SÜREÇ 5

Page 1

SÜREÇ Fanzin

Sayı: 5

1


Süreç Fanzin Editör Furkan ERKUL İrem CINDIR

Kapak Tasarım / Mizanpaj

Merfil Yuşa ARIĞ

Yazılar / Yazanlar

*(4-11) Tanrı mı İnsandan Çıkar, İnsan mı Tanrıdan? / Yuşa ARIĞ •

(12-16) Gerçek Sen / E. Gizem GÜNEŞ

(17-18) Sahi Ne Oldu Yaşıbaşımızda Ağlayanlara? / Berk ATANSAY

(19-20) Adem’in Düşüşünden Tanrı’nın Ölümüne / Berk ATANSAY •

*(21-26) İnançların Evrimi ve Ortak Yanları / Kadir KURT •

(27-31) Neden? / Emre YAMAN

(32-35) Robbers Cave Deneyi ve Muzaffer Şerif / İrem CINDIR *Atölye Metinleridir

Bize Ulaşın surecfanzin@gmail.com /surectopluluk

2


Önsöz

Sevgili okuyucu,

Atölye serilerinin, özel işlerimizin ve diğer belki de bambaşka uğraşların arasından, hazırlayandan tutun yazana ve hatta sadece ilham verenlere kadar topluluğumuzun her bir üyesinin hayatına yeşil katan modern dünya ormanı Süreç, 5. sayısını çıkartmış bulunmaktadır. İşlerimizin tekrar yoluna girmeye başladığı günümüz telaşında Süreç’in bizlere gerek yazarken gerek hazırlarken verdiği mutluluğu sizlere de vermesini temenni ediyoruz. Son sayımızla beraber topluluk olarak inşamız büyük hız kazandı ve yükselişe geçti. Bu yolda bizlere desteğini asla esirgemeyen öncelikle Akın Baran’a ve sonrasında Koza Felsefe Topluluğu’na teşekkürü borç biliriz. Ayrıca teşekkürü borç bildiklerimizin sayısı bununla da sınırlı değil. Sağ alt köşede imzasını da görebileceğiniz sevgili Merfil Süreç için muhteşem bir görsel hazırladı ve Süreç’in en değerli yerine kapağına onu koyduk :) Onun ellerinden akan mucizevi hünerin hepimize bulaşmasını gönülden istiyorum. Sanata, hikayesine, Mazhar Alanson’a, Merfil’e ve sanatçıya.

Sevgiyle ve sağlıkla kalın...

Yuşa ARIĞ

3


Tanrı mı İnsandan Çıkar, İnsan mı Tanrıdan? Giriş İnsan inançlarla tarihinin başladığı günden bu yana haşır neşir olmuş, kimi zaman ondan bir cevap beklemiş, kimi zaman ona cevap vermiştir. İnsanın bu önü kesilmez inanç yoldaşlığı günümüz gelişen bilimi ve teknolojisiyle iyice sorgulanmaya başlamıştır. İnancın temelinde var olan anlamlandırıcı güç, günümüz insanı tarafından küçük görülmeye başlanmış çoğu kez dünyanın anlamsızlığı ve salınıp gidilen bir yer olduğu filozoflarca tekrarlanmıştır. Aynı şekilde bu tarz fikirlerle yola çıkıldığında yapılan çeşitli araştırmalar da bu fikri destekler nitelikte gözükmektedir. O halde bütün bu olanlara rağmen işin aslı nedir? Kaleme aldığım bu araştırma metninde olabildiğince bilimsel çizgiden ilerledim, yer yer fikirlerimi de belirttim. Umuyorum sizi biraz da olsa düşündürüp tutmaya itecektir.

4


Kim neye inanıyor? Dünya üzerinde hala etkinliğini sürdüren belki de bini aşmış din vardır. Bunlardan birbiriyle ilişkili olanları da birbiriyle tamamen zıt olanlar da vardır. Örnek olarak da neredeyse herkesin çok kez adını duyduğu semavi dinler grubu birbiriyle bağlantılı olan yaşamaya devam eden üç farklı dinin oluşturduğu gruptur. Bu ve bunun gibi oluşumları daha net anlayabilmek için sanırım öncesinde bu dinlerin mensuplarının sayısına bakmak ve topluluk üzerinde sahip oldukları gücü görebilmek gereklidir. Bu nedenle aşağıya günümüz için güncel sayılabilecek tabloyu kaynağıyla beraber bırakıyorum. -

Hristiyanlık: 2,2 milyar İslam: 1,6 milyar Hinduizm: 900 milyon Ateist-Seküler-Dine inanmayan-Agnostik: 750 milyon Çin geleneksel dini: 400 milyon Şamanizm ve diğer kabile dinleri: 400 milyon Budizm: 375 milyon Sihizm: 25 milyon Musevilik: 15 milyon Diğer: 80 milyon1

5


Din mi insandan çıktı, insan mı dinden çıktı? Uzun uzun tartışmalara sıkça konu olan yumurta mı tavuk…. Şaka şaka öyle değil. Yazının bu bölümünde, dinler doğru oldukları için mi varlığını sürdürüyor, yoksa biz onları beğendik diye mi varlıklarını sürdürüyoruz ona bakacağız. Dindar olmanın ya da bir dine inanmanın insan zihni üzerindeki etkilerini gerek hormonal gerek psikolojik açıdan ölçmek isteyen araştırmacılar Mormon inancına mensup 19 genci bir araya getirdiler. Bu gençler yaş ortalamaları 27.4 olan 7 kadın ve 12 erkekten olan toplamda 19 kişiden oluşuyordu. Temelde yapacakları şey dini bir faaliyet sırasında bireylerin beyin aktivitesini incelemekti. Bu dini faaliyet için vaazı tercih ettiler ki bu çalışmanın sanıyorum daha modern tipi; dini canlı yayınlar, televizyon programlarıyla yapılabilir. Beyin aktiviteleri araştırılan 19 gencin beyni vaaz sırasında gözlemlendi ve bu gözlem gösterdi ki gençlerin beyninin nükleus akkumbens bölgesi vaaz sırasında oldukça aktifti.

6


Peki nedir bu nükleus akkumbens bölgesi? Nükleus akkumbens bölgesi, beyinde özellikle ödül sistemiyle olan bağlantılarıyla tanınıyor. Bu bölgenin çalışması ise özellikle iki nörotransmittere dayanıyor: Dopamin ve serotonin. Çok sık işittiğiniz çikolatanın da salınımına yol açtığı söylenen iki popüler nörotransmitter bunlar. O halde çikolata yemek ile dini ritüellere katılmak arasındaki bağ da kendini gösteriyor. Çünkü dini ritüeller sırasında aslında yaşanan şey, tatmin olunduğunda veya mutlu hissedildiğinde salınan bu nörotransmitterların nükleus akkumbensi güçlü şekilde çalıştırıyor olması ve bizim bu yöntemle aslında dini ritüellere dâhil olmamızı ödüllendirmemiz. İşte insanın bu kendini ödüllendirme yolu, bizlerin aklına Karl Marx’ın dinleri “toplumun afyonu” olarak tanımlamasını getiriyor. Bu kendini ödüllendirme yolu için Freud da “yanılsama” niteliğini kullanmıştı. O halde temelde bizde doğan düşünce aslında şudur: Din; insanın kendini ödüllendirebilmesine ve mutlu hissetmesine olanak tanıdığı, stresini azalttığı bir oluşum olduğu için günümüze dek varlığını sürdürmüş olabilir. Yahut din veya tanrı figürü gerçektir ve biz aslında ibadet ederek ona dönüş sağlıyoruzdur. Yaratılandan yaratana gerçekleştirdiğimiz bu dönüş bizleri mutlu ediyordur kim bilir. Gerçi o kim bilirdeki “kim” bilse bile onun tecrübesi ne kadar bizimkine benzeyecektir ki?

7


Neden ben inanıyorken diğeri inanmıyor? Son zamanlarda inanç üzerine yapılan çalışmaların sayısı gittikçe artıyor. Artmasının ve gördüğü ilginin bir sonucu olarak sanıyorum bu çalışmaların sonuç ve bulgularının sansasyon yaratacak şekilde sunulduklarını da gözlemlemek mümkün. Yani ortada olan gerçek çok sık çarpıtılmaya açık yahut zaten çarptırılmış şekilde sunuluyor. Ve yine aynı nedenden dolayı öylesine sonuçlar çıkıyor ki çok sık insanı sarsıyor. Bu sonuçlardan bir tanesini, benim de çalışmalarından yararlandığım ve bu yazımın kaynakça bölümünde belirttiğim çalışmada da yer alan ve alanda daha farklı çalışmaları da olan Richard Boyatzis’ten aktaracağım: “Bilişsel psikolojideki bir araştırma, bir akıma, dinî ya da manevi bir inanca sahip kişilerin diğerleri kadar zeki olmadığını iddia ediyor ve bunu aynı zamanda gösteriyordu. Çalışmalarımız bu istatistiksel ilişkiyi doğruladı ancak aynı zamanda inançlı insanların daha toplum sever ve empati sahibi olduklarını da gösterdi.” Aynı şekilde bu yazıda da sıkça atıfta bulunduğum çalışmanın başını çeken Tony Jack de konuyla alakalı son derece ilgi çekici açıklamalar yapanlar arasında. Örneğin Jack’e göre dini inançların ve derinleşmesinin bir başka sonucu var. Direkt aktarıyorum: “Bununla birlikte beyin hakkında ne anladığımıza bakınca inancın doğaüstü inanışa sıçraması, daha büyük sosyal ve duygusal iç görüye ulaşmamıza yardımcı olmak için eleştirel / analitik düşünce biçimini bir kenara iter.” Şimdi gelelim çalışmaların içeriğine ve yapılan bilimsel çıkarımların kaynağına.

Jack’in yönettiği daha önceki bir araştırmada Beyin, Zihin ve Bilinç Laboratuvarı, beynin eleştirel düşünebilmemizi sağlayan analitik bir nükleon ağı ve bir de empati kurmamızı sağlayan sosyal ağa sahip olduğunu göstermişti. Bu görüntüleme sırasında da fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme yöntemi kullanılmıştı. Ve bu çalışma gösterdi ki: Bir matematik problemiyle veya ahlaki ikilemle karşılaşıldığında sağlıklı beynin yaptığı temelde uygun ağı harekete geçirmek için diğer ağı baskılamaktır. 8


Jack’e göre:

Anthony Ian Jack

“Ağlar arasındaki gerginlik nedeniyle natüralist bir dünya görüşünü bir kenara itmek, sosyal/duygusal tarafı derinlemesine incelemenizi sağlıyor. Bu ise doğaüstü inançların neden kültür tarihi boyunca süregeldiğini anlamamızın bir anahtarı olabilir. Dünyayı ve bu dünyadaki yerimizi anlama konusunda esasen materyalist olmayan bir yöntemden yararlanılıyor.”

Ağların birbirini tabiri caizse kenara iteklemesi dini tartışmaların niçin hiçbir sonuca bağlanmadığını yeterince açıklıyor gibi gözüküyor. Zira olaya analitik bakan biriyle sosyal açıdan bakan bireylerin gördükleri elbette farklı olacaktır. Ancak unutmamalıdır ki en büyük başarılara ulaşan insanların çoğu bu iki ağı da ortak düzlemde eşit veya yakın oranlarda kullanabilenlerdir. Zira Baruch Aba Shalev 1901 – 2000 yılları arasında Nobel ödülü alan 654 kişinin neredeyse yüzde 90’ının 28 büyük dinden birine inandığını keşfederek az önceki savı doğruluyor. Ayrıca burada da bahsi geçen araştırmayı yürüten Tony Jack’in din bilim çatışmasından kaçabilmek adına güzel bir tavsiyesini aktarmakta fayda görüyorum: “Din bize dünyanın fiziki yapısını söyleyecek değildir; bu, bilimin işidir. Bilim, etik muhakemelerimiz hakkında bizi bilgilendirir ama neyin etik olduğuna ya da hayatımıza nasıl anlam verebileceğimiz ve nasıl amaçlar edineceğimiz konusunda belirleyici olamaz.” Birçok dincinin yahut bilimcinin dediğinin aksine net şekilde görülüyor ki dinciler de bilimci olabilir ve yine bilimciler de dinci olabilir. Din ve bilim birbirini tamamlar.

9


Ama ya yanılıyorsak

Orta Afrika’da yaşayan kabilelerden Boshongo kabilesinin inancından daha doğrusu anlamlandırmasından bahsetmek istiyorum sizlere. Onların inancına göre başlangıçta yalnızca karanlık, su ve tanrı Bumba vardı. Bumba bir gün karnında büyük bir acıyla kustu ve güneşi yaratmış oldu. Zamanla bu güneş ısısını yaydı ve suyun bir kısmını kurutup karaları ortaya çıkarttı. Ancak Bumba kusmaya devam etti ve ayı yıldızları da “kusarak” yaratmış oldu. İşte bu inanılan binlerce dinden yalnızca birinin anlamlandırma çabası. Ne kadar gülünç biz “modern” insanlar için değil mi?

Yazıma bu gülünçlüğün içindeki büyük anlama dikkat çeken Mark Twain’in sözleriyle son vermek istiyorum: “Bir insanın sahip olduğu inancın aptalca olduğunu bilmemin verdiği güven, benim de kendi inancım hakkında şüphe etmemi öğretiyor.”

10


KAYNAKÇA 1

https://www.haberturk.com/polemik/haber/727857-insan-inanmaya-programli-mi

Michael A. Ferguson, Jared A. Nielsen, Jace B. King, Li Dai, Danielle M. Giangrasso, Rachel Holman, « Reward, salience, and attentional networks are activated by religious experience in devout Mormons », in Social Neuroscience, nov. 2016 Anthony Ian Jack, Jared Parker Friedman, Richard Eleftherios Boyatzis, Scott Nolan Taylor. Why Do You Believe in God? Relationships between Religious Belief, Analytic Thinking, Mentalizing and Moral Concern. PLOS ONE, 2016; 11 Baruch Aba Shalev “100 Years of Nobel Prizes” adlı kitabı.

11

Yuşa ARIĞ


Gerçek Sen “Gerçek Sen” aslında mit mi? Hepimiz diğer insanların bizi bilmesini ve gerçekte olduğumuz kişi için takdir etmesini isteriz. Bu tür ilişkilere ulaşmak için çaba gösterirken, tipik olarak bir ‘gerçek ben’ olduğunu varsayıyoruz. Ama aslında kim olduğumuzu nasıl biliyoruz? Basit görünebilir, biz anılarımızla kolayca erişebileceğimiz yaşam deneyimlerimizin bir ürünüyüz.

Gerçekten de azımsanmayacak kadar araştırma anıların bir kişinin kimliğini şekillendirdiğini göstermiştir. Derin bir hafıza kaybı yaşayan insanlar kimliklerini de kaybeder, tıpkı ünlü nörolog ve yazar Oliver Sacks’ın ‘kayıp denizci’ vaka çalışmasındaki (geç ergenlik döneminden sonra yaşadığı hiçbir şey hatırlamayan ve anlamını arayan 49 yaşındaki Jimmy G.) gibi.

12


Ancak ne kadar sağlam bir hafızamız olsa bilse kimliğin, kim olduğumuzun gerçek bir temsili olmadığı ortaya çıkıyor. Araştırmalar tecrübelerimizi anlatırken mevcut tüm anılara gerçekten erişmediğimizi ve kullanmadığımızı gösteriyor. Herhangi bir anda, neyin hatırlanacağını seçme eğiliminde olmadığımız giderek daha açık hale geliyor. Kişisel tecrübeler (kişisel anlatılar) oluşturduğumuzda belirli zihinsel kavramları anılar olarak etiketleyen, psikolojik bir tarama mekanizmasına güveniyoruz. Oldukça canlı, ayrıntılı ve duygu bakımından zengin olan kavramların - yeniden deneyimleyebileceğimiz kısımların - anı olarak işaretlenmesi daha olasıdır. Bunlar daha sonra benzer bir izleme sistemi tarafından gerçekleştirilen ve olayların genel kişisel geçmişe uyup uymadığını söyleyen bir “güvenilirlik testi” nden geçer. Örneğin, yardımsız uçmayı canlı detaylarla hatırlasak bile, bunun gerçek olamayacağını hemen anlıyoruz. Ancak kişisel bir anı olarak seçilen şeyin, kendimiz hakkındaki mevcut düşünceye uyması gerekir. Her zaman çok nazik bir insan olduğunuzu varsayalım, ancak çok üzücü bir deneyimden sonra şimdiki siz tanımına uygun güçlü bir agresif özellik geliştirdiniz. Sadece davranışlarınız değil kişisel anlatılarınız da değişti. Şimdi kendinizi tanımlamanız istenirse, daha önceki anlatılarınızdan atlanan geçmiş olayları (örneğin, agresif bir şekilde hareket ettiğiniz durumlar) dahil edebilirsiniz.

13


SAHTE ANILAR

Ve bu hikayenin sadece yarısı. Diğer yarısı ise, her seferinde kişisel anlatıların bir parçası olmak için seçilen ve toplanan anıların gerçekliğiyle ilgilidir. Anılarımıza tamamen güvendiğimizde bile, oldukça sahte veya tamamen sahte olabilirler: çoğu zaman hiç gerçekleşmeyen olayların anılarını oluştururuz.

Hatırlamak, zihninizde geçmişten bir video oynatmak gibi değildir - bilgiye, benlik imajına, ihtiyaçlara ve hedeflere bağlı olan oldukça yeniden yapılandırıcı bir süreçtir. Gerçekten de, beyin görüntüleme çalışmaları, kişisel belleğin beyinde sadece bir yeri olmadığını, birçok ayrı alanı içeren bir “otobiyografik bellek beyin ağına” dayandığını göstermiştir. Bu noktada çok önemli bir yeri olan frontal lob, alınan tüm bilgileri anlamlı olması gereken bir olaya entegre etmekle görevlidir (hem imkansız, tutarsız unsurlardan arındırma anlamında, hem de fikri benliğe uydurma anlamında). Uyumlu veya anlamlı değilse bellekten atılır, değiştirilir, yeni bilgiler eklenir veya silinir. Bu nedenle anılar çok kolay değiştirilebilir, yapılmış olan birçok çalışmanın gösterdiği gibi kolayca bozulabilir ve değiştirilebilir. Örneğin, önerilerin ve hayal gücünün çok ayrıntılı ve duygusal, yine de tamamen yanlış olan anılar yaratabildiğini bulduk. Ünlü bir gelişim psikoloğu olan Jean Piaget, dadı ile kaçırıldığı bir olayı tüm hayatını canlı bir şekilde hatırladı, dadısı bu olayı ona sık sık anlattı. Yıllar sonra dadısı bu hikayeyi uydurduğunu itiraf etti. Bu noktada, Piaget anılara inanmayı bıraktı, ancak yine de bu anısı eskisi kadar canlı kaldı.

14


BELLEK MANİPÜLASYONU Bu sahte ve artık inanılmayan anıların sıklığını ve doğasını değerlendirmek için çalışmalar yapıldı. Birkaç ülkede geniş bir ağda incelenerek sahte anıların oldukça yaygın olduğu keşfedildi. Dahası, Piaget gibi, hepsi gerçek anılar gibi hissettiriyor.

Yaygın bir sahte anı kaynağı, eski fotoğraflardır. Yeni bir çalışmada, bir eylemi gerçekleştirmek üzere olan birinin resmini gördüğümüzde özellikle yanlış anılar yaratmamızın muhtemel olduğu açığa çıktı. Örneğin fotoğrafta futbol topuna vuran birini görürsek onun futbol kariyeri olduğunu, futbolla uğraştığını düşünürüz. Çünkü bu sahneler zihnimizi zaman içinde gerçekleştirilen fiili hayal etmek için tetikler. Ama bunlar tamamen kötü şeyler mi? Birkaç yıldır araştırmacılar bu sürecin olumsuzluklarına odaklandı. Örneğin, terapinin tarihsel cinsel istismarın yanlış anılarını yaratabileceği ve yanlış suçlamalara yol açabileceği korkusu vardır. Ayrıca, zihinsel sağlık sorunlarından muzdarip insanların - örneğin depresyonun - çok olumsuz olayları hatırlamak için nasıl önyargılı olabileceği konusunda ateşli tartışmalar da olmuştur. Bazı kişisel gelişim kitapları daha doğru bir öz duygusu edinme konusunda önerilerde bulunur. Önyargılarımız üzerinde düşünebilir ve başkalarından geri bildirim alabiliriz. Ancak diğer insanların da bizim hakkımızda sahte anıları olabileceğini hatırlamamız önemli bir nokta. En önemlisi, işlenebilir belleğimizin yükselişleri var. Anıları seçmek aslında, geçmişimizi yeniden yazmamıza neden olan ve şimdi hissettiğimiz ve inandığımıza benzeyen, kendini geliştiren önyargılar tarafından yönlendirilen bir normdur. Olumlu, güncel bir benlik duygusunu sürdürme ihtiyacından kaynaklanan sahte anılar ve anlatılar gereklidir.

15


Kişisel düşüncem Sahte anılar yaratmak belki de daha iyi bir yaşam sürebilmek için bizim farkında olmadan evrildiğimiz bir yoldur. Belki yıllar sonra bazı hastalıkların (obezite, madde bağımlılığı) tedavisinde sahte anılar yerleştirmek gündemde olabilir. Etik olup olmamasının tartışılacağından şüphem yok. Benim kişisel anlatım şu; her zaman kitapları seven, yeni insanlarla tanışmayı seven çoğunlukla mutlu hisseden bir insanım. Tabii ki bir ay boyunca kitap okumadığım, insanlardan uzaklaşmaya çalıştığım dönemler de olabilir. Ama asıl önemli olan kendi benliğimize olabilecek olanları kavrayıp ne istediğimizi bilmek :)

Ayrıca bu ilgi çekici konuyla ilgili daha fazla bilgi öğrenmek, sahte anıların gücünü anlamak için izleyebileceğiniz bir TED Konuşması: How reliable is your memory? | Elizabeth Loftus https://www.youtube.com/watch?v=PB2OegI6wvI

Kaynak: theconversation.com

16

E. Gizem GÜNEŞ


Sahi Ne Oldu Yanı Başımızda Ağlayanlara? Son bir aydır haberlerde benzer kelimelerle karşılaşıyorum: Korona, Pandemi, Covid – 19… Birkaç aydır Türkiye’de pandemiyle birlikte pandemik korku da yayılmakta. Öyle ki sanırım bu korku bize, bizden başka hiçbir şeyi göstermemeye başladı. “3 yaşındaki Alan Kurdi, ailesiyle birlikte 2015’te Bodrum’dan botla Kos Adası’na geçmeye çalışırken annesi ve kardeşi ile boğularak hayatını kaybetmişti. Nilüfer Demir’in, Alan bebeğin kıyıya vurmuş bedenini çektiği fotoğraf Dünya basınında ses getirmiş; Alan bebeğin babası Abdullah Kurdi ise bottan sağ kurtulmuştu. “

Mart ayında tüm haberler, medya siteleri, gazeteler benzer manşetlerle çalkalanmıştı: Suriyeliler Yunanistan sınırına akın ediyor, sahil güvenlik kaçak botu kurtardı vs. vs. Yanı başımızda biten çığlıkları en azından duyabiliyorduk. Sözde insanlığımızı, vicdanımızı yargılamak istemiyorum amacım bu değil aslında ama sormadan da edemeyeceğim. Bu çığlıklara ne kadar yardım ettik? Hadi onu da geçtim, ülkemizdeki mültecilere nasıl davrandık ve davranıyoruz, nerde misafirperverlik? Mülteciler ile ilgili en son denk geldiğim haber, Yunanistan sınırını gösteriyordu. Peki bu gün sınır ne durumda, Türkiye’deki mülteciler ne durumda? Çağımızın yaygın hastalıklarından birisi bu “Simülasyon Evreni”. Televizyonda gördüğümüz mültecilere timsah gözyaşı dökerken; televizyonu kapatıp sokağa çıktığımızda farklı bir kimliğe bürünüyoruz. Televizyonda üzüldüğümüz “mülteci” ile sokakta öfke kusulan “vatan haini” arasındaki fark ne acaba?

17


sokakta öfke kusulan “vatan haini” arasındaki fark ne acaba? Biraz araştırdığımda öğrendim ki mülteciler de korona yüzünden hayatlarını sessiz çığlıklarla yitiriyorlar. Hatta Gazete Duvar’da Ayça Örer’in kurduğu cümle beni derinden etkiledi. “…sağlık hizmetlerine de, yardımlara da ulaşamayan Suriyeliler, ‘Hastalanmak bizim hakkımız değil’ diyor.” Dünyanın dört yanından her lider, “yurttaşlarımıza yardım yaptık, virüsü kontrol altına alıyoruz” gibisinden şeyler söylüyor. Ya mültecilere kim yardım yapıyor? Galiba eğer bir sığınmacıysanız pek de bir yardım hakkınız bulunmuyor. Günümüz İnsan Hakları hala ütopik bir metafordan öteye gidemiyor. Kendi canımızın korkusu yanı başımızdaki çığlıkları duymamızı engelliyor. Nerde yıllardır döktüğümüz eylemden uzak timsah gözyaşlarımız?

1

https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/13/suriyeliler-korona-olabilir-mi/

18

Berk ATANSAY


Adem’in Düşüşünden, Tanrının Ölümüne “İlk günah”, insanı, yozlaştırmak şöyle dursun, özgürleştirmişti, tarihin başlangıcıydı. İnsan, kendi gücüne güvenmeyi öğrenmek ve tam anlamıyla bir insan olmak için Cennet Bahçesi’ni terk etmeliydi.” -Erich Fromm1

Tanrı’dan, İnsan’a ; İnsan’dan, İnsan-Tanrı’ya 1 Adem ile Havva cennette mutlu mesut yaşarlarken şeytan akıllarını çelmiş ve onları yasak elmayı yemeye ikna etmişti. Adem ile Havva, lmayı yedikten sonra çıplak olduklarını fark ettiler ve üstlerini yapraklarla kapatmaya çalıştılar. Artık Adem ile Havva Tanrı’ya karşı gelmişler, saflıklarını yitirmişlerdi. Adem ile Havva’nın kendisine karşı geldiklerini öğrenen Tanrı ikisini de cennetten atmıştı.

Şeytan ise -Eski Ahit’e göre- Havva’yı şu sözlerle kandırmıştı: Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.(Eski Ahit, Yaratılış, 3:5)

Artık yeryüzüne inen Adem ile Havva, Tanrı’dan kopmuşlardı. Bu yeryüzüne iniş ile birlikte iyiyi de kötüyü de kendileri belirleyecekler, kendi kendilerinin Tanrı’sı olacaklardı. İlk günah İnsan’ı, İnsan yapan şeydi.

19


2

Reform döneminin Avrupa’ya en büyük getirisi İnsan olmuştu. Katolikliğin, Tanrı-Kral modelinin, mutlak monarkların yıkıldığı yerle bir olduğu bu dönemde İnsan, yeryüzünde kendisiyle baş başa kalmıştı. İyiyi veya kötüyü belirleyebilecek ne bir tanrı kalmıştı, ne de bir hükümdar. Bir yandan Katolikliğin başta Kalvincilik, Luthercilik, Prütenlik, Anglikancılık gibi saldırılara maruz kalması; bir yandan Britanya’da 1.Charles’ın kafasının kesilerek, Fransa’da 16. Louis’in halk önünde giyotine vurularak idam edilmesi tüm kutsalların yitirilmesini sağlamıştı. Tüm bu olaylar sonucu Tanrı da Tanrının yeryüzündeki gölgesi de yitivermişti. İnsanlık, hükümdarlarını, kiliselerini katlederek yasak elmayı yemişti. Bu noktadan sonra İnsan yeryüzünde kendi kutsallarını inşa etmeye mecburdu. Artık insan, iyiyi ve kötüyü kendisi belirleyecek, İnsan, Tanrı gibi olacaktı. Reform’un ve Aydınlanma’nın en büyük getirisiydi İnsan. Avrupa’da hümanizmanın (insanmerkezcilik) yayılışıyla, İnsan-Tanrı da yayılacaktı. İnsancıllık tini, Avrupa da yeni bir gölge haline gelecekti.

3

Sunum sırasında Avrupa’nın bu süreçte geçirdiği düşünsel çalkantılar, İnsan’ın merkeze oturtulması, felsefi antropolojinin oluşmasının arka planı gibi konulara değinilmeye çalışılacaktır.

1

Fromm, E. (2016). İtaatsizlik Üzerine (3. b.). (N. Soysal, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.

20

Berk ATANSAY


İnançların Evrimi ve Ortak Yanları Din Nedir? İnsanlar açısından ve onların inançlarına göre ele alındığında din, ‘Tanrı'nın peygamberleri vasıtasıyla insanlara duyurduğu inanç’ biçiminde ifade etmek de mümkündür. Fakat bir inanç sistemi olarak din, dünya görüşüne benzer özellikler içeren toplumsal bilinçtir. Yani inançlar toplum olmadan olamaz. İnançlar, insanla beraber doğmuştur. Çünkü insanlık tarihinin hiçbir döneminde din duygusundan mahrum bir millete rastlanamamaktadır. Evet tek tek insanlar herhangi bir şeye inanabilir fakat inanılan şeyin din olabilmesi için onun toplumsal bir karakter taşıması gerekir. Bu minvalde inançlar soyut gibi algılansa da somutu düzenler. Bunun inançlara göre sebebi insanın kendi başına bırakılabilecek bir varlık olmadığı ve Tanrı'nın bundan dolayıdır ki yine bir insan olan peygamberler aracılığı ile din dediğimiz kurumu insanlığa gönderdiği hususundadır. Ord. Prof. Ali Fuad Başgil şöyle der: Din, cemiyet hayatını düzenleyici ve disipline edici olarak da, insanlık için lüzumlu bir müessesedir. En âliminden câhiline kadar insan, nerden gelip nereye gittiğini kendi kendine soracak; insanüstü âlemlerden yüksek bir ideâl mesnedi ve bir hareket ve faaliyet prensibi arayacaktır. Fakat bu aradıklarına ve sorduklarına dinin dışında -ne ilimde, ne de felsefede- tatmin edici ve iç ferahlatıcı bir cevap bulamayacaktır. İşte bu noktada İlim ile din, birbirini nefyetmez (inkâr etmez), bil'akis tamamlar. Çünkü bunlardan biri aklın, diğeri gönlün (kalbin) ışığıdır. Ve insan ne yalnız akıldan, ne de gönülden ibarettir. Fakat hem akıl, hem de gönül sahibi bir varlıktır. Dinsiz ilim belki aklı tatmin eder, fakat muhakkak ki gönlü karartır. Nitekim ilimsiz din de ruhu ve gönlü ışıtır, fakat aklı karanlıkta bırakır. İnsanlığın hayrı ve faydası, ne bugün olduğu gibi yalnız ilme bağlanmaktır, ne de orta zamanlarda olduğu gibi yalnız dine sarılmaktır. Fakat her ikisine birden sahip olmaktır."

21


İnançların Çıkışı Ve Evrimleşmesi Sunumun başında belirttiğim gibi inançlar, insanla beraber doğmuştur. İnançların nasıl çıktığını idrak etmek için ise insanlık tarihini ve dini bulguları inceleyerek somut deliller ile ulaşabiliriz. Bu bulgular ancak tarihin alt bilim dalları ile bulunabilir. Fakat asıl yapılması gerekli olan edindiğimiz bu bilgiler ile inançların normlarını, vadettiklerini veya ritüellerini inceleyerek insan benliğinin varoluşsal amacına ulaşmak somut deliller üzerinden metafiziksel olan Tanrı inancını yorumlayabilmektir. Dinlerin ortaya çıkış tarihine ilişkin ise kesin hükümlerde bulunmak pek tabi mümkün değildir. Ancak elimizdeki arkeolojik bulgular ve antropologların doğal ortamda yaşayan topluluklar üzerinde yaptıkları araştırmalar, inanç sistemlerinin (dinlerin) bundan 40-50 bin yıl önce ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Bu gelişmeyi özellikle toplulukların ölü gömme törenlerinden anlayabiliyoruz. Öbür dünya tasavvuruyla birlikte ölü gömme törenlerinin de düzenli ve renkli hale geldiğini; ölülerin mezarlarına “öbür dünyada” onlara eşlik etmesi istenen eşyaların (silah vb.) ve çeşitli yiyeceklerin bırakıldığını görüyoruz. Sonraki süreçte bu eşyaların yanı sıra binek hayvanlarının ve kölelerin (uşakların) de boğazlanarak konduklarını ve zaman içinde maddi imkanların artmasıyla birlikte mezarların devasa anıtlara dönüştürüldüğüne şahit olacağız. Bütün bu bulgular, sistemli inançların ve dinsel ritüellerin ortaya çıktığını göstermektedir. Ayrıca din ve tanrı inancı bakımından çok bereketli olan Mezopotamya ve Arabistan Yarımadası toprakları, tarihin bilinen ilk zamanlardan beri binlerce Tanrı inancına ev sahipliği yapmıştır. Ay Tanrısı El-ilah da bunlardan biridir. Biraz reforme edilmiş hali ile "Allah" şekline gelmiş fakat kalıntıları bugün bile kendini göstermektedir. Her caminin üstündeki Hilal şeklindeki ay işareti , El- İlahtan kalma bir kalıntıdır.

22


Başlangıçta ise Tanrı "insan ırkının bütün atalarına" kendini aynı tarzda bildirdi. Ancak insan, dil hataları nedeniyle bu Tanrıya değişik isimler verdi. Zamanla bu isimlerin her birinin farklı tanrılara işaret ettiği yanılgısına varıldı. Böylece çoktanrıcılık doğdu. Dinin kökeninin ise tektanrıcı vahiy olduğunu savunanlar belli bir dinî inanca sahip olanlardır ve bunlara semavi dinler (hak dinler) denmektedir. Örneğin Tevrat’a göre Yahudiliğin tamamıyla İsrailoğullarına mahsus bir din olduğu geçmektedir. Geleneksel Hristiyan anlayış'a göre, tanrısal vahiy dini olarak sadece Yahudiliği ve Hristiyanlığı görmektedir. Bu anlayışa göre Hristiyanlık Yahudiliğin bir devamıdır fakat Hristiyanlığın çıkışıyla Yahudiliğin hükmü kaldırılmıştır. İslam inancına göre ise Hz. İsa kendisinden önceki peygamberler gibi o da belli bir kavme gönderilmiş ve kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir. Bu peygamber semavi dinlerin son peygamberi olarak kabul gören Hz. Muhammed’dir. İslam inancı son din ve son peygamber mottosuyla evrenselliğini ilan etmiştir. Bu konuda en dikkati çeken husus, İslam’ın bütün zaman ve mekánların ihtiyaçlarına çözümler üretebilecek metodolojik ve cihan-şümul (evrensel) zenginliğe sahip olmasıdır. Hinduizm'e baktığımızda ise din anlayışı karmaşıktır özellikle de sınıfsal ayrılıklarla kast sistemi gibi sosyal bir merdivenin olması veyahut reenkarnasyon inancı gibi ruh göçü anlayışının olması en bariz farklılıklardır. Budizmin din anlayışı tamamen farklıdır. Budizm, tanrısız bir din olarak bilinir. Bu inanç sistemlerinde ortaklıkların görülmesinden çok derin farklılıklar mevcuttur. Bu ise inanç sistemlerinin değiştiğinin kanıtı olabilir. Fakat işin en çarpıcı noktası dinin bugün pek ilgi çekmeyen birşey gibi görünmesinin nedenlerinden birisi, birçoğumuzun, artık etrafımızın bilinmeyenle çevrili olduğunu unutmuş olmasıdır. Bilimsel kültürümüz bizleri, dikkatlerimizi önümüzde duran fiziksel ve maddi dünyaya odaklaştıracak şekilde eğitmektedir. Dünyaya bu tarz bakışın büyük başarılara imza attığı inkar edilemez. Bununla beraber, bunun sonuçlarından birisi de, daha geleneksel toplumların her düzeyindeki insanların yaşamlarını kaplayan, bir zamanlar bu dünya yaşantımızın temel unsurlarından biri olan 'tinsel' ve 'kutsal' olana yönelik algı ve düşüncemizi silip atmış olmamızdır.

23


İnançların Ortak Misyonları İnançlar teoride tüm canlılara hitap etmektedir fakat teori kısmını anlayıp pratiğe dökecek olan insanın ta kendisidir. Bundan sebeptir ki diğer varlıklara göre daha bilinçli olan insan dinleri es geçemez. Genel manada semavi dinlerin ahiret inancını barındırması sebebiyle, hayata geçirdiği iyi ya da kötü her şeyden hesaba çekileceği inancıyla insanlar dinlere duygusal bir bağ duyabilir belki de korkuları sebebiyle çıkarına göre hareket etmiş gibi görünebilir işte burada devreye giren insanın bencilliğidir. Bencil bir varlık olan insanoğlu'nun bir kısmı, inancının kendi çıkarlarına ters düşen yönlerini içten içe kabullenemese de sadece aile ya da toplum baskısından zoraki bir din algısını kabul edebilir. Fakat asıl yapılması gereken çıkarsız ve amacına uygun olarak Tanrı varlığını ve normlarını anlamaya çalışmak ve günümüz hayatında yansımalarını gözlemlemek olacaktır. Ancak böyle, bir inanca sahip olunabilir. Çoğunlukla göz önünde ve birçok mensubu bulunan dinlerin başında gelen Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlık inançlarının arasındaki ortak noktalar şunlardır: Tanrının yaratıcı ve yok edici gücü; Tanrı korkusu; Tanrı yargılaması; kurbanlar, törenler, ilahiler, dualar ve tütsülerle Tanrıyı memnun etmek; iyi ahlaklı, dürüst ve haktanır olmak; büyüklere ve küçüklere saygı göstermek; sosyal adalet; temizlik. Ayrıca Ruh, Melek ve Şeytan inancı vardır. Ölüm ötesi inanca yer verir ve ortak amaçları özdeksel (maddi) ve tinsel (manevi) huzuru sağlamaktır. Mesela sünnet olmak, İbrahim Peygamber’den gelen bir gelenektir. Bu uygulamanın Musevilerle Müslümanlarda da olması pek tabiidir. Çünkü, İbrahim Peygamber, hem Musevilerin, hem de Hıristiyanların ve Müslümanların saygı duyduğu ve milletine mensubiyetle iftihar ettiği bir peygamberdir. Bu bağlamda İlahi dinlerde ortak noktalar çoktur. Her semavi dinin içerisindeki mezhepler en bariz ortaklık örneğidir. Hristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık inançları içerisinde aşırı olanlar olduğu gibi dinine hizmet eden mezhep ve tarikat mensupları da mensuptur. Fakat bu yapılar din mensuplarının dini daha iyi algılamasını isteyen insanlar haricinde aşırıcı ve çıkarcı yollara başvurup dini kurumları tahrip edenler yüzünden zarar görmektedir.

24


Bu durum günümüze kadar süregelmiş kesinkes bir gerçekliktir. Ayrıca bütün bu ortaklıkları sosyal din anlayışı üzerinden yorumlamak isterim. Yorum olarak; zannımca insanların seçtiği ya da seçeceği dinler çoğunluk nedenle sosyal adalet'i sağlayan dinler olacaktır. Dinlerin ekonomik kaygılarla da kurulduğunu ve insanlara bir şeyler vadettiğini es geçemeyiz. Fakat insan bencilliğinden dolayı tam bir adalet sağlanması mümkün olmasa da insan yaşamı ve hukukunun düzenlenmesi inançların görevidir ve bir sınır olacaktır. İslam inancında mesela, maddi ve manevi olarak belirli bir kıstasta maddi kısmı zekat, fitre ve sadaka gibi durumu çok iyi ya da birazcık dahi iyi olan insanların kendinden daha zor durumda olan tüm canlılara yardım etmesini emrederek manevi kısmında ise oruç tutarak müşkül durumda olan insanların maddi manevi hallerini gözlemleyip deneyimleyerek nefislerini terbiye etmelerini, komşu hakkını, insanlara iyi olmayı vs. gibi emirlerle sosyal düzeni dengelemeye çalışmaktadır. Çünkü din anlayışına göre insan arasında tam bir eşitlik olmayacaktır. Bu durum insan bencilliğinden ve her eşitliğin de tam bir adalet göstergesi olamayacığı inancından kaynaklanmaktadır. İşte bundan sebeptir ki Tanrı asıl insan eşitliğini ahirette sağlayacaktır. Bu verdiğim örnekler birçok dinde vardır aslında, böyle dinlere sosyal dinler diyebiliriz fakat hayata geçirilmesi noktasında insanlara görev düşmekte ve insanların inanç eğiliminde etkili olmaktadır. İnanmayan insan topluluklarının bazıları ki inanmamakta bir inançtır diyebiliriz sosyal din anlayışını redderek sosyalizm,komünizm ya da kapitalizm vs. gibi akımlar kurarak ya insanları bir çark içerisinde öğütmeye çalışmıştır ya da bu gibi akımlarla başka bir inanç metaforu oluşturarak yeni bir anlam vermek amacıyla büyük halk kitleleriyle bir inanç sistemini oluşturmuşlardır. Fakat insanlar inanç farketmeksizin bunları kendi çıkarlarına göre kullanarak maddi-manevi sömürü düzeni kurmaya çalışmıştır. Bu her inanç sistemi için geçerlidir.

25


Mesela Ortaçağ'da papalık kurumu klişe olarak bilinene göre cennetten arsa satmaya çalışmıştır ya da köleliğe hayır demezken halkın parasını sömürmüştür. İşte sunumun en can alıcı noktasının burası olduğunu düşünüyorum şahsen. İnanç sistemlerini kendi öz miraslarına bir helal getirmeden bu gibi din tüccarlarını ilmin ve fennin ışığıyla insanlığın yenebileceğini fakat her devirde bu tarz istismarların olacağını da unutmadan teolojik araştırmalar yapılmalı ve din kurumuna düşman olunmamalıdır. Çünkü o kurumları bize düşman gösteren bu gibi zehirlenmiş kişiliklerin ta kendisidir.

Montaigne'in dediği gibi:

“ İnsanların en çok inandıkları şeyler, en az anladıklarıdır.”

Kaynakça Karen Armstrong - Tanrı’nın Tarihi Morgan Freeman—İnancın Hikayesi “Yaratılış” Mircae Eliade—Dinler Tarihi, İnançlar ve İbadetlerin Morfolojisi

26

Kadir KURT


Neden?

hazırlar.İki kutup da kendi taraflarındaki devletlerden aldıkları yardımlar ile desteklenerek

27


zarar görmesindiye Vietnam’amüdahalede bulunur.Amerika’nındomino etkisikorkusu ve

fı girer.Her şeyden habersiz Vietnam halkı, büyük bir çatışmanın arasında neyeuğradıklarına

uzuvlarını, hayatlarını kaybeden Amerikalı askerler için de çok acı bir savaş olur. Savaş yazılar durumu aslında özetler gibidir: gönülsüzleriz.”

28


Fillerin tepişip çimenlerin ezildiği bu savaştan sonra bütün dünyada toplu katliama sebep olanlara karşı isyanlar ve direnişler başlar. Toplum evrimi açısından belki de en önemli savaş olan Vietnam,

da sorunun cevabı o genç askerlerde de yoktur aslında. Bu anıyı fotoğraflayan Horst Faas, 1965 yılında “Why” isimli çalışmasıyla Pulitzer Fotoğrafçılık Ödülü’ne layık görülür.

29


Bir diğer ölümsüz kare ise, Amerika’nın acımasızca yağdırdığı bombanın etkisiyle şoka girdiği için çırılçıplak yollarda koşan insanları fotoğraflayan Nick Ut’a ait. Atılan bombanın etkisiyle şoka girdiği için çığlık çığlığa koşan çıplak kızın adının Kim Phuc olduğunu bilmeden o anı ölümsüzleştiren Nick, kendisine Pulitzer ödülünü getiren o kareyi kaydeder. Yıllar sonra Hollandalı bir gazeteci, savaşın simgesi olarak tarihe geçen o fotoğraftaki çıplak kızı bulmaya karar verir. Yaşadığı ağır travmalarla hayata yeniden tutunmaya çalışan kızın adının Kim Phuc olduğu ortaya çıkar. Vietnam savaşını anmak üzere düzenlenen bir törende konuşmacı olarak davet edilen Kim Phuc: “Ne talihliymişim ki yüzümde en küçük bir leke bile yok!” hatta sonsuza dek barışa hizmet etmek için elimizden geleni yapabiliriz!” Sözleriyle tüm dünyaya adeta bir insanlık dersi verir. Kürsüden ayrılırken eline sıkıştırılan bir kağıt ile gönderen kişi, Kim Phuc’a işaret edilir. Kim Phuc'ın eline sıkıştırılan kâğıtta “Kim, o adam benim!” yazar. Daha sonra orada öylece durmuş, eli ayağı titreyerek Kim Phuc'a bakan o kişinin 1972’de Kim ve diğer insanların çığlıklar içinde kaçışmasına sebep olan bombanın atıldığı uçağın pilotu olduğu ortaya çıkar. Derin sessizlikten sonra herkesi şaşkına çeviren bir tarihi an daha yaşanır.

30


Kim, o adamı gördükten sonra kollarını açarak pilota doğru koşar ve en içten duygularla kendisine sarılır. Bir kez daha insanlığın ve barışın her zaman galip geldiği kanıtlanmış olur. Her ne kadar kâğıt üstünde hesaplamalarla bir tarafın zaferle ayrıldığı söylense de şu bir gerçek ki hiçbir savaşın kazananı, hiçbir barışın da kaybedeni olmaz.

Kaynakça https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/vietnam-savasi-165 http://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/136446-sendroma-adini-veren-savas http://www.leblebitozu.com/hikayeleriyle-icinizi-sizlatacak-15-pulitzer-odullu-fotograf/ https://onedio.com/haber/dunyayi-degistiren-olaylar-vietnam-savasi-ve-o-donem-yasananlaribiliyor-musunuz-825705

31

Emre YAMAN


ROBBERS CAVE DENEYİ VE MUZAFFER ŞERİF

Merhaba, sevgili Süreç okuyucuları. Bu sayımızda size son zamanlarda gerek televizyonda gerek sosyal medyada çokça gördüğümüz bir program olan Survivor formatının, hatta Sineklerin Tanrısı adlı kitabın da esinlenildiği söylenilen bir sosyal psikoloji deneyinden bahsedeceğim. Sıkı tutunun bu anlatacağım deney tamamen gerçektir, kurgusal ögeler bulunmamaktadır ve telif hakkı Sosyal Psikolog Muzafer Sherif babamıza aittir. :) Deneye geçmeden önce deneyin başı, sosyal psikolojinin öncülerinden biri olan Psikolog Muzaffer Şerif Başoğlu hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Kendisi Osmanlı’nın son yıllarında, 1906 yılında doğmuş, İstanbul Üniversitesi felsefe bölümünden mezun olmuş, yüksek tahsil için Harvard Üniversitesi’ne gitmiş başarılı bir psikolog. Sonra Ankara Üniversitesi’nde ders vermek üzere ülkemize geri dönmüş ve derslerde üstün ırk ütopyalarını ve Turancılık düşüncesini yerdiği için derslerde komünizm propagandası yapmaktan yargılanarak hapse girmiştir. 2 yıl sonra hapisten çıktığındaysa Amerika’da çalışmalarına devam etmek için Yale Üniversitesi’ne geçiş yapmıştır. O zamanlarda sadece fareler üzerinde deneyler yapılabiliyordu ama Muzaffer Şerif bunu yıkarak sosyal psikoloji alanında insanların davranışlarını gözlemlemek için harika deneylere imzasını attı. Kendisinin bütün deneylerini anlatmaya çalışsam 2-3 fanzinlik yer tutar. Bu yüzden ben de o zamanlarda benzeri görülmemiş bir deneyle açılışı yapmak istedim. Robbers Cave Deneyi!

32


3 aşamalı olması planlanan Robbers Cave Deneyi’nin birinci aşaması olarak 11 yaşında, beyaz, okul başarısı hemen hemen aynı olan 22 tane erkek çocuğun 11’er kişilik 2 gruba ayrılmasıyla başlıyor. Muzaffer Şerif (Muzafer Sherif) bu deneyi o kadar çok ince düşünerek planlamıştır ki çocuklardan yakın arkadaş olanlar varsa onları davranışlarını gözlemlemek için farklı gruplara koymuştur. Böylece aynı zamanda takımlarda kimse birbirini tanımadığı için baştan belli olan gruplaşmanın da önüne geçilmiştir. Tabii birbirini tanımayan çocuklar arasında da gruplaşma olmuş ama en azından ara değişkenin deneye etki etmesi engellenmiş ve olabildiğince saf bir ortam yaratılmış. Çocuklara kamplarda birbirlerini tanımaları için belli bir süre belirlenmiş ve rekabet duygusu yaşamamaları için bir diğer grubun varlığından bahsedilmemiştir. Kamp görevlisi gibi görünen gözlemciler ne gariptir ki çocukların arasında ast üst ilişkisinin oluştuğunu gözlemlemiştir. Çocukların oradaki küçük popülasyonunda bile bir hiyerarşi kurması dikkat çeken bir bulgu olarak kayda geçmiştir.

33


Deneyin ikinci aşamasında ise takımlar farklı iki araçla ortak yarışma alanına getirilmiş ve oyunu kazanan gruba ödül, kaybedene ise hiçbir şey verilmemek üzere rekabet ortamı sağlanmıştır. Deneyin bu kısmında kendiliğinden oluşan bu rekabet duygusu ve kendi takımına olan bağlılık aslında tam da deneyin amacına hizmet eden unsurlar. Fakat zamanla gruplar arasında sözlü ve fiziksel şiddetin boyutunun artmasıyla deneyin bu aşaması bitirilmiştir.

(Deneyde bir yarışmanın fotoğrafı)

Üçüncü aşamada ise elimizde iki tane birbirinden nefret eden grup var ve amacımız gruplar arasındaki rekabeti bitirmek. Gruplar arasında oynanan ödüllü oyunlar üçüncü aşamada kaldırılmıştır. Ortak para toplayarak sinema gecesi düzenlense bile grupların kaynaşamayacağı birbirine bu kadar çabuk dostça tutum gösteremeyecekleri bu şekilde anlaşılmış. “Peki bu nasıl olur? Bu gerçekten olabilir mi?” gibi tarzı sorularınız için hemen devamına geçiyorum. İki kamp için de su sıkıntısı oluşturulmuş ve bu su sıkıntısını yalnızca iki grubun birlikte çalışarak ortadan kaldırılması sağlanmış. Sonrasında ödülsüz oyunlarda arabalardan birinin itilmesi gerektiği söylenmiş ve iki grubun üyelerinin de yardıma koştuğu görülmüştür. Hatta bir süre sonra bu iki grup öyle kaynaşmış ki aynı kamp alanında kalmak istediklerini dile getirmişler. Bu aşamanın sonucunda görüyoruz ki rekabetin ortadan kaldırılması ve işbirliği grupların arasındaki nefret sorunu çözmüş ve garip bir şekilde takımları birbirleriyle bütünleştirmiştir.

34


Bu deney sonucunda; sosyal psikolojinin etkisini, aidiyet hissini, ait olunan gruptaki psikolojiyi, rekabet içinde olduğun bir örgütün uygun koşullar sağlandığında tersi bir örgüt psikolojisi sunduğunu net bir şekilde görmekteyiz. Ki günümüz Survivor yarışmasına baktığımızda da aynı bulguları net bir şekilde görüyoruz. Birbirini normal hayatta tanımayan iki takım, rekabet ortamı, ödül, oyun alanında tartışmalar, ast üst ilişkisi, iki grubun birbiri hakkında kalıplaşan görüşleri, adaların birleşmesiyle ilk zamanlarda oluşan takımlar arası gerginlik. Takım oyuncuları değiştirildiğinde değiştirilen yarışmacının hemen yeni grubuna adapte olması… Bunların hepsi birebir Robbers Cave Deneyi’nde gözlemlenen ve sosyal psikolojiye önemli bir katkıda bulunan bulguların tıpatıp aynısıdır. Bu sayımızda da bizi yalnız bırakmadığınız için Süreç ekibi olarak size teşekkür ediyor, sağlıklı günler diliyoruz. ^^

35

İrem CINDIR


Süreç Fanzin; sürekli, süresiz ve her tür fikir, ideoloji veya buna benzer çerçevelerden bağımsız bir yazı dizisidir. Süreç Fanzin; varoluşu itibariyle bilim, sanat, kültür gibi başlıca konularda içerik üretmeyi hedeflemektedir.

Değer üretmeyi ve zaten üretilmiş değeri eleştirmeyi bazen sorulara cevap bulmayı bazen sorular sormayı okuyucuya öğretmeyi ana amacı bilir. Bu doğrultuda çeşitli alanlardan yazarları birleştirmeyi hedefler.

Süreç’te bir yaratının yer alabilmesi için hiçbir ön koşul yoktur. Süreç’in sayfalarında her daldan bir çiçek olacak ve o çiçekler okundukça açacaktır.

Süreç, birçok farklı mecrada etkinliğini sürdürmeyi hedefleyen interaktif bir topluluğu içinde kapsar. Yalnızca bir yayın organı ya da yazıların paylaşıldığı ortam değildir. İlgi duyan meraklı ve öğrenmeye istekli insanların bir araya gelebilecekleri, fikirlerini tartışabilecekleri bir de topluluğun ismidir.

surecfanzin


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.