İÇERIKLER “ÇEMBERİN DIŞINDAKİ İKİ SEVGİLİ...” 4 “KELİMELER BIÇAK GİBİ DİYOR BAZILARI... “ 13 “VE TAŞ İLE ÇEKİÇ ARASINDA KALAN ET PARÇASIYDI KALP...” 23 “VE BENEKLİ BİR TÜY KOPUP DÜŞTÜ…” 24 “EYLEMSİZLİK İYİLİĞİ ÖLDÜRÜR...”
27
“TÜM DOĞANLAR, ÖLMEYE HAK KAZANANLARDIR ASLINDA” 30 “OLAN DA, OLMAYAN DA BU CANDADIR...” 32 “SEVER KADIN, KÜSER KADIN, ÖLÜR VE DİRİLİR...” 42 “BİRAZ ÖLDÜM BUGÜN”
44
“BABA TREN YAKALADI ONU...”
50
“KARANLIK RUHUMUN AYNASINDAN YANSIYAN BİR GÖLGE” 64 “MELEK KALPLİ BİR SERSERİYE...”
66
“HERKESİN KENDİ AYNASINDAN BİLE GİZLEDİĞİ BİR YÜZÜ VARDIR” 70 Mavi Öyküler -
2
“ECELİM ELİME DEĞİYOR...” 72 “GARİP BİR BÜYÜYDÜ BAŞLANGIÇ” “ÂDEMİN KABURGA KEMİĞİ” “UMUT İŞTE…”
90
94
107
“ONUN HAYALİNDEKİ PAPATYALAR KIRMIZIYDI” 109 “GENÇ ÖLÜ ADAM BİR GÜN…”
112
“GÜN BATAR KUŞLAR DÖNER”
118
Ücretsizdir 3
- Mavi Öyküler
p
“ÇEMBERİN DIŞINDAKİ İKİ SEVGİLİ...” “Kibritçi Kız ve Kardan Adam” | Koray Atak Eski bir masal bu, oldukça eski. Belki anlatılanlar çoktan toza dönüşmüştür. Belki de gün yüzü görmeden toprak altı görmüş tüm bedenler, gökten inen suyla filizlenip boy atmış, içi saman dolu korkulukların koruyamadığı tarlalarda ekin olup kuşlara karışmıştır... Kim bilir? Andersen’e, Turuncu ve Kırmızı’ya ithaf edilmiştir... S oğuktu ve kar yağmaktaydı kentin üzerine. Her biri farklı, sayısız kar tanesi, birbiri etrafında döne döne, eklene azala, yeni bir yıla hazırlanan insanların pabuç eskittiği kentin sokaklarına doğru inmekteydi. Kimi kalın parkalarına sarınmış, kimi üşümemek, belki de bir parça daha ısınmak için sevdiklerine sımsıkı sarılmış insanların olduğu, yeni başlangıçlara gebe bir geceye hazırlanan bir kent. Bu koşuşturmacanın ortasında ufak bir kız çocuğu, çıplak ayaklarıyla beyaza bulanmış ana caddede yürümekte tek başına. Kolunda bir sepet, ama yalnız değil, içinde paraya çevirdikten sonra, eve getirmesi gereken kibritler durmakta. Kibritler bir sepetin içinde, çok derinlerde. Cadde boyunca serpili, babalarının ellerine bırakmamacasına kavuşmuş çocuk elleri. Kalın kumaşlar içine sarmalanmış bir topluluk; dükkânları, tezgâhları arşınlayan kalabalıkta bir telaş, bir hız. Bir de bu gözlerde bir şeyler arayan bir kız, kibritçi kız. Kusuru olmalı bu kalp aynası kürelerin, bakmıyorlar ki. Kar, kibritçi kızın geçtiği yerleri, ayak izlerini örtercesine, onun yaşamdaki, bu kentteki varlığını, izlerini silercesine teslim etmekte tanelerini yer çekimine. Sanki bu kış günü kar taneleri daha bir bilinçli, daha bir niyetli örtmeye bir miniğin ayak izlerini, nedense? İçi ışıl ışıl yılbaşı ağacı çakan gözlerde, tek yakımlık teselli aradı kibritçi kız. Çıplak ayaklarıyla çıplak gözler aradı, içinde yer bulabileceği, bir Mavi Öyküler -
4
parça sızabileceği. “Kibritlerim var, soğuk gecelerinizi aydınlatacak, şöminenizi tutuşturacak. Kibritlerim var, hayallerinizden daha parlak, daha sıcak.” Gördüğü tüm mutluluk tablolarına uzattı kibritçi kız, başı toparlak, ateşe ırak askerlerin tavşan uykusunda beklediği kutuları. İşte sımsıkı sarılmış genç bir çift. Ne de mutlular, gelinlik rengi sokağa gülücükler sere serpe geçerken. Duymadılar, görmediler bile kendisini, nasıl görebilirler ki, gözleri gözlerine kenetlenmiş, kalpleri bir olup erimişken. Yanından kayıp gittiler; arkasını döndü kibritçi kız gülümseyerek, bir süre baktı arkalarından. Mutlu bir hayalin alelacele tıkıştırabileceği kadar uzun bir süre. Gözleri düşüncelerinden sıyrılıp da yeniden sokağa açıldığında, lapa lapa yağan kar şiddetini iyiden iyiye arttırmış, sokaklar tenhalaşmıştı. Kristaller arasından evlerine doğru ilerleyen insanlar adımlarını hızlandırmış, yeni yılın doğum kıpırtıları artmıştı. O an kentin üzerinden bakılsa, kuş bakışı, sabah yuvalarını terk etmiş üstü beyaz pudralı karıncaların, ışıklı mekânlarına, yanlarında kırıntılarla dönmekte olduğu görülebilirdi. Aşağıda ise, artık yorulmuştu kibritçi kızın bedeni yürümekten, ayakları uyuşmuş, kızarmıştı tabanları. Bir zaman sonra, bir sokak arasında, bir sokak lambasının hemen altında kuytu bir köşe buldu, serdi umudunu, oturdu üzerine. Sıcak tutmak için kalbini, karnına çekti dizlerini. Minik ayaklarını acı soğuktan korumak istercesine, ayak bileklerine doğru çekiştirdi eteğini, yanı başına yerleştirdi sepetini, ki henüz içinden bir tane bile eksilmemişti. Bütün gün dolaşmış, tek bir kutu kibrit bile satamamış, eve götürecek tek bir kuruş kazanamamıştı. “Bu sepet bitmeden eve adımını dahi atma!” diye yankılandı içinde, babasının arkasından savurduğu sevgi sözcükleri. Oysa bırakın kentin öbür ucundaki eve gitmeyi, iki adım öteye yürüyecek hali bile kalmamıştı kibritçi kızın. Karın üzerindeki ayaklarını ovuşturdu, soğuktan hissetmez olmuş eldivensiz parmaklarıyla. Eldivensiz! Büyükannesinin ördüğü eldivenleri hatırladı birden, yeniden. Ve babasının nasılda bir gün onları kaptığı gibi sokağa fırladığını ve bir şişe votkayla çıka geldiğini. Üzeri dünya dünya, desen desen siyah kar taneleriyle işlenmiş beyaz eldivenlerini. Ellerini sıcak tutan yün müydü, yoksa bir gece ansızın giden büyükannesinin sıcaklığı mı? Bunu asla bile5
- Mavi Öyküler
medi, tek bildiği, onlar ellerini sararken kendini güvende hissettiğiydi. Kim bilir şimdi hangi çocuğun ellerini, bedenini, çocukluğunu koruyorlardı. Tanır mıydı o çocuğu bir bakışta, peki ya görse eldivenlerini yabancı parmakları sarmışken, “Onlar benim, büyükannem ördü benim için, geceler boyu kıstı gözlerini ve işledi her bir kar tanesini,” diyebilir miydi? Sevgi... satılır mıydı? Kibritçi kızın başının üzerindeki sokak lambası yavaş yavaş ışığını yitiriyor ve karanlıkta yitip gitmeme çabası veriyordu gölgeler. Zor da uzansa eli, bir kibrit yaktı kibritçi kız, bir parça da olsa ısıtmak için titreyen bedenini; ve sonra bir diğerini, bir diğerini... Işık ışığı kovaladı, hayaller hayalleri. Rüzgârın esiri, belki de bu görünmez soluğun özgürleştirdiği kar taneleri, çok yükseklerden saydam virajları alarak geliyor, seyahatin sonuna yaklaşırken son bir nefesle bir anda sağa sola kaçışıp, hızlanıp yavaşlayıp, artık kimselerin geçmez olduğu sokağın tüm yaşanmışlık izlerini örtmek istercesine yeryüzüne çarpıyorlardı. Öyle ki bazı anlar sokağı delecek gibi oluyor, yeryüzü olmasa usanmadan bir bu kadar yolu daha kat edecekmiş gibi şahlanıyor, lakin yere çarparak artık kibritçi kızı da yutmaya başlayan beyaz battaniyenin bir parçası oluveriyorlardı. Her biri farklı makaslarla bulutlardan kırpılan beyaz kristaller düşmekteydi, şu an yılbaşı sofralarının etrafında kenetlenmiş kentin üzerine. Acıkmıştı kibritçi kız da, dört bir yandan burnuna çalınan hindi kokuları bir yanda, renk renk açmış yılbaşı armağanlarının yamacına kurulu masalarda oturan neşeli, mutlu yüzlerin, birbirlerini gülücüklerle ağırlayan bakışlarının ağırlığı diğer yanda. Neden kimse kibrit almamıştı, şömineleri hiç sönmeyecek miydi, dalmayacak mıydı tekrar yanmaya gebe soğumalara? Feda edemeyecek kadar merhametli miydiler yoksa, kutuda uykuya dalmış, her an bir fiskenin minik basıncıyla yataklarından kaldırılmaya hazır, düzgün kesimli kıymıkları, yakmak için gölgelere can veren, gecelere ışık olan gaz lambaları ve eridikçe var olan mumlarını? Yoksa sevginin yeterincesine sahip bu şanslı insanların tek bir kibrit çöpüne dahi ihtiyaçları yok muydu? Başka neden bakmamalık etselerdi ki yüzüne? O an bir kez daha daldırdı elini kibritçi kız sepetin içine, buzları bir Mavi Öyküler -
6
nebze çözülmüş parmakları yeni bir kutunun peşinde, gözleri bir önceki kibritin yitip gitmekte olan ferinde. “Mutlu insanlar mutsuzları görmüyor mu yoksa?” diye geçirdi içinden, bir çocuğu daha alırken dolu olan son kibrit beşiğinden. Tek bir damla yaş süzüldü, ıslak alevlerde kar tanelerinin dans ettiği gözlerinden, dansın sona erdiği sokağın kar beyaz tenine doğru. Umudu geride bırakmıştı kibritçi kız, işte son kibrit kutusu da tüketmekteydi kendini, parlak ölüm, yalan ısınmalarla. Bakışları az önce yiten parıltının merkezine asılı, kutunun içinde gezindi bir süre işaret parmağı. “Ve sen, sen,” dedi, “istediğim sensin,” sanki başka seçeneği varmış gibi. Kalan son kibriti de aldı ve doğurdu soğuğun gözlerinin içine, ömrünce mücadele etsin diye. Başını ayaklarına doğru secde ede ede, eğerken bedenini bir çembere, bir ağacın sezaryenli son çocuğu da boyandı siyah ve kıvrık tüketilmişliğe. Yaktığı son kibritin ışığı da söndü. Elini eteğinde biriken kar tanelerine daldırdı kibritçi kız, avucunu doldurdu ve sıktı soğuğun her zerresini hissetmek istercesine. Bir oyun, bir uğraş gerekliydi kimselerin geçmez olduğu bu sokakta ısınmak için. Biraz hareket, donmamak için. Kibritçi kız bu düşünceler içindeyken, kendine bir uğraş, bir oyun arkadaşı ararken, eteğindeki karları giderek kabaran beyaz tarlaya eke eke doğruldu ve bir kardan adam yapmaya koyuldu, akrep ve yelkovan gecenin kuzeyinde kavuşmak üzereyken. Soğuk çivilerin deldiği ellerden çıkma üst üste binmiş iki beyaz küre. Hepsi bu. Ne bir ağız kendiyle konuşacak, ne bir çift göz son çırpınışlarını görecek. İki tombul beyaz kürenin yanı başında, soğuk kemiklerini de sarmaya başlayınca, uyku geldi kibritçi kızın bedenine, tüm ağırlığıyla. Sıcak, tatlı, bir o kadar da hükmedici göz kapaklarına. Uykuya bıraktı kendini kibritçi kız, başı kardan adamın olmayan ayak ucunda. Şu an taze yeni yılın değişimlerini delici bir ısrarla sevdiklerinin bin bir filtreli kürelerinde arayan tüm gözler, pencereden bakma ihtiyacı hissettiler. İçinde bir anda bu sızıyı hisseden tüm kent sakinleri önce gözlerini ayırdı, hediyelerin aydınlattığı ve ısıttığı, şöminelerin gürül gürül ağladığı odalardan. O odalar ki içindeydiler uzun süredir, o odalar ki dışına çıktığında bir başına, çıplak bedeninde dikenler hissettiğin. Geride bıraktığı 7
- Mavi Öyküler
odanın misafirlerine bir süre baktı bazı gözler, giderek uzaklaşan gözlerle baktı bazıları. Bazıları uzun uzun baktı, sanki mutlak bir ayrılığın son anlarıydı. Kimi ise hiç tereddüt etmedi pencereye yönelmekten. Varlar mı, yoklar mı şimdi geride, gerilerde kalanlar için. İçlerinden bu ani pencere sevdasının nedenlerini bilenler de vardı, ki onlar zaten pencerenin önünde ısınmaktaydılar. Kentin bu özelliği taşıyan tüm organik pencereleri penceredeydi gecenin tam o saatinde, mıhlamak istercesine tüm akrepliklerini bu yaşamın ve tüm yelkovan kuşu özgürlüklerini. Bütün zehrine bu hayatın ve bütün panzehirine… Biz kovulduktan, gerçek olan elimizden alındıktan, kısacası düştükten sonra bizlere verilenlere, kanadıkça sürün denilen tüm merhemlere ‘hayır’ dercesine, pencereye gitti ayaklar, gecenin tam da bu saatinde, nedense? Pencerelerin ötesinde, kapatmıştı gözkapaklarını kibritçi kız; sönmek üzere olan solgun sokak lambasının hemen altında, kardan adamın olmayan ayak ucunda. Ve ak ucunda sokağın, bir karaltı belirdi o anda, beyaz diken topuzlarının savrulduğu sokağın bir ucunda. Ve işte bu öbür ucundan gelmekte birisi, tüm bedeni siyah kumaşlar içinde. Uzun yoldan geliyor belli, yoksa taşıdığı çuval mı büken belini? Ağır ağır yaklaştı ve kesildi kibritçi kızın yanından geçerken adımları. İndirdi çuvalını yere, attı elini içine, iki parça kömür ve bir çift eldiven bıraktı kibritçi kızın önüne, rüyasının içine. Eğildi umudun bir süre konakladığı, ve ardından son sıcaklığını da şu an yanı başında büzülmüş halde yatan bedende soğumaya bıraktığı boş sepete doğru. Aldı sepeti eline, uyuyan kıza baktı bir süre ve tekrar yürümeye koyuldu beyaz yolda; ve sonra siyah, uçuşan beyazlığa karıştı, gözden yitip gitti ardından, gerisinde kar tanelerinin dolduracağı hiçbir iz bırakmadan. Rüyasına uyandı kibritçi kız, burada da kar yağmaktaydı, ama üşümüyordu artık bu uçsuz bucaksız beyaz okyanusta. Ne evler vardı, ne sokak lambası, ne de sokaklar. Sadece kendisi, yanı başında duran kardan adamı ve bir de önünde uzanan sisli bir göl. Ne güzel yağıyordu kar, ne de ışıltılıydı her bir tanesi, ne de parıltılıydı bu dans. Ayağa kalktı kibritçi kız, göğe çevirdi başını, sanki kocaman sözcükler çıkacakmış gibi çatlak dudaklarını araMavi Öyküler -
8
ladı. Ardından iki yana açarak kollarını, dönmeye başladı kendi etrafında; dilinde kar tanelerinin giderek bedenine karışan tadı. O an eteğinin üzerinden bir şeyler saçıldı karların üzerine, iki parlak kömür parçası ve bir çift eldiven düşüverdi yere. Eğildi ve gülümsedi kibritçi kız, görünce önünde yatanları. Üzeri desen desen, dünya dünya siyah kar taneleriyle işlenmiş beyaz eldivenlere, büyükannesinin kendisi için ördüğü ve bir daha asla dokunamayacağını sandığı kayıp ikizlere uzattı ellerini ve giydi. Giydi ve gülümsedi. Gülümsedi ve ağladı. Yaşlar süzüldü gözlerinden, iki kara kömür parçasının üzerine; avucuna aldı onları, okşadı, yanaklarında gezdirdi bir süre ve kokladı onları. Sonra tekrar ayağa kaktı, kardan adama yaklaştı. Kararmış elleriyle yüzünü sevdi, kocaman alnını okşadı uzunca, sonra gözlerini verdi ona, ki yıkanmıştı her biri kendi gözyaşlarıyla. Kardan adam açtığında onları, kestane rengi uzun örgü saçlı bir kız buldu karşısında. Kömür karasına bulanmış ışıltılı yüzünü gördü her şeyden önce. Öyle güzel, öyle eşsiz, öyle her tanesinin düşüyle var olan. Gözleri gözlerine değdi. Bedenini yoğuran küçük parmaklara baktı, gözleri gözlerine değdi, gözleri gözlerinde eridi. Cevap veremedi bir ağzı olmayan kardan adam. “Canım” diyemedi, öpemedi onu. Nasıl koklardı onu burnu olmadan, nasıl çekerdi içine onun kokusunu, nasıl dokunabilirdi saçlarına, süpürge tutacak bir eli bile yokken? Ama gözler gözlere değdi, gözler gözlerde eridi. Bakıştılar. Kibritçi kız engin okyanuslar, ırmaklar, nehirler gördü o parlak, nemli siyah gözlerde, güneşin gücüyle göğe karışıp bulut olan ve yağan yer yüzüne soğuk soğuk; eşsiz beyaz kristallerle yazılı bir şeyler okudu kardan adamın gözlerinde, şöyle bir şeyler, “Su, isterse kutuplardaki dev buzların içine girerek orada yüzyıl kalsın, günün birinde yine buharlaşacaktır. Su er geç bulutlara dönecek, yeni baştan başlayacaktır seyahatine.” O an ışıltılı bir mozaiğe dönüştü hava ve pırıl pırıldı kar tanelerinin altına serili göl. Güneş vardı ışıl ışıl ve kar yağıyordu ince ince. Işık bu kez gökkuşağı altıgenlerde can buluyordu yağmur yerine. Yedi rengin her tonuna bulanmış altıgenler; gökyüzü morun en canlısını, sarının hasat zamanını, kırmızının duru kan kokusunu yayıyordu, altında bakışan iki güzelliğin üzerine. Kardan adam bir şiir 9
- Mavi Öyküler
okudu o buğulu sayfalardan, siyah küreleri kibritçi kızın gözlerindeyken: Çemberin dışındaki iki sevgili, Dik açıyla birleşti. Ve yağmuru düşleyen bir bardak, Güneşsiz bir ilkokul resmini besledi. İrkildi kardan adam, kıpırtısız bedeni içinde kristal kristal sallandı, ketum depremler oldu, her tanesi yer değiştirdi sanki. Sıkıştırılmış kar tanelerinden oluşan bedeni, tekrar yağar oldu sanki, fırtınalar kopararak içinde, savurarak anaforlarla hücrelerini. Yaşlar süzüldü kara gözlerinden ve ilerledi yaka yaka. Kar beyaz bedenini iz iz, yol yol eritti. Su yakıcı mıydı? Suyu bilmem ama, gözyaşı alev alevdi şu an kardan adamın etinde. Kibritçi kız bir dilek gördü, suyun kanattığı bu ıslak gözlerde, tek bir dilek. Masal bu ya, yüzmek istiyordu kardan adam. İşte önlerinde uzanıyordu uçsuz ve bucaksız göl. Durgun su birikintisi. Durgun? Su durur, su uyur muydu hiç? Olmasa da kulaç atacak kolları, bir ördek gibi suyu itecek ayakları, yüzmek istiyordu işte delicesine, çünkü son arzusuydu bu. Kibritçi kız elini omzuna attı kardan adamın, oysa ne çok isterdi olmayan elini tutmayı, soğuğun hayat verdiği parmakların sıcaklığını hissetmeyi. İkisi yürümeye başladılar göle doğru, ama yerde değildi kardan adamın bedeni, yoktur ki bir masalda her şeyin bir nedeni. Kıyısına geldiler gölün ve son kez bakıştılar . Sarıldı kibritçi kız oyun arkadaşının bedenine ve uzun bir seyahat gördü onun kömür gözlerinde. Kardan adam ise altın sarısı bir günebakan gördü yaratıcının gözlerinde. Bir kez daha sarıldı kibritçi kız kardan adama; öptü onu, kokladı. Ve bırakıverdi kardan güzellik kendini, üzerine kardan kristaller ekilen suların içine. Özü özüne karışırken gölün, bir taş iniyordu dibe kıpkırmızı, sımsıcak. Sıcacık, kırmızı, somut altıgen bir taş. Gölün yatağına dokundu usulca, bir kızıl kristal. Kibritçi kızın tül tül olan yüreği, gölün ışıltılar doğuran yüzeyine Mavi Öyküler -
10
baktı uzun süre. Mutlu bir hayali dilediğinizce sığdırabileceğiniz, uzunca bir süre. Gülümsüyordu dudakları, ışıl ışıldı gözleri; çok sevdiğimiz, döneceğinden emin olduğumuz birini, bir tas suyla uğurlarken olduğu gibi. Gözleri göle dalmışken kardan adamın ardından, bir el hissetti omzunda kibritçi kız; sıcak, tanıdık, maharetli bir el. Kopardı gözlerini gölden ve döndü arkasını. Siyahlara bürünmüş, elinde bir sepeti, tanıdık bir örülmüşlüğü tutan birisini buldu karşısında. Kapkara elbisesinin başlığı örtüyordu yüzünü; ama ürkmedi, yadırgamadı kibritçi kız. Korku yoksa, neden yadırgayalım ki aç olduğumuz özlemi? Ve başlığını ak saçlarının gerisine attı kadın! Siyah bu kadar siyah, beyaz bu kadar beyaz olabilirdi. Yıldızsız gece rengi kumaşın altında nur yüzlü ihtiyar bir kadın durmaktaydı; büyükanne durmaktaydı. Sarıldılar hemen, yitirilen bunca zamanın ardından, koklaştılar. Saçlarını okşadı büyükanne kibritçi kızın, yanaklarını sevdi, öpücükler kondurdu onlara ve alnına, uzun uzun. Konuşmadılar, belki de konuşamadılar, sözlere ne gerek vardı, alfabe en kanlı duygu katli ordusuydu. Büyükanne son kez öptü onu yanaklarından, alnından ve yüreğinden; son bir kez kokladı saçlarını, bir adım geriye çıktı, gözleri gözlerinde ışıldadı. Sonra birden kuş olup uçuverdi. Kibritçi kız beyaz kristallerin arasından göğe yükselen alacalı kuşu izledi, izledi, izledi... taa ki beyazların içinde gözden kaybolana kadar. Sonra bir tüy düştü ellerine gökyüzünden, büyükanneden yadigâr, yanağına tuttu onu kibritçi kız, öptü, kokladı, yumuşacıktı. Ardından bir ışık fark etti gölün ufkuna doğru, bir deniz feneri, bırakmaktaydı son nefesini. Ve sonra, gölün kıyısında, yüzünü güneşe döndü kibritçi kız, bir süre göz kapakları kapalı, hissetti hayat veren yıldızın tüm sıcaklığını. Ve dans etmeye başladı kendi etrafında döne döne; her biri nihai soluğunu onun sıcak bedeninde verirken, bembeyaz tanelerin arasında, benzersiz figürler, neşeli kahkahalarla dans etti. Dans etti ve yığıldı bir süre sonra dizlerinin üzerine; elleri göğe açık. Avucunun içindeki siyah örgü kar taneleri, bembeyaz eşleriyle buluşuyordu o an. Eldiveninin içine işlenmiş eşsiz kar kristallerinden her birinin üzerine, tıpatıp aynıları düştü billur ağlayan gökten. Ve gerçek, sevgiyle işlenmiş yapaylığın üzerinde eridi. 11
- Mavi Öyküler
Ve bitti, gecenin ayazında akkoru besleyen besin... Ve söndü, kibritçi kızın sığındığı kuytuyu aydınlatan sokak lambası. Sabah buldular bedenini, üzeri karlarla örtülü; büzülmüş, soğuktan korunmak için dizleri karnında, elleri dudaklarında. Ama yüzünde, al al bir gülümseme. Yanında ne bir kardan adam buldular, ne iki kömür parçası, ne de bir çift eldiven. Sadece önüne saçılmış, minik parmakların elverdiği sona kadar yanmış siyah kibrit çöpleri ve bomboş minik meşale beşikleri. “Soğuktan donmuş,” dediler, ölü bedenin çevresine toplanan kalabalıktan geldi bu sözler. “Isınmak istemiş,” dedi, soğuk tarlaya ekili tükenmiş manzarayı görünce bazıları. “Isınmak istemiş, sadece biraz ısınmak.” Bir çöpçü, ki her halinden belliydi, elindeydi süpürgesi ve paspaldı kıyafeti; yavaşça sıyrıldı kalabalığın içinden, eğildi ve kucakladı kibritçi kızın bedenini yerden. Tanırdı tüketilmişliğin somut delillerini ortadan süpüren adam kibritçi kızı, aynı sokakları arşınlamışlar, aynı yüreği paylaşmışlardı. Kentin dışındaki kimsesizler mezarlığına kadar kollarında taşıdı ölü bedenini, babasına haber verme ihtiyacını hissetmedi, zaten ne değişecekti ki? Sade bir tabut yaptı ona, kavak ağacından sindirimi kolay bir yatak içinde, kanayan yüreğinin bin türlü halini ve kibritçi kızı yolcu etti. Kavak ağacından sade bir tabut, son bir hediye, bedeni çabucak karışabilsin toprağa ve yağmurla beslenebilsin diye. Gömdü sonra onu toprağa, kısa da olsa sığdırabilmek mümkünse bir ömrü bir kutuya. Yanmamış kibritler dikti ardından, yanmamış, umut dolu kibritler (ki bakir kibritler çok çabuk anlaşılırlar, zira en ufak bir sürtünmede alev alır ateşe susamış boyunlar), minik tümülüsün üzerine, buyur edercesine melekleri, çok yıllı bir doğum günü pastası ziyafetine. Soğuktu ve kar yağmaktaydı kentin ve göl kıyısındaki kimsesizler mezarlığının üzerine. Çünkü su ister kutuplardaki dev buzulların içine girerek orada yüzyıl kalsın, ister yaratıcısına geri dönmek, onu kendi ölümüyle beslemek ve böylece tekrar var olmak isteyen bir kardan adam olsun, günün birinde yeniden buharlaşacaktı. Su er geç bulut olacak, yeni baştan başlayacaktı seyahatine. Soğuktu ve kar yağmaktaydı. Her biri farklı, sayısız beyaz kristal tanesi, birbiri etrafında döne döne, eklene azala, Mavi Öyküler -
12
kibritçi kızın mezarına serpilmekteydi şimdi. Kimselerin uğramadığı kimsesizler mezarlığının kimsesiz yüzü bembeyazdı; ama nedense, altında kibritçi kızın yattığı tümsekten, toprak gülümsüyordu. Bembeyaz örtünün hâkim olduğu alanda, bu yeni yamaya düşen her kar tanesi hemen eriyor, soğuk varlığını teslim ediyordu mezara. Kim bilir, belki de sıcacıktı burası; ölen iyi kalpler bir anda soğur muydu? Neden sonra, bir çiçek belirdi, bu sıra dışı toprak parçasını izleyen çöpçünün nemli gözlerinde, toprağı deler delmez de güneşi arar oldu yüzü. Çöpçü, elindeki şarap şişesinden gül rengi bir yudum aldı, gülümsedi ve insanların kirini pasını almak üzere karlı kentin karlı yolunu tuttu. Bedenine şarap, beyaz yollara gözyaşlarından izler kata kata, yürüdü...
p
“KELİMELER BIÇAK GİBİ DİYOR BAZILARI... “ “Hayalperestin Zoru” - Ömer Leventoğlu İyi yüreklilikse mesele, iyi yürekli sayılırdı... Fakat dostları pek azdı. Bildiğim kadarıyla, son yıllarının büyük bölümünde,
depresyon denen illet bir psikoloji marazıyla uğraşıp durdu İlhan... Yine de bazen canlılığı üstüne gelir, bir çırpıda sokağa fırlar, nerede olursa olsun dostluğuna güvendiği insanlarla buluşup görüşmek, yaptığı bir şeyleri, diyelim ki bir dergi ya da gazetede çıkan bir yazısını paylaşmak isterdi heyecanla... Olmadı telefon açar, mektup yazar ya da başka türlü bir iletişim kurmak için didinir dururdu. Lakin ben de dahil, bir elin parmaklarından az sayıdaki dostlarının ortak bir özelliği vardı: İlhan’la olan dostluklarını çok içten, ama uzaktan uzağa sürdürmeyi seven kimselerdi hepsi de... Gel gör ki O’nun, (bu acı durumla sık sık karşılaştığı halde) olup bitenleri, şimdi şu satırlara yazdığım gibi kavradığını söyleyemem kendi payı13
- Mavi Öyküler
ma. Bu yüzden bazen çelişkili düşünceler altında boğulur, gene de dostluklarına çamur atmayı yediremez, her şeyi kendi alınganlığına yorup unutma yolunu seçerdi. Dramatik bir evlilik geçmişti başından. Nasıl becerdiyse bilinmez, bu evlilikten kurtulduğunda; dişlerinin çoğu dökülmüş, saçları beyazlamış, gece gündüz sigara içmekten ağır bir bronşite yakalanmış, mide ülseri olup çıkmıştı. Çok işlerde çalışmıştı vakti zamanında; babasının yanında taş duvar ameleliğiyle hayata atıldığında 13 yaşındaymış. Sonraları büyük inşaatlarda temel kazıcılığı, kalıpçı çıraklığı, hamamda havlu yıkamacılığı, emaye atölyesinde tabancacılık/fırıncılık, plastik kaplar makinelerinde operatörlük, oto yedek parçacısında çıraklık, bir avukatın yanında yazıcılık, sonraları gazetecilik, televizyon muhabirliği/program yapımcılığı, özel bir vakıf üniversitesinde öğretim üyeliği, sendikalarda eğitimcilik, dersane hocalığı, daha sonra seyyar satıcılık, inşaat boyacılığı ve şoförlük gibi yaptığı işlerden bazılarını hatırlıyorum. Hemen fark edilmiştir; İlhan’ın temel özelliklerinden biri de hemen hemen hiçbir işte sonuna kadar taban tutturamayışıydı. Bu yüzden olsa gerek, evliliğinin de işte böyle bir kader çizgisi takip etmesini, pek kimse yadırgamadı sanıyorum. O’nunla tanıştığımda, geçmişi hakkında en küçük bir fikrim olmamasına karşın, nedense, hayalperest biri olduğunu düşünmüştüm. İki günlük tanışıklığımızın ardından, coşkulu bir şekilde, tanışıp vurulduğu bir kızdan ve bir dolu yazı projesinden söz etti. Çoğunlukla parasızdı. Tek başına ayakta durma çağlarına geldiğinde, kaderinin onu soğuk inşaat köşelerine ittiğini kanıt göstererek, köprü altlarında, soğuktan donmuş olarak öleceği konusundaki kesin inancını hep canlı tutuyordu. Bütün otoritelerce kanıtlanmış bir bilim tezi gibi inandığı bu görüş, ona, garip bir şekilde, en berbat koşullarda bile halinden memnun olma gücü veriyordu. Böyle durumlarda, sanki hep, “daha o güne var” der gibiydi. Depresyonda olmayıp da uykudan kalkabildiği Mavi Öyküler -
14
zamanlardaki aceleciliği, habire öyküler yazmaya çalışması da bundan olmalıydı. Yakında gelip çatacak olan “O gün”ün elinden kurtarabildiği kadar bir şeyleri kurtarma çabasına gömerdi kendini. Gayretkeşlikle, tedirgin bir ivedilikle, küçük bodrum katındaki daracık rutubetli odasında acele acele yazmasının nedeni buydu diye düşünüyorum. Gazetelerde, dergilerde yayınlanan yazılarının çoğu deneme türünden şeylerdi. Son altı aylık dönemde de öyküye benzer metinler yazmaya başlamıştı. O’nunla öyküleri arasında esrarlı, tuhaf bir aşk ilişkisi varmış gibi bir izlenim edinirdim hep. Bazen utana sıkıla, ayıp bir gizi açığa vurur gibi, “yazarken defalarca, okurken defalarca ağlıyorum” derdi. Böyle söylemesinden anlıyordum ki, kendini bulmuştu bu metinlerde. Öyküleri birkaç yerde yayınlandı yayınlanmasına ama O, yerinde durmadı; ödüllü edebiyat yarışmalarına katılmayı takmıştı kafasına bir kere... Bu fütursuz hevesinin ona büyük bir yıkım getireceği gün gibi açıktı; bunu görüyor ama bir şey söyleyemiyordum doğrusu. Yarışmalara verdiği metinlere baktığımda, tamamen ümitsizliğe kapıldığımı söyleyemem ama, benim açımdan sorun da bu değildi zaten. “Ya kazanamazsa, ya bu metinlerde bir ‘değer’ görülmezse” diye onun adına korkuyordum. Korktuğum oldu; herhangi bir ödüle layık görülmedi yazdığı şeyler... Bir hafta, on gün kendini bir yerlere kapatmış olmalıydı; kimse görmemişti O’nu... Sonra bir gün, yılbaşı akşamıydı, herkes eğlenmek üzere telaşlı telaşlı programlar yaparken, O çıkıp geldi benim işyerime. Çok uyumuş, ya da hiç uyumamış gibiydi. Gözlerinin şişi, sesinin tembelliği, yüzünün güleçliği, bir kanaate ulaştırmıyordu beni... Dinginlik ve bitkinliği birlikte giyinmişti sanki. Her ikisi de eğreti duruyordu üzerinde fakat... İlk tanıştığımda coşkuyla söz ettiği o kıza, yani sevgilisine mektuplu bir öykü yazdığını, onu internetten göndermek istediğini söyledi. Masadan kalktım, yerimi verdim. Geldi oturdu. Elimde olmadan, merak ve dikkatle süzüyordum bir yandan da; kederli bir mutluluk akıyordu yüzünden. Mektubu gönderdikten sonra, hemen kalkıp gitmek istediyse de, dolaptan çıkardığım cin şişesini gösterdim; birer 15
- Mavi Öyküler
bardak içmeye ikna etmek için uğraşmama gerek kalmamıştı. İlk bardağı bir dikişte devirince, sevgilisine telefon etme ricasında bulunacak cesareti de kazanmıştı. “Tabii” dedim. Aradı... Dışarı çıktım. İlk birkaç dakika neler konuştular bilmiyorum. Tekrar odaya döndüğümde, kesik kesik, boğuk bir sesle, hakkına rıza göstermeyen küçük, afacan çocukları taklit edercesine, “bananeeee!”, “bananeeee!” diye ağlıyordu... Birbiri peşi sıra çiti terk eden koyunlar gibi düzgün sıralı yaşlar yuvarlanırken yanağından, O, durmaksızın, “hayıyyyy, bananeeee!”den başka tek bir kelime etmiyordu. Böyle garip bir diyaloga ilk kez rastlıyordum. Aslında konuşmanın üslubu son derece gülünç olmasına rağmen, gözümün takıldığı o minik su damlalarının yanaktan aşağı yuvarlanışı, bozguna uğratmıştı beni. Neden sonra, “tamam bebeğim, görüşürüz” diyebildi. Telefonu kapattı, başını ellerinin arasına alıp masaya kapaklandı. Elim ayağım birbirine dolanmıştı; ne diyeceğimi, nasıl davranmam gerektiğini kestiremiyordum bir türlü. İkişer bardak daha cin, ardından birer bira içtikten sonra kendine gelmiş görünüyordu. Eve gidip uyumak istediğini söyledi. Ben de, o ana kadar aklımdan uçmuş olan yemek davetini hatırladım birdenbire; benim de acele etmem gerektiğini fark ettim. Toparlanıp çıktık. Yılbaşı eğlencesinden sabaha karşı dönen ev arkadaşı, elektrik sobasını almak için odasına girdiğinde, her zamanki gibi derin bir uykuda olduğunu zannetmiş. Sobayı alıp çıkmış sessizce. Bir sonraki gün cenazesi Erzurum’a götürülürken haberdar oldum ben de... O gün hiçbir iş yapmak istemedim. Dalgın dalgın oyunlar oynadım bilgisayarda. Bir ara bilgisayara bir disket takmaya çalışırken, içerde başka bir disket kaldığını far kettim. Çıkardım; benim değildi bu... Merakımı yenemedim, tekrar yerleştirdim disketi; “hikaye” adıyla, tek bir dosya kaydedilmişti. Dosyanın ismi, özel bir mektup olduğu fikrini desteklemiyordu, ama gene de kararsız, ikircikli, suçlu düşüncelerle açtım. İlhan’ın kız arkaMavi Öyküler -
16
daşına gönderdiği öykü ile mektup karışımı metin işte buydu... Başlığı, vaadname gibi bir şeydi: “Öyküler Yazacağım...” Nevi şahsına münhasır bu dostumun, özel bir mektupta böyle bir başlık kullanmasına hiç şaşırmadım. Buna rağmen mektubu okumam için beni dürten tutkulara yenik düştüm. Okudum... “Öyküler Yazacağım... Öyküler yazacağım Serê, kelimelerim olacak, onlarla kuracağım öykülerimi... nasıl kelimeler mi dedin?.. bilmiyorum Serê, bilmiyorum açıkçası... yazacağım işte... gerçeküstü mü, soyut mu, tasvir mi, imgeleme yüklenmiş metinler mi, bilmiyorum... şiirsel mi, destansı mı, bilmiyorum... lirik mi, epik mi olacak, soğuk mu sıcak mı, asık suratlı mı neşeli mi olacak bilmiyorum... kentliye mi köylüye mi, yılgın edebiyat takipçilerine mi yoksa, bu dünyayla hesabı olan ‘serseri’lere mi yazacağım, bilmiyorum gerçekten... beynelmilel mi olsun yerel mi, kürdili hicazkar mı bunu da bilmiyorum... neyi vurgulasın, hangi dolayımları kurup neyi amaçlasın mı?.. inan bilmiyorum... mahcubum biriciğim... mahcup, kara cahilim anlaşıldı; şimdiden, daha siftahsızken mağlubum... yazamayacak mıyım sence?.. piyasaya çıkaramayacak mıyım bu öyküleri dedin?.. okunmayacak mı dedin?.. okunsun diye yazacağım ama piyasayı bilmiyorum Serê... edebiyatçılar beğenir mi, bilmiyorum... eleştiri yapılıp, kaç baskı çıkacağını da bilmiyorum... ‘Sen de hiçbir şey bilmiyorsun’ mu dedin?.. böyle konuşurken bilmiyorum inan, aklım karışıyor, ne cevap vereceğimi şaşırıyorum... İstersen şöyle yapalım Serê; ben sadece bildiklerimi söyleyeyim... Öyküler yazacağım Serê... hikayeler yazacağım... gerçeği, üstünü, imgesini bir tarafa bırakıp iki dakika dinleyemez misin beni... varsayalım ki Serêm, edebiyatçılar görmeyecek ayıplarımızı, ayıp ettiğimizi bilmeyeceğiz biz de... kimse bilmeyecek... ödüllere alıştırmayacağız kendimizi, kimse tarafından sınanmayacağız, otoriteler bihaber olacak bizden... başka diller, başka uluslar, başka kültürlerin edebiyat okuyanlarına, yazar sevenle17
- Mavi Öyküler
rine bulaştırmayacağız yazılarımızı... Öyküler yazacağım, hikayeler yani... Politika, iktisat, bilimler, felsefeler, üniversite kürsüleri, yayınevlerini unutamaz mısın bir yol... bak gel yamacıma iliş Serê... dinle beni bir kere olsun... Öyküler yazacağım... insanlarım olacak benimle birlikte, dünyalarım... hepimizin dünyası olacak... hepimizin mekanları, hepimizin renkleri, hepimizin soğukları, sıcakları, ekmeğimiz, fırınımız, olacak; mağaramız, sığınağımız, binalarımız, silahlarımız, kitaplarımız, kelimelerimiz olacak bunların içinde... duygular gelip yerini alacak... kelimeler dizilecek birbiri peşine... harfler halay çekecek, acılar keskin, acılar ferah bir bahar günü gibi girecek öykülerin içine... duygular uçuşacak, heyecanlar kabaracak, aşıklar öpüşecek, sevişmeler olacak... ama kelimeler nasıl?.. hangi kelimelerle yazacağımı karıştırıyorum hep... kelimeler bıçak gibi diyor bazıları, bir üzüm yaprağı gibi olsun diyenler de var... hatta renkli, çiçekli olsun diyenler de... İnanmazsın ama, kelimelerim olacak gerçekten... acısı da, şerbetlisi de olacak, gelip insanın yanağını okşayan kelimelerim de olacak... öyle düşünüyorum... Öyküler yazacağım Serê, inat ettim bir kere yazacağım... bu inat bu murattır, baş koydum, yazacağım... düşeceğim peşine öykülerin... taş kesip yıkılacağım bazı yerlerde... taş kesip donacak sözcükler... harfler, zınk diye çakılıp kalacak gözbebeklerime... Gene de öyküler yazacağım ama, köz gibi olacak, kor gibi tutuşup yanacak için için öyküler... alevler, dumanlar tütecek, kokusu arş-u alamı saracak... öyle bir yakacağım ki öykülerimi, öyle bir içten kavrulacak ki korlar, dünyanın en uzağa işeyen edebiyatçısı dahi şansını denese, beceremeyecek, söndüremeyecek öykülerimi... gülüyorsun bana biliyorum... ukala diyorsun, haddini bilmez diyorsun... hafiften, hayır açık açık kaçırdığımı düşünüyorsun biliyorum... belki de doğrudur, bundan emin değilim, ama bak ağlıyorum ben... ben sadece kirpiklerimde Mavi Öyküler -
18
tutunamayan, yanağıma doğru kendini bırakan şu damlacığın erdemine sarılmasını biliyorum, becerebildiğim budur sadece... sen yine de bakma bana öyle, sadece acınacak bir şey değil benim çabam, neden güvenmiyorsun bana... Öyküler yazacağım, güven bana... yeri, göğü, rengi, kokusu, tadı, zemherisi, cümbüşü, teyyaresi, tomahawkı, açlığı, namusu, şehidi, gazisi, maniği, depresifi, şizofrenisi, dehası olacak öykülerimin... kuşlar cıvıldayacak, renkler gülecek, kokular ritimlere sızacak... bunları yazacağım... yoksulluğum olacak, zenginliğim de... posta trenlerinde ayaklarım şişecek, geniş tarlalarda kırılacak belim burkum... ırgat olacağım öykülerimin içinde, neo-liberal tezleri tartışacağım kürsülere karşı... Kaxis Axa’nın bağlamasında perde, Feqiya Teyran’ın gırtlağındaki ses teli olacağım... Cigerxwin’in kaleminde boya, ya da Arif’in okyanusunda bir kibrit çöpü... canlı nesillerin dramını, işte böyle sırtlanıp taşıyacağım hikayelerime... nihilizme küfürler savurup, sahici anarşistlerle yatıp kalkacağım... Kentlerde, parklarda sürteceğim... şarabı besmelesiz içip, Nusaybin sokaklarında yürüyeceğim her gün... içim geçecek soğuk gecelerde, ama ben öyküler yazacağım... dertlerim, safranlarım olacak, kusacağım... bir torbanın içine koyup sonra, edebiyatçılar cemaatinin tam ortasına boca edeceğim... Öyküler yazacağım; şakaklarım zonklayıp, sakallarım uzayacak... midem delinecek sonra, ciğerlerim küsüp pörsüyecekler... tekinsiz kelimelerle sevişip, kutsal hukukun kalem kıran ayetlerine edeceğim; suratı büzüşecek kolalı yakasıyla kürsüye kurulu adamın... Bense, bu tımarhane hücresine benzer resmi kurumları takmayacağım hiçbir zaman... Sonra öyküler yazacağım Serê, bitanem... inan bana yazacağım bu hikayeleri... beni seviyorsan, ne olur bir dinle... Öyküler yazacağım bak, kulağını ver bir bana... buz gibi bir odam var biliyorsun, pek sevimsiz... eksili soğuklarda ısıtamayınca parmaklarımı, yorganın altına giriyorum biliyorsun... ama bu öyküleri yazmadan önce yorganımı yakıp ısınacağım... sonra, 19
- Mavi Öyküler
damarlarım kesilecek soğuktan, kristal birer sicim olacaklar yazarken ben... ama beni durdurmalarına izin vermeyeceğim... yanağımdan süzülen aha bu suyun derinliklerindeki kederli tarihi yazıyor olacağım çünkü... çimenlerle nişan kıymış gençlerin şehvetli, tutkulu ufuklarını çizeceğim bu öykülerde... ufuk çizgisi diye, kızların gözüne çektiği sürme gibi ince, serin çizgiler dolayacağım öykülerime... ayrılıkların şiiri, hasretin geçit vermez dağ zirveleri cana gelecek bu öykülerimde... Fakat ben öyküler yazacağım gözbebeğim, hele bir dinle beni bak, nedir bu umursamazlığın, kayıtsızlığın... sonra bak, çocukları seversin sen, bilirim... “zaaflarımı yakalayıp lafa tutuyor beni” demeyesin ne olur... çocukları yazacağım; boy boy çocuklarım olacak, çocuklar doğuracağım insanlarıma, onların perişanlıkları ölüm fermanım olacak fakat... bir tırnak acıları bile divane edecek, tımarhanelere düşürecek beni biliyorum ama, yoksunluklarını, acılarını yazacağım gene de... ve düşün ki cigerparem, bu çocuklarım, katlime ferman gibi mayına basacaklar, şarapneller söndürecek minik bedenlerini... yasak yaylalardaki çadırlarda, Çukurova’nın tarlalarında, yırtık giysileriyle, utançtan kızarmış pembe yanaklarıyla okul sıralarında anlatacağım onları... sevgi sevgi öreceğim çocuk dünyalarını bu hikayelerde... babası dağda vurulmuş küçük kızlar büyürken, Diyarbekir sokaklarında büyürken hem de, muhkem kuvvetlerin kucağına düşüşlerinin trajedisini görmezden gelmeyeceğim inan... bu hikayeleri saklamayacağım; vicdanım, vicdanlar örselenmesin diye tuzun kokmasından korkmayacağım... arsızlığı başıma taç diye takıp, kokmuş tuzun kokusunu tasvir edeceğim bir bir... sonra varsın şeytan taşlar gibi taşlasınlar, recmetsinler beni... ki ben, üst üste yaşayan aileleri, gelinleri, kaynanaları, kocaları, kardeşleri, tek göz evlerde eşler arasındaki edepsiz sataşmaların imgelerini bulup yedireceğim bu öykülere... Lakin işte edebiyatın ‘güzel’i nedir bilmiyorum ben... metinlerdeki estetik değerden, metinler arası ilişkilerden, analitik kurgulardan, gelişmiş yaratıcı yazma tekniklerinden çakmıyor dar kafam, bunu inkar etmiyorum bak... edebiyat dehaları dünya klasiklerini devirdiklerinde, ben, ot yüklü arabada öküzlerin Mavi Öyküler -
20
önünde gitmeyi, yokuş aşağı öküze ‘baş tutturmasını’ ne zaman becereceğimi hayal ediyor, rüyalarımda buna benzer şeyler görüyordum; okumak, yazmak ne laf ki; kendi dilimle şimdi yazdığım aha şu dilin ayırdına bile varamamıştım daha... Klasikleri devirmiş, teknikleri bilen, yeteneği, becerisi üstün insanlar var biliyorum; benim yazdıklarım onların yanında el pençe divan duramaz; ama ben hiçbir zaman, hiçbir şey anlamadığım şu ‘edebi değer’ dedikleri şeyin peşine takılmadım ki zaten... hiç takılmayacağım da... bildiğimiz ‘edebiyat’, umurumda değil zaten Serêm... ‘ya derdin ne senin’ diyorsun, duyuyorum... benim derdim mi beynimin ışığı?.. benim derdim; estetiği bütün bağlantılarından kopartarak kendi içinde bir amaç haline getiren edebiyat biçiminin yakasına yapışmaktır... benim derdim mi ruhumun feri?.. benim derdim; dünyayı yöneten ahlaksız aklın, dünyanın ıstırabını çeken iyi yürekli ama sefil bilinç üzerindeki tahakkümüne meydan okumak; bu meydan okumanın erdemleriyle yüklü metinleri örmektir ilmek ilmek... fakat olur ya bu uğurda sözcükler, kelimeler bana ihanetini esirgemezse, olur ya köşe bucak gizlenecek olurlarsa benden, takatsiz kavrayışıma pinti davranırlarsa eğer, ne yapacağımı planladım şimdiden; etlerimi dilim dilim kesip, bulamadığım kelimelerin yerine ekleyeceğim... ve ne pahasına olursa olsun, şu karmaşık kürenin milyon çeşit zulmü, milyon çeşit yabancılaşması, milyon çeşit paradoksunun onurumuza dercettiği katran karası lekeleri kopartıp göstereceğim cümle aleme... yazdığım öykülere biraz vicdan, biraz namus, biraz da bir türlü (belki kaza eseri bir türlü) görülmeyen zehirli ısırıkların yaralarını serpiştireceğim... bizim kimsesiz kederlerimizi yani... yoksa bu adamlar, bu yetenekli, mahir insanlar yazı dünyasında varken ne diye yazmaya kalkışayım ki, deli miyim?!.. Haa, evet, kor ateşleri gibi için için yanacak bu öyküler demiştim ya, işte öyle yanacağım ben de... bir alev tutuşacak önce soğuk bedenimin derinliklerinde, Dicle’nin sularına sığınacağım... ülkemin ırmakları boyumu aşacak o zaman... bir mağara olacağım misal; kuytu, şefkatli, babacan bir mağara... kol kanat gereceğim gençlere... sonra ılık bahar günlerinde yemyeşil bir ova... 21
- Mavi Öyküler
yağmuru yemiş, usul usul sindiriyor olacağım mevsimleri... ve karanlık bastığında, müfrezeler sardığında dört bir koldan, işte o zaman, ‘teslim ol! ihtarına silahla karşılık verilmesi üzerine, açılan ateş sonucu ölü ele geçirileceğim...’ bültenler böyle söyleyecek hikayelerimde, beni böyle anlatacaklar... edebiyatın alanına girmeyecek ama bu kısımlar... edebiyatçılar, o akşam, evlerindeki bu haber saatini bulaştırmayacaklar metinlerine... Ama ben yine de yazacağım; öyküler, hikayeler yazacağım... çürümenin, yozlaşmanın, köleliğin soyağacını tırmalayacağım bıkmadan... iğdiş edilmiş özgürlükleri, ırzına geçilen devrimciliği, ‘solcu barları’nı, edebiyat çetelerini, medyanın alçaklıklarını, her gün kendi elimizle başımıza diktiğimiz iktidarları, kadını, erkeği, eşcinseli, dilenciyi... burjuvayı, yoksulu, imamı, orospuyu... kerhaneleri, hastaneleri, okulları, dağbaşlarını, denizleri... bankaları, fason atölyelerini, kimlik kontrollerini, AB demokrasilerini, sivil toplumu, dilleri, dinleri, halk ekmekleri, baloları, mafyayı, ekonomileri, alçı sıva ustalarını, borsa aracı kurum uzmanlarını... kahırları, aldatmaları, aşk ateşini, namus yıkımlarını, cinayetleri, cezaevlerinin lağımlı hücrelerini yazacağım... Daha neler neler, ne öyküler yazacağım... Yazacağım, yeter ki sen sev beni... 31.12.03 08:29 ” Mektubu bitirdim, gördüm ki; başlığı gibi mektubun kendisi de, O’nun hayalperestliğine, kendince bir manifesto gibi yaşadığı yaşamına ve sürekli uçuk projelerle dolu dünyasına denk düşüyordu. Arkama yaslandım, kendime gelemedim bir süre... Bir garabetin içinde boğulmak üzere olduğumu fark ettim; sonra kendi kendime sordum: Neye üzülüyordum ben şimdi? Bir dostumu kaybettiğime mi, yoksa henüz yazılmamış, yazılamayacak bu öykülere mi? Hiç birinden emin değildim... Hatta bu dostumu gerçekten kaybettim mi, bu öyküler yazılmaMavi Öyküler -
22
yacak mı; bunun bile o kadar belirgin olmadığını düşünüyorum şimdi...
p
“VE TAŞ İLE ÇEKİÇ ARASINDA KALAN ET PARÇASIYDI KALP...” “An” - Koray Atak Uçmaya hazırlanmak gibi, yerde biraz süründükten sonra. Şöyle elastiki olan şeffaf kanatlardan almalı bir çift. Dün gece bir kelebek rüyasında beni gördü, bir örümcek beni ördü yeni taşındığı tavan arasında. O tavan arasında, sızan ışığın altında durmaktaydı yıllardır o sandık. Artık öldü sandığımız şeyleri kaldırdığımız mezarlıktaki tabuttu bir sandık, üzeri toz battaniyeli. Ama yanıldık. Canlıydı tüm nesneler ve tanımak Pinokyo’yu arttırırdı Geppeto’ya ve ağaçlara olan saygımı. Naftalinin baş döndürücü ritmiyle ördü dün gece beni bir örümcek, yeni taşındığı sandığın içindeki bir gelinliğe nakış olayım diye. Albenili beyaz nilüferin içinde sunulan koklanmamış gül imajı yaratmak içindi “beyaz gelinlikler”. Sonra ise gözyaşına gökyüzü gibi mendil olurlardı bir sandığın içinde. Işıltılı bir gecede taze bir bedene koza olmuşlardı oysa zamanında, o beden bir süre renkli kanatlarıyla süzülmüştü dağların tepelerin üzerinden, deniz ve göllere doğru ve boğulmuştu sonra, dipteki yaldızlı taşları toplama sevdasıyla “An” durmazdı çünkü. An arkaya bakma gereği duyulduğunda dağılıveren bir un kurabiyesiydi. Ve karıncalar her dem hazırdı gökyüzünden serpilecek lezzetli katı yağmurlara. Artık ardına bakma gereği bile duymayacaktı kadın. Belki gözyaşı bezleri paçavraya döndüğü için, belki de değişim için yorgun olduğu için. Ve için için ağlıyordu bir örümcek beni beyaz bir gelinliğin tam da kalbinin üzerine, dün gece. Ah şu arkaya bakışlar, kaçamak ya da iç geçirerek. Çoktan şekillenmiş ve taşlaşmış olan geçmişe vurulan çekiç darbeleriydi bazen gözler; 23
- Mavi Öyküler
Ve taş ile çekiç arasında kalan et parçasıydı kalp. Doğru yerde miyim hayatta, bu yol benim mi, yoksa avucumun içindeki ince çizgilerden birinin üzerindeki karınca mıyım? Acaba? Önce minik harflerle doğan, ardından tüm omurganı kaplayarak dengeni sinüs eğrileriyle dalgalandıran karmaşık bir “abc”. Mekanize olmuş tüm naftalin taneleri ipe dizilmiş halde taşınıyorlarmış karınca sırtlarında, sandığın dışına açılan delikten kaybolmak üzere. Ve beyaz dantelli ovada ilerlerken çıkışa doğru, zamanında altında sevgi atan yumrunun olduğu eski tepeye geldiklerinde “an” durmuş. Çıt çıt etmiş ve kırılmış parça parça, altı bacaklı bir ustanın örgüsünün üzerine yağmış. Tek hatırladığım ya da sandığım, sandığın anahtar deliğinde ağzında bir parça kristalle gün ışığına çıkan bir karıncaydım. Bunca yolculuktan sonra ve o ölümden. Ağzımdaki billur ışıldı ışıldı, içeriye süzülen altıgen ışık altında.
p
“VE BENEKLİ BİR TÜY KOPUP DÜŞTÜ…” “Ter Mevsiminin Çocukları” | Ömer Leventoğlu Hırpalanan ellerimizin buruk kıvrımlarında yorulur kamyonetler. Köhneleşir… Eskir tekerleri. Buz gibi, düz… Ve döküntü bir kamyonetin kırık kasasından kayarak düşerim ben. Korkmam! Kokarım fakat… Tıpkı bir ceset gibi… Adamakıllı. Hava sıcak olur çünkü. Ter mevsimidir çünkü… Onun çocuklarıyız biz. “Ter mevsiminin çocukları!..” Alın teri, bilek teri, saç diplerinde ter, gözlerin oyuğunda, ellerin ayasında, avuçta, karın boşluğunda, şakağımda ter… Ve derler ki bize, “Sizin öfkeniz hafiftir. Gıdım gıdım birikir tarla kenarlarında ve sadece size yeter.” Aniden olup biter her şey. Hesapsız bir fren… Harap bir karoser sallanır aniden. İşte o apansız çarpmanın etkisiyle gelir beyin kanaması. Hiç kimsede suç bulunamaz fakat. Sekizde sekiz. Mavi Öyküler -
24
Ölen biziz. Kafamızı çarpar, kaybederiz hep. Kaybolur, gideriz. Soba soğuk. Bedenimiz soğuk. Işıksız gözlerdeki o donuk emirlerle toplarlar bizi, ilkbahara beş kala… Ve düşeriz yollara. Şafak vakti, tan vakti tutulur denklerimiz. Demir kancalar üşütür parmaklarımızı. Dını nını, dını nını, dını nını… Gırn! Gırn! Gırn!.. Çalışır kamyon. Yolda rüzgar… Ve yürek çarpıntılarımızdan aldığımız hızla, esip geçeriz içinden rüzgarın. Dağı, virajları, evleri, ağaçları, camlı bölmeleri, vitrinleri görürüz yolda. Onlar da bizi… Şehirlerin ışıkları kamaştırır gözlerimizi. Bakarız… Ama ne kamaşma! Güleriz… Sonra kısık kirpiklerimizin arasında titretir, ters çeviririz görüntüleri. Bir gözümüzü kapatır, diğeriyle seçeriz yol şeritlerini. Çizgi, çizgi, çizgi, çizgi… Biz onlardan hızlı gideriz ama… Sessiz, yağ gibi kayarız şeritlerin üzerinden. Geçeriz… Adım Hiva benim. Ter mevsiminin çocuğuyum. Yerinde durmayan huysuz bir hızmaya benzer bizim hikayemiz. Anamın hızması gibi… Düşeriz hep. Her mevsim, bir tarlada ölürüz o yüzden. Ve ter mevsiminde beceriklidir ellerimiz. Pamuğun yumağını, fındığın topağını en iyi biz bağlarız. Bir mevsim dolaşabildim ben bu tarlalarda. Yolları gördüm, kıvrım kıvrımdılar… Ovaları geçtik bir bir, başak başaktı ekinler. Çalıştık… Çapa vurduk. İki elimizle tuttuk sapından kazmanın. Gezdik… Yağ, pas içinde kaldık posta trenlerinde, davul gibi şişti kavruk bedenlerimiz. Ağır yüklerimiz ve tedirgin yüreklerimizle bekledik istasyonlarda. İstasyonlara baktık uzun uzun. Büyük duvarları, garları, arabaları, güzel pınarları, insanları ve insanları gördük. Sonra kamyonetler… Çirkin pençeleri ve gürültülü sesleri vardı kamyonetlerin. Zeytinliklere götürürdü hep bizi kamyonetler. Çadırlar kurduk sonra toprağın bağrına. Eştik, kazdık, okşadık toprağı. Bıcır bıcır ellerimiz karıncalandı zeytin yapraklarına dokunurken. Bostanlarda oynadık, küçük, mimi minnacık evler yaptık yol kenarlarına. 25
- Mavi Öyküler
Pembeyi öğrendim bir de… Tarlanın kenarında. Pembe duvarlı bir ev… Kardeşime bakardım ben bu evin bahçesinde. Hep sırtımda… Kucağıma alırdım ama ağladığında. Kucağıma alırdım ne zaman ağlasa. Pembeli evin hayatında… Sonra hızlı arabalar gördük, geçiyorlardı yolları. Nefes aldık o yollarda, nefes verdik. İlkini, sonunu bilemedik nefeslerin… Bilmiyorum ki nefes mi aldık, nefes mi verdik yola, kravatlı bi adam geldi sonra başımıza, yola çıktığımız o günün akşam karanlığında. Başka adamlar, başka kadınlar da vardı yanında… Üzerindeki ters yazılarıyla, ilk kez duyduğum o sesi çıkaran beyaz bir minibüs getirdi onları. Korkunçtu minibüsün sesi. İrkildi herkes, her biri bir yana çekildi. Ve yardı kalabalığı araba, tam önümde durdu. Sırtında ışıl ışıl dönerli renkleriyle bir güvencin göğsüne benziyordu. Sonra bir kuş irkti bu sesten. Uçtu… Can havliyle yol kenarına kaçıştı karıncanın biri. Kirli yol şeritleri, damla damla sıcak kanın dokunuşuyla ürpermişti… Ve benekli bir tüy kopup düştü sonra kuşun kanadından. Ne kadar da güzel uçuşuyordu bu tüy bu havada böyle. Bir o yanaaa, bir bu yana. Salınaaa salına. Oynayaaa oynaya… Kimse bakmadı, kimse ses etmedi tüye. Dokunmadı kimse. Gören olmadı belki de. Bir ben… Belki de sadece ben gördüm, bakmıyordu kimse benden öteye. Beyaz gömlekli bir adam indi sonra minibüsten. Fakat artık soğumuştu beden. Hiç üşümemiş, ama soğumuştum ben. Hırpalanan ellerimizin buruk kıvrımlarında yorulmuştu kamyonetimiz. Köhneleşmişti. Eskimişti çehresi. Düzleşmişti tekerler, “buz gibi” demişti şoför amca, “buz gibi eriyor bu tekerler…” Buzda kayar gibi kaymıştık sonra köprüden. Tutmamıştı frenler. Ve döküntü bir kamyonetin kırık kasasından kayarak düşmüştüm ben. Korkmamıştım ama. Kokmuştum az sonra… Tıpkı bir ceset gibi… Adamakıllı kokmuştum. Hava sıcaktı çünkü. Mavi Öyküler -
26
Ter mevsimiydi. Ve onun çocuklarıydık biz. “Ter mevsiminin çocukları!..” Alın teri, bilek teri, saç diplerinde ter, gözlerin oyuğunda, ellerin ayasında, avuçta, karın boşluğunda, şakağımda ter… Sessizce ağlarken anam, sigara içerken babam, anladım ki hafif değildir bizim öfkemiz… Anladım ki, gıdım gıdım tarla kenarlarında biriken bu öfkeler, sadece bize değil, o kuşun kanadından savrulup düşen tüyü görmeyenlere de yeter…
p
“EYLEMSİZLİK İYİLİĞİ ÖLDÜRÜR...” “Tina’nın Ruhu” - Hasan Uygun Son beş saati şekerlemeyle geçen on beş saatlik uykudan ramazan davulu gibi şişen gözlerini, mikrop merkezi halini almış kirli tırnaklarıyla kaşıyarak uyandı. Sidik kesesi patlayacak gibiydi. Kafasının içinde on beş saattir katırlar tepişmiş de onun yorgunluğu varmış gibi beyni zonkluyordu. Yatağın etrafındaki boş bira şişelerine bakıldığında ise aslında kafasının içinde tepişenlerin katırlar olmadığı gayet iyi anlaşılıyordu. Vücudunu tamamen gizleyen kirli yorganı aralayıp başını dışarı çıkardı. El yordamıyla bulabildiği bir çift terliği kendine çekerek ayaklarına geçirdi. Ayaklarını sürüyerek tuvalete yollandı. Ellerine donuna götürerek aletini çıkardı. Sidik kesesinden gelip aletinin ucundan akan ve yakan sidiğin klozete çarpıp çıkardığı şarıltıya kendini kaptırmış aynaya bakarken, karşısında “o” duruyormuş gibi birden irkildi. Banyonun içerisinde öteye beriye atılmış şeylere, kapağı açık unutulmuş ve ortadan sıkılmış diş macunu tüpüne, lavabonun ağzını tıkayan kıllara; banyonun girişinden klozete uzanan, dar bir şerit halindeki kurumuş kusmuklara, çamaşır sepetine baktı. Çamaşır sepetinden sarkan kirlilerin içinden pis bir donu eline aldı. Tül gibi incecik donun kenarları aybaşı kanamasından ötürü sertleşmiş kırmızımsı bir renk almıştı. Tiksinerek gerisin geri sepete fırlattı. “Kadınlar, hep aynı,” diye geçirdi içinden. 27
- Mavi Öyküler
Aybaşları gelince kanarlar! Yatak odasına seğirtti. Komodinin çekmecelerini karıştırdı. Hayal kırıklığı içinde, sinirli el hareketleriyle çekmeceleri kapatıp, komodine bir tekme savurdu. -Adi orospu, yine bütün paraları götürmüş. Acıyan ayağını iki eliyle tutarak, tek ayağıyla seke seke tekrar yatağa uzandı. -Tatlı Tinacığımın ruhu donları gibi... -Öyle mi diyorsun? -Evet! -Ya senin ruhun? -Ne olmuş benim ruhuma, ben en azından hiçbir şey yapmıyorum. Eylemsizlik iyiliği öldürür ama kötülük de hiç doğmamış olur. -Heyy babalık, bırak da içelim. Şimdi felsefenin sırası değil! Yan masada headbeang yapan ve ona çenesini kapamasını söyleyen siyah saçları kıçında, vücutlarının muhtelif yerlerindeki gümüş takılarla seyyar gümüşçüleri andıran iki gence takıldı gözleri. Osuruk sesine benzeyen bu ses onlardan mı çıktı, dercesine. Şu karı kılıklı ibnelerin kıçlarına birer tekme savursam hiç fena olmayacak, diye düşündü. Ama o anda masadan kalkmak ve onların yanlarına kadar gitmek, onun için o kadar zor bir eylemdi ki; bunu göze alamadı. Hem sonra “şunları pataklayayım” derken, kendi kıçına tekmeyi yemeyeceğinden de emin olamazdı. “Fear Of The Dark”, Iron Maiden ateşliyordu silahı. Müzikle birlikte karanlığa gömülmek isteyen onlarca insanın ortasında, kendi karanlığının korkusunda boğuluyordu sanki. Bir an düşündü; karanlığın korkusu. Sanırım tek başınayım bu yolda, diye geçirdi içinden; ışıksız karanlık bir yol. Cennete varmak için daha çok yol vardı. Barın duvarına Bukowski’nin bir şiiri çerçeveletilip asılmış ona takıldı gözleri sonra… “Sanırım içmek eylemi, Her sabah tekrar hayata dönülebilen Mavi Öyküler -
28
Ve her gece tekrarlanan Bir intihar biçimidir.” diyor. Şiiri okuyunca, bugün “Tatlı Tina’cığına” henüz bir şey yazmadığını hatırladı. Fakat onun için aklına hiç de güzel şeyler gelmiyordu. Mesela; “ Karanfil kokulu kumral saçlarına her dokunuşum, İçimde intiharları barındıran bir eylem, Ki, yaşamak için tek nedenim Nehirlerin ışıltılı sularında yıkanan Süt beyazı tatlı tenin.” diyemiyordu. Sabahki görüntü -kanlı donlar- gözünün önünden gitmek bilmiyordu bir türlü. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı. Uyku ile uyanıklık arası, kısa süreli dalgınlığında gördüğü rüyanın etkisini dağıtmak için, kalkıp perdeleri araladı. Pencereyi açtı... Pencerenin dibine dayadığı sandalyeye oturarak başını pervaza dayadı. Bir sigara yakarak kalabalık sokağı seyre daldı. Dışarıda ne olduğunu anlayamadığı anlamsız bir koşuşturma vardı. İnsanların gözlerinden okunan telaş, onların deli gibi sağa sola anlamsızsa koşuşturmaları ne kadar da uzaktı ona. Saatine baktı: “Vay be saat üç olmuş,” dedi. Demek ki dört saat sonra Tina’cığı gelecekti ve o henüz hiçbir şey yazamamıştı. Eski bir gazeteyi alıp eskiden bej rengi olan tekli koltuğa gömüldü. İş ilanları olan sayfaları büyük bir özenle satır satır inceledi. Dikkatini çekenleri elindeki kırmızı kalemle daire içine alarak işaretledi. Daha sonra işaretlediklerini ajandasına geçirdi. Defteri şöyle bir karıştırdı, yarısından fazlası iş ilanlarıyla ilgili telefon, adres vs. bilgisiyle dolmuştu. “Ama işte,” diyecekti Tina’cığına; “bana bağırıp çağırmakla haksızlık ettiğini biliyorsun değil mi?” “Nereden biliyorsun bütün gün yatağın içinde uyuz bir köpekçik gibi, kıçımı kaşıyarak yattığımı? Bana inanmıyorsan şu deftere bak” Sonra Tina’cık deftere bakacak; “Evet, bugün yenileri eklenmiş. Ama nereden bilebilirim bunların da diğerleri gibi öylesine ya29
- Mavi Öyküler
zılmış şeyler olmadığını.” Bunun üzerine o da, yorgunluktan(!) şişen ayaklarını gösterecek, o kocaman göbekli adamların karşısında, ellerini önüne kavuşturmuş sessiz uysal bir bakışla, ağızlarından çıkacak sihirli kelimeyi beklerken heyecandan nasıl tir tir titrediğini, yine o adamların karşısındaymış gibi taklit ederek Tina’cığını güldürecek; Tina’cık da, onunla dalga geçmemesini söyleyerek onu azarlayacak, ama her şeye rağmen yine de onu bara davet edip bira ısmarlayacaktı. Gömüldüğü koltuktan kedi gibi sürünerek doğrulmaya çalıştı. Bütün eklem yerleri yağlanmamış bir kapı menteşesi gibi, gacır gucur sinir bozucu sesler çıkarıyordu. Odanın içinde bir-iki adımladı, tekrar saatine baktı: Beşe geliyordu. Heyecan ve korkuyla okuması gereken şiiri henüz yazmadığını hatırladı. “Tinacığımın ruhu, donları gibi Baktıkça midemi bulandırır. Satılık ruhu onun, Kocaman göbekli adamlarla yatar Sidik kokularını çeker burnuna. Tinacığım ruhunu satar Günde sekiz saat.” Kalemi elinden bırakıp şiiri bir daha gözden geçirdi: “Çok güzel olmuş,” dedi mırıldanarak...
p
“TÜM DOĞANLAR, ÖLMEYE HAK KAZANANLARDIR ASLINDA” “Bebek” - Koray Atak Şşşşt. Susun artık. Uyandırmayın beni. Ve daha uyumak istiyorum uzunca bir süre. İtilmek istemiyorum dışarıya; içinize doğmak, doğrulmak istemiyorum. Yalnızım ve huzur verici bu. Sıcak burası ve müziklerin en güzeli var kulağımda, kalp atışlaMavi Öyküler -
30
rı. Hiçbir şeye sahip değilim, çünkü kölelik gerektirir sahibiyet. Ne isteyebilir, ne dileyebilirim ki? Yaşamım rengârenk bulutsu rüyalardan ibaret. Dünyamda olmayan hangi mutluluğu verebilirsiniz ki bana? Aşk? En yücesine sahibim... Yakınım sizden daha fazla, yaratıcıma. Dileklerinizin cini para? Ki o lamba, rendelerle kaplıdır aslında, siz ovaladıkça, kemiklerinize kadar lime lime olursunuz sonunda. Bir araba, bir ev, bir yazlık? Yazlığım, kışlığım burası benim. Kirası ise bedenim. Bir televizyon mu vereceksiniz bana: kitlesel uyuşturucunuzdan. Bir çamaşır makinesi: görüntünüzün kirlerden arınması için. Buzdolabınız: sürekli o havayı solumanızı sağlayan besinleri, vücudunuz için koruyan. Ve bir mikrodalga fırın: sonu yok çünkü bunun. Tümü, yaşamınızı buradan alıp da dışarıda devam ettirebilmeniz, acizliğinizi kapatabilmeniz için... Neden köle edeyim bir kez doğan beni yara bantları için? Yalnızım ve tekim. Herkesin yaşam içinde ulaşmak istediği gibi. Ve birim tanrımla ve besleyenimle. Bana dünyamda olmayan hangi mutluluğu verebilirsiniz ki? Almadan vermesini bilmeyen, etinizden, ruhunuzdan parça koparmadıkça önünüze incik boncuklu bir tas koymayan bir âlemin uğultusu geliyor bazen, etten duvarımın bu yakasına, tasasız yaşamımın tam ortasına. Ve bana, “Gel dışarıya oynayalım,” diyorsunuz utanmadan. Kafamı uzattığımda onu sımsıkı kavrayacak, çekiştirecek, onu avucunuza alacak, bana ilk dokunuşunuzla belli edeceğiniz üzere tüm hayatım boyunca fikirlerimi kısıtlayacak, beynimi kıstıracak, kendi çerçevenize bir ölüdoğa yapmaya çalışacaksınız. Benden uçsuz bucaksız bir karanlığa adım atmamı istiyorsunuz, tüm beyazlığımla. Siz kimsiniz kuzum? Siz, zamanında ben olan bir başkası, siz bir yabancılar ordusu. Dışarı çıkarsam, minik popoma şaplaklar atıldığında ağlamam bu yüzdendir, bir ağıttır koparılmışlığa, bir ağıttır asla olmayacak bir meyvaya. Bu yüzden ağlarım günler boyu... ve uyandırmaya çalışırım sizleri de, bölerek gece yarılarında uykularınızı çığlıklarımla. Anlamaz, meme tutuşturur ağzıma, elime çıngırak verirsiniz. Sağa sola deli gibi sallar, uyutmaya çalışırsınız. Öyleyse niye uyandırdınız?... Yorulur minik bedenim, döner başım, kapatırım gözlerimi. Gözlerim göz kapaklarımda, göz kapaklarımda geldiğim yerin yalın kızıllığı. Ben mutluyum içe31
- Mavi Öyküler
ride, mutlu ve huzurlu. Bazen melemeler işitiyorum dışarıdan, uğultuya dönüşen melemeler, boynunuz bükük ve her an hazır kenarı yapay mutluluklarla simli bıçağın altına yatmaya, yazık, çok yazık... Tüm doğanlar, ölmeye hak kazananlardır aslında. Neden kalamıyorum burada. Bu sıcak ve güvenli odada. Benim levham bomboş ve huzurla cilalanmış. Çizildikçe nasırlaşır kalbim, biliyorum, çünkü duyuyorum. Neden dışarıdaki kalın zımpara gidiş gelişleriyle kanatayım bunu, neden? Yalnızım, yalınım, huzurluyum. İyisi mi siz beni rahat bırakın ve bensiz devam edin oyununuza. Bir daha rahatsız edilmemek umuduyla... Gölge ile gerçeğinin buluştuğu yerden doğdu yazı, antik gecelerin mum aydınlatmalı odalarında. Gölge ile aslının ayrıldığı yerde, bitti... her yazı.
p
“OLAN DA, OLMAYAN DA BU CANDADIR...” “Ben Ermeniyim, Onun Yakınıyım” - Akın Olgun Okul dağıldığında öğrenciler ellerinde karneler ve aldıkları notların hiçbir önemi yokmuşçasına, çılgınca koşturarak okuldan çıkıyorlardı. Hepsi neşeli ve hepsinin yüzü gülüyordu. Ta ki, okulun bahçe kapısından dışarı adımlarını attıkları ana kadar. Ellerindeki karneleri neşeyle sallayan bu çocuklar, bahçe kapısından dışarı çıktıkları anda, sanki hayata atılmayı bekleyen gençlerin “şimdi ne olacak“ endişesini üzerlerine alıyorlardı. Çocukluk ve ergenlik arasında gel gitli duyguların kaosu bu olsa gerekti. Oysa, hepsi orta okul öğrencisiydi henüz... Öğrenciler, çil yavrusu gibi dört bir tarafa dağılarak ve gözden kaybolmuşlardı. Karnesindeki iki kırıkla ergenliğe adım attığı ortaokul birinci sınıfın yarı dönemini geride bırakan Ahmet, okuldan çıkarken neşesini de adeta çantasına koymuş ve düşüncelere dalmıştı. Babası ilkokulu bitirdiğinde onu alıp bir mağazaya götürmüs, gri pantolon, beyaz gömlek, lacivert ceket ve kravatını almış, hepsini üzerine giydirtip karşına alarak “oğlum artık ergenliğe Mavi Öyküler -
32
adım atıyorsun. Sakın ola yüzümü kara çıkarma. Allah sana zihin açıklığı versin. Hadi bakalım hayırlı olsun“ diyerek götürüp okul kaydını yaptırmıştı. Kar’ın ayakları altında çıkardığı ses Ahmet’e huzur veriyordu. Sanki bir arkadaşıyla yürüyormuş gibi… Bir kendi adımı ve arkasından ayakları altında ezilen taze kardan çıkan “Garrrd“ sesi. Hızlandıkça güzelleşiyor muydu ne? Kırıklarını unutmuş, bununla eğlenmeye başlamıştı. Hızlanıp birden yavaşlıyor, sonra iki topuğunu birleştirip minik minik adımlar atarak, traktör lastiğinin izine benzer şekiller çiziyordu. Bu küçük oyun keyfini yerine getirmişti. Kaybolsa, mutlaka bu izlerden onu bulurlardı. Duyduğu sesle irkildi birden. Tokat sesinin o güçlü, korkutucu ve ezici sesi… Arkasından bir çocuk çığlığı… Olduğu yere adeta mıhlamıştı. Çocuğun cıyak cıyak bağırtıları arasında, annenin “Bırak herif! Bırak öldürdün çocuğu… Kahvelerde sürteceğine gelip baksaydın piçine“ deyişi ile kendine geldi. Annenin sesi ne çok sert, ne de çok yumuşaktı. Sert olsa, kocası çocuğu bırakıp kendisini dövecek, yumuşak olsa, bu seferde çocuğu herifin elinden alamayacaktı. Bu tarif annesine aitti. Annesine de onun annesi söylemişti. Dert yanan komşu kadına annesi bunu anlatırken de Ahmet kulak misafiri olmuştu. Annesinin komşu kadına anlattığına göre, ezilen kadınların bundan dolayı sesleri hep düzmüş. Ne sert, ne yumuşak, ne kızgın, ne de neşeli olurmuş ezilen kadının sesi… “Yavrum önüne baksana, kayıp düşeceksin. Kıracaksın kolunu, bacağını…“ Sesin geldiği tarafa döndü. Karşısında duran, mahallelinin “Azador“ dediği yaşlı kadındı. Gözlerini ona dikmiş bir cevap bekliyordu. Kadının burnu kıpkırmızıydı. Elindeki bastona yaslanmış, bastonun ucu da yeri kaplayan kar içinde kaybolmuştu. Hiç beklemediği bir anda karşısına çıkan Azador, onu şaşkına çevirmişti. İlk aklına gelen oradan hızla sıvışmak oldu. Fakat o panikle Azador’a çarptı. Yaşlı Azador yere düşmemek için dengesini sağlamaya çalışırken hızla oradan uzaklaştı. Sonra bir an durdu, arkasını dönüp Azadora baktı. Yaşlı kadın hala orada duruyordu, hem de kımıldamadan. Onun hiç hareketsiz bir şekilde bastonuna yaslanıp durması, kendisini ürkütüyordu. Azador bunu hep yapıyordu. Önce yürüyor yürüyor, sonra birden durup, düşünmeye başldu. Hiç kımıldamadan, 33
- Mavi Öyküler
tıpkı bir heykel gibi. Eve yaklaşırken annesini kapının önündeki kar yığınını temizlerken gördü. Annesi daha ona “Ahmet eve kömür lazım. Koş, koşşş durma“ desemesine fırsat bırakmadan kömürlüğün yolunu tutturmuştu bile... Nefret ederdi Ahmet bundan. Kışın, zırt pırt kömürlüğe gönderiyordu onu annesi, babası. Ahmet koş odun getir, Ahmet koş kömür getir, Ahmet sobayı körükle, Ahmet sobayı temizle, Ahmet, Ahmet, Ahmeeetttt... Hep Ahmet. Kömürü doldururken yine Azador geldi aklına. Hala orda öylece duruyor muydu, yoksa gitmiş miydi? Birden aklına Azador’un kıpkırmızı burnu geldi. Belli ki üşümüştü kadın. Acaba orada öylece durup dururken donar mıydı? Hemen her gün televizyonda soğuktan donan insanların haberleri çıkıyordu. Merakı ona heyecan vermişti. Gidip bakacaktı ve onu donmaktan kurtaracaktı. Evet, evet bunu mutlaka yapmalıydı. Böylece babası karnesindeki kırıkları unutacak, hem de yaptığı bu iyilikten dolayı onu kutlayacaktı. Ya annesi? O da bütün komşulara oğlu Ahmet’in yaptığı bu davranışı öve öve anlatacaktı. Bir taşla bir çok kuş... Hemen kömürlükten sıvıştı, bir koşum yokuşu çıktı. Ama Azador orada yoktu. Bütün hayali uçup gitmişti. Galiba abisi haklıydı, “Bütün hayaller kırılmak içindir“ derdi. Kırılmıştı işte hayali. Azador’u kurtaramamıştı. Peki ya bu işi, başka bir çocuk yapmışsa? İşte o zaman yıkılırdı. O da çocuğu hayalini çalmakla suçlardı. Hatta bunu diğer çocukların içinde söyleyecekti. “Hayal hırsızı“ diyecekti. “Önce ben düşündüm ama, o benden çaldı“ diyecekti. Kös kös kömürlüğe geri döndü. Annesinin on kiloluk yağ tenekesinden keserek yaptığı taşıma kabına kömürleri sinirle doldurdu ve eve taşıdı. Kapıda duran annesinin ona aferinler dizmesini hiç önemsemeden “Birisi benim hayalimi çaldı ve Azador’u donmaktan kurtardı. Kahraman oldu işte...“ dedi. Annesi, onun boyundan büyük bu lafından hiçbir şey anlamamıştı. Azador’u yolda görmüş olmalı, diye düşündü. Elindeki küreği bir küçük taşa vurup temizledikten sonra içeri girdi. Annesi hiç üşümezdi Ahmet’in. Yaz-kış, her zaman, her sabah bütün camlar açılır ve ev dakikalarca havalandırılırdı. Yazın Mavi Öyküler -
34
tamamdı da, kışın neyin nesiydi annesinin bu huyu? Dört kardeş evin içinde her sabah bu havalandırma işkencesine maruz kalırdı. Annesine göre, temiz hava her derdin devasıymış. Eğer havalandırılmazsa, Azador’un evi gibi kokarmış. Gerçekten de Azador’un evindeki koku taaa dışarıya kadar yayılıyordu. Topraktan derme çatma bir evdi. Duvarları delik deşikti. Şiddetli bir yağmur yağsa, sanki bütün toprak eriyecek ve akacaktı. Böylece, Azador’un topraktan evi içinde ne sakladığını herkes öğrenecekti. Azador’un kimi kimsesi olmadığı için eve bakan da yoktu. Yine de ev bunca yıldır ayakta duruyordu. Mahallede, hatta kasabada Azador’un evinde bir küp altın olduğu dedikodularından geçilmiyordu. Mahallenin gençleri bu sırrı çözmek için kendi aralarında yemin etmişlerdi. Akşamları Azador’un evini gözetliyor, gizli gizli takip ediyorlardı kadını... Hatta işi, topraktan evin yola bakan dış duvarında küçük delikler açmaya kadar vardırmışlardı. Azador bir gün ölürse -ki bu yaşı bilinmeyen kadının günlerinin sayılı olduğu hesaplanıyordu- gençler hemen eve girecek ve Azador’un sakladığı bir küp altını bulacaktı. Kendi aralarında paylaşıp zengin olacaklardı. Evde bir karne bunalımı yaşanmamış, kardeşlerinin iyi notları onun karnesindeki kırıkları da affettirmişti. Ya kardeşleri de kötü notlar getirseydi… Yanmıştı o zaman, tıpkı taşıdığı kömürler gibi… Babasının o madenci ellerinden yiyeceği tokatları hayal bile edemiyordu. Belki annesi de yolda çocuğunu döven adamın karısının kocasına bağırması gibi, yarı sert yarı yumuşak bağıracak, ama oğlu dayak yemekten kurtulamayacaktı. Kar yağıyordu dışarıda. Gamsız ve lapa lapa düşüyordu kar. Kimlere ne felaket taşıyacağını bilmeden. Kimlerin ölümünü, kimlerin yaşamını etkileyeceğini düşünmeden yağıyordu. Tertemiz, bembeyaz… Bu beyazlıkta donuyordu insanlar, arabalar kaza yapıyor, saf beyaz kar kan rengini alıyordu. Her izi belli ediyordu kar ve beyazlık da her izi kapatıyordu. Pencereden dışarıyı seyre dalmıştı Ahmet. Yokuştan aşağıya kayan arabaları sayıyor, düşmemek için dengede durmaya çalışan insanların komik hareketlerini izliyordu. Evleri hemen yokuşun orta yerinde başlayan, sokağın ilk eviydi. Yazın arabaların tozunu yutardı 35
- Mavi Öyküler
bu ev. Kışın kayan arabaların yoldan çıkıp, soluğu bahçelerinde almasında tanıklık ederdi. Çok şükür ki şimdiye kadar bahçeyi geçip de evin duvarına çarpmayı başaran bir araba henüz olmamıştı. Taşıdıkları demir madeninin ağır yükünden dolayı freni patlayan BMC kamyonlarının, yazın bir kaç eve çarptıkları biliniyordu, ama bu kendi evleri hiç olmamıştı. Olsa Ahmet de dışarı fırlayıp “Bence BMC“ diyecek ve eğlenecekti. Tıpkı reklamlardaki o adam gibi. Sokağın başında birden Azador göründü. Elindeki bastonu o kadar ustaca kullanıyordu ki düşme riskini sıfıra indirmişti. Başını kaldırıp Ahmetlerin evine bakmış, sonra adımlarını oraya yönlendirmişti. Ahmet, Azador’un kendi evlerine geldiğinden emin olunca bir cin görmüş gibi bağırmaya başladı: “Anne, Azador geliyor. Azadorrr....” Onun bağırması ve Azador’un kapıyı çalması bir olmuştu. Annesi ne söylediği anlaşılmayan bir mırıldanmayla kapıyı açmaya gitti. Bu mırıldanma galiba bir memnuniyetsizliğin işaretiydi. Ama annesinin, kapıya gelen bir misafiri geri gönderdiği hiç olmamıştı. Hatta, yazın Eşek meydanı denen yere gelip, çadır kuran bohçacı Çingeneleri bile kimse evine sokmazken, annem içeri davet ederdi. Hem bohçadan çıkan örtülere, perdeliklere, çarşaflara bakar, hem de yiyecek bir şeyler hazırlar önlerine koyardı. Mahallelilerin “Bunlar çocuk kaçırıyorlar, evini soyarlar, açma evini, çocuklarını yalnız bırakma“ öğütlerine hiç kulak asmaz “Uyduruyorsunuz, onlar da bizim gibi insanlar“ derdi. Ama bir yandan da ne olur ne olmaz diyerek, hiçbirimizi göz önünden ayırmazdı. Azador birazdan içeri girecekti. Demek ki donmamıştı. Demek ki kimse hayalini çalmamıştı. Hala onu bir yerlerde donmak üzere iken kurtarma şansı vardı. Kahraman olabilirdi. Belki de Azador evinde sakladığı o bir küp altından kendisini kurtardığı için ona biraz verirdi. Annesi Azador’u salona alarak, sobanın hemen yanına oturttu. “Donacaksın birgün... Donacaksın“ diyerek yaşlı Azador’u üstü kapalı azarladı. Azador bu küçük azarlamanın aslında bir şefkat göstersi olduğunu biliyormuş gibi, ellerini uzatıp Ahmet’in annesinin elini tuttu. Gözleri dolu dolu “Kızım ne yapayım, Mavi Öyküler -
36
kimim kimsem yok. Öleceğim bir gün. Ha donarak ölmüşüm ha yanarak ha ecelimle... Saat gelmişse önüne geçilmez. Tanrı herkes için iyi olanı düşünür. Herkese layık olduğu ölümü verir“ diyerek derin bir iç çekti. Ahmet, annesiyle Azador’un arasındaki bu duygusal anı adeta içine çekiyordu. Annesi, hemen gidip kendi elleriyle yaptığı yufka ekmekten bir tane alarak, sobanın üzerinde ısıtıp, üzerine yağ ve çökelek koyarak bir dürüm yapıp Azador’un eline sıkıştırdı. Azador’un elleri ince ve uzundu. Ama inanılmaz canlıydı. Küçük küçük çatlaklar vardı ellerinde, ama bunlar soğuktan olmuştu. Yoksa elleri gençliğinde pürüzsüzdü. Azador “Kızım yorulma ne olur” derken söyleyişinde utangaçlık ve eziklik vardı. Bütün muhtaç olanların taşıdığı bir eziklik ve utangaçlık... Yufka ekmeği, iki elinin arasına alarak yavaş yavaş yemeye başladı. Bir ara durup “Rahmetli annem çok güzel yapardı ekmeği” dedi ve sustu. Bu sözleri duyar duymaz içi burkulan Ahmet, “Azador teyze annen öldü mü senin?“ diyerek gözlerini Azador’un vereceği cevaba dikti. Azador, ansızın elindeki ekmeği cebinden çıkarttığı poşete sarmaya başladı ve “Ben gideyim artık” diyerek ayağa fırladı. Annesinin ısrarına rağmen oturmak istemedi Azador. Kapıda Ahmet’in annesinin elini yeniden tutarak “Çok hayırlı bir evlat olacak bu, çok” diye fısıldadı ve hızla bastonuna dayanarak yürümeye başladı. Ahmet ise cama yapışmış, Azador’un hangi yöne gideceği merakıyla bakıyordu. Azador sokağın köşesinde durdu birden. Ahmetin yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı. Azador yavaşça başını Ahmet’in baktığı pencereye doğru çevirdi, göz göze geldiler. Ahmet tıpkı onun gibi dondu kaldı yerinde. Belli belirsiz bir gülümseme ile Azador yeniden yürümeye başladı ve sokağın köşesinde gözden kayboldu. “Bitesice kömür yine bitmiş... Oğlum kömürlüğe git, bir koşu al gel. Hadi yavrum.“ Annesinin sesi onu kendisine getirdi. Kömür tenekesini sobanın arkasından aldı, hiç konuşmadan kömürlüğün yolunu tuttu. Getirdiği kömürü kapıdan annesine verirken “Bir koşu Yusufgillere gidip gelsem mi anne?“ diye sordu. Annesi sıkı giyinmesi ve geç kalmaması konusundaki uyarılarını daha sıralarken o hemen yokuşun üstündeki sokakta oturan Yusuflara doğru koşmaya başlamıştı bile... 37
- Mavi Öyküler
Yokuşu çıktığında çevresine baktı. Azador’un evinin önündeki gençleri gördü. Gençler kendi aralarında hararetli bir tartışmaya tutuşmuşlardı. Sesleri kimsenin olmadığı sokakta yankılanıyordu ya da ona öyle geliyordu. -Oğlum, altınları bahçedeki kuyuda saklıyor bu Ermeni... -Hadi lan... Yaşlı kadın inemeyeceği kuyuya niye saklasın? Gerzek... -Gerzek sensin. Unutuyorsun ne demişti Osman amca “Ermeniler ya altını gömer ya da gömdükleri yere gömülürler.” -Tabi yaaaa. Bu yüzden Eşek meydanındaki Hristiyan mezarlarını kazıyor insanlar gizli gizli. Geçen kahvede duydum, o mezarların hepsini kazmışlar. Altınlar çıkmış mezarlardan. Bulanların hepsi zengin olmuş. -Ölmez abi bizim bu yaşlı Ermeni. Hepimizi mezara gömer valla. Geçen annem kapıda görmüş, zorla eve almış Azador’u. Ağzını yoklamış. Ama yok kadın hiç konuşmamış. -Eee bir şey dememiş mi peki? -Ne diyecek “Olan da, olmayan da bu candadır, başka bir şeyim yoktur“ demiş deli. -Bu şifre olmasın lan... -Nasıl yani şifre? Yahu anlasanıza salaklar “candadır“ derken evdedir demek istiyor. Biz de salak gibi kuyuda sanıyoruz. -Oğlum belki de evin içinden kuyuya giden gizli bir kapı vardır. -Hakikaten bak bunu hiç düşünmemiştim. Olur da olur haa. Ahmet’in kendilerini dinlediğini gören gençler hemen sus pus oldular. Gözlerini Ahmet’e dikerek sertçe bakmaya başladılar. O ise duyduklarından şaşkın ve dik bakışlardan korkarak, kendini Yusuf’ların evine attı. Bir süre evde oyalanan iki arkadaş sıkılmaya başlayınca izin alarak dışarı çıktılar. Kardan adam fikri, her zaman hoş bir fikirdir ve kendiliğinden gelişir. Ellerinde sıktıkları kar toplarını kar yığını üzerinde yuvarlayarak büyütmeye başladılar. Ahmet Yusuf’a dönerek “Sana bir sır vereceğim, ama kimseye söylemeyeceksin“ dedi. Meraklanan Yusuf hemen söylemesi için yanına yaklaştı arkadaşının. Ahmet “Önce söz, sonra sır“ dedi. Yusuf “Söz be, söz...” diyerek Ahmet’in ağzından çıkacak sırrı bekledi. Mavi Öyküler -
38
-Biliyor musun Azador Ermeni’ymiş. -Biliyorum. -Ama bilmiyorsun işte, altın var onda... Hem de bahçedeki kuyuya saklıyor. Evin içinden kuyuya açılan bir gizli kapı var. -Nereden biliyorsun bunu? Uyduruyorsun işte! Ahmet sırrını daha da inandırıcı hale getirmek için: “Bana Azador soyledi“ dedi kesin bir ifadeyle. Yusuf inanmıştı şimdi ona. Çünkü, Azador çok az insanın evine giderdi. Bunlardan birisi de Ahmet’lerin eviydi. Hatta mahallede bunun dedikodusu sık sık yapılırdı. Kimileri Azador’u evlerine alanların, ona iyi davrananların, Azador’un altınları için bunu yaptıklarını söylüyordu. Kimisi de Türkleri öldüren bu insanları evine alanların, aslında gizli Ermeniler olduklarını iddia ediyordu. Yusuf, bu sırrı Azador Ahmet’e söylediğine göre, demek ki Ahmet’ler de Ermeni diye düşünmeye başladı. Birden Ahmet’e dönerek “Sen Ermeni’sin biliyorum“ dedi. Ahmet hiç beklemediği bu sözün karşısında ne diyeceğini bilemedi. Bakıştılar öylece birbirlerine. Ahmet, Ermeni olmanın ne anlama geldiğini bilmediği gibi, neden arkadaşının bunu büyük bir ayıpmış gibi kendisine söylediğini de anlamamıştı. Ama çok kızmıştı. İyi bir cevap vermek istiyordu, fakat aklına hiç bir şey gelmiyordu. Birden “Sensin Ermeni“ diye bağırdı Yusuf’a. Yusuf da sinirlenmişti. Arkadaşının burnuna kadar sokulup, diklenerek “Sen hem Ermeni, hem de Kızılbaşsın“ diye bağırarak, onun ağzını açmasına fırsat vermeden, az önce söylediklerini arka arkaya bir tekerleme gibi tekrarlamaya başladı. Ahmet yumruklarını sıktı, gözleri çakmak çakmak oldu. Sonra göz uçlarından yaşlar geldi ve ağlayarak eve doğru hızla koşmaya başladı. Evlerinin kapısını yumruklamaya başladı. Annesi bir şey olduğunu düşünerek telaşla kapıya koştu ve hızla açtı. Ahmet yumruklarını sıkmış ağlıyordu. “Ben Ermeni değilim. Ben Kızılbaş değilim“ diyerek içeri girdi. Durmadan ağlıyordu, göz yaşları oluk oluk akıyordu. Gururu incinmişti. Arkadaşı onu Ermeni ve Kızılbaş olmakla suçlamıştı. Hem ağlıyor, hem de söyleniyordu. Annesi onu karşısına aldı ve “Oğlum Sünni, Alevi, Ermeni, Kürt, Türk bunların bir önemi yoktur. Önemli olan insan olmaktır. 39
- Mavi Öyküler
Hepimiz insanız. Aynı Allah’a inanıyoruz, aynı yerde yaşıyoruz, aynı toprağa basıyoruz, gerisi boş yavrum“ diyerek teselli etmeye çalıştı. Annesinin şefkatle söyledikleri ona iyi gelmişti. Yusuf’u gördüğünde bunu söyleyecekti, hem de tekerleme gibi hiç susmadan “Hepimiz insanız, hepimiz insanız” diyecekti. Erkenden uyudu Ahmet o gece... Sabah ilk işi sokağa çıkmak olacaktı. Yusuf’la karşılaşmasının hayali içinde, defalarca söyleyeceği “Hepimiz insanız, hepimiz insanız“ kelimelerini tekrarlayarak uykuya daldı. Sabah, annesinin sobada ısıttığı ekmeğin kokusunu alarak uyandı Ahmet. O kadar güzel kokuyordu ki ekmekler... Kış aylarının gelmesini sadece bu kokuyu alabilmek için iple çeker olmuştu. Kahvaltısını bitirmeyi bile bekleyemeden, elinde yarım dürüm hemen sokağa fırladı. Köşeyi döner dönmez Azador’un toprak evinin önünde biriken kalabalığı gördü. Ne olmuştu acaba? Yoksa Azador bastonuna yaslanarak ayakta donmuş muydu? Onu kurtarmak ve kahraman olmak hayali aklından geçti bir an... Tuhafına gitti birden, nedense şimdi birilerinin onun hayalini çaldığını düşünmüyordu. İçini bir korku kaplamıştı. Azador ölmüş olamazdı, ölmemeliydi. Azador onun mahalledeki gizli dostuydu. Merakıydı. Gizemiydi. Ölmemeliydi Azador... Yeter ki ölmesindi, kahraman falan olmak istemiyordu. Azador’suz bir mahalle düşünemiyordu. İçi daraldı Ahmet’in. Yokuşu korkuyla tırmandı, kalabalığa yaklaştı. Konuşulanları artık çok rahat duyuyordu. Birden elleriyle kulaklarını kapattı. Hiçbir şey duymak istemiyordu. Kulakları kapalı olduğunda Azador’un öldüğünü duymayacak böylece... Azador’un hep yaşadığını düşünebilecekti. Ama sesler ellerinin arasından kulaklarının içine girmeye devam ediyordu. -Azador donarak ölmüş... Vah vahhh... -Yazık, kimi kimsesi yoktu. Ne olacak şimdi Hasan usta? -Ne olacağı var mı? Belediye bir iki gün bekleyecek, belki bir yakını çıkar diye. Kimse de çıkmazsa gömecekler Eşek meydanındaki Gavurlar mezarlığına. Ahmet kulaklarından içeri giren bu sözleri duyar duymaz, ellerini kulaklarından çekti. O kadar bastırmıştı ki kulaklarına, Mavi Öyküler -
40
büyük bir uğultu ve ağrı hissetmişti... Duyduğu cümleler sanki beyninde yankılanıyormuş gibi hissetmişti... Ahmet kendini duymadıklarını düşünerek bağıra bağıra aynı şeyleri söylemeye devam ediyordu: “Ben Ermeniyim, onun yakınıyım... “ Karşısında durup ona bakanlar bir şeyler söyleniyordu, ama o anlamıyordu. Söylediklerinin anlaşılmadığını düşünerek daha fazla bağırmaya başlamıştı. “Ben Ermeniyimmmmm, onun yakınıyımmmmmmm“... Birden kulakları açılmıştı ve kendi sesini duyarak irkilmişti. İnsanların anlamsız bakışlarından gözlerini kaçırarak yere dikti ve kısık sesle mırıldanır gibi “Ben Ermeniyim, onun yakınıyım“ dedi. Azador iki gün sonra Eşek meydanındaki Gavurlar mezarlığında sesiz sedasız toprağa verildi. Cenazede bir kaç mahalleli ve annesi dışında kimse yoktu. Mezar başındakiler ellerini açıp dua ettiler Azador’a. Ahmet annesinin gözlerinden dökülen yaşları görünce ona sarıldı. Annesinin bir fısıltı gibi “Sen çok hayırlı evlatsın çokk“ dediğini duyar gibi oldu. Azador’un ölümünün hemen ardından mahallenin gençleri, Azador’un yıkık dökük toprak evine girmiş ve her köşesini kazmışlardı. Ama altınlar bulunamamıştı. Ahmet, Azador’un kendisi gibi kimsesiz evinin tahta kapısından içeri girdiğinde, her yerin kazılmış olduğunu, hatta çatının bile sökülmüş olduğunu gördü. Bahçe talan edilmişti. Sanki yüzlerce köstebek bir anda bahçeye girmiş, yerin altını üstüne getirmişti. Kapıdan çıkarken Yusuf’un meraklı bakışıyla göz göze geldi. Ellerini Yusuf’un omzuna atarak “Hepimiz insanız“ dedi usulca. Yusuf da arkadaşının omzuna ellerini atmıştı. İki arkadaş ayaklarının altındaki karda traktör lastiği izleri yaparak yürümeye başladı. Ahmet kaybolursak bu izlerden bizi bulurlar diye düşünüyordu. Tıpkı Azador’un onda bıraktığı iz gibi. “Ne o hemşerim birine mi baktın?“ diyen sesle arkasını döndü Ahmet. Karşısında kendi yaşlarında birisi duruyordu. “Hayır. İzlerimi buldum onları takip ediyorum“ dedi usulca... Çocukluk yıllarındaki izlerini bulmak istercesine Eşek meydanına doğru yürümeye başladı. Karın üzerine, biraz da utanarak, topuklarını 41
- Mavi Öyküler
birleştirip küçük küçük adımlarla traktör lastiği izleri yaparak ilerledi. Artık izler daha büyüktü. Çocukluktan ergenliğe adım attığı ilk yılların med cezirini ayakları altında karın çıkardığı seslere emanet ederek gözden kayboldu…
p
“SEVER KADIN, KÜSER KADIN, ÖLÜR VE DİRİLİR...” “Yine Kırmızılar Giydiğinizi Görüyorum” - Koray Atak ♂Yine kırmızılar giydiğinizi görüyorum, kan kırmızısı, sıkılmış alyuvar tonunda kumaşlar sarmış o narin bedeninizi. ♀ Bu cümle öbeklerini iltifat olarak algılayıp algılamamak için lise yıllarının tozlu sıralarında kazılı kalan biyoloji bilgilerimi anımsamalıyım sanırım öncelikle, Salih Bey. ♂ Sanırım, Münevver Hanım. Kırmızı, turuncudan sonra gelen. Tüm örtücülüğü ile. Koyu bir rengin doğal kapatıcılığı. Huzursuz bir kızgınlık, “Beni fark edin artık, çünkü ben de nefes alıyorum bu yaşamda” çığlığı. ♀ Kadınlık zor sanattır, Salih Bey, zanaattır demiyorum, çünkü zanaat yinelenebilen, otomatiğe bağlanmış orijinal sanat işinin genellikle gelişi güzel kopyalarına verilen addır. Oysa delişmendir kadın. Bir deredir ki belli olmaz ne zaman yağmur yağacağı üzerine, bilinmez ne zaman güneşin çıkacağı, kaç kola ve nerelere bölüneceği, hangi verimli toprakları ne kadar sulayacağı. Belirsizdir kadın, ya erkencidir, ya da geç kalır. Doğası gereği denge ile işi olmaz. Sever kadın, küser kadın, ölür ve dirilir. ♂ Birçoğunuzun cenazesinde bulundum, bir çoğunuzu bizzat ben öldürdüm de gömdüm. Bazılarınızı mezarlıkta balçıkla boğuşurken buldum, el verdim. Bazılarınızı orada öylece terk ettim. Bazılarınızın üzerine tükürdüm siz pisliğin içinde var olma çabası verirken. Bazınızın gözyaşlarını sildim avucumla, çapaklarınızı emdim dudaklarımla, Mavi Öyküler -
42
ay yüzleriniz üzerime parıldasın diye. ♀ Sadece aşk istedim sizlerden, sadece aşk, sevgi değil. Hiçbir ilaç yoktur ki sizi bu kadar hayata bağlasın, yaşam ile doldursun, her yanı aydınlatan, dağları delmeyi göze aldıran o büyülü kişiliğe büründürsün. Ama her seferinde fethetmenin verdiği rahatlık ve güvenle saman tadında bir öğüne dönüştürdünüz bu iksiri, aynı kalamadınız, hep besleyemediniz, ve elbet bir gün tükettiniz. Ben hep başkalarına koştum, çünkü aşka aşıktım, aşkın sizdeki dönüşümünün bendeki yansımasına. ♂ Fetih, Münevver Hanım. Fatih sizce İstanbul’u aldığı anda hücrelerinde hissettiği heyecanı bir daha ne zaman yaşadı? Ya da Edison, o oval şeffaflığın içindeki kıvılcımı gördüğünde nasıl da yeniden var oldu ve şu an ölü. Bize de yeni heyecanlar gerekli elbette, ama ben bunu aynı kişide asla bulamayacağımı anladığım ana kadar bekliyorum. Siz kadınlar ise bir kapı o an kapalı diye hemen bir başkasının koluna sarılıyorsunuz, açmak üzere. ♀ Biz kadınlar, biz kelebek kadınlar. Kısa ömürlüdür aşkımız, ama yoğundur, kesiftir, bir de ilerlerken balta darbelerinizle zarar vermeseniz... Bizler, rengarenk çırptığımız kanatlarımızdan dökülen tozlarla renklendiririz siz erkeklerin ömrünü. Siz aşağıda durmuş gökyüzüne ağzınız açık bakarken, beklerken ve yalnızlıktan usanmışken çıkarız karşınıza, dilinize çalınan bir parça bal için koşuşturursunuz peşimizden, biz başka çiçek tarlalarında güneşlenirken. Elinizde ince gözenekli bir kepçe, dağ bayır demeden koşar, gün geçtikçe şekillenirsiniz bir kaktüse. ♂ Ama hoşunuza gider bu, gitmez mi hiç istenmek arzulanmak! Kanat darbeleriyle havayı yararken gözleriniz bizdedir. Hareket edip de koşturmazsak uçup gidersiniz. ♀ Bazen de dönüp konarız. ♂ Nadiren. Yorgunken. Güç toparlayıp da hemşireliğimizdeki nekahet dönemini atlattıktan sonra ardınıza bile bakmadan uçmak üzere. ♀ Peki değmez mi bu kısa kurak ömürde yaşattığımız vahaya. Olmaya aşk cihanda, bir nefes kabre bedel değil mi? 43
- Mavi Öyküler
♂ İyi ki varsınız. ♀ İyi ki varız.
p
“BİRAZ ÖLDÜM BUGÜN” “Binbir Umut Masalları: Güvercin ve Şuşani” | Hakan İşcen … “Beni neden öldürmek istiyorsun?” “Sen daha iyi bilirsin!.. Kapı çelik, değil mi?” “Çelik. Korkma, kolay kolay kıramazlar.” “Korksaydım gelmezdim işyerine kadar.” “İyi ki, kötü bir silah seçmişin. Hayatımı buna borçluyum. Tetiği gerçekten çektin değil mi?” “Tabii çektim!” “Senin açından her şey yolunda gitseydi, şu an yaşamıyordum… O çakar almaz, seni de katil olmaktan kurtardı.” “Beni de sen kurtaracaksın.” “Nasıl? Dışarısı polis kaynıyor.” “Rehinim değil misin? Birlikte çıkacağız buradan.” “O elindekiyle mi?” “Sadece sen ve ben biliyoruz bunun işe yaramadığını. Yoksa satacak mısın beni?” “Satmak mı?.. Bunu sen mi söylüyorsun? Şu anda boylu boyunca yatıyor olabilirdim ayaklarının dibinde. Nasıl çıkacaktın buradan?” “Genelde korkarlar, çil yavrusu gibi dağılırlar. Çoğu, silah sesini duyunca çözülür.” “Silah sesine aşinasın galiba?” “Yayladaki talimlerden bilirim. Ödlekleri gözünden tanırım.” “Ben?..” “Sen de ödleksin. Hâlâ korkuyorsun. Ama belli etmiyorsun.” “Daha önce hiç adam öldürdün mü?” “I-ıh. Birkaç bombalama. Kansız.” “İlk defa ha? Benimle milli olacaktın…” Mavi Öyküler -
44
“Buradan bir çıkış varsa bile söylemezsin bana?” “Olsa, ben çıkardım.” “Bir araba isteyelim! Verdikleri süre doluyor.” “Öyle elini kolunu sallayarak çıkamazsın buradan. Var mı bir planın?” “Vardı. Ama şimdi?…” “Fazla umutlanma. Senin için sağlam bir kalkan sayılmam ben de. Nereye gideceksin?” “Birlikte gideceğiz.” “İyi de, nereye?” “Nereye olursa… Uzağa, beni bulamayacakları bir yere.” “Dışarıda arkadaşların yok mu?” “Hayır. Gelmezler. Kulübeden telefon ederim. ‘İş tamam’ derim.” “Seninkiler de gölgede kalmayı seviyor…” … “Ne mevkide oynuyordun?” “Ne?” “Takımda. Topçuyum dedin ya?” “Şimdi sırası mı!” … “Sol bek.” “Müdafaa ha… Nankör mevki! En küçük hatan, gol olur. Ben de senin yaşındayken liberoydum. Beş numara.” “Sen gerçek bir takımda oynadın mı ki?” “Birinci Amatör Küme.” “Ben de! Yalan söylemiyorsun değil mi?” “Bak o ekranın üstündeki resme.” “Bu sen misin?” “Ne zannettin… Kaptan pazıbentimi görüyor musun?” … “Adımı bile doğru dürüst söyleyemiyorsun. Neden beni öldürmek zorundasın?…” “Bize hakaret ettin.” “Siz kimsiniz?” “Bu vatanın gerçek bekçileri.” “Sizden başka bekleyen yok mu bu vatanı?” 45
- Mavi Öyküler
“Alay etme!” “Çok mu seviyorsun bu toprağı?” “Görmüyor musun? Kellemi feda edecek kadar.” “Ben de! Ben de canım kadar seviyorum bu toprakları.” “Senin değil burası!” “Öyle mi?.. Babam burada doğdu. Babamın babası da, dedem… Onun kardeşleri… Kaç göbek geriye gitmek gerekiyor buralı olmak için?” “Senin memleketin burası değil!” “Benim memleketim burası! Doğduğum topraklar… O senin söylediğin, halkımın şu an yaşadığı yer.” “İyi ya işte; gitsene oraya!” “Beni orda da sevmezler.” “Neden?” “Doğru söyleyeni her yerden kovarlar.” “Hakaret ettiğini kabul ediyorsun?..” “Sadece doğruları söyledim. Kimseyi aşağılamadım. Bugüne kadar kimseye zarar vermedim. Ne bir yumruk yedim, ne bir yumruk attım. Bu toprağın çocuğuyum. Ama başka bir halktanım. Bu, sen kötüsün demek değil ki… Benim burada olmam senin için bir tehdit değil! Sen benim yerimde olsaydın, dinini, kültürünü değiştirir miydin? Vatandaşlık uğruna aslını inkâr eder miydin?..” “Kafamı karıştırma! Aynı şey değil.” “Telefon! Kızım arıyor?…” “Birazdan çıkacağız de. Sakın tabancadaki çaparizden bahsetme!” “Yoksa?…” “Hadi, bak şu …koduğumun telefonuna!” “Kızım?.. İyiyim; merak etmeyin. Annen nasıl?.. Ağlama, birazdan bitecek her şey… Merak etme…” “Bana bir oyun hazırlamıyorsun , değil mi?” “Kızım, dur! Sesini duymak istiyor. Senin olduğundan emin olmak için…” … “Ne dedi sana?” “Babam iyi insandır; benim için bırak onu, diyor.” Mavi Öyküler -
46
“Eh, kızım tabii. Sen ne düşünüyorsun?” “Neden çıkıp gitmiyorsun?.. Nasıl olsa elimdeki bir işe yaramıyor. Görünüşüne bakılırsa güçlü kuvvetli adamsın.” “Merakımdan…” “Neyi?” “Seni hiç kimse öldürmek istedi mi?.. Hiç tanımadığın… Hayatında daha önce hiç görmediğin biri. Değişik, umut kırıcı bir duygu bu…” “Bu işi yapıyorsan bunu göze alacaksın.” “Böyle düşünüyorsan demek istedin herhalde… Hangi neden haklı olabilir ki bir cinayet için?.. Tanrı’nın işine ne karışıyorsun?” “Sorguya mı çekiyorsun beni?” “Gerçekten merak ediyorum bunu. Seni anlamaya çabalıyorum. İnsan hayatı bu kadar değersiz olabilir mi?.. Üstelik, kurbanının ne dediğini, ne düşündüğünü bilmeden…” “Hakaret…” “Yine başlama! Kendini, köklerini ifade edememek… Farklılığının her fırsatta yüzüne vurulması. Düşüncelerinden haksız hükümler giymek… Ne bilirsin sen! İki seçeneğin vardır. Ya kimliğini değiştirirsin. Öteki kalmamak için başkası olursun, kalabalığa karışırsın. Veya kapanırsın fareler gibi. Korkak ve sinsi. Gizli gizli yaparsın ibadetini. Yamalı bir bohça, yasaklı bir kitap gibi, taşırsın zulanda Atalarına ait ne varsa… Ben, ne başkası olmayı istedim, ne de kendi evimde saklanmayı… Sen hiç başkasının ceketiyle okula gittin mi? Gelen yardımları bizim aramızda dağıtırlardı. Hiçbiri tam tamına uymazdı. Ne ceket, ne ayakkabı. Her köşeden sahibi çıkacak, ‘bu benim ceketim!’ diyecek sanırdım. Ya çok bol gelirdi; ya da dar… Hiç kendi ceketim olmadı. Bazen ölesiye sıkardı; göğsümdeki düğmeler patlayacak kadar… Çıkarmama izin vermezlerdi. Ceketsiz dolaşamazdık dışarıda. İşte, kimliğine sahip olmamak böyle bir şey. Başkasının ceketiyle dolaşmak çarşıda… Ancak yıllar sonra, yazarak… kendime ceket alabildim. Kendi emeğimle… Üstüne atsalar da bir dünya yumurta; ne yapayım, yıkar, üteler giyerim. Bedenime uyan yegâne ceket bu, bu benim!..” … 47
- Mavi Öyküler
“Kızın bu mu?” “Hı-hım.” “Öğrenci mi?” “Evet, felsefe okuyor.” “Ne işe yarar ki felsefe! Doktor falan olsaydı.” “Aklınla düşünmeyi öğretir… Sana şunu yap, bunu yap diyenleri sorgulamayı… Hazır cevaplar yerine sorularla uğraşmayı… Sen ne okursun?” “Ben okudum. Ortaokula kadar. Sekiz sene!” “Yetti mi öğrendiklerin?” “Bildiklerim yeter. Aslolan inançlardır. İnsan inancı uğruna ölür.” “Her şeye, her söylenene inanır mısın?” “Bilgi değişir. Kandırır. Yalan olabilir. İyisi vardır, kötüsü vardır. Ama inançlarımız öyle mi?” “Ya inançlarının kökeninde yanlış bilgi varsa… İnancın, beni yok etmeyi mi söylüyor sana?” “Benim inançlarıma küfür ettin sen!” “Hiç yazdığım bir kitabı okudun mu?” “Hayır.” “Ya gazetede yazdıklarımı?” “Hayır.” “Bir yerde dinlendin mi benim konuşmamı? Televizyonda?…” … “O zaman hakkımda sana söylenenlerin doğru olduğunu nereden biliyorsun?” “Biz de asla yalan söylenmez. Doğruluk, dürüstlük töremizdir.” “Sana söyleyeni de kandırmışlar. Yanlış adamı öldürdün. Çanak çömlek patladı!…” “Bak, hâlâ karşımda konuşuyorsun ama?” “Biraz öldüm bugün. Biraz başardın.” “Bana yardım edecek misin?” “Evet. Bir neden de bu. Bunun için kaldım. Ölmemen için…” “Kaçmama yardım et. Bir araba isteyelim…” “Nereye kaçabilirsin ki?.. Hem henüz bir suç işlemedin?” “Seni öldürmeye kalktım. Rehin aldım?” “Sen mi?.. Şu halinle?” Mavi Öyküler -
48
“Dur bir dakika; haddini bil!” “Yanlış anlama. Sen de çok donanımsız gelmişin.” “Sence ne yapmalıyım?” “Teslim ol. Zaten sürenin dolmasına yirmi dakika kaldı.” “Hayır! Ölürüm daha iyi. Beni serbest bıraksalar dahi, onların yüzüne bakamam. Kaçmalıyım.” “Onlar kim?.. Önce doğru dürüst bir silah bulsalardı sana! Hiç bir şey yapmadı derim; sadece korkutmak istemiş, oturduk konuştuk…” “Yapar mısın?” “Tabii. Bunun dışında ne yaptın ki zaten. Sadece tetiği çeken o parmaktan bahsetmeyeceğim. Küçük bir ayrıntı. Özel seçtiğin şanslı bir kurbandan bu kadar ayrıcalığın olsun artık.” “Olmaz, yapamam!” “Neden?…” “Kimliğim ortaya çıkar! Anam çok üzülür. Başkaları da yanar.” “Kaçsan da yakalarlar seni. Tabii, daha önce vurulmazsan. Dışarıdakilerin silahları seninkine benzemez. Attıklarını vururlar. O zaman annen daha çok üzülür. Buradan tanınmadan kaçamazsın artık. Hem bürodaki pek çok kişi de görmüş olmalı seni. Teslim olursan basit bir eylem olarak kalır. Cezan azalır. Amacına ulaşmış sayılırsın. Yeteri kadar kahramanlık yaptın. Bundan ötesi aptallık olur. Beni de fazlasıyla korkuttun.” “Yine yazacak mısın eskisi gibi?” “Yazacağım. Bu topraklarda yaşayacaksam başka seçeneğim yok. Yazdıklarım seni aşağılamak için değil. Kendimi anlatmaya çabalıyorum sadece.” “Yeteri kadar korkmamışın.” “Yeteri kadar korktum. Baba olunca anlarsın, kızından ayrılmanın ne demek olduğunu… Kitaplarımı okumaya söz verirsen elimden geleni yapacağım senin için. Silahı, sadece beni korkutmak için kullandın. Öldürmekten hiç bahsetmedin. Bana çok iyi davrandın. Tamam mı?..” “Neden böyle davranıyorsun? Ben seni öldürmeye geldim… O tetiği çektim ben!” “Biz aslında aynı takımda, aynı mevkideyiz; unuttun mu?.. Birinci Amatör Küme! Hücumda gözüksek de, hep savunmadayız 49
- Mavi Öyküler
aslında… Ömür boyu!” “Seni göremiyorum artık. Nerdesin?.. Sadece sesin…” “Bu iyi haber işte! Menzilden çıktığımı gösterir. Hedeften düştüğümü…” “Ya ben?.. Ne yapacağım şimdi? Yapayalnız?..” “Soru sormak iyidir. Hazır yanıtlardan kork. Asıl salıverdiğin ben değilim; düşüncelerin… Şimdi özgür olan sensin!”
p
“BABA TREN YAKALADI ONU...” “Demiryolu Çocukları” - Akın Olgun Kar yağışı sanki hiç durmayacak gibiydi. Ahmet cama yapışmış dışarıyı seyrediyordu. Kar sokağa lapa lapa düşüyor, yerde kalın bir örtü oluşturuyordu. Arkadaşları ise bu ardı arkası gelmeycekmiş gibi yağan kar içinde yuvarlanıp duruyorlar, kayıyorlar, bahçe duvarını siper yapıp kar topu savaşı yapıyorlardı. Ahhh şu babası yok muydu? Bugün evde olmasa, şimdi o da atmıştı kendisini arkadaşlarının arasına. Ama babası dışarı çıkmasına izin vermiyordu. Hem de hiçbir neden göstermeden “Çıkmayacaksın dedim o kadar. Hadi git dersini çalış, aylaklık yapma” diye de azarlamıştı. Israrı sürdürünce de babası, ensesine şaplağı basmıştı. O da ödevinin başına oturmuş, aklı dışarıda, gözleri ise hiç anlamak istemediği dersinde oyalanmaya başlamıştı. Biey, Tom, Hayalci, Selvi Boylum, Akkaya yani tüm arkadaşları belki de şimdi uzun eşek oynuyorlardı karın içinde. Düşündükçe içi gidiyordu. Şu babası evden bir çıksa, kahveye bir gitse, hemen kendisini dışarı atacaktı. Babası çoktan kahveye gitmeye hazırdı ama, şu anası… Adamın başının etini yiyordu. Ne varmış bu kahvede, para harcıyormuş, zaman harcıyormuş, fosur fosur sigara içiyormuş, sonra da gidip kafayı çekiyormuş, çocuklarının rızkını onun bunun midesine yolluyormuş, muş, muş... Bu haftasonu da annesinin çenesinden kurtulmak isteyen babası, Cumartesi günü hiç çıkmadan evde oturduğunu ve çok sıkıldığını bahane ederek, kahveye gitmenin yollarını arayacaktı. Pazar Mavi Öyküler -
50
günleri evden kurtulmak için artık bu taktiği geliştirmişti. Fakat şimdi de babası evde olmasının sinirini, Ahmet’ten çıkartıyordu. Kendisi dışarıda olmadığına göre, hiç kimse evden çıkmayacaktı. Ahmet, babasının bu ruh halini iyi biliyordu. Annesi bütün bir hafta içi dırdır ediyor, söyleniyor adam da hanımının çenesinden kurtulmak için bir gününü feda ediyordu. Ediyordu etmesine ama, kendisi bunun kurbanı oluyordu. Oyun oynamak herkes gibi Ahmet’in de hakkıydı. Babası bu hakkını resmen gasp ediyordu. Ama görürdü o. Yarın bütün gün dışarda oynayacak ve bunun acısını çıkartacaktı. Babası Ahmet’in ders çalıştığı odanın içinde adeta volta atıyordu. Bir oturuyor, bir kalkıyor, bir sigarayı yakıp diğerini söndürüyor, kendi kendine söyleniyordu. Annesi ise kocasının bu üfleyen püfleyen haline sinir oluyor, o da kendi kendine söyleniyordu. Sonunda annesi öfkeyle patladı. “Hadi git gözüm görmesin seni… Suratını çekmektense, seni görmemek daha iyi”. Ahmet’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı birden bire. İçinden “Aslan annem” diyerek, babasının hemen toparlanıp evden firar eder gibi çıkmasını seyretti. Babası kapıdan çıkar çıkmaz, o da hemen üstünü giyinmeye başladı. Annesi Ahmet’in bu acelesine sinirlenmiş “Babası kılıklı işte. Kendisini dışarı atmak için nasıl da çırpınıyor” derken, arkasına da aceleyle sıraladı, “Üstünü sıkı sıkı giyin, koşturup terleme sakın, eve erken gel!” Ahmet her şeye “Tamam anne, tamam anne” diyor, geçen zamanı yakalamaya çalışıyordu. Giyinip kapıya geldiğinde annesinin bağırışını duydu: “Kör olasıca sakın demiryoluna inme, kırarım kemiklerini.” Ahmet annesinin uyarısına cevap bile vermeden, kapıyı kapatıp fırladı sokağa. Koşa koşa mahallenin üstünde arkadaşlarıyla her zaman buluştukları belediyenin konuk evinin arkasına gitti. Yanılmamıştı bütün arkadaşları oradaydı. Kar topu savaşından yorulmuş, boş olan konuk evinin arkasında eğlenmeye başlamışlardı. Ahmet’i görünce hepsi bir ağızdan, “Nerede kaldın Taşkafa?” diyerek, kenara yığdıkları kar toplarını birden ona atmaya başlamışlardı. Ahmet, kar topu yağmuru altında onlara karşılık vermeye çalışıyordu, ama nafileydi. Bütün arkadaşları üzerine çullanmış, karları kazağının altından koynuna doldurup eğlenmişlerdi. Konuk evinin bulunduğu tepe bütün kasabaya 51
- Mavi Öyküler
hakimdi. Evin altından bir tren köprüsü geçiyordu. Tren garı ise uzaktan görünüyordu. Ahmet birden dönüp arkadaşlarına, “Beni beklemeden mi indiniz yoksa tren yoluna?” diye bağırdı. Arkadaşlarından en iri yarı olan ve Tom dedikleri cevapladı onu. Hep homurdanarak konuşurdu Tom. Yine homur homur, “Vallaha billaha ben inmem, babamdan geçen gün yediğim tokatların acısını hala çekiyorum.” Gerçekten de Tom, babasından inanılmaz korkardı. Babası onu hiç acımadan, ölesiye döverdi. Tom babasının ismini ne zaman duysa eve koşmaya başlıyordu. Arkadaşları da onun bu korkusunu bildiklerinden, hiç beklemediği bir anda “Baban geliyor Tom” derledi. Tom, babasının ismini duyar duymaz önce saklanacak bir delik arar, sonra arkadaşlarının “Şaka Tombalak, şaka yaptık” sözleriyle kendine gelirdi. Ama içindeki korkuyu atamaz, hep arkasını sağını, solunu kolaçan ederek bakardı. Tik haline gelmişiti bu onda… Dünyada ondan başka böyle tiki olan kimse var mıydı acaba? Baba tiki galiba sadece ona aitti. Ahmet, Tom’un verdiği cevaptan memnun kalarak gülmeye başladı. Demek ki kimse tren yoluna inmemişti. Demek ki kimse trene yakalanmamıştı. Aralarında en hızlı koşan uzun boyu ve uzun bacaklarıyla Selvi Boylum’du. Asıl adı Hamit’ti, ama arkadaşları onun boyundan dolayı bu yakıştırmayı yapmışlardı. Herkesin bir lakabı vardı. Kimse kimseyi ismiyle çağırmaz lakaplarıyla seslenirlerdi birbirlerine. Selvi Boylum, Ahmet’in tren yoluna inme hevesine, “Herhalde beni geçeceğini düşünmüyorsun değil mi Taşkafa?” diyerek önceki trene yakalanma oyununda nasıl geride kaldığına bir atıfta bulunuyordu. Ahmet, “Sende o leylek bacaklar varken, seni geçmek imkansız.” diyerek cevapladı sorusunu. Herkes bu leylek bacak meselesine katıla katıla gülmeye başlayınca, Selvi Boylu Ahmet’i konuk evinin çevresinde kovalamaya başladı. Diğerleri de “Tavşan kaç, tazı tut” tekerlemesiyle tempo tuttular. Ahmet sonunda çaresiz teslim oldu ve Selvi Boylu’nun ağzına tıkıştırdığı karları bir ceza olarak yedi. Akkaya artık dayanamayarak, -Ne bakıyorsunuz lan. İniyor muyuz tren yoluna? Var mısınız Mavi Öyküler -
52
trene yakalanmaya? Tom cevapladı hemen: -Ben yokum abi. Geçen gün neredeyse altında kalıyordum trenin. Biey, Tom’un sızlanmasına sinirlendi: -Kötü mü oluyor kilo veriyorsun. Yoksa nerede eriyecek bu yağlar? cevabını yapıştırdı. Hayalci bugün hiç konuşmuyordu. Aslında aralarında en çok konuşan ve kurduğu hayallerle herkesi kendi dünyasına çeken Hayalci’ydi. Derin bir nefes çekerek: “Arkadaşlar ben yarın, çarşıdaki İbrahim amcanın kahvesinde işe başlıyorum” diyerek önündeki taşa okkalı bir tekme salladı. Hayalci’nin babası kanserdi ve doktorlar onun çok uzun yaşayacağına ihtimal vermiyorlardı. Hayalci daha ilkokulu bitirir bitirmez, babası bir ayakkabı tamircisinin yanına çırak olarak onu işe koymuş, ustaya da “Eti senin kemiği benim” diyerek teslim etmişti. Hayalci ayakkabı ustasının yanında çok çabuk işi kapmıştı. Fakat ustası aniden ölünce dükkan kapanmış, o da işsiz kalmıştı. Babasının hastalanıp işi bırakmasından sonra da, abisiyle birlikte, ailenin tüm yükünü çekmek zorunda kalmıştı. Kah kasabaya inşaat için gelen tuğlaları indirmeye gidiyor, kah kazma kürek işi bulursa oraya koşturuyordu. Ama kış bastırınca Hayalci de yapacak bir iş bulamaz olmuştu. Abisi kahveci İbrahim’le konuşmuş ve Ahmet’in babasının da takıldığı bu kahvede Hayalci’yi çalıştırması için ikna etmişti. Hayalci, “Arkadaşlar birgün bütün kaderimiz değişecek, değişmek zorunda. Bugün burada, kendi aramızda bir söz verelim birbirimize. Kim zengin olursa o diğerlerine yardım edecek.” deyip herkesin gözünün içine baktı tek tek… -Söz mü Tom? -Söz mü Akkaya? -Söz mü Taşkafa? -Söz mü Selvi Boylum? -Söz mü Biey? 53
- Mavi Öyküler
Herkesten sözü alınca da “Hadi gidip trene yakalanalım, kutlayalım bunu.” deyip tepeden aşağıya, tren raylarına doğru kaymaya başladı. Birazdan trenin içinden geçeceği o tünelin ağzına gelmişlerdi. Tünel yaklaşık yüzelli metreydi. İçi zifiri karanlıktı. İçinde ancak iki insanın sığabileceği kadar küçük, iki korunak vardı. Rayları kontrol eden bekçiler, eğer tünelin içindeyken tren gelirse, hemen kendilerini bu korunağa atıyorlar, tren geçtikten sonra da yollarına devam ediyorlardı. Tüneli raylardan ayıran bir metrelik boşluk vardı. İşte bu boşluk, Ahmet ve arkadaşları için, trene yakalanma oyununun en önemli yeriydi. Oyunun tek bir kuralı vardı. Tren uzaktan göründüğü anda, hepsi rayların ortasına diziliyor ve yaklaştığı anda, hep beraber tünelin içine doğru koşmaya başlıyorlardı. En hızlı koşan kendisini korunağa atarak sağlama alıyor, atamayanlar ise bu bir buçuk metrelik boşluğa kendisini atarak, boylu boyunca uzanıyordu. Tren, tünele düdüğünü çala çala giriyor ve tüm tünel bu sesle inliyordu. Kendini tünelin kenarlarına atan herkes, yanlarından geçen trenin rüzgarını hissediyordu. Sanki tren, boylu boyunca yattıkları yerden onları kendisine doğru çekiyor gibi oluyordu. Tren geçip gittiğinde, yattıklari boşluktan çıkıp, bağıra çağıra naralar atarak eğleniyorlardı. Bir çeşit cesaret oynuydu bu onlar için. Tren uzaktan görünürken Selvi boylu işaretini verdi: “Yan yana dizilin, geliyor”. Tren yaklaşınca koşmaya başladılar. Sanki tren hemen arkalarındaydı. Kalpleri inanılmaz atıyordu. Nefes nefeseydiler. Herkes tren düdüğünün sesini duyunca, kendisini kenara attı. Tren hızla geçiyordu yanlarından. Rüzgarı, üstlerindeki elbiseleri sanki vücutlarından ayırıyordu. Tren geçtiğinde Selvi Boylu korunaktan çıkıp “Oleyyyyyy, oleyyyyyyy” diye bağırmaya başladı. Hepsi onun bu nağrasına eşlik etti. Tünelde, trenin bıraktığı kömür kokusu ve simsiyah is, olduğu gibi duruyordu. . Tünelden geçen trenlerin bıraktığı kurumlar duvarlara, yerlere yapışıyordu. Oyun bittiğinde, elleri yüzleri simsiyahtı. Hemen yerlerdeki kar örtüsünün üstüne kendilerini atıp ellerini, yüzlerini karla temizlediler ve tepenin üstündeki küçük mağaraya doğru tırmandılar. Her tren yakalanmanın arMavi Öyküler -
54
dından yaptıkları bir işti bu. Mağarada ateş yakıp ısınıyor, ateşin başında sohbet ediyorlardı. Hayalci’nin kurduğu hayallerin içini genişletiyorlardı. Mağaraya çıkmadan sağdan, soldan çalı çırpı topladılar. Mağaranın içinde önceden bıraktıkları, kağıt ve üstüplerle tutuşturdular çalı çırpıyı. Isınmaya başladılar. Ellerini ayaklarını ateşe uzatarak kuruttular, kazaklarını, paltolarını, ceketlerini… Selvi Boylu, -Ya arkadaşlar madem hiç ayrılmayacağız, madem ki zengin olan diğerlerini yanına alacak… -Eeeeee uzatma lafı! Söyle ne diyeceksen. -Dur çatlama Taşkafa, söylüyoruz işte… Bir lider seçelim aramızdan ve gurubumuzun bir adı olsun. Herkes ateşin etrafında hep bir ağızdan konuşmaya başladı. Selvi Boylu’nun önerisi, bir anda kaynadı içlerinde. Ahmet kafasında gruplarına bir isim düşünmeye çoktan başlamıştı bile. Herkes ortaya bir isim atıyordu. Biey “A takımı olsun” dediğinde, herkes ona takılan lakabın, televizyondaki A takımı dizisindeki adamdan aldığını biliyordu. Gülmeye başladılar. Biey sinirlenmişti, “Ne gülüyorsunuz lann hıyarlar, varsa bulduğunuz bir isim söyleyin”. Bir an sessizlik oldu. “Demiryolu çocukları” dedi Ahmet. Hayalci birden yerinden kalkıp alnından öptü Taşkafa’yı. “İşte bu! Harika bir isim grup için”. Kimse ses çıkarmadı. Hepsi katıldı bu isme. Hayalci de alnından öptüğüne göre iş tamam demekti. “Ama, ya lider…” dedi Tom ve devam etti “Lidersiz grup olur mu yaa… Ben kendimi öneriyorum.” diyerek dönüp Hayalci’ye baktı. Hayalci, “Ne o kalkıp alnından mı öpeyim lan? Ne bakıyorsun aval aval. Babanın ismini duyunca saklanacak delik arıyorsun, bir de lider olmak istiyorsun” deyince herkes kahkahayla gülmeye başladı. Tom “İyi be iyiii… geri aldım önerimi. Seçin hadi kimmiş lider görelim?” Akkaya, “Selvi Boylu olsun” diyerek kalkıp Selvi Boylu’nun alnından öptü, tıpkı Hayalci’nin yaptığı gibi. Çok eğleniyorlardı. Alnından öpülen görevi almış oluyordu. Kimse itiraz etmedi. Selvi Boylu “Madem beni seçtiniz arkadaşlar, o zaman hepiniz alnımdan öpün. Yok55
- Mavi Öyküler
sa liderliği kabul etmem haaa” diyerek, kabul ettiğini şakayla karışık söyledi. Herkes kalkıp birbirini alnından öpmeye kalkışınca, ortalık birbirine girdi. Neşeli çığlıklar atarak, bir anda alt alta, üst üste yere yığıldılar. Yerdeki debelenmeleri bitince, mağaranın sisten kararmış duvarına DYÇ yazıldı. Sonra altına takma adlarını yazarak, gururla imzaladılar. Tom, “Benim gitme saatim geldi” dedi ve panikle ayağa kalktı. Herkes artık çok geç olduğunu onaylayarak, hep birlikte evlerinin yolunu tuttular. Ahmet eve geldiğinde, bütün üstü başı is kokuyordu. Annesi “Allah belanı vermesin çocuk, nerelere sürtündün yine?” diyerek, Ahmet’in üstündeki giysileri çıkartmaya başladı. Ahmet, hemen banyoya girip yıkandı. Pijamalarını giyinerek, sıcak sobanın yanına oturdu. Annesi, akşam yemeğini hazırlıyordu. Ahmet annesine, “Bugün DYÇ’yi kurduk anne. Bir de lider seçtik aramızdan. Biz arkadaşlarla hiç ayrılmayacağız anne. Kim zengin olursa, o diğer arkadaşlarını yanına alacak anne. Söz verdik birbirimize…” Annesi, “Sizden bu kafayla adam çıkmaz. Olsa olsa çöpçü, hırdavatçı olur. Boş gezenin boş kalfaları yani!” Ahmet annesine itiraz edecek gibi oldu, ama sonra vazgeçti. Eğer itiraz ederse, annesinin aklına bu sefer “Raylara indiniz mi?” sorusu gelecek, kendisini sorguya çekecekti. En iyisi susmak ve önüne konan çorbayı bitirmekti. Babası çok geç saatte eve gelmişti. Annesi kapıyı açar açmaz patırtı başlamıştı. Ahmet artık alışmıştı, babası ve annesi arasındaki bu patırtılara. Birgün babasına, “Neden hep kavga ediyorsunuz?” demişti. Babası ise, “Oğlum biz birbirimizi böyle seviyoruz. Birbirimize bağırıp çağırmazsak, bu evliğin tadı olmaz. İnsan birlikte yıllarca yaşayınca, kahır arkadaşı oluyor, acı arkadaşı oluyor, kader arkadaşı oluyor, huyu huyla benzeşiyor. Bizde böyle işte… Sende bir gün evlendiğinde anlarsın ne demek istediğimi” demişti. İşte yine birbirlerini seviyorlar diye düşünerek, daldı uykusuna. Ahmet sabah kalktığında, babası evde yoktu. Annesine yanlışlıkla babasını soracak olsa, emindi ki, annesi bir anda parlayacak, konuştukça konuşacaktı. Hiç ağızını açmadı Ahmet. Kahvaltısını yapıp derse oturdu. Biraz ders çalıştıktan sonra, hayallere daldı. Arkadaşlarını çok seviyordu Ahmet. Onlarsız bir mahalle Mavi Öyküler -
56
düşünemiyordu. İyi ki vardı arkadaşları. Kavga ediyorlar, tartışıyorlar, zaman zaman birbirlerini kırıyorlardı, ama küskünlükleri en fazla bir iki saat sürüyordu. Sonra yine koşturuyorlardı mahallenin sokaklarında. Bir ara hayal meyal sesler duydu. Kapı çalıyordu ve annesi Ahmet’e kapıyı açması için bağırıyordu. Ama, Ahmet düşüncelerine o kadar dalmıştı ki, ne annesini, ne de kapının sesini duymuyordu. “Allah canını almasın çocuk emi? Boğazımda ses kalmadı kapıyı aç demekten” diyerek, hızla yanından geçip kapıyı açtı. Babası kapıdan içeri girdi. Yüzü asık ve üzgündü. -Ne oldu herif yüzünden düşen bin parça? -Hiç sorma hanım. Cafer amca bugün vefat etmiş. -Hangi Cafer? -Bizim oğlanın arkadaşının babası yok mu yahuuu… Senin de dünyadan haberin yok be kadın. -Vah vah, Allah rahmet eylesin. Hatırladım adamı, hastaydı zaten. Doktorlar çok yaşamaz demişlerdi. Allah geride bıraktıklarına sağlık versin. -Hadi hazırlan, gidelim bir koşu, belki bir şeye ihtiyaçları vardır. Hem baş sağlığı dileyelim, hem de ne lazımsa yapalım. Ahmet olduğu yerde, anne ve babasının konuştuklarını dinliyordu, rengi atmıştı. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Babası, oğlunun onları dinlediğini ve sapsarı kesildiğini görünce, Ahmet’i elinden tutarak odaya götürdü. “Oğlum arkadaşının babası vefat etmiş. Ölümlü bir dünya bu. Herkes kaderinde olanı yaşıyor. Sen de arkadaşına destek olmalısın. Sen üzülürsen, bütün arkadaşların üzülürse bak söylüyorum, arkadaşınızı daha da çok üzersiniz haberin olsun” dedi. Daha sonra pür telaş hazırlanan annesini alıp, evden çıktı. Ahmet, Hayalci’nin halini gözlerinde canlandırmaya çalışıyordu. Nasıl üzülmüştü kim bilir? Şimdi kim bilir nasıl ağlıyordu? Keşke babası onu da yanında götürseydi. Gider Hayalci’nin alnından öperdi, tıpkı grubun ismini bulduğunda kalkıp kendisini alnından öpmesi gibi. Düşüncelere dalmış bir şekilde pencerenin önüne oturdu. Kar yeniden yağmaya başlamıştı. Sokakta kimsecikler yoktu. Zaten kendisi de çıkmak istemiyordu. Hiç keyfi kalmamıştı. 57
- Mavi Öyküler
Hayalci’nin herkese söz verdirdiği an aklına geldi birden... Nasıl da kararlıydı sorarken. Sanki ölen Hayalci’nin babası değil, Hayalci’nin kendisiydi. Gözlerinin önünden sürekli Hayalci’nin davranışları, konuşmaları geçiyordu. Ya Hayalci ölseydi? Birden oturduğu yerden kalktı. Eliyle kovaladı düşündüklerini. Sonra eğilerek, sobanın altını körükledi. Birden alevlendi soba. Kömürlerin çıtırtılarını duydu. Sobanın başında dikildi öylece... Babası ve annesi, akşam olmadan döndüler eve… Çok üzgün ve yorgundular. Annesi , sofrayı hazırlamak için koşuşturmaya başladı. Ahmet de babasının yanına yaklaşarak: -Baba gördün mü Hayalci’yi, ağlıyor muydu? -Hayalci de kim oğlum? -İşte Cafer amcanın oğlu, benim arkadaşım. -Gördüm oğlum, gördüm. Üzülmüştü tabii ki çocuk. Ama metanetliydi büyük adamlar gibi… “Aferin” dedim ona. -Benim arkadaşım öyledir baba, o dediğinden yani. Aramızda en çok o hayal kuruyor. Biz bu yüzden ona Hayalci diyoruz. -İnşallah hayalleri gerçek olur oğlum... Babası bunu söyledikten sonra, “Yoksulun ekmeğidir hayal” diyerek oturma odasındaki kanepeye oturup, suskunluğa gömüldü. Üç gün sonra konuk evinin önünde toplandılar. Hayalci yoktu aralarında. Kötü haberi hepsinin ailesi duymuştu. Keyifsizdi herkes. Tom bozdu sessizliği “Hadi kalkın gidelim Hayalci’nin yanına. Bizi görünce kesin sevinecektir.” Hep birlikte yürümeye başladılar Hayalcilere... Evin kapısının önünde, bir sürü ayakkabı vardı. Kalabalıktı evin içi anlaşılan. İçeri girdiler. Herkes sessizce ağlıyordu. Komşular toplanmış, acıyı paylaşmaya gelmişlerdi besbelli. Utanarak ve üzgünce köşede oturan Hayalci’nin annesine yaklaştılar. Kadın onları görünce, kollarını açıp sarıldı hepsine birden. Gözleri dolmuştu. “Başınız sağolsun ana” dedi Selvi Boylu, tıpkı bir liderden beklendiği gibi. Hepsinin adına söylemişti bunu. Hemen Hayalci’ye bakındılar, ama Hayalci yoktu evin içinde. Evin arkasını dolanıp, onu kilerin içinde Mavi Öyküler -
58
buldular. Hayalci, oturduğu patates çuvalının üstünde, uzaklara dalmıştı. Arkadaşlarını karşısında görünce, kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Demiryolu çocuklarının gözleri dolmuştu. Birden Hayalci’ye sarılıp, birlikte ağladılar. Aradan geçen günler, yine onları eski neşeli günlerine geri döndürmüştü. Hayalci yine aralarındaydı. Karın bütün tadını çıkartıyorlardı. O gün yine hep birlikte tünele indiler.”Bugün trene yakalanmak yok arkadaşlar” dedi Selvi Boylu. Sesi bir lider gibi kararlıydı. Biey elinde kocaman bir vida ile oynuyordu. Bu, rayları büyük kalın tahtalara sabitlemek için kullanılan bir vidaydi. Tom, her zamanki merakı ile soru yağmuruna tuttu Biey’i: -Ne ile oynuyorsun, ne yapacaksın elindekini? Nereden buldun? Yoksa söktün mü? Yoksaaa! -Sus be sus. Yolun kenarında buldum işte. Trene sabotaj yapacağım. -Nasıl yapacaksın? Sen televizyondaki A Takımı dizisine, kendini fazla kaptırdın. -Yok yaaaa, bak şu rayların arasındaki boşluk var ya, aha buraya koyacağım .Tren gelip üzerinden geçerken devrilecek oğlummm. O zaman göreceksin ne olduğunu. Hayalci, “Bir de bana hayalci diyorsunuz. Baksana adam tren devirmenin düşünü kuruyor. Bundan daha büyük hayal olur mu beee?” diyerek eliyle uzaktan görünen treni işaret etti. Biey, bütün bu konuşmalar arasında, elindeki demir vidayı iki rayın arasına koyup, unutmuş olduğunu hatırladı. “Vidaaaa, vidaaa” diye bağırıp, koyduğu yerden almak için ileriye çıktı. Ama Ahmet, onu hemen arkadan yakalayıp birden geri çekti. Panikle tünelin yanından tepeye doğru koşmaya başladılar. Tren hızla geçti ve gitti. Devrilmemişti. Hemen geri dönüp, vidaya baktılar. Vida yoktu yerinde. Hayalci “Tabii ya trenin önünde, rayları temizlemek için bir şey var. Yoksa her gelen geçen bir tren devirirdi” diyerek açıklamasını yaptı. Tom, Biey’in ensesine bir şaplak yapıştırarak “Ölecektin az kalsın, salak” diyerek söylendi. Biey kıpkırmızı olmuştu. Hayalci “Ceza verelim buna, tamam mı Selvi Boylu?” diyerek herkesin onaylayan bakışını aldı. Toplandılar 59
- Mavi Öyküler
kendi aralarında, Biey onların vereceği kararı uzaktan izliyordu. Karar hızlı alınmıştı. Karınları acıkmıştı. Biey, ne yapıp edip, yiyecek bir şeyler bulacak ve karınlarını doyuracaktı. “Nasıl bulursan bul, ama bizim karnımızı doyurma cezası verdik sana” dedi lider Selvi. Biey, hiç itiraz etmedi. Hemen koşup, ortalıktan kayboldu. Grup mağaraya çıkıp, ateş yaktı ve Biey’i beklemeye başladı. Aradan zaman geçti, neredeyse bir saat olmuştu, Biey ortalıkta yoktu. -Tüydü bu abi. Kesin tüydü, gelmeyecek. -Yok yok yapmaz öyle şey, gelir. -Aha ben söylüyorum size. Şimdi evde oturmuştur sobanın dibine karnını doyuruyordur. Gelirdi, gelmezdi tartışması, Biey’in elinde bir torbayla gelmesiyle son bulmuştu. Biey torbayı açtı ve içinde dört dürüm yufka ekmeği çıkardı. -Alın karnınızı doyurun açlarrr… Bir de benim için gelmez diyordunuz, duydum sizi. -Yok be iddialaşıyorduk sadece. Biliyorduk geleceğini. Değil mi arkadaşlar? dedi Hayalci. Hepsi de birlikte, “Tabii ya abi. Biliyorduk geleceğini.” Biey eve gitmiş, annesine durumu anlatmış, annesi de hemen dört dürüm yapıp oğlunun eline vermişti. Ama Biey, nasıl gizlice mutfağa girdiğini, annesine az kalsın yakalanıyor olduğunu, ballandıra ballandıra anlatıyordu. Karınları doyan çocuklar, mağaranın içinden tepenin üstüne çıkıp, gara giden trenleri izlediler bir süre. Küçük bir Anadolu kasabası olan bu yere, hergün onlarca tren girip, çıkıyordu. Yük trenleri, yolcu trenleri… Sürekli birşeyler taşıyorlardı. Tren yolunun hemen kenarından akan çay ise donmuştu. Ama çayın üzerindeki buza rağmen, renginin kahverengi olduğu, oturdukları mağaranın içinden bile görünüyordu. Kasabadaki demir madeni fabrikasının çamur rengindeki atıkları, tüm çayı kahverengi yapıyordu. Fabrikadan borularla çaya atılan zehirli atık, tüm çayın rengini değiştirmekle kalmayıp, ayrıca çayın altına çöken ve herkesin mıcır dediği bir tabaka oluşturuyordu. Mavi Öyküler -
60
Yaz aylarında, ölü balıkları bu kahverengi çayın üstünde görüyorlardı. Demir madeni çalışanları, geçen sene greve gitmişti. Böylece fabrikanın borularından çaya akıtılan bir şey olmayınca, bir anda çayın rengi masmavi olmuştu. Dibine çöken kahverengi mıcır ise gün gibi açığa çıkmıştı. Bu maviliğe aldanıp, elindeki toruyla çayda balık avlamaya çalışan bir adamın cesedini, ancak iki gün sonra bulabilmişlerdi. Adam, serpme el toruyla çayın içine girmiş, ama bir süre sonra mıcıra batmış ve o kahverengi mıcır onu içine çekerek yok etmişti. Fabrikanın borularından suya karışan bu kahverengi zehirle kimse ilgilenmiyordu. Ne kasabalı, ne belediye başkanı, ne kaymakam, ne jandarma… Çaltı denilen bu çay, fabrikanın olduğu yere kadar masmavi ama fabrikanın alt kısmından itibaren kahverengiydi. Tek sorun bu da değildi. Belediyenin yeni açtığı mezbahane de bu çayın geçtiği bir tepenin üstüne yaptırılmıştı. Neden oraya yaptırıldığı ise sonradan anlaşılmıştı. Kesimden çıkan bütün pislik, el arabalarına konuluyor, sonrada uçurumdan çayın içine boşaltılıyordu. Kargaların, sokak köpeklerinin ve kedilerin cirit attığı bu yer, onların karnını doyuruyordu. Fakat köpekler bir süre sonra, sürü halinde insanlara saldırmaya başlayınca, belediye hemen kolları sıvayıp, bir ölüm ekibi kurmuş ve av tüfeklerinin o ürkütücü sesi ile köpeklerin çığlıkları birbirine karışmıştı. Küçük bir kasabaydı, ama felaketleri büyüktü. Belediye başkanı kasaba gazetesine verdiği demeçte, halkın canını tehdit eden ve korkutan sokak köpeklerinin hakkından gelindiğini, öve öve anlatarak duyurmuştu kasabalılara… Gazete ise “Köpek Terörü Son Buldu” diyerek manşet atmıştı. Elbetteki küçük bir kasabanın belediye başkanı için bu, propagandası iyi yapılması gereken bir icraattı! Yoksa kasabalı, “Bu belediye başkanı ne iş yapıyor? Ancak makamında gerile gerile oturuyor” derlerdi, ki bu olacak şey değildi. Yazın bu mezbahadan yükselen koku, bir çok mahalleyi esir almıştı, ama yine de kimse sesini çıkartamamıştı. Çay ise hem maden atıkları, hem de mezbahanın döktüğü sakatatlarla, bir çaydan çok korku filmleri için hazırlanan manzaraya sahip olmuştu. Demiryolu çocukları, bu hazin manzarayı seyrettikleri mağaradan çıkarak, evlerinin yolunu tuttular. Hayalci’nin kasabayı de61
- Mavi Öyküler
mir madeni atıklarından ve mezbahaneden nasıl kurtaracağına dair hayali projeleri de onlara yol boyunca eşlik etti. Günler çok hızlı geçiyor ve trenlere yakalanmak için hep aynı oyun süre gelip gidiyordu. Trenlerle yarışmak, onlar için birer çocuk oyuncağıydı. Başka mahallelerden gelen çocuklara bu yaptıklarıyla hava atıp eğleniyorlardı. Oyun aynı zamanda, diğer mahalle çocuklarına karşı bir cesaret gösterisiydi. Her çocuğun yapabileceği bir iş değildi. Sadece yüreği olanların yapabileceği bir işti onlara göre. Karşı mahallenin çocuklarıyla ne zaman kapışsalar, onları bu oyunla düelloya çağırırlardı. Ama her defasında karşı mahallenin çocukları, bir bahane bulup kaçıyorlardı. Böylece, kasabanın tartışılmaz ve korkusuz lideri onlar oluyordu. Ta ki İstanbul’dan karşı mahalleye, kendilerinden yaşça biraz büyük olan bir çocuğun misafirliğe gelmesine kadar. Karşı mahalle çocukları, bu şehirli çocuğun ne kadar deli ve gözükara olduğunu çoktan duyurmuştu herkese... Çocuk korkusuz ve yürekliydi. Tabii ya, İstanbul’daki mahallesinin lideriydi. “Onun ününü herkes biliyor” diye başlayan konuşmalar, demiryolu çocuklarını fena halde kızdırmıştı. Konuk evinin önünde toplantıya çağırdı, Selvi herkesi. Tüm ekip bir aradaydı. Bu şehirli ve şımarık züppeye haddini bildirmek gerekiyordu. Yoksa grubun geleceği tehlike altındaydı. Herkes katılıyordu Selvi’nin anlattıklarına. Çocuğu, en büyük silahları olan trene yakalanma oynuna davet edeceklerdi. Hatta ona bir gösteri hazırlamayı da planladılar. Çağıracaklar ve tepeden ona bu işin nasıl yapıldığını göstereceklerdi. Hemen davet yapıldı. Karşı mahallenin çocukları hiç hayır demeden, bir saat sonra konuk evinin önüne geldiler. Şımarık şehirli çocuk iki elini beline dayayıp, “Gösterin şu marifetinizi de görelim, nasıl bir şeymiş?” diyerek meydan okumuştu hepsine. “Gösterelim bakalım” dedi Selvi. Demiryolu çocuklarının lideri, bu gösteriyi tek başına yapacak, arkasından da bu şehirli çocuk bir sonraki trenle yapacaktı aynısını. Herkes tünelin ağızına indi. Selvi Boylum, tünelin girişinde, tam rayların ortasında yerini aldı. Ahmet, Akkaya ve Tom tünelin öbür ucuna geçtiler. Diğerleri de oyunun başlayacağı tünelin öbür ağızındaydılar. Uzaktan tren görününce, Selvi hazırlandı. Bu sefer, trenin iyice yaklaştığı zaman koşmaya başlamayı tasarlaMavi Öyküler -
62
mıştı içinden. Öyle de yaptı. Tren yaklaşıyor, ama o koşmuyordu. Herkes korkmaya başlamıştı. Selvi Boylum birden yerinden fırlamış ve tünelin içinde kaybolmuş, tren de arkasından girmişti. Herkes gözünü kapatmıştı. Tren düdüğü ciyak ciyak bağırıyordu. Tren tünelden çıkıp gittiğinde, içeriden Selvi Boylu’nun “Oleyyyyy” sesi duyuldu. Tüm arkadaşları onu alkışlamaya başladılar. Tünelden çıkıp oyunun başladığı yere geldi. Yüzü ve elleri simsiyahtı. Tünelin içindeki bekçi korunağına yetişememiş, ama kendisini hemen kenardaki boşluğa atıvermişti.”Şimdi biz seni görelim bakalım, şehir çocuğu!” diyerek, oyunun nasıl oynandığını bir kez daha anlatmak için çocuğa yöneldi. Daha tünelin içinde ne yapması gerektiğini yeni anlatmaya başlamışken, çocuk lafını keserek “Anlatmana gerek yok. Bu iş benim için çocuk oyuncağı” diyerek kestirip atmıştı. Buna çok sinirlenmişti Selvi Boylum. İkinci treni beklemeye başladılar. Yarım saat sonra ikinci tren uzaktan göründü. Çocuk rayların üstünde yerini aldı. Tren yaklaşıyordu, ama çocuk kımıldamıyordu. Selvi Boylu ve Hayalci, bu oyunun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorlardı. Oyunla dalga geçen bu çocuğun, işin ciddiyetinde olmadığını anlamışlardı. Hayalci yaklaşan trene baktı ve çocuğa seslenmeye başladı, “Kardeş çekil raylardan. Tamam çok cesursun. Kabul ettik. Kardeşşşşş… Heyyyy kardeş çekil oradan, çekil!!…” Çocuk rayların üstünden tüm hızıyla koşmaya başladı ve tünelden kayboldu. Arkasından giren trenin düdüğü kulakları sağır ediyordu. Birden bire tren, frenlerinden gelen büyük bir gıcırtı sesi ve sürtünen demirden çıkan kıvılcımlara boğuldu. Herkes donmuştu. Çocukların hepsi sağa sola hızla kaçışmaya başladılar. Selvi Boylu, Biey ve Hayalci de soluğu tepenin üstünde almışlardı. Tünelin öbür ucunda ise başka bir şok yaşanıyordu. Trenin ani freni ve başının tünel çıkışında görünmesi ile Tom ve Ahmet dona kalmışlardı. Trenin önü kan içindeydi. Olayın olduğu alan polis, ambulans, jandarma ve mahallelilerin akınına uğramıştı. Kötü haber o kadar hızlı yayılmıştı ki… Aileler fenalık geçirip bayılıyordu. Tüm mahalleli dövünüyordu adeta. Ahmet ve Tom’un babaları göründü uzaktan. Çocuklar bir yandan ağlıyor, bir yandan da titriyorlardı. Tom’un babası “Oğ63
- Mavi Öyküler
lummmmm” diye, adeta inleyerek, sarılmıştı oğluna. Belki de Tom’un babası ilk defa oğluna bu kadar sarılıyor, öpüyor, kokluyordu. Ahmet’in babası da farklı değildi. Ahmet’i kucakladığı gibi uzaklaştırmıştı oradan. Ahmet trenin ucunu gördüğü anda, geri geri düşmüş ve kafasını taşa vurmuştu. Hiç bir şeyi yoktu. Gözleri korkudan iyice açılmış, sadece mırıldanıyordu “Baba tren yakaladı onu…” Selvi Boylu’nun ailesi, onu apar topar Ankara’da yaşayan amcasının yanına gönderdi. Selvi Boylu okuyarak makina muhendisi oldu. Hayalci hiç zengin olamadı. İstanbul’a çalışmaya gitti ve orada evlendi. Hayalleriyle yaşamaya devam ediyor. Akkaya, kasabada okulunu bitirdi. Daha sonra Ege tarafında, deniz kenarında küçük ama sevimli bir lokanta açtı. Evlendi ve bir oğlu var. Tom bir daha babasından dayak yemedi. Öğretmenlik okudu ve Anadolu’nun bir kasabasında sınıf öğretmenliği yapıyor . Biey erken evlendi bir çocuk babası oldu. Bir pazarlama firmasına müdürlük yapıyor. Ahmet bir partiden siyasete girdi ve aktif olarak hala siyasetle uğraşıyor. Anadolu’da hayatın sakin aktığı diğer kasabalardaki demiryolu çocukları ise hala “Trene yakalanma” oynunu oynuyorlar. Bir kasabada yaşananları hiç bilmeden…
p
“KARANLIK RUHUMUN AYNASINDAN YANSIYAN BİR GÖLGE”
Mavi Öyküler -
64
“O” - Hasan Uygun Ooradaydı! Elimle koymuş gibi biliyordum. Bu nedenle sığamadığım kabımda, içim içimi kemiriyor dar geliyordu bütün zamanlar o terk edilmiş gecede o aklıma düştükçe. Afakanlar basıyordu neredeyse, başımı yastığa her gömdüğümde. Onu, orada, bıraktığım o yerde bekliyordu beni; bunu biliyordum! Oysa savunmasız bir yürek taşıyordum ben de en nihayetinde içimde. Minicik bir kuş yüreği. Bu nedenle uyku haramdı artık yorgun gözlerime. Onun oradaki varlığı, bir karabasandı sanki içimde. Ne yapsam ne etsem unutamıyor, def edemiyordum içimden kustuğum o acı cümlelerle. Aslında zorlasam diziliverecekti sanki kelimeler bir bir, sırasını bekleyen acemi erler gibi. Bir resmi geçitte ağlatacaklardı beni; bando mızıka! Bu kadarına dayanamazdım artık. Suçluluk duygusuyla günden güne tükenerek. Bana aitti sonra. Üstüme kalmış başarısız bir eylem gibi. Karanlık yanımdı, beni arafta bekleyen. Bu nedenle gitmeliydim ona. Bekletmemeliydim daha fazla. Ama, ya tepemde mesnetsiz iddialarla uğuldayıp duran şu baykuş. Ona ne olacaktı peki? Ondan kurtulmanın bir yolu olmalıydı; mutlaka. Yoksa bütün suçu üstüme yüklenmek an meselesiydi neredeyse. Her şeyi görmüş bir göz gibi bakıyor çünkü yüzüme. Gammaz bir jurnalci gibi bütün ormanı ele verecekti birazdan sanki beni; katli vacip bir sefil gibi! Uğursuz bir geceydi dışarıdaki. Dalgalar belli belirsiz bir nesne taşıyordu sanki kıyıya. Koynundan çıkarır gibi, usulca bırakıveriyorlardı sonra taşıdıkları emaneti, çakıl taşlarının yosunlu tenine. Hiç çıkmayacak melun bir leke gibi bırakıyorlardı çığlık çığlığa dizginlerinden boşalarak sonra. Dalgalar, kucağındaki emaneti bana getiriyorlardı biliyordum, daha önce bıraktığım yere. Hiç gitmemiş bir lanet gibi. Orada, bıraktığım o geçmişte, bir şey vardı beni bekleyen; bili65
- Mavi Öyküler
yordum. Bu nedenle uğulduyordu kulaklarımda o hiç unutamadığım korku. Arafta bir beden çekiyordu sanki beni ayaklarımdan, bedenim dalgalarda. Dalgalarla boğuşuyordu bedenim ona elimi her uzattığımda. Karanlık ruhumun aynasından yansıyan bir gölge gibi çağırıyordu beni, varlığı varlığımdı çünkü, bir gaflet anında peydahlayıp terk ettiğim. Bu nedenle, suçlu bir köpek gibi kapanmalıydım şimdi ayaklarına, sürünmeliydim peşinde, dilim ayaklarımın altında. Kusmalıydım tüm yalanlarımı, itiraf etmeliydim onu ele güne! Koynumdan çıkarıp atmalıydım onu ayaklarının dibine. Kurtulmalıydım ondan o karanlık gecede, dalgaların kayalarla çığlık çığlığa seviştiği o kudurmuş denizde. O metruk gecede, ellerim gözlerimde bastırmaya çalışırken tüm gördüklerimi en derinlere, dönenip durdum saatlerce yatağımda uykunun kapısında divane. Çaresi yoktu, gidecektim. Çünkü ellerimle koymuş gibi biliyordum. Ben burada, bu inziva makamında, pastoral bir gaflet içinde, uykuyu gözleyen nemli gözlerimle dönenip dururken sıcacık yatağımda, o orada beni bekliyordu çırılçıplak; biliyordum. Bu nedenle gitmeli ve dindirmeliydim acılarını; acısı yüreğimde.
p
“MELEK KALPLİ BİR SERSERİYE...” “Kaybetmeye Mahkum Projelerin Değişmez Sponsorü Çarli... Bis” | Hikmet Temel Akarsu* Size tuhaf bir kitap öyküsü anlatacağım. İster inanın ister inanmayın... Bu, aynı zamanda bir Rock’n Roll öyküsü de sayılır. Tarantinovari olanlardan... Big Lebowski tadında... Açık söylemek gerekirse, kitap tanıtımı olarak da kullanılabilecek kadar gerçek bir hayat öyküsü bu. Kahramanları da sır değil. En sevdiğim dostlarımdan biri olan Çarli ve de ben. Çarli’yi taMavi Öyküler -
66
nırsınız... Daha doğrusu bu ülkede, evinde herhangi bir “rock’n roll” yayını olup da Çarli’yi tanımayan yoktur. Hani şu KMPDSÇ... Yani “Kaybetmeye Mahkum Projelerin Değişmez Sponsoru Çarli”... Her neyse öykümüze geçelim... ... Öykü bir nebbaş çetesine katılmak için teklif almamla başlıyor: “Kurt Cobain-Tribute” adlı bir toplama kitap yapacağız ve malı götüreceğiz... Peki siz, bir “nebbaş” çetesine katılmak için davet alsanız ne yaparsınız?.. Yanıt veremiyorsunuz! Olasılıkla yaşınız müsait değil ve nebbaşın ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz... Derhal açıklayalım... Nebbaş, asil Türkçemiz’de mezarlık soyguncusu anlamına gelmektedir. Hani şu altın dişlerin gözde olduğu yıllarda pek yaygın olan ekonomik faaliyet... Sağlığında altın dişle gezdiğini bildiğin biri ölüyor... Gömülüyor... Senin aklında hep o altın diş... Parasız kaldığın bir gece, aklına düşüyor... Bir cesaret... Ha gayret... Karanlık bir gecede, yüce selvilerin arasından bir hayalet gibi süzülüyorsun ve altın dişleri söküp cebe indiriyorsun... Parayı buldun... Tüyler ürpertici değil mi?... İğrenç ötesi... Neyse, konumuza dönelim... Bu nebbaşlık teklifini Çarli’den aldım... Hani şu “Kaybetmeye Mahkum Projelerin Değişmez Sponsorü Çarli” var ya o!” En sevgili dostum, yayın piyasasının kural tanımaz, haydut ruhlu ve fakat altın kalpli adamı... Neredeyse Barbar Conan kadar zarif bu dostuma kibarca teklifini reddettiğimi söylemek yerine, böyle bu yazı için sayfa başına 250.000.000-TL istediğimi söyledim. Türkiye piyasası için astronomik ve kabul edilemez bir rakkamdı istediğim. Dilediğimce de uzatabilecektim yazıyı... Çarli’nin üstüme yürüyüp beni kovmasını ve bir daha görüşmemeyi ve bu Cobain’in mezarını soyma projesinden de beni çıkarmasını diliyordum. Yazık ki tam tersini yaptı ve talebimi “Çat!” diye kabul etti. Çarli bu teklifimi neden kabul etti? Çünkü Çarli az değildir. 67
- Mavi Öyküler
Daha önceleri de çok sayıda Kaybetmeye Mahkum Proje’ye beraber girmiş hepsinde de istisnasız çökmüştük... Ve Çarli bu sefer sağlam oynuyordu, çünkü bu seferki konuyla ne kadar haşır neşir olduğumu çok iyi bilirdi. 1990’lı yıllarda tüm dünyada başgösteren dekadansı, nihilist yönelişi, “grunge” duyarlılığını, yıllarca incelemiş ve anlatmaya çabalamış biriydim. Yani Çarli doğru adreste olduğundan emindi. Fakat tam kestiremediği şey, o akıma gönül vermiş kişilerin, asosyal, reklamdan kaçan, kurnazlığa tahammül edemeyen ve yaşama bile zor katlanan modellerden olmasıydı... Kısacası Çarli, hala hayat mücadelesi içinde olmama dayanarak böyle bir yazıyı kaleme almamın mümkün olduğunu hesaplıyordu. Belki doğru düşünüyordu; ama bunu Cobain’in mezarını soyma noktasına da taşımamı beklememeliydi... O melankolik yıllarda duyarlılığının kurbanı olmuş, tekdüze, kapitalize çarklara tahammül edemeyerek toprağın altını seçmiş nice duyarlı genç bugün aramızda yokken üstelik. Aslında Çarli’yi tanımıyor değildim. Yazarlığa, edebiyata ve yazıya çok ilginç bakan bir yayıncımızdı... Tıpkı bir zamanlar sarfettiği veciz sözle tarihe geçen Milli Eğitim Bakanımız gibi bakardı bu olaya... “Mektepler olmasa Maarif’i ne güzel idare ederdim!” diyerek tarihe geçen bu eşsiz Türk büyüğü gibi bizim Çarli de “Şu yazarlar olmasa ne güzel yayıncılık yapardım!” diye düşünür ve buna göre davranırdı... Diyeceğim şu ki bana ödemeyi taahhüt ettiği parayı asla ödemeyeceğini biliyordum... O halde ben de gerçekten aklımdan geçenleri yazabilirdim... Ne de olsa bunları yayınlayamazdı ve de ben de Cobain’in mezarını soyma projesinden yırtmış olurdum... ... Yazıyı yazmaya oturuyorum... Tam o anda MTV’de Cobain’in bir single’ı dönmeye başlıyor. Ölümünden yıllar sonra, arta kalan bantlar, kayıtlar, görüntüler kesip biçilerek imal edilmiş tuhaf bir klip. Cobain’in bedelini yaşamıyla ödediği sanatçı duyarlılığını kullanmakla yetinmeyen prodüktörler onun etinden, sütünden, yumurtasından, yağından, kılından, tüyünden, yününden, Mavi Öyküler -
68
kemiğinden, iliğinden para kazanmaya çalışıyorlar... Bu nebbaşlara bizatihi en yakınları, eski grup arkadaşları, aynı ideallere gönül vermiş dostları, müzik prodüktörleri, medya vs. herkes dahil... Hah diyorum bizim eküri faaliyette, biz geç bile kalmışız... Onu hayatın her alanında acımasızca satıyorlar. MTV’deki klibi bunun sembol ifadesi. Geç kalmışız yahu... Bir pop yıldızını pazarlar gibi davranıyorlar. Biz boş boş oturuyoruz... Viyaklatıyor, koşturuyor, gitar kırdırıyor, aykırı, sıradışı, muhalif sanatçı şovu çektiriyorlar. Hepsi de sonradan yapılan montaj ve kamera hileleriyle!... Bu görüntüye kilitleniyorum. Bu konuda “tribute” adı altında bir kitap tasarlanmasının bile oldukça kurnaz, bir girişim olduğunu düşünüyorum. Bunlar Cobain’in felsefesinin, sanatının, duygularının ve bizatihi mezarının ırzına geçmek... O yüzden beyaz kağıda sadece, bu okuduğunuz iç dökmeleri ve onun bir şarkısından arta kalan lanetli öngörü dizelerini karalayabiliyorum... Hiçbir yayıncının hiçbir “tribute” kitabına almaktan hoşlanamayacağı o lanetli dizeleri... Rape me Rape me my friend Rape me Rape me again Bu “arıza öykü”, söz konusu “tribute” kitabı için Çarli’ye kuşkusuz gönderildi. Aşağı yukarı okuduğunuz şekliyle... Çarli yayınladığı “tribute” kitabında bu yazıya yer vermedi. Aslında kendisi de artık bıkmıştı “yazar-çizer” takımının narin duyarlılıklarından. Topu taca atmak için bahane arıyordu zaten. Her neyse; kitap bu yazı olmaksızın çıktı. Bu herkes için en iyi olandı. Ama Çarli hafif buruktu. Ona haksızlık yaptığımı düşünüyordu. Olaya bu kadar “hard-core” girmemin ayıp olduğunu düşünüyordu besbelli ki . Belki de haklı olan oydu. En azından Cobain hayatta olmadığına göre ve mezarının yağmalanmasına bütün dünya el69
- Mavi Öyküler
birliğiyle katıldığına göre, Çarli’yi üzmemek için istediğini yapsam ne olurdu ki?.. Bazan tutar işte böyle haysiyet yapacağım... Üstelik en olmayacak adama... Melek kalpli bir serseriye... Yine de Çarli bana bu konuyu, her karşılaştığımızda uzun uzun açıklamaya çalıştı. Aslında bu, o kadar da önemli değildi. Çünkü, zaten “Tribute”, yayınladığı son kitap olmuştu. Bu kitap çıktıktan sonra, yayınevinin tüm kitaplarını ölücüye devredip işi bıraktı ve Heraklia’daki çiftliğine çekildi. Üstelik ölücüye giden kitapların biri de benimkiydi. Anlayacağınız mezarlık soymaya giderken, biz mezarlık soyguncularının eline düştük. İnanılmaz bir şey... Komik ötesi bir durum. Çarli, kitapları yok pahasına elden çıkardıktan sonra üstünden bir yük kalkmışçasına rahatladı. Zeytin ağaçları dikip, zeytinyağı işine girdi. Telefonlarını kapatıp, herkesle ilişikiyi kesti. Artık İstanbul’a sadece her yerde satılmayan tohumlardan almak için uğradığından adım gibi eminim... Ve ben, bu yazıyı yazarken Çarli’yi ne kadar çok özlediğimi farkettim. Sanırım, “rock’n roll” yayın piyasası da onu çok özledi. Şu çiftlik, rençberlik, zeytinyağı işlerini bıraksa da batakhaneye (İstanbul’a) dönse artık... Yoksa gidip bizim Allahın Heraklia’sında çiftçiliğe başlamamız gerekecek yani.... *İnkılap Yayınevi’nden çıkan “Babalar ve Kızları (Rock’n Roll Öyküleri)” kitabından alıntılanmıştır.
p
“HERKESİN KENDİ AYNASINDAN BİLE GİZLEDİĞİ BİR YÜZÜ VARDIR” “Uçurum” - Hasan Uygun Uçurumun dibindeki adam, günlerce süren suskunluğunun ardından, üzerindeki ölü toprağını silkeleyerek uçurumun tepesindeymişçesine baktı kendine bir an. Mavi Öyküler -
70
Yerde gördüğü kişiyi çok iyi tanıyordu… Uçurumun dibindeki zavallıyı. Ama yine de bir muammaydı yerdeki onun için. O yüzden artık kurgulamak istemiyordu; hikâyeler anlatmak, yalanlara sığınmak ya da ağlamak sadece… Gözyaşı dökmek mezarına... Islak bir köpek yavrusu gibi titremek; çünkü yukarıdaki kendisi, aşağıya doğru iterken kenardakini, hançeri aslında kendi bağrına saplamış, mezarına tükürmüştü ölüsünün. Başlangıçta onun da hikâyesinin sonu iyi olacakmış gibi görünüyordu. Ya da en azından kendisi öyle kurguluyordu. Oysa hiçbir zaman hançeri kendi bağrına saplamayı kurgulamamıştı. Hikâyeyi düşündü adam, tuhaf bir şekilde gerisini hatırlamıyordu. Bilincini mi kaybediyordu yoksa? Bakıyor sadece; hiçbir şeyi göremeden? Aslında hikayeyi de hatırlıyordu. Hem de kelimesi kelimesine. İlk defa bu kadar bütünleşmişti çünkü. İlk defa bu kadar benimsiyordu. Yadırgamıyordu nedense, ama hep bildiği hikâyeleri anlatmak istemiyordu artık. Şimdi uçurumun dibindeki kendisine sadece kendisinin bildiği bir şeyi anlatacaktı; aynasından bile sakındığı, kendi yüzüne daha önce itiraf edemediği bir şeyi. Aslında anlatamadığını ve anlatmadığı için de daha önce bu şeyi anlatmayı denemediğini elbette kendine itiraf ediyordu; ama artık sadece bir ölüydü; bu yüzden de hiçbir şey anlatılmaya değmezdi. Herkesin kendi aynasından bile gizlediği bir yüzü vardır. Kendi kulağına üflemediği bir sala, kendi adını koyamadığı. Bağıramadığı üç kere Meriç, Meriç, Meriç! Meriç olsa şimdi benim adım ve öykünün burasında, yani tam da en heyecanlı anında, tam düğümler atılmak üzereyken, tam öykünün yazarı artık ne yazacağını iyice karıştırmışken… En iyisi sözü ben alayım sevgili okur. Şimdi merak ediyorsunuz tabii, ben kimim? Bu hikayedeki ikinci anlatıcıyım ben; birinci anlatıcıyı öldüren yani! 71
- Mavi Öyküler
Uçurumun dibindeki adam, bir an kinle baktı yukardaki kendisine. Ne çok zaman geçmişti. Nasıl da orada olmayı özlüyordu. Peki neden kendisine böyle ihanet edebiliyordu? Neden saymıyordu hiç kendini; adam yerine koymuyordu? Göz göre göre uzanan ve iten eli neden her seferinde tutmayı reddetme yolunu seçiyordu. Ve neden her seferinde gözleri bu kadar kördü? Neden kaçırıyordu güneşi her seferinde? Acıyla andı geçmişini uçurumun dibindeki adam. Orada olmak istemiyordu; ama oradaydı işte. Ölmüş-bitmiş-yok olmuş-sinekler üşüşmüştü leşine. Hiçbir şeydi artık; bu yüzden de artık hiçbir hikâye anlatılmaya değmezdi. Bölünüp parçalanmıştı atomlarına tekrar… Gübresi olmuştu ilkyazda tomurcuklanan çiğdemin. Sapsarıydı artık. Anlatılmazdı. Uçurumun başındaki adam üç kere üfledi kulağına dipteki kendisinin; “Adın Meriç olsun senin,” dedi. “Meriç… Meriç… Meriç… Yeniden doğuruyorum seni ölümün gölgesinden. Soğuk bir yılan gibi yerleşmek için kalbinin en kuytu köşesine, ürpertmek için yüreğini, acıtmak için tenini, yeniden doğuruyorum seni!”
p
“ECELİM ELİME DEĞİYOR...” “Şairin İçindeki İntihar ve Kutsal Katil” - Akın Olgun Silahın sesi, bir bilgisayar, bir tahta masa, iki sandalye ve duvara asılmış küçük bir manzara resminin olduğu odada patlamıştı. Polis olay yerine geldiğinde, kapıyı kırarak içeri girmiş ve kendisine şair diyen, ama üzerinde kim olduğuna dair hiç bir iz bulunamayan adamın, yerde yığılı cesedini ve elinde, intihar için seçtiği antika tabancayı bulmuştu. Şairin şakağından akan kan, kıvrımlı bir nehrin kuşbakışı görüntüsü gibiydi. “Yazık… Belli ki okumuş, mürekkep yalamış adammış,” dedi polis, amirine dönerek. “Boş versene sen. Yazdıklarını okuyunca, bunun bir deli olduğu anlaşılıyor. Bak yazmış işte, oku oku bitmez.” diyerek cevapladı Mavi Öyküler -
72
ve devam etti amir, “Zaten ne çıkıyorsa, bu çok okuyan manyaklardan çıkıyor. Bunların psikolojisini iyi biliyorum ben… Yazıyorlar yazıyorlar bir türlü meşhur olamıyor, sonra da intihar ederek isimlerini duyurma sevdasına kapılıyorlar. Bunu yaparken de mutlaka geride bir not, bir mektup bırakarak. Basının bunu alıp haber yapacağını, elbetteki biliyorlar. Yarın okursun, bütün gazetelerin üçüncü sayfasında her şeyi.” Babacan görünümlü emniyet amiri, bir yandan her şeye rağmen yine de anlam veremediği bu hazin manzara karşısında vahvahlanırken öte yandan çömezine nutkunu da bitirmemişti henüz: “Sonra da bu delilerin peşinden mutlaka birileri çıkıyor ve onun adıyla, yazdıklarıyla bir şeyler yapmaya başlıyorlar. Böylece dediğim gibi, bizim kurban yaşamda başaramadığını, intihar ederek başarmış oluyor. Hem sonra, bunların birçoğunda Allah inancı ve korkusu da yoktur.” “Akıllara zarar böyle tipler yani amirim,” dedi çömezi, yine de son yargı için amirinin ağzından çıkacak kelimeleri beklerken. “Ha onu bileydin,” dedi polis amiri çömezinin omzuna şefkatli bir baba edasıyla dokunarak. Görmüş geçirmiş, mesleğinde başarılı bir komiserdi polis amiri, ne intiharlar cinayet vakalarına tanık olmuştu o güne kadar, ama bu evdeki meczubun intiharı sanki biraz dokunmuştu ona da. “Hadi oyalanma,” diye çıkıştı bir süre sonra komiser çömezine, “Daha çok öğreneceğin şey var bu meslekte. Sağda solda ne varsa topla. Savcı geldiğinde gösterelim. Sonra da hemen çıkalım bu delinin evinden.” Savcının geldiği haberi, bir süre sonra düşmüştü telsizlere. Savcı, köhne bir bina olan evin küf kokan basamaklarını tırmanırken, burnuna mendilini dayamak zorunda kalmıştı. Odanın kapısından içeri girdiğinde, olay mahalindeki polislerin bakışları arasından sıyrılıp, yerde yatan cesedin yanına yaklaştı. Polis amirinin “Hoşgeldiniz” deyişine bir göz atmakla yetindi ve ardından “Ne buldunuz?” sorusunu yönlerdirdi, gözlerini polislere dikerek. Polisler, bu savcıyı pek sevmezlerdi. Her şeyi didik didik eden, sürekli soru soran ve sorduklarıyla insanı bunaltan bir adamdı. 73
- Mavi Öyküler
Savcının adli kurbanlarla olan ilişkisi, her şeyi didikleyişi ve merakı, işini yapan bir savcıdan daha çok, özel bir dedektif havası veriyordu sanki ona. Kısa bir sessizliğin ardından polis amiri, “İntihar vakası, klasik bir vaka. Tabii geride tahmin edeceğiniz gibi, bir de mektup bırakmış. Buyrun, bu da uzun uzun yazdığı mektup.” diyerek, uzattı savcının eline, şairin avuçları arasında kanlanmış mektubunu. Savcı, bu çok bilmiş tespit havasından hiç hoşlanmadığını, amirin hiç yüzüne bakmayarak, sadece elindeki mektubu alarak, çok bariz şekilde hissettirdi. Savcı intihar eden adamın yanına yaklaşırken, yere nehir gibi yayılan kanın üzerinden atladı. Yere eğildi ve yerdeki adamın ellerini kontrol etti. Adamın elleri ince, uzun ve bakımlıydı; yüzünde ise anlaşılmaz bir ifade vardı. Ne gülüyor, ne ağlıyor gibi, ikisi arasında bir şeydi… İnce, uzun bir yüz, zayıf bir beden. Saçların yanlarına tek tek düşmüş beyazlıklar ve silah. Silahın antika oluşu bile, bir başka duruyordu bu ince, uzun ellerde. Çok yıpranmış birine benzemiyordu adam. Yıpranmışların yüzündeki o kasvetli havadan, çizgilerden eser yoktu. Üstündeki kıyafetler, hiç de bu odada yaşayan birisine uymuyordu. “Neden bu odada kalmayı tercih etmişti acaba?” diye düşündü savcı içinden. “Ne garip?” dedi sonra kendi kendine mırıldanırcasına, “Bu oda ve bu adam ve bu intihar… Birbirinin zıttı gibi her şey, ama hepsi bu odada birleşmiş.” Arkasında, birkaç adım geride duran amir, hemen yanında duran polisin kulağına, “Yine başladı bu. Uzatmasa bari.” derken, savcı kesin bir ifadeyle, “Kaldırın morga. Kimi, kimsesi var mı araştırın ve haber verin ailesine.” diyerek hızla çıktı odadan. Küf kokan merdiven aralığını, koşar adımlarla çıktı. Tam arabaya binerken, şoförü diğer polislerden aldığı haberi yetiştirme telaşıyla, “Adam şairmiş, Sayın Savcım.” diyerek büyük bir iş başarmışların edasıyla baktı savcının yüzüne. Savcı “Çok ilginç, çok ilginç.” diyerek bindi arabasına. “Elimde tuttuğum bu mektup, demek bir şaire ait” diye düşündü savcı, makam aracının arka koltuğuna oturmuş sokaklarda koşuşturan telaşlı insan yığınını seyrederken. Kendisi de ara ara şiir yazan ve okuyan bir insandı. Üzüldü birden savcı. Elindeki Mavi Öyküler -
74
mektubu okuma merakı, daha da artmıştı. İntihar sandığının anahtarı olarak gördüğü bu mektup, şimdi onun elindeydi. Birazdan odasına girecek ve hemen mektubu açıp okuyacaktı. İsimsiz bir şairin, isimsiz mektubu masasına yayılacaktı, boylu boyunca. Araba durduğunda, hemen indi ve Adliye’deki odasına doğru yöneldi. Deri koltuğuna oturarak, yaslandı geriye doğru. Bugünün evrak işlerini bitirmek için sıvadı kolları. Mektubu en sona bırakmıştı. Mesai saati bittiğinde ve el ayak çekildiğinde okuyacaktı onu. Resmi işlerini yaparken bile, masanın üzerine bıraktığı mektup, onu içine çekiyordu. Belki çok farklı bir şeyle karşılaşmayacaktı, ama sonuçta bir şair yazmıştı bu mektubu ve mutlaka anlamlı olmalıydı. Bir süre sonra işlerini bitirip mektuba uzandı. Yapıştırılmamış ağzını açtı zarfın. “Belli ki şair unutmuş ağzını yapıştırmayı” diye düşündü. Sonra, intihar eden bir insanın, bu ayrıntıyı unutmuş olmasını düşünmesini çok aptalca bularak, hızla çıkardı mektubu zarfın içinden. Ve okumaya başladı; Hoşçakal dostum, hoşçakal… Sevgili dostum, yüreğimde yaşayacak anın. Sonunda ayrılmak yazgısı olsa da insanın, Hoşçakal dediğimiz gibi, buluşmak da var. Hoşçakal dostum, el sıkışmadan suskunlukla, Sakın üzülme, nedir bu gözlerindeki hüzün? Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşam da. Kaç gündür bu şiiri okuyorum içimden. İntihar duygusu içime saplandığından beri, akan kanı durduramıyorum. Karanlık odamın içinde, bilgisayar ekranıma sabitlediğim bu şiir, tek dostum galiba. Rus şair Yasen, son şiirini yine şair dostu Mayakovski’ye, kestiği bileklerinden akan kanıyla yazmış. Şairin şaire son mektubu elbetteki şiirle olmalı. Yasen bu kuralı bozmayıp sadık kalarak ve hayatına bir intihar ekleyerek, veda etmiş. Uykusuz geçen gecelerimden, gözlerime inen karartılar, beni zamanı belirsiz bir düşünceye sürüklüyor. Bir 75
- Mavi Öyküler
hücereye kapatılmış ve hücresinde duvarlara çentik atan, ama attığı çentiği görmeyen bir tutuklu gibiyim, uzun zamandır. Beni var eden kimsesizliğim mi yoksa ben mi kimsesizliğimi var ediyorum? Ne garip bir muamma bu? Düşüncelerimi kontrol edemiyorum. Her düşüncem, kendisiyle çelişerek büyüyor kafamın içinde. Ya şu intihar fikri, nasıl da gelip saplandı içime? Hiç durmadan içime akan bu duygu, bütün vücudumu ele geçiriyor sanki. Ya da ben ele geçirmesine izin mi veriyorum? Bahanem mi yoksa, yaşadığım tüm bu düşünceler? Oysa düşünceyi yaratan benim ve panzehiri de bende. Düşüncenin panzehiri, yine düşüncenin kendisiyle eşitleniyor. Eşitlenen şey düşünce mi yoksa onun yarattığı eylem mi? İntihar duygusu, bir düşüncenin eylemi değil mi? O zaman intihar bu düşüncenin panzehiri olmalı. Onu yaratan düşünce ise, bu düşünceyi yok edecek olan, onun eylemidir. Güçsüz düşünce ne işe yarar ki? Kendisini ancak ahmak bir teori ile besler ve düşünce hastalanır. Saçma bir denklem kuruyorum yine. Neden susmuyor düşünce? Bu güçsüz bir varsayımın, basit bir önergesi değil mi? Güçsüz düşünce ne işe yarar ki? Kendisini ancak ahmak bir teori ile besler ve düşünce hastalanır. Benim düşüncelerim de hasta olmalı. Nereden ve nasıl kaptım bu virüsü ben? Yoksa, virüsü içimde ben mi büyütüyorum? Yoksa, herkesin içinde bu var ve zamanı gelince yokluyor mu insanı? Düşüncelerim sancılar yaratıyor bedenimde, kıvranıyorum. Hem de ne olduğunu bile bile. Şairin acısı, içindeki sızısı değil mi? Öyle olmasa şair nasıl yazabilir tüm acıları? Nasıl yazabilir sevinçleri, aşkları, ihanetleri? Ve nasıl harmanlayabilir sosyal gerçeklikle! Bu yüzden değil mi, şairlerin hep içlerinde bir sızı taşıması? Evet bu yüzden. Boşuna dememiş Yasen: “Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, Mavi Öyküler -
76
Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşam da.” Yaşam hep sorgular üzerine kurulu, bu besbelli. Sorgucu yaşamın kendisi, kurbanı ise biziz. Sorgucu, kurbanını sorguluyor hayat denen karakolunun içinde. Tezgâhta kalanlar, bu yükü taşıyamayanlar olarak geçiyor kayda. “Yaşam zaiyatı” da denebilir onlar için. Ya direnenlerin akibeti… Biliniyor mu? Hayır bilinmiyor. Bir bilinmezlikte son bulduğunda bir yerlerde, adına “ecel” deniliyor, o kadar. Ecel, ecelll... Ne gizemli, ne sıradan, ne ihtişamlı, ne tumturaklı, ne hoş seda ve ne kadar bayat bir kelime. Ölümün korkunçluğu, yok ediciliği içinden alınarak, kutsanmış bir kaybedişin ismi... Kutsal kitapların en büyük illüzyonu, bu olsa gerek. Ölümün, yok oluşun acısını, bu kadar hafifleten başka hangi kelime, hangi söz, hangi cümle olabilir ki? “Ecelin geldi mi gidersin.” İşte bu kadar. Peki kendi elinle, kendi ecelini bulman, neden ecel sayılmıyor? Ecelin de bir kuralı var işte. Onun da çizgileri var. Onun da hayata bir bakışı, bir yargılayışı, bir sınırı, bir özü var. Uymuyorsan bu kurala, ecele ait değilsin demektir. Kapının çalmasını bekleyeceksin. Hayır çalmasını değil. O ansızın geleceği için, ölüm hafif olacak. Anlık. Saliseler içinde. Eceli bekleyerek yaşamak diye bir şey yok. İnsiyatifsizsin onun karşısında. Tüm insiyatif, tüm irade onun elinde. Ne zaman ve nerede, canını çalacağı belli olmayan kutsal katil. Demek ki intihar, bu insiyatifi onun elinden alacak. Demek ki intihar bir başkaldırı, bir isyan, bir devrim niteliği taşıyor. Herkesin ayıpladığı, horladığı, yakıştıramadığı, güçsüzlüğün sembolü olan intihar, aslında ecel denen şeye karşı duran bir “devrimci…” Kendi hayatını yok etme kararı vermiş birisi, nasıl güçsüz olabilir ki? Yaşamının tüm nimetlerinden elini çekme, bir daha görmeme, bir daha duymama, bir daha gülmeme, bir daha sevdiklerine bakamama, bir daha dokunamama, bir daha hissedememe duygusundan bir vazgeçiş, nasıl güçsüz olabilir ki? Asıl güç, bunlardan vazgeçebil77
- Mavi Öyküler
me iradesine sahip olmakta değil mi? Dünya nimetlerinden ve onun tüm egolarından arınmak için, dervişlerin bulduğu yöntem, yarı intihar değil mi? Keşişlerin, kendilerini ölünceye kadar bir yere kapatmasında, ne gibi bir giz var ki? Yarı intihar hali, altı üstü. Bunu yaparken bile, ölme erdemini gösteremeyen bir bencillikle, direnmiyorlar mı? Ölmekten korktukları için sığınmıyorlar mı mabetlere? Üzerine yazılan, çizilen o mistik, o otantik buğulamanın tadı, neden bu kadar özenle sunuluyor düşünce soframıza? Düşüncenin bittiği yerde, ölmek değil midir erdem? Erdem, insanlığın yüce değerlerini yukarılara, daha yukarılara taşımaya çalışmanın adıysa ve ben bunu yapabilecek bir erdeme sahip değilsem, nasıl var olmayı düşünebilirim ki? Bir mabete kapanarak mı yapacağım bunu? Bunu beceremeyenlerin kendi içlerinde sığındıkları, yarattıkları ve taptıkları kutsallaştırdıkları mabetleri, esasında bir totem değil mi? İçimizde kutsadığımız totemlerimiz, yaşama egomuz bizi çirkinleştirmiyor mu? Çirkinliklerimizi egolarla süsleyip, iyilik diye sunmuyor muyuz insanlara? Yaşam egosunu beslemek için kurbanlar seçip, kötülüğü yüceltmiyor muyuz? Sıradanlığın o ölü toprağını üstümüzden atmak için ün, şöhret basamaklarına göz dikmiyor muyuz? Egolarımızın ‘piar’ını her türlü ahlaksızlıkla, bir ahlakmış gibi sunmuyor muyuz? Aç bir kaplan gibi, içimizi görenlere saldırıp, parçalamıyor, linç etmiyor muyuz? Çiçekleri dalından koparıp, sunmuyor muyuz sevgiliyi elde etmek için? Düşüncelerimizi daha fazla satabilmek için beynimizi çalıştırmıyor muyuz? Tenlerin tadına bakmak için, şaklaban bir ahlakı kuşanmıyor muyuz? Takmıyor muyuz o iğrenç maskeleri? Niçin hepsi? Adına, daha iyi bir yaşam diyerek, kılıfına soktuğumuz silahı, yeri geldiğinde başkalarını öldürmek ve hayatta kalmak için mi kullanıyoruz? Yaşamak için öldür anlaMavi Öyküler -
78
yışının, doğadaki hayvani yansıması değil miyiz hepimiz? Hergün asmıyor muyuz içimizde, erdem saydığımız şeyleri? Yoksa bu yazdıklarım, içinde intihar yarasını bir şefkatle büyütmeye çalışan bir şairin, yanılsamalarından ibaret mi? Ama bu bir yanılsama olamaz. İntiharın illüzyonu değil bu. Hayırrr! Bu sorgucunun ve ecelin elinden, kendi insiyatifini alma savaşından başka bir şey değil. İçime akan bu duygu bir eylem, bir özeleştiri. İşte, Yasen’in dostu Maykovski’nin, arkadaşının intihar etmesini şiddetle eleştirip, arkadaşının ölümünün üzerinden beş yıl sonra silahıyla intihar etmesi, nasıl bir eleştirinin özeleştirisi ise, benimki de öyle. Belki de içinde tüm sızıları hisseden şairlere özgü bir özeleştiri bu. “Olmak ya da olmamak” değil mesele. Mayakovski arkadaşının şiirini okumak istediğinde, herkes ona karşı çıkmıştı. Bu şekilde, bir ölümü kutsamak sayılmıştı onun yaptığı. Bu kutsanamaz ve dile getirelemezdi. Sustu Mayakovski ve eleştirdi arkadaşının intihar edişini. Oysa biliyordu şiirdeki o derin anlamı. Eleştirmişti ve bu eleştirinin bir özeleştirisi gerekiyordu. Ve bu eleştirinin, kendisine ait olmayan bir eleştiriyi dile getirişinin özeleştirisi de, elbetteki ağır olmalıydı. Son mektubunu ailesine, Sovyet hükümetine verilmek üzere emanet etmişti. Toplumsal bir baskıyla arkadaşını eleştiren bir şair, son mektubunu, en ileri toplumun mimarı oldukları iddiasını taşıyan kadrolara göndermişti. Vazgeçiş; hayattan ve tüm sevdiklerinden bir daha geri dönmemek üzere, bir sonsuz arınış. Hepsi bu. İçimdeki intihara bulduğum örnekler beni besliyor. Ben de onları besliyorum. Onları düşünüyorum. Arınmak için en büyük motivasyonum, benim gibi şairlerin hayatlarında gizli. O son anlarında. Bir bir aklıma geliyor hepsi. Bir bir… Adeta yudumluyorum, tüm intiharları. Hiçbiri de önemsiz değildi ki. Yarattıkları ve mü79
- Mavi Öyküler
cadeleleriyle, ödedikleri bedellerle çektiler hayatlarının tüm yükünü. Yaratıcıydılar. Hayatlarına son verirken de aynı yaratıcılıkları kullandılar. Macar şair Attila Jozsef, attı kendisini bir trenin altına. Geride 17 yaşında yazdığı ilk şiir kitabı “Güzellik Dilencisi” ve 20 yaşından sonra yazdığı “Haykıran Ben Değilim”, “Devir Gövdeyi, Ağlayıp Sızlanma”, “Kenar Mahallede Gece” ve “Çok Acıyor” adlı kitaplarını bırakarak… “Devir Gövdeyi, Ağlayıp Sızlanma” kitabının ismine çağrışım yapan, demir bir trenin gövdesinin altına kendini atarak, sızlanmadan intihar etti Jozsef. Hakkında hiçbir kayıt bulunamayan, ama ismi büyük bir şair olarak anılan Comte de Lautrémont ise, bir otel odasında intihar ederek son verdi yaşamına. Ya Nerval? Modern sürrealizmin en büyük ilhamı. O, kendisini Paris’te bir sokak lambasına asmadan önce teyzesine “Bu akşam beni bekleme, çünkü gece siyah ve beyaz olacak.” diyerek hayatına son veren büyük aşk şairi. Onu asıldığı yerde görmeye gelen şairlerin, karşısında saygı duruşunda bekledikleri adam. Nerval hiç bilmedi, intihar ettiğinde geride bıraktığı son şiirindeki “Sıcak bir kış günü” tasviriyle, dünya tarihine geçtiğini. Ve Amerikalı kadın şair Plath. 11 Şubat 1963 ‘te, Londra’da çocukları mışıl mışıl uyurken, onların yanına son kez süt ve kurabiyelerini bırakıp, odasının kapısını gaz sızmayacak şekilde tamamen bantlayan ve kafasını bir fırının içine sokarak intihar eden Plath. Ve şimdi ben, geride bıraktığım bu son mektubu yazan ve birazdan dede yadigarı silahı şakağıma dayayarak intihar etme eylemini gerçeklestirecek olan ben. Neden sızlanıyorum bu kadar? Neden bu kadar açıklama yapma gereği duyuyorum? Neden tarihten intiharları çekip, bu sayfalara döküyorum fütursuzca? Korkuyorum galiba. Sorgucu yaşamın elinde, inlemelerimi duyuyorum. Evet korkuyorum, ama biliyorum Mavi Öyküler -
80
korku insanı yok ediyor, sindiriyor, etkisizleştiriyor ve zavallılaştırıyor. Ben zavallı bir şair değilim ve asla olmayacağım. Olmamalıyım. Kendi insiyatifimi ve içimdeki o sorgucuyu, bir daha geri dönmemek üzere defnedeceğim. Bu kısır döngülü, bu şaibeli bir yaşamın parçası olmak istemiyorum. Ne şakşakcı zavallıların bir oyuncağı ne de var olmak için kendisini satan düşünce pezevenklerinin içinde yer almayacağım. Kendimmişim gibi yaparak, kendimi kandırmayacağım. Çıplaklığımı örterek, utanıyormuş gibi yapanların röntgenci yüzlerinden kurtulacağım. Birazdan intiharım ölecek içimde. Hayata dair bir özeleştiri olarak kıracak kabuğunu. Hiçbir işe yaramayanların paparazilerle hayat bulmasına, iğrenerek bakmayacağım artık. Bir ömür boyu denilen zırvalıklardan uzak, çekmeyeceğim artık hayatın çilesini. Bir şairin içindeki intihardır, intiharımın adı. Son kez yazıyorum, kendime ait savruluşları... Sorumsuzca savrulan sözlerin, bir adabı ve anlamı yok. Kendime ait savruluşlar bunlar sadece. Üşüyorum, hem de çok üşüyorum… İçimdeki en derin yaralar titriyor. Sevgi adına, yaşam adına, umut adına mağlubum. Yenilgime sunabileceğim bir mazeretim yok. Cevabı bilinmeyen sorunların, kargaşası üşüşüyor üstüme. Seçilmiş yanlış yolların asfaltı oluyor tenim. Çıkmaz sokaklardan hep geri dönmelerin çaresizliği, yansıyor yüzüme. Acılarımı terbiye etmeyi öğrensem de mağlubum. İnsan kendi içinde bir başka büyüyor. Bir başka oluyor içinde sesin teli, yüreğin dili. Bilinmezlik yolculuğunun sırlarının şifresi, hep içimizde bir yerlerde geziniyor. Çözülen her sırrın şifresi, yeni bir sırra açılıyor ve insan kendi içinde çözdükçe şifreleri, kendinden uzaklaşıyor. 81
- Mavi Öyküler
Uzaklaşıyorum ben de kendimden. Her uzaklaşmamı anlamlandırmak için çırpınıyor beynim. Hesapsız bir duruşun bedelini ödüyor kalbim. Çırpınışlara düşüyor bazen… Bazen yarı baygın, yarı sarhoş dolaşıyor. Bazen de beni kendimden alıp, kendime kurban ediyor. Her defasında daha ahmak, her defasında daha cesur oluyor. Ahmaklık ve cesaret insanı adam gibi adam yapıyor. Sözün özü acı olsa da serinlik katıyor bedenime. Gerçeğini biliyor olmanın saadeti ise esiyor ara sıra... “Aşk, İsyan ve Geride Kalanlar” içimde bir kıyım, vicdanımda çarmıha gerdiğim vasiyetimin alnı açık bir ödeşmesi… Aşk, İsyan ve Geride Kalanlar, umuda çıkmış yolculuğumun, kalemi kırılmış idam kararı oluyor. Bu müsvette geçmişte her iz, kendine bir yer açıyor. Kimi zaman beni özlersin özlersin de bulamazsın derken, kimi zaman sarılacak bir tene hasret düşüyor. İz sürücüsü geçmişim ise hep felaketlerimi buluyor, baskınların ihbarcısı oluyor çıplaklığım. Sokakları birbirine bağlayan başı boş yürümelerim, kaçak tenhalardan yıldızlar çekiyor. Her defasında itirazlar yazıyorum mevsimlere. Yıllarım kayboluyor, gezginci sözlerim kendini yitiriyor, bakışlarım düşüyor, yağmur oluyor gözlerim… Ecelim elime değiyor. Bütün mahçubiyetlerim utanıyor. Bütün mahçubiyetlerim yalanın öteki adı gibi diziliyor tespihlere… Terörize olmuş duyguların, anarşist yangınlarına veriyor kendini. İhalesiz sevmelerin, devri olmayan ihanetlerin, sadaka yüklü madalyalarına gözlerini kapatıyor. İnfilaklara salıyor kendini. Yaşamdan sürgün edilmişliğin bedelini okşuyor, yüreğimde taşıdığım kimsesiz emanetler isyan ediyor. Bir yanım esir, bir yanım esaMavi Öyküler -
82
ret kırıyor. Sevgi sözcüklerini de çokça söylememek icap ediyor. Ne masallar var aklımda ne de tatlı rüyalar. Belki de hiç anlatılmamış, hiç söylenmemişti. Ama ben yaktım unutmak istediğim her şeyi. Çünkü biliyorum, bir yoksul masalıdır yakmak sakıncalı her şeyi... Sırtımdan atıp kayıp gençliğimi, sükunet içindeki sarhoş vicdanlara, muhalefet şerhi koymanın huzurunu, rahvan bir yorgunluğun ise suçunu üstüme alarak, kaygılarımı kaygılandıran iç duvarları, üçüncü göz bakışımı, askıya çekilmiş hatıralara emanet ederek, bilindik acılardan beslenen aç tarihe dudak büküp, gülümsüyorum. Varoşlara teslim olup, illegal kayıplara karışıyor, sirenlerin yanıp sönen uyarılarına yakışıksız kafiyeler diziyorum. Acılarıma terbiye süsü verip, birbirine teğet gözyaşlarımı siliyorum. Umut taşımak ki bir sonraki saliselere, acının alnını karışlamak gibi beyhude bir çaba ve bütün intiharlarım huzursuz, bütün huzursuzluklarım ise intihar etkisinde. Arşive düşmüş hikâyemin bilançosu ise bir yafta gibi asılmış boynuma. Kimseler bilemezdi kötülüğün bu kadar kollektif ve zulaların da bu kadar tedarikli olduğunu. Ve hep hazırlıksız yakalanıyorum, cellatların kütüğüne… Arzuhallerimi yazıp savuruyorum rüzgârlara... İradesiz bir kuşatmadır şimdi yalnızlık. Nereye baksam hiçlik zafiyeti, nereye dönsem sonsuz uzayış. Bir beddua gibi ağır, bir beddua gibi sorumsuz, bir beddua gibi yok edici her şey. İsyanlarım ise karaya vuran vicdanlar gibi gözü açık ölüyor. Çelişkilerim küçük bir çocuk, acı ise hesaplaşmasında özeleştirimin. Sevgilerim ise belirli belirsiz izler taşıyor, izler taşıyor arkasında iz bırakmayan. Hepsinden öte dostlar, 83
- Mavi Öyküler
Bir uçurtmam olsun istiyorum. Rüzgârsız havalarda da uçsun, Ne ipi olsun birinin elinde, Ne de görülebilsin gökyüzünde. Savcı bir solukta okuduğu bu uzun mektubun, bir hesaplaşma olduğunu ve bu hesaplaşmadan bir intihar çıktığını anlamıştı. “Sanki ölmemek için direnmiş” dedi kendi kendine. Belki de yanında olabilse vazgeçirebilirdi onu bu eyleminden. Ama artık çok geçti... Şair ölmüştü. Tıpkı mektupta anlattığı şairler gibi, yok etmişti kendisini. Eline kalemi alıp, zarfı iliştirdiği dosyanın üzerine “Şairin içindeki intihar” diye yazarak bıraktı masasının üstüne. Herkesin boşalttığı adliye koridorunda, sadece polislerin sesi duyuluyordu. Uzun koridor boyunca yavaş yavaş yürümeye devam etti. “Yine de intihar mektubu, şairin neden intihar ettiğini açıklamıyor. Başka şeyler olmalı bu adamın hayatında. Ama ne? Kim bilir? Bu şairler, yazarlar, ressamlar garip ruhlu insanlardır. Mutlaka o mektupta intihar edişinin bir sırrı olmalı. Hem de kelimeler içine gizlenmiş sırlar. Bu kentte çok uzun zamandır sanatçı intiharlarına rastlamamıştı. Demek ki intihar onları da sarmaya başladı. “Galiba bir virüs gibi, arada bir yokluyor herkesi” diye düşünürken içi titredi savcının. Şoförü onu görünce koşarak arabanın kontağı çevirdi. Savcı, arabaya binerken bir an durup şoförünün yüzüne bakarak, “İntihar bir virüs gibi, zaman zaman yokluyor herkesi, değil mi?” diyerek cevap bekledi. Şoför bu ani soru karşısında ne diyeceğini bilemeyerek, kem küm etti. “Ecel efendim” dedi yarım yamalak. Şoförün durumundan hiçbir şey anlamadığını gören savcı, “Sür hadi, sür de gidelim.” talimatını vererek uzaklaştı adliyeden. Eve geldiğinde, hâlâ şairin uzun mektubunu düşünüyordu. Eşi onu kapıda karşılamış ve hemen yemek masasına oturması için yönlendirmişti. Savcının eşi, İstanbullu iyi bir ailenin kızıydı. Savcı eşiyle sohbet etmek, zaman geçirmek, olayları, yaşananları onunla tartışmak ve tespitlerini dinlemekten ayrı bir zevk alıyordu. Eşi de bunu bildiğinden, bazen kendisini fişekliyor ve bir tartışmanın içine çekiyordu. Bazen günlerce süren bu tartışmaMavi Öyküler -
84
lar, yeni ufuklara yol alıyor, adeta hiç bitmesini istemedikleri bir hayal gibi sürdürmeye çalışıyorlardı. Bazen eşinin olmadığı bir hayat düşünür ve hemen düşüncelerini başından kovardı. Böyle bir şeyi düşünmek bile onu rahatsız ediyordu. On yıllık evlilikleri büyük bir sevgiyle başlamış ve bu sevgi hiç bitmeden artarak devam etmişti. İşinin resmiyetini, ciddiyetini işyerinde bırakarak, onunla geçireceği zamanı iple çekip giderdi evine. Okul yılarında, herkesin güzelliğine imrenerek ve kıskanarak baktığı bu kadına, az mı şiirler yazmıştı? Hem de isimsiz şiirler. Ama biliyordu genç kız, şiirleri kimin yazdığını… Ve her onu gördüğünde tebessüm ediyor, bildiğini bu tebessümle ima ediyordu. O ise bu tebessümü görmek için hiç durmadan şiirler yazıyor ve ertesi gün tebessümü yakalamak için, onun göz alanı içine kendisini atıyordu. “Tebessümlü bir sevgi için her şey, Göremezsem eğer bir gün yüzünde, İşte o zaman, Ölür sevgim, sevgiler içinde.” Bu şiiri ona yazdığı gün tebessüm yerine, eline bir mektup tutuşturmuştu kız. Mektubu bütün gün korkusuyla açamamış, sevgisine karşılıksız bir mektup olmasından korkmuştu. Bütün gece mektup masasında durmuş ve bütün gece mektuba bakarak, o imanın çıkmaması için dualar etmişti. Sabah pencereden içeriye süzülen ışık, mektubun üstüne düştüğünde, bunu bir işaret gibi kabul etmiş ve bir çırpıda açmıştı mektubu. “İsimsiz şair’e, Ne garip ? Siz isimsiz şiirler yazıyorsunuz bana, ben ise ismini bildiğim bu şaire bir mektup yazıyorum şu an. İtiraf etmeliyim ki, bana dair yazdıklarınıza âşık oldum. Ama yoruldum sizi görüp, tebessüm etmekten. Belki de artık bir araya gelip, buluşturmalıyız tebessümlerle, şiirleri... Ne dersiniz? Yarın öğlen sizi bekleyeceğim okulun avlusunda. Sevgilerimle, Tanıdığınız Tebessüm” 85
- Mavi Öyküler
“Biraz daha çorba ister misin hayatım? Eşinin yumuşak sesiyle çıktı anıların içinden. Eşinin yüzüne baktı uzun uzun. “Teşekkür ederim doydum ben. Ellerine sağlık.” diyerek kalktı masadan ve eşinin saçlarını okşayarak, ellerine uzandı. “Sana bakmaya doyamıyorum Nejla. Bir gün gelip de seni bu evde bulamayacağım düşüncesi, içimi ürpertiyor.” Eşi, kocasının ellerini iyice sıktı ve tebessüm ederek “Beni kaybetme düşüncesi de nerden çıktı?” diye sordu üzgün bir tavırla. “Yokluyor bu beni ara sıra. Bugün komşularının şair olarak tanıdığı, eli ayağı çok düzgün birisi intihar etti. Geride bir mektup bırakmış. Uzunca bir mektup. Sanki ölmek istemeyen ve bunun için direnen bir insanın mektubu gibiydi okuduklarım. İntihar için bir neden göremedim. Mektupta her şeyi sorguluyor. İntiharına nedenler aramış. Tarihten örnekler bulup çıkarmış. Ne öfkeli, ne korkak, ne umutlu, ne umutsuz, ne de kahır dolu bir mektuptu. Yazdıklarına haklılık aramış ve yaşama karşı ölümü, ecel denen şeyin iradesine karşı bir mücadele olarak adlandırmış. Yani karışık, ama sistemli bir karışıklık var mektupta.” Eşinin hemen arkasındaki camdan dışarıya bakarak konuşuyordu savcı. Türk kahvesinin kokusu burnuna geldiğinde arkasını döndü ve eşinin elindeki kahveyi gördü. “Biraz rahatla hayatım. Belli ki bu şair seni biraz zorlayacak. Belki de şair yaşama nedenlerini yazmıştır mektupta. Belki de sorguladığı yaşam değil, ölümdür. Belki de nedenlerinin bir nedeni olmayışına itirazdır, bu mektup. Seni böyle düşündürdüğüne göre, bence mektup amacına ulaşmış olmalı. Şair, mektubu okuyanların bunu düşünmesini istiyordu. Son noktayı başkaları koysun istiyordu.” “Haklı olabilirsin, ama insanın hayatından vazgeçmesi için yeterli bir neden değil ki. Bunun için intihar etmesine gerek yoktu. Gerçi o bunun, bilinçli bir eylem olduğunu söylüyor. İnsanın kendi hayatına son vererek gerçekleştirdiği bir eylem, nasıl bilinçli bir tercih kabul edilebilir? Kabul edilebilir mi? Ben mektubu okuduğumda nedenlerine baktım ve sonuç olarak bir neden göremedim.” “Doğru söylemiş bence. Ölüm bir eylemdir. Şair, ölümüne, bir başkasının eliyle değil, kendi elleriyle son vererek, kendi eylemiMavi Öyküler -
86
nin sahibi olmuş. Bir başkasının eylemiyle yok olmaktansa, kendi mantığı içinde, kendi eylemiyle yok olmayı tercih etmiş olmalı. Yani, yaşama insiyatifine sahip olduğu kadar, ölme insiyatifine de sahibim diyerek gerçekleştirdiği ve adına ‘eylem’ dediği şey, aslında düşünceye bir başkaldırı gibi de yorumlanabilir.” “Hayır, ben böyle düşünmüyorum hayatım. Eğer bu eylem, bir mantık içinde savunulmaya başlarsa, herkes kendi eyleminde haklılık bulur ve bunu hayata geçirmeye başlar. Şair burada kendi eylemini hayata geçirerek, eleştirdikleriyle aynı noktaya düşmüş. Ecel denen kavramı “Kutsal katil” olarak yargılıyor ve hayatın kendisini suçluyor. Oysa ecel denen şey, yaşamı kolaylaştıran ve hatta ölümü yaşam kadar kabul etmemizi sağlayan bir kelime. Bu bir çelişkidir ve şairin bu çelişkiyi görememesine şaşırıyorum.” “Seni anlıyorum, mantıkla ölçüyorsun bu durumu. Ama, mantığı belirleyen de eylemdir diyorum ben. Mantık, eylemlerin bir deneyimi olarak geleceğe bıraktığı, tecrübenin adıdır. Şair eylemiyle mantığını, mantığıyla duygularını bir teraziye koymaya çalışmış besbelli. Eyleminden çıkacak mantık, geleceğe, en azından bu olayı bilenler için, bir deneyim olarak kalacak ve yaşamaya devam edecek.” Eşinin bu durumla ilgili yorumları kendisini heyecanlandırıyordu. Onun zekâsı ve bu zekâsını billurlaştırarak tartışmaya sunmasından, inanılmaz bir haz alıyordu savcı. Şairin ve eşinin söyleminden, hukuk derslerinden aklında kalan bir sözü hatırladı, “İntihar, kendisini öldüren insanın eylemidir.” Bunu kim söylemişti hatırlamıyordu, ama bugünkü tartışma bunun üzerine şekilleniyordu. Bu söz üzerinden vardığı bir başka soruyu attı ortaya, “Peki, bu eylem etik midir?” ve sorusunun cevabını beklemeye koyuldu. Eşi ise kahve fincanlarını masadan toplarken, “Buna hemen bir cevap vermemi bekleme benden. Eğer cevabın ağırlığı, bu eylem karşısında basitleşirse, buna üzülürüm.” diyerek mutfağa yöneldi. Evet bu soru, temel bir soruydu. Belki sorusu intihar eden şairin durumunu açıklamayacaktı, ama intiharın etikle çarpışması, doğru bir mantık verecekti. Eşi mutfaktan çıkarken, “Biliyor 87
- Mavi Öyküler
musun? İçeride yaşamın ne kadar etik olduğunu düşündüm bir an… Ve senin sorunun cevabının burada saklı olduğunu fark ettim.” dedi. Eşinin bu yeni tezi onu kötü yakalamıştı ve kendisine biraz önce verdiği cevabı, tekrar ona geri iade etti, “Buna hemen bir cevap vermemi bekleme benden. Eğer cevabın ağırlığı, bu eylem karşısında basitleşirse, buna üzülürüm.” Eşinin bu cevaba attığı kahkahaya, o da katılmıştı. Karşılıklı gülüşleri dudaklarda buluşmuş, her şeyden uzak kutlanmıştı. Gecenin koynuna uzandıklarında ise ne şair, ne şairin intiharı vardı akıllarında. Birbirlerine sıkıca sarılarak uyumuşlardı. Sabahın ilk ışıkları hafta sonunu aydınlattığında, eşinin ayak uçlarıyla dolaştığını hissetti. Ses yapmamak ve eşini uyandırmamak için parmak uçlarında yürüyen karısı, mutfakta bir şeyler hazırlıyor olmalıydı. Yatağın içinde dönüp, eşinin bıraktığı boşluğu eliyle okşayarak, başını onun yastığına koydu. İntihar meselesinin, onu bu kadar etkilemesinin altında olan duyguyu düşündü. Bu duygu, eşine duyduğu sevgi ve onu kaybetme korkusunu canlandırmış olmalıydı. Evet kesinlikle, sevgi ve kaybetme korkusu birbiriyle kardeşti. İnsan ne kadar çok seviyorsa, kaybetmekten de o kadar korkar oluyordu. Sevgi ve korku duygusal zıtlığın bir buluşmasıydı. Ya intihar? O korkunç kelime hangi duygusal zıtlığın bir buluşmasıydı? Yaşamla, ölümün buluşması. İşte zıtlık buydu. Yaşam ve ölüm birbirinin hep zıttıydı, ama ikisi hep birlikte anılıyordu. Yaşam ölümden, ölüm ise yaşamdan korkuyor olmalıydı. Ölüm yaşamı kaybetmekten korkuyor, yaşam ise ölümle buluşmaktan korkuyordu. Bu durumda, şairin ölümü, büyük bir buluşma anlamına geliyordu. Peki ya bu buluşma biçiminin yöntemi doğru muydu? Yatak odasındaki telefonun büyük bir gürültüyle çalması, onu öyle korkutmuştu ki, yüreğinin atışını duymuştu adeta... Elini yüreğinin üstüne koyarak derin bir nefes aldı ve “Sabahın köründe kim bu münasebetsiz?” diyerek söylendi. Telefonun diğer ucundaki ses konuşmaya başladığında, bütün dünyasi yıkılmış ve olduğu yere yığılmıştı. Elinden bıraktığı ahizeden gelen “Alo savcı bey, aloooo savcı bey iyi misiniz?” soruları adeta odanın içinde yankılanıyordu. Telefonu kapattı ve yatağına uzandı. YorMavi Öyküler -
88
ganı yavaşça üstüne çekti, gelişigüzel. Uyuyacaktı ve eşi onu “Günaydın hayatım” deyip, öperek uyandıracaktı. Sonra kahvaltılarını yapıp, karşılıklı sıcak çaylarını yudumlayacaklar ve yarım kalan sohbetlerine devam edeceklerdi. Bu bir rüyaydı ve uyandığında her şey rüyada kalacaktı. Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Kapıya birisi önce yavaş, sonra daha sert vurmaya başlamıştı. Savcı yerinden kalktı ve kapıya yöneldi. Kapıdaki onun şoförüydü. Kapı açılır açılmaz “Efendim kötü haberi duydum, başınız sağolsun…” dediğinde savcı kapıyı hızla yüzüne kapattı adamın ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı, “Beni yalnız bırakmaaaaaaa!.. Sensiz yaşayamammmmmm!.. Beni bırakmaaaaa!..” Evdeki her şeyi yere atıp, parçalıyordu. Kendisini kaybetmişti. Şoförü içerden gelen seslerle paniklemiş, kapıyı zorlamaya başlamıştı. Kapının menteşelerinden gelen ses, savcının haykırışları, kırılan eşyaların çatırtıları adeta bir deprem yaratıyordu. Ne zaman ve nasıl, yatak odasındaki masanın çekmecesinde duran silahı eline aldığını hatırlamıyordu? Ama elindeydi. Odanın içinde, adımlarının hızı, onu düşünmekten alıkoyuyordu. Aklından her şey, ama her şey hızla geçiyordu. Eşinin sabah kahvaltısını hazırlamak üzere yataktan süzülüşü, yataktaki boşluğu, dünkü tartışma; şair, şairin mektubu, ecel, mantık, zıtlıklar, etik ve intihar. “İntiharrr!..” dedi önce bağırarak, sonra sesi fısıltıya dönüştü. “İntihar,” kelimesini tekrarlaması ve silahı şakağına dayayıp tetiğe basması, bir anda oldu. Ama patlamamıştı silah. “Tıkk” sesi şakağında kalmıştı. Dona kalmıştı savcı. Elinde silah, şakağında namlu ve tık sesi. Hepsi bir kare içinde donmuştu. Kapıyı kırmayı başaran şoförü, bu tabloyu saliseler içinde görmüş, o da odanın kapısının önünde donakalmış ve gözlerini kapatmıştı. Silah savcının elinden kayıp, yatakta eşinin yattığı boşluğa sessizce düştüğünde, o da hıçkırıklara boğulmuştu. Tıkk sesinin hemen ardından, şoför bir patlama sesi duymayınca korkuyla açmış gözlerini ve hıçkırıklar içindeki savcıyı görmüştü. Hemen atılarak sarıldı savcıya. Şoförünün “Ecel savcım, elden ne gelir? Kim bilebilirdi freni patlayan bir arabanın, eşinizin kahvaltılık aldığı dükkâna gireceğini… Ecel işte, elden bir şey 89
- Mavi Öyküler
gelmez.” şeklindeki avutmaları, onu daha da kahretmişti. Odaya doluşan polisler, hıçkırıklar içindeki yarı baygın savcıyı, hemen evin önünde bekleyen ambulansa taşıdılar. Mezarı başında eşini son yolculuğuna birlikte uğurladığı arkadaşları, savcının sürekli mırıldandığı o şiiri hiç unutamadılar. “Tebessümlü bir sevgi için her şey, Göremezsem eğer bir gün yüzünde, İşte o zaman, Ölür sevgim, sevgiler içinde.” Aradan geçen aylar, bir parça merhem olsa da o hiç unutmamıştı, başına dayadığı silahı ve o “tıkk“ sesini. Şairin ecel için, neden “kutsal katil” dediğini şimdi daha iyi anlıyordu artık. Eğer ecel olmasa, Nejla yanında olacaktı; ama o kutsal katil, onun yaşama eylemini elinden almıştı. Demek ki şairin mektubunda yazdıkları, şairin içindeki intihar ile kutsal katilin savaşıydı.
p
“GARİP BİR BÜYÜYDÜ BAŞLANGIÇ” “Güzel Bir Gün” | Hasan Uygun* Birinci Tekil Şahıs Güzel bir gündü. Saat altıda uyanmış, uzun bir aradan sonra ilk kez tan sessizliğinde sabah ezanını dinlemiştim. Neden bilmiyorum, sabah ezanı hep duygulandırmıştır beni. Belki de o saatlerde şehrin bütün gürültüleri eridiği içindir, çünkü kayıp bir zamanın izinde yürüyen bir derviş çıkıp gelecek ve o sessizliği sonsuza kadar koruyacakmış gibi gelir bana. O, açık penceremden odamın içine yayılan salkım söğüdün, taze sürgünlerinin sakız kokusu. Bir daha odamdan çıkmayacak ve baharın coşkun zamanları sonsuza kadar sürecekti. Güzel bir gündü, ama ben, sanki ölüme gidiyordum. İçim içimi kemiriyordu ve o işe ihtiyacım vardı. Gece ancak üç saat kadar Mavi Öyküler -
90
uyuyabilmiştim. Ona da uyku denirse. Tuhaf inançlarım var; kâbuslarımdan artakalan sürelerde, rüyalarımda, çok takmışsam eğer, bir sonraki güne dair kareler belirir. O karelerdeki görüntüler eğer olumsuzsa sevinebilirim demektir. Yok eğer olumluysa, o zaman durum kötü. Çocukluğumdan kalma bir şey bu. Ne zaman rüyamda misket bulduysam ertesi gün mutlaka misketlerimi çaldırmışımdır. Güzel bir gündü o gün, hatırlıyorum. Üç otobüs değiştirmiştim, en az on-on beş kişiye adres sormuş sonunda bulmuştum. Uzaktı, ama olsun. Ne de olsa iş işti. Ama ekranın karşısına geçtiğimde… Elim ayağım tutuldu sanki. Bu son şansımdı. Ama olmadı. Keşke daha dikkatli olsaydım. Keşke o an eriseydim. Ya da keşke diyebileceğim anları bir daha olmamacasına hayatımdan kovabilseydim. Evet ‘ben çok iyi bir insana benziyormuşum, çok kısa zamanda adapte olabileceğime inanıyorlarmış, ama üzgünlermiş, çünkü onların bir profesyonele ihtiyaçları varmış.’ Bu kadar işte. Bir de ‘erkek adam ağlamaz’ derler. Nice badirelerden sonra kiralayarak da olsa sahip olabildiğim bir sığınağım vardı ve onu kaybetmek üzereydim. Daha ne yani? Yok yok, babamı dinlemeliymişim. Her koşulda işim hazırdı. Güzel bir güne başlamak için ne yapmam lazım. Hadi siz söyleyin. Ben işin içinden çıkamıyorum. Ve bu yüzden de bir aydır evden dışarı adımımı atmıyorum. Kolaysa buraya gelsinler. Beni kimse evimden çıkaramaz tamam mı! Peki, tamam birazdan dışarı çıkacağım, ama o maymun suratlı heriflerden birini görmek için değil, karım aradı az önce… Cep telefonundan. Biber kaybolmuş. Köpeğimiz. Evet, bugün güzel bir gün dışarı çıkacağım. İkinci Tekil Şahıs 91
- Mavi Öyküler
Güzel bir gündü, ama sen, sanki ölüme gidiyordun. Bütün gece çok huysuzdun. Taviz vermek istemeyen bir halin vardı. Tamam, kendini her türlü kötü ihtimale karşı hazırlamıştın. Ama bir acemi sekişi vardı adımlarında. Oturduğun koltuktan sürekli bir şey batıyormuş gibi zıplıyordun. Televizyonu sadece izliyormuş gibi yapıyordun. Gözümden kaçmadı. Dizlerin titriyordu. Ne pahasına olursa olsun evden dışarı adımını atmak istemiyordun. Aynayla aran iyi değil, biliyorum. O sabah bakıyordun. Uzun uzun inceledin karşındaki görüntüyü. Keşke duygularını da okuyabilseydim. Ama artık bir yerlerden başla. Şimdi, dur bir hatırlayalım. Metruk bir evdi, kupkuru bir servi ağacının tepesinde de sen. Ağaçla birlikte sallanıyordun. Ve tutunabileceğin tek yer, metruk evin çatısı. Rüzgârın savurduğu ağaç seni eve doğru her ittiğinde saçaklarına tutunmaya çalışıyor fakat evin neresinden tutarsan tut bir parçası elinden kalarak geri dönüyordun. Nerde kalmıştık derken şimdi hatırladım: Rüyalarında gördüklerini hatırlıyordun. Rüyalarınla ilgili tuhaf inançlarını. Belki de o yüzden aynaya bakıyordun. Çaresiz dışarı çıkacaktın. Karın aramıştı. Cep telefonundan. Biber kaybolmuş. Köpeğiniz. Evet, bu gün güzel bir gün, dışarı çıkacaksın. Üçüncü Tekil Şahıs Güzel bir gündü, ama o, sanki ölüme gidiyordu. Aslında belalar birkaç gün öncesinden yağmaya başlamıştı. Artık yaptığı işten hiç mi hiç keyif almıyordu. Başlangıçta çok istekliydi. Garip bir büyüydü başlangıç. Ama iyi kullanamadı. Gerçi çok fedakârca davrandı. Ancak fırsatı kaçırmıştı. Çok hata yaptı. Çok acemilik çekti. Ve görünen o ki, daha çok pişmesi gerekiyordu. Deyip yerindeyse yumurta gibi. Orta ateşte. Henüz sabah olmasına rağmen küllük neredeyse sigara izmariti dolmuştu. Yemin etmişti. Dışarı çıkmayacaktı. Onu kapının Mavi Öyküler -
92
önünde bekliyor olabilirlerdi. Gerçi işkillenecek bir durum olsa karısı haber verirdi. Ne de olsa onun da evi. Bazen onun da hayrete düştüğü garip inançları vardı. Bir kere ‘erkek adam’ asla yemini bozamazdı. Aslında yeni, sadece kendisine bir söz verme biçimiydi. Mesela, sırf ailesinden baskı görecek diye değil, sadece öğrenmek için ders çalışıyordu ilkokulda. O zamanlar da yemini vardı. Babasının en büyük oğlu olarak işlerine yardım etmesi gerekiyordu. Ama yemin etmişti, ortaokula gidebilirse bütün misketlerini kardeşine verecekti. Yazın tavan arasına kaldırmıştı. Zaten okullar açılmadan kardeşi de oynayamazdı. Köyde bütün çocuklar yazın ailelerine yardım ederdi. En azından kendinden biliyordu. Vedalaşmadı işte. Babası zaten kardeşine harçlık veriyordu. O da alsındı işte. Hem o hiçbirisine para vermemişti. İyi oyuncuydu. Onar onar oynardı. Bir vuruşta en az on tanesini üçgenin dışına çıkarabiliyordu. Onları kazanmıştı işte. Teneke kutusundan çıkarıp önüne yaydığı hercai misketlerinden hiçbirini veremezdi. Sonra her şey kötü gitti. Teneffüs aralarında, sınıf kapılarını tutmuş erkek arkadaşları, kız arkadaşlarının bir taraflarını mıncıklarken o ceplerinde misketlerle herkesin alay konusu olmuştu. Zar zor bitirebilmişti ortaokulu. Lise ise fiyaskoydu. Üniversiteyi de ikinci yılına kadar okudu. Yemini bozamazdı. Nasıl adanan adağın yerine gelmesi gerekiyorsa, edilen yemin de tutulmalıydı. En son bir ay önce. Görüştüğü on beşinci kişi de aynı şeyi söylüyordu. Artık hiç umudu kalmamıştı. Neredeyse evini de kaybediyordu. Hayır, dışarı çıkamazdı. Şimdi bu Biber meselesi de nerden çıkmıştı? Köpekleri canım… İlk sahibi o adı koymuş. Karısı aramıştı. Cep telefonundan. İki adım öteye, fırına kadar gitmişti. Aksi çocuklar işte. Çocukların ilgisinden ürken hayvan bir anda karısının boşluğundan yararlanarak kaçmış. Bulunması gerekiyordu. 93
- Mavi Öyküler
Güzel bir gündü. Önce Biber bulunacak, sonra da yeminini bozma pahasına on altıncı iş randevusuna gidecekti. Dışarıda güzel bir gün başlamıştı. Sonrası yoktu. * Kül Öykü, Mayıs-Haziran 2003
p
“ÂDEMİN KABURGA KEMİĞİ” “Parçalanma” - Leyla Süslü Sigara dumanı ile sarılı Butterfly’a giriyorum. Göz gözü görmez ortamda yüksek volümlü müzik ve çok sayıda içki ile kendinden geçmiş bir grup erkek ellerinde bira ortada dans eden kadının daracık kotundan fışkıran kalçalarını seyrediyor. Siyah saçlı kadının kırmızı rujla belirginleştirdiği dudakları hafifçe aralanmış. Gözleri yuvalarından fırlamış erkeklerin ilgisinin farkında olan siyah saçlı kadın fileli çorabını saran ince topuklu siyah çizmeleri, büstiyerinden taşan göğüslerinin salınımı ile tavan yapıyor. Dünya umurunda değil. Gözlerini sıkı sıkı kapatmış. Ara sıra gözlerini açıp çevresini kuşatmış topluluğa bakıyor. Oyun başladı. Bir kahkaha atıyorum. Siyah saçlı kadın insanlığının bir bölümünü unutursa kuşkusuz ertesi sabah mutlu uyanacaktır. Salt içgüdüden ibaret olduğu yanılsaması içinde dolaşan yığınlardan bir birey olma hakkı kazanacaktır. Tüketim çılgınlığına kapılmış insanın nesneleştiği kentlerde bir gecede tüketilen ilişkilerden habersiz daldığı gece alemlerinde nesnenin nesneyi yaratışına aşama aşama şahit olacak ama yinede deyip bir gecenin sonunda uyandığında kendisine sıkı sıkı tutunmuş bir beden arayacak. Muhtemelen hiç aranmayacak bir telefon numarası ya da sessizce verilen kartvizitlerle dolu cüzdanında bu adam beni neden aramadı ki diye kendi kendine çok soracaktır. Ertesi sabah kuşkusuz adamın yetişmesi gereken bir toplantı ya da eve gelen bir Mavi Öyküler -
94
temizlikçi kadın olacaktır. Çoraplarını hızla arayıp giyinen adamın hızına kadın hayretle bakacaktır. Sevgi, sadakat, güven duygusundan bi haber çıtır, uzun, kısa, koca memeli, koca kalçalı, büyük vajinalı, dar vajinalı, entel, ev kadını, fahişe, iş kadını, avare kadın tiplemelerini tek tek kontrol edecek bir grup erkek, siyah saçlı kadının kırmızı ojeli uzun tırnaklarını belirginleştiren kol hareketleriyle daha da hareketleniyor. Bu erkekler kafalarında şablonlaşan kadın tipolojisine aykırı kendilerine benzeyen bu kadınlara hırsla bakıyor. İkiyüzlü kafalarında ananelerine uygun saf, bakire, genç, çalışkan kadın yatarken öte yandan ortalıkta kendileri gibi dolaşan kadınların varlığı işlerine geliyor. Barda üç birayla tavlayabileceği kadınlar cirit atarken neden olmasın? Alan da memnun veren de! Ertesi gün adını sanını hatırlamayacağı gece iyi geçmişse belki bir iki kere daha aranacak, eğer kötü geçmişse hiç aranmayacak numaralarla dolu telefonlarını itina ile ceplerinin en derin köşesinde saklayarak her şeyin mubah olduğu bu ortamda söyledikleri yalanlarla yatağa attıkları kızların erkek prens masallarıyla büyümüş rüyalarını alt üst ediyorlar. Doğal olarak kendilerine yeni bir masal sunumunun olmaması üzerine ne yapacağını bilemeyen kadınlar türüyor. Yine de et pazarı gibi kokan bu alanda kalan son dakikalarını temel içgüdüleri üzerinde temellendiren bu güruhun dışarıda her türlü iğrençlikle bezenmiş halini fark ettikten sonra burada olan şeyin dünyanın en masum hareketi olduğunu düşünüyorum. Cool takılanlar bara yaslanmış kaçamak bakışlar fırlatırken hedefe doğrudan koşanlar kadının çevresinde ilk birayı ısmarlama yarışında. Bu yarışı en yakışıklı ve zekiler kazanacak. Bir grup önündeki içkiye odaklanmış. “Bir zamanlar ne kadınlar elimden geçti mirim” diyerekten geçmiş günleri yâd ediyor. Barın müdavimleri standart yerlerinde. 95
- Mavi Öyküler
Dökülmüş saçlarını kamufle eden saç kesimi, kareli ceketi, ortaçağ aristokratlarını andıran dimdik duruşu ile kumarbaz Selçuk köşedeki tabureye tünemiş. Önünde her zamanki içkisi bir bardak buzlu rakı. Soğukkanlılığını her zaman koruyan ve korumak zorunda olan Selçuk, kumarla yaşamını sürdürüyor. Kaldığı küçük otel odasında, her şeyinden vazgeçmiş kumardan vazgeçmemiş yalnız bir adam olarak ölecek.Asla hayallerinden vazgeçmemiş olması beni şaşırtıyor. Yaşama bağlılık bu olsa gerek. Belki de kumarbazlara özgü bir gün kazanacağım hissidir bu. Beni görünce küçük bir selam veriyor. “Ne haber Selçuk?” “All rigt!” Besbelli bugün kazanmış. Kaybettiğinde asla bu kelimeyi kullanmaz. Koyu mavi gözlerini üzerime dikiyor. Çelik gibi bakışları ve yüz hatlarındaki ifadesizlik bana ölü bir balığın bakışlarını anımsatıyor. İnsanların ifadeleri ile içlerinde yaşadıklarının bambaşka olduğunun ayrımındayım, yine de bu ifade hangi sıcak cümle ile kuşatılırsa kuşatılsın bana samimi bir duygu hissettirmiyor. “Bu gece muhteşemsin canım.” Gülümseyerek elini omzuma atıyor. Sırıtarak elini omzumdan aşağıya indiriyorum. “Teşekkürler canım. Sana iyi eğlenceler. Görüşürüz.” “İyi eğlenceler.” Üç tabure sonrası Cenko yüzündeki her zamanki mesafeli gülüşü ile kadın tarayan kısık gözlerini sağa sola çeviriyor. İki kumarbazın arasındaki soğuk savaş uzaktan uzağa etkisini gösteriyor. Cenko, ortadan açılmaya başlamış saçlarının bir kısmını özenle yana yatırmış. Yuvarlak yüzündeki gamzeleri belirginleştiren şirin bir bakışla yanındaki sarışına bir şeyler söylüyor. Sarışın kadın ilgisiz ve soğuk tavırlarla cevaplar veriyor olsa gerek, bu yüzden sıkıntıyla önündeki içki kadehiyle oynuyor. Cenko pes etmiyor. Israrla kadına bir şeyler söylüyor. Kadın çevreyi kolaçan ediyor. Mavi Öyküler -
96
Bu arada alo seks hattı gibi çalışan Cem ortaya çıkıyor. Tanıdığı tüm kadınlara telefon numarasını verir. 24 saat hazır ve nazır bekleyen Cem, yalnız kadınlar arasında nöbetçi diye anılıyor. Ölümden ölesiye korkan orta yaşlardaki Cem belki ölüme uzak kalmanın yolunu bu şekilde telafi ediyordur. Kim bilir? Ünlü yazarımız Hasan, uzun boyunu ve sırtındaki kamburunu gizleyen bir mont ve yakışıklı olmanın verdiği ekstra güç ile tavlayacağı kadına odaklanmış cool bakışlarla ortada yerini alıyor. Dünyayla dalga geçiyormuş. Bunu hiç anlayamamışımdır. Bu dünya sana her türlü hezimeti hazırlarken insan dünyayla nasıl dalga geçebilir ki? Olsa olsa dünya bizimle dalga geçiyordur. Bunlar karnı tok sırtı pek insanların can sıkıntılarının dramatik göstergeleri. Uzun saçlı şairimiz Elephant kesik ve kararsız adımlarla duracağı köşeyi hesaplıyor elindeki bir bardak şarapla. Gözaltlarında belirmiş alkol torbalarından kısılmış gözleri ve gözlükleriyle can sıkıntısı ile durmadan yer değiştiriyor. Gördüğü arkadaşlarını ağdalı ve her kelimeyi uzatarak selamlıyor. Düşünerek konuşmanın gerekliliğine inanmış olması zaman içerisinde bu tarzın yerleşmesine neden olmuş. Karşısındaki insanı dinleme nezaketinden yoksunluğu içinde durmadan kendinden bahsetmesi içime baygınlık duygusu veriyor. Küçük bir selam sonrası yoluma devam ediyorum. Yolumu kesiyor. “Tuvalet!” diyorum. Söylediğim yalanı pekiştirecek bir kol hareketi ile tuvaleti gösteriyorum. Ve mümkün oldukça uzak bir köşeye kaçmanın yolunu arıyorum. İstediğim tek şey bir bira ve bu kalabalığı izlemek. Uzakta Selma’yı fark ediyorum. Alkolden gözlerini açamıyor. Barın tam ortasındaki direğe sarılmış. Bir sevgiliye sarılırcasına bütünleştiği direğin çevresinde bir tur atıyor. Selma dönüyor hayalleri ile birlikte. Saçları darmadağın. Üstündeki eskimiş tişörtün üzerinde kocaman bir yağ lekesi. Spor ayakkabılarının çevresinde çamur. Boş vermişlik içerisinde bedenini ve zihnini alkolle beraber leş kargalarına teslim etmiş 97
- Mavi Öyküler
Elephant içindeki kadınsı tavırları bastıran aşırı bir erkeksi adımla Selma’ya doğru yöneliyor. Selma, Elephant’a doğru hamle yapıyor. “Ne haber şeker?” diyor, kışkırtıcı kadınsı bir ses tonuyla. Kalçalarını Elephant’ın bedenine dayıyor. Ellerini sıkıca boynuna doluyor Dudaklarını Elephant’ın kulağına yaklaştırıyor. Bir şeyler fısıldıyor. Elephant’ın yüzü kızarıyor. Sahte bir kahkaha atıyor on metre öteden fark edilecek tonajda. Bu ilgiyi karşılıksız bırakmıyor. Fark ettirmeden Selma’nın kalçalarında ellerini dolaştırıyor. Selma kıkırdıyor. Elephant daha fazla içmek isteyen Selma’yı durduruyor. “Hayır, bu gece içmek istiyorum!” diye bağırıyor Selma. “Rahat bırak beni!” Elephant, yalpalayan Selma’yı bir sandalyeye oturtuyor. Oturur oturmaz Selma uyumaya başlıyor. Kafası sandalyenin arkasına düşüyor. Ağzı hafiften aralanıyor.Bu çaresiz görüntüye dayanamıyorum. Selma’yı kucaklıyorum. Zar zor tuvalete indiriyorum. Tuvalet hınca hınç dolu. Kadınlar makyajlarını tazeliyorlar. Aynanın önünde yığılmış topluluğa bakıyorum. Baygın gözlere rimeller çekiliyor. Kışkırtıcı renkte rujlar sürülüyor. Kokular sıkılıyor. Gecenin albenisi kazanmak uğruna bir ton emek harcanıyor. Selma gözlerini hafiften açıyor. “Ben iyiyim.” “Tabi ki iyisin.” “Hadi gir şu tuvalete.” “Hayır girmeyeceğim.” “Gireceksin.” Kolundan tutup tuvalete çekiyorum. Kafasını klozete dayıyorum. Gırtlağına parmağımı dayıyorum. Dakikalarca kusuyor. Her tarafı kusmuk içinde. Üstünü temizliyorum. Yüzünü yıkıyoMavi Öyküler -
98
rum. Rimelleri akıyor. İki siyah çizgi derinleşiyor yüzünde. Yarı açık gözlerinde gördüğüm kaybolmuşluk beni sarsıyor. Selma’yı bardan çıkarıp taksiye bindiriyorum. Adresi söylüyorum. Hüzün karışımı bir duyguyla içeri giriyorum. “Ah bebeğim, canım” diye boynuma atlıyor Sema. Aşırı Alkol aldığında içinde biriktirdiği tüm öfke dalgalanmalarını dışa vuran Sema uzun yıllar aile baskısı altında yaşadıktan sonra kurtuluş için evliği seçen kadınlardan binlercesinden biri. Tabii ilk aşamada aileden kaçarken uyuşturucu ile tanışmış. Ölümlerden dönüşü ile beraber yeni bir hayata başlamış. Sanki yeni bir hayat varmış gibi. Alkolik kocasından ayrılışı da ayrı bir problem. Her zamanki iyi niyetli bakış açısıyla kendinden sürekli ödün veren Sema, iyi insan olmayı bununla özdeşleştirmiş. Yalnızlıktan ölesiye korkan Sema, yanında gerekli gereksiz bir sürü insan taşır. Sürekli alttan almaya yatkın mizacı anlaşamama gibi bir problem yaratmasa da kendi içinde derinleşen yalızlığının ara sıra farkına varmıyor da değil. Bir kadına ya da erkeğe aşırı bağımlılık geliştiren insanlar oldum olası beni korkutmuştur. Sürekli bir sorumluluk içerisinde boğuluyormuşum hissi uyandıran bu duyguyu nerede görsem kilometrelerce ötelere taşınmayı bir alışkanlık haline getirmiştim. Sırf bu duygu nedeniyle sema ile arama sürekli bir set çekmeyi uygun görmüşümdür. Çünkü ilişkilerin içine girdikçe, gittikçe kompleksleşen duygular aslına bakarsanız fazlasıyla beni yormuştur. Grup olma fikri bile bende panik yaratmaya yetmiştir. “Ne haber nasılsın?” diyor Sema cıvıldayan bir sesle “Bu gece burası bir sürü yakışıklıyla kaynıyor. Şu karşıdaki uzun boylu adamı görüyor musun? Uzun süredir onunla flörtleşiyorum.” Gecenin ne getireceğini kim bilebilir? Yine bir aldanış içerisindeki Sema, uzun bir tecrübeden sonra bile hâlâ burada tanışacağı biri ile bir sevgi yaşayabileceğine olan inancını yitirmemiş. Ne diyelim. Umut insanların yaşaması için her zaman gerekli bir şeydir. Ama boş umutlar da insanın 99
- Mavi Öyküler
olduğu yerde saymasına neden olan en büyük kâbuslardan biri. Birden Sema’yı kollarından sarsıyorum. “Bunlar hayal! Uyan Sema!” “Görmüyor musun? Bu kişiliksiz silik adamların sana tırnakları kadar kıymet vermediğini, Bilmiyorum deme sakın. Ne yaşamayı umuyorsun? Seks mi? Bu heriflerle olsa olsa düzüşürsün. Sabah uyanır evine gidersin. Kendini bok gibi bir duyguyla baş başa bulursun. Kaç kez yaşadın söyle.” “Haklısın. Ama erkeğe ihtiyacım var.” “Evet var. Ama böyle leş kargalarına değil. Neyse bir bira alacağım. Keyfine bak.” Koca göbeği ile Serhat’ı görüyorum. Yemekten semirmiş yanaklarından kan damlıyor. Büyük bir kadın açlığı yaşayan Serhat, yanından uzaklaşan kadınlardan bıkarak en sonunda kendince bir çare bulmuş. Para kazanırsa kadın bulacağına inanmış ki satın alacağı kadınlar bulacaktır Serhat. Kuşkusuz iyi bir seks yaşayacak. Ama asla bir kadına gerçek sarılmanın hazzını yaşayamayacak. Bunu ona anlatsam da anlayamayacağını biliyorum. Seksi kafasında bu derece yücelten birini daha önce tanımamıştım. Açlık sen nelere kadirsin. “Bir kadın buldum genç çıtır. 1000 YTL harcadım biliyor musun?” Tiksintiyle karışık acıma hissiyle bakıyorum. “E ne oldu şimdi.” Bir süre duraklıyor. “Keyifli zaman geçirdim.” “Sahi mi?” “E sonra ne oldu? Nerde o kız? Yanında mı?” “Hayır.” İstemeden bir kahkaha atıyorum. Bozuluyor. “İzninle.” “Sana bir bira ısmarlasaydım.” “Sağ ol. Biram var.” Cemal’in ‘ah bebeğim, gözümün nuru’ diye bağırışını işitiyorum. Köşede sıkıştırdığı kadından koca bir makas alıyor. Kadının yüzü kızarmış, mahcup gözlerini kaçırarak Cemal’e Mavi Öyküler -
100
bakıyor. Bu aleme henüz düşmüş bu kadın burada söylenen her kelimenin koca bir yalandan oluştuğunu fark edinceye kadar bir yığın gözyaşı çekecek. Halbuki çocukluğu boyunca izlediği Türk filmlerinden çok ders almış olması gerek. Yakışıklı adamın yalanlarla kandırdığı kadınların ilk bekâretini teslim edişiyle kirlenen namusu için gözyaşı döken kadınları izlerken az hınç duymamıştır. ‘Ama beni seviyordu’ diyecek arkadaşının omuzlarında ağlarken. ‘Arayacak güzelim’ merak etme diyen arkadaşına şefkat ve inançla bakacak. Bir tadımlık çikolatadan farklı olmadığını anlayıncaya dek çok yol alacak. İnancını, duygularını yitirecek. Bu bekâret olayının ehemmiyetini kuşkusuz ilk annesinden duyacak Regl olduğu gün annesi kızını karşısına alacak ‘Kızım senin bu vajinan var ya çok değerli. Evleninceye dek itina ile koruman gereken bu zar kocana bir armağan. Zarın yırtılırsa namusun kirlenir.’ ‘Peki, erkeklerin namusu nasıl kirlenir anne’ diye sorduğunda, ‘cık cık!’ diye bir ses duyacak. Bisikletten düştüğü gün ağlayarak eve koşacak. Küçük çocuk zihninde büyük bir korku ve gözyaşları ile annesine koşacak. ‘Anne namusum kirlendi.’ Annesi kilodunu indirip kontrol edecek. Derin bir oh çekecek. ‘Çok şükür namusumuz kurtuldu’ diyecek ve bisiklete binerken dikkatli olmasını sıkı sıkı tembih edecek. Sonra bisiklete korkarak uzaktan bakacak. Olayı arkadaşlarına anlatacak. Arkadaşı benim annem de beni sıkı sıkı tembihledi deyince olayın önemini bir kez daha algılayacak. Sonra bunu hep duyacak. ‘Bakire misin’ diyen ilk sevgilisine, ‘elbette sen beni namussuz mu sandın’ deyip ağzının payını verecek. İlk öpücükte kaçacak 101 - Mavi Öyküler
Kaçacak… Kaçacak… Sonra eli yüzü düzgün bir adamla başı bağlanınca aile derin bir oh çekecek. Kanlı çarşaf beklenecek, gerdek gecesi. Namusun belgesi kanlı çarşaf görününce ‘çok şükür’ diyecek ailesi. Sırtımızdan bir yük kalktı. ‘Alnımızın akıyla namusumuzu damadımıza teslim ettik.’ Tam kafamdan böyle senaryolar geçirip biramı alıp yola koyulmuşken Nezire yolumu kesiyor. “Seninle konuşmam gerekiyor.” Telaşlı hali beni meraklandırıyor. Yüzünde ağlamaklı bir ifade. Kolundan tutup köşeye götürüyorum. “Bir sorun mu var?” Kısa bir suskunluktan sonra “Hamileyim,” diyor. Gözlerim büyüyor. “Emin misin?” “Evet. Bu sabah test yaptım. Regl dönemim yedi gün gecikti.” “Babası kim?” “Cemal!” “Ona söyledin mi?” “Hayır.” “Peki neden?” “Benimle bir daha görüşmek istemediğini söyleyen bir mesaj attı. Aklında bir başkası varmış. Ailem duyarsa beni öldürür.” Gözyaşlarına boğuluyor. Beş tabure sonrası Cemal’in köşede sıkıştırdığı kızı hatırlıyorum. Nezire’nin masumiyeti içimde bir öfke dalgası uyandırıyor. Birayı kafama dikiyorum. Nezire’ye söyleyeceklerimi kafamda tartıyorum. “Güzelim bir çözüm bulacağız. Üzülme. Bak Cemal gibiler uzun bir kadın avından sonra şöyle eli yüzü düzgün bir kadın bulup evlenecek. Verdikleri tahribatın farkında bile olmayacak ya da umursamayacaklar. ‘Alt tarafı bir geceydi canım’ deyip geçecekMavi Öyküler -
102
ler. Bu tiplerden uzak durmalısın. Sana uygun insanlar değil.” Nezire uzaktan uzağa Cemal’e bakıyor. Gözyaşlarına boğuluyor. “Paran var mı?” “Hayır.” Hıçkırıkları daha da fazlalaşıyor. Kendi yaşadıklarımı anımsıyorum. Barın sigara dumanı içerisinde tüm düşüncelerim alaşağı ilk gençlik dönemlerimin duyguları ile sarsılmış kayboluyorum. O zamanlar aşk vardı. Sonra gittikçe kalınlaştırdığım kabuğumla beraber aşk yitip gitti ellerimin arasından. Zihnimdeki bulantı mideme vuruyor. ‘Beter olsun!’ diyorum. “Şimdi ne yapacağım!” diye zırlıyor Nezire. “Şimdi ne yapacağız Nezire?” Söyle şimdi ne yapacağız!?” diye bağırıyorum fark etmeden. Nezire daha da fazla zırlıyor. Sinirleniyorum. “Kes be zırlamayı!” “Burada beni bekle. Para işini de halledeceğiz.” Hemen acil yardım dayanışma ekibini buluyorum. Topladığım parayı ve bir doktorun tel numarasını uzatıyorum. “Randevu al. Beraber gideriz. Şimdi evine git.” Sıkıca boynuma sarılıyor. Ve uzaklaşıyor. Arkasından uzun uzun bakıyorum. Hırsla Cemal’in yanına gidiyorum. Cemal yanındaki kadınla muhabbeti artırmış. “Seninle konuşmam gerek.” “Olur.” Yanındaki kızı uzaklaştırıyor. Damdan düşer gibi “Nezire hamile,” diyorum. “Ha öyle mi?” diyor pişkin iğrenç bir ses tonuyla. Yüzüne bakıyorum. İnsanlığa dair bir iz arıyorum. Ama göremiyorum. İçimden geçen şöyle okkalı bir tokat, ama yapmıyorum. “E ne yapacaksın?” “Ne yapayım yani Nezire’yle mi evleneyim!” deyip bir kahkaha atıyor. Bu bardağı taşıran son damla oluyor. İçimde birikmiş bir öfke ile “İğrenç bir adamsın!” deyip kolunu sıkıyorum. Bir süre şaşkın bana bakıyor. Birasından bir yudum alıyor ve hiçbir şey olmamış gibi ileri doğru hamle yapıyor. İşte o anda okkalı bir 103 - Mavi Öyküler
tokat patlatıyorum. Hırsla ikinci tokat geliyor. “Delirdin mi manyak kadın!” diye haykırıyor. Hırsımı alamıyorum. Ortalık karışıyor. Barın sahipleri koşarak arbedeyi engellemeye çalışıyor. “Burası bar kardeşim. Kimsenin kimseye karşı sorumluluğu yok” diyen adamın gözlerine hışımla bakıyorum. “Pislikler!” Altıncı biradan sonra hafiften kafam dumanlanıyor. Dışarı çıkıyorum. Nezire’yle beraber patlayan duygularım isyan halinde. Saatlerce yürüyorum nereye yürüdüğümü fark etmeden. Sık sık kafamı çevirdiğim gökyüzünde kirli bir hava. Zenginlerin ihtişamlı düğünlerinin göstergesi lazer ışıkları oynaşıyor gökyüzünde. Sarayların kaderini muhteşem gökdelenlere teslim ettiği bu yüzyılda bizim kaderimiz de devam ediyordu. Yoksulluk bir yazgı gibi boynumuzda. İngiliz isimleriyle kuşatılmış dükkânların sıralandığı sokakta kendimi yabancı gibi hissediyorum. Tam bu esnada sokakta gülümseme ihtiyacı hisseden bir yaşlı delikanlı beliriyor gün ışığı kadar geç kalmış.Elindeki şarap şişesini bir gazete kâğıdına sarmış. Yürümüyor, yalpalıyor. Gözbebeklerine baktığımda bilindik bir hikâyenin tanıdık kahramanını görüyorum. Biranın mı etkisi yoksa ihtiyarın yalnızlığını kendi yalnızlığıma eşdeğer gördüğümden mi bilemiyorum. İhtiyara sesleniyorum. Önce yüzüme anlamsızca bakıyor.Yola devam ediyor. “Hey!” Yavaşça bana doğru dönüyor. “Şarabından bana da bir yudum verir misin?” Sessizce şarabı uzatıyor. İhtiyarın dinginliği hoşuma gidiyor. Köşedeki banklardan birine oturuyoruz. Tek kelime konuşmadan sırayla şarabı içiyoruz. Şişenin dibi görününce “Burada bekle” diyorum. Köşedeki büfeden bir şişe köpek öldüren alıp yanına yanaşıyorum. İkinci şişeyi de deviriyoruz. Çocuklarının dışarı attığı bu ihtiyarın yüzündeki kıvrımları izMavi Öyküler -
104
liyorum. Aniden cebinden çıkardığı yarısı dökülmüş karanfili uzatıyor. Bu gecenin en güzel armağanı. İhtiyarın elini tutuyorum sıkıca. Diğer elini elimin üzerine koyuyor. Konuşmadan yaşanan gerçek duyguların yoğunluğu ile geçen dakikalardan sonra izin istiyorum. Sessizce kafa sallıyor. Ben de sallanarak yürüyorum. Sarhoşların nara atmaya başladığı saatlerde polis araçlarının cirit attığı sokaklarda her şey emniyet altında. Her şey yolunda. Olay yok. Sorun yok. Bir yalanı yaşamaya devam. O kadar sarhoşum ki eski binalardan birinin merdivenlerine oturuyorum. Fahişeler müşteriyle pazarlık ediyor. Adamın biri kadınlardan birine tekme tokat girişiyor. Hırsla yerde bulduğum ne varsa adamın kafasına fırlatıyorum. Adam kadını bırakıp üzerime yürüyor. Sıkı bir dayak yiyorum. Adamın etrafındaki kadınlar adamın önüne bir set çekiyorlar. Adam çekip gidiyor. Kadınlardan biri koşarak yanıma geliyor. Elinde beyaz mendil. Şaşırıyorum. Bu çağda gördüğüm bu beyaz mendil beni kendimden geçiriyor. Çocukluğum aklıma geliyor. Okula giderken annemin önlüğümün cebine sıkıştırdığı beyaz mendilleri hatırlıyorum. Yüzümdeki kanı temizliyor. Narin ellerinde şefkat. Kendimi o kadar iyi hissediyorum ki. Mutluluk içinde oradaki kadına kendimi teslim ediyorum. Yumuşak hareketlerle yüzümü temizliyor. Gözlerindeki şefkat ve minnet bana güç katıyor. “Bunu neden yaptın?” diyor sarı renge boyanmış saçlarını yüzüne indirerek. “Neden mi yardım ettim?” Bir süre düşünüyorum. “Çünkü sen zayıftın o güçlü.” Kadın kafasını sallıyor. Narin elleri kalkmama yardım ediyor. Tüm bedenimde bir acı yürüyorum. Şimdi nereye gideceğim. Eve dönmek istemiyorum, o kadar yorgunum ki. Ucuz bir otelin önünde duruyorum. İçeri giriyorum. Bir sürü işlem sonrası odaya çıkıyorum. Oda sanki küçük bir mezar. Sadece küçük bir şiltenin sığdığı odada duvarlar bakımsızlıktan dökülmüş. İçimde yakıcı bir acı. Yatağa oturuyorum. Küçük 105 - Mavi Öyküler
pencereden dışarı bakıyorum. Sarhoşların eve dönme zamanı gelmiş. Bağır çağır konuşuyorlar. Elimde ihtiyarın bana verdiği yarısı dökülmüş bir karanfil. İçten verilmiş bu karanfili yarı dolu su şişesine yerleştiriyorum. Ağır bir savaştan çıkmış gibi hissediyorum. Din kitaplarında erkek erkini koruyup kollayan Tanrı’nın beni bir kurban gibi kabul etmesiyle başlayan, anaerkil dönemlerin o dingin havasının iktidar uğruna paramparça oluşuyla âdemin kaburga kemiği olmaktan öteye gidemeyen cennetten kovulan, şeytan oluşumu belgeleyen pembe nüfus kâğıdım infilak ediyor. Tüm parçaların uluorta bir sis bulutu gibi bir anda yayılmasıyla ortalık darmaduman oluyor. Göz gözü görmez bu ortamda Rodin’in düşünen heykelini andıran beynimin paramparça masaya dağılışıyla kendime geliyorum. İrinli bir yaraymış gibi taşıdığım düşüncelerim damarlarımdan fışkırıyor. Özgürlük diye ellerimden kan sızarak tırmandığım tel örgülere, annemin elime verdiği örgü şişlerini reddettiğim gün başlayan kaçışımın ‘ne garip kadın’ diye tasnifleşip, bellek odalarında yer almasına aldırmadan kendi doğasında palazlanıp kök salmasına izin verdiğim, kendimi bir hilkat abidesi gibi gördüğüm anlarda, o ilk örgü şişlerini reddedişim aklıma geliyor. Örgü şişleri kocaman oluyor büyüyor göz bebeklerimde. Hayır! Yenilmeyeceğim. Sözde mutlu ve huzurlu yuvamda pinekleyip ölmeyeceğim. Paraya ve statüye kendimi teslim etmeyeceğim. Beni bir rolün içinde kıskıvrak bırakan bu düzene asla adapte olmayacağım. Hızla toparlanıyorum. Odayı kontrol ederken son kez su şişesindeki karanfile bakıyorum. Dışarı çıkıyorum. Sabah olmuş gökyüzündeki mavilik alabildiğine artmış. Martılar çığlığı çığlığa. Taze poğaça kokusu yayılıyor şehrin her köşesinde. Bir poğaça alıyorum sıcacık. İşe telaşla yetişme derdinde yığınlar akıyor sokaklara. Emekçileri taşıyan otobüslerin sayısı artmış. Çöpçüler son hızla sokaklarda öbekMavi Öyküler -
106
lenmiş çöpleri topluyor. İlk kez kendimi bu kadar güçlü hissediyorum. Otobüs durağına doğru yürüyorum.
p
“UMUT İŞTE…” “Zaman Durdu” - Hasan Uygun* Nehrin köpüklü sularına bırakılan kırmızı bir karanfil, akıntının tersine, girdabın çekim gücüne kapılarak, dönüp dolaşıp aynı yerde duruyor; aynı köpüklerle boğuşuyordu soluğunu tutmuş balıklar. Bulutlar kımıltısız, aynı noktayı yansıtıyordu dolunay. Zaman durmuştu sanki. Akrep yelkovana, yelkovan akrebe, zembereği boşalan saat, kendine küskün. Yürüyen, hareket eden tüm canlılar taş kesilmiş, gün be gün oksijen azalırken, soluk almaz olmuştu yüzü eprimiş yaşlı dünya. Aspiratörler havayı temizlemiyor, klimalar afyon üflüyordu insanların yüzlerine. Afyonla esrimiş insanlar, dumanlı kafalarıyla sise boğulan rutubetli dünyayı algılamaya çalışırken, sürekli aynı notayı yineleyen bir enstrümanın tek düze ritmiyle ağlıyordu çocuklar. Yüreği çocuk, başı ak yaşlılar ise yitirdikleri zamanı, belirsiz geleceklerini arıyorlardı; nüfus müdürlüklerinin arşivlerinde. Çöpleri karıştırıyordu kara bir çocuk. Kanlı cesetlerle poz vermeye çalışıyordu eli silahlı, kanlı bir katil. Sevgi sözcüğünü kullanmak ağır ceza sorunuydu. Ceza mahkemeleri ağır sevgi suçlularıyla dolup taşarken, ceza evleri açılıyordu kentlerin en işlek caddelerinde. Sevgi düşmanları basın açıklamaları yapıyorken bir evin bodrum katında, gazeteciler ardı ardına deklanşöre basıp flaşlarını patlatıyor, uyuz bir köpek ise ısrarla yanaşmaya çalışıyordu fotoğrafın sol köşesine; görüntüyü tamamlamak istercesine. Zaman durmuştu…
107 - Mavi Öyküler
Geceydi… Karanlıktı… … Limanın yeşil sularında sallanıp duran gemi, çocukluğunda tahterevalliye binmemiş yaşlılarla tıka basa doluydu. Herkes gemide yerini almak için itişip kakışırken, rüzgâr duasına çıkmıştı, yelkenli gemi kaptanı… Az sonra kopacak fırtınadan habersiz. Toprağı dişleyen akasyanın kökleri, birer birer dışarı çıkıyordu. Toprak küskün, yorgun ve bitkindi… Yıllarca akasyayı beslemekten. Kuşlar yuvalarını terk etmiş çığlık çığlığa belirsizliğe uçarken, yumurtaları bozuluyor, yavruları ölüyordu açlıktan. Şehrin en işlek caddesindeki saat düzenli aralıklarla tam on iki kere zonkladı. Saatin sesini duyan semt sakinleri, çıkardığı korkunç gürültüden dolayı kulaklarını ellerinde taşıyor, düşürmemek için de sıkıca kapatıyorlardı avuçlarını. İnsanların avuçlarından damlayan kanlar bir yerden sonra iyice yoğunlaşıp şehrin sokaklarını doldururken, kanalizasyonlar ardı ardına patlıyor, atıklar nehre ulaştığında ise balıklar acınası çığlıklar atarak, ölmek pahasına da olsa karaya atlıyorlardı. Zaman durmuştu… Geceydi… Karanlıktı… … O gece haberi duyan limanın bütün çingene çocukları sahile koşuyor, ağızlarını şapırdatarak iştahla ve afiyetle yiyorlardı… Ölü balıkların ağlamaktan dışarı fırlayan gözlerini. Martılar, hırsızlama dalışlar yaparak kapıyorlardı arta kalan balıkların kemiklerini. Sonra da sevinç içinde taklalar atarak takılıyorlardı bir Mavi Öyküler -
108
vapurun peşine. Aslında eskisi gibi simit atan da yoktu artık… Ama umut işte, olur ya… Belli ki insanlar biraz daha yoksullaşmış, boğazına girecek bir tek kırıntının hesabını yapar hale gelmişlerdi. Güvertede yeşil paltolu, iri kıyım biri vardı. Boyuna sigara içiyor, içtiği sigaranın dumanını savuruyordu göğün karnına. Paltolu adam bir süre sonra elindeki sigarayı, sıkıntılı bir hareketle denize fırlattı. Yok yok… Galiba bu bir puroydu. Ama ne fark eder ki?.. Kaç gündür insanların elinden bir şey kapmamış olan martının biri, gözü kara, puroyu kaptı. Puro ve martı… Müthiş ikili… Şimdi daha güzel oldu galiba? *Düşler Öyküler, 06/02/1998
p
“ONUN HAYALİNDEKİ PAPATYALAR KIRMIZIYDI” “Kırmızı Papatyalar” - Murat Tekin Issız bir ormanda tek başınaydı… Sadece kuş seslerinin hüküm sürdüğü dingin bir orman. O küçücük penceresinden sanki uçsuz bucaksız ormanı seyre dalmış gibiydi. Fevkalade güzel ve güzel olduğu kadar da insanın yüreğini buran yemyeşil, alabildiğine yeşil bir cennetin içinde hayalindeki güzelliği aramaya daldı. Adeta bir şeyler onu bu mistik cennete çekiyordu. Ayakları değildi sanki onu oraya götüren, kara bir büyünün etkisi altında kaldığını düşünüyordu. Birden gözlerini yumdu yine o kayalıkları düşündü ve sonsuz bir hızla düşeceği korkusuyla irkildi. Önüne aniden uzun, aydınlık patika bir yol çıktı. Aslına bakarsanız bu yolu tek başına yürüye109 - Mavi Öyküler
rek bitireceğini düşünmek dahi, onu hayalinin en kuytu köşesindeki, karanlık mekânlara götürüyordu. Ama o ne zorlukların üstesinden bir başına çıkabilmişti, bunu mu başaramayacaktı? Girmiş olduğu bu uzun patika yolun, bir süre sonra birden bire değişip daha koyu bir siyahlığa bürüneceği ve aniden çıkacak olan rüzgârın savuracağı toz bulutlarının arasında kaybolacağı hissi, onda giderek korkunun hâkim olduğu bir panik duygusu yaratmıştı. Küçükken evlerinin bahçesinde arkadaşlarıyla beraber oynadığı saklambaç oyunu geldi aklına. Acaba bir yerlere saklanmalı mıydı? Bu ucube yolda nereye saklanabilirdi ki? Nereden ne geleceği hiç belli olmayan labirent gibi bir yoldu burası. Şatafattan yoksun, kör bir kuyunun içine düşmüş ve çırpınıyor gibiydi. Yol üzerinde bulunan koca koca taşları, rengi siyaha çalan ağaç dallarının üzerine bir ok gibi gelen uçları, adım başı karşısına çıkan yılanlar, göz gözü görmez bir yoğunlukla gelen ve suratını adeta hallaç pamuğuna çevirmeye yetecek çoğunlukta çiçek tozları… “Hiçbiriniz bana engel olamayacaksınız!” diye haykırdı. “Amacıma ulaşacağım ve siz de bunu göreceksiniz.” İşin en garip tarafı amacının ne olduğunu bu korkunç patika yoldan neden geçtiğini ve ulaşacağı yerde ne olduğunu kendisi de bilmiyordu. Bütün duyguları değişim içindeydi adeta. Issız bir gece misali ve inanılması güç fırtınalar gibi taşkın bir öfke sardı dört bir yanını. Ne yaptığını, nerede olduğunu unuttu. İçindeki azgın öfkeden başka her şeyi unuttu. Tam o sırada kalbi duracak gibi oldu, benliğinden utanç duydu. Eğmek üzere olduğu başını ani bir hareketle kaldırdı ve karşısında gözlerini kamaştıran bir ışık demeti gördü. Yaklaştı yaklaştı ve ışığın çalıların arasında bir yerde olduğunu gördü. Mavi Öyküler -
110
Hızlı adımlarla çalılığa doğru gitti. Var gücüyle çalıları sağa sola savurarak ışığa ulaştı. Dizlerinin bağı çözüldü, dondu kaldı neredeyse, gördüğü bu ışığın ihtişamı karşısında. Kulağına büyüleyici melodiler geliyordu. Sanki tanıdık bir sesti bu. Amacına ulaşmanın mutluluğu içerisindeydi; çünkü karşısında mükemmelden de öte bir şeyler vardı. Papatyalardı bunlar, kırmızı papatyalar… Tımarhane görevlisi cam kenarında uyuklayan kıza doğru yöneldi. Görevli, “Elçim ziyaretçin var.” Elçim, uykulu gözlerle kalktı ve sendeledi, kafasında kazan kaynıyordu sanki. Başında adeta bir şeyler alev alev yanıyordu. Görevli, “Sana diyorum Elçim, beni duymuyor musun?” Elçim, “Evet seni duyuyorum,” dedi. “Kim geldi?” Elçim, bir an için tımarhanede yatıyor olduğunu unutmuştu sanki. Görevli “Annen geldi.” Elçim “Öyle mi, tamam!” Elçim, umursamaz tavırlarla bekleme salonuna yöneldi. Annesi, Elçim’i yarı yolda karşıladı. Annesinin elleri arkasındaydı ve Elçim annesinin bir şeyler sakladığını fark etti. Annesi kızını öptü ve elinde tuttuğu bir demet papatyayı Elçim’e uzattı… Bu rüyadan o da vazgeçse miydi artık? En büyük handikabı bu gücü kendinde bulamamasıydı. Çünkü kimse ona inanmayacaktı. İnsanlar onun tezini çürütmek için ellerinden geleni yapacaklardı. Neden olmasın ki; papatyalar sadece beyaz olmak zorunda mıy111 - Mavi Öyküler
dı? Onun hayalindeki papatyalar kırmızıydı ve hep kırmızı kalacaktı.
p
“GENÇ ÖLÜ ADAM BİR GÜN…” “Ölülerin Diyaloğu” - Hasan Uygun Uzun bir yürüyüştü... Sanırım daha fazlasına tahammül edemeyecektim. Yorgunluk ve uykusuzluktan oracıkta sızıp kalmamak, hani an meselesiydi desem, pek de abartmış sayılmam. Tepeden tırnağa, cereyana kapılmış gibi zangır zangır titriyor; direncimin varabileceği en son noktayı hesaplamaya çalışıyordum. Parça parça ölüyor, ölüm acısını iliklerime dek hissediyordum. Güpegündüz yakıcı güneşin altında, tipiye yakalanmış ve yolunu kaybetmiş bir yolcu gibi, vücudumun donma noktasını mümkün olduğu kadar ertelemeye çalışmakla ne kadar anlamsız bir çaba içinde olduğumu bilmiyor değildim aslında, ama yine de bir yerde, kuytu koruluk bir yerde; bir dağ başı kulübesine de rastlama ihtimalimi ertelemek istemiyordum. Nihayet bu durum daha fazla süremezdi… Ölüm, azalan direncimin zafer sarhoşluğu içinde son darbeyi vurmaya hazırlanıyordu. Tedirgin, uzun bekleyişlerimden sonra, son bir darbeyle beni yere yıkmak yerine, uzun vadede tek tek hücrelerimin ölümünü seyrettirmek gibi, canice bir davranışın içine girdiğini anladım; Azrail denilen kahrolasıca şeyin! Acı çekiyordum, bunu gizleyemem... Acımı ifade edişim, onu pek ilgilendirmiyordu anlaşılan, öyle ki; arkasından ayaklarına kapanıp, acınası bir köpek yavrusu gibi arka ayaklarımın üzerinde sürünerek ondan merhamet dileyeceğimi, düşkünler gibi ağlayıp sızlayacağımı düşünüyordu, ama; yanılıyordu. Gururumu hesaplayamamıştı zavallı. (Hani belki pek mütevazıca davranmıyorum, ama ne hissediyorsam onu anlatıyorum işte... Ne bir fazla, ne bir eksik.) İstediği şeyi; yani göz yaşlarımı göremeyecekti. Çünkü, göz yaşlarım çoktan Mavi Öyküler -
112
kurumuştu, çünkü; ağlamak, törensel bir anlam taşımıyordu artık yalnızlığımı sürüdüğüm sokaklarda. Ağlamak geri getirmeyecekti yok olan bedenimi. Ağlasam da, gizlemek zorundaydım şimdi göz yaşlarımı. Siyah gözlüklerim... Evet! Tek çare onlardı galiba? Yenilsem de, galibiyet sevincini tattırmayacaktım ona. Kalabalık istemiyordum. Hatta mümkünse tek başıma, kimseyi sıkıntıya sokmadan, kimsenin arkamdan gözyaşı dökmesine izin vermeden; gri bir yalnızlıkla kaldırabilirdim cesedimi. Hani kimsenin mezar kazmasına, kendisine eziyet etmesine de gerek yoktu. Oracıkta, boş bir çukura sığışabilirdim pekâlâ. Hatta onu benim diye sahiplenmez, herhangi bir sıkışıklık durumunda başkalarıyla da paylaşabilirdim mezarımı. O gün, siyah tahta tabutumu sırtıma aldığımda, hava henüz yeni aydınlanıyordu. Güneş utangaç, dağların ardından bedeninin yarısını ortaya çıkarmış, geri kalan kısmını ise mahremiymiş gibi, gelinlik bir kız edasıyla, yüzü kızararak gizliyordu. İnsanın içini titreten hafif ince bir rüzgâr, kırağı yemiş erik dallarına vuruyor; dallara vurduğunda ise, tiz bir ıslık yayılıyordu boşluğa. Bir horoz, gecikmiş olmanın telaşıyla, tünediği pisliğin tepesinden gerinip çırpınarak acele acele ötüyor; sahibine yaltaklanıyordu besbelli. Köy meydanından geçerken, bir kişi, (Tam seçememiş olmakla beraber; sanırım on dört-on beş yaşlarında bir çocuktu.) pencereyi açıp anlamlı, ürkek bir bakış fırlattı üzerime. Onun bana baktığını fark etmem, bir süre sonra rahatının kaçmasına neden oldu. Cüzamlı bir hastadan kaçar gibi, pencereyi gürültülü bir sesle kapatıp sıkı sıkıya örttü perdesini. Ancak ben, onun bu davranışına içerlemek yerine, hayretle karışık hâlâ bu köyde birilerinin yaşadığının farkına vardım. “Zavallı yaratıklar, asıl ben sizden kaçıyorum! Kaçıyorum ki benden kaçmak zorunda kalmayasınız. Eh bir insan bundan daha fazla da mütevazı olamaz.” Bunu onun yüzüne söyleyemedim tabii. İçimden kendi kendime tekrarladım sadece. Ama, bunu onun yüzüne haykırmayı o kadar çok isterdim ki, yol bo113 - Mavi Öyküler
yunca için için kendimi yedim. Ölmemiş olsaydım, o anda gider kapısına dayanır, var gücümle kapısını yumruklayarak dışarı çıkmasını sağlar, karşımda tir tir titrerken onu affettiğimi söyleyerek, (Maalesef bu herkese bahşedilmiş bir erdem değildir!..) hayal kırıklığına uğratırdım. Sokaklarda tek tük çoban köpekleri haricinde kimse gözükmüyordu. Köy imamı bile o sabah, lanetli bir ölünün gömüleceğini duyunca, zahmet edip yatağından kalkmadı. Yatağının içinden elini kulağına götürerek sabah ezanını usulden okuyarak, heyecan ve korkuyla karışık yatağında kıvranarak dışarı çıkmayı göze alamadı. Mezarlığa yaklaşırken, arkama dönüp baktığımda iki tane çoban köpeğinin salyalarını akıtarak beni takip ettiklerini gördüm. Hayır! O kadar kolay olmayacaktı, onlara bedenimi öyle kolaycacık parçalatacak değildim. Kan ter içinde, tabutu yere bırakarak, bir sopa kaptığım gibi onları köy meydanına kadar kovaladım. Tabutum sırtımda, ölülerin kemiklerine basa basa mezarımı arıyordum ki, ne göreyim? Aynı köpekler yine peşimde, ama bu kez daha uzaktan, daha temkinli, daha sinsice hareket ediyorlardı. Hatta birisi, boz renkli tüyleri olanı, karnı üzerinde sürünmeye çalışarak aklınca kendini gizliyordu. Onlarla uğraşmamın boş bir çaba olacağını düşünerek ilerledim. Tek tek mezar taşlarını yokluyor, üzerlerindeki yazıları okumaya çalışıyordum. Biraz daha dolaştıktan sonra benim beden ölçülerime uyan, üzerinde benim adımın yazılı olduğu bir mezara rastladım. Halbuki hiç de böyle bir talebim olmamıştı. Buna rağmen mezarım özene bezene hazırlanmış, hatta mezar taşına da adını bilmediğim bir şairden anlamlı bir dörtlük yazılmıştı. Şiir şöyleydi: Ne kadar bastırdıysak Hayatın yorgun omuzlarına Hep bir yerlerden fışkırdı mutsuz geçmişimiz, Kan ve irin tadında. Mavi Öyküler -
114
Allah aşkına! Bütün bunların hiç gereği yoktu aslında. Eninde sonunda ben kimdim ki? Yeter ki beni takip eden, sinsice peşimde dolanıp salyalarını akıtan bu köpeklere yem olmasındı bedenim. Neyse, bütün bu şatafata aldırmayarak mezarıma girdim. Üzerime attığım toprak, yüzüme-gözüme geldikçe dünyam biraz daha kararıyor, her an mezarımdan dışarı fırlamamak için, sürekli öldüğüm temkiniyle kendimi tutmaya çalışıyordum. En son küreği attıktan sonra, küçük bir tümsek oluşturan toprağın üzerine çıkıp tepinmem, altta kalan bedenimin ölü haline rağmen, çığlığı basmasına neden oldu. Bir süre sonra anladım ki, karanlık, kör bir dünyanın ortasında çırılçıplaktım ve tek başınaydım artık. Her an toprağın içinden çıkıp gelecek ve bedenimi kemirecek olan yılanları beklemek yerine, kendimi orada, onlara savunmasız sunmamak için, birtakım önlemler almaya karar verdim. Önce, kıpırdaması imkânsız gibi görünen ellerimi, tüm gücümü zorlayarak oynatabileceğimi gördükten sonra, ilk iş olarak bedenimi sıkıştıran toprağı araladım. Şimdi kollarımı ve bacaklarımı daha rahat hareket ettirebilir, her türlü canlıyla savaşabilirdim. Günler geceler geçiyordu... Ama hayret! Ne gelen vardı, ne de giden. İşte şimdi asıl sıkıntı başlıyordu. Henüz yaşarken de, kendi bedenimin anlamsızlığının farkındaydım. Çelimsiz hastalıklı, zayıf bir vücudum, insanların bakmaya çekindikleri -hatta çoğu kez iğrendikleri- yüzüm ve çöp gibi ince ellerim sayesindedir ki, yaptığım hiçbir işi sonlandıramamıştım. Yine, bir hayaletten farksız olmam nedeniyledir ki, çevremde kimseyi görememiş, bunun da doğal sonucu olarak kimsenin benim bedensel varlığımın farkında olmadığı bir hayatı yaşamak zorunda kalmıştım. İşte şimdi, tam öldüğüm sırada, ‘en azından mezarımda yılanlar, böceklerle savaşır, kendimi bir anlamda da olsa rahatlatırım’, diye düşünürken, aynı hayal kırıklığını yaşamak, doğrusu dayanılır gibi değildi. Günler geçtikçe aynı sıkıntılı bekleyiş sürdü-gitti. Bu bekle115 - Mavi Öyküler
yişlerden sonradır ki, bir gün karnımda bir şeylerin kıpır kıpır hareket ettiğini hissettim. Bu, o zaman henüz ne olduklarını bilmediğim için adını koyamadığım şeyler, aç gözlü bir sinsilikle vücudumu içten içe kemiriyor, ve ben kendimi sadece dıştan gelecek tehlikelere karşı hazırladığım için, bir şey yapamıyordum. Aslında acı çekmeme rağmen, içten içe sevinmiyor da değildim. Çünkü, nihayet birileri benim farkıma varmıştı. Şimdi içimde korkunç bir merak vardı... Düşmanlarımı -ne kadar aşağılık yaratıklar olurlarsa olsunlar- tanımak istiyordum. En sonunda, içimdeki merak duygusuna yenilerek karnımı yarmaya karar verdim. Karar verdim vermesine, ama bunu nasıl yapacaktım? Aklıma bir şey gelmiyordu, gelenleri de uygulayacak araçlardan yoksundum. Bir haftalık bir aradan sonra, bir gün, elimi karnıma götürdüğümde, etimin iyice çürümüş ve yumuşamış olduğunu gördüm. Geç de olsa, nihayet merakımı yenecektim. Önce parmaklarımı, sonra da ellerimi tamamen karnıma gömüp, sağa sola çekiştirerek karın boşluğumdaki derimi yırttım. Aman Allah’ım! Bir de göreyim? Milyonlarca beyaz kurtçuk, boğum boğum bedenleriyle karnımın içinde dolaşıyor, çürüyen etlerimi kemiriyorlardı. Henüz avucumda tuttuğum birkaç tanesini iyice yüzüme yaklaştırarak onlara daha yakından baktım. Ne kadar korkunç, pis şeylerdi. Günlerce boğazımdan aşağıya hiçbir şey inmemiş olmasına rağmen, yine de kusmamak için kendimi zor tuttum. Avucumda tuttuklarımı hedef alarak; “Aşağılık mahluklar sizi, demek ölmemi beklediniz ha! Burada, mezarımda her şey daha kolay olacaktı sizin için, değil mi? Ama yanıldınız, ben de günlerdir sizi bekliyordum. Şimdi kılıcımı çekiyorum ve sizi alt edene kadar sizinle savaşacağım,” diye onları küçümseyerek bağırdım. Şöyle bir öykündüler, adeta kemikleri varmış gibi sürüngen vücutlarını dikleştirerek -çünkü hiç de bunun altında kalmak niyetinde değildiler- beni alaycı, kendilerinden emin bir tavırla süzdüler. İçlerinden biri -ki bu da, onların şefiydi galiba, çünkü bir şef ancak böyle konuşabilirdi- söylediğim şeylere alınmışçasına, ama aynı zamanda gururunu elden bırakmayarak; “Üzgünüm Mavi Öyküler -
116
dostum,” dedi. Ve konuşmasını aynı kasıntıyla sürdürdü: “Çok üzgünüm ki, sen ölmeden, yani mezarına girmeden önce de biz vardık. Ama bizimle yaşamaya öylesine alışmıştın ki, nihayet bunun farkına vardın.” Genç ölü adam, yarım saattir aralıksız süren konuşmasını bir an keserek solundaki komşusuna baktı. Kendisi gibi genç yaşta ölen yirmi yaşlarındaki komşusu ise sıkıldığını belli etmemek için mezarında şöyle bir kıpırdandı. Ancak üzerini örten toprak buna pek de izin vermedi. Toprakla teması kessin diye ölünün üzerine konan tahtalar, çürük bir ağacın bedeninden yapılmış olacak ki mezar kapatıldıktan iki gün sonra kırılmıştı. Bu da ona büyük bir sıkıntı veriyordu tabii. “İşte böyle sevgili dostum, ha ‘dostum’ lafına kızmıyorsun değil mi? Yani şunun şurasında geleli bir haftayı bulmadın, ama anlaşılan seninle iyi arkadaş olacağız. Sağ yanımdaki seksen yaşında bir kadın. Bıkmıştım zaten onun dırdırından. Ayakucumdaki ise gerçek hayatta da bir ketumdu galiba. Ağzından sözcükleri cımbızla alabiliyorum. Baş tarafımdakiyle henüz tanışma fırsatım olmadı. O çok eskiymiş, yaşlı kadının anlattığına göre elli yıldır burada yatıyormuş.” “...” “Çok konuştum değil mi? Sen de biraz kendinden bahsetsene, daha yirmi yaşında buraya geldiğine göre seninki de normal bir ölüm değildi herhalde.” Köyün biraz uzağında, yamacında asırlık servi ağaçlarının göğün maviliğiyle yarıştığı küçük tepede, kenarları tuğlayla çevrildikten sonra betonla sıvanıp kireçle badanalanan, üzerinde otların henüz yeni bitmeye başladığı mütevazı mezarında ölüme ve yaşama ilişkin düşüncelerini komşusuna aktarmaya çalışan genç ölü adam bir an sustu. Komşu mezarlardan da çıt çıkmıyordu. Bir süre sonra, güneşin yakıcılığıyla kavurduğu kuru toprakta tok bir kazma sesi duyuldu. 117 - Mavi Öyküler
Birbirlerine bakındılar. Bir kişi daha geliyor diye sevindiler. Her yazı bir düşlemdir. İçinde bir kurgu vardır, yazarının ruhunda yaşanmış an’ların kırıntıları gibi düşüncelidir.
p
“GÜN BATAR KUŞLAR DÖNER” “Bir Gece Kâbusundan Uyanış” - Leyla Süslü Gece yarısı kâbusundan uyanıyorum. Üç beş anının dışında belleğim sıfırlanmış gibi. Derin derin nefes alıyorum soluğum her an kesilecekmiş gibi. Saçma sapan bir sürü şey geçiyor zihnimden. Masanın üzerindeki sigara paketine uzanıyorum. Kararsızlıkla günün ilk sigarasını yakıyorum. Dumanı derin derin ciğerlerime çekiyorum. İstediğim tek şey saatlerce bu yatakta kalmak, ama günlerdir içimde beliren tanıdık kazınma duygusu peşimi bırakmıyor. Yorganın üzerinden esen soğuk hava dalgası yüzüme çarptıkça açlık saldırıyor tüm hızıyla. Bu iki içgüdünün kıyasıya savaşı ile cebelleşirken zihnimde oluşan karmaşayla kendimi yatağa bırakıyorum. Saat 7. Zamana aldırış etmeyen yelkovan koşuyor aynı ritimle. İsteksizce ağır ağır kalkıyorum. Kapıyı açtığımda kar suları eşliğinde yüzen halıları görünce bir çığlık atıyorum. Eskimiş binanın duvarları sarsılıyor. Çıplak ayaklarım buz gibi suların içinde mutfağa yöneliyorum. Buzdolabını açıyorum. Ağır bir koku yayılıyor. Köşede duran kırmızı elmanın dışında tek bir şey bulamıyorum. Cennetten çalınan bu elma iri, kırmızı, hoş kokulu ama ağır! Bu dayanılmaz ağırlığına rağmen hırsla kocaman bir ısırık alıyorum. On bin yıllık içgüdüyle elimi karnıma dokunduruyorum. Aşkın can çekiştiği yatak odalarında bir anda arsızca süzülüveren spermin o ilk ana rahmindeki sıcaklığını anımsatan bölgeye dalışıyla, uterusuma sıkı sıkı tutunmuş hayat bulan hücrenin Mavi Öyküler -
118
her geçen gün sayısının arttığı bu yaratma duygusunun masalsı büyüleyiciliği karşısında gerçeklik beliriyor. Gözlerimi bu dünyaya açtığım anda belirlenmiş kastım, xx kromozomlarım, ananelerimiz, bir de cicili bicili giysiler içerisine sıkıştırılmış benliğim dörtnala koşuyor doludizgin. Masal bitiyor. Perdeyi açıyorum. Dışarısı bembeyaz. Karşı balkonda birkaç saksı ölü sardunya. Hayriye teyzeyi hatırlıyorum. Bembeyaz pamuk gibi saçları, 11 nüfuslu evin tüm işlerini çekip çeviren nasırlaşmış elleriyle eski vita yağı kutularına konulmuş beyaz, pembe, kırmızı sardunyaları sulaması, küçük birer çocukmuş gibi onlarla konuşmaları, canlarım derken sesinde beliren insana özgü o sıcaklığı iliklerime kadar hissediyorum. Metropollerin öldürücü yalnızlığında hafızamdaki birkaç anıyla teselli buluyorum. Son hazırlıklarımı tamamlayıp dışarı çıkıyorum. Dört numaradaki meraklı ihtiyarın merdivenleri süpürüp ev sahibi olmanın gururuyla varlığını hissettirmeye çalışması bir işe yaramıyor. Hele hele çatının aktığı bu günde benden uzağa çevirmesi gereken kafasını bana doğru çevirmesiyle çatı akmış diyorum. Her şey ritmine oturuyor. Erzurumlu koca Hilmi’nin köylerde hanımefendi kentlerde köylü karısı çıkarlarına ters bir konum oluşmasıyla sessizce ayaklarını sürüyerek elinde çalı süpürgesi hızla evine giriyor. Zili çalıyorum. Nafile. Kapıyı açmayacağını biliyorum. Pis pinti cadı! Kapıyı yumrukluyorum. Bir çığlık atıyorum. Cadının kapısı sarsılıyor. Hırsımdan üçer beşer merdivenleri iniyorum. Koşar adımlarla otobüs durağına ulaşıyorum. Öğrenciler, memurlar ve işçilerin istiflendiği otomobillerin, taksilerin işgal ettiği caddede yol almaya çalışan otobüse biniyorum. Çileli yolculuğum başlıyor. Otobüsten inerken bir grup insanın beş yıldızlı otellerin kocaman camlarından fitness araçlarında yaşamlarını uzatma giri119 - Mavi Öyküler
şimlerini fark ediyorum. Ellerinde zarif çatallarla sıcak ortamda sabah kahvaltılarını yapıp dışarıdaki kar manzarasının bir parçası şeklinde beliren siluetime baktıkları anda cebimi karıştırıp bulduğum parayla bir simit alıyorum. Çalışmamım bedeli olan simidi yerken kulaklarımda Mari Antoinette’in sözleri çınlıyor dünmüş gibi! Her gün bir rutin haline gelmiş bu manzarayı izlemek işe gidişimi zorlaştırıyor. Biraz sonra dengeli beslenmenin önemi ve yenilmesi gereken gıdaların uzun bir listesini anlatacak olduğum sınıfta aynı gelir seviyesine sahip çocukların saf saf dinleyerek ekmek ve zeytinden ibaret öğlen yemeklerini yiyeceğini bilmek trajikomik geliyor. Kuşkusuz bu trajikomik hikâyedeki en komik kişinin kendim olduğuna karar veriyorum. Sınıfa ulaştığımda 45 genç ayakta karşımda dimdik beni selamlıyor; ben de onları. Bugün çok farklı bir ders işleyeceğiz. Hepiniz cama yanaşın. Sizin neden bu halde olduğunuzu bir bir anlatacağım. Şimdi tam karşıya bakın. 45 göz karşıya çevriliyor. Şu gökdelenleri görüyor musunuz? Yoksul olmanızın sebebi bu gökdelenleri yönetenler. Onlar altın taslarda yemeklerini yesinler diye siz bu hayata mahkûm oldunuz. O gökdelenlerde neler mi oluyor? Azalan sular, besin maddeleri, artan nüfus, sayıca artan otomobiller istatistiksel olarak hesaplanıyor. Ve kimin ölüp yaşayacağına karar veriliyor. Bunlar kendilerini dünyanın seçkinleri olarak görüyor. Biz de çöpleri. İçinde çalışanları gördünüz mü? Onlar yalıtılmış tek kişilik odalarda seri üretime hazırlanmış bir dizi makine gibi çalışan ve çalıştığı on sekiz saatin sonucunda uyuyacağı üç saatin özlemiyle yananlar. Ellerinde laptopları silikleşmiş yüzleriyle metropollerin en şık cafe bar alışveriş mağazalarında boy gösteren, her gün tarihi geçmiş olması sebebiyle durmadan doldurulan ve boşaltılan buzdolaplarıyla var oluşlarını kutlayanlar da caddede yürüyenler… Mavi Öyküler -
120
Kendilerini asla içlerine almayacaklarını bildikleri gruplara entegre olmaya çalışan, bulduğu üç saatte de alışveriş merkezlerinin vitrinlerinde belki onuncu ayakkabılarını almak, ya da en son teknolojiyle bezenmiş telefonlarıyla hava atacağı mekânların yolunu tutmuşlar bile. Anladınız mı? Anladık öğretmenim. Ya susup köle olacaksınız ya da karşı çıkacaksınız başka yolu yok. Anladınız mı? Anladık öğretmenim. Dersimiz bitti. Hoşça kalın gençler. Yine görüşeceğiz başka bir noktada. Sınıftan çıkıyorum. Sükunetle paltomu giyiniyorum. Kaşkolumu boynuma doluyorum. Okuldan çıkıyorum. Keskin bir rüzgâr esiyor. Kar tanecikleri savruluyor, yerin çamurundan uzak, öylesine berrak öylesine saf! Bir kış ayazında rüzgârın önüme kattığı kar taneleriyle beraber savruluyorum. İçim ürperiyor! Elimdeki çantayı havaya fırlatıyorum. Kitapların kâğıtların havadaki uçuşunu izliyorum. Karla kaplı kaldırıma yayılan kâğıtlardaki mürekkep lekeleri belirginleşiyor. Yazılar gittikçe silikleşiyor, birbirine karışıyor. Arkamı dönüyorum. Yavaş adımlarla otobüs durağına yürüyorum. Selda’yı arıyorum. Doktor ifadesiz tavrıyla bizi karşılıyor. Oturduğu masadan kafasını uzatarak gözleriyle oturmamızı söylüyor. Bir sonraki operasyona gecikmemek adına hızla sorularına başlıyor. İlk iş olarak evli misiniz diye soruyor? Sorularına yığınla bekçiyle yetişmiş olmanın verdiği usanç ve deneyimle yanıt mı vermeliyim? Size yanıt vermek istemiyorum Doktor Sancar Bey. İşinize bakın! Benimle beraber var olan sana ait bir delil arıyor. Ultrason altında nesneleneşen varlığımın ürünü olan bir başka nesneye bakar gibi sana bakıyor. Çapını ölçüyor. Sessizce odadan çıkıyorum. Alt kata iniyoruz. Yan tarafta anestezinin etkisinden yeni çıkmış 121 - Mavi Öyküler
kadının isteri krizine tutulmuşçasına ağlaması içimi ürpertiyor. Bir an kadını teselli etmek istiyorum. Kelimeler boğazımda düğümleniyor. Doktorun gösterdiği yere uzanıyorum. İğnenin vuruluşuyla her şey yavaşlıyor silikleşiyor, en huzurlu olduğum annemin o derin kuyusuna iniyorum. Uyandığımda her şey bulanık. Uyuşmuş bir ses tonuyla bitti mi diyorum karşımda duran Selda’ya! Bitti, diyor buruk bir ses tonuyla. Giyiniyorum, üst kata çıkıyoruz. Doktor bir iki antibiyotik yazarak bir ay içinde yapılması gerekenleri sıralıyor. Zar zor denkleştirdiğimiz parayı uzatıyor Selda. Doktor alışkın bir tavırla şişkin cüzdanına paraları yerleştiriyor. Sancar Bey siz Hipokrat’ı bilir misiniz? Şaşkın yüzüme bakıyor. Şimdi biz katil miyiz Sancar Bey? Kıpkırmızı oluyor. Hızla ayağa kalkıyorum. Hipokrat yemini etmiş bu insanın para basma makinesi gibi çalışan muayenehanesinden dışarı çıkıyoruz. İkimiz de suskun, aynı yaşanmışlıklardan yorgun! Sıkıca elimi tutuyorsun, sıkıca elini tutuyorum. Kelimelerin yetersiz kaldığı bu anda kenetlenmiş ellerimiz taksiye biniyoruz. Radyoda ismini bilmediğim bir kadının hicranlı “Gün batar kuşlar döner” deyişiyle çağrışımlara yenik anılarımın silik fotoğrafları beliriyor. Babamın keman eşliğinde “Gün batar kuşlar” deyişini, kardeşlerimden daha torpilli harçlıklarımı, yastığımın altına koyduğu çikolataları, geceleri sarılıp uyuyuşumuzu, demlediği koyu demli çaylar eşliğinde ajans dinlediğimiz günleri anımsıyorum. Yazgıya ayak direyen ayaklarımı, içimde bir çığlık gibi yükselen sesimi her şeyi ama her şeyi unutmaya hazır debelenen binlerce kayıp insanın arasında sürüklüyorum. Türk filmleriyle yetiştirilmiş bir neslin enkazını bulduğum arka sokakların birinde kurgusu başkalarınca yazılmış bir senaryonun oyuncuları beliriyor. Hırsızların, keşlerin, alkoliklerin, gaylerin, lezbiyenlerin, erkek ve kadın avcılarının, kumarbazların, canı sıkılanların, entellerin, felsefesini yitirenlerin aktığı bu kalabalıkta insanı teselli Mavi Öyküler -
122
eden bir hava var. Bu teselli edici havada sabaha kadar içmek istiyorum. Nermin ve Sühendan’ın da katılacağı bu çok mühim olan gecede doğmamış çocuklarımızı katledenler adına içeceğiz. Remzi’nin yerine gidiyoruz. Sözbirliği etmiş gibi yaşanmış ortak hikâyelerin heyecanlı ama acı travmalarıyla sadece özgürlük, adalet ve sevgi istediğimiz bize bir lütufmuş gibi sunulan hâlbuki ilk ana rahmine düştüğümüzde sahip olduğumuz şeyler için yıllarca mücadeleden sonra vardığımız nokta hiç olduğumuz! İçelim güzelleşelim, diyor Suzan elindeki bira bardağını havaya kaldırarak! İçelim güzelleşelim, diyerek kalkıyor bardaklar. İçelim güzelleşelim, diyorum Selda’ya! İçelim güzelleşelim, diyorum Suzan’a! İçelim güzelleşelim, diyorum Sühendan’a! Hepimiz güzelleşelim! Elimizdeki bira bardaklarının tok sesi yankılanıyor mekânda. Hepimiz güzelleşiveriyoruz. İktidara! diye kaldırıyoruz ikinci bardakları. Daha da güzelleşiyoruz. Tüm dengelerimiz alaşağı oluyor. Yalpalayarak her zamanki yerimiz pideci Suphi’nin yerinde çorba içmek için yola koyuluyoruz. Suphi’nin yeri her zamanki gibi kalabalık. Çorbalarınızı içerken aman efendimlerle dolaşan garsonların tabakları abartılı bir nezaketle getirişlerini, bardaklara doldurulan suyun sesini, sarhoşların bağır çağır konuşmalarını, arkadaki adamın üç bardak birayla tav ettiği kadını arsız mıncıklamalarını, alkolden gözlerini açamayan kadının refleks haline gelmiş varlığını dillendirmeye çalışan şuh kâhkasını, kasiyerin uykulu esneyişini izliyorum. Buyurgan bir sesle oğlum masayı donat, diyen köşedeki yaşlı adamın bir anda “Ne zaman istersen hayatım” diyen en incelmiş sesi yayılıyor masalar arasında. Masalar donatıldıkça ihtiyar daha da sokuluyor on sekizliğe. Sesi daha da inceliyor. On sekizlik küçüldükçe küçülüyor! Ufacık kalıyor ihtiyarın arsız buruşuk ellerinde. Kafamı tiksintiyle ihtiyardan uzağa çeviriyorum. Yanındaki sıskanın karşısında oturan kadının göğüslerine dikilmiş gözlerinde şehvetin pırıltıları kol geziyor. Ayık zamanlarda kadı123 - Mavi Öyküler
nın çok umursadığı, ama alkol duvarını aştığı anda göğüslerine hayranlıkla bakan adamın gözlerine manalı bakışıyla sinirli bir kahkaha patlatıyorum. Hanım hanımcık kızların yapmaması gerekenlerin anne baba, abi abla, öğretmenler; bilumum akrabalar, komşular tarafından listelendirilmiş kurallarına uymazsan başına gelecekleri kim bilebilir? En başta kendi içinde beliren utanç senin peşini bırakmaz. Kendi bedenine sahip bile olamazsın. Çorbacıdan çıkıyoruz. Gün ağarmış sokak lambaları anlamını yitirmiş umurumuzda mı? Kafamızda bir dünya; ama başka bir dünya! Yürüyoruz Arnavut kaldırımlarıyla kaplı anılarımızın sindiği o taşların kaldırıldığı gün içime vuran hüzünle! Cennet dünyamızın dönüşüne devam ettiği bu saniyelerde içimde beliren cehennemimin yakıcılığıyla bir an nefessiz kalıyorum. İçimi bunaltan o uzak kasaba yollarının küçük kahvelerinde içtiğim binlerce karbonatlı çay eşliğinde damla damla biriken, hayatın bana bahşetmediği özgürlükleri aşan kimsenin ulaşmaya muktedir olamadığı o gizli köşede soluduğum binlerce metreküp havanın sarhoşluğuna tezat daha da yoğunlaşan kanımı donduran acı bir soğukluk yayılıyor damarlarımda! Hiçbir işlevi olmayan ama yine de bir zamanlar coşkun bir deniz gibi akmış duygularımın kalıntısı olan o güdükleşmiş parça sızlıyor ince ince. Soluduğum hava ciğerlerimi yakıyor. Dizlerimin üzerine çöküyorum soğuktan morarmış dudaklarım, darmadağınık saçlarım, on milyar yıllık öfkeyle salınan ağaçlardan savrulan kar tanecikleri üzerime yağıyor. Baştan ayağa karla kaplı bedenimin hissizleştiği sıcak bir akışın başladığı o anda kara teslim oluyorum. Hareketsiz kaskatı kalıyorum. Nefes alışverişim yavaşlıyor. Göz bebeklerimde küçücük bir ışık demeti beliriyor. Tarihin yanı başımdan ağır ağır akışını görüyorum; Selda’yı, Suzan’ı, Sühendan’ı; doğmamış çocuklarımı! İçimde patlayan öfke ölmemi engelliyor. Parmaklarımı hareket ettiriyorum. Hayır! Mavi Öyküler -
124
Ölmeyeceğim! Bu dünyada adalet gerçekleşinceye dek yaşacağım ve öfkeli genlerimi dünyanın dört bir yanına yayacağım. Sonra hep beraber bu dünya düzeninin içine tüküreceğiz.
p
125 - Mavi Öyküler
Mavi Öyküler -
126