Genel Yayın Yönetmeni Şeyma Sakallı
Editör Seda Kamburgil Sosyal Medya Sorumlusu Burcu Kılıç
Yazarlar
Doğucan Arslan Esra Atabay Hacer Yıldırım İlknur Öner Melis Genç Meltem Gökçe Muhammed Eyüp Yavuz Nazlı Deveci Nazlı Yıldırım Ogün Engin Erkan Umut Köksal Ülkü Mehtap Zoroğlu Taha Savaş Yasin Gel Yunus Küçükkaraca
Misafir Seyyar İsmail Cem Karakuş
Grafik & Tasarım
Aykut Körmamuoğlu
Web Yazılım
Burak Medinovski
ŞEYMA SAKALLI
BİZİM SESİMİZDEN 9 Ağustos 2014 tarihinde sizlerle kelimelerimizi paylaşmak için bir araya toplandık. İnsanın, nerede olursa olsun yazma ve okuma ihtiyacından ötürü Seyyar dedik kendimize. Çünkü bir insan kelimelerini en içine gömebilir, göremeyeceği bir yere de... Onları alıp Karadeniz’in keskin sularına okuyabildiği gibi bozkırdaki bir çocuğun kulağına da fısıldayabilir. Bu yüzden Seyyar’dır tüm kelimelerimiz, sevinçlerimiz ve üzüntülerimiz. Nereye gidersek bizimle oraya gelirler. Çıktığımız bu yolda en büyük hedefimiz kendimizin ve siz değerli okuyucularımızın kelimelerini yarı yolda bırakmamak. Her ayın başında çıkacak olan dergimizde yer almak istiyorsanız bizimle iletişime geçebilirsiniz. Herkese iyi okumalar diliyorum... Gelecek sayı için ipucu: 14 Kasım 1950’de vefat eden Türk şairi Orhan Veli Kanık’ı ele alacağız.
Genel Yayın Yönetmeni Şeyma Sakallı / info@seyyaredebiyat.com
İÇİNDEKİLER SEDA KAMBURGİL
CAHİT SITKI Cahit Sıtkı’nın Öyküleri Otuz Bez Yaş Memleket İsterim
Büyük bir heyecan, yoğun bir çalışma sonucunda yayın hayatına başlayan dergimizin getirmiş olduğu mutluluk ile tüm okuyucularımızı selamlıyor ve merhaba demek istiyorum. Dergimiz; okumayı, yazmayı seven, edebiyata gönülden bağlı olan arkadaşlarımızın yazılarıyla her ay siz okuyucularımızın karşısında olacak. Bu sayımızda Cahit Sıtkı Tarancı’yı 58. ölüm yıl dönümünde anmak istedik. Hazırladığımız çalışmada büyük üstadın hayatına, yaşadığı çevreye, şairliğinin yanında bir diğer yönü olan öykücülüğüne ve şiirleri üzerine kaleme aldığımız denemelere yer verdik. Cahit Sıtkı Tarancı çalışmamızın yanında şiirler, denemeler, öyküler, tanıtımlar ve ritm üstadı olan Erkan Kanat ile gerçekleştirmiş olduğumuz keyifli röportajımız sizlerle olacak.. Her türlü fanatizmden uzak sadece edebi yazıları içine alan dergimiz sizinle adım adım ilerlemeye devam edecek. İlk sayımızın sonuna gelirken bizi kırmayarak kabul eden Erkan Kanat’a bir kez daha teşekkür ediyoruz. İkinci sayımızda görüşmek temennisiyle... Herkese keyifli okumalar diliyorum. Not: Küçük harfle yazılan şiirler yazarlarımızın seçimidir. İmlâ hatası yapılmamıştır.
Desem ki Yalnızlık Macerası Serenad GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN Ne Güzel Eksiltili Şiir Asıl Veda Özlem Misi Hayal Beklenilene AŞK-Sonbahar Vedası Cahit Sıtkı Tarancı ve Özel Yaşantısı 20996011
Editör Seda Kamburgil / sedakamburgil@seyyaredebiyat.com
Turuncu Saçlı Kız Patch Adams
inceleme EDEBİYATIMIZIN KARAMSAR ŞAİRİ
1910 yılı sonbaharında Ekim ayının 4’ünde birçok şair ve yazarın doğmuş olduğu Diyarbakır şehrinde dünyaya gözlerini açtı Cahit Sıtkı. Asıl adı Hüseyin Cahit olan şair, ilköğrenime de aynı şehirde başladı. Aile geleneğinden dolayı orta öğrenimini tamamlaması için İstanbul Kadıköy’deki Fransız Saint Joseph Lisesi’ne gönderilen şair daha sonraki yıllarda lise öğrenimini tamamlamak için Galatasaray Lisesi’ne geçti. Bu okulda bir ömür dost kalacağı Ziya Osman ile tanıştı. Cahit Sıtkı okuduğu okullar sayesinde Fransızcayı çok iyi öğrendi. Fransızca bildiğinden dolayı da Fransız şair ve yazarları okuma fırsatı bulan Cahit Sıtkı; en çok Baudelaire’den1 etkilendi. Şiir hayatı lise yıllarında başlayan şairin ilk şiirleri de eğitim gördüğü Galatasaray Lisesi’nin “Akademi” isimli dergisinde yayımlandı. 1931 yılında girdiği Mülkiye Mektebi’nde eğitim gördüğü sırada “Ömrümde Sükût” isimli ilk şiir kitabı yayımlanan şair; eğitim ve çalışma hayatındaki başarısız denemelerden sonra çalışma hayatını; öykülerini yayınlamakta olduğu “Cumhuriyet” gazetesinde sürdürdü. Bir süre sonra üniversite eğitimini tamamlamak üzere devlet yardımıyla Paris’e gitti. Paris’teki öğrenciliğinde Oktay Rıfat ile tanışarak yeni bir dost kazandı. Eğitimi sırasında patlak veren İkinci Dünya Savaşı sebebiyle eğitimini tamamlayamayan Cahit Sıtkı, bisiklet ile Lyon ve Cenevre yoluyla Türkiye’ye kaçmak zorunda kaldı. 1941-43 yılları arasında Ege’de askerlik görevini sürdürürken ünlü “Haydi Abbas” şiirini kaleme aldı. Askerlik sonrası Anadolu Ajansı ve Çalışma Bakanlığı gibi yerlerde tercüman olarak çalışma hayatını sürdüren Cahit Sıtkı, 1945’te mürekkep akıttığı “Otuz Beş Yaş” isimli şiiri ile 1946’da CHP Şiir Ödülü’ne lâyık görülerek ülke çapında adının duyulmasını sağladı. Şiirlerinde ana tema olarak ölümü pek çok kez işlemiştir. “Otuz Beş Yaş” şiiri ile de ölüm temasını en güzel şekliyle anlatmıştır. Daha önce Fransız sanatçılardan etkilendiğini söylediğimiz Cahit Sıtkı bu şiirinde de Fransız sanatçı Dante’den2 ilham almıştır. Çalışma Bakanlığı’ndaki görevi sırasında tanıştığı Cavidan Tınaz ile 4 Temmuz 1951’de evlendikten sonra yazdığı şiirlerini “Düşten Güzel” isimli kitapta topladı. Cahit Sıtkı, kitap isminden de anlaşılacağı üzere evlendikten sonra yazdığı şiirlerde karısından ilham almış ve şiirleri bir kitap altında toplayarak karısına adamıştır. Sanat için sanat ilkesine bağlı kalan Cahit Sıtkı için şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır ve kendisi de kelimelerle oynamayı çok severdi. Her ne kadar sanat için sanatı savunsa da şair; vezin ve kafiyeden kopmamış ama ölçülü veya serbest her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştır. Açık ve sade bir üslubu vardır Cahit Sıtkı’nın. Çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları; derin, karışık ve şaşırtıcı değildir. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmese de zaman zaman bazı imaj ve sembollere başvurmuştur. Cahit Sıtkı, ölümünden sonra müze haline getirilecek olan evinin avlusunda geçirdiği kalp krizinden sonra felç oldu. Yarı bilinçli ve yatağa bağlı olarak yaşamaya başlayan şair, İstanbul ve Ankara’da çeşitli hastanelerde tedavi görmüşse de sonuçlar her seferinde başarısız olmuştur. Devlet tarafından 1956’da tedavi için Avrupa’ya giden Cahit Sıtkı yakalandığı zatülcenp3 hastalığı nedeniyle 12 Ekim 1956’da Viyana’da gözlerini hayata yumdu. CAHİT SITKI TARANCI HAKKINDA KİTAPLAR Şevket Beysanoğlu, Cahit Sıtkı Tarancı, Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği Yayını, Ankara, 1969. Selahattin Önerli, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Hikâyeciliği ve Hikâyeleri, Ankara, 1976. Muzaffer Uyguner, Cahit Sıtkı Tarancı (Yaşamı-Sanatı-Yapıtlarından Seçmeler), Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1992. Ramazan Korkmaz, İkaros’un Yeni Yüzü Cahit Sıtkı Tarancı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2002. Şaban Sağlık, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme, Hece Yayınları, İstanbul, 2003. 1
9 Nisan 1821– 31 Ağustos, 1867, 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden.
2
Mayıs-Haziran 1265, Floransa- 14 Eylül 1321,Ravenna İtalyan ozan ve politikacı.
3
Akciğer zarının iltihabı
CAHİT SITKI HAKKINDA DÜŞÜNCELER “İlk şiirlerinde kendi şuuraltını alaca karanlık bir âlem gibi yoklayan Cahit Sıtkı Tarancı’da daha bu devirden itibaren saz ve tekke şairlerinden gelen bir taraf vardır. Genç yaşta ölümüne çok acıdığımız bu şair ikinci devre şiirlerinde (CHP Şiir Mükâfatını kazanan Otuz Beş Yaş) Verlaine’in kıvrak lirizmine varmasa bile, ona çok yakın bir duruşa erer. Tarancı’nın şiiri daha ziyade üstü örtülü bir merhametin ifadesi olan intimisme’in, bir iyileşme sıtmasına benzeyen küçük ihsasların ve saadet hülyalarının şiiridir. Bu intimisme ve ürpermeler ölüm düşüncesine yazdığı şiirlerde bir çeşit büyük ses kazanır, hatta denebilir ki, ilk şiirlerinden biri olan ve halk şiirimizle temastan doğmuş hissini veren Sanatkârın Ölümü manzumesinden beri onun şiiri ölüm aynasında küçük ve dağınık tuşlarla bütün hayatı ve insan kaderini toplar.” Ahmet Hamdi TANPINAR Türk Edebiyatı Tarihi Cilt II, Atilla Özkırımlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2004, s.1211 “Ömrümde Sükût’un ilk şiirlerinden birindedir şu mısra: “Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem!” Sık sık bir dua gibi tekrarladığım, en sıkıntılı zamanlarımda Hızır gibi imdadıma yetişen bu kurtarıcı mısradaki üzgün dileği, işte şimdi iki yoldan gerçekleşti: Önce başkalarının ancak sonradan duyacakları, görecekleri, yürüyecekleri bir kapı açtı; hayata giden yolları, yaşamanın güzelliğini gösterdi, peşindekileri o yana çağırdı, Otuz Beş Yaş şiirindeki acı, kötümser ama geçici havanın rağmına her doğan günün bir dert değil, hayır, ne olursa olsun bir nimet olduğunu işaret etti. Sonra yâd elde kimsecikler duymadan bu sefer, tekneyi sarmış dalgalar arasında, çok eskiden bir ara ümitlerini bağladığı ölümün kapısına yöneldi, bu kapıyı açıp gitti.” Behçet NECATİGİL Türk Edebiyatı Tarihi Cilt II, Atilla Özkırımlı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2004, s.1211 “Şiir üzerine düşünen, özellikle Baudelaire’i, Verlaine’i iyi bilen bir şairdi. Hece ölçüsünü yeni uyumlara, Türkçenin değişik seslerine açtı. Duraklarla oynadı. Yalın bir konuşma dilini işledi. Serbest ölçüyü biçime, yapıya önem vererek uyguladı.” Mehmet FUAT Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi 1. Cilt, Mehmett Fuat, Adam Yayınları, İstanbul, 2000, s.198 “(…) Cahit Sıtkı için o yıllarda biçim, ölçünün uyağın sınırlamasıyla vardı. On dokuzuncu yüzyılın Fransız şiiriyle kişiliğini oluşturmuştu. Aradan birkaç yıl geçince, o da ölçüsüz uyaksız yeni bir anlatımı şiirinde denemek istedi. Ama bu denemeden kazançlı çıktığını da söyleyemem. Diyebilirim ki Cahit Sıtkı ölçüyle uyağın yasağından yararlanarak duygusallığını önleyebilen, ancak bu yasaklarla yoğun dizeye ulaşabilen ozanlardandı. Bu yargıyı bir kınama sözü gibi anlamamak gerektiğini, ozanın kendine özgü bir tutumunu belirtmekten başka bir anlama gelmediğini eklemek isterim. Kendisi de bunu anlamış olmalı ki, bir serüvenlik zamandan sonra, şiirini ölçüyle uyağın sınırlarının ardına çekti. Gerçekten de öyle, Cahit Sıtkı’yı ölçülü uyaklı şiirleriyle düşünmek gerekir. Şimdi, aradan bunca zaman geçtikten sonra, en özgün, en yoğun, alışılmış duyarlıkların uzağında kalan, güçlükleri yenmeyi en çok denemiş şiirleri hangileridir diye düşünüyorum? Şiirimizden seçmeler yapsaydım ondan hangi şiirleri alırdım? Söyleyeyim: Bunlar, Sanatkârın Ölümü, Allah’ı Ararken, Şubat Günü, Gençlik Böyledir İşte, Serenad, Nedim’e Dair, Mezarlık adlı şiirleri olurdu. (…) Her ozanın şiirinin kendine özgü nitelikleri vardır. Şimdi Cahit Sıtkı’nın şiirinin niteliklerinden en belirgininin hangisi olduğunu düşünsem ne diyebilirim? Öyle sanıyorum ki, önce, o şiirin doğanın gerçeğiyle uyumlu olduğunu, bu nedenle mantığın düzenini koruduğunu söylemek gerekir. Gerçeğe büyük bir duyarlılıkla öykünür, böyle olduğu için de o okurunu şaşırtmaz. Ahmet Haşim’le başlayan bizim yenilikçi şiirimizde bu türden bir ozan ya yoktur, ya da çok azdır. Ama Batı’da da, bizde de, özellikle yenilenme döneminde, şiirin okurunu şaşırtması, sarsması diyelim dilerseniz, ondan beklenen bir nitelik değil midir? Cahit Sıtkı’nın şiirinin gene de şaşırtıcı bir niteliği vardır. Bence o da başarıya ulaştığı şiirlerinde, yukarıda adlarını saydığım, şimdi adlarını anımsayamadığım kimi şiirlerin de erdiği yetkinliktir.”
beklenen bir nitelik değil midir? Cahit Sıtkı’nın şiirinin gene de şaşırtıcı bir niteliği vardır. Bence o da başarıya ulaştığı şiirlerinde, yukarıda adlarını saydığım, şimdi adlarını anımsayamadığım kimi şiirlerin de erdiği yetkinliktir.” Sabahattin Kudret AKSAL Geçmişle Gelecek, Sabahattin Kudret Aksal, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1978, s.176-179 “Muhit ve Servet-i Fünun dergilerinde (1930) çıkan ilk şiirleri, temiz dili ve yeni buluşlarıyla dönemin edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırdı. Belli duyguları hece ölçüsüne bağlı olarak işlediği bu evresinde Ahmet Hamdi, Necip Fazıl etkileri taşırken, giderek XIX. yüzyıl Fransız şairlerinin dünyasına girdi. Özellikle Baudelaire’i, Verlaine’i severek okudu. Kimi şiirlerini dilimize çevirerek onların biçim güzelliği anlayışına yaklaştı. Daha sonra Varlık, İstanbul, Doğuş, Yaratış dergilerinde (1934-45) yayımladığı şiirlerde Garip hareketinin yönelişlerinden esinlendi. Hece ölçüsünde durakları atarak yeni uyumlar arama kaygılarına bağlı eski tekniği değiştirdi; biçimde daha serbest, konularda yaşama, gerçeğe daha açık şiirler yazdı. Her döneminde içten, Türkçenin olanaklarını kullanmada başarılı, ‘şairane’ye kaçma eğilimini yendiği zaman etkili şiirleriyle kendisinden sonra yetişen kuşaklara yeni söyleyiş ufukları açan bir kimlik kazandı.” Şükran KURDAKUL Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Şükran Kurdakul, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1999, s.634
Doğucan Arslan
dogucanarslan@seyyaredebiyat.com
inceleme
CAHİT SITKI’NIN EKSİLMEYEN PENCERESİNDEN ÖYKÜLERİ Diyarbakır doğumlu olan, “Otuz Beş Yaş” şiiriyle tanıdığımız Cahit Sıtkı’nın penceresi bu sefer öykülere açılıyor. Geçim endişesini taşıyan Tarancı, sigara ve içki parasını çıkarabilmek için Cumhuriyet’te öyküler kaleme almıştır. 1937-1956 arasında yirmi yıl boyunca öykü yayımlamıştır. Toplam seksen öyküsü bulunan Cahit Sıtkı’nın kırk üç öyküsü Can Yayınları tarafından “Gün Eksilmesin Penceremden” adıyla kitaplaştırıldı. Şiir çizgisiyle öykü çizgisini birbirine düğümlemeden ayrı kanyonlarda tırmanışı hayranlık vericidir. Şiirlerindeki okuru kuşatan, saran samimiyeti öykülerine de yansımıştır. Selahattin Önerli: “Şiirleri çok ünlenmiş bir ozanın hikâyeleri üzerinde kimse durmaz.” der. Cumhuriyet dönemi Türk öykücülüğüne baktığımız vakit Cahit Sıtkı’nın adı geçmez! Öykü antolojilerinde de yer almaz. Bu eksikliği yaratanlar, açılan yarayı kapatacak gücü bulamaz kendilerinde. Şairin imgelerindeki anlam yoğunluğu “görme, duyma, koklama” duyularına yaslanırken; öykülerini de “dokunma” duyusu oluşturur. Cahit Sıtkı, tıpkı Ahmet Haşim gibi çirkinlik kompleksiyle doludur. Öykülerindeki temel izleklerinden biri olan kadın imgesi de yazarın kadınlar tarafından sevilme arzusuna dönüşmüştür. Öykülerinde geçen iki güç kadın imgesi vardır. Sevgili ve anne. Bu imgeler, sığınılacak bir varlık olarak karşımıza çıkarken, her sığınma ihtiyacında hayal kırıklığı yahut da kendine güvensizlikle sonuçlanır. Kapalı bir evrene dayanan öykülerinde; çekilen maddi sıkıntılar, kadınlar, yalnızlık, içe kapalılık, ölüm korkusu, insan halleri, yazarın yaşamından kesitler ve İstanbul yer alır. Öykü kahramanları çoğunlukla son kuruşuna kadar meyhanelerde harcayan borçlulardır. Yalnızdırlar. Adeta yalnızlık biçilmiştir. Yalnızlıklarını içkiyle, meyhanelerde efkârlanarak giderirler. İstanbul’un meyhanelerinde, sokaklarında, caddelerinde, muhallebicilerinde geçen kahramanların taşradan kente gelmenin verdiği sıkıntılarına ben anlatıcı bir üslupla öykülerinde yer açmaktadır. Cahit Sıtkı bir İstanbul öykücüsüdür. Şaban Sağlık: “(...) bu hikâyelerin her biri adeta Tarancı’nın bir şiirinin açılımı gibidir. Bu yüzden Cahit Sıtkı’nın şiirlerinin yorumlanması ve anlaşılmasında en önemli ipuçları bu hikâyelerde gizlidir.” Bu ipuçların en önemli örneği ise “Abbas” şiiri ve öyküsüdür. Yazarın askerlik yaparken kendisine emir eri olarak seçtiği Abbas’ın hem öyküsünü hem de şiirini yazmıştır. Çocukken büyükannesinden dinlediği bir masaldaki Abbas adlı sihirli güçleri olan Arabın etkisinde kalır ki askerde de Abbas isimli emir erini seçer kendine. “Abbas” şiiriyle “Abbas” öyküsü arasındaki kesişmenin içinden bakarak Cahit Sıtkı’nın şiir ve öykü arasındaki dengesini görebiliriz. Birbirinden farklı iki tür olan şiir ve öyküdeki başarısı, onun yaşamından doğarak hem şiire hem de öyküye ev sahipliği yapar. Aynı isimle, aynı içeriği ve konusuyla hem şiiriyle hem de öyküsüyle verimliyor Cahit Sıtkı. Şiiri ilk kez 1942’de İnkılâpçı Gençlik, öyküsü ise 1944’te Cumhuriyet’te yayımlanır. Cahit Sıtkı’nın öykücülüğü üzerine bir yazı kaleme alan M. Sadık Aslankara: “Sözgelimi, “Abbas” şiiri bizi imgelem dünyasına uçuruyor. Şiirdir bu. Olgusal bağ kurulması olanaksızlaşmıştır, üstelik öyküyü okuyup şiire dayanaklık yapan altyapıyı öğrendiğiniz halde, bir “hikâye ediş”e rastlamazsınız, imgelem dünyasında gezinirsiniz sürekli. Oysa “Abbas” öyküsü anlamlandırmalarla örülü olsa da olgusaldır. Cahit Sıtkı, şiirini, kesikli biçemle, on altı dizeyle örerken öykü, onun öteki verimleri göz önüne alındığında en uzunlarından biridir. Cahit Sıtkı, yaşadığı kestirilebilecek aynı olaydan yola çıkarak üstelik aynı adla, birbirine çok yakın iki tarihte hem şiir hem öykü verimliyor. Ama biri ötekine bulaşmıyor. Ne şiir öyküleşiyor ne de öykü, olay aktarmışçasına sıradanlaşıyor. Yalnız bu karşılaştırma bile Cahit Sıtkı’nın gerek şair gerekse öykücü olarak ne denli sağlam yerde durduğunu göstermeye yetmiyor mu?” ifadeleriyle, şiir sanatına son derece önem veren şairin, şiiri öyküleştirmediği gibi öyküyü de şiirleştirmediğini ve öykülerinde şairanelikten nasıl kaçındığını görürüz.
Şaşırtıcı sonlar ve çarpıcı ifadeleriyle zenginleşmiş öyküleri, kısa öykü türüne yakındır. Öykülerinde “yalnızlık, özlem, sevgi, yoksulluk, kimsesizlik, kaçış, ölüm ve ölüm korkusu” gibi konuları işlemiştir. Cahit Sıtkı’nın öykülerinde en çok yalnızlık ve kadın teması görülür. Yazarın dünyasındaki yalnızlık, pansiyonlarında yaşayan öykü kahramanları arkadaş çevresini oluşturur. Bunlar aile ortamından uzak, yerleşik bir düzene sahip olmayan kimselerdir. “Yalan Söyleyen Mektup”, “Kolalı Yaka” gibi öyküleri en belirgin özelliğini taşır. Bir diğer teması da ölüm korkusudur. Ölümün endişesini taşıyan öykü kahramanları yaşadığı içsel sıkıntıyı gösterirler. “Pencereden Korkan Adam” ve “Azrail’in Vicdan Azabı” en dikkati çekenlerdir. Cahit Sıtkı’nın öykülerinde gezinen bir diğer tema; kadın ve aşktır. “Taş Bebek”, “Hakikatten Sonra Hayal”, “Randevu”, “Çirkin Kız”, “Bir Aşk Masalı”, “Bir Kadın”, “Âşık Adam”, “Dördüncü Sevgiliyi Ararken”, “Hayatını Yaşadığım Adam” gibi devamı gelen öykülerinde trajik bir aşk kırgınlığını ve kadınlara sığınma ihtiyacı hisseden kahramanların hayal kırıklığını ve yaşadıkları güvensizlikleri anlatılır. Gün yüzüne çıkan toplam kırk üç öyküsü, birbirinden şaşırtıcı, birbirinden çarpıcı kurgulanmış öyküleri ile bir kez daha hayranlık uyandırdı. Ne yazık ki günümüzde öyküleri bilinmemekte ve öykücülüğü üzerine araştırma yapılmamaktadır. Son olarak M. Sadık Aslankara’nın bir sözüyle yazıya virgül koyup gerisini düşünmeye sizlere bırakıyorum. “Peki, öykücülüğümüzde, öykü seçkilerimizde bundan böyle Cahit Sıtkı Tarancı için de bir yer açmamız gerekmiyor mu?” KAYNAKÇA *Gün Eksilmesin Penceremden, Cahit Sıtkı Tarancı, Can Yayınları, 2012 *Cahit Sıtkı Tarancı’nın Hikâyeciliği ve Hikâyeleri, Akran Matbaacılık, 1976, s.6 *Cahit Sıtkı Tarancı’nın Şiirlerinde ve Öykülerinde İmgeler, Üslup ve Tematik Bilgiler, Dr. Mahfuz Zariç, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2013
Nazlı Yıldırım
nazliyildirim@seyyaredebiyat.com
inceleme
MEMLEKET İSTERİM “Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun.” Cahit Sıtkı Tarancı Cahit Sıtkı Tarancı, “Memleket İsterim” adlı şiirinde, herkesin belirli bir zaman zarfında berhudar olacağı bir yurt imgesi oluşturmuştur. Öyle ki; bu mutluluk yalnızca insanları değil, doğayı da kapsayacaktır. Bu anlatımını sertleştirmek için, doğayla alakadar unsurları işaret eden yanlarını yansıtan, çağrışım gücü faziletli kelimeler kullanmıştır. “Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun. Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun. Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.” dizeleri hasret yüklüdür. Kendi rengindedir, ümit doludur. Mavidir, dal yeşildir, canlıdır kurumamıştır. Tarlalar sarıdır. Zira arazi bereketlidir, ekinler olgunlaşmıştır, ürün iyidir. Şairin düşlediği memlekette insanların hiçbir maddi sorunu yoktur. Sınıfsal fark ortadan kaldırılmıştır. Herkesin konakladığı kendine ait bir evi vardır. Kimse, kışta kıyamette nerede kalacağım endişesi taşımamaktadır. İnsanların hiçbir derdinin, hasret kadar büyük olmadığı aşikârdır. Yaşamayı sevmekle memleketi sevmenin aynı şey olduğu savunulmuştur. Memlekette tek şikâyet edilesi şey ölümdür. Eğer ölüm emir hak sayılmazsa insanların sızlanması gereken herhangi bir olgu yoktur.
Yunus Küçükkaraca
yunuskucukkaraca@seyyaredebiyat.com
inceleme OTUZ BEŞ YAŞ Cahit Sıtkı’nın en önemli şiirlerinden olan Otuz Beş Yaş, İtalyan şairi Dante’ye yapılan bir gönderme niteliğindedir. Dante otuz beş yaşında yazmış olduğu bir şiirle sürgüne gönderilir. Sürgündeyken kendisini tüm dünyaya tanıtan “İlahi Komedya”yı yazar. Dante’nin eserine başladığı ‘’Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum.” cümlesi Cahit Sıtkı Tarancı’yı çarpıcı şekilde etkilemiştir. “Yaş otuz beş! yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider.” Cahit Sıtkı şiirine başlarken Dante’nin sürgün edildiği yaşla beraber hayatın artık daha da zorlaşacağını, bu yaştan itibaren insanın artık eskisi gibi hareket edemeyeceğini dile getirmek istemiştir. Cahit Sıtkı şiirin ilk beşliğini bitirirken otuz beş yaş öncesini delikanlılık olarak anlatır. Otuz beş yaşına girdikten sonra ise bu delikanlılığın insanı terk etmesini ve gözyaşı dâhil hiçbir şeyin bu gidişi engelleyemeyeceğini söylüyor. “ Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?” İnsanın saçlarındaki ilk beyazlama genel olarak şakak kısmında oluşur. Yaşlanma evresinin ilk adımı olarak otuz beş yaşı sınır alan Cahit Sıtkı ikinci adım olarak da saçlarındaki beyazlamaları kar tanesi betimlemesi ile nitelemiştir. Kıtanın ikinci satırından itibaren yüzündeki kırışıklıkları ve gözaltındaki morlukları işleyen şair, yıllarca kendisini genç gösteren aynaların şimdi kendisini yaşlanmaya başlamış gibi göstermesinden dolayı onların düşman gibi göründüğünden bahseder. “Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan.” Cahit Sıtkı üçüncü beşliğine geçtiği şiirinde fiziki değişimlerden ruhi değişimlere değinmiştir. İnsan kişiliğinin ve davranışlarının zamanla değiştiğini söyleyen Tarancı, eski resimlerdeki suretin, gençlik yıllarında yaşadığı heyecanlı günlerin artık kaybolduğunu belirtir. Yaşlılığın getirmiş olduğu o sevimli suratın kendisine ait olmadığını düşünerek bu durumdan endişe duymamanın da yalan olduğunu söyler.
“Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız, Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız.” Satırlarda ilk aşkını hayalen hatırlayan şair, eski zamanlarda kalan bu aşkın hatırasına da yabancı kaldığını belirtir. Bunun yanında beraber yola çıktığı insanların yavaş yavaş onu terk ettiğini (ölümden bahsederek) söyleyen Cahit Sıtkı, zamanla yalnız kalmasından yakınıyor. “Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç farkettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış.” Şiirin bu bölümünde otuz beş yaş ile öncesinin karşılaştırmasını açık şekilde görüyoruz. Gençlik çağındaki bilinmezliğin yerini farkındalığa bıraktığı bu devrede Cahit Sıtkı bundan sonraki gecelerin yerini gündüzlere bırakırken aklına yeni dertlerin ve oluşabilecek daha farklı sonuçların da olduğunu ima etmiştir. “Ayva sarı nar kırmızı sonbahar! Her yıl biraz daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?” Sonbahar mevsiminden bahseden şair, ilk satırlarda sonbaharın genel özelliklerinden bahsederek başlamıştır. Sonbahar meyveleri ile göç eden kuşları ele alan şair, sonbaharı okuyucunun gözünde canlandırma yoluna gitmiştir. Beşliğin son satırlarında ise sonbaharın kaybedişleri ile ölüm konusuna da değinen şair bunu dökülen yapraklar yoluyla betimlemiş, cenaze evlerini de tarumar olan bahçelere benzetmiştir. “Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında.” Şiirin sonunda açık şekilde gerçekçi düşünerek ölümü anlatan Cahit Sıtkı, fâni bir dünyada yaşadığımızı da göz önüne alarak herkesin bir gün öleceğinden ve bu ölümün nerede, ne şekilde ve kaç yaşında geleceğini sorgulama yoluna girer. Ve en sonunda ölen kişinin cenazesinde de koyulduğu musalla taşında tek bir namazlık zamanı olacağına değinerek bundan kaçışın olmadığını söyler.
Doğucan Arslan
dogucanarslan@seyyaredebiyat.com
inceleme
DESEM Kİ “Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır, Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.” İlkbaharın eylülü özlediği o nisan gecesi, ben de özlüyorum seni. Benim rüzgârım coğrafyanın temellerini sarsan türden. Kokun... Kokun bana, soluma doğru eser. Desem ki söyleyemediklerimi, desem ki unuttuklarımı, desem ki içimde tuttuklarımı, en fazla şiir olur! “Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini, Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim, Senden kopardım çiçeklerin en solmazını, Toprakların en bereketlisini sende sürdüm, Sende tattım yemişlerin cümlesini.” Deniz hakkında betimlemeler yapabilmem için illâ gözlerinin mavi olması gerekmez. Beni gören gözlerin; sana bakan gözlerim, okyanus kokar her daim. Ufak avuçlarında nefes almak oksijenin sonunu tüketmek gibi görülmeli. Bu yüzden kopardım saç telini, ektim toprağıma, seni çoğalttım. Desem ki söyleyemediklerimi, desem ki unuttuklarımı, desem ki içimde tuttuklarımı, en fazla şiir olur! “Desem ki sen benim için, Hava kadar lazım, Ekmek kadar mübarek, Su gibi aziz bir şeysin; Nimettensin, nimettensin!” Hayatta her insanın şükredebileceği bir şey olmalı. Ya da kendimizi “bir şey”lere adamak yerine derinlerde saklanan “o”nu bulmalıyız. Ki sen; sana nasıl şükredildiğini bilsen, korkardın benliğinden. Böyle zamanlarda hava bulmak zor, bu hayatta ekmek derdine düşmek büyük bir kaos, sensizlikte gözyaşının tek damlası ise büyük nimet... Desem ki söyleyemediklerimi, desem ki unuttuklarımı, desem ki içimde tuttuklarımı, en fazla şiir olur! “Desem ki... İnan bana sevgilim inan, Evimde şenliksin, bahçemde bahar; Ve soframda en eski şarap. Ben sende yaşıyorum, Sen bende hüküm sürmektesin.” Desem ki diyorum sana; henüz söylemediklerimi, söylemeye cesaret edemediklerimi. Dilimle zihnim arasında çelişkide kalan kelimelerimi sunar gibi oluyorum önce. Esir duygularımdan korkarsın bilirim. Seni bütün yaşantıma dahil ettim desem, o yeri yaşanılmaz kılarsın bana. Desem ki söyleyemediklerimi, desem ki unuttuklarımı, desem ki içimde tuttuklarımı, en fazla şiir olur!
“Bırak ben söyleyeyim güzelliğini, Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber. Günlerden sonra bir gün, Şayet sesimi farkedemezsen, Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden, Bil ki ölmüşüm.” Söyleyebildiğim şeyler de var elbette. İnsan bazen kelime oyunlarından sıkılabiliyor. Desem ki yerine “diyeyim ulan” diyor. İşte o zaman anlatıyorum eşsizliğini. Şükrettiğimiz varlığın yarattıklarına, evrene sesleniyorum. Anlaşılmayı beklemiyorum. Şayet anlaşılırsam; ölürüm, biliyorum. Desem ki söyleyemediklerimi, desem ki unuttuklarımı, desem ki içimde tuttuklarımı, en fazla şiir olur! “Fakat yine üzülme, müsterih ol; Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini, Ve neden sonra Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede, Hatırla ki mahşer günüdür Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.” Yokluğuma üzüldüğün kadarım, biliyorum. Ama sen de, ölümün tamamen yok oluş olduğunu zannediyorsun. Yaprakları dökülen ağacın yeniden filizlendiğini görsen, anlardın ölümün ne kadar tatlı olduğunu. Desem ki, “ben öldüm” (diyemem) işte o zaman yine indirirsin göz kapaklarını ayak uçlarına. Eğer ben gerçekten ölürsem, dost olurum toprakla. Belki toprak beni arkadaşlarıyla tanıştırır. Ben de seni anlatırım onlara. En fazla yağmur duyar seni, en fazla üşürüm. Sonunda da yine kokun gelir bana, soluma doğru eser... Desem ki söyleyemediklerimi, desem ki unuttuklarımı, desem ki içimde tuttuklarımı, en fazla şiir olur!
Şeyma Sakallı
seymasakalli@seyyaredebiyat.com
inceleme
YALNIZLIK MACERASI / CAHİT SITKI TARANCI Kendinle Baş Başasın... “Öyle yalnız kaldım ki hayatımda Kimi gün öldüm kimi gün ilah oldum Çok zaman annemin dizlerine hasret Koydum başımı kendi dizlerime Doya doya ağladım” Nedir yalnızlık? Kalabalıklar içerisindeki bir insan da yalnız değil midir ? Aslında herkes bir parça yalnızdır şu hayatta. En derin acılarına, kimselerle paylaşmadıklarına bir tek kendi yüreği şahittir insanın. Bazen paylaşmak istersin, konuşmak istersin delicesine... Dökülecekken her kelime, bir anda düğümlenir boğazda tüm sözcükler. Yalnızlık içindedir insanın, derininde hissettiğidir. En çok da yastığa başını koyduğunda, kendinle baş başa kaldığında anlarsın bir başınalığını…. “Paylaşırsa dost paylaşırmış İnsanın derdini sevincini Dost ümidiyle ortalığa düşmeye gör Hangi kapıyı çalsan kimseler yok Hangi omuza dokunsam yabancı çıkar” Neden yetmeyiz kendimize? Neden ararız birilerini hep yanımızda? Verdiğimiz değerler bize hayal kırıklığı olarak geri dönse dahi, insanın dostundan aldığı darbe daha ağır gelse dahi neden hep bir dost ararız yaslanmak için? Peki ya değer verdiklerimizi gerektiği zaman yanımızda bulamadığımızda daha çok acımaz mı insanın gönlü? Acır elbet, ama yine de insan arıyor yanında bir dost omuzu kimi zaman… “Aşık mı olmadım taparcasına Bir Mecnun geçti o çöllerden bir de ben Diz mi çektirmedim alemde Kerem gibi Ferhat gibi gürz mu sallamadım dağlara Ne Leyla yar oldu bana ne Aslı ne Şirin”
Sevgilere, aşka düğümlenmiş kalemim yazamam; yazmaya değer bulamam. Ne kalmış Kerem ile Aslı, ne kalmış Leyla ile Mecnun bu devirde. Sevmeler tükeniyor her geçen gün. Gökdelenler yükseldikçe sevgiler bitiyor, ağaçlar kesildikçe kalpler de kuruyor. Her şey gibi aşk da tükeniyor. Yalnızlık, sevdalardan yana da vuruyor insanı. Yaslanacağın omuz bir aşkın omuzuysa orada da yalnızlık buluyor ve bir kez daha yüzleşiyorsun gerçeklerle… “O gün bugün sırtımı kendim sıvazlıyorum Sabahları sokağa çıkmadan evvel Cesaret şairim cesaret Kendim saçlarımı okşuyorum geceleri Sevgilimin saçları niyetine“ Ve öğreniyorsun sonunda kendinle baş başa kalmanın sanatını. Hem dost hem sevgili hem ana hem de baba oluyorsun kimi zaman. Zoru başarmaya itiyor hayat seni. Anlıyorsun ki kalabalıklar içinde yalnızlık sözü vücut bulmuş ömründe. Ağlamaların da kendi içinde kalıyor, gülmelerin de kendine saklı. İç konuşmalarınla ilerliyorsun hayat denen yolda, her durakta seni bekleyen yeni yolcuyla karşılaşıyorsun. Her bir yolcu yeni bir macera, yeni bir yaşam rengi oluyor bazen; fakat değişmeyen tek şey kalıyor sende o da yalnızlığının gerçeği. Kimse sen olamıyor, sen de kimse olamıyorsun. Kendine kurduğun ufak dünyada yuvarlanıp gidiyorsun. Yıpranmamak için, yosun tutmamak için, kuraklaşmamak için açmıyorsun iç dünyanın kapılarını kimselere… Ne demiş Cahit Sıtkı da ‘’O gün bugün sırtımı kendim sıvazlıyorum.’’ Kendin sıvazlıyorsun sırtını, kendi kendinin her şeyi oluyorsun…
Melis Genç
melisgenc@seyyaredebiyat.com
inceleme
SERENAD “Kimdir bana gülümseyen yeşillik balkonundan? Demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor. Bir gülüşündür gençliğimi döndürdü yolundan; Yanan şu alnım elinin gölgesiyle soğuyor.” Kirpiklerinde bahar çiçekleri, avuçlarında karınca bereketi saklayan gülüşün eklendi soğuk çehreme. Gülüşün uçurtmasını kaçıran çocuk telaşıyla, soğuğu sevmeyen ellerime yörünge oldu. Ellerin... Çocuk ellerin vardı bir camın buğusuna dokunan. Yol kısa, ellerin soğuk, gözlerin kalabalığa inat yalnız, umarsız ama mutlu... Parmak uçlarım bir kitabın herhangi satırında... “Güzelsin ya, ne olursan ol, girdin hikâyeme; Çok değil evi barkı terkedip sana uyduğum, Ancak sen tâzelikte gül yaraşır pencereme; Uykusuz gecelerimde kokusunu duyduğum.” Adımların, kaldırımlarda çiçekler açtıracak, baharı getirecek huzurla yaklaştı adımlarıma. Kokun, bazen uykusuz gecelerimde ufacık penceremden girip sokuldu yalnızlığıma. Bazen de bir çiçeğin kokusunda sakladın kendini. İşte o zaman kısa bir hikâyenin sadece giriş cümlesi olabildik seninle. Sonu bilinmeyen, senin dahi bilmediğin hayallere gebe kaldı zihnim. “Eğil bak suya, ordadır güzelliğin, gençliğim. Sen gel beni dinle, günlerimiz heba olmasın. Yorgun başımı göğsünde emniyette bileyim; Artık taslarımız ayrı çeşmelerden dolmasın.” Suya yansıyan suretinin güzelliğinden su içiyor kuşlar. Eğilip yüzüne bakıyorum, cennetten gelen bir mucizeye tanıklık ediyor gözlerim. Yüzüne, yetim bir çocuğun semaya açılan ellerinde rastlıyorum. İşte o zaman inanıyorum duaların bizi yakınlaştırdığına. Çocuk yaşım, güzelliğin karşısında kuş olup masallara sürüklemek istiyor seni. Gel, sesim kılavuzun; göğsün sığınağım olsun. Gel, adımlarımı sürüdüğüm yolların adresim olsun. Gel ki seninle bir şiirin mısrasından, bir romanın satırından, bir şarkının nakaratından ses olup karışalım kalabalığa...
Seda Kamburgil
sedakamburgil@seyyaredebiyat.com
inceleme
GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN ”Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur; Ah aklımdan ölümüm geçer;” Yüzüm güneşe dönük. Her gün bu sıcaklıkla ısınan kâinat zamana karşı çaresiz. Geçen zaman… Solan yapraklar… Ve biten ömür... Ölüm… Akan zamana çaresizce kapılıp sana yaklaşıyoruz gün geçtikçe. Zaman geçiyor, hayat akıyor ve insanoğlu sana fazla direnemiyor. Doğan güne karşı çaresiziz işte. “Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur. Ve gönül Tanrısına der ki: - Pervam yok verdiğin elemden; Her mihnet kabulüm, yeter ki Gün eksilmesin penceremden!” Dünyanın tüm güzellikleri doğan güne emanet. Bu güzellikler hayata tutanağım benim. Vazgeçilmezlerim. Dünyanın tüm kötülükleri, içimdeki bu yaşama sevincine karışıp eriyor. Geriye ise kocaman bir arzu kalıyor. Tüm sıkıntılar, dertler kabulüm oluyor birden. Karıncanın ayak seslerini bile duyan Tanrım! Beni de duy şimdi. Tek dileğim var senden, “Gün eksilmesin penceremden.”
Meltem Gökce
meltemgokce@seyyaredebiyat.com
siir
NE GÜZEL Şehrinin sokaklarında dolaşmak istediğim bir günün Akşam üzerindeyiz, yokluğunla. Omzuna düşen bir gül var, görüyorum. Daha evvel hiç böyle görmemiş gözlerim, ne güzel çiçek! Kim bilir, ne güzel karışır kokuna! Ne güzel... Ne güzel...
Saçların var. Var ulan biliyorum! Bir yerlerde, rüzgâr okşuyor onları Tanrının parmakları geziniyor telleri arasında Boynundan sırtına dökülüyorlar Dökülüyorum Dökülmek... Sana dökülmek! Ne güzel!
Şimdi seninle kaybolabilmek ihtimali var, iki dalga arasında Durgunlukta. Basit bir söz, bilindik, anlamlı. Az altında ensenin, Öpesim geliyor. Bir anlam buluyor renklerden kızıl, tunç kızıl, bakır kızıl Sen kızıl! Gün ağarıyor, bir kez daha, saçlarımca. Gün ağrıyor. Gün ağlıyor. Gün... Oysa ne güzel dün!
Ayağının bastığı sahillerde kum taneleri olabilmek var Ciğerlerine nüfuz eden nefesimce yosun kokusu Ve deli dolu bir kahkaha yüzünde, çocuksu.. Ayakların kesilmeli yerden Soluğun da kesilmeli Kesilmeliyiz bu kirlilikten Seninle bir temizlenmek Ve hatta seninle ben.. Ne güzel..
Yaşayabilmek var, vardır, kesin vardır! Yaşayabilmek seni, ellerimden tutup göğe yükseltir Şu müziği saatlerce dinler, Şu yatakta gecelerce sarılır, Şu ömrü birlikte yer, bitirir. Birlikte... Ne güzel kelimedir!
Umut Köksal
umutkoksal@seyyaredebiyat.com
deneme
ASİL VEDA
Bir adam anlatacağım bu gece... Bir adam ki el versen götürür Tanrı Dağı’na. Lal olsa dili, konuşur gözleri. Sükûn sarmış bedenini. Alnındakiler helal alın teri. Aşk uğruna harcanmış hercai bir ömürden arta kalan filmin son perdesi. Lakin vuslata kanat çırpan gönüllerin anlaşılması güç, bozkıra yayılan ön sözü... “Nerede?” diye sorsan şimdi. “Sevdanın dile düşmediği oymaklardan.” diye ses verir bir peri. Bir elinde atının dizgini, diğerinde gururun kanlı cesedi. Kanar durur hercai. Dişlerinin arasından kesik kesik giren rüzgâr ses verir. Can bulur toprak bastığı yerde. Peygamber çiçekleri, şehzade gülleri yarar çıplak toprağı. Lakin kırgındır, kızgın... Çocuktur hâlâ bir yanı. Nedir bilir misin ey yolcu? Ahir zamanda savrulmak, için patlamaya hazır bir volkan iken sükûtu beslemek nedir? Her gece bir ölüye hatıra defteri yazmak. Sayfa sayfa işlemek umudu göğe. Dolunay sarhoşuyum bu gece. Kadehimde onlarca güzel yenilgi. Kalemimden sızan ince bir anason. Geceleri baştan başa tenha kokan ıslak sokaklar. Gözyaşıyla mayalanmış duraklar da iç cebinde durur. Çıkar koy yüreğini önüne. Saçlarına sar efkârı. Ceplerine doldur gökyüzünü. Avuç avuç yıldız topla. Gel çık omuzlarıma. Sana merdiven olayım şafakta. Uza bir dehlize. Olmasın buluttan bir yatağın, uyanma kuş sesleriyle, dalgalar çarpmasın topuklarına, rüzgâr savurmasın dağınık ve kırık saçlarını. Çık harikalar diyarından. Kavuş benliğine. Dal gerçekler denizine. Kulaç at içindeki gizeme. Kanat yaralarını. Bırak kendini katran karası gecelere. Zaman akıp giderken dört bir yandan, sen ölümsüzlüğü tat ufuk çizgisinde. Doludizgin koş kendine. Yırt perdeleri, kaldır maskeleri. Sustur bütün sesleri. Sen bir türküsün. İçinde asırlarca birikmiş bir destan. Aşkı güzel bilip, güzel sevmişsin. Yarım kalmış satır aralarında, harcanmış sözler feda etmişsin. Kurban vermişsin kendini seher yellerinde. Kanınla yazmışsın özlemin damar çatlatan hilfatini. Savrulmuşsun meltemlerde. Cellat olmuşsun ecele. Tek başına haykırmışsın. İç çekmişsin alenen denilebilecek bir türküde. İsyan etmişsin herkese, her şeye. İçinde dur durak bilmeyen bir ateş yanar senin. Gözlerin nar yangını gecelerden kalma. Duman duman tüter hasretin bağrında. Anlamsız kalır tüm sözlükler. Üstünü çizdiklerin çoğalır, altını çizdiklerinden. Seversin dolunayı, geceyi, çayın rengini ve bir de kurşun kalemleri. Aynalarındır düşman. Kalbin sıkışırsa ara sıra beni hatırla. Bir de saat gece yarısını çoktan bulmuşsa, dolunay varsa semada, çayımın dumanı buharlaştırsın camlarını. Kızıl bir kuş konarsa pencerene, rüyaların kızılsa beni hatırla. Ben ki soylu bir kavganın sevdalısı. İs kokan bir evin bodrumunda, ağustos günü çıtırdayan kuzine bir sobanın başında tüm dengeleri alt üst eden bir dengesizlikle, hizaya sokuyorum zihnime hücum eden tüm kelimeleri. Görüş günü olmayan zindanlara hapsolmuşum. Barikatlar var önümde. Pusu kurmuş dışarıda hatıralar. Direniyorum eleme ve meydan okuyorum sana yolcu! Şimdi rüzgâr bizim şarkımızı fısıldıyor. Veda zamanı diyor bak şafak yıldızı. Benim gönderilmeye hazır onlarca mektubum var aşk mevsiminden kalma. Oysa bir adresin bile yok hatırımda. Şimdi hicran mevsimi. Şimdi bir yolcunun uzayan dehlize göçü. Şimdi asil Ülkü Mehtap Zoroğlu bir veda vakti... ulkumehtapzoroglu@seyyaredebiyat.com
deneme
ÖZLEM MİSİ
Kapıyı açtım, hüzün vurdu yüzüme Yüzüme yüzüme Kalbim üşüdü Esti rüzgâr Yüzüme yüzüme Çocukluğum atladı boynuma Sessiz bir fırtına gibiydi çocukluğum Bana özlem misi getirmişti Sırtında çiçeklerle dolu bir sepet taşıyordu Daha önce hiç işitmediğim bir ezgi vardı dilinde Yine de beni savurdu rüzgârıyla Duyduğum geçmişimdi Gül gül biriken gülüşlerle süslü Anımsamadığı yaşanmışlıkları bile özler insan yıllar yaşını büyüttükçe. Adım atmayı öğrendiğiniz sokaklarda bir bakarsınız kaldırımlara onlarca ortak çıkmış. İnsanlar büyümüş, insanlar çoğalmış. Ama kokusu değişmemiş o yokuşun. Küçük topuklarınızın kokusu… Bazen bir yoksunluğu, bazen kucak dolusu kahkahayı barındırır rüzgârı. İstediğin yerde ve istediğin sıfatta olabilirsin. Ama işte bu sokakta çocuk olmayı dilersin. Dönüp dolaşıp anı biriktirirsin, kendine yeni insanlar katar, yeni insan-lar olursun. Ama işte burada geçmişini hasretle okursun. Umarsızca koşarken savrulan saçların aynıdır; düşünmeden kirlenen ellerin, merakla şarkılar biriktiren kulakların şahittir öyküne. Özlemi hakkıyla yaşayıp gözünü hayale kırparsın; ama sırtını çevirdiğinde yaşadığın koca bir hayat ve beklemekte olanlar sana kucak açar. Ayağını adım atmak için kaldırırsın, bunu yapmak zorundasındır, tekrar arkanı dönersen veda etmek daha güç olur. Koşarsın, mısralar dolanır ayaklarına. Çiçek dallarıyla süslersin geçmişe sevdanı. Yeni kokular biriktirirsin yol işledikçe yoluna. Gülmeler, ağlamalar, bağrışmalar karışır kulaklarında; nihayetinde hepsine fısıltılar galip gelir. Sesinde sakladığın cümlelerin cesaretlenir, hatırlatır kendini. Dününü hatırlamazken, yıllar öncesinin zihnindeki netliğine şaşırırsın. Adımların hızlandıkça kalbinde bir sızı aklına eşlik eder ve anlarsın; geçti. Yüzünde bıraktığı tebessüm için teşekkür edersin aklını yoklayan anılarına. Tatsız hatıralara meydan vermeyen zihnine minnettarsındır. Artık büyüyebilirsin, veda edersin hikâyene, başka bir hayale dek. Fısıltılar şimdi: Şaşır, duy, gör, hisset, yaşa ve de dön, dön kendine, şimdine…
Nazlı Deveci
nazlideveci@seyyaredebiyat.com
siir
HAYAL Yorgunluğumdan arta kalan antikalarımda hayal ettim seni Kim olduğun önemli değildi o an için İçeri girecektim Bakışlarına asacaktım ceketimi, Anılarımı yakacaktım başucunda Gördüğüm bu rüyayı bir kez daha görmeyecektim Ve her geçen dakika Kalabalığa biraz daha boyun eğecektik Belki bir yolculuktu bizimkisi Deniz anasında umudu arayan şair gibi Yerlere atacaktık kendimizi Belki de bir delilikti sonu olmayan, Bizi öyle bilirlerdi Gülmeyi unutmuştuk nasılsa Anlamıyorduk paketlenmiş ayrılıklardan Ve gözlerimiz yanıyordu avuçlarımızda Komisyon koymayacaktık tütünümüze Gidip tarlalarda sabahlayacaktık Ve oturup bir kahraman gibi Güvercinler çizecektik gökyüzüne, Ya da birçok şey yapacaktık mesela Belki de aç karınları doyuramadan Yaktığımız son anıya hasret Ölümün döşeğine yatacaktık...
Ogün Engin Erkan
ogünenginerkan@seyyaredebiyat.com
deneme
KURT BUHRÂNI
Nereye ait olduğumu geçtim, nerede kaybolduğumun bile farkında değilim. Şehrin göbeğinde, gecenin lacivertiyle dertleşmişim onca ay Farkında bile değilim. Neyse böyle geçsin birkaç gece. Biraz idare etsin, en azından seyyar bir bulutun gölgesiyle huzur vereceği güneşsiz bir güne kadar. Ben bu sonbahar ve kapalı havaları sevişimle kaç “Kurt Buhran”lı beşerin ortak duygusu olmuşum. Farkında bile değilim. Hüzün, ağzıma dayalı bir namlunun ucunda. Garip olan tetik de bende. Daha da garibi on saniye sonra ateşlenmesinin sebebi de benim. Halbuki bunu hiç istemedim. Ben bu tabancayı dolduran kişiyi de gördüm. Bana çok benziyordu sanki. “Her şey güzel olacak.” ile “Her şey berbat olacak.” arası bir renkteyim. Küçükken deli gibi dinlediğin müziği tekrar duyduğundaki masum mutluluğu bile çalmak üzereler. İşte ben bu yüzden hem her şeyi güzel sanmak üzereyim hem de berbat olmak üzere. Sen bu berduş adamın, bu yaşına dek sakladığı tek gülümseten huyunun ortasına bağdaş kurmuştun. İşte bundan sen devrilirken, ardında yaslandığın her şey de devrildi. Ben hani ceketimi alıp çıkarmışım gibi Bu şehrin tüm istasyonlarında ayak izlerimi bıraktım İşte o gece son seferini yüz yirmi üç saniyeyle kaçırdığım dökük tren sendin. “Her şey bitti artık.” ile “Her şey yeni başlıyor.” arası bir davranış bozukluğundayım. Olayları lehime çeviren bütün girişimleri umursamadan, Beni bütün karanlıklara sokan tüm o gereksiz seçimlerin peşindeyim. Ses tonumdan eğer anlayacakların yoksa, Altı gündür aralıksız çalan piyanodan dinle beni. Ama biliyorsun, O an tüm odadakileri hoş eden bir senfoni varsa Odanın içinde suratı asık tüm adamların ne hissettiğinin ya da ne yaşadığının bir önemi yoktur. Şu bağrı yanık âleme buğz eden bütün kalplerin beklediği vakur bir kıyamet vardır. Ama zaten atmosfer, siyahı üzerine giydiği vakit ben o kıyametin bile tasından içmiş oluyorum!
Ben hangi gece, hangi buhran sürüsüyle hareket etsem bir yanım hep dargındı Hangi gece, hangi ormanda adımlarımı “yalnız” başıma atsam, öbür yanım dargındı Soluduğum hava, Dahil olduğum sürü, Sürüden kopup “benliğimi” bulduğum tüm izbeler, Sağ yanım, sol yanım, Saçlarımdan çakralarıma Herkes bana dargındı. Ama karaya bulandığında tüm anılar ve hayaller, tüm kişilikler bir buhranla tanışsa, işte o zaman cümle âlem benim kelâmıma hasret duyardı. Birazcık avazı çıksa yumruklarımı sıkarkenki gömdüğüm duyguların Ya kafanı gömdüğünde bile kendisini duyuracak kadar rahatsız ederdi seni, Ya da sen zaten aynı sefil şarkıyı söylemeye devam ederdin. Bir de zaten o kasım gecesi pencerende dans eden, ezik ve titrek ezginin varoluş sebebi bendim. Ki penceren de açıktı... Ama bu kadar romantizm her kurdun buhranını bozar. Çünkü çekilecek tüm ağırbaşlı çilelerin artık söyleyecek hiçbir güzel sözü yoktur. O kadar batıyorum ki, bulunduğum yerin kara ya da deniz olmasının bir önemi yok. Bu zaman, bu mekan, bu bakış, bu çay, bu masa, bu sokak... İşte ortada bir batış varsa, virgüllerin ardı ardına sıraladığın her sebep, hepsi yelkenini çatırdatan fırtına zaten. Hatırlar gibiyim, ben bir ara yine güler gibiydim. Sonra bir şeyler oldu, birkaç hafta daha sürdü. Sonra bu döngüde, hisleri olan bir av olduğum gerçeğini yine öğrendim. Ama nefes al! Çünkü birileri avlanmak için sıraya girse de senin bir sonraki muharebede kazanacağını hayal edebilmen ve “görüşeceğiz” diyebilmen için alman gereken bir nefes var. Çünkü benim gibisin sen de, Yine bir bahar günü kavuşacağını düşlediğin ihaneti bilmez kollar var. Yine bir yaz akşamı intikamını sergileyeceğini düşlediğin bir tiyatro sahnesi var. Ne olursa olsun, nefesinden fırtınalar çıkaran, buhranından gülistanlar yeşerten bir tavrın var!
Aykut Körmamuoğlu
aykutkormamuoglu@seyyaredebiyat.com
siir
BEKLENİLENE Küçük bir çocuğun masum bakışlarında bıraktık sevdayı , Ayrıldı yollar, sokaklar, düşler ayrıldı. Kavgalıyım bugünlerde dünüm ve yarınım arasında. Umuda yürümek isterken ayaklarım kanıyor sana doğru giden her adımda. Bir mektuptu bu sen beklenilene , özlenilene. İsmin iniyor dudaklarımdan kalbime doğru hece hece.. Sonra senden öncesini kabul etmiyor, lal oluyor hafızam. Beklemeyi sükût ederken öğrendim, eller oldu haram. Sonbaharsın hep yazı seven ruhuma Ne zaman baharı yaşayacak olsam hüzün dökülüyor avuçlarıma Gündüzle gece arasında koşarken yoruluyor dermansız ayaklarım karanlıkta Unutuyorum saati, evin yolunu, hatırlamam gereken ne varsa. Sessizce bekliyorum cıkmazlarda öyle sessiz, öyle amansızca.. Belki bekleyişimden haberdar etmiyordur, gözlerin gözlerimdeyken şahit olan o sokak başı. Belki ellerim, gülüşlerim, güzel sözlerim hatırına gelmiyordur, kalmamıştır hatırı. Bilmez olmuşsundur senelerce beklenildiğini, hiç değişmeyen yerini. Düşünmez misin hiç nerede o siyah bereli, gözleri kahverengi? İlk ve son olup ömrümü ömrüne sunmak.. Vakit geçiyor.. Sanırım seni beklerken hayat son bulacak. Masamdaki mum sönmek bilmeyecek, kalemim adını satırlara kazıyacak. Yine akşam oluyor.. Sanırım seni özlerken hayat son bulacak..
İlknur Öner
ilknuroner@seyyaredebiyat.com
deneme
Aşk II – Sonbahar Vedası Sonbahar, “Belki veda etmektir sana birkaç satırla.“ “Sarı avuçlarıyla alkış tutuyor hüznün zaferine mevsim.“ Şimdi her yere sonbaharın hüznüyle beraber mevsimin gözyaşları düşüyor. Hayatımdaki tüm renkler bu zafere daha fazla direnemeyip birden soluyor ve kalbim de ilkbaharın neşesinden sıyrılıp sonbaharın hüznüne doğru yol alıyor. Bizden de geriye yeşillikten sarıya uzanan tek hatırlayışlık mutluluklar kalıyor belki de. Veda için hüznün mevsimini seçiyorum ki; matlaşan bütün renklerle beraber sen de kaybol tüm evrenden ve sana umutla bakan göz bebeklerimden. Bana aşkı öğreten adam! Solmadan önce son kez öp parmak uçlarımdan. Unutmadan önce bir kez daha direniyorum uzak geçmişin anılarına. Senin kentine ağlıyorum işte yine. Çünkü bu kentin herhangi bir köşesinde nefes aldığını bilip; seni hissedememek kadar acı bir şey yok son günlerde. Filmlerde hep aynı sahneler geliyor gözümün önüne, şarkılarda hep aynı nakaratlara dolanıyor dilim, kitaplarda altını çizdiğim yine aynı bilindik cümleler, ”Seni özledim ile başlayıp hüsran ile bitiyorlar.” Oysaki biliyorum, hep bilindik sonlara sahne benim kalbim. Dualarla beslediğim senli cümlelerim, hiç yaşanamayacağını bildiğim bizli günlerin tesellisi artık bana. Günlerdir aynı karanlığın uğursuzluğunu soluduğum sensizlik şimdi satırlara dökülüyor işte. Artık bu mevsimle beraber son bulsun diyorum tüm gülüşlerini benden esirgediğin vakitlerin acısı; çünkü dayanılmaz olan tek şey sensizlik değil benim dünyamda. Bütün evren sonbaharla yaşama küserken, ben içimden attığım ıslak hüzünlerin rahatlığıyla kurumuş umutlarımın arasından yeniden yeşeriyorum. Hani demişti ya şair: Bu mevsim “Belki veda etmektir sana birkaç satırla.“ İşte bu tek cümlelik dize bendeki senin özeti aslında. İlkbaharda başlayan içimdeki aşk şimdi son buluyor kocaman bir sonbahar vedasıyla… Not: Bana aşkı öğreten adam! Solmadan önce son kez öp parmak uçlarımdan. Bazı gidişler sonbahara yakışır.
Meltem Gökce
meltemgokce@seyyaredebiyat.com
inceleme
CAHİT SITKI TARANCI VE ÖZEL YAŞAMI “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.” demiş genç sayılabilecek yaşta, 46 yaşında vefat eden şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı. Ve kısa sayılabilecek ömründe birçok defa aşık olmuş ve kendisi için, “Ben aşk adamıyım.” yakıştırmasını yapmıştır. Bu aşkların bazıları sadece gönül eğlendirme amaçlı olsa da birkaçı şairin hayatında ve şiirlerinde önemli yerlere sahip olmuştur. Şairin gerek şiirlerinde gerekse hikâyelerinde karşımıza çıkan, hayatın acımasız oluşu karşısında annesinden sonra sürekli sevgisine sığındığı küçük ‘’Beşiktaşlı’’ sevgilisinden bahsedelim. Cahit Sıtkı Beşiktaşlı için; “Onun üzerine yoktur ve olamaz. Bu işe (yaşamak, şiir yazmak ilh…) onu sevmekle başladım, onu sevmekle bitireceğim.” ifadelerini kullanmıştır. Öyle ki Cahit Sıtkı bu sevgilisini annesinden sonra kurtarıcısı olarak sembolleştirmiştir. Reşit İskenderoğlu’nun anlattıklarına göre, “O dönemin ve çevrenin en güzel kızlarından biri olup, Balkanlardan gelme bir ailenin kızı”dır. Kültürlü, bilgili bir genç kız olduğu da söylenmektedir. Beşiktaşlı sevgiliye Cahit Sıtkı ile evlenme fikri sorulduğunda, “Fizik yapısı itibarıyla tipim değil. Onunla mutlu olamam. Bu nedenle evlenmeyi düşünmüyorum. Ancak görüyorum ki geleceği büyük bir şairdir. Bu sebeple inkisara uğramasın diye şimdilik ilişkimi sürdüyorum.” cevabını vererek, Cahit Sıtkının çirkinlik kompleksinin pek de yersiz olmadığını vurgulamıştır. Beşiktaşlı küçük sevgilinin kim olduğunu ise Şeyhmus Diken’den öğreniriz. Annesi tarafından Diyarbakır’la bağı bulunan yazarlarımızdan Vedat Günyol’un kız kardeşi Mihrimah Hanım’dır. Meşhur Beşiktaşlı, sevgili şairimizin “Abbas” şiirinde de geçmektedir; “...Bas kırbacı sihirli seccadeye Göster hükmettiğin mesafeye Ve zamana Katıp tozu dumana, Var git, Böyle ferman etti Cahit,
Cahit Sıtkı, Beşiktaşlı dışında birçok kadına ve kıza aşık olmuştur. Edremit’te askerlik yaptığı zamanlarda ilk önce 14 yaşında bir Boşnak kızı ile, daha sonra askerliğinin son altı ayında tanıdığı “on yedisindeki esmer köylü güzeli” ile kısa süreli de olsa gönül kaçamakları yaşamıştır. Kendisini çirkin bulduğu için yetişkin kızların onunla aşk yaşamayacağını düşünerek hep kendisinden yaşça küçük kız arkadaşları edinmiştir. Yine askerlik döneminde şiirlerini değerlendirmesi için gönderen ve mektup yazan hemşehrisi ve akrabası Melek Tiğrel ile çevresinin ve ailesinin isteği üzerine evlenme durumu gündeme gelmiş ancak sadece düşüncede kalmıştır. Bu başına buyruk zamanlarında karşısına aynı bakanlıkta çalıştığı Cavidan Tınaz karşısına çıkar. Cahit Sıtkı’nın bundan sonraki yaşamında yol arkadaşı olacaktır Cavidan Hanım. 4 Temmuz 1951 Ankara Halkevinde yapılan törenle hayatlarını birleştirirler. Bundan sonra, “Tek ve şahane iptilası” olan Cavidan Hanım için içkiyi bile bırakmıştır Cahit Sıtkı. Bütün saadetini ona borçludur ve hayatında büyük değişime sebep olmuştur. 1950 tarihli bir mektununda, ‘’İradem, sağduyum, sabrım, hepsi aşkımın emrindedir.” dediği Cavidan Hanım ile evlendikten kısa bir süre sonra tekrar iradesine ve sağduyusuna yenilen şair eski hayatına geri döner. 1954 yılında hastalanan şair, 1956 yılında vefat eder.
Burcu Kılıç
burcukilic@seyyaredebiyat.com
deneme
20996011 Şu kalemi al. Diğer eline de başka bir kalemi al. Beynindeki odacıklarını aynı koridora tep ve yazmaya başla. Artık dünyadaki bütün insanların intihar vakti geldi. Hepsinin boyunlarındaki kementlerin soyutlaştığı anları yaşıyoruz. Son kementte takıldıktan sonra baştakinin benzin dökülmüş sandalyesine kibriti yine baştaki bıraksın. Sandalye yanıp kül olduğu anda bir domino taşı dizesi misali sıra sıra kementler sıkılaşsın ve şu dünyanın omurlarını yerlerinden oynatsın. Geriye ne bir not ne de bir mektup kalmalı. Çünkü hiç kimse bu ölümlerden senin kadar sorumlu değil. Eğer suçlayacak bir şeyler arıyorsan bunu insanoğlunun toplu depersonalizasyon bozukluğuna ver. Aklını kendinden saymayan her insan gibi sen de yansımanı kendinden sayma. Erken ölenlere üzülüyorsun değil mi? Emin olabilirsin ki geç ölmek yaşamayı sevenler için biraz sorun yaratabiliyor. Birilerinin yaşaması için ölen başka birileri var. Hele ki zamansız ölümler yok mu?.. İşte bu tür durumlar tanrılar hakkında hiç de iyi izlenimler bırakmıyor. Görülen o ki dinlediklerin yazman için teşvik vermedi. Anlaşılan sen de dinler gibi yapıyorsun. Dinler gibi mi dedim? Evet dinler gibi. Her din gibi sen de sessiz kalıyorsun. İçerisine konuşan kendi tanrısını yaratır. Yarattıkları ile ampirik tepkimelere girdiklerinde ise kitap ortaya çıkar. Senin buna ne dediğin önemli değil. Eğer doğru zamanda gelseydin peygamber olabilirdin. Niyetin varsa ilk adımı amber kokusunu severek başlayabilirsin. Çünkü bütün peygamberler amberi sever. Zaten kelimenin dilde törpülenmemiş hali ise peyk-amberdir. Yazmak zapt etmektir. Yazmaya karar verdiğine göre ilk olarak kendini yazabilirsin. Çünkü bu evrendeki en tehlikeli varlık sensin. Yazdıklarını, havasının tamamı çekilmiş bir kürenin içerisinde uzaya gönderebilirsin. Senin gibi bir varlıktan tüm evren haberdar olmalı ve tüm evren sana karşı savunma sistemlerini geliştirmeli. Bir gün gelecek ve o gün, hiç kimsenin olmamasından kimseyi tanıyamayacağın kadar zaman geçecek. Bu, senin otobanlaşmış lanetinden başka bir şey değil. İşte o gün her şeyi unutmak isteyeceksin. Lakin unutmayı asla unutamayacaksın…
Hayatının büyük bölümünü dolduran kara deliği hiçbir ışık ile görselleştiremezsin. Edimsel düzlemde sadece yedi yaşındasın. Fakat düzlemlerdeki çizgilere basarak yürüyemeyecek kadar sallantıdasın. Ne akışkansın ne de katısın. Ne dinamiksin ne de statik. Dolayısıyla kuramsal fiziğin nefret ettiği, kürtajdan birkaç haftayla kurtulmuş, yumuşaklığını kaybetmiş bir dogmasın. Ne zaman doğduğunu sen dahil kimse bilmiyor. Bilenlerin de bildikleri yedi yıl önce yalan oldular. Nitekim bilmek düal bir durumdur. Fakat sen tek taraflı geldin. Yeryüzüne seni doğuran kimse olmadan geldin. Bir anne karnında değil bir çöp konteynırının içerisinde gözlerini açtın. Nefes alıp almadığını anlamaları için yüzüne sağlam bir tokat yemek zorunda kaldın. Yeni hayatına böyle başlaman bazı şeylerin özetidir aslında. Nitekim hiçbir kötü sonun iyi bir başlangıcı olamaz. Yeni günlerin ilk olarak kavramayla geçti. Geçirdiğin beyin kanamasından sonra on gün boyunca ufak bir kanal ile kafatasının içerisindeki kanın emilimiyle uğraşıldı. Bu sürecin ardından beyin açılmadan kapalı anjiyo ile kanayan damar tedavi edildi. Eğer açılsaydı içerisinden kan değil irin akacağını kimse bilemezdi. Hastaneye yatırıldığından tam elli yedi gün sonra ruh ve sinir hastalıkları hastanesine taburcu edildin. Ne kim olduğunu bilen vardı ne de seni arayıp soran. Yaklaşık iki ay sonra fiziksel olarak kendini toparladın. Konuşmadığın için içgüdüsel şeyler haricinde her şeyi unuttuğunu düşündüler. Global anevrizma teşhisinden sonra ise yapılacak hiçbir şey kalmadı. Yataklar azdı. Odalar daha az… Kimse sana bir şey sormadı. Mecburi bir heyet kararıyla hastaneden sokağa terfin gerçekleştirildi. O gün, hastanedeki bütün akıl hastaları senin konuşman için sustular. Ama sen yine konuşmadın. Hiç kimse konuşmayınca birisi konuşmaya karar verdi. Adının Meryem olduğunu öğrendiğin bu kadın seni evine alarak nasıl yanlış bir araştırmaya girdiğini, tezleri çıkmaza girince bile fark etmedi. Çünkü sen çoktan sentezlenmiş ve sıfırlanmış bir varlıktın. Tıpkı doğallığı bozulmuş tüm alaşımlar gibi kendin değildin ve sana karşı kendinmiş gibi davranan ilk insanı keşfediyordun. Yazmak ele geçirmektir Arafat. Belki bir zamanlar sende yazmış ve işgallerini gerçekleştirmiştin. Belki o kaleler yıkılırken defterlerini de kaybettin. Fakat geç değil. Tekrar yazabilirsin. Eğer kendin için yazmıyorsan başkaları için yaz. Yeter ki yaz. Çünkü mürekkebin satılmadığı piyasada kan daha çok rağbet görüyor.
Muhammed Eyüp Yavuz
muhammedyavuz@seyyaredebiyat.com
siir
EKSİLT (…) …şimdi, gidilesi yerler, çoktan kapatmış, yalnızlık insanın kaburgasına, çoktan oturmuş, her şeye rağmen yalın bir ıslıkla, konçerto çalmak yakışıyor adama. /fiyakalı gömleğinin, düğmeleri kalp hizasında, iki açık/ …özlüyorum, küçük ellerinde kanatlandırdığı kelebekleri özgür kılan kadını. Nerededir? kim tutuyordur şu an aşk çatlağı ellerini. Kiremit rengi rujunda, kaçak bir aşk daha çıktım, gözlerinin dinginliğinde huzur bulduğum. Benim sende kaldığımı bilseler, yarım pansiyon sevgime de bedel biçerler.
Ben senin, belli / belirsiz / bedelsiz sol yanını sevdim. …gitme… Ne olur kalsan, kuşlar yine aynı yerlerinde ötüşseler, gün yine şakaklarından doğsa… Velhasıl; zaman sende kalan nesnel bir yargı, ben, sevebilme ihtimali olan bir kadavra. Aslı / astarı olan cümleler biriktirmiştim, sana yazdığım ilk şiirin başlığında kaldı hepsi, senden sonra kelam edemediler, kelime, cümle, mısra, şiir yoktu. -kalakaldıkları bir aşk halinden mütevelli, şiir yazmak süreli hale getirilmişti. Sadece sabah sekiz, akşam beş sevebilir, Sevdiğimiz kadına en fazla bir kıtalık şiir yazabilirdik.-
TİLİ ŞİİR …kalsan, yanı başımda alsam kokunu, tabiatta olmasa, kokunun eşi / benzeri.
Veryansın etmeli sükûnet, içinde bulundurduğu o kadar sevgi cümlesinin, suskunlukta barınmaması gerektiğini bilmeli Sen, öyle deniz gözlerinde beni suskun kılsan da, ben içten / içe sana kelam ediyorum.
/ İçimde, konuşan bir adam var, susmuyor / ara vermiyor / susamıyor. Tek bildiği de bir kelam var, “-seni seviyorum”/
…şimdi, bütün kelimelerle içli - dışlı olmamın sebebi dahi senken, kelimeler sen, cümleler sen, mısralar sen, şiirler sen oluyorken, her şiir gibi bu şiiri de eksiltili bitirmek zorundayım.
Çünkü; öznesi sen olduğun cümlelerin nesnesinde, sıfatında, o denli ağırlık var ki, sadece seviyorum fiili yetersiz kalıyor. O yüzden bu şiiri de eksiltili bitirmek zorundayım.
Kaburgamda sakladığım bir iki mısra var, kalbime denk düştüğü için, söylesem ölürüm sanıyorum, söylemesem de ölürüm. Aslında, başladığım yerden eksiltili bitiriyorum yine…
Yunus Küçükkaraca
yunuskucukkaraca@seyyaredebiyat.com
siir
Turuncu Saçlı Kız balon yükseldi yavaş yavaş ipi turuncu saçlı bir kızın elindeyken turuncu saçlı kızın eli de balonun ipindeyken kaçırdı ipin ucunu elinden turuncu saçlı kız aniden. balon ses çıkarmadı bu duruma canına minnetti. turuncu saçlı kız ağlarken, olay yerinde yoktu ama eğer olsaydı, olabilseydi ağlardı baloncu da. kaçan balon giden baloncuyu hatırlattı turuncu saçlı kıza. üç fatihasının ardından son salavatıyla kabrinde ve her babalar gününde bir balonu kurban etti Tanrı’ya turuncu saçlı kız Bölüm sonu canavarı: Umay Umay- Hareket Vakti
Taha Savaş
tahasavas@seyyaredebiyat.com
film tanıtımı
PATCH ADAMS Oynadığı her filmde bizi düşündürmeyi, güldürmeyi, heyecanlandırmayı, ağlatmayı başaran, büründüğü her karakterle gönlümüzde yer edinen çok önemli bir aktörü kaybettik geçtiğimiz günlerde: Robin Williams! Çocukluğumda televizyonda çıkan ve tekrar tekrar izlemekten hiç bıkmayacağıma inandığım Jumanji ile tanıdım onu. İnsanların hayatlarına yıllardır olumlu dokunuşlar yapan, yaşam sevincimizi arttıran karakterlerle hayat veren bu adamın canına kıyması ayrıca üzdü beni. Patch Adams 1998 yapımı filmin yönetmenliğini Tom Shadyac, müziğini Marc Shaiman yapmış bir dram- komedi filmidir. Hunter Adams (Robin Williams) intihara teşebbüs etmiş ve bunun sonrasında kendi isteğiyle akıl hastanesine yatmıştır. Fakat kafasındaki problemleri çözen doktorlar değil, akıl hastanesinde yatan, birbirinden enteresan akıl hastaları olacaktır. Onları dinlemek, anlamaya çalışmak Adams’a kendi problemlerini unutturur. Hastaların hayatında yaptığı olumlu değişikliklerden dolayı Hunter Adams, Patch(Yama) ismini burada alır. Akıl hastanesinden çıkan Hunter Adams geçkin yaşına aldırmaksızın insanlara en iyi şekilde yardım edebileceğini düşündüğü doktorluk mesleğini seçer ve tıp fakültesine girer. Geleneksel yöntemlerin dışına çıkarak hastalarla iletişim kuran Patch, sadece hastalıkları yenmek için değil, hastaların yaşam kalitesini arttırmak için sıradışı uygulamalar benimsemiş ve onlara bir doktor gibi değil, bir arkadaş, bir komedyen gibi yaklaşmıştır. Yöntemleri okul yönetimi tarafından benimsenmeyen Patch, düzeni değiştirmek, kendini kanıtlamak adına zorlu bir süreç beklemektedir. Filmde beni en çok etkileyen bölüm intihar sahnesidir. İntiharın eşiğine gelmiş olan Patch Adams uçurumun kenarına gelir ve Tanrı’ya şöyle seslenir : ‘’Şimdi ne olacak? Evet, bunu yapabilirim! İkimiz de beni durduramayacağını biliyoruz.Bana cevap ver, lütfen… Bana ne yaptığını söyle! Haydi mantık yürütelim; insanı yaratıyorsun, insan inanılmaz derecede acılar çekiyor, insan ölüyor. Belki insanı yaratmadan önce biraz daha fazla plan yapman yerinde olurdu, değil mi? Yedinci günde dinlendin… Belki o günü, merhamet üzerine çalışarak geçirmeliydin. Biliyor musun? Buna değmezsin!” İntihar etmekten vazgeçer ve arkasını döner.
Bir diğer gözlerimizi dolduran bölüm de şüphesiz yazdığı mektubu sevgilisine okumasıdır. Şiirinin bir kısmında şöyle der : “Seni seviyorum nasıl olduğunu bilmeden Ya da ne zaman ve nerden Seni dosdoğru ve adam gibi seviyorum Karışıklık ve kibir olmadan. Seni bu şekilde seviyorum Çünkü sevmenin başka bir yolunu bilmiyorum Ne benim ne de senin içinden Bu sevgi hiç bitmez bunu iyi biliyorum. O kadar yakınsın ki göğsümdeki ellerin benim elim O kadar yakınsın ki sen bana gözlerini kapattığında Ben uykuya dalıyorum Ve uykumda bile hep seni düşünüyorum.” Ve beni en çok düşündüren de şu cümle olmuştur : “Tanrı’nın bütün yarattıkları içinde sadece insanoğlu kendi türünü öldürüyor.” Gerçek bir hikayeden alınmış bu film, eminim ki Robin Williams’ın oynadığı her film gibi kalbinize dokunacak. Artık Robin Williams yok ve intiharının birçok sebebinin yanında en önemlisi kendi Patch Adams’ını bulamaması. Her birimizin, birilerinin Patch Adams’ı olabilmesi dileğiyle...
Esra Atabay
esraatabay@seyyaredebiyat.com
siir
ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ Uzun zaman geçti üstünden, Çok şey değişti. Günler mesela, Günler değişti. İçinde senin olmadığın yalandan günler yaşadım Veya çabaladım diyelim. Senle dolu rüya tadında günlerden sıradan günlere dönüş, Bir nevi ölüş... Yollarım değişti mesela, Beraber yürüdüğümüz yolları kullanmamaya çalışıyorum artık. Gözlerimi kapatıp açıyorum yanımdasın, Elini tutmak için elimi uzatıyorum yoksun. Sıkıldım. Sen yoksun, Ben yoksun... Kelimeler, cümleler değişti. “Sevgilim” demiyorum artık, “İyi geceler hayatım” da.
Senden sonra Seni seviyorum da demedim hiç, Aşk da bir anlam ifade etmiyor şimdi Oysa bir zamanlar sende bulurdu anlamı. Uğruna neler yapılırdı neler... Gittin ya sevgili Şimdi ben yarımım, Sen yarımındın... Ben değiştim! En kötüsü de bu aslında, Sensizliğe alışıyorum. Unutuyor muyum dersin? Eğer öyleyse Seni hiç affetmeyeceğim. Sensizliğe alışıp, seni unuttuğum gün Seni hiç affetmeyeceğim. Ve bu Hiç değişmeyecek.
Yasin Gel
yasingel@seyyaredebiyat.com
siir
MIRILDAN KEDİM Yaşamın, yüksek ve derin oluşumundan Kurtulduğum vakitlerdir akşamüstleri. Yüzümü bir ışık öper Ben gece için umutlanırım. Ve doymam sevgiyedir Mırıldanan kedim. Yalnız olmadığım anlaşılsın Mırıldan kedim. Ne var seni üzecek, beni yoracak Bu, küflü bir gecenin hicran şarkısında? Hem boş ver dinleme o şarkıları, Sadece yaşadığımız anlaşılsın Mırıldan, mırıldan, mırıldan kedim.
KİRASI ÖDENMEMİŞ AKŞAMLAR Akşamın gizi ev sahibi gibi dolaşırken evimde, Benim bir sığıntı yaşamım Sev diye seni bekliyordu. Senin, gökyüzüne ait olduğuna o kadar inanmıştım ki, Cama konan her serçeye “Benim için öpün onu” diyordum. Öptüler mi seni söylesene? Ben devrik bir adamım Uslanmam bundan sonra bile Hem ne kalır, içimden Bir aşk geçtiyse gürültüyle... Kaybedişimi unuttum çoktan Dokunuşun hâlâ aklımda... Gel diye bekliyorum, Kiramı da ödeyemedim, Mahcubum bu aşkta.
GÜCENME
GECİKMİŞ OLAN
‘’Anlamsız olan’’ diyor ve bitiriyor konuşmasını. Sanırım o sona gelmemiş olanlar Duysalar da anlamıyorlar o konuşmayı.
Kim gecikti ki? Sahi kim gecikti ki?
ya da hiç yok konuşulan, Sessizliğiyle avunuyor bir gün insan... İnsan ne bulur ki sessizliğinde avunulan? Gücenme hiç!
Bir ses çağırıyor beni geceden...
ZAMANSIZ Neden tarih atmıyorum artık şiirlerimin altına?
Gidiyorum peşin sıra, Ölümsüzlükle cezalandırılmış bir gölge gibi.
Ses etmeden evdeki kediye, Zamanın bitmesinden mi korkuyorum? Daldaki kuşa Ya da bitmiş olabileceğinden mi? İşte buradayım demek için. Yoksa yapamadığım bir sürü şey mi var Buradayım, ardımda? Elimde susamış bir bahar var Ya da kuru bir takıntı mı bu? Al, hepsi senin. Diyorum yine zaman gösterecek: Ölümle ve her şeyle iniltili olan “zaman” Lütfen artık beni suçlamayı bırak!
İsmail Can Karakuş
röportaj
Seyyar Edebiyat Dergimizin ilk sayısında ilk röportajımızı Erkan Kanat ile yapıyoruz. Klasik 20 sorumuza geçmeden önce kendi ağzından kendisini tanıyalım. sahneden bir fotoğraf
- Erkan Kanat kimdir? 1981 yılında Kastamonu/ İnebolu’da dünyaya gelmiş, 1989’da oradan Lüleburgaz’a göç etmiş 3 çocuklu bir ailenin en küçüğü, enstrüman çalarak geçinen, İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nda lisans ve yüksek lisans yapmış, şimdi lerde ise müzikoloji ve folklor dalında doktora eğitimi gören, sayısız ses - saz sanatçıları, müzik ve dans grupları ile sahne ve stüdyo çalışmaları yapan, vurmalı çalgı icracısı ve kendi bestelerinden oluşan, “Zaman Hikayeleri” adlı enstrümantel albümün sahibi olan bir fakir…
- Erkan Bey, peki neden müzik? Cevabını vermek için çocukluğa inmek gerek… Sonradan olunuyordur belki ama içinize işlememişse suya yazı yazmak gibidir sanırım… Benim şimdi, “beni hayatta tutan şey” dediğim müzik aşkı 7- 8 yaşlarımdayken başladı. Fiziken belli bir yaştan sonra bitmesi aşikârsa da ruhen asla bitmeyecek. Küçüktüm, ne bir darbukam vardı, ne bir tefim... Kim bilir belki babamın parası yoktu istemişimdir de alamamıştır... Ama asla bizim acıtasyon filmlerdeki gibi oğluna flüt alamayan, “Kaç para ulan bir flüt?’’ diye efkarlanıp meyhanede büyük rakı bitiren bir babam olmadı… Hiçbir şeyim eksik de olmadı aslında… Nereden bileyim belki ben almalarını istememişimdir. Küçüktüm, ayrıntıları hatırlamıyorum. :) Oturma odasındaki koltukların kenarlarına vura vura, duyduğum müziklere kendimce eşlik etmeye çalışırdım, ritim tutardım. Şimdi oturduğum evin bir odasını yalnızca enstrümanlarımı muhafaza etmek için kullanıyorum. Nereden nereye diyorum kendi kendime. Hissi kısmının cevabını vermek zor ama görünen kısmı olarak şöyle cevaplayabilirim: Roman mahallesinde büyüdüm ben. Her bir evin içinden farklı çalgı seslerinin yükseldiği, gece-gündüz müziğin hiç susmadığı o neşeli insanların mahallesi... Etraftan melodiler seni kendine çağırıyor adeta, oturduğun yerde elin, kolun, ayakların müziğin ritmine uymaya başlıyor, engel olamıyorsun. Müziğin büyüsü burada başlıyor. 20 SORU 1) En sevdiğiniz kelime nedir? - Şükür… Ama bizim eski topçu, yeni vekil olan değil… Bildiğin “Allah’a şükür”ü seviyorum. 2) Nefret ettiğiniz kelime nedir? - Nefret kelimesinin kendinden nefret ediyorum. Ne lanet, zıkkım bir kelime. Aslında Nefertiti’yi çağrıştıyor çok uğraşırsanız ama o güzel kadınmış kin güdülmez. Alaka burada kopuyor işte. 3) Ne sizi heyecanlandırır? - Sahnenin türü hiç önemli değil, ister opera house olsun, ister at arabası üzeri… Sahneye her çıkışımda ilk kez çıkıyormuşum gibi heyecanlanırım. Amatör bir ruh taşımak gerek.
Onu kaybederseniz, ruhunuzu şeytana çoktan satmışsınızdır. Bu sahne heyecanını anziyete aşamasında yaşayanların sahip oldukları bir rahatsızlık var. Biliyor muydunuz? Belki hayır bilmiyordunuz. Hemen bahsedeyim: MPA (Musical Performance Anxiety) denen ve özellikle de senfoni orkestrası üyelerinde ağırlıkla görülebilen bir tür sendrom. İleri derecede yaşayanlarda sahneye çıkamama durumuna kadar ilerliyor ve ilaç tedavisi, rehabilitasyon gerektiren bir durum. Şükür ki (Aaa en sevdiğim kelime :) ) bende yok. 4) Heyecanınızı ne öldürür? - Hiperaktif olduğumu söyleyenler bile var. (Belki de onlar doğruyu söylüyorlar.) Yani sürekli hareket eden, yerinde duramayan, koşuşturmacası bol biriyim. Aksiyon dolu dakikalar… Malum İstanbul... Mecidiyeköy’den köprüye üç km mesafe var. Yol boşken bir dakikada gittiğin mesafeyi -hele akşam saati oralardaysan- 1,5 saatte geçince, bir yerlere hep yetişmeye uğraşıyorsun, geç kalıyorsun saati tutturamazsan. Aksiyon nasıl olmasın abiiii? Söylemeye çalıştığım şey şu: Hiçbir şeyden kolay kolay ölemiyor bu heyecanım benim… Allah’ım heyecandan öleceğim. 5) En sevdiğiniz ses nedir? - Hımm… Re’ye bayılıyorum. (Re’siz güne başlayamıyorum mesela ) Tatlılardan da en çok revaniyi severim. Re ile başlıyor ya hani. :) Su sesi benim ruhumu dinlendiriyor. Denizdeki dalga da, şırıl şırıl akan bir derenin suyu da aynı huzuru veriyor. Çok eski yıllarda Doğu kültürlerinde su sesi bir tedavi aracı olarak da kullanılmaktaymış. Bizim darüşşifalarımızda da tedavi yöntemi olarak kullanıldığı çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. Bedeni temizlikte olduğu gibi ruhen de şifa kaynağı gerçekten. En azından benim için böyle. 6) Nefret ettiğiniz ses nedir? - Korna sesi… Hele ki trafikte kırmızı ışıkta beklerken, sarı ışık yanar yanmaz arkandaki şahsına münhasır zat-ı merkep “yürüseneee karrrrşimmmm” diye bağırıp dütttt düttttt basıyor ya... Şeytan diyor ki in aşağı, bagajdan çıkar fırın küreğini ağzının ortasına geçir. Ama bagajda fırın küreği yok. Neyse arkadan korna çalıyorlar ben diğer soruya geçeyim. 7) Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? - Gerçekten hiç düşünmedim ama insan öğrendiği kadar bilgi sahibidir. Kültürleri hakkında en ufak bilgi sahibi olmadığımız topluluklar yaşıyor dünyada, çeşitli coğrafyalarda ve bilmediğimiz bir sürü para kazanma biçimi... İnsan mecbur kaldığında yaşamak için her şeyi yapabilir ama neyi yapamaz onun üzerinde düşünmek lazım… 8) Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? - Kelimeleri anında tersten söyleyebilmek ve yazabilmek gibi bir yeteneğimin olmasını isterdim. Yeni bir dil gibi… 9) Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? - Eğer kendim olmasaydım, benim yerime geçen adamın yerinde olmak isterdim. Kafa bulandırmayayım. Daha realistik olmam gerekiyorsa Einstein’ın şoförü olmak isterdim. Bir gün konferansa giderken bu, olmak istediğim adam Prof. Einstein’a şöyle demiş: “Efendim sizin yerinizde olmak isterdim, siz kürsüde konuşurken herkes size hayranlıkla ve pür dikkat bakıyor ve size hayran oluyorlar.” Einstein’ın cevabı: “Hadi o zaman bugünkü konferansta benim yerime sen kürsüye çık, nasılsa benim yüzümü henüz görmediler.” Konferans salonuna girdiklerinde şoför ve Einstein yer değiştirmiştir ve kürsüye çıkan kişi Einstein değil şoförüdür. Katılımcılardan biri elini kaldırır ve cevaplanması çok zor bir fizik sorusu yöneltir. Kürsüden cevap gelir: “Bayım bu soru benim için o kadar kolay bir soru ki bunu benim şoförüm bile cevaplayabilir.” der ve asıl Einstein’ı kürsüye davet eder. Şoför kılığındaki Einstein kürsüye gelerek soruyu cevaplar ve herkesin şaşkın bakışları arasında kürsüden inip tekrar yerine oturur. Gerçekten çok zeki bir adammış. Yerinde olmayı isterdim. 10) Nerede yaşamak isterdiniz? - Alp dağlarının eteklerinde bir dağ köyü de fena olmazdı hani. Hem “şairlerin kenti’’ diye bize anlattıkları İstanbul’da şiirlerin üçkağıdına geldik biz. Aşık olduk, canımız yandı. Ağacın bol olduğu, bahçesinde hamak-
olan, kuzineli, tek katlı, bahçesinin etrafı çitlerle çevrili, çiçek ve sebze ekebildiğim, dostlarımla çay içebildiğim, şehre iki saat mesafede bir köy evinde yaşamayı isterdim. Anadolu’da olsun. Keşmekeş yoruyor. Ama kabul edilmesi gereken bir şey daha var tezatlık oluşturan: İstanbul’suz da bir yere kadar... İçimize işlemiş ortasından deniz geçen yedi tepeli. 11) En önemli kusurunuz nedir? - Kimisi kendinde kusur görmez hiç. En mükemmeli benim der, ama değildir. Ben barışığım kendimle, yakışıklı değilim mesela. Ne yapayım yani? Rabbim böyle uygun görmüş, nimetle oynanır mı hiç? (Benim derdim keyfi estetik ile.) Kusur denilen şey bedende değil ruhta aranmalıdır. Benim de tek kusurum bazen abartıya kaçan takıntı hallerim. Hayat kısa. Çok düşünmemek lazım. Büyümeye başladım galiba ben. 12) Size en fazla keyif veren kötü huyunuz? - Başkaları için bu sinir bozucu olabiliyor bazen ama bana en keyif veren kötü huyum: En ciddi anlarda bile o anki durumdan bir espri çıkarmaya çalışmak. Kendi cenazeme bile büyük gözlükle giderim sanırım. :) 13) Kahramanınız kim? - Tabii ki Hun Türk’ü olan cengaver Tarkan’ın ikide bir, “atılll kurt” diye emir yağdırdığı ama hiç de kurt köpeğine benzemeyen sevimli köpek. İyi dayanıyor Tarkan’a. Sen, hem hayvanın sigortasını yatırmayacaksın hem her yere onu göndereceksin kendinden önce. Sabırlı köpek. Ben olsam önce Tarkan’ı ısırırdım. 14) En çok kullandığınız küfür nedir? - Hay a.k. 15) Şu anki ruh haliniz nasıl? - Tam reel düşünerek cevap veriyorum. Bu satırları yazarken saat sabahın 03.55’i... Hafif uykulu, tek göz kapalı, kendinden emin ama beton zemin… Ama genelde self-esteem, cool man, ok bro... Mod bu. :) 16) Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? - “Esnaf ol, ekmeğine bak...’’ Yani alttan al, yani lafın nereye gideceğini ölç ve tart, yani sakin ol, yani keskin sirke küpüne zarar, yani hızlı koşan çabuk yorulur… İçinde ne manalar saklı aslında. “Yani”ler uzar gider. Tabii bu sloganın esprisini, en çok kullanan piyasa müzisyenleri algılayabiliyor. Hayatın her anında böyle olamıyorum elbette. Her şeye “peki ağğbiii” diyebilen biri değilim. Başaramadım onu…. 17) Mutluluk rüyanız nedir? - Bir gün bir uyanıyorum bakıyorum ki hiç çocuklar ölmüyor, açlık, yoksulluk, savaş yok…”Dur beee anne 10 dakika daha yatayım ne güzel rüya görüyordum.” 18) Sizce mutsuzluğun tanımı nedir? - Çok basit... İstedikleriniz gerçekleşmiyorsa ya da olduğunuz yerden bir adım geriye düşüyorsanız alın size mutsuzluk…
19) Nasıl ölmek isterdiniz? - Anında…Uzun süreli yatak tedavisi gerektirmeyen, kendime ve aileme, çevreme maddi-manevi yük olmadan. Öldüğümde yüzümde tebessüm olmalı… 20) Öldüğünüzde Tanrı’nın size kapıda ne söylemesini isterdiniz? - Keşke o hataları yapmasaydın. - Seyyar Edebiyat Ailesine son olarak neler söylemek istersiniz? Öncelikle yeni yayın hayatınızda Seyyar Edebiyat Dergisi olarak sizlere bol şans diliyorum ve beni de layık görüp sayınızda yer verdiğiniz için sizlere sonsuz teşekkür ediyorum. Umuyorum ki kısa zamanda çığ gibi büyüyün. Dünya paylaştıkça güzel. Sevgilerimle...
yasingel@seyyaredebiyat.com