunu Sarılacağım Sancar Dalman Türkiye’ye geleli iki hafta olan Alman bir arkadaş bugün bana şöyle bir şey söyledi: “Türkiye’de her şey seni ilk bakışta çok 24 etkiliyor. Ama ikinci defa baktığında işe yaramaz bir şey olduğunu anlıyorsun.” Gerçi o bunu AVM girişinde öylesine yapılan güvenlik kontrolüne binaen söylemişti ama bu küçük olay bile aslında hayatlarımızı perde arkası tırt olan güzel bir sahnede yaşadığımızı açıklar nitelikteydi. Bu gerçeği o kadar çok kabullenmiştik ki neredeyse unutmuştuk ve unutarak yaptığımız her hareket olumsuz neticelenince tekrar hatırlamak zorunda kalıyorduk. Üsküdar’da puslu bir kasım akşamıydı. Dolores’le Kadıköy’den 12’ye binmiştik. Hatta ilkin akbilini bulamadı çantasında. Sonra “Ben basarım,” dedim. Nasıl olsa indirimli hattı. “Yok, Yok,” dedi. Ben basmaya tam yeltenmiştim ki akbilini buldu. O bastı. Kendisi ailesi zamanında İrlanda’dan ABD’ye göç eden bir yabancı
olduğu için “Hayvan herif! İnsan biraz ısrar eder,” demez hiçbir zaman. Otobüsten indikten sonra karnı aç mı diye sordum. Karnı açmış. “Gel,” dedim, “güzel bir lokanta biliyorum.” Sonra onu bir esnaf lokantasına götürdüm. Yabancılar böyle küçük, salaş, sevimli yerleri severler. Fakat maalesef ülkemizde küçük, salaş, sevimli yerler hep erkeklerle dolu olur. Dolores nasıl olsa yabancı olduğu için bunu pek umursamaz diye düşündüm. Yola koyulduk. Bugün yemek olarak güveçte tavuk, tas kebabı, iç pilav ve bilimum çorba çeşidi vardı. Lokanta selfservisti. Elime tepsiyi alıp “Ben bi’ porsiyon güveç tavuk alayım lütfen,” dedim. Sonra Dolores, “Yemeklerde tereyağı var mı?” dedi. İngilizce dedi tabii. Ben de servis yapan elemana tercüme ettim. Eleman kızın yabancı olduğunu anladığı için “Yes yes, delişıs!” dedi. Dolores elemandan kıl kaptı. “Hayır, ben yemeyeceğim. Let’s get the
hell out of here,” dedi. Bunun üzerine eleman arka tarafta masalara konulan karanfil çiçeklerinden birini vazosundan çıkartıp benim biricik çilli, kızıl saçlı, mavi gözlü Dolores’ime uzattı. Önce Dolores’e baktım, sonra çiçeğe baktım, sonra da elemanın çirkince gülümseyen yüzüne baktım. Dolores için değerdi. “Ne diyorsun lan sen!” dedim. Tepsiyi yapıştırdım suratına. Sonra o da güveci fırlattı. Hemen tabldotların yanında duran başka bir tepsiyi raket gibi kullanarak güveci geri gönderdim. O esnada yemeğin bir kısmı üstüme geldiği için yandım. Tezgâhın arkasında kalan bir başka eleman da tatlı kâselerini fırlatmaya başladı. Bütün müşteriler ayağa kalktı. Bir kısmı ortamın tadı kaçtığı için kendisini dışarıya zor attı, bir kısmı masaları siper etti, kalanları da ortamı sakinleştirmeye çalışırken en çok dayağı yiyen onlar oldu. Çünkü az sonra mutfaktan bir grup eleman takviye olarak gelmişti. Ellerinde ışıldayan şeyleri gördükten sonra kaçtım. Ben çıkarken üzerimden yere damlayan bezelye, patates ve tavukların başına kediler toplanmıştı. Sokağın karanlığında ışıldayan floresan lambaların altında aydınlanan yüzler hep bize bakıyordu. Her yeni gelen turist gibi Dolores de “Why? Why?” diye sormaya başladı. Biraz ileride kaldırıma çömeldik. “Dur bi Dolores allasen,” dedim. “Zaten elim ayağım titriyor.” Onun da turuncu saçlarına bezelye bulaşmıştı. Aldım ağzıma attım. Gülümsedi. Turuncu saçları, turuncu sokak lambası altında daha da bir turuncu görünüyordu. “Türkiye’ye gelip tereyağsız yemek yiyeceğin tuttu,” dedim. Eve doğru giderken karşıdan gelen eskiden tam beraber eve çıkacakken
benden kaynaklanmayan sebeplerden dolayı çıkamadığımız arkadaşım Kâmil beni gördü. Selam verdi. Yanında başka biri daha vardı. Daha önce yine o beni gördüğünde de başka biri vardı. Yanında zaten hep başka birileri oluyordu. Nedendir bilmem ama çok sevinmiş gibi yaptı beni gördüğüne. Konuşacak bir şey olmadığı için beş kez birbirimize “Nasılsın, iyi misin?” dedik. Sonra yanındaki arkadaşıyla tanıştırdı beni. Onun bir kabahati yoktu. İsmi Samuel. Fransız’mış. Türkiye’de Türkçe öğrenmiş ve şimdi Türkçe eserleri Fransızcaya çeviriyormuş. Ama bunu çeviremez. Mümkün değil. Samuel’le de konuşacak bir şey kalmayınca bir sessizlik oldu ve Kâmil birden gülerek elinde tuttuğu paltoyu Samuel’e uzatarak “Çok sarılasım geldi sana, tut şunu Samuel, sarılacağım!” dedi ve bana yöneldi. Hemen “Ne alaka?” dercesine bakış attım. Zaten az önceki kavganın gerginliği halen üzerimdeydi. 25 Buna binaen çekinerek “Sarılabilir miyim?” dedi. Benim için; hani Western filmlerinde ihanete uğrayan kovboyun yolu kendisini satan arkadaşıyla kesişir ve silahını ona doğrulttuğunda arkadaşı ona yalvarır, fakat kovboy Clint Eastwood gülümsemesiyle sadece tetiği çeker; onun içinse; röveşatayla gol attıktan sonra tribünlere doğru koşuyorsunuzdur, taraftar sevinçten çılgına dönmüştür fakat aradan bir dakika geçtikten sonra yan hakemin ofsayt bayrağını fark edersiniz. İşte öyle bir durumdu. “Hayır,” dedim. Sarılamadı.
Otokayıtlar Ufuk Akbal 1. Âdem ile Havva’nın elmayı yediği andan beri başlayan şeyin adı, “sekülerizm”. 1.1. Siz bunu laiklik diye de buyurabilirsiniz. 1.2. Biz, Âdem’in elması “bize girendir” diyoruz. 26 1.3. Âdem’in elmasının iki yarısı gibi; dinsellik ve sekülerlik. 1.4. Bu bize tesbih tanesinden “sekülerizm”, üzüm tanesinden “tespihat” icrasının mümkünatını söylüyor. 1.5. Beğenmedinizse dinlemeyin. 1.6. Bize girdi ve çıkmadı. 1.7. Çıkarsa metafor biter. 1.8. Cennet ve cehennem tüm metaforik anlatımının yanında, metaforun katli. 1.9. Bu nedenle varlığına ya da yokluğuna meyyal olmak, varlığı ya da yokluğundan mühim. 1.10. Elektrik söner ve her şey biterse yavrum, metaforsuz kalırız. 1.11. Mahkeme de hesaplaşma da bir metafordur. 1.12. Âdem. Baba. Cat Stevens, “Father and Son”u söylediğinde; daha bir sevdiğim.
2. Peygamber ne bilmiyorum. Peygambersi olanı seziyorum. Ahmet Güntan, peygambersi. Çünkü; “Güzel ikizim, ne kadar acayip değil mi, bu kadar saf bir insanın yorgun görünmesi, iyi bir kalbin alıp başını gitmesi, ne acayip, evet, çok acayip” 3. Benzeyen şeyleri başarabilirsin, ama benzemekle iktifa etmek mecburiyetinde kalırlar. 3.1. O “gökselliği” edinemiyorsun. Kopartıp çıkartamıyorsun yerinden. 3.2. Kendi “çakılı” olduğun yerden de kopup çıkamıyorsun. 3.3. Seni bir yere çakmışlar. Seni bir yere fırlatmışlar. 3.4. Kâl-u belâ? Heidegger? Hangi biri? 3.5. Parçalanmış ve bulamamışsın. 3.6. Aramış hicran görmüş, aramamış ham mevye kalmışsın. 3.7. Aramış bulmuşsun. Bulmuş musun? 4. Kusura bakmama sanatı; ne geniş ne ferah. 4.1. Kusuruma bakmayınız.
4.2. Lütfen kusura bakma! 4.3. Kusura bakma ama.... 4.4. Ama. 4.4.1. Am’a. 4.4.2. “Amcıl rekabet” (Muammer Karadaş) 5. Radyo. Hesaplanamaz ve infilak’a bir adım. 5.1. Radyo gönderir. Getirir. Radyolaştırır. 5.2. Radyonun içinde yaşam olduğu hissi. 5.3. Herkes kendi radyosunu fethetmeli. 6. İnanılmazullah’a tabiyim. 6.1. Bir zamanlar afiyetle söyleyebilirdim. 7. İnsanın kendi tenine erme salahiyeti. 8. Musikinin potinlerini kim boyasın? 8.1. Sınırsız ve alabildiğine bir müzik kutusu olabilmek hülyası.
9. Yemek: iktifa etmeli. 9.1. İçmek: İktifa etmemeli. 9.2. Dışkılamak: Bir cimri olmama formu ise saygı duymalı. 9.3. Yediğin kadar dışkılıyorsan, bu hesaplanabilirse, bu şiirsel değil. 9.4. Vücud sadece sana girenlerden ibaret değil ki? 9.5. Vücudda her şey var... Israr, imkân ve delalet var. 10. Soğuk su; dirilik. Sıcak su; temizlik. 10.1. Ama sıcakta mikroplar ürüyor. 11. Tanzim ve taksim; bizi, biz insanat’ı kim taksim etti bur’lara? 11.1. İnsanât: bir kötülük imkanı. 11.2. Bir an fener çıkıyor, bir kıpırdama. İnsanat iyi olabilir. 11.3. İnsanat iyi olmalıdır. Olmalı mıdır? 27 11.4. İnsanat iyi olamıyor. Çünkü düal. 11.5. Birinin iyisi diğerinin kötüsü olur. Yazgı bu. 11.6. İnsanat tanzim edilebilir mi? 11.7. Tanzim insanı bölüyor.
Joseph Beuys, I Like America and America Likes Me (performans, 1974)
Nefes (OYUN) Samuel Beckett ÇÖP
Perde 1. Çeşitli çöplerin gelişigüzel şekilde sağa sola atıldığı sahnede hafif ışık. Beş saniye kadar sürer. 28
Dikey hiçbir şey yoktur, hepsi aralıklarla dağıtılmış ve yatay. AĞLAMA SESİ
2. Hafif ve kısa bir ağlama sesinin hemen ardından nefes alma sesi. Işıkla birlikte giderek yükselir ve yaklaşık on saniyede maksimuma birlikte ulaşırlar. Sessizlik, beş saniye kadar sürer. 3. Nefes verme sesi. Işıkla birlikte giderek alçalır ve yaklaşık on saniyede minumuma birlikte ulaşırlar (ışık 1’deki gibi) ve hemen ardından öncekiyle aynı ağlama sesi. Sessizlik, beş saniye kadar sürer. Perde
Kayıttan yeni doğan bebeğin ilk ağlaması. Işık ve nefes sesinin sıkı senkronizasyonunu başlatıp bitiren iki ağlama sesinin aynı olması önemli. NEFES SESİ Güçlendirilmiş kayıt. MAKSİMUM IŞIK Parlak değil. 0 = karanlık ve 10 = parlak ise ışık yaklaşık 3’ten 6’ya kadar yükselip geri dönmeli.
İngilizceden Çeviren: Yusuf Sarıgöz
Oyunu izlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=1rZ8xParVmE
Üzgünüm Ben Yanlış Anladım Büşra Soğancıoğlu Deneme… Deneme bir-iki… Hazr’oll! Rahat bir öykü geliyor. İyi aç gözlerini. Aç ki göreme. Duy! Şimdi sana gözlerimin kör noktalarıyla bakacağım. Ruhumun daracık kalyonlarında gezdireceğim seni. Kör olacaksın. Bir de kendinden memnun olabileceğim bir hale getirebilirsen beni. Sence hoşnutum. Bütün bunlar gerçek olamaz çok sağırım çünkü. Kulaklarımda geçirimsiz teller. Genç insanlar bunlar, hep böyle terler. Vakit az biliyorum. Ama az-met dinle. Gerçek bir ruhbilmeci gibi. Neci? Neyse boş ver. Zaten bütün haklarımı yüzüme okudun. Üfledim. Âmin. Aramızda hiçbir duyusal bağ kalmadığına göre bir öykü yazılabilir. Hadi bakalım öykü; susmak dersem çık, kusmak dersem çıkma. – Susmaakk! Susmak diyorum. Nerede bu öykü?
– Pardon buralarda kısacık boylu susmacık sözlü bir yazın gördünüz mü acaba? Beni duyan sağır sanrılar üretmekle meşgul. Tanrısal bakış açısı bendeki sancıyı kaçırıyor. Üçlü teftiş inancı bir artı çiziyor içime. Durmadan bir şeyler doğuyor. Burada beni duyan kimse yok mu? Bütün amazonları ve zamanın esir çocuklarını ben doğurdum. Amazonlar bu çocuklara annelik etmek için birikti içimde. Hepsi öykülerimden kaydılar. Son isteğim, öykülerimi yüzünüze tükürebilmek. Medeniyet! Umarım neslin tükeniyordur. Lütfen benden yüzünüzü esirgeme. Eski amazon kabilelerinde bunun şifa olduğu bilinir üstelik. Bunlar biline. Yoksa işin-iz yaş. İyi ki tükürük var. Tükürük bu yüzden var. Tükürük bu işi kolaylaştırdı. Benim öykülerimi yiyerek beslenen tek dişi kalmış canavar! Ağzını kocamaaan aç. Kendini alnından öper haddini aşarım. Bu demek oluyor ki haddin alnından küçük. Haddini
29
omzuna al. Yüzüne sıva ellerini. Bir de üç gün konuşmazsan bez bağladıkların konuşacak. Evvett! Herkes yere-çök-kapan. Hayatınızın üçgenini çokgenleştireceğim. Derin derin nefes alın, bir sigara yakın. İlk kim yanmak ister? Ya da boş verin. Ölmek için çok bayağı bir yol. Bir kasılma daha. Kalp kapakçığı, kasıklar... Beyaz eldivenler arada mekik çekiyor. Kaslar şişiyor. Kalp açık. Kapatsın biri şu kapıları. Geliyooor! Gidiyor! Geliyooor! Defolsun! Siz de defolun! Defol! Hepiniz defo. Kelimeye eklenen –yor ekinin daraltıcı etkisi. Her şey şimdiki zamana yor uluyor. Kasılmalar beşdakikadabir mi? Evet! Yoruldum. Hayra olsun. Bu bebeği istiyorum. Hangi bebeği? Ordakini işte. O şişliğin içindekini. Orada bir bebek olduğunu nereden çıkardın? O şişlik 30 nedir öyleyse? Belki de hiçbir şeydir. Yani boşluk. Her şey boşlukla başladı. Evren boşluktan doğdu. Bütün işteş fiilleri aramıza koydu. Dünyanın çekim gücü yerçekimi suyun kaldırma kuvveti yükselipalçalanyükselipalçalanyükselipalçalan basınç. Geriye yalnız ışıkları kapatmak kaldı. Bütün yıldızları attım. Diyy mi Nebula? Seni bile. Diyy mi? Kimse güneşi hesaba katmamıştı. Kimse bana güneşin de bir yıldız olduğunu. Anlaşılmayan herhangi bir şey var mı?
– Anlaşılmayan çok şey var. Çoğu hiçbir zaman anlaşılamayacak belki. Gülüşün ve gözlerin arasındaki tutumsuzluk gibi… Noktalar çoğalır. Uzuuunca konuşur adam. Birdenikidenüçtendörttenbeşteeenn sonsuza. Hepsini toplatırsan eşittirin sonu 1 veya 0. Bütün uzun işlemlerin sonu şaşırtmaz budur. Ama kafa bu da be! Uykum bağırıyor sen konuşunca, her şey pijama rengi. Yüzün kırışık çarşaf. Şuraya şöyle bir uzansam. Sonuç yine sıfır. Keşke seni dinleseymişim alıp başımı. Gider. Başımın içindekiler beni tutar. İler har yanım. Sahiden biz delirdik mi yahu? Bunu kendine ciddi ciddi sormamış bir akıllı var mıdır? Var. Aferin ona. Hatta af verin. Çıksın özgürce dolaşsın herkes gibi. Şimdi yazmanın bana vermiş olduğu delirebilmek imtiyazıyla nanik na-nik. Bana mı? Sen bir çekil kenara. Öyleyse bana. Sana ulan! Sana. Hepinize. Biri sesimi kessin yoksa ben kulaklarınızı keseceğim. Beethoven için bir koleksiyon bile ayırabilirim. Her kulağa hitap ederim. Şah damarın yanındaki piyon damarlar dağılıyor. Olsun. Kalem güçlü. Alır başını gider her yana. Her yan senin. Mi? Bu savaş demektir. Gözlerinde Beyaz bayrak dalgalanıyor. Ellerin kılıç. “Her şey vatan için.” Vatan toprağım vücuduna karışmış. Şimdi ne olacak? Dikkaaat! Siper al! Herkes yüzünü korusun. Ipıssslak bir öykü daha. Hıgk tühh!
fin 2 tl