DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 11

Page 1


İÇERIKLER “CÜMLELERİNİN KANATLANDIĞINI DUYUMSARDI YAKUP” 4 “BİLİNMEYENE GİTME ÇILGINLIĞI” “YAKAMOZ GİBİ PARLIYORUZ”

12

15

“İLKELLİĞİNE DÖNÜP, DÜŞLERİYLE BARIŞACAKTI” 18 “BU KİTAPLAR BİR KERE BASILIYOR” 33 “KÂĞIDIN ÜZERİNDEKİ VARLIKLARIZ” 39 “BENİ SEVİYOR MUSUN?”

45

“ORADAN GERİ DÖNEN OLMADI” 47 “ÇÜNKÜ SENİN DUDAKLARIN ISIRILMIŞ” 49 “BEN Kİ HEP SİNEMA”

56

“ÖYLE KALMAK KALMAK DEĞİLDİR” 62 “ÖYLE SEVİYORUM Kİ ANNENİ”

67

“BİR DAHA HİÇ YAŞLANMADI”

71

“GRİ BİR BOŞLUK” 72 “BİRLİKTE TOPLADILAR DAĞILAN HER ŞEYİ” 75 Mavi Öyküler -

2


“FIRTINADA ÇIĞLIKLAR ATAN BİR GEMİSİ VARDI” 77 “PEKİ BU MAVİLER KİMDİ?..” 79 “SANKİ HİÇ DOĞMAMIŞIM” 82 “ÖRÜMCEK AĞLARI SAÇLARIMIZA YAPIŞMIŞTI” 86 “ACI, HAYATIMDA İLK KEZ UYUŞUKLUĞUMUN ÖTESİNİ GÖRÜYORDU” 90

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“CÜMLELERİNİN KANATLANDIĞINI DUYUMSARDI YAKUP” “Ses-Fanus” | Nalan Barbarosoğlu “Belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın”* Ayakları işte yine sürüklemişti… Ya da arkasından biri itiyordu… Önünden de biri çekiyor olabilirdi. Sorsalar, bilmiyorum, derdi; buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Bir uğultunun içinde yürüyordu… Uğultu yağmur yüklü bir bulut gibi kafasının üstünden ayrılmıyor, bazen bir korna ya da fren sesiyle yarılıp seyreliyor, hemen kendini topluyordu… Bir sinek sürüsünü kovar gibi uğultuyu da kovmak istiyor Yakup havayı tokatlayarak… Üstüne üstüne gelen kalabalıkta her an ayağı takılabilirdi, yere yuvarlanabilirdi; her an bu onlarca, yüzlerce, hatta binlerce çift bacak üstüne basa basa, üstünden atlaya atlaya geçip gidebilirdi. Her an. Ne çok bacak… Ne çok gövde… Ne çok yüz… Karşıdan karşıdan gelen ne çok yüz… Yüzlerde görmeyen ne çok göz. Baktığını görmeyen çifter çifter gözün önünden geçip giderken katman katman yok oluyordu sanki Yakup da. Alnındaki teri elinin tersiyle sildi, gömleğine kuruladı, havanın nemini, bedeninin terini çeken gömleği biraz daha ağırlaştı; uğultuyla ağırlaşan başı gibi. Gözü takıldı: Çok büyük bir binayı iskele ve koruyucularla bebek kundaklar gibi sarmışlar… Restorasyon bittiğinde oluşacak görüntüyü kundağın üstüne resmetmişlerdi. Haftada birkaç kez önünden geçtiği eski binanın görüntüsünü bir türlü gözünün önüne getiremiyordu Yakup. Restore edilen Aynalı Palas mıydı yoksa?.. Yok yok, hayır… Aynalı Palas, paralel caddedeydi. Bu kalabalık böyle yok ediyordu işte belleğindekileri; her şeyin yeri değişiyor, caddelerin, sokakların görüntüsü birbirinin üstüne biniyordu. En son göz göze geldiği yüzü gözlerini kapatıp kafasında canlandırmaya çalıştı Yakup… Zorladı… Olmadı… Yüzsüz bir Mavi Öyküler -

4


kalabalığın içinden geçip gittiğini düşündü. Adımları yavaşladı. Kalabalık da başını saran uğultu gibi karşısında gürültü olmuş yuvarlana yuvarlana geliyor, Yakup’u ezip geçiyordu. Martılar havalandı cam binanın çatısından. Martı çığlıkları birkaç saniyecik de olsa şehrin gürültüsünü, dalga dalga yayılıp iskelelerden denize dökülen uğultusunu bastırdı, çığlıklar gökyüzünde firuze bir taş gibi asılı kaldı… İşte o an her şey dondu; şehrin tüm insanları, tüm otomobilleri, tüm kuşları, kedileri, köpekleri görünen-görünmeyen böcekleri hareketsiz kaldı bir an… Yakup’un kafasında bir cümle kuruldu. Sanki farkında olmadığı bir kalem, farkında olmadığı bir deftere yazıyordu: “Seni kentin gürültüsünde kaybediyorum. Uğultu beni pamuklu yorganlar gibi sardığında, ölü bir beden gibi pamuklar içinde soğuyup katılaşıyorum; donuk yüzlü, bilinçsiz kalabalığın akışında sürüklenirken sen de uzaklaşarak yitip gidiyorsun kaskatı tenimden, içimden…” Zuhal’di Yakup’tan çekip gidenlerden biri de. Yakup’un hayatına kırmızı bluzu, siyah kloş eteği ve kırmızı rugan pabuçlarıyla giren Zuhal… Yüksek topuklarının üstünde dans edercesine yaz bahçesinde dolaşan Zuhal… Leylakların kokusunu Yakup’a doğru havalandıran, Yakup’un başını döndüren Zuhal… Tanıştıklarında Yakup’un kalemine tüy hafifliğini taşıyan Zuhal… Yitirdiği her şeyi bulduğunu sanmıştı Yakup, içindeki düğümlerin açıldığını… Doğumu saymıştı Zuhal’i… Zuhal gözlerinin içine gözlerini kaçırmadan baktığında bir bebek gibi hayatı yeniden öğrenmeye hazır olduğunu hissetmişti. Yeni bir hayatı olmuştu Yakup’un. Bedeninin hafiflediğini hissediyordu Zuhal’le her buluşmalarında. Nasıl oluyor da bu küçümen kız içindeki dışındaki bütün ağırlıkları kaldırıp alıyordu, anlamamıştı Yakup. Sevdiği bütün şiirleri, bütün denizleri Zuhal’le daha çok sevmişti Yakup, sevdiği bütün şarkıları daha çok. Kocaman gözleriyle yutar gibi okurdu Yakup’un yazdıklarını Zuhal. Zuhal okuyacak diye cümlelerinin kanatlandığını duyumsardı Yakup. Öyle durup dururken ya da bir çağrışımla aklına Zuhal düştüğünde, hayatımın bir yalanını daha yaşamaktaymışım meğerse diye düşünüyor şimdi 5

- Mavi Öyküler


Yakup. Nice zaman sonra Zuhal’in kokusu kalabalığın kokusuna benzemeye başladığında içinde bir aynanın çıtırtılarla kırıldığını fark etmişti; Zuhal’in elinin avucuna sığmadığını, sığamadığını… Okul bitip de işe başlayınca Zuhal, önce buluştukları yerler değişmiş, çay bahçelerinin, öğrenci kahvelerinin, karanlık birahanelerin yerini büyük ve aydınlık, tabii bir o kadar da kalabalık kafeler almıştı. Sonra sonra daha seyrek görüşür olmuşlardı; birbirlerini daha az arayıp sormaya başlamışlardı. Bir araya geldiklerinde uzun suskunluklar, tutuk dokunuşlar aralarında cisimleşmiş, adını koymak istemedikleri bir uzaklığı da getirip bırakmıştı avuçlarının içine. Alışveriş merkezlerinin kafelerinde hiç kimsenin elinin birbirine dokunmak için uzanmadığını, uzanan ellerin ya kendine hapsetmek ya da kalabalığın yüreğine doğru çekelemek istediğini fark ettiğinde geç kalmıştı Yakup. Zuhal’in elleri kendi ellerinden çoktan uzaklaşmıştı. Kafelerde gözlerinde zafer parıltılarıyla oturanların neyin zaferini yaşadıklarını anlamaya çalışırken bu küçük ayrıntıyı gözden kaçırıvermişti. O parıltının her sabah bakılan aynalarda aynı repliklerle “Bugün benim günüm. Başarı beni bekliyor. En çok satışı ben yapacağım, takımın yıldızı ben olacağım, göz kamaştıracağım” temrinleriyle elde edildiğini bilmiyordu Yakup. Zuhal’i uykudayken, uyanırken, yataktan kalkarken görmeyeli o kadar çok olmuştu ki… Bireysel yeteneklerin kurumsal hedeflere entegre edilmesinden haberi yoktu Yakup’un… Yetenekten yetkinliğe köprü kuran eğitim programlarından da… Sıkı tutulan bireysel gelişim derslerinden sertifikalarını alanlar, farklılık yönetimiyle takım ruhunu oluşturma ve liderlik sertifikalarına yönelmeliydi. Ürününüze ya da hizmetinize güvenin ama kendinize daha çok… Aynaya pozitif yaklaşın, içinizdeki yaratıcılığı uyandırın, cevherlerinizi açığa çıkarın… Televizyon reklamlarında maksimum müşteri memnuniyeti olarak gösterilenler, reklamların arka penceresinde maksimum başarı tatmini olarak yaşanıyordu. Profesyonel teknikleri bilmenin başarıya etkisi yüzde kırksa, kendine güvenmenin, cesaretin ve ataklığın etkisi yüzde altmıştı. Hiç kimse içinde uyuyan cesaretle uzun süre yaşayamazdı… Cesaret uyanmalı ve işbaşı yapmalıydı. İş akışı, atıl cesaretle Mavi Öyküler -

6


ağırlaşır, hareket kabiliyetini kaybeder; verim düşer, düşük verim bilançolara rakam olarak yansır, yükselmeyen grafiklerle, tabana yakın rakamlarla başarısızlığın resmi çizilirdi yoksa, allah korusun. Başarısızlık bir çamur gibi paçalarınıza bulaşır, çamurlu paçalarla camdan gökdelenlerin koridorlarında evinizin bahçesiymiş, belediyenin parkıymış gibi dolaşamazdınız. Erguvani bir yaz bahçesinde tanıştığı Zuhal, Yakup’u parıltılı bakışlar arasında AVM kafelerinde terk etmişti. Fark etmeden, fark ettirmeden. Zuhal çekip gittikten çok sonra görmüştü Yakup: Kalabalığın içinde gülümseyebilen, kalabalığın içinden baktığında gözleri parıldayan Zuhal’i… Kalabalığın amipsi hareketine istekle uyum sağlayan Zuhal’i… Vitrinlerin ezici hoyratlığını hissetmeyen Zuhal’i. Vitrinlere bakmakla yetinemeyen Zuhal’i… Herkesin birbirini eze eze yarıştığı iş akışında başarı reçetelerini el çantasında taşıyan Zuhal’i… Kurumiçi eğitim sertifikalarıyla kurumsal dergilerin haber sayfalarında yer aldığında gözlerinde zafer parıltıları taşıyan Zuhal’i… Caddeler kadar ışıltılı vitrinlere çıkma hevesiyle dolup taşan Zuhal’i. Teninde kalabalığın tenini zevkle taşıyan, kalabalıkta çok renkli kelebekler gibi uçuşan Zuhal’i… Çok uzaklardaydı artık Zuhal; bu akıp giden, Yakup’u ezmekle tehdit eden kalabalık kadar uzaktı. Terk edilmenin ağırlığı hayatın ağırlığına karışalı çok olmuştu Yakup’un cümlelerle yeniden yeniden kurduğu ve bozduğu hayatında. Şimdi akşam mavisi gece lacivertiyle oynaşıyordu, melek rölyefleriyle bezeli apartmanın üstünde… Güneş bütün sıcağını bırakıp öyle çekilmişti sanki şehrin arkasına… Akşam ağdalanmış, yapış yapış iniyordu şehre… Bir ürperti geçti Yakup’un sırtından, başını gökyüzüne kaldırdığında elindeki çalgıya tombul gövdesini dayamış, tombul yanaklı melekle göz göze geldi. Melek sıcak bir ayaz üflemişti sanki yüzüne… Duymuştu Yakup. Bildiğiniz ayazdı işte… Ateşten bir ayaz, tüm yüzünü bir an da olsa kavramış, çenesinden tutup Yakup’un yüzünü yukarı çevirmiş, melekle göz göze gelmişti Yakup. Ürktü. Kuşkuyla baktı birbirini görmeden geçip giden insanların yüzüne… Meleğin 7

- Mavi Öyküler


ateşli ayazından nasibini almış, yüzünü meleğe döndürmüş başka biri var mı diye baktı… İş merkezi yazan, yüksek kapılı apartman girişinin üstündeki meleğe defalarca baktı Yakup. Meleğin ateşli ayazı hiç mi değmiyordu bu aylak ya da telaşlı adımlarla birbirinin omzundan korunmaya çabalayarak ilerleyen kalabalığa?.. Hiç mi bakmıyordu melek bu kalabalığa… Melek de yani, caddede insan kalmamış gibi her yerden şeffaf bir kabuk gibi geçmeye alışkın Yakup’u mu bulmuştu bula bula… Gören yok muydu yani şimdi tepesinde birazdan elindeki çalgıyı bırakarak caddeye atılıp uçmaya başlayacakmış gibi duran bu kanatlı meleği?.. Bu sıcakta göğsü serinledi sanki Yakup’un, içine bir serçe sığınmış da kanat çırpmaya başlamıştı… Herkes ne kadar huzurlu ışıklı vitrinlerin önünde; gelenlerle gidenler birbirlerine bu kadar bakmazken, vitrinlerin önünde durup cansız mankenlere, incik-boncuğa hayatlarında ilk kez görüyorlarmışcasına uzun uzun bakıyorlardı. Bir vitrin kenarına seğirtti. Melek onu orada göremezdi. Birazdan bakardı görüp görmediğine. Şimdi değil. Gözlerini kapadı. Uğultuyu değilse de, gürültüye bir perde çekmişti. Göğsündeki ağırlığın hafiflemesini bekledi. Gözlerini açtığında çıkmaz sokağı gördü. Vitrinin yanı başında caddeye cep yapan çıkmaz sokaktaki hanın giriş katındaki Amber Çay Ocağı, evet adı buydu: Amber Çay Ocağı, sokağa hasır tabureler ve küçük masalar atmış, yaz gecesinde soğuk bira ve buzlu ayranlarla, limonatalarla ucuz yollu serinlemek isteyenleri memnun ediyordu anlaşılan. Caddenin uğultusu çıkmaz sokakta seyreliyor, masalardan yükselen konuşmalar birbirine arada karışsa bile her masada sesten bir fanus oluşabiliyordu. İki basamakla iniliyordu çıkmaz sokağa. İndi Yakup. Sokakta yedi kapı saydı bu arada. Yüksek demir kapılar sımsıkı kapalıydı. Tabela doluydu kapıların yan tarafındaki duvarlar. Belleğinde silik bir anı bile bırakmayan tabelaları çocukluk alışkanlığıyla okurdu her gördüğünde. Bu sefer okumadı. Dipteki boş masaya geçti. Hasır tabureye oturdu. Sırtını taş duvara yasladı. Yaz güneşini sindire sindire içine çekmiş duvar, sırtını yaktı Yakup’un. İrkildi. Elindeki kirli bezle oturduğu masayı silen sivilceli garson Mavi Öyküler -

8


çocuğa duble bir çay söyledi. Gökyüzüne baktı… Başlayan gecenin içinde hayaletleri andıran martılara takıldı gözü. Paniği andıran bir duygu döküldü Yakup’un üstüne… Masaya çevirdi başını. Masada usul usul ritim tutan parmaklarına baktı. İnsanın parmaklarının kendinden bağımsız hareket etmesi… İçinde bir yerlerde bir hareket mi vardı, dışarı çıkmak isteyen bir şey mi?.. Neyin ritmiydi bu?.. Sıcağın ağırlığını üstünde taşımayan garson çocuk, çayı masaya bırakınca durdu parmakları. Geniş geniş gülümsüyordu çocuk, teşekkür etti Yakup. Kiri başlayan gecenin rengine karışmış iki kesme şeker atıp çayı karıştırdı uzun uzun. Çayını yudumladı. Yine gökyüzüne baktı. Martılar yoktu bu kez. Gevşedi yüzü… Bir sessizlikle kuşandı oturduğu masa… Dinledi… Hiçbir şey duymuyordu. Anladı… Gece, konuşmuyordu Yakup’la. Bazen konuşmazdı böyle. Yıldızlar parıltılı taş gibi dururlardı göğün karanlığında. Bir kelime bile duyamazdı Yakup. Ağır yüreği daha da ağırlaşırdı böyle gecelerde. Bacakları gövdesini taşıyamayacak gibi olurdu; o sokaktan ötekine sürükleyecek gücü kendinde bulamayacak hissine kapılırdı Yakup. Ama konuştuğu zaman var ya, bir konuşurdu ki gece, yıldızlar oradan oraya yer değiştirir, bulutlar rüzgâra kapılıp sürüklenip ışıl ışıl parlayan ayı saklar, şekilden şekle girip anılarında kalmış birinden -mesela, Zuhal’den- haber getirirlerdi Yakup’a. Gece geveze bir sığırcık gibi şakıyıp oynaşırken Yakup da kuş gibi hafifler, elinde tuttuğu kalemin uçacağını, kurduğu cümlelerin bir akarsu gibi çağıldaya çağıldaya denizine ulaşacağını sanırdı… Ve yazardı. Kaç yıldır yazıyordu Yakup, ses fanuslarının içine gire-çıka… Fanusları birbirine vurarak çarpa çarpa kırılmayı, parçalanmayı yazıyordu; kırıklardan ve parçalanmalardan bir bütün ortaya çıkıyordu. Fanus kırıklarının, kıymıklarının arasında özel olanı arıyordu. Cümle cümle özel olanı kurmaya çalışıyordu. Kendi cümlelerini kendi kalemiyle var ediyor, var ettiğini bir başka cümlesiyle yok ediyordu. Kurduğu cümleleri bozmanın yorgunluğuyla, yorgunluğundan devşirdiği enerjiyle yazıyordu. Yazarken her şeyi çoğalttığını, çoğalttığı her şeyi yitirdiğini anlayalı epey zaman olmuştu Yakup’un. Mesela annesini, gücünü 9

- Mavi Öyküler


kocasına boyun eğişinde toplayıp çocuklarının üstünde gizli bir iktidar kuran annelerin arasında yitirmişti… Babasını ise harfleri yuta yuta söylenen babaların cümleleri arasında. Bir kardeşi kalmıştı Yakup’a. Kardeşi de değil aslında, kardeşinin gözleri… O bir çift elâ gözü derinliklerine gömmüştü Yakup. Ama biliyordu, oradaydı; doyasıya bakamadığını düşündüğü bir çift göz, içindeydi. Ne zaman özlemden burnu sızlasa, gözleri yaşarsa, kardeşinin gözleri bir yolunu bulur çıkar, gelirdi dinlendiği yerden. Yakup’un karşısına geçer, uzun uzun Yakup’a bakardı, yazdıklarına. Işıl ışıl gözleriyle birlikte ince, solgun yüzü de gelir, Yakup’un içinden geçenleri dinlerdi sanki. Biraz önce akşam geceye evrilirken, meleğin gözlerini kardeşinin gözleri sanmıştı bir an için Yakup. O yüzden apar topar kaçmıştı bu çıkmaz sokaktaki çay ocağının hasır taburelerine, alçak masalarına tünemiş kalabalığın arasına. O gözler içinden dışına kalabalığın arasında çıktığında beliren ve yükselen isyanı ne yapacağını bilemiyor, panikle içine gömmeye çalışıyordu. Kardeşinin gözlerini, hayatında masumiyetini koruyabilmiş tek şeyi, bir futbol magandasının kurşunuyla gencecik ölerek kendi kalabilmiş gerçekliği yitirmek istemediğinden kaçmıştı buraya. Kaçmak… Kaçamamıştı işte… Çevresine baktı, içtiği çayların parasını öderken. Masalar boşalmış, fanuslar kırılmış, kurulan bütün cümleler yerlere saçılmış, bir tortuya benzeyen acı ya da şimdi erguvani yalnızlık dediği şey, gecenin içinde gölgeli bir hacim kazanmıştı. Ayağa kalktı Yakup; dönüp dönüp aynı cümleleri kuranlardan arta kalan kırık parçalara baktı, kırıkların arasında GTI 0.8, CLS 1.5, BC 350 CGI, 407 DSL, GLK 320 CDI gibi simgeler metalik bir ihtişamla göz alıyordu… İhtişamın sefilliği diye bir fısıltı duydu kafasının içinde. Duymamazlığa geldi. Ona mı kalmıştı insanların hayallerini kurcalamak… Alım gücünü düşünmek… Bu kırık-dökük masalara, hasır taburelere oturanlar, bir yıllık maaşlarıyla farının tekini bile alamayacaklarını akıllarına bile getirmeden metalik ışıltılardan söz ediyor, bu ihtişamlı nesnelerle nerelere, nasıl gidebileceklerini anlatıyorlardı birbirlerine işte… Allah bilir rüyasını da görüyor olabilirlerdi… Hiç mi hiç ilgilenecek hali yoktu Mavi Öyküler -

10


bu gece… Hiçbir şey almayacak mıydı yani cam kırıklarının arasından?.. Anı olarak da mı?.. Birbirinin benzeri cümleleri toplamaktan yorulmuştu Yakup. Bakındı. Garson çocuk kirli bardakları topluyordu masalardan. Omuzları çökmüş ama yaşını ışıl ışıl taşıyan yüzü değişmemişti. Şarkı söylüyor gibiydi; tepsiyi ocağa taşırken kafası ritmik bir şekilde sallanıyordu. Yıkanacak ne çok kirli bardak, kaşık, tabak… Taşıyıp duruyordu çocuk. Hiçbir şey temizlenmiyordu aslında… Kirlenmeyegörsün bir şey… Daha kolay leke tutuyordu… Leke lekeyi çekiyordu mıknatıs gibi. Demliklerin içindeki çayların acı acı kokmuş olacağını düşündü Yakup… Boşaltıldıklarında sıcak bir buharla döküleceklerdi çöplerin üstüne… Şehrin kokusunu besleyen acı kokuların cümleleri nerelere saçılmıştı?.. Garson çocuğun sözcüklerini, yarım kalmış da olsa cümlelerini bulabilir miydi acaba kırık fanusların arasında?.. Onları model alıp içindeki yeni sözcüklere ulaşabilir miydi Yakup? Şehir kadar acı acı kokan yeni bir gerçekliğe ulaşır mıydı?.. Çocuğa bir daha baktı… Pencerenin arkasında, gölgesiz bir ışığın altında saçlarını tarıyordu. Yaşının kaygısızlığıyla hayatının ağırlığı arasında bir sarkaç gidip geliyordu sanki. Karşısında, evyesine kirli bardakları bıraktığı musluğun üstünde, bir ayna olmalıydı. Sırları çoktan dökülmüştür diye düşündü Yakup. Gülümsediğini sandı… Her şey bu kadar aynı olmak zorunda mıydı? Ne kadar zamandır aynı sözcüklerle yazıyordu?.. Sırrı dökülmüş aynanın karşısında kendi kendinin parodisi olmuş cümlelerle daha ne kadar idare edecekti?.. Bilmiyordu. Yoksulluğunu da, varsıllığını da taşıyamayan insanlar arasında nasıl bir cümle kuracağını bilmiyordu artık. Anlamlarını taşıyamayan sözcüklerle cümle kurmak mümkün müydü?.. Anlamı da böyle yitirdim işte, diye düşündü, içi boşalan sözcüklerle, belirsiz kavramlarla… Ayaklarına baktı Yakup, bilinçsiz. Parke taşlarının arasında sıcaktan kavrulmuş otlar belli belirsiz seçiliyordu ayaklarının arasında. Parke taşını koruyabilmiş bu çıkmaz sokak bir ada olmalıydı yüzünü yitirmiş bu eski şehirde. Topografyasına aldırmadan asfaltla örtülmüştü üstü şehrin. Asfalt, şehrin kuytularına kadar uzanan siyah smo11

- Mavi Öyküler


kinli bir ölümdü nice zamandır. Ölümün soğuk yüzünden bir yaşam kurmak gibiydi belki de içi boşalmış sözcüklerle yazmak artık. Yazmamak, susmak… Erden bir hayata başlamak, başka bir dünyaya, örneğin hayalini bile kuramadığı bir dünyaya geçmek için bir adım olabilir miydi susmak? Susmaktan, susuştan bir fanus bulabilir miydi Yakup bu şehrin ışıltılı caddelerinde, gölgeli sokaklarında, perdeleri sıkı sıkı kapalı pencerelerden sızan solgun ışıkların pır pır ettiği evlerin eşiklerinde?.. Susmaktan, derin bir susuştan fanus düşledi… O fanusu kırdığını, kırıklarla ellerini kanata kanata suskunluğa dokunduğunu, suskunluğu ifade eden cümleler kurarken sözcüklerin arasını derin susuşlarla bezediğini, bezeyebildiğini… Gözleri parladı. Garson çocuğa baktı yeniden. Saçını hâlâ tarıyordu çocuk. Çıkmaz sokaktaki Amber Çay Ocağı’ndan ayrılırken gülümser gibi oldu. Birazdan iş merkezinin yüksek kapısının üstünden sabırla caddeyi seyreden tombul yanaklı melekle bakışacaktı. Geceye karıştı Yakup… Gecenin kuytularına, acı kokusuna. * Edip Cansever, “Çağrılmayan Yakup”tan

p

“BİLİNMEYENE GİTME ÇILGINLIĞI” “Tünel” | Işıl Bayraktar Bir tünelin ucundayım. İçinden geçebilenleri bağrına basan bir tünel bu. Tünelin duvarlarında gözler var. Geçenlerin adımlarına bakıyor ve “hey sen” diyor, “sen daha kavrulmamışsın, tünelin ucuna geçemezsin.” Gözler bağırıyor, sessiz çığlıklar atıyor ve sadece geçmeye çalışan duyabiliyor bu sesleri, ve sesler gözlerden çıkıyor. Gözler parıldamaya başlıyor. Kendimden önce geçebilenleri ve geçemeyenleri görüyorum. Geçemeyenler bana tuhaf geliyor. Geçmek istiyorum. Hava karanlık. Bembeyaz, apaydınlık bir dolunay var. Uzaklardan deniz sesi geliyor. Mavi Öyküler -

12


Dalgalar kıyıya çarpıyor ve ben üşüyorum. Elimi yanaklarıma götürüyorum, tanıdık bir dokunuş yakalamaya çalışıyorum. Bu dokunuş, yürüyüşümü kolaylaştıracakmış gibi geliyor. Nitekim yakalıyorum. Kendi kendime gülümsüyorum. Gücüm var, gücüm var. Sırtımda bir ağrı var bir de. Bu yolculuğu yapıp yapamayacağıma emin değilim. Gözlere yakalanmadan tünelden geçersem neye ulaşacağımı biliyorum. Hayır, bilmiyorum. Tünelin sonrası da bir bilinmezlik. Muamma. İçinde ben varım bir de bilinmeyen. Tünelden geçerken onun varlığını unutmalıyım. Öyle ki, kendini yeniden yaratan, yeniden yaşatan, her anı içimi parçalayan, beni didik didik eden ve tüm parçalarımı dünyanın farklı yerlerinde bulunan yap-boz parçalarına yerleştiren ve benden bu parçaları birleştirmemi isteyen bir unutuş olmalı bu. Parçalarımı yemek için tepemde dolaşan akbabalara yürekten bir el hareketi çekiyorum ve parçalarımı dünyanın başka yerlerindeki yap-bozun parçalarına ulaşmak pahasına bulacağım diyorum. Unutuşu yaşayacağım, unutuşla yaşarken onun her zerresini taşıyacağım ve bunu tüneldeki bütün gözlerden saklayacağım diyorum. Tepemdeki akbabalar kararlılığıma şaşırıyorlar. Tünelin ucuna doğru uçuyorlar. Haber taşıyorlar. Tünelin ucunda ne var? Çatlar gibi oluyorum, bir sonraki zaman diliminin hayalinin, fütursuzluğunun ve korkusuzluğunun ve kayboluşunun cesaretindeyim. Ulaşacağım diyorum. Ulaşacağım. Vurgun yemiş gibi oluyorum, vurgun yedim, evet. Soyunuyorum. Beynimdeki ve ruhumdaki tüm gözlerden arınıyorum. Tüm yabancı maddelerden sıyrılıyorum. Yediğim vurgun, beni kendine getiriyor. Ve özüme dönüyorum. Saklı kimliğime. Özlemini duyduğum hayata yaklaştığımı hissettiriyor bana bu. Hissediyorum. Benliğim yüceliyor. Küçük bir kasabanın ve büyük bir kraliyetin prensesi gibiyim. Tüm yalınlığım ve gerçekliğimle dünyaya hükmediyorum. Ben hükmettikçe dalgalar güçleniyor, kıyıya çarpış sesleri tüneldeki gözleri korkutuyor. Dalgalar benim yanımda. Atmak istediğim tüm fazlalıkları denize atıyorum. Deniz yutuyor. Dalgalar beni temizliyor. Yeniden-arınıyorum. Dalganın şiddeti beni güçlendiriyor. Ve çıplak tenime suyun ulaşması benim son noktam oluyor, adım atıyorum. Adım-adım. Adsızlığım. Biliyorum ki attığım her adım, yolumun adını adsız13

- Mavi Öyküler


laştıracak, isim koymayacağım. Güçleneceğim, şiddetleneğim, vurup kıracağım ama hep yumuşak olacağım.Ve o yumuşaklık benim hem özgürlüğüm, hem ölümsüzlüğüm, hem de yokoluşum olacak. Adımımın getireceği bu karmaşayı seveceğim, seveceğim… Gözler üstümde, görüyorum, iç seslerimi bastırıyorum ve yürümeye başlıyorum. İlk adımımda derin bir sarsıntı yaşıyorum. Bütün hücrelerim üşüyor. Tünelin içi çok soğuk. Ben üşüdükçe tüneldeki gözler parlıyor. Aldırmıyorum. Adımımın cesareti beni korkutuyor ama devam etme gücünü buluyorum. Korkmalı, gitmeli, yapmalı ve yapmamalıyım. Aklıma ihanet ediyorum belki ama aklımın beni hep doğru yönlendirdiğini söyleyemeyeceğim. Ruhum, adımlarımı kontrol ediyor artık. Ben en derin teslimiyetteyim. Dalgaların içine girmişim ve onlar bu sefer beni kıyıya taşımıyorlar. Beni denizin açıklarına götürüyorlar. Ben en engin yüzüşümle kulaç attıkça atıyorum, nefes bile almıyorum. Nefesimi bırakmış durumdayım. Açık denizin ortasındayım ve buraya kadar gelebildiğim için tünelde de ilerleyebileceğimi biliyorum. Artık hızlanıyorum. Titriyorum. Hem bilinçli hem bilinçsiz bir titreme bu. Sanki her bir zerrem, bu anı yaşarsa hafızamdan silinmeyecekmiş gibi geliyor. Bu hızlı cesaretimi ay karanlığında -gözler parladıkça ay karanlıklaşıyor- hafızamdan silmemek, bütün dünyayı ortak etmek istiyorum, bir yandan sonsuz bir bilinmeyene özlem duysam da. Işık saçmaya başlıyorum. Titreyen vücudum kendinden geçiyor, doruğa ulaşıyor. Enerjimden ejderhalar yaratıyorum, alevler oluşuyor ve gözleri yakıyorlar. Kül oluyor gözler. Onlar kül olurken çıplak vücudum küllere basarak ilerliyor. Küllerden güç alıyorum. Çok yaklaşıyorum. Adımlarım güçlendikçe yere daha sağlam basıyorum. Enerjimi yansıtacak bilinmeyeni arıyorum. VeBilinmeyeni görüyorum. Tünelin ucundayım. Sona geldim. Ulaşıyorum. Duruyor. İçimde dinmeyen bir sancı var. Ben uçta dururken, o tünelin sonundaki uçuruma doğru bakıyor. HayırMavi Öyküler -

14


Uçurumlar geride kalmıştı. Tüneli aşmıştım. Ruhsal bir titreme nöbeti geçiriyorum. Bilinmeyeni istiyorum ve o bunu görüyor. İçimde bilinmeyene gitme çılgınlığı. Tüneli bilinmeyene ulaşmak için yürüdüğümü o an anlıyorum. Neden bana bu kadar güzel geldiğini düşünüyorum. Karşımda gülümsüyor. Çıplak. Ve atlıyorKüllerden yeniden evrilmiş tenime, dağılmış saçlarıma bakıyorum. Kendime bu sonu çok yakıştırıyorum. Ve-Atlıyorum.

p

“YAKAMOZ GİBİ PARLIYORUZ” “Ardımızda Yıldız Tozları” | Fatma Burçak Akı Üsküdar’dan vapura biniyorum. Kıç taraftaki açık salona gidip kenarda bir yer buluyorum kendime, güneş yüzüme, saçlarıma dokunsun diye. Denizin iyotlu kokusunu çekiyorum içime, çantamdaki kitabı okumak istemiyorum. Gözlerimi kapatıp güneşi, denizi ve seni düşünüyorum. İlk aklıma gelen upuzun kirpiklerinin gölgelediği ela gözlerin… Yumuşacık bakıyorsun bana yavru bir kediye bakar gibi. Martıların çığlıkları boğuk kahkahalarını anımsatıyor. Bu vapur, boğazın serin köpüklü suları beni sana taşıyor. Karşımda yaşlıca bir çift oturuyor. Seninle hayalini kurduğumuz gibi el ele seyrediyorlar denizi. İkisi de başka bir şeyle ilgilenmiyor, sadece birbirlerine ve denize bakıyorlar. Boğazın serin mavi kollarında, güngörmüş, zengin, fettan bir kadın misali süzülen ihtişamlı yalılar. Kendini beğendirmek için piyasaya çıkmış yakışıklılar gibi salına salına dolaşan yatlar. Ne demiş şair; “Bir elinde cımbız / bir elinde ayna…” Önce gözden düşen kayıkhaneleriyle ihtiyarlamış yalılar görünüyor, ardından iskele. Anadolu Kavağı yaşlı, vakur ve turistik haliyle bizi bekliyor. İskeleye ayak basar basmaz tatlı bir meltem nefesini getiriyor dudaklarıma. Arkama dönüp dönüşü bekleyen vapura bakıyorum. Aceleyle meydana doğru yürüyorum. 15

- Mavi Öyküler


Bu saatte turistler akın etmemiş henüz. Bizim şişko tekir kedi banklardan birine kurulmuş uyukluyor. Meydanda ulu çınarın altındaki taşlara oturuyorum. Sırtımı çınara yaslıyorum, gözlerim denizin menevişlenen mavisinde. Seni bekliyorum. Şişko tekir tek gözünü açıp bana bakıyor, tanıdı galiba. Gerinerek yerinden kalkıp benden yana seğirtiveriyor. Senin gibi yürüyor; hafifçe yaylanarak, sessiz, sağlam adımlarla, etrafa aldırmadan. Yanıma yerleşti bile, fütursuzca yaslanıyor bana doğru, onu kabul edeceğimden çok emin. Oysa sen beni kaybedeceğinden emindin her zaman. “Beklemezsin, bekleyemezsin” derdin. Hiç inanmadın seni bekleyeceğime ya da inanmak istemedin belki sen beni beklemek zorunda kalırsın diye… Senin beni bekleyip beklemeyeceğini bilmek istemiyorum ki ben. Daima beni beklediğini düşünmek, sana inanmak bana yeter. Yalan bile olsa… Gerçeği hiç bilmedikten sonra ne önemi var ki… Güneş tepeye ulaştı, büfeler, restoranlar kapılarını açtı. Senin sevdiğin gibi midye-ekmek yiyip bira içiyorum. Bir bira da sana aldım, şişko tekirle seni bekliyor, biraları tokuşturuyoruz. Keyfimiz yerinde… Sana anlatacak çok şey birikti içimde. Nereden başlayacağımı bilmiyorum… Ama benim için en önemlisinden başlamak istiyorum; yazıyorum ben… Hani hep yapmak istediğim gibi, “sen yaz, istediğin gibi yaz, kimse okumazsa ben okurum” diyordun ya, yazıyorum işte… Birileri de okuyor galiba, ama kimse bilmiyor senin için yazdığımı. İstanbul’u dolaşıyorum fırsat buldukça, seninle bıraktığımız yerden devam ediyorum, basıyorum akbilimi, otobüs, vapur, tren ne bulursam binip gidiyorum. Her gittiğim yere seninle gidiyorum elbette. Kimsenin başını kaldırıp da bakmadığı binalara, ağaçlara bakıyorum, bazen eski bir banka oturup insanları izliyorum, hepsini seninle paylaşıyorum. İlk tanıştığımız anı hatırlıyor musun? Elinde beyaz bir peçeteye alelacele yazılmış bir şiirle dikilivermiştin karşıma. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken sen kaybolup gitmiştin bile. Seni tekrar görebilmek için her gün aynı yere geldim ben. Behçet Necatigil’in şiirini de çoktan ezberlemiştim: Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı. Mavi Öyküler -

16


Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı. Bitmeyen işler Yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telaşlarla bu kadar çabuk Geçeceği aklınıza gelmezdi. Gizli bahçenizde Açan çiçekler vardı, Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz Yahut vaktiniz olmadı. Dördüncü gün seni gördüğümde ne diyeceğimi bilemeden gelip oturmuştum yanına. Biliyor musun hiç kimseye anlatmadım ben nasıl tanıştığımızı. Korktum, kıskanırlar, nazarları değer diye, hangi kadın istemez ki bir şiirle fethedilmeyi. İşte o peçeteyi çerçevelettim, başucumda duruyor, her sabah seninle uyanıyorum, o anı tekrar yaşıyorum. Vapur dönüş için yolcularını çağırıyor. Güneş denizle kavuşmak için sabırsızlanıyor sanki. Ben seni bekliyorum. Yerimden kalkıp biraz dolaşıyorum etrafta, esnafla sohbet ediyorum, alışveriş yapmıyorum. Sadece seni hatırlatan şeyleri taşıyorum artık yanımda. Ucunda köpek balığı dişi olan kolyemi hiç çıkarmıyorum boynumdan. Senin sevdiğin gibi giyindim bu gün; dar jean pantolonum, beyaz tişörtüm, spor ayakkabılarım… Saçlarım dağınık, hiç makyaj yapmadım, sana hazırım ben. Gün ve gecenin kavuşmasını bekliyorum sabırsızlıkla. Vapur çoktan gitti, meydan yavaş yavaş boşalıyor, restoranlar hareketli bir geceye hazırlanıyor. Karanlık tam çökmeden çantamdan hiç okumadığım kitabımı çıkarıyorum, kapağın içine birkaç cümle yazıyorum. 17

- Mavi Öyküler


Şişko tekir de beni bırakıyor, o geceki nafakasını çıkarmak üzere restoran kapılarının önünde beklemeye başlıyor. İskeleye doğru yürüyorum. Hiç kimse yok, kapılar kapanmış, ışıklar sönmüş, sabah gelecek vapura kadar ıssız ve yalnız. İskelenin önünden geçip biraz ilerdeki ihtiyar ve kimsesiz yalının bahçesine giriyorum. İşte oradasın, yüzünü denize dönmüş beni bekliyorsun. Kum rengi saçlarında yıldız tozlarının pırıltısı var, ellerin ceplerinde, hiç kıpırdamadan duruyorsun. Yavaşça sana doğru yürüyorum, gözlerimi senden ayırmadan, içime sindirerek bakıyorum sana, yanına sokulup elini tutmak için elimi cebine sokuyorum bende. “Geldim” diyorum. “Beni bekledin” diyorsun. Başımı omzuna yaslıyorum. Yalının küçücük iskelesinde oturup denizi seyrediyoruz el ele, hiç konuşmuyoruz. Saçlarındaki yıldız tozları bana da bulaşıyor. İkimiz de yakamoz gibi parlıyoruz. Deniz ve mehtap sarıp sarmalıyor bedenlerimizi, gümüş rengi bir sihir, ardımızda yıldız tozları, yakamozlar, viran kayıkhane duvarları.

p

“İLKELLİĞİNE DÖNÜP, DÜŞLERİYLE BARIŞACAKTI” “Düşünce Sanayisi” | Burak Özkan Kara pire, baş parmağına yapışıp emmeğe çalıştığı kanla cilveleşirken, ilk önce kıpırdamadan izledi. Pirenin varlığını, parmağındaki kaşıntı sayesinde fark etmişti; alışkındı buna. Alışkanlığı, doyurucu dozda mama karşılığı kendisini sevmesine izin veren kediydi. Ufak yaratığı, diğer elinin işaret parmağıyla bir bilinmeze yolladı. Hayatın boş olmadığını kavradığı anda gömülmüştü yatağa. Boşluğun asıl merkezi olan hislerini gördüğünde de uyumuştu, kalktığında ise başucunda kısa notlara gebe kâğıtlar vardı. Mavi Öyküler -

18


Göbeğinin, üç ayda tıpkı nefessiz bir çocuğun balonunu şişirebildiği kadar şişmesine sebep olan lokmalardan biriyle odasına girdiğinde, masanın üzerinde titreyerek can çekişen telefonu gördü. Arayan yalnızlığın ertesinde kalan, en yakın arkadaşıydı: Ekrem. Uzun zamandır hiç olmadığı kadar hareketli bir sesi vardı; bu yüzden şaşırdı. Telefonu kapadığında ise bir süre tepkisiz kaldı. Kendisini akşam, bara çağırıyordu. O bu kadar heyecanlıyken, kendisi ilgisizdi. Bir fark yakalamıştı arkadaşı. Öğrenmesi gereken bir fark. Çenede çizik şeklinde bir tıraş kesiği, yağlı saçlar ve giymekten eskisi kadar haz almadığı kahverengi paltosuyla, bir süredir unutmuş olduğu soğuk havaya dalıverdi. Bara girdiğinde, karşısına aldığı beden kalabalığı midesini bulandırdı. Böylesine bir “bar yığını” bile istemsiz şekilde titremesine, terlemesine -kokmasına- ve heyecanlanmasına sebep oluyordu. Evde oturup, felsefeyle oyalanıp midesini şenlendirmek varken, bu kaynaşma cehennemine gelmenin amacı neydi? Ekrem’in yanında oturan kadın, ayakta birkaç saniye aptal gibi dikilmesine sebep oldu. Aralarındaki mesafe ışık hızını fazla oyalamayacak cinsten olduğu için, algısı kadının güzelliğini kısa sürede idrak etti. Kadının masaya, kalabalıkta yer bulamadığı için oturduğunu umut etti. Ama bu umut öylesine uzundu ki, bittiğinde kadının kendisine gülümsediğini ancak fark edebildi. “N’aber kardeşim? Bu Gizem.” Ona uzanan kupkuru avuca karşılık vermeden önce çaktırmadan elini pantolonuna sildi; terliydi. Hemen ucu ucuna yetiştirdiği iki 50cl’lik parasının ilk bölümünü feda etti ve içmeye başladı. “Ee abi, konuşsana. Geldiğinden beri hiçbir şey demedin. Neler yapıyorsun, nerelerdesin, kimlerlesin?” Cevaplarını bildiği bu kazık soruları sormasının tek sebebi, içindeki o mükemmel moda ulaşmış olmanın verdiği tarifsiz duyguydu; Tan bunu hemen sezmişti. “Ne düşünüyorsun?” Masanın rengine dalmışken kendiyle ilgiliydi. “Hiç Ekrem. Pek bir şey yapmadığımı biliyorsun. Sen ise süper görünüyorsun; eskiyle gram alakan yok.” 19

- Mavi Öyküler


Gerçekten de bir fille çiftleşecek kadar şişman olan birinin, üç restoranı idare edebilecek olan yağlarını aldırdıktan sonraki hali gibiydi. Sıfırdı. “Biliyorum,” ukalalık da ekmişti toprağına, “fark etmen çok iyi. Bunun sebebi de Gizem.” Biraz durdu; “İki aydır çok ilginç bir şeyin içindeyim. Seni bu yüzden çağırdım,” diye devam etti. “Demek istediğimiz Tan…” Gizem söze gözlerini masaya çevirerek girdi. O anda sanki Tanrı’nın başucundaki eserlerinin yanından ayrılmış ve üzerine fani bir zavallının çekingenliği ile saflığı çökmüştü. “Düzenlediğimiz bir gece var; parti gibi. Detaylara giremem. Oraya gel. Birazdan gideceğiz.” Bu kadar ani gelen davete karşı ne cevap vereceğini bilemezken, içindeki adam acele ederek bardan çıkmaya çalışıyordu. Ama çoğu zamanda olduğu gibi fizikselliğine mahkûmdu. Bu yüzden ağırlığını, sandalyeden uzaklaştıramadı. “Bilmiyorum. Gizem,” kendini biraz olsun açmak ister gibi; “Ben buraya da zor geldim. Bir partiye gidemem, üzgünüm. Ekrem anlar.” Gizem saflığını biraz olsun perde arkasına alıp, gözlerine narsist bir varlığın ikna ve alay edici bakışlarını yerleştirdi. “Eskiden anlardı, evet. Ve inan, senin için de aynısı geçerli olacak.” Ruhunun çöplüğünde uyuyakalmış cesareti uyanır gibi oldu. Etrafa bakındı, hâlâ aynı kokuyu alıyordu; aşağılık kokusunu. Sonunda ucunda büyük bir cezanın veya ödülün olduğu sorunun cevabını verdi. Arabayla giderlerken, ikisi keyifle bir şeylerden bahsediyor; Tan ise, elektriklenmeye başlayan kuşkularına ve endişelerine çarpılıyordu. Sezgileri -paslanmış olsa da- gittikleri yerde sıradan bir partiyle karşılaşmayacağını söylüyordu. Dikiz aynasından Ekrem’i süzdü. Yüzü eskisini pek andırmıyordu. Geçmişteki hisleriyle, şimdikiler ortaya çıkarken, yüzü bürüneceği ifadeye şaşırıyor gibiydi. Gizem, yarım saatlik mesafeden sonra dört tane asker gibi dizilmiş beş katlı binaların karşısına park etti. Soldan ikinci binaya girerlerken konteynırdan bir yay gibi fırlayan kedi, Tan’ın gerginliğinde yarattığı artışı, kendi korkusuna katarak başka yemek artıklarına gitti. Mavi Öyküler -

20


Beşinci kata çıktıklarında Gizem Tan’ın arkasına geçti. Tan durduğu yerde şüpheci bir tavırla bakışlarını göz kutularının köşesine çekti. “Şimdilik gözlerini bir bezle kapatacağım, korkma.” İşte bu durum sezgilerini onayladı, ama artık merdivenlerden aşağı, atlar adımlarla kaçmak için çok geçti. Bezle beraber gözlerine gelen görüntü -alttan ince bir şekilde yansıyan otomatik lamba dışında- karanlık bir meraktan ibaret oldu. Duyduğu hışırtılardan bir şeyi giydiklerini çıkardı. Elleriyle havayı yokladığında birinin kafasına çarptı. Ellerine tüy bolluğuyla kulağa benzeyen sivrileşmiş şekiller -kedi?- geldi. Yakın gelecek anın içinde saklıydı ve içinde bulunduğu an geleceği korkutucu yapıyordu. Kapıyı üç kez yumrukladılar. Kapının açıldığını gıcırdama sesinin yanı sıra, içeriden yükselen konuşmalar da tasdikledi. “Hoş geldiniz.” Karşıdan gelen sesin boğukluğu ve derinliğiyle içeri geçtiler. Arkadaşlarının yanından ayrılışını, kopan temastan hissetti. Ardından başka bir vücudun uzantısı dokundu sırtına. “Birazdan bezi çıkartacağım.” Sabrı tükenirken, heyecanı da artıyordu. Bu duyguları uzun süredir kullanmadığı için, vücutta dengesizlik oluşuyordu; Ekrem’in hislerinin karmaşık ifadesi gibi. Karşısındaki adam bezi söküp, arka cebine götürdü. Şu an için gördüğü tek şey, adamın boynuydu. Yanlarında duran sehpadan aldığı şey -ne olduğunu seçemeden- kafasına giydirildi. İçinde bir süre nefessiz kaldı. Gözlerinin hizasına gelen iyi kesim deliklerden gördüğünü (görebildiğini) idrak etmeye çalışırken hâlâ sadece bir boyna bakıyordu. Boynun aşağısına uzanan vücudun üstünde bir takım elbise vardı. “Artık araştırabilirsin.” Kafasını kaldırdı ve dondu. Deliklerden baktığı, delikleri olan başka bir surattı. Sesin derinliğinin ve boğukluğunun bir ses bozukluğundan değil de, gerçekten de geldiği yerin derinliğinden kaynaklandığını gördü. Derinliğin merkezinde bir kurt maskesi vardı. Kurt konuştu: “Tekrar hoş geldin.” Kurda bakmaktan kendini alamıyordu. Kafasını çevirse, kim bilir etrafta neler görecekti? 21

- Mavi Öyküler


Bembeyaz suratı, yüzünü kendisine çevirdiğinde aşağı yönelen uzun burnu ve altındaki müthiş ağzı giderek canlanıyordu. Yanından uzaklaşmak istedi. Ama bir yandan da nedense bir laf etmesini bekliyordu. Az önceki sözlerinde hiç yüzüne bakamamıştı. Ağzının oynayıp, oynamayacağını merak ediyordu. “Kurt?” “Evet.” Ağzı aralanmıştı. İçerdeki yüzün çenesi, konuşma esnasında böyle bir maskenin ağzını nasıl kemikleri varmışçasına oynatabilirdi? Sonra kendi yüzüne dokundu; her yeri tüy doluydu. Kötü bir kâbusa dalışa geçmiş ve kendini bir hayvan olarak düşlüyordu. Kaşlarının olması gerektiği yerde, küçük çatılar şeklinde çıkıntılar vardı. Altlarına açılan çukurlara yerleştirilen deliklerin hemen altında ise yamuk şekillerde çatlaklar başlıyordu. Burnu ufak ve sertti. Asıl burnu olan, hafif kemerli ve uzun biçim ise bu yapılanmanın arkasında mucizevi bir şekilde kaybolmuştu. Ağzı normal bir insan ağzına oranla kocamandı, ama yine de dudaklarını oynattığında, sanki her şey doğru orantıdaymış gibi hissediyordu. Kulaklarının üstü ve etrafı da kıllarla kaplıydı. Tüm yüzü, çalıların arasında pusuya yatmış bir asker gibi -istenmeyen- saçlarla kaplanmıştı. Maskeleri yapan usta, en iyi işlerinden birini çıkarmıştı. Kendini, yüzüne takılan bu ek-benlikle bütünleşmeye çalıştırıyordu. Halbuki daha hangi hayvana ait olduğunu bile bilmiyordu. Ama bir tahmini vardı. “Nedir bu, maymun mu?” “Bonobo. Bir primat; insana en yakın olanı.” Primatların doğadaki yerini anımsarken aklına Evrim Teorisi geldi. Sonunda, yeni yüzünü kabullenerek bakışlarını etrafta yavaş yavaş gezdirmeye başladı. Çeşidi bol bir hayvanat bahçesinde isyan çıkmış ve bütün hayvanlar sığınak olarak bu daireyi kullanıyordu. Gördüğü her canlı varlığın yüzü maskelenmişti. Herkese teker teker bakmaya çalışırken, nefesini tutuyordu. Tilki, aslan, kartal, yılan, tavşan, kaplumbağa, sinek, kertenkele, kedi, ayı, geyik -boynuzları kısa bir yavru-, köpek, akbaba, kobra, çakal, böcek… Ve daha birçoğu da muhtemelen evin diğer bölümlerindeydi. Mavi Öyküler -

22


Kurt yaklaşıp kulağına fısıldadı: “Nasıl üç boyutlu bir filmi gözlüksüz izlediğinde önemsizse, burası da masken olmadan öyledir. O senin algılayıcın olacak.” Saplanıp kaldığı noktanın çivilerini, ayaklarına yüklediği azıcık cesaretle söküp ortama karışmaya yeltendi. Kimsenin ne kendisine baktığını ne de kendisi hakkında konuştuğunu sezinliyordu. Sanki buradaki insanlar ırkdaşlarından bunalmış ve kendilerine yapay bir doğa yaratıp, kafalarına geçirdikleri hayvan başlarıyla, hasretini çektikleri canlıların dublörlüğünü yapıyordu. Elbette durum çok daha yalın bir şekilde bir partiden de ibaret olabilirdi. Kediyi -Gizem olduğunu varsayarak- gözüne kestirdi. Üstündeki kıyafetler -her ne kadar ortamın loşluğundan tam kestiremese de- aklında kalanlara benziyordu. Yılanla köpeğin arasında kapana sıkışmış gibi dikiliyordu. Beyaz tüylü dudağı aralanıp yanındakilere bir şeyler söylüyor, onlar da karşılık veriyor veya başka bir şeyden bahsediyordu. Yaklaştığında artık yanına gittiklerinin arkadaşları olduğundan emindi. Çünkü köpeğin üstündeki kıyafetler de kuşkusuz Ekrem’e aitti. Yılan yanlarından ayrılırken kedi konuştu: “Hoş geldin maymuncuk.” Kedi, sesini küçümser bir tonla çıkartırken köpek de gülümsedi. Hâlâ ağızlarının tıpkı kemikli ve kendi yüzlerine bağlıymışçasına hareket etmesini anlayamıyordu. Belki de kurdun bahsettiği şu üç boyutlu etkiyle alakası vardı. Köpek yüzünü çevirip bir süre kendisine baktıktan sonra yanından ayrılarak, karşılarında uzanan koridora girdi. Şimdi görüyordu ki orda da salonda olanlardan başka hayvanlar vardı; bazıları ise ikişer taneydi. “Çirkin ve güzele fazla alışkınsın. Bekle de birileri sana konuşsun.” dedi kedi ve koridora yönelip, oradan da bir odaya geçti. Kendisi ise tekrar bir yabancıya dönüşmüş; kimseyi istese de tanıyamıyordu. Ertesi gün birbirlerini tanımak istemeyecek kadar ne söylüyorlardı veya neye kalkışıyorlardı? Geldiğinden beri bir aşırılık görmemişti. Bu tür şeyleri içerdeki odalarda yapıyor olabilirlerdi 23

- Mavi Öyküler


ama yine de bir tuhaflık vardı; kesişmeyen, uyuşmayan, dengesiz kalan tavırlar gibi. Yılan tekrar geri geldi. “Maskeliniyoruz çünkü biri sana konuşurken onu rahatlıkla dinleyebiliyorsun. Seni ilk seferde çeken dudaklarının kıpırdanışı veya ne kadar karizmatik baktığı belli olmuyor.” “Sanatın en göz ardı edilen yan etkisi bu işte; bir başkasının yarattığı bir eser üzerinde, bedenin yani; abartılı oynamalara gidiyorsun. Kalıcı olmaz ki bu.” “Peki neden hayvanlar? Düz maskelerle de yapılabilir?” dedi, karşılık vermenin gururuyla. “Düz maskelerin içgüdüleri olmaz, fikirleri olmaz. Ama hayvanlar insanlardan çok daha gerçektirler. Asla yalan söylemezler.” Bu cevap ise oldukça tatmin ediciydi. İçinde bulunduğu saçmalık aniden ağır gelmişti. Kapıya koşar adımlarla yönelirken, yılanın arkasından kıs kıs güldüğünü düşündü. Güçsüz bir dürtüyle geriye dönüp yokladığında, yılan çoktan başkalarına yönelmişti. Az önceki dürtünün boyutundan iki parmak büyüklüğünde bir mutlulukla kapıyı açtı. Kurt omzuna dokundu. “Dışardayken maskeyi çıkart.” Zaten başka bir amaçla gitmiyordu. Maskesi elinde, dibindeki konteynırdan yükselen çöp kokusunu aşarak karşı kaldırıma geçti ve sigara yaktı. Az sonra apartmanın girişinde dikilen kadını görünce utanıverdi. Bu kadar kolay bir şeyden rahatsız olduğu ortaya çıktığı için kendisinin zavallı biri olduğunu düşünüyor, binanın girişinden bunları belirten bakışlar atıyordu. Emindi ki Ekrem hemen uyum sağlamıştı, bu yüzden hem onu kıskanıyor hem de kıskandığından rahatsız oluyordu. Aşağılık duygusu hiç zorlanmadan otoriteyi sağlamış ve zaten zorlukla ayakta duran ego yapılanmasını yerle bir etmişti. Kim bilir bu enkazdan nasıl kurtulacaktı? Kedi, insan suratını geri kazanmış ve yanına oturmuştu. “Onu öyle, bir bez parçası gibi elinde taşıman hoş değil.” “Benden fazla değeri olduğu kesin.” “Deliklerini kapatabildiğin sürece değerini sen de yaşarsın.” Evindeyken bu tür acayip ve havalı konuşmaları duvarıyla gayet Mavi Öyküler -

24


iyi başarıyordu. İstediği her sözü, hoş bir ses tonuyla odanın cansızlığına fısıldayabiliyordu. Ama diyalog şimdi fizikseldi ve bu yüzden saçmalayacağından korkuyordu. O, bu düşüncelerle oyalanırken Gizem, “Hadi içeri, film var; kaçırmamalısın” diyerek elinden tutarak tekrar eve sürükledi. Film bir yağmur ormanında başlıyordu. Dev yaprakların arasına yerleştirilmiş sabit bir kameranın açısına bir maymun denk geldi. Etrafına bakındıktan sonra görüntüden hızlıca kayboldu. Ardından ormanın başka yerleri gösterildi. Görüntüye dalmışken, köpek arkasından yanaştı. Elini omzuna koydu. “Aramızda kalsın ama burası giderek bana daha çok işliyor. Tüm o melankoliği hatırlıyor musun? Şimdi hepsi benimle. Dışlanmadan, rahatsız etmeden, yormadan; tüm o hüznü içimde gezindiriyorum. Bana şekil veriyor Tan, beni düşüncelerimin temelindeki arzuma götürüyor.” Arkadaşını dinlemekten yarı memnun bir tavırla: “Arzun ne Ekrem?” “Onunla olduğumda haberin olur.” Sesi yüksekten, kendisinin erişemeyeceği bir duygunun olduğu yerden geliyor gibiydi. “Elde ettiğinde soğumaktan çekinmiyor musun?” “Elde etmeyeceğim, yanında olacağım. Soğukluğuna gelince, derecenin o an için mükemmel olacağından eminim.” Köpek başka tarafa geçerken bir aslan kayıt altındaydı. Gözüne kestirdiği ceylanın peşinden ayaklarını adeta topraktan bağımsız kılarak koşuyordu. Yakaladığında dişlerini, boynuna geçirmişti ve avın gözleri de ufuktaki acıyla gelen huzura dikilmişti. Yumurtalarını yeni kırmış ve seslerini test eden civcivler vardı şimdi de. Tepedeki maviliğin altında beliren bir doğan, hâlâ kıçlarına yapışık olan kabuklarıyla kaçacak yer aramalarına sebep oldu. Belgesel, bir kabile yerlisinin, yüzünde korkunç bir maskeyle dans edişini göstererek bitti. İlginç olan maske seçebildiği kadarıyla bir hayvana ait değildi. Tilki hemen önünde duran akbabaya yanaştı ve rahatça duyulan bir sesle şunları dedi: “Eskiden başkalarını yargılamadığımı sanırdım ama meğerse buna kendimi de katmam gerekiyormuş. İşte o zaman yapmaya çalıştığım şeye başlayabilmem için tekrar 25

- Mavi Öyküler


doğmak zorunda olduğumu anladım.” Tilkiyle akbaba bir köşeye çekildiler. Tan da peşlerinden bir ajan edasıyla sessizce takip etti onları. Yanına gittiği insanlar diğerlerine nazaran daha çok detay kazanıyordu. Akbabanın boynundaki tüylerin beyazlığını daha önce hiç görmediği bir renk gibi inceledi. Akbaba: “Modern yaşamda önem verdiğimiz şeylere paralel olarak, birbirimizi yargılamadığımızı veya sıfalandırmadığımızı söylemek, bence bir paradokstur.” Bu sözlerden sonra burada dönen şeyi anladığını düşündü ve heyecanlandı. Fikirlerini ve düşüncelerini dile getirişleri hem teknik hem de vurgu açısından edebiydi. Bir kitabı açmışlar ve oradan satırlar okuyor gibiydiler. Kendisinin her gün duvara karşı yaptığı şeyi yapıyor ve bunda hiçbir sakınca görmüyorlardı. Konuşmayı arzulayarak koridora girdi. Kedi ve köpeğe bakındı. Köpek orda, koridorun sonunu belirleyen duvarın önünde kartalla konuşuyordu. Ekrem kendisine artık eskisinden daha canlı ve zeki -ve eski kişiliğinden uzakta- gözüktüğü için birbirlerine açıkladıkları şeyleri merak etti. Önünden geçtiği ikinci odanın kapısı açıktı. Şaşırıp ve yutkunarak bir yer yatağının üzerinde sevişen hayvanlara baktı. Aslan, tavşanın üzerindeydi ama yine de hangisinin dişi veya erkek olduğunu seçemedi. İçerisi loştu ve kıyafetleri de üstündeydi. Olup biteni açıklayan tek hareket, ikisinin de ileri geri gidip, inlemelerini kendilerine saklamaya çalışırken aradan kaçan seslerdi. Kurt kendisini bu şok anından alıp, kedinin yanına götürdü. Kedi, “Gidelim istersen.” “Bilmiyorum, henüz konuşamadım bile.” “Bir dahaki sefere canım.” Konuşma betimlemesiz olmuş ve bitmişti. Ekrem’i de alıp, daireden ayrıldılar. Her zaman alışmamak için kendini geri çektiği bu tür karmaşık kalabalığı arkasında bıraMavi Öyküler -

26


kırken özlem duymasına şaşkındı. Tekerleklerin çıkardığı ses dışındaki sakinlikten faydalanarak biraz daha dikkatli düşündü. İstediği bir yalnızlık vardı ama bunu yaşarken aynı zamanda somut bir şeylere de ihtiyaç duyuyordu. Hayvanların konuşması canlandı kafasında. Bir insanın yüzünü saklamasının bilinçaltındaki sebebi ne olabilirdi? Bilinçdışı da baskısını hangi yönden yapıyordu? Bunu ortaya çıkaran adamın veya kadının düşüncesi neyse, diğerlerininki de o muydu? Giderek geride kalan binanın içindekiler, düşüncenin görselliğinden kendilerini soyutlamaya çalışıyorlardı. Bunu yaparken kendilerininkinin yerine başka bir surat koysalar bile bu, fikrin dinlenmesine giden en kusursuz yol olabilirdi. Eve girerken, iki hafta sonra arayacaklarını söylediler. Yatağa geçti ve varlığından sancı duyarak uyudu. Ekrem, gözlerinde bir önceki güneş doğumunun da ağırlığını taşıyarak sokağa çıktı. Gözlerinin gittiği uzaklık, bakışlarını engellemeye çalışan binaları yıkıp geçiyordu. Baktığı yerlerde, umutsuz evler yerine o an için kendi dışında kimsenin göremediği doğanın muhteşemliği vardı. İnsanın yenmeye çalıştığı tek gerçek döngünün ve yasanın sürekliliğini sağlayan dev ve bilge ağaçlarla, aralarına yerleştirilmiş vahşiliği düşlüyordu; yürümeye zorlanıldığı betonların üstünde. Tüm bu bireysel fantezisini acıtmadan yaran bir koku geçti yanından. Dönüp arkasına baktığında kahverengi saçlı bir adam uzaklaşıyordu. “Adam” öyle tanıdık gelmişti ki burnuna, uzun zaman sonra sıcak yemeğin kokusunu almış kıtlıktan gelen bir adam gibi gözleri açılmış ve sarsılmıştı. Ancak arkasından yetişip, elini omzuna koyduracak dürtüyü elde edemedi. Arkadaşını uğurlar gibi, bir süre daha arkasından baktı. Adamın ise bu platonik oyundan haberi yoktu, ya kız arkadaşına ya da bir tahminsizliğe gidiyordu. Ama kendini sarsan bu koku, bir parfüm şişesinden değil, derisine doğumu itibariyle işlenmiş kalıtsallıktan yükseliyordu. Unutarak sahile indi. Kafasını alkole bürüme sürecine girişti. Gün, deniz ve çimenlerin arasında bolca insan serpiştirmişti. 27

- Mavi Öyküler


Odasındaki iki haftalık kaçış kokusunu solurken, birkaç gün içinde Ekrem’den gelecek telefonu bekliyordu. Bu süre içerisinde anlatabileceği bir şeyler derledi. Ancak her seferinde kendini, sadece terfi almak için konuşma yapmaya hazırlanan, boğazı kravat kokan bir işadamı gibi hissetti. Hiçbiri içten değildi, duvar bile söylediklerini dinlemiyordu. Telefon üç gün gecikmeli geldiğinde, rüyasını orta yerinde iptal ettirip, eliyle masanın üzerini yoklayarak, titreşimi aradı. Bu sefer arayan Gizem’di. Maskesi yine aynı şekilde takıldı. Arkadaşlarının ise yanlarında nasıl taşıdıklarını merak ediyordu ama sormaktan vazgeçti. Diğerleri daha gelmediğinden fazla kalabalık değildi. Kendisi bir köşeye sığınırken Ekrem ve Gizem yine ilk olarak başka hayvanların yanına yanaştı. Bir an evin içinde dolaşan metafizik bir güç sırtına dayandı ve bir baykuşun yanına itti. Ayağına komut verdiğini bile hatırlamazken, şimdi sözcükleri dökmenin tam zamanı olduğunu düşündü ve ilk aklına gelenleri söyledi. “Ben… edebiyatı sevmiyorum. Her ne kadar yazdığım öyküler falan olsa da, tüm bunları kendi açımdan zavallıca buluyorum. Çünkü… yazdığım şeyler aslında deneyimleyip, hissini sonuna kadar tatmak istediğim şeyler… duygularım kelimelerle canlanmıyor ki. Öylece duruyorlar ve üzerlerinde gezinen örümcekleri izliyorlar. Bu yaratıkların iğrenç ayakları kendilerini gıdıklayıp, hareketlendirmiyor bile…” Daha konuşmaya devam edecekken, şaşkınlığı -sokak kapısı açıldığında hazırlıksız tenine çarpan cereyan gibi- titremesine sebep oldu. Hakikaten de söylediklerini, kendisinden ilk kez duyuyordu. Bunun üzerine daha önce hiç odaklanmamıştı, böyle bir olayın varlığından haberdar değildi. Edebiyattan böyle bir sebepten nefret etmek, belki de şimdiye kadar yapması gereken ama yapamadığı bir şeydi. Baykuşa konuştuğunu da unutmuştu. Üçüncü cümleden itibaren evde olduğundan bile yalnız kalmıştı. Kısa süreliğine soyutlanmış ve şimdi tekrar somut düzleme Mavi Öyküler -

28


döndüğünden ağırlığını kaldırmakta zorlanmıştı. Yabancı bir ses, bir kırbaç darbesi gibi odağını tek noktaya çekti. Baykuş, yanındaki bonoboya dönerek: “Edebiyat bence de, var olduğundan beri kuvvetli bir acı aracı olmuştur. Ben de isterdim ki, o şeyleri hiç okumamış olsam… Sadece bilgisizliğim ve düşünce darlığımla düz bir yaşam sürsem…” Sesin, ilk olarak söylediklerini dinlediği için, konuşması bittiğinde bir kadına ait olduğunu fark etti. Ve bu durum kendine bir parça huzur verdi. Denildiği gibi, dikkat ilk önce söylenenlere gidiyordu. Daha yeni yeni ona çaktırmadan vücudunu tarıyordu. Baykuş devam etti: “Ve biliyor musun, bence… âşık olmaktan, sevmekten veya nefret etmekten öte, insan ilişkilerindeki en yüksek düzey, bir başkasının varlığından haberdar olmaktır. Orada olduğunu, bilinçli olarak ölümüne kadar her anında bilmek; bu ifadesizlik…” Söylediği şeylere katıldığını belirtecekken köpeğin kartalın yanına hareketlendiğini gördü. Neydi bu hayvandaki? Özellikle onunla ne hakkında konuşuyordu? Tekrar baykuşa döndüğünde kendisine baktığını fark etti. Cevap beklediği belliydi ama aslında vermek de zorunda değildi. Ne de olsa toplanmanın özelliklerinden biri de buydu: karşılık vermeme rahatlığı. “Olabilir… Biraz boş ver yine de baykuş, hayatın bir anlamı olması, seni onu anlamaya itmekten başka bir şey yapmaz. Bence yaşam hep aynı şekilde nefes alır.” Kapıyı açan kurdun yanından içeri yılan girdi. Bu sırada bir süredir aklından güzelliğini çıkarmış olduğu kedi geldi yanlarına. Gördüğü şeylere detay veya analiz getirmez olmuştu. O yüzden sadece birilerinin kıpırdanışını, kıpırdandıkları şekilde algılıyordu. Kedi de bu yüzden gözüne oldukça sıradan ve basit geldi. Durgunluk doğuran yalnızlığı burada da kendisine sahip çıkmış ve onu yine “boş” sanılan bir doluluğa koymuştu. Yanındaki iki kadın şimdi bir şeyler konuşuyor ama o sahipsiz bir kuyudan karanlık suya doğru aktığı için, yankılanmaları net işitemiyordu. Aklı, özensiz hatırlanan anıların arasında köpek ve kartala gitmeye başladı; Ekrem’in kartalda veya kartalın Ekrem’de ne 29

- Mavi Öyküler


bulduğunu düşünmeden edemiyordu. Herkesin kendini değişik, entelektüel ve ilkel bir şeyler yapmak için fazla zorladığı bu maskeli balodan sıkılmaya başladı. Yine de insanın asıl maske taktığı zaman -en azından buradakilerin- fikirlerini veya aklından geçenleri söylediği ortadaydı. Zamanının çoğunu bir şeyi saplantı haline getirip, o olmadan yaşayamayacağını ayna karşısında iddia edenlerin ise, dinlerdeki tanrıyı bile kıskandıracak derecede ciddiyetleri vardı. Tüm bunlar oluyordu, hep olacaktı ve insan, içindeki o zaman geçirme güdüsünü doyurabilmek uğruna ne kadar alçalırsa alçalsın, ne kadar aptallaşırsa aptallaşsın, olmalıydı da. Modern yaşamın yakıtı maalesef sadece beslenme ve sevişmeyle sağlanamıyordu. Yılan konuşan ama duyulmayan iki dişinin arasından kendisini çekip kurtardı. Ama o hâlâ aynı yankının arasındaydı. Kulağına fısıldamak için yaklaştığını hissetti; kolunu tuttuğunda ürperme geldi. “Hani bir şey dersin ve o dediğini yeni keşfetmiş gibi hissedersin ama aslında bir ton insan tarafından çoktan söylenmiştir. İşte bu durumda kapılmaman gereken akıntı, söylediğinin klişe veya anlamsız olduğunu çığıran akıntıdır. Eğer onu söylerken, sözün kemiklerinin kafana çarptığını hissediyorsan… işte o zaman bil ki, sen o sözü söylemekle kalmayıp deneyimleyen milyonlardaki azınlığa da aitsin.” Yılan bu tuhaf demeçten sonra tekrar ayrıldı. Bahsettiği şeyi hayatında sadece birkaç kez yaşamış, inandığı bir düşünceyi çok nadir deneyimlemişti. Çünkü “mutluluğun paylaşıldıkça güzel olduğu” gibi bilgileri ancak mutluluğu uzun süre yalnız yakalamaya çalışmış insanlar anlayabilirdi. Kendisinin yalnızken yaptığı şey ise, yalnızlığın yaşamın kökeninde olduğunu kabullenmekti. “Köpeğin bu hali beynine bir yumruk gibi inmiş olmalı,” diyerek konsantrasyonunu sabitlemeye çalıştı kedi. Dışarı yansıtma zorunluluğu olmadan, gözlerindeki kızgınlığa sahip çıkarak, “Hâlâ da sızlıyor,” diye karşılık verdi. Söze giren baykuş, “Bu gece gösterim yok mu?” diye sordu. Ancak kimseden cevap Mavi Öyküler -

30


gelmedi; kimseye geceyle ilgili program dağıtılmıyordu. Bonobo nihayetinde neler döndüğünü anlamak için köpeğin yanına yöneldi. Hızlı adımlarını yere vururken, kafasındaki yapılandırmada Ekrem’den başka bir varlığın yanına gidiyordu; bastıramadığı şaşkınlığı ve ufak çaptaki korkusu bu yüzdendi. Yine kendi düşünde, artık hayvansallığını benimsemiş olan bu adam, bir zamanlar her şeyini paylaştığı içki dostundan da başkasıydı. Onun arkadaş varlığı artık sadece kendi sıkılganlığına ait değildi. Gelişini gördü, başını yavaşça kartaldan kendisine doğru çekti. Şimdi, duvarın dibinde dikilmiş iki merak uyandırıcı hayvanın yanındaydı. Köpek, direkt olarak ne için geldiğini anlamış gibi kolundan tuttu. “Sezdin değil mi?” “Nasıl sezdim mi? Ekrem, inanılmaz değişmişsin sen. Yani, şu duruşundan bile anlayabiliyorum bunu.” Kıskançlığı bir anda şekil değiştirmiş ve burukluğa dönüşmüştü. Bir şeyler olduğunu görüyor ama arkadaşı bunun ne olduğunu söylemeden, anlayamayacağını biliyordu. “Arkadaşın egosuyla, dış-bilincin birleştiği bütünlük için savaşacak. Düşlerini takip edecek,” diye konuştu kartal, tıpkı kabilenin yaşlı bilgesi gibi. Böyle sözlerin anlamını çok iyi bilse de, birinden direkt olarak duyunca afallamıştı. Köpeğin gerçek anlamda gözlerine baktı. Maskenin ardından kıpırdanışlarını görebiliyordu. Daireden çıkıp, geçen sefer Tan’ın sigara molası için oturduğu kaldırıma gittiler. Duyacağı şeylerden endişeleniyordu. Ayrıca şimdi kafasında yeni bir detay daha oluşmuştu. Her ne kadar “benmerkezci” olsa da, kafasına aniden yerleşen bu olasılığı kovamadı. Ekrem, nasıl kendisinden önce böylesine büyük bir değişimi gerçekleştirmişti? Ona ne olduğunu daha bilmese de, bu konuşma nasıl onun değişimiyle ilgili oluyordu? Daha üçdört ay öncesindeki halini hatırlıyor, kendisinden daha depresif ve cansız olan hali gözünün önüne geliyordu. Demek ki, şimdi onun yaptığı gibi, kafasını böyle ucuz saçmalıklarla oyalamamıştı. 31

- Mavi Öyküler


“Kendimi çoğunlukla düşünsel bir boyutta seyrediyordum Tan. Hayata ve fiziğe olan bağlantım ise hayalini kurduğum vücutların mastürbasyonundan öteye gitmiyordu. Ama bu süreç boyunca, eyleme geçebileceğimi fark ettim. Bunu gördüm. Ve, bu belki sadece benle alakalıdır ama o kadar basit gözüküyor ki. Yani, şurada olmaktan, evde televizyon seyretmekten veya bir şeylerden kaçmaktan daha basit. Belki abartıya kaçıyorumdur, belki saçmalıyorumdur ama belki de bunları düşünmemi sağlayan şey korkaklığım ve kendime biçtiğim anlamsızlığımdır. “Bundan sonra gideceğim yerde, doğanın çoğunlukta olmasına özen göstereceğim. Özünde sığınak olan evlere böylesine bağlanmayacağım. Geleceğimin modern olasılıklarını da en aza indireceğim.” Ayağa kalktı ve gökyüzüne baktı. Tan da öylesine duygulanmıştı ki arkadaşının gerçekleştirdiği bu devrimden, kendinden biraz daha soğudu. Bunca zamandır, kendinden beklediği hareketi arkadaşı yapmaya hazırdı. Onunla duyduğu gururu, katı ahlaka bağlı hiçbir anne-baba duyamazdı. “Bu muhteşem Ekrem.” Orada uzunca birbirlerine sarıldılar. Başka hiçbir laf etmeden birbirlerine baktılar ve ayrıldılar. Tan tekrar yukarı çıktı. Ekrem ise kartalın dediği gibi bütünlüğünü sağlamak için savaşa gidiyordu. Bunun gerçekleştiğine hâlâ inanamıyordu. O gerçekten de, insanların çoğunlukla filmlerde yapabildiği bir şeyi yapmaya gidiyordu. İlkelliğine dönüp, düşleriyle barışacaktı. Tüm bu “gece” olayı onun için bir araçtı. Kedi bir an önce yanına geldi. Patisini omzuna atarak teselli etmeye çalıştı. “Bu düzenlenen gecenin adı “Düşünce Sanayisi” olmalı. Onun gittiği yer ise “Eylem Sanayisi.” Ve emin ol Tan, bir gün sen de gideceksin. Bunu maskenden de kolayca anlayabilirsin.” Bonobo; primatlardan insana en yakın olanı. Yaşam ve ait olduğu tüm atomlar, o andan itibaren değerlerini arttırıp, berraklaşmış ve evinden çok uzaklarda bir yerde parlakMavi Öyküler -

32


lığını kendisine göstermek için bekliyordu. Düşünce Sanayisi devam ediyordu.

p

“BU KİTAPLAR BİR KERE BASILIYOR” “Patrona Veda” | Tuğçe Ayteş Karamel rengi saçlarını arkaya savurdu. “Neredeyse kırk yaşındayım, ama bir genç kızdan farkım yok,” diye geçirdi içinden. “Hem de başarılıyım. İnsanları nasıl kullanacağımı çok iyi biliyorum.” Yayınevinin merdivenlerini nefes nefese çıktı. Kapıyı iterken ciğerleri parçalanırcasına öksürdü. Aslında bu öksürme anını tam da kapıyı ittiği ana saklıyordu. Böylece kıtasına “Hazır ol!” emrini de sözsüz bir şekilde vermiş oluyordu. Sert kapı gıcırdayarak açıldı. Onun emrine amade olan çalışanları ondan önce gelmişlerdi her zamanki gibi. Patron olmayı çok seviyordu. Testi tıkacı gibi görüntüsüyle etrafta boy göstermek onun için yegâne gurur kaynağıydı. “Ayşe derler bana. On beş senedir bu yayınevini yönetiyorum. Kimse benim sırtımı yere getiremez.” İri göğüslerini kapatmak için yaz kış üstünden eksik etmediği ceketlerinden o an üzerinde olanı çekiştirdi. Leprikon’larınkinden(1) tek farkı yeşil değil siyah olan şapkasıydı. Onu çıkartıp eline aldı. Büyük odaya girdi. Altı senedir şahsi kölesi olarak kullandığı Yasin’in çalışmaktan çökmüş avurtlarını görmezlikten geldi. İçeridekilere sahte de olsa candan görünmek uğruna kuru bir “günaydın” dedikten sonra şapkasına uyumlu ayakkabılarını tıkırdatarak odasına yöneldi. İşe yeni aldığı kız pek çalışkandı. İşleri aksatmadan layıkıyla yapıyordu. Sevilesi bir tipti. Ruhunu tamamen şeytana satmamış olsa Tülay’a sempati gösterebilirdi. Ama sonuçta bir çalışandı ve onun talimatlarını yerine getirmek zorundaydı. 33

- Mavi Öyküler


Tülay, eğitimli ama bir yandan da saf birisiydi. Çevresi yoktu, o yüzden buraya dört elle sarılmıştı. Küçüklükten beri yapmak istediği işti bu üstelik. İşe yeni başlayanların hevesi ve heyecanı da henüz üzerindeydi. Ayrıca verilen işleri tatminden önce tam anlamıyla hallediyor ve boş durmayı sevmediği için vaktinin geri kalanında başka görevler de üstlenmek istiyordu. Tam dişine göreydi Ayşe’nin. Onu tüketene kadar kullanabilirdi. Tülay, patronunun geldiğini fark etti, ama işini bırakıp ona “günaydın” demek için kalkıp kadının odasına da gitmedi. Kısa sürede onun buna layık biri olmadığını anlamıştı. Ayşe kurtuluşun sosyalizmde olduğunu söyleyip duruyordu. Tülay hiçbir akımdan yana olmasa da en azından bilgi birikimi Ayşe’nin bu lafına gülüp geçmesine yeterliydi. Çalışanlarının maaşlarını ve sigortalarını ödemekten kaçınan, üstüne üstlük utanmadan onların adıyla kendine kredi açtıran ama arabasını değiştirmekten ve kızını özel okulda okutmaktan hiçbir çekince duymayan bir sosyalist… Kadın şaka yapıyor olamazdı, kendisi başlı başına bir şaka olmalıydı. “En âlâ kapitalistim,” demesini beklemiyordu, ama bari bu kadar riyakâr olmasaydı. İzm’ler Tülay için önemli değildi, önemli olan insandı onun için. Bu kadın insana da nasıl davranacağını bilmiyordu ki… Ama bir yazar veya ona gelir ve nam getirecek birisi geldiğinde kibarlıktan kırılacak gibi oluyordu. Onun dışındakilere bağırıp çağırıyordu. Tülay’a da sesini yükseltmeye yeltenmişti birkaç sefer, ama Tülay tepkisini koymuştu. İyi bir üniversite mezunuydu, kitap tutkusu ona her şeyi geride bıraktırmıştı, ama karşısına çıkan ilk şans burası olsa da bu kadına muhtaç değildi. Farklı insanlar tanımaya, kendini göstermeye başlamıştı. Ama diğer iş arkadaşlarının, kendisiyle aynı şartlara sahip olmamalarından ötürü Ayşe’den kötü muamele görmeleri onu üzüyordu. Burasının iğrenç bir yer olduğunu daha önceden fark etse muhtemelen daha sevimli bir yayınevinden ikinci haftasında gelen teklifi reddetmezdi. Yine de “Kısmet…” deyip geçti. Orayı gidip görmedikçe, içinde çalışmadıkça nasıl bir yer olduğunu bilemezMavi Öyküler -

34


di nasılsa. Tülay çalışkanlık ve saire gibi işle ilgili olumlu özelliklere sahip olmanın yanı sıra insan ilişkilerinde de başarılıydı. Patronun şerrinden kaçan ve kaçamayan bütün herkesle iyi geçiniyordu. Patronların çalışanlarının birbiriyle iyi geçindiğini görmekten memnun olduğunu düşünürdü o zamana kadar. Ama nedense diğer kızları onunla görüştürmüyorlardı “dikkati dağılır” diye. Yoksa birlik olup patrona diklenme ihtimallerinden değil… Tülay vermişti vereceği gazı. Genel manada bir isyan çıkartamasa da bireysel olarak birkaç tepki konulmasına önayak olmuştu. Gün geçtikçe Ayşe baltayı taşa vurduğunu hissediyordu. Bir yandan bu kızda gelecek olduğunu, çok işine yarayabileceğini gördüğü için hayatında hiç yapmadığı bir şekilde o na yayıncılık hakkında bilgi veriyor, kitap hazırlama programlarını öğretiyor, hatta için için ona saygı duyuyor, bunlardan dolayı da kendine hayret ediyordu. Oysa Tülay’ın yönetmek veya yönetilmekle işi yoktu. Onun gözünde herkes eşitti. Kimseye kimseden fazla değer biçmiyordu. Belli ki insanlarla iyi anlaşmasının sırrı burada yatıyordu. Bir keresinde muhasebedeki kızlardan birisi patronun ve onun hem akrabası hem de kuklası olan muhasebedeki kadının onlara kötü davrandığından yakınırken Tülay’a, “İleride kendi yayınevini kurarsan beni de alırsın değil mi?” demişti. Tülay da kıza sevgiyle ama içinden Ayşe’ye sayıp dökerek, “Tabii ki,” demişti. Ayşe, Tülay’ı ne iliğini kemiğini kurutana kadar kullanabileceğini ne de kendi safına çekemeyeceğini anlamaya başlıyordu. Kız manyak gibi maaşını ve SSK ödemelerini takip ediyor, bunlarda en ufak bir gecikme veya eksikte tepesine çöküyordu! Olacak şey miydi bu? Hele bir de gözlerini sebatla onun gözlerinin içine dikivermiyor muydu? Al başına belayı. Ruh diye bir şeyin varlığına inanıyor olsaydı oracıkta uçup gideceğine emindi. Ama neticede Tülay’ın başka işi, tanıdığı yoktu. Babası da çalışmıyordu. Paraya ihtiyacı vardı. Evet evet, bir noktadan sonra elbet teslim bayrağını çekecekti. 35

- Mavi Öyküler


Ama tahmin etmediği bir şey vardı. Tülay hiçbir zaman pes etmezdi, teslim olmazdı, sonuna kadar uğraşırdı inandığı bir mesele için. Kitap âşığı olması onun gözlerini tamamen kör etmemişti. Özsaygı ve haklarını savunma söz konusu olduğunda gittiği yere kadar giderdi. Son maaşı ödenmemişti hâlâ. Ödetecekti elbet. Sıkı çalışıyordu, İngilizce yazışmalar, araştırmalar, çeviriler vs her şey onun eline bakıyordu, emeğiyle onu kendine muhtaç hale getirmişti. Ama bu seferki maaşını nakit olarak alamayacak gibiydi, kitap siparişi verirdi öyle bir durumda. Ayşe, genelde maaşını ödeyemediği sıkı kitap okuru olan çalışanlarına kitap satarak alacaklarını kapatırdı. Hayrına yapmazdı bunu haliyle. Sattığı kadarıyla yüzde alırdı dağıtımcılardan. Tabii bir de yeni aldığı arabasının taksitleri zamanında ödenmeliydi. “Madem öyle, işte böyle…” Evine yakın olan kitap fuarına iş arkadaşları sürüklenmesin diye son iki hafta kitapları bekleyecekti. Sonra da patronu ve muhasebedeki silik kadını ağzını açıkta bırakarak işi bırakacaktı, hem de başka hiçbir garantisi olmadan. Ayşe, Nimet’le oturup bütün gün lak lak yapıyordu. Tülay nasılsa çalışıyordu. Nimet de Ayşe’yle aynı yaşlarda, ama onun gibi çıtı pıtı olma çabalarının onu iyice maymuna çevireceğinin en azından farkında olan birisiydi, Ayşe’nin muhasebecisiydi. Karaktersizlikte Ayşe’den bir boy ilerideydi. Doğru söylediği nadiren görüldüğü gibi bir de çalışanlar arasında ikili oynayıp ara bozma rolünü de üstleniyordu. Tülay, odasında bekliyor, altın vuruş için uygun anı kolluyordu. İki kadın Ayşe’nin odasında oturmuş, kendi aralarında konuşuyorlardı: “Nimet, bu kız için (gözüyle Tülay’ın odasının olduğu yönü işaret ederek) ne düşünüyorsun?” “Aman Ayşe, senin eline su dökemez.” “Baksana son düzeltilerde hatalar var. Kasti yapmış olmasın sakın?” “Tülay mı? Bırak ya. Safın teki o.” “Var bir bit yeniği ama…” Mavi Öyküler -

36


“Şu kadarcık göt yoktur onda. Burayı bırakıp da n’apacak? Gül gibi iş bulmuş.” “İşte, onun öncelikleri iş veya para olmayabilir. Karşımda durduğunda tüylerim ürperiyor. Ahan da. Karıştırmış dipnotları. Şöyle bir sıçıp sıvayayım şuna.” Tülay’ın odasındaki telefon çaldı. “Efendim?” “BU DİPNOTLARIN HALİ NE BÖYLE!” Tülay, Ayşe’nin kendisini dinlemeden bağırıp çağıracağını biliyordu. Telefonu kendinden uzak bir noktada havada tuttu ki bu cırtlak ses kulak zarını parçalayıp geçmesin. Hatanın nerede olduğuna baktı. İki dipnotun numarasını değiştirince olay çözümleniyordu. Robot gibi bir açıklama yaptı. Ayşe hızını alamamış, Tülay’ı odasına çağırmıştı. Giderayak kadın kaşınıyordu. “Oo teşrif ettin bakıyorum. Bu ne dikkatsizlik son günlerde? Olmaz ki böyle… Dır dır dır… Vır vır vır…” Kadın hiç susmayacak gibi konuşuyordu. Tülay kanının damarlarından çekildiğini hissediyordu. İnsanlıktan yavaş yavaş çıkıyordu. Şu kadının suratının ortasına okkalı bir yumruk, yok yok tekme indirse… Yoo hayır, Ayşe ne olursa olsun konuşmaya devam ederdi. Tamamen susturmak lazımdı. Masasının üstündeki kalemlikte kalemlerin arasında bir makas gördü. Kadın ne olduğunu anlayamadan makası eline aldı ve Ayşe’nin boynuna sapladı. Aortundan oluk oluk kan akarken Nimet çığlık çığlığa bağırıyor, yayınevinin içinde bir ileri bir geri tavuk gibi koşuşturuyor, ilkyardım yapmak veya polisi aramak aklına bile gelmiyordu. Tülay yol açtığı manzarayı sükûnetle izliyordu. Birisini öldürünce insan pişmanlık duymaz mıydı? Ufacık da olsa? Tülay neredeyse insanlığa hizmet ettiğini düşünecekti. Oksijenimizi ve besin kaynaklarımızı tüketen bir parazit daha temizlendi gibisinden… Nimet’in çığlıklarıyla Yasin odaya koştu. Mizacı utangaç, çekingen ve cesaretsiz olan Yasin olduğu yerde donakaldı. Tülay da hâlâ kıpırdamıyordu. Ayşe, yayınevindeki tek rahat yer olan koltuğunda yığıldı kaldı. Kızlardan birisi dışarıdaydı. İçeride olan 37

- Mavi Öyküler


diğer kız da gelince film koptu. “Aaa! Allahım Allahım! Tülay sen ne yaptın böyle? Ayşeee? Ayşe ses ver? Tülay bu kadarına gerek yoktu. Onun hayatını geçtim, senin hayatın da karardı.” Tülay’ın bilinci yeni yeni yerine geliyordu. Editörlük alanındaki kariyeri son bulacaktı. En az on sene hapis cezasına çarptırılacaktı. Yazarlığa hapishanede belki devam edebilirdi. Ailesi ve birkaç arkadaşı perişan olacaklardı. Hapiste bir sürü berbat şeyle karşılaşacaktı. Çıktığında annesi ve belki kardeşi dışında kimse onu bağrına basmayacaktı. Hep “e ski bir hükümlü” olarak kalacaktı. İş bulamayacaktı, hatta belki âşık bile olamayacaktı. “Dipnotların kayması ne demek biliyor musun? Bu kitaplar bir kere basılıyor. Ne istersen yapıyoruz. Derdin ne senin?” Tülay, Ayşe’nin kalemlerinin arasındaki makasa baktı. Çocuk makasıydı, ucu yusyuvarlak. Kimseye bir zararı dokunmazdı. Hem sivri uçlu olsaydı da hayatını karartmasına neden olacak bir anlık bir cinnetin pençesine düşmezdi. Aklından geçenleri çabucak savuşturdu. O, insanları, böyle bir kadına bile zarar veremeyecek kadar seviyordu. Hem önünde parlak bir gelecek vardı. Bir beş on sene sonra muhtemelen kadın onun ulaştığı noktaya şaşkınlıkla ve gıptayla bakıyor olacaktı. Kendisi olmak, çabalamak ve doğru insanlarla iletişim kurmak, sebat etmek yeterliydi. Bunun gibi bir çirkinliğe adını yazdırmak ona göre değildi. “Lafınız bittiyse ben konuşmak istiyorum.” Bu kadar sakin ama mağrur bir tepki beklemeyen Ayşe şaşaladı: “Konuş bakalım.” “İşi bırakıyorum.” Ayşe’yle Nimet üzerilerine buzlu suyun hemen ardından kaynar su dökülmüş gibi pörtlemiş gözlerle bakıyorlardı. “Ama bak kadın yöneticinin olduğu, kadınların duyarlılığının bulunduğu böyle bir yer bir daha bulamazsın. (Kadın patron mu, kaç…) Ne istersen yaptık. İzin istediğinde verdik. Giriş çıkış saatlerine karışmadık. (9’da başlayan mesai normalde akşam 6’da Mavi Öyküler -

38


biter zaten.) Sigorta bile yaptık. (Yok bir de yapmayaydın…) “ Tülay kadının argümanlarını dinlerken sinirinin yerini kara bir mizahın aldığını fark etti. Eğlenmeye başladığını bile itiraf edebilirdi. O yokken ayda bilmem kaç kitap çıkarmaya devam etmeyi deneseydi sıkıyorsa. “Geçen ayki ve bu ay bugüne kadar olan maaşımı almaya gelirim.” Ve Tülay arkasına bakmadan çekti gitti. Ayşe gibi insanlar her dönem var olmaya devam edecekti. Tülay gibi hevesli, yüreği üretmekle dolu genç edebiyat tutkunlarından da bu sayede her zaman yararlanabilecekti. Ama yine de onun gibilerin bu yaptıklarına “Dur!” denilecek bir nokta hep olacaktı. Ayşe ve benzerleri yetenekli, yürekli elemanlarını kaybetmeye devam edecekti. ~~~ , (Modern İrlandaca: leipreachán, diğer kullanımları: leprechawn-lubberkin-lepracaun) İrlanda mitolojisinde İrlanda Adası’nda yaşadığına inanılan yeşil giyinen, ayakkabıcılıkla uğraşan küçük vücutlu cinler. İrlandalı mitoloji araştırmacılarının söylediklerine göre Kelt ırkı insanların İrlanda adasına ayak basmadan önce burası Leprikonların ortak yaşam alanıydı.

(1)Leprikon

Leprikonlar ve diğer yaratıklar Kelt ve Kelt öncesi tarihin birer sembolüdür. Ayakkabı yapımıyla para kazandıkları, çok zengin oldukları ve savaş zamanında birçok hazine gömdükleri söylenir. Efsaneye göre bir Leprikonla karşılaşıp göz göze gelen kaçamaz ve o anda ortadan kaybolur. Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Leprikon

p

“KÂĞIDIN ÜZERİNDEKİ VARLIKLARIZ” 39

- Mavi Öyküler


“Yazarlar Nasıl Giyinmeli Üstüne Bir Sohbet” | İ. Kürşat Çetin Ne yapabilirdim ki? Sting konserine giden bazı “şarkıcılar” yüzünden biletimi aynı fiyata başkasına satmış ve Roger Waters’ı beklemekten başka çarem kalmamıştı. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” demiştim. Evde oturmaktan sıkılıp her sıkıldığım zaman yaptığım şeyi yapmaya; yazı yazmaya başlayacaktım. Öykü yazmaya sıkıntıdan, şiir yazmaya da, hem sıkıntı hem de zaruri nedenler dolayısıyla başlamışımdır. Neyse, başladım yazmaya. Yazı, sohbet havasında olacaktı ve sohbet edecek ve ettiğim sohbeti kâğıda aktarmamı sağlayacak hiçbir dostum, gerçek dostum olmadığı için, çağırdım bazı öykü kahramanlarımı. Hemen geldiler. Long Hair, Klimanjaro, Kostarika, Francisco ve tabii ki vazgeçilmez diyalog adamım Frankie. Konumuz, gündelik olmalıydı ve gündelikten de kastımız, güncellikti. Ama yine de sıkıntıyla yazdığım için ve yazıyı, sıkıntımı giderme amaçlı değil, varlığımı idame amaçlı bir yol olarak görmemden, biraz mizah havasında geçecekti sohbet. Ve bu yazıyı yazarken beni, kadın şarkıcılarım motive edecek: “Sinead O’Connor, Kim Wilde, Paula Abdul, Vanessa Mae, Edith Piaf, Anne Marie David, Cyndi Lauper…” Biraz uzak kalmak gerekiyor bazen Adorno’dan, Althusser’den, Benjamin’den, Habermas, Chomsky ve Gramsci’den. Neyse, uzatmayım. Konumuz: “Bir yazar nasıl giyinmelidir? Fiziksel özellikleri ne olmalıdır? Ya da olmamalıdır?” Sözü ilk olarak Frankie’ye vermek istiyordum ama Francisco, bardakları duvara nasıl atıyorsa, lafı da öylece attı bana. “Bence yazar, kendine yakışanı giymelidir.” “Senden de böyle bir yaklaşım beklenirdi Francisco. Kafanda patlayan tüp pek kendine getirmemiş seni anlaşılan.” “Neden öyle söylüyorsun ki Kürşat? Diğer insanlardan ne farkı vardır ki bir yazarın?.. Herkes gibi olmalı bence. Yazıları ne kadar avangart ya da fütürist veyahut bilim-kurgu olursa olsun; beni ilgilendirmez ama kılık kıyafeti herkes gibi olmalı.” Mavi Öyküler -

40


“Tamam da Francisco, ben uzayla ilgili ya da uzaylılarla ilgili roman yazan bir bilim kurgu romancısının illa da gidip astronot ya da uzaylı kostümü giymesinden bahsetmiyorum. Sadece farklı olmamalı mı diğer insanlardan? Lafın burasında, başarılamamış bir intihar girişiminin parçalı bulutlu sonucu olan Klimenjaro devreye girdi. “Ben karışmam valla. Ne giyerse giysin.” “Demek öyle düşünüyorsun ya da düşünmüyorsun Klimenjaro.” “Evet abi, bana ne. Zaten kafam dumanlı. İçki var mı Kürşat?” “Senin için sayfaya birkaç damla şarap damlatırım, sen merak etme dostum.” “Eyvallah bilader.” İçkiyi hatırlatması iyi oldu Klimenjaro’nun. Bir keresinde onun evinde Kırat şarabı içmiştim. “Narsist Siklamenler” adlı öykümde takılmıştık. Foucault sokağında mı oturuyordu, neydi şimdi hatırlayamıyorum ama çıkıp içki almam lazım şu an. Şu gerçeklikte en azından… İçki konusu, hatta içki sorunu halloldu. Evet, bu arada gerçekten bir yazarın kılık kıyafeti konusunda genel geçer bir yönetmelikten bahsedebilir miyiz? Tabii ki hayır. Sonuçta Kerouac da yazardı ve kıyafetleri harikaydı. Meksika raylarında ya da San Pedro sahilinde yürüyen biri için, trenlerde ve daha birçok işte çalışmış biri için yeterince pejmürdeydi ve bu da ona yakışıyordu. Bence öyle olması gerekiyordu. Jack London’ı okumayı, belki de giydiği kıyafetleri gördükten, yani fotoğraflarını gördükten sonra bıraktım? Sanırım? “Bence yanlış düşünüyorsun”, diye söze atladı Frankie. “Sen benim düşüncelerimi nereden biliyorsun ki?” dedim. “Sonuçta yazıyorsun ve biz de bu kâğıdın üzerindeki varlıklarız. Duymasak da görüyoruz, görmesek de biliyoruz.” “Tamam tamam, sen ne düşünüyorsun peki?” “Benim düşüncem önemli değil, nasıl olsa sonuçta kendi düşüncelerini yazacaksın bu kâğıda ama şunları hesaba katmıyorsun. Shakespeare nasıl giyiniyordu? Ya da Oscar Wilde. Dönemlerine 41

- Mavi Öyküler


uygun, çok şık, zarif ve etkileyici.” “Tam üstüne bastın, çek ayağını Frankie. Haklısın, etkileyici.” Anlatmaya çalıştığım bu. Şıklık, temizlik ve diğer etmenleri bir kenara koyarsak, elimizde “etkileyicilik” kalıyor. “Yine bir yere takılıp kalıyorsun Kürşat. Capote ya da Warhol’u düşün. Şık olmadıkları zamanlar da oluyordu. Her zaman etkileyiciydiler ama bu etkileyicilik, tarza sahip olmalarından kaynaklanıyor bence. Eşcinsel olmalarından değil. Günlük yaşamda sokakta yürüyen bir Freddie Mercury ve Boy George arasındaki fark bu. Tarz. Mercury sokaktayken rüküş değildi ama etkileyiciydi. “Yine üstüne bastın. Çok haklısın. Bir yazarın ilk önce tarzı olmalı. Ben de senin gibi, yani ben de benim gibi düşünüyorum.” Hızlı süren bu sohbet, daktilomun şeridinin yırtılmasına ve kopmasına neden oldu. Yeni bir şerit değiştirmem uzun sürecek. Diğer daktiloma dönmeliyim. Onun da “ı” harflerinde sorun var. Neyse, “ı”sız yazacağim artik… Ayrıca Frankie’nin kaçırdığı bir nokta vardı. Şarkıcıları ya da ressamları, bu sohbete dâhil etmemiz büyük bir yanlışa ve çıkmaza neden olacaktır. Savunduğum noktalardan biri şu aslında. Bir yazar, ressam kadar olmasa da, resimden ve resim yorumlamaktan haberdar olmalı. “Bir tablo, yazarın beyninde açılımlara sahip nitelikte olmalı.” Bu söz bana ait ama ben bu söze katılmıyorum. “Bir yazar, bir tabloyu yorumlayacak ve yeni açılımlar yaratacak bir beyne sahip olmalı.” Bu sözüme, şu anlık katılabilirim. İlerde değişebilir. Değişmeyen ne var ki zaten… Şu dünya devranında değişmeyen ne gördük. Neyse, saçmalamayım. Konuya dönelim. İlk yazdığım öykülerimde beni asla yalnız bırakmayan ve her türden karmaşıklığa, belaya ve de çıkmaza dalan karakterim Long Hair’ın fikrini almak istiyordum bu konuda: “Muhabbet seni sarmadı anlaşılan, Long Hair? Sesin soluğun çıkmıyor.” “Felaket akşamdan kalmayım Kürşat. Öykülerinde içire içire alkolik yaptın beni. Hâlâ o yazılarda geçen barlarda takılıyorum Mavi Öyküler -

42


ama dinliyorum sizi. Siz devam edin.” “Senin hiçbir fikrin yok mu?” “Yahu ne bileyim? En azından bir yazar sigara yerine pipo kullanmalı. ‘Gönlüm hiçbir şey kullanmamasından yana’ falan demiyorum tabii ki ama içiyorsa da pipo içmeli.” “Neden ki?” “Seni hatırlıyorum eskiden beni yazarken. Daktilonun başına geçer, şarabını açar ve bir sigara yakıp yazmaya başlardın. Yaktığın her sigaradan sadece bir nefes alabiliyordun. Gerisi, kül tablasında kendini yiyip bitiriyordu. Günde üç paket sigara, ailenle aranda harçlık krizine neden olmuştu. Çok iyi hatırlıyorum. Sonra pipoya başlamıştın. Bitmiyordu ve bittikten sonra da sigara ihtiyacı duymuyordun. En azından eve gelen dostlarına buna benzer bir açıklamada bulunmuştun.” “Bunun dışında?” “Bunun dışında eklemek istediğim bir şey yok. Ne giyerse giysin yazarlar. Sen bir ara yazının başına oturmadan önce duş alıyordun, kokular sürüyordun, fular olaylarına falan girip temiz giyiniyordun ama sonuçta yazıların ucuz Ege şaraplarının ve sarma sigaraların kokusundan geçilmiyordu.” “Beni yazar olarak mı görüyorsun?” “Yazı yazan biri olarak en azından. Sonuçta yazıdan para kazanmıyorsun.” “Anladığım kadarıyla diyeceklerin bu kadar Long Hair. Teşekkür ederim. Yine yalnız bırakmadın beni.” “Her zaman dostum. Ne demek. Ayrıca unutma, J.P. Sartre da pipo içiyor ama sonuçta varoluşun bir kokusu yok.” “Anlamadım ama neyse, sonuçta Sartre’ın üstüne sinmiştir ağır tütün kokusu. Bu da, onu var eder…” Long Hair’ın konuyu dağıtacağını adım gibi biliyordum. Eskiden felsefe okumuşluğu, sonra da filozoflara karşı oluşturduğu kişisel bir saygısı vardı. Daha sonraları da tümden sapıttı. Nietzsche’yi bıyıkları yüzünden sevmiyor; J.S. Mill’in favorileri yüzünden fotoğrafını büyültüp duvarına asıyordu. Belki de düşünce özgürlüğüne kökten gerçekten inanıyordu? Ben bunları yazarken, içki sarhoşluğundan kendini atmaya çalışan ve sıcak duş alıp karbonatlı soda içen Klimenjaro aramıza 43

- Mavi Öyküler


döndü. “Hâlâ aynı dava üzerinde misin be? Yeni bir şeyler yok mu?” “Konuya tam anlamıyla giremiyoruz Klimenjaro’cuğum.” “Ben gireyim Kürşat. Bir yazar, kazandığı ölçüde giyinmeli. Çok kazanıyorsa, 10 liralık gömlek yerine 10 bin liralık gömlek giymeli. Rengi, şekli, her şeyi aynı olursa olsun; pahalı olmalı. Bu, onun içine gireceği sosyal çevreyle alakalı. Sokağı yazan adam, sokakta yaşayanlar gibi giyinecek diye bir kaide olmamalı. Sokağı yazan adam kol düğmesi de takmasını bilmeli.” “Kusura bakma ama düpedüz saçmaladın.” “William S. Burroughs’u görmedin mi? Kullanmadığı uyuşturucu, girmediği alkol tekkesi kalmamış ama takım elbisesiz göremezsin.” “Onun tarzı var. Sen sayıklarken biz geçtik o konudan.” “O zaman benim ekleyebileceğim bir şey yok. İçki var mı?” “Yok. Var da, anca bana yeter.” “Peki, ben gidiyorum o zaman. İşiniz düşerse ararsınız.” Bir yazar ne giyerdi? Ne yerdi? Nerede yerdi ve yatardı? Bir yazar kiminle beraber olur ya da olmazdı? Bir yazar ne içerdi? İçtiğini mi yazardı, içmek istediğini mi; yoksa içip de, içmiş olmayı hayal ettiklerini mi? Bir yazar ne giyerdi? Sonra, muhabbete hiç katılmamış olan Kostarika söz istedi. Oturumu yönettiğimden değil, sadece dostum olduğu için söz verdim ona. “Sizi bu noktaya kadar dinledim Kürşat. En azından sayfada oturduğum için, yazdıklarını gördüm. Benim fikrim şu. Önemli olan, yazarın ne giydiği değil, ne yazdığıdır.” “Ben sana katılamayacağım Kostarika. Camus yazı tarzı yerine kıyafet tarzını değiştirse daha iyi olurdu belki?” “Ben de sana katılamayacağım Kürşat. Yazarların kıyafetlerine karışmadığımız gibi, yazdıkları yazılara da karışmamalıyız. Mill’i hatırla… Haklıydı Kostarika. Belki de ben haklıydım. Ya da biz mi haklıydık, demeliyim? Onu bunu bilmem. Benim merak ettiğim şu: Acaba yazarlar ne giyerler? Ya da şairleri mi konuşsaydık? Belki de konuştuk? Mavi Öyküler -

44


p

“BENİ SEVİYOR MUSUN?” “Bir Başka Yaşamak” | Ayşe Korkmaz “Bilmem tamamlanır mıydık bir başka yaşamakta Ben uyansam da ay ışığından Müjgân uyumakta” Attila İlhan Müjgân, onu seviyordu. Bu, otuz yıllık yaşamı boyunca Arif’in başına gelen tek güzel şeydi. Göğüs kafesine sığmayan kalbi bütün bedenini esir almış gibiydi. Sabah ezanlarıyla yollara düştü. Aceleci davrandığını anlayınca, yolunu uzatmak için sahilden dolaştı. Denizin mavi rengi griye dönmüştü. Havada insanın içini gıcıklayan, ağır bir is kokusu vardı. Ayakkabıları ıslanmasın diye çıkarıp eline aldı. Ayağına takılan, geceden kalma boş bira kutularını bir tekmeyle denize fırlattı. Topuğunu kanatan cam kırıklarına sövgüler savurdu. Artık her şey geride kaldı. Müjgân’ı görür görmez hissetti bunu. Hayatına hâkim olan siyah renk, Müjgân’ın gözlerinin mavisinde eridi. Saklı gizli günlerce takip etti Müjgân’ı. Yaşadığı yeri, çevresindeki insanları izledi. Yavaş yavaş çıktı karşısına. Geçen zaman, hislerini daha da büyüttü. Sahilde tek tük insanlar vardı. Arif, onların yüzlerine bile bakmıyor, kaşları çatık, çok uzaklara dalıp gidiyordu. Yıllarca onlar tarafından hor görüldü. Lanetli biriymiş gibi davrandılar Arif’e. Özlemini duyduğu hayatı yalnız kapı aralıklarından, anahtar deliklerinden izledi. Aslında bütün bunları hak etmediğini düşünüyordu. Dişlerini sıktı; çirkin, esmer yüzü öfkeden iyice karardı. Sigarasından bir nefes çekti; ağzında bıraktığı berbat tadı fark edince tükürdü. Müjgân, onu seviyordu. Bütün ruhuyla hissediyordu bunu. Göz45

- Mavi Öyküler


lerinde yakaladığı parıltı ancak büyük bir aşkın eseri olabilirdi. Önceleri Müjgân’ın yüz vermediğini hatırlayınca içi burkuldu. Hatta bir ara, nasıl da umudunu yitirmişti... Ama dün, yanıldığını anladı. “Seninle konuşmak istiyorum” dedi Müjgân. “Yarın sabah buluşup çay bahçesinde oturalım mı?” Çay bahçesine, yarım saat erken gitmesine rağmen, Müjgân’ı bekler buldu. Üstünde mavi bir elbise vardı, gözleriyle aynı renk. Üstelik dudağını boyamış, uzun sarı saçlarını omuzlarına bırakmıştı. Bu haliyle masal prenseslerini andırıyordu. Sıcak bir yuva, mavi gözlü çocuklar düşledi Arif; annelerine benziyorlardı. Yüreklerindeki umut, çiçek olup açıyordu ak pak yüzlerinde. Başları dik geziyorlardı. Utanacak, sıkılacak ya da saklayacak hiçbir şeyleri yoktu yaşamdan. Yaşamın da onlarla paylaşacak kozu yoktu. Sonra, yeniden kaşları çatıldı; koskoca bir kara bulut çöktü düşlerinin üzerine. Ezilip büzülerek, Müjgân’ın yanındaki sandalyeye ilişti. Bütün gözler ikisine yöneldi. İnsanların akıllarından geçeni tahmin edebiliyordu. Birbirlerine yakışmadıklarını düşünüyorlardı. Olsun, Müjgân onu seviyordu ya, önemli olan buydu. Birer bardak çay içtiler; sonra kız konuşmaya başladı. Ağzından çıkan her kelimeyi özenle seçiyordu. “Çok düşündüm.” dedi. “Sana anlatmaktan başka çare bulamadım.” Takınabildiği en yumuşak ifadeyle, Arif’in yüzüne baktı. “Beni seviyor musun?” diye sordu. Sarsıla sarsıla “Evet” dedi Arif. “O zaman bana bir iyilik yap.” Arif, şaşkınlık içerisinde, bu sözlerin devamını bekledi. “Birine aşığım.” dedi kız. “Hani o birlikte dolaştığın uzun çocuk var ya… Benim adıma, onunla konuşur musun?” Arif’in gözleri karardı. Müjgân, bundan habersiz, konuşmaya devam ediyordu. Ama Arif, onu duymuyordu. Çünkü artık hayatında Müjgân yoktu. Sıcak yuvası, mavi gözlü çocukları, hiç Mavi Öyküler -

46


olmayacaktı. Derin bir uçurumdan yuvarlanmaya başladı Arif. Bedeninin hiçbir parçasını hissetmiyordu artık. Kafasının içindeki kesik görüntüler hızla gelip geçti gözlerinin önünden. Sonra birer birer bu görüntüler de karardı. Müjgân’ın üzerine kurduğu yalancı mutluluk, yerini dipsiz bir karanlığa terk etti. Nereden çıktıklarını anlayamadığı bir grup çocuk etrafını sardı. Bir yandan dönüyor, bir yandan da koro halinde bağırıyorlardı. “Kambur Arif uuçtuu, kamburunun üstüne düüştüü. Kambur Arif uuçtuu, kamburunun üstüne düüştüü.”

p

“ORADAN GERİ DÖNEN OLMADI” “Uçurumun Ortasında” | Ruhşen Doğan Nar Ailemin bana anlattığına göre tam yirmi yıl önce buraya geldim: bu muazzam uçurumun ortasına… Uçurumun karanlık, bilinmeyen diplerinden doğan ve yükseldikçe kalınlığı milim milim artan bir ters piramidin üstündeyim. Etrafımda milyonlarca insan var, kimi yakın kimi uzak; ama hepsi de kendi piramidinin ona sunduğu kadar toprağın üstünde hayatını geçiriyor. Ailem, arkadaşlarım yakınımda. Ama bir o kadar da uzağımda; çünkü bir piramitten başka bir piramide geçmek imkânsız. Şimdiye kadar bunu deneyenler oldu: Birbirlerini çok sevdiği için aynı piramitte yaşamak isteyenler birbirlerinin piramidine atlamaya çalışırken kendini uçurumun dibinde buldu. Piramitler sahiplerinin kontrolü dışında bir anda yakınlaşıp uzaklaşabiliyorlar. Bu bilgiden şu kanıya vardım yıllar önce: Aslında onlar bize değil biz onlara aidiz. Çoğu zaman insanlar uçurumun ortasında yaşadıklarını yadsıyorlar ve sadece yakınlarından biri uçuruma düştüğünde ondan söz ediyorlar. Bundan kısa bir süre sonra ise uçurum onların 47

- Mavi Öyküler


aklından uçup gidiyor ta ki aralarından biri daha uçuruma düşene kadar. İşte uçurumun ortasında böyle kısır bir döngü içinde geçiyor insanoğlunun ömrü. Kimileri o kadar çok sıkılıyor ki bu kahrolası döngüden, uçuruma atlıyorlar. Bazıları ise uçurumun sonunu o kadar fazla merak ediyor ki meraklarına son vermek için kendilerini uçuruma bırakıveriyorlar. Bana gelirsek, ben uçurumdan ölümüne korksam da bazen bakıyorum o sonsuz boşluğa. Üstünde durduğum toprağın bir pamuk ipliği kadar inceldiğini ve sonra yok olduğunu görüyorum uçurumun ortasında. Hayatımın bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlıyorum ve bir gün herkes gibi düşeceğim o uçurumun sonunda ne olduğunu merak ediyorum. Ama kendilerini piramitten aşağı atanlar kadar değil. Piramitlerinin yıkılıp uçuruma yuvarlandıklarına ve sonra karanlıkta yok olduklarına şahit oldum insanların. Oradan geri dönen olmadı. Acaba ne var onun sonunda? Uçurumdan bahsetmek istemeseler de birçok kişiye bu soruyu sordum. Aldığım cevaplar birbirinden oldukça farklıydı. Eğer cevapları kategorize edersem şunlar çıkıyor ortaya: Kimileri uçurumun sonunda harikulade bir bahçe olduğunu düşünüyor. O bahçede mutlu mutlu yaşayacağımızı, her istediğimizin orada karşılanacağını inanıyorlar. Kötü insanların o bahçeye alınmayacağını da ekliyorlar. Ve gün gelip bütün piramitlerin yıkılacağını ve o günün kıyamet diye anılacağını söylüyorlar. Kimileri ise uçurumun sonunda hiçbir şey olmadığını anlattılar. O zifiri karanlığın içinde koskoca bir hiçlik olduğu fikrindeler. Eğer ki bana sorarsanız uçurumun sonunda ne var diye size şöyle bir cevap veririm: Bilmiyorum. Evet, uçurumun sonunda ne olduğu hakkında en küçük bir fikrim yok. Onun hakkında ne söylersem söyleyeyim bir varsayımdan öteye gidemez. Doğrusunu söylemek gerekirse bazen benim de fikirlerim oluyor ona dair. Ama kendi fikrime kendim bile inanamazken başkalarıyla bunları paylaşmanın ne anlamı var. Benim fikirlerim zaten fazla Mavi Öyküler -

48


olan cevap sayısını arttırmaktan ve insanların zihnini bulandırmaktan başka bir işe yaramaz, diye düşünüyorum. Ve kafamı piramitten aşağı sarkıtıp o zifiri karanlığa doğru bağırıyorum: Bilmiyorum, senin ne olduğunu bilmiyorum. İçinde neler sakladığını bilmiyorum. Var olup olmadığını bile bilmiyorum. bazen, kendimi. imla: Kurallarının OlmadıĞı; bir cümlede biR soru! işAreti… olarak ..düşlüyoRum?

p

“ÇÜNKÜ SENİN DUDAKLARIN ISIRILMIŞ” “Tersten Okunduğunda” | Jale Sancak Ada rüzgâra doymuyor. Sesler… - Canımsın, canım! Nasıl seviyorum seni! - Karın dönüp geldi ama. Kabul ettin onu! - Bir seni seviyorum ben! Sesler… balkondan, asırlık ağaçların altından, sokak aralarından. Rina, Vasili, Giritli Emina’nım, baban… Seval sonra… Bir de Ligor. Hep Ligor. - Deniz… iyi ki bu deniz, alıp götürüyor… püüfff, yorgunluk işte, uçup gitti. - Seval, bak Ligor geldi, bir kadeh daha koyuver masaya karıcım. - Ah iyi ki bu rüzgâr var, gecenin bu ışığı… - Gel kucağıma be çocuk, gel, hiç sevdirmezsin kendini. - Yabaniler soyundandır o Ligor, bilmez misin? 49

- Mavi Öyküler


- Şarkı söyleyeyim mi Adnan? - Söyle ya karıcım… güzel sesinle… - Rumca söyleyeyim, ne zamandır söylemedim… Sesler, uykunu kaçıran, içini acıtan, ürküten… “Eh güzel bir kadındı doğrusu . Simsiyah saçları vardı… Onu öldürmek gerek… Çünkü çocuklarını ve kocasını terk etti.” - Aaa o nasıl şarkı öyle be kızım? Nerden çıktı bu şimdi? - Hiççç öyle işte… şarkı öyle n’apiyim… Kimse seni istemiyor diyor, çünkü senin dudakların ısırılmış, öpülmüş… - Tövbe tövbe! Çocuğun yanında! - Aman anne, Rumca biliyor mu o? - Ne bileyim ben, unutuyorum işte her şeyi… - Daha içer misin Ligor? Ligor daha içerdi. Bir yenisine geçmeden kadehin dibinde kalanı bahçeye dökerdi, toprağın da hakkını vermeli derdi. Emina’nım şarkıyı unutur, kendi dünyasına dalar, bağ bozmaktan, kekik toplamaktan dem vururdu, kocamaktan. Rina, çocukluk aşkın, kıkırdardı arada bir; sözleri kulağına Türkçe fısıldardı. Seval, Ligor’a bakmaksızın gözlerini Adnan’a dikip pürüzsüz sesiyle bıraktığı yerden sürdürürdü. Şarkıdaki kadınsa tepeden tırnağa aşk, buram buram ihanet. Emina’nım damadına sormadan edemezdi. - Bir Haralambo İliyadis vardı hatırlar mısın Adnan? Mavi Öyküler -

50


Ligor’a dönerdi sonra. - Ah adanın eski ağaçları Ligor, babanın şarapları hani? Eski komşularım? Seval’e bir tuhaf bakardı, anlamıyormuş gibi. - Nereden öğrenirsin bu şarkıları be kızım? - Nereden mi? Ah anne, eski komşuların söylerdi, unuttun mu? Arayan Rina’ydı. Sesi titriyor, zor konuşuyordu. - Anneni kaybettik…dün akşam… -… - Cenazeye gelecek misin? -… - Gelmelisin artık!... Yalvarırım gel! Onu iskelenin bitişiğindeki çay bahçesinde bırakmıştın, akşamüstleri oturduğu masada. Gemi az sonra kalkacaktı, birbirinizi bir daha kim bilir ne zaman görecektiniz, her şeye rağmen vedalaşmalıydınız. Öpmek için eğildiğinde başını çevirmişti. Uzaklara kilitlenmiştin, gidecektin, yapayalnız kalacaktı, güç aldığı tek insan terk ediyordu onu, küskündü, o da seni bağışlamayacaktı. “Anne… hoşçakal anne…” Ağlamamak için susmuştun. Çayı üstüne dökmüş, sigarasını yakmak için rüzgârla boğuşup durmuştu. Bir daha görüşemeyeceğinizi biliyordu sanki. Yok, belki de kederden değildi bu el titremesi, o geceden kalmıştı. Baban oda kapısının önünde, sesi çaresizlikten yorgun. - Seval tabancayı bana ver demişti o gece. Ada içine işliyor. Çok hırpalamıştınız birbirinizi. Günlerce. Gitme diye çok yalvarmıştı. Bırakma beni! Ne olur! 51

- Mavi Öyküler


Adanın boz sureti, ıssız yanı usul usul yaklaşıyor. Güvertede rüzgâra bırakıyorsun kendini. Silme yeşil bağlardan Seval’in gizlice Ligor’a sunduğu bir sap buğulu üzüm, ince kekik dalı, sabaha açılan pencereden havalanan kumral saç telleri boşluğa karışıyor. Savrulup dağılıyor bütün eski görüntüler. Öylesine kaybolmuşsun ki hiç üşümüyorsun. Ada sırf kuzeydi. Yalnızca poyraz, yel, ayak sesleri, koşuşmalar, ürkütücü bir ağlama… sonra durmak bilmeyen bir yağmur. Birden karanlığa düşmüştünüz. - Işığı yakın, ışığı! Çocuğu alın, getirin buraya! Ligor’un dudaklarında donup kalan utangaç gülümsemeyi görmemiştin, kana batmış bedenini, kurşun yaralarını, koltuktan sarkan elini… Rina da görmemişti, gene de görmüşçesine anlatmıştı. - Seval, çocuğu da mı düşünmedin hiç! - Anne bırak artık beni, bırak, yalvarırım! - Ben vurdum diyeceğim, hırsız sandım diyeceğim, anladınız mı, kimse tek kelime etmesin artık! - Adnan, yalvarırım! - Sus Seval, sus! Sonra kısa aralıklarla sabaha kadar yağmur. Kabzada annenle babanın parmak izleri… Ada’da hiç hırsızlık olmaz ki! Ada’da hiç… Senin yolculuğun kimselerinkine benzemiyor. Senin adan. Boz bir sessizliktir şimdi. Bu mevsimde gidilmez artık oraya. Bir tek yabancı, tek bir tatilci kalmamıştır. Bütün Mavi Öyküler -

52


bir yaz dinleyip de anlamadıkları bir özlemin şarkılarını, göç hikâyelerini, dağın, denizin, ayrı düşmelerin seslerini bırakıp uzak, hoyrat şehirlerine dönmüşlerdir. Şimdi ıssızlık başattır adaya. Dalgalar kumsala, rüzgâr bağlara durmaksızın vurur, kuzeyin başatlığı büyür, yalnızlık giderek koyulaşır. İçeridekilerin, buğulu fincanlara sığınmış o üç beş suskun yolcunun seni yadırgadıklarını biliyorsun. “Delibozuk mu ne? Yol boyunca orada, güvertede dikildi, rüzgârla konuştu, taranmamış saçlarını iyice dağıttı rüzgâr, yüzünün çizgilerini bozdu, iyice tuhaflaştırdı, bir kıpırdamadı mübarek.” Besbelli tayfa da anlamıyor. Suya tutkun eski tayfa değil bu. Eski tayfa bilirdi ki adalılar esip savurana dayanıklıdır. Sonrakiler boz toprağın tabiatından habersizler. Hem sen ateşini alsın diye başından anlaşmıştın uğultusu çılgınla. Estikçe hırçınlaşacaktı. Kar altında mezarlıklarda yatıp kalktığın günlerde, şehrin izbelerinde tekmelenip tükürüldüğünde, her yerden kovulduğunda o sağaltmıştı seni. Hem belki de Seval rüzgâra doğurmuştu seni, kim bilir… Belki yalnızca seni değil, her şeyi. Günlerce çalkalanmıştı ada. Ligor üşenmeden yokuşu tırmanır, bir sepet dolusu balık bırakırdı bahçeye. Islığı geldiğini haber verince Seval etekleri tutuşarak kapıya koşardı. Emina’nım eski komşuluklarına yorardı, Adnan çocukluktan beri arkadaşlığa, Seval… ne kadar olmuştu Ligor’a tutulalı? Belki karısının Atina’ya kaçıp gittiği yazdı, kırılışı belki Ligor’un, çaresizliği, suskunluğu… belki çok daha öncesi. Ligor’un akordeon çaldığı gecelerden birinde belki. Yerlisi yabancısı bir araya toplaşıp balıkçının ezgilerine dalarlardı. Gene de bilmezdi yazlıkçılar adanın öteki yanını. Hiçbirisi kuzeyine sığınmamış, ıssızlığına gizlenmemişti. O coşkulu geceler, Rumca şarkılar, şarabın verdiği esriklik, Seval’in dansı, hepsi birer yaz anısıydı. Yazlıkçılar adanın hayatını bilmezlerdi. Göçle gelenleri, göçün söküp aldıklarını, acıyı, yanıp tutuşmaları, ırakta kalmayı, babanı nasıl kelepçeleyip götürdüklerini, onun birkaç yıl sonra içeride… Ligor’un ıslığı bir daha yokuşun başından duyulmayacaktı. 53

- Mavi Öyküler


Baban bir daha hiç… Ada… günlerce. Bir intihar söylentisiydi içini acıtan. Ada ıssızlık. O kadar yıl sonra ırak hâlâ, duruk. Rina’ya yazları sordun, Seval’e kışları. Biri acıyı uzak tutmak istercesine yabancı kalabalıklardan söz etti, bağ bozumu şenliklerinde uçuşan eteklerinden, ayazma panayırının neşesinden, kumsaldaki ateşlerden. Diğeri kalenin üstünde dönüp duran kuş sürülerini, ömrü tükenenleri, gidip de dönmeyenleri anlattı. Uzun kış gecelerinden, denizin çığlıklarından yakındı. Tetiği çeken parmakları o geceki gibi kasılıp kalıyordu ama senin umurunda değildi. Oysa bağını asla koparmadın, terk etmedin Seval’i. Etseydin şehirde tekmelenip tükürülmeyecektin, usul usul inen şu karanlığı andıran tutku teslim alamayacaktı seni, bir olmazın peşinden sürüklenmeyecektin. Ağır ağır yanaşıyorsunuz, taş evlerde tek tük ışıklar, dar sokaklar kımıltısız, iskelede birkaç karaltı… Onlardan biri Rina olabilir mi? Çay bahçesinde kimsecikler yok, Seval’in masası boş… Sahi Rina bekliyor mudur? Bekleme demiştin, ne zaman varırız bilmiyorum. Seval bir telefon konuşmasında onun saçlarını kestiğini, bir daha da uzatmayacağını söylemişti. Sahi o güzelim kumrallığa nasıl kıydı? Buğulu ela gözleri, beyaz, ince elleri, kısık gülüşüyle Rina… bütün bir çocukluğun, yaralı ilk gençliğin. Bağların zamansız bozuluşu, ekşimiş pekmezler, çok erken düşen sonyaz renkleri, ağrıyarak sevişmek, hemen ardından kuzeyin yeğinliğiydi paylaştığınız. Ödenmesi imkânsız bir ceza. “Bu yolculuk bitti!... Buraya kadar! Anla artık, yalvarırım anla. Bırak beni!” Ardından sürüklenip durduğun böyle haykırmamış mıydı? Bitti demişti. Anla! Sonrasında şehir uzun bir karabasandı. Bilmediğin sokaklara vurmuştun, kayıp mekânlara, tuhaf, ürkütücü, tarifsiz yerlere girip çıkmıştın. Her yerde, her yerde, belanın farklı yüzlerinde aramıştın onu. Melek tozunun uçuştuğu, şırıngayla Mavi Öyküler -

54


paranın değiş tokuş edildiği, birinin ânında eline silahı tutuşturduğu her yerde. Sırtındaki bıçak yarası henüz iyileşmeden bulduğunda onu öldüresiye hırpalamıştı seni. Sonrası hesaplaşma, yüzleşme, öç ve ödeşme zamanıydı. Hayır, bazı yolculuklar hiç bitmiyordu. Bitmiş gibi görünse de sürüp gidiyordu. Kaçmıştın, Seval’den, adadan… bitmiş miydi? Biri beni bırakma diyordu, babanı öldüren kalp krizi değildi, korkuyorum diyordu, ödedim ben, Adnan da, sen de ödettiniz bana diyordu, öteki var gücüyle direniyordu, bırak beni! Sonra başka yolculuklarda sürüyordu, kıran kırana. Hadi gir içeri artık, kimsecikler kalmadı bak, in ve devam et. Bazı yolculuklar hiç bitmiyor. Mendirek, kayalıklar, fenerin ışığı… karanlık kuzey, yanık ağaç kökleri, sessizlik… bıraktığın gibi. Hepsi. Ne tuhaf, ada hiç vazgeçmiyor, direniyor. Kış çalılarının, yırtıcı dikenlerin, çıplak ağaçların karanlığında yavaşça yürüyüp mezarlığa tek başına gideceksin. Rina’ya “Sen kal” diyeceksin, “ada’yla yalnız bırak beni. Döndüğümde uzun uzun konuşuruz.” Gözlerinden bir şaşkınlık geçecek, “Gece vakti korkmaz mısın?” Ona mezarlıklarda sabahladığından söz etmeyeceksin. Belki daha sonra. Babanın fırtına yüzünden geciktiği, Emina’nımın komşuya gittiği, Seval’in Ligor’u oyuna getirdiği o gecenin yıkıcı anısıyla ağır ağır tırmanacaksın yokuşu. Su istemişti. Umutsuz görünüyordu. Karısı kalmaya karar vermişti. Borçluydu karısına. Merdivenleri usulca çıktım. Camın önündeki koltukta ellerini sıkıntıyla ovuşturarak oturuyordu. Yere bakıyordu. Omuzları düşmüştü. Bakamıyordu yüzüme. Parmaklarım bir an kabzanın üstünde kasılıp kaldı. Duraksadım. Acıyor, ağrıyordu parmaklarım. Oynatamıyordum onları, canım korkunç yanıyordu. Hâlâ 55

- Mavi Öyküler


yerdeydi bakışları. Artık üzülmemesini söyledim. Utangaç gülümsedi. Nasıl olduysa bir an çözülüverdi içim. O zaman tetiği çektim. Sonra oturup onu öldürdüğüme ağladım. Bir daha da o kasılma bırakmadı beni. Sen kuzeye doğru yürüyüp sesleri dinleyeceksin…

p

“BEN Kİ HEP SİNEMA” “Ölü”* | Leylâ Erbil Öldün! Öldün ha! Şimdi ben ne yapayım?.. Bir memur ölüsünün karısı?.. Daha gencim, güzelim de, kolay mı?.. Sevgilim! Birbirini incitmeden geçinmiş kaç karı koca vardır şu dünyada!.. Sararmış incir yapraklı, çakıl taşlı, elektronik beyinli, buzullu, göllü, uçak alanlı daha çok varlıklılar için, katır yollu yoksullara, Hotel Sheraton’lu, Astoria’lı, dana kıyması yiyilenli dünyada! Neden öldün Asım? Tanrım, şu incir çekirdeği doldurmayan mutluluğu çok mu gördün bana? Eşim! Yoldaşım!! (Çenesini de bağlamalı). Onca geçimsiz çiftler varken, varken onca dişilerle erkekler, erkeklerle erkekler, dişilerle dişiler… Örneğin Süheyl ile Mahmure, Prenses Nurhan’la sallabaş kocası Mahmut, Rahim’le Rahime. Tanrım onları alsaydın ya şu pırıl pırıl patlıcanları yarattığın dünyamızdan, dağ koylarındaki katırtırnaklarını, kıyılara üşüşen kuğuları pembe boyalı. (Kırk metre uzunluğunda on metre genişliğinde bir alay olmalı, bir yıl boyanmamalı.) Ne istedin benim tatlı dilli, güleç gözlü erkeklik organımdan? (En sevdikleri: karnıyarık, makarna.) Bayım benim bayım; B, A ve Y. Bayım benim bak bana yakıştı ölmek sana, bak bak Martı’na Martı’n yaaa Martı’n! Martı’sının Boris Alekseyeviç Trigorin’i seni! (Tabutunu hemen ısmarladım.) Denizim benim, yazlık evim; üç ay geçirdiğim içinde, tiyatrom, plaklarım, gel şöyle bana, yaslan arkana, gel, hah şöyle! Yaslan yaslan yastığımıza, ben de seni ölü sandım. Milena’nın Kafkası! (Çıfıt seni.) Bir ıhlamur kaynatayım iyi gelir akciğerlerine, pankreasına ve Mavi Öyküler -

56


hormonlarına, ölmezsin belki de? Rakı ya da? Rakı bizim yerli sanayimizin emek ürünü olarak akciğerlerimizi sevindiren, dalgalandıran ıssız kaygan kuytuda oturan damarlarımızı ki o denli dayanıklıdırlar ölüme ama istemezsin, ille viski… Şu prenses bozuntusu alıştırdıydı bize, domuz karı ucuz ucuz yerli konyağımızı içip dururken sana caka viskisi… Aaa inatçı seni yatma! ille de öleceksin değil mi, kalk şöyle bakayım, ben ne olacağım sonra; hiç başıboş koymaya gelmez bunu gözünü ayırmayacaksın üstünden, hemen saçmalar narin domuz, elini versen kolu kapar, dur bari ben içeyim viskini, güzel güzel bir viski black label, kara label… (Müslümanlıkta karalar giyinmek yoktur? Eşyaların yerini değiştiririm: perdeleri, sehpaları, banyoya her girenin aklını karıştıracak gâvur kavanozlarını dizerim aynanın önüne, Odorno, Taffme, tüm Blue Beaute’lerimi ne işe yaradıklarını kimselerin bilemeyeceği, bunları neresine sürüyor acaba diye gizlice açacağı kapaklarını, açar açar prensesliğinden utanmadan açar bakar, şu adamı nelerle esir etmiş kendine diye meraktan açar, gösteririm ben de ona gülümserim, en tiksintili dudak çıkıntımla, mevluta limon küfü bir giysi diktiririm, saçlarımı ensemde toplarım, kulaklarım gözüksün, ölü aylığıyla geçinebilir miyim? Pul koleksiyonunu da satarım, gözü denli bakardı ona.) Otuz yıl nasıl da geçindik, senden başkasıyla bir türlü yatamadım otuz yıl, biliyorum sen de yatmadın, kolay değil ne fırsatlar geçti eline, ince kalın, esmer beyaz, çeşitli fırsatlar kimseye o gözle bakmamışsındır ki… (Ayda kaç lira verirler ölüsüne?) Müşterisiz bir diş doktoru evde kalmış, aklı ve eli oynaşta bir daktilo hadi hadi biliyorum o sizin dairedeki Gülbedia sırıtınca otuz iki kırmızı dişetleri ortaya çıkan, kısır prenses nah şu boku alıştıran bize, nerede bardağım benim? Ne oldu neden yıkıldın gene, kalk kalk al iç, içmiyor musun? Ben içerim seninkini de, bana kalırsa karıların sana yanaşmaları bana düşman olmalarındandı, nedense hiç sevmezler beni, bende onları kendi gözlerinde küçük düşüren ne var sanki sen de kendine sanırdın, sevmezler beni, onların ruhlarını görürüm hemen de anlarlar, bunu ayartmaya kalkarlar, onlardan başka olduğumu anlarlar, beni seven başkasını sevemez ki, başkasıyla yatamaz benimle yatan neden bilmem ama öyle işte, öyle değil mi? Benimle bir yatan öyle de57

- Mavi Öyküler


ğil mi?.. Bu da kendine sanır, şuna bakın boy yok bos yok; boy bos olmaz da cinsel çekmesi olur insanın, alımı olur efendim?.. Gene de başkasıyla yatamadım otuz yıl… Bir topluluğa girdi mi kendisine baktırır, sözünü dinletir, göz yaşartır, aksırtır hapşırtır, bunun ağzını bıçak açmaz… Bıçak dedim, ölü karnına konurmuş, korkma bıçak mıçak getirecek değilim… Heh! ne yapacağı belli olmaz, ola ki ölmedi de sınıyor beni… Amaaan eli ermez gözü görmez bir nesnesin işte, eskiden şu bardakların biri senin biri benimdi şimdi ikisi de benim… Yalnız ruhen inceydi ağzından bir kaba söz bir atasözü bile çıkmamıştır. Örneğin, “horoz ölür gözü çöplükte kalır” değil mi… Hadi desene… Çöplük! Çöplük! Çünkü çöplük sözü incitir kendilerini, hah hah hah! Pek ince bir kişidir canım! Amaaan seni doğrultmaktan da bıktım, yüksek memurdu bu… Kadınları çeken belki de burasıdır! Söylesene ha? Söyle susmaların mı çeken onları?... Söyle bana senden yüksek memurların karılarından hiç sana bakan çıktı mı? Ha? Çıkmaz biliyorum! öyle olsa kaçmazdı gözümden, yalan söylemiyorsun değil mi, artık beni kandırmakla kandırmamak arasında bir ayrım kalmadı. Yüzüme bak ölüm yatağındasın, ölmek üzeresin, öldün bile, saklama, yok yok bana hiç yalan söylememişsindir, senin gibi bir erkek bulunmazdı biliyorum, üstün her seviydi aramızdaki Mişkin’im benim! (Cenaze iyice gösterişli olmalı, babanınki gibi, onu aratmamalı, yedi adım sonra bando çalmaya başlamıştı, annen yürümemişti artık…) Hem de benim sevilecek neyim var ki: güzel değilim öyle, varlıklı da değildim, soydan soptan bir üstünlüğüm de yoktu, sana bir ilgi de göstermemiştim, ne bulduysan bende, neden bir dengini bulmadıydın ha! Ah! Ah! Sanki müthiş bir aşktı da bu sarı deniz kıyısında görünmez bir fırtına bir tayfun çaldı götürdü seni, üçüncü günümüzde, yirminci günümüzde… (Biri sizi severse siz de onu sevmeli misiniz?) Bir yudum daha içeyim, bu son. Bana sahip oldun, her işime burnunu soktun. SAHİP olmak… Haaahhahhahahhahh! Ben de sana sahip oldum kahkahkahkah! Dur bir yol daha bakayım sahip olduğum sana, hah hah hah hah! (mevlutu bir atlatsam!) Gene mi devrildin, git öteye biraz, git haah şöyle, yanına uzanıcam şöyle otuz yıl olduğunca, otuz yıl bir odun denli uzandım yanına, na şuracığına. Yatağımızı böMavi Öyküler -

58


lüştük, gövdelerimizi paylaştık, ruhlarımızı bütünleştirdik, nah şuncacık yerde oldu bu işler, üç karışcık yerde hih hih hih! Hep günübirlik gelmişim de gidiverecekmişim sanıyordum oysaki, ha bugün ha yarın derken otuz yıl… Otuz yıl seni ne yapacağımı bilemedim; “kocam” diyemedim sana hiç, fincanım, çiçeğim, bir sardunyam var görme nasıl açtı dedim mi hiç haa! Tüm kadınlar böyle konuşur, “kocam, erkeğim, aslanım!” Evlendin mi şiltene bir aslan sıçrayacaktır nasıl olsa, hahahahahahah!.. Durmadan seni aldatmayı kurmuşumdur… Denedim de birkaç kişiyle ama olmadı, olmadı işte yapamadım, sıyıramadım bir türlü olmuyor işte çıkaramıyorum… Bir kez Mehmet’in evinde nerdeyse olacaktı… Hah hah! adamın arkası bana dönükken sıyırmaya başladım, belli etmeden ona hazırlandığımı, epeyi inmişti na şuralarıma değin, birden gördüm adam, patlatılmış Amerikan mısırları, Salem cıgaraları, buzlu viski bardakları arasında bir görüntü ben ki hep sinema; “bir sözünüz bana yeter” falan diyerek o çökerek dizlerimin dibine ilk iş ayakkabılarımı çıkarıp–artık iskarpindi onlar kara rugan–ama ben artık istemem anladığı için hazırlandığımı olmaz asla istemem ve asıl onunkini çıkarmasına dayanamam çıkarmadan da yapılamaz ki, beni bırakıp ayağa kalkıyor bir telâş, elinayağına dolanaraktan hızla çekip kemerini çekip atıp ardından ön düğmelerini… Aaaa! Deli mi ne, ne yapıyorsun öyle, bunun için gelmedim ben, bunu düşünmemiştim bile, ama olsun beni böyle bırakamazsın, yalvarırım yapma, hayır asla, ama ne oldu seni incitecek ne yaptım, hayır çünkü çok komik insan, istemiyorum hiç istemiyorum ama insan donunu çıkarıyor, fanilası da var ve ötekine muhtaç, oysa nasıl güzeldim yakıcı ve uzun kadınlığım, dopdolu ve bitimsiz ama bir kez gördün artık olmaz, bırak beni git, otuz yıl beklediğimce beklerim gene, temizim ben, kocamdan başkasıyla olmaz, otuz yıl tam bir başarısızlıkla dolu bir kadınlığım var, uyu hadi uyu, uyu üzmem seni kıskanıyorsun… Yalnız bilmeni isterim: her vakit gittiğim gibi dönmüşümdür sana, el değmemiş olarak ölmekte olduğuna göre saklanamayacağım artık denedim denemesine tam 12 kez seni aldatmayı denedim, senin varlığına karşın özgürlüğümü korumayı istedim, ne devriliyorsun gene, doğrul, kaçma, ne var bunda yani? Mutlak olan ne? Nedir bu ilişki? Birbirimizin nesi 59

- Mavi Öyküler


oluyoruz, hangi bağdır bu? Seninle değil de bir başkasıyla evlenmiş olabilirdim ve o kocayla seni aldatmış olacaktım? Öyle değil mi? Kimbilir şimdi, şimdi kimbilir hangi asıl kocalarımız ve karılarımızı aldatmış durumdayız? Dur anlatacağım hepsini, bir yudum daha… 1. Şu demin anlattığım Mehmet’le şu senin müsteşarın olan… 2. Lüks bir otel odasında Prenses Nurhan’ın sallabaş kocasıyla, hem odanın ortasında havuz biçimi pırıl pırıl yatak varken, öylece koydum adamı sana koştum, adamsa ardımdan ayıp yerini eliyle örterek ve sallanarak iplikleri etlerinin, bunu Nurhan’a ders olsun yaptım eşarpımı da unuttum onun dolabında; tanırsın onu… 3. Bir sandalda Kınalı açıklarında, buna hep hayıflanırım gök ölene kadar kalacaktı gözlerimde ama adamın iğrenç uzun kıvrık ayak tırnaklarına takıldım… 4. Bir Yahudi terzi’nin prova odasından geçilen ince uzun bir koridorun ucunda, hep uzun uzun öpüşmelerle dayanılmaz sanılan ama ben dayandım yarım saat öpüşmeye, kaçırmıştı zamanını o. 5. Bir asansörde–gözlerimizle, hiç tanımadığım o, beş kez inip çıktık sana geliyordum, hiç böyle güzel sevişen erkek bilmem. 6. Bir yılbaşı gecesi hani Türkân’larla geçirmiştik, arka odalardan birinde, o sizin yabancı uzman vardı hani Mister Hogart mıydı neydi… Eee ne devrildin gene, kıskandın mı yoksa… Haaa o işi Türkân ayarlamıştı sana çok kızardı bilirsin, benim aklımdan bile geçmezdi… 7. Bir içkievinde tezgâhın arkasında, zilzurnaydık yeteneksiz, inatçı ozanla. Dudağının kıyısına bir yemek parçası yapışmıştı öpemedim… Aaa! Kıskanıyorsun, kıskanıyorsun sen beni, söyleseydin ya ölmeden önce, “yapma, seni seviyorum kutsaldır ve dokunulmazdır evlilik, benden başkasıyla yapma öpeyim ayaklarının altını” deseydin ya! daha henüz körpeyken o ayaklar, demedin… Peki kalsın anlatmam, ölüm yatağındasın, birazdan öleceksin… Ama bil ki her birini ince taktiklerle atlatarak sana el değmemiş olarak, tabii bu asıl sana olan sevgimden değil yalan söyleyemem, kendime güvenme duygumu yitirmemek asıl, çünkü bir kez başladın mı artık sonu yok ve o adamca hemen eskitilebilirsin, oysa gidince kalınır elbette ellerimi dudaklarımı ve adam kötü niyetliyse ayaklarımı öptürdüğümü saymıyorum… ama sana bir genç kız olarak genç kızdan da daha beyaz dönmüşümdür, duygulu ve ince serçe parmağımı Mavi Öyküler -

60


üfleyerek öpen sana, çünkü sen değersin ve yetersin sevdin beni, hep hoşgördün, çocukluğuma verdin, bağışladın. Senin kapanmalıyım ayaklarına, evet işte ölü dizlerine senin kapanıyorum… Ayyy! Dizlerim! dizim ayyy! battı, dizime battı, sinsi, sen sen yaptın gene, ne koydun yerlere, gülüyor bir de gülüyor! Kancık memur seni! Tanrı şu ölmüş de örtülmemiş memur parçasını ne vakit alacaksın başımdan! Ayy dizim kangren olur muyum? Otuz yılımı kokmuş yatağında nasıl da geçirdim, niye gitmedim Tanrım, niye gitmedim, çok pişmanım, çok çok çok pişmanım, şu elin adamını sonuna kadar niye bekledim, boğuluyorum boğuluyorum pişmanlıktan… Otuz yıldır pusu kurdun bana, delice oyunlarla oyaladın beni, bulaşık eldivenlerimin içini hamamböceği doldurdun, ayakkabılarımı gizli gizli güneşte kuruturdun, gül getirirdin koklasam kurt çıkardı içinden, suyuma tuz, yatağıma kum serperdin, beni kaybetmemek içinmiş, kaybetmemek biz tanıştığımızda bile kayıp değil miydik… Otuz yıl aşağılık müdürlerini, iğrenç yüksek tabakadan konuklarını bana ağırlattın, eşine dostuna bayram kartlarını bana yazdırttın, delerdi yorganı ayak tırnakların da ben iğreniyorum diye kesmezdin, saçlarını sirkelemeden sevişmezdin benimle, Mehmet’le de Hogart’la da sevişmemi hazırlayan sendin, yaptıramadın ama, yaptığımı sandırdım hep sana, yaptıramadın işte, sevişmedim senden başkasıyla sevişmeyeceğim işte! Ne istedin, neden sınayıp durdun hep budala, ben kötülesem sen güçlendin, sevinsem hastalandın, eğlensem ölmeye kalktın, seni aldatmalıydım, aldatmalıydım… (tabutunu en ucuzundan ısmarlayacağım, vefat ilanını bile vermeyeceğim gazeteye) Ağlıyorum ya ağlıyorum! Gebe kaldım da bir kez olsun “güzel gebem” dedin mi bana, “benim melek hamilem” ya da… “ikramiyeni aldığım gün aşk seyahatine çıkarım Türkân’ı da yanıma alırım o ayarlar işleri.) Dokuz ay o sözü bekledim: “bir tanecik temiz hamilem benim?” dedin mi ha, dedin mi? Ne olurdu deseydin, ne olurdu! Başkalarına benzemezmiş o! Ne olurdu yani benzesen, ne olurdu!.. “Bir tanecik temiz hamile!” Hıh! Biz neden her kişiler denli olamadık? Bak insanlara, biraz daha ölmede bak şu insanlara; bıkmadan usanmadan, birbirlerine gidip geliyorlar, eski konuştuklarını yeniden konuşuyorlar, yeniden çaya şeker koyup içilir, eller sıkılır “allahaısmar61

- Mavi Öyküler


ladık, bizde bekleriz, güle güle” “çocukların gözlerinden…” Ehh! Elinin körü ömür boyu, ama yaşamak budur işte, Türkân “her şey yaşanmalı” der, içicem işte! Bir yudum bile yok sana, içerek kutlayacağım ölümünü böyle… Öksür, istediğince öksür boğuluyormuşçasına kandıramazsın beni; öksürsen taş fırlatırsın gırtlağından, gülsen kum sağanağı, ölmene izin vermeyeceğim, gözlerinin önünde konuşa konuşa, yıllar süren konuşmalarla sevişeceğiz, çıkaracağım işte çıkaracağım böyle, senin sakladığın her sözü o söyleyecek bana, yıllarca uzun uzun… Kiminle mi?.. Kiminle mi!..

p

“ÖYLE KALMAK KALMAK DEĞİLDİR” “Serzeniş” | Feryal Tilmaç Zımniye Kalın Sağlıcakla Tüm o hastalıklı dalmaklarımın içinde inançsızların cehennem çığlıkları ezan seslerine, köpek havlamaları çakal ulumalarına karışırken belki de o cevap vermemekliklerim hikâyenin sonunda, kim bilir adımı yanlış bağırdığınızdandır. Terli soğuk huzursuz uykularda birileri otururmuş gibi olur göğsümün üstüne doğru ne ki bilinçle bilinçsizlik arasında yavaş yavaş büyüyen sesleri duyuşum ve yine de ölüm alıştırması uyku kuytularından kendimi çekip çıkarmayışım işte beni benim olmayan bir adla çağırmanızdan, sade bundan. Ben de yazmaya başladım bu mektubu size, sitem olsun diye baştan değil de işte bu sondan. Tüm hayatımı kısa kısa özetlerken, din ve inanç ve iktidar ve erkek ve kadın, ben hangi konuya nasıl bakarım, incelerken sabırla, adıma bir intihar –ki etmemişimdir– ve çok el yazmaları düzerken –ki yazmamışımdır, bilesiniz yazamayışımdan değil istemediğimden, kırılmışlığımdan–, ölümden, yok oluştan, hiçlikten anlatırken adımı besbelli bilerek değiştirdiniz. Mavi Öyküler -

62


Yok, beğenmediğimden değil Zenime de belki yakışırdı benim gibi köksüz bir hayat yorgununa nereden gelir nereye gidemez ama başka şeylere, Hatçabla’ya üzüldüm en çok örneğin. Anlamazlıktan gel hadi sus dedim de kendime yine de ah bu benim yüzü kırışık, saçları beyaz ve kına karışık, örgülerle toplanmıştır tülbendinin altına Fadimanımım. Çocuğu yoktur bir evlat yazmışsınız ona sağ olun, olmamış çocuğu, ölmüş kocası değilmiş dayakçı. Fadimanımımı ama –Hatçabla diyelim kabul– öldürmeyecektiniz Allah uzun ömür versin yere çaksam çakılır, hem ben korkarım kelâm canlıdır. Çamaşır makinesine gelince ona verdiğim sözü edilmeye değmez hurda, babam ilk çıktığında getirmişti Amerika’dan kaybolmuş suret-i istimali yolda uğraşın, kurcalayın bulun nasıl çalıştığını demişti deneye yanıla, öyle olmasa bile ayıptır sanki hiç unutturmamak istermişim gibi verdiğimi Hatçabla’ya... Onun o güzel ellerini, iş yapan ellerini, çatlak, yarık, poyrazdan kurumuş, ilaçlardan açılmış işçi ellerini o denli gerçek anlatmasaydınız aslında bilmeyecektim bile onun Fadimanım oluğunu ve yine emeğin ölümüdür onun ölümü yazdığınız, hakkını vererek bedenin, kahrını çekerek yediğin her lokma ekmeğin, yani doğru olmanın yani dürüst olmanın ölümüdür Hatçabla’nın ölümü, sezmeseydim affetmezdim yine. Düzeltmek gerekir diyedir düşündüğümden Kaban kimsenin değil köyün köpeğidir demeliyim, hem adı yoktur onun hem kim inanır ölene dek hiç havlamayıp da ezilen, pıstırılan insan gibi öyle sus pus toprak olmayı beklediğine ve zamanı geldiğinde bir yatacak yer bulunduğuna şükretmesi gereği ile karıncalara, solucanlara ziyafet çekildiğine. Evet, ben de duymadım havladığını bu güne dek belki ama uzun kış gecelerinde ormandan gelen çakal ulumalarına karşılık köyün tüm köpekleri hep bir ağızdan havlarken Kaban’ın da –aldım kabul ettim verdiğiniz adı madem koymamışız bir ad köpek demişiz düşüncesizlik etmişiz yüz gerek itiraz etmeye diye düşünmekliğimden bu da– aralarında olmadığından kim nasıl emin olabilir? Yazdıklarıma önem verilmediği doğrudur ama böyle acımasızca vurulduğunda yüzüme diyorum ki benim değerlerim vardı ve aslında bilinmek, okunmak, alkışlanmak istiyordum işin esası 63

- Mavi Öyküler


kalmak istiyordum ben de herkes gibi ama şerefsiz kalışların yazarı olmak kendi mezarıma tükürmek isteği ile dolduruyordu içimi ne kadar olanaksız olsa da. Bu kapanmışlığımda içten içe bir gün kapımın çalınmasını bekleyerek ve hayata kendi bildiğim şekilde karşı koymaya devam ederek, bu kır evinin içinde onunla birlikte çürüyerek, kalmaktan gün gün uzaklaştım. Kalmak dediğin nedir ki en alkışlanan kişi için bile? Kendim sordum kendime söyledim. Yazdıklarına bir kahve sigara eşliğinde, belki kulağı komşu bahçeden gelen seslerde, zihni gelecek misafirlerinde, gözünün ucu sayfaların üstüne konup konup kalkan sinekte iken şöylece göz gezdirmesiyse sevgisiz okurun canımdan koparıp da dizdiğim kelimelere, öyle kalmak kalmak değildir. Ben yarılıp tirfillenmiş derimi, kanı canı kurumuş etimi yine o karıncalara ve solucanlara ve yılanlara ki onlardan korkarım ve çıyanlara ki onlardan da korkarım ve adını bilmediğim alt dünya böceklerine lime lime, dirhem dirhem, lokma lokma ve engelleyemeden yedireceksem sonunda o sayfalar neye yarar ve alkışlar? Bana bir ilgi görmek tarif edin okurdan –ki sevgili deyip deyip geri almışsınız çok yerindedir–, işte okurdan bir ilgi ki karıncalar –nezdinde tüm et iştahlısı böcekler– tarafından yenilip yutulup, onlarla bir olup yeniden ölüp toprağa gübre ve hatta toprağın kendisi olmamıza ve sonunda belki sadece bitki olarak yeniden gün yüzünü görebilmemize engel olacak olsun. İşte benim de o gazeteciyle –fotoğraf da çekiyordu, çekmişti– yaşadığımı iddia ettiğiniz –evet yaşadım doğrusu madem geldik buraya kadar– ilişki, şan şöhret aramaklığımdan değildir ve hatta hiç düşünmedim yetmiş seneden fazla yaşamışken bir son dakika zirvesine tırmanmayı. Ben kendimi gazete sayfalarına, sahte gülümseyişler klişe cümlelerle bezeli söyleşilere, okunmamış metinlerin eleştirildiği ve al gülüm ve ver gülüm ve alan razı ve satan razı ve kitapların onları okumayacak olan –ve bu nedenledir ki sevgili dememek gerekir onlara- okurlara satılması karşılığında sunacak olsaydım ruhumu şeytana, bedenim karınca ziyafetinde ana yemek olmaya henüz çok uzakken yapardım bunu. Ama siz yalnızlık nedir bilir misiniz? Beden sustu sanırsınız ama susmaz içiniz ki tüm yaşanmamışlıkların salladığıdır o, terli geceler, bir yanına bedeninizin oyulduğu pirinç karyola içre Mavi Öyküler -

64


bir yatak, gıcırtısını kimselerin duymadığı kendi kendinizi yatıştırırken. Ben işte o gazeteciyle, o cüceyle –her şey Allah’tan– birleşirken, tüm o soğuk gecelerin ve o gecelerde tavan arasından gelen tıkırtıların, evin etrafındaki çalıların hışırtılarının korkusunu alıp erittim içimde. Onun cüceliğini de kullandınız bir eğretileme olarak hem bir parçası olduğu camiaya hem de ait olduğu cinse fark etmez de hoşlanmaz da değilim ama öyle de yüzüstü bırakıp gidilen kadın durumuna düşmekliğim ağrıma gidiyor ki bir hafta sonra gelmiştir yine başka kareler çekmeye ve sevişmişizdir bu kez daha sakin, “Menipo gitme!” diye bağırdıysam bahçe kapısından, duyan da olduysa, bu geç kalınmış bir hazzın öcüdür sadece. Menipo’ya borçluyum yine de kitabınızdan haberim olmayacaktı çalıştığı gazetenin kitap ekinde fotoğraflarımı ararken her hafta –ve siz biliyormuşsunuz demek nasıl bir cezbe halinde çektirdim ben onları ve yetmiş yılı sıkıştırıp koydum bakışlarıma– rastladım sizin kitabınızın tanıtımına küçük bir kenarda. Adınızı gördüm de hep ilgimi çeker kitaplarınız ama adı Cüce imiş merak ettim ve bir parça koymuşlar okuyunca, Zenime demişsiniz adıma ama o kadarcıkla –ki iki paragraftı– beynimden vurulmuşa döndüm, hikâyemi almışlar, adımı Zenime koymuşlar, yetişin diye bağırmak istediysem de köylük yerde ormana çarpar döner sesim, belki duyar tepedeki evde oturan Hacı Veyseller –adını değiştirmekle iyi etmişsiniz oh olsun onlara– ben de istemem onlar duysun, arıma bunalıp sustum. Senelerden sonra şehre inmekliğimi de kitabı okumak istememe bağladım içimde ki her insan kendi hikâyesini okumak ister çünkü başkasının gözünden görmedik mi kendimizi işte asıl o zaman ele geçirir bizi hiçlik. O karıncalardan bile kötüdür ne ki “Aitsiz kimlik”. Siz bir tablo yapmışsınız hayatımdan ama yapboz gibi biçimsiz bölmüşsünüz birbirine takılıp yerleştirilecek zihinde de resmi görsün sonunda okur/izler. Ve renkleri de tüplerin içinde ellerine tutuşturmuşsunuz, bir tüp phoninious-puniceus, bir tüp alourges purpura kalmış aklımda, kan kırmızı ve tan rengi sevdiğimden olacak ben de. Koydum yapıştırdım parçaları, sıkıp boşalttım tüpleri, boyadım hikâyeyi ve verdiğiniz notaları da 65

- Mavi Öyküler


boşlamadım koydum altına nasıl çalınacağıyla birlikte vivace vivace. Ne kadar üzülsem de adımın değiştiğine, Hatçabla’nın, Kaban’ın öldüğüne, Menipo’nun karşısında nasıl küçük düştüğüme o kadar da sevindim Hatçabla’ya verdiğiniz nur topu gibi erkek evlada –burnu sümüklü ise ne olmuş ergenlikle geçer– adını koysanız da Yezdan, yeryüzüne karışmış koca adamını, erini, evinin direğini canlandırdığınıza. Sonra isyanlarımı dile getirdiğinize; o yakılmak istenen de boğulan aydınlık insanlara bir otelde, üzülmekliğimi günlerce atamamıştım aklımdan, Zımniye bir gün hepimiz gideceğiz öte dünyaya bak şimdi ölenle ölmeyen hep bir olacak de ki yüz yıl sonra dediğim kendime, gözyaşlarımı içime akıttığım ve yakışmaz diye düşündüğüm ağlamak gerçek cesurlara. Sonra “Seni iğrendiren ne çok şey var: biri de, her fırsatta başkasının onurundan kemirerek yükselmeye bakanlar.” diye okuyunca, evet, işte bu benim dedim, artık kalmıştıysa en ufak bir şüphe kırıntısı o da harflerin arasında boğuldu gitti o anda. Bunu en başta söylemeliydim yine de bilin ki son anda sinirlerinize hâkim olamayıp yumruklamasaydınız o aynayı iyiydi çünkü yedi sene sürer derler kırılan bir aynanın uğursuzluğu, kaldıysa eğer yedi senem ve artık bunu bilemem de çünkü ben onda değişen görüntümle anlıyordum ne kadar zamanım kaldığını oysa şimdi bahçeyi saran çarkıfeleklerin (passiflora edulis) –ki usaresi sakinlik verir insana– taç yapraklarını sayarak, dört işlem, sabah akşam, topla çıkar böl çarp, çıkarmaya çalışıyorum Hatçabla ile Kaban’ın hesapta gittiği yere gitmeye kaç günlerim olduğunu ki ben o gidişi çoktan yaşamışlığımı unutuluşun içinde desem de kimse inanmaz bana ne karıncalar ne de “öte yanda her an tazelenen ateşiyle saydam bir nargileydi durmadan fokurdayan unutuluş” diyen, diyebilmiş olan siz. Her şeye karşın o güzel ellerinize sağlık; yazan, bozan, dizen hayatımın cümlelerini. Üzülmeyiniz, sitemlerimi gömdüm içime, kalacak geride güzel esvaplarım, sevdiğim diğer eşya ama sitemlerim gömülecekler sonumda benimle birlikte toprağa. Kitabınızı okuyup bitirdim yorumlarımı istedim sizinle paylaşmayı herkesten çok (kiminle paylaşacaktım zaten). Umarım iyisinizdir, Mavi Öyküler -

66


yerindedir sağlığınız sıhhatiniz. Nasılsınız? Değerli Leylâ Erbil, 4 Ocak 2007, İstanbul

p

“ÖYLE SEVİYORUM Kİ ANNENİ” “Babamın Sevgilisi” | A. Kadir Konuk Bak şu köşedeki oğlan sana işaret ediyor. Gördüm. Bana sorarsan iyi bir hıyara benzemiyor. Az önce de ortada dans eden sarışına kur yapıyordu. Bir şıp sevdi olabilir. Bu tür erkekleri iyi tanımalısın. Birçok erkek için kadının nasıl olduğu pek fazla önemli değildir, yatabiliyorlarsa, bir gece için hepsine, her şeye katlanabilirler. Ertesi gün tanımazlar bile. Sana katılıyorum. Deneyimliymişsin gibi konuşuyorsun. Ustam kim? Bir yığın delikanlı var burada, seçtin mi kavalyeni. Kiminle dans etmek istiyorsun? Seninle. Beni yoruyorsun, sana ayak uyduramıyorum, sen de vals sevmiyorsun. Haydi, geçen gece o süslü, kırmızı saçlıyla çarliston yaparken hiç de yorulmamıştın. Yorulmuştum da utandım yorulduğumu göstermeye. Kadın da amma askıntıydı değil mi? Uzaktan göz ediyor, dudaklarını yalıyor… Hele elime yapışıp dans pistine çekmeye kalkışması… Gözüne sokmaya çalıştığım, parmağımdaki alyans bile umurunda değildi. Körkütük sarhoştu. Sen iteklemesen dünyada kıpırdamazdım yerimden. Yemezler. Neredeyse ağzının içine girecektin kadının. Hiç de değil, üstelik ağzı müthiş kokuyordu. Bak hele, demedim mi girdin ağzına diye. 67

- Mavi Öyküler


Başlama anneliğe yine. Haydi git danset. O odun yaklaşırsa iskele dolu dersin. *** Benim annem bir canavar. Hayır öyle iri yarı, tuttuğunu koparan, vurduğu yerden toz kaldıran bir canavar değil. Sıskanın, erimişin Allah’ı. Babam, kızdırma beni, üfürsem açık pencereden uçup gideceksin deyince de kuduruyor. Kadın dil canavarı. Aman Allah, o ne dil? Ağzını bir açmasın, Karaköy’den girip, bir dakikada Beyoğlu’ndan çıkıyor. Annemin annesi onun için, Allah buna bir dil vermiş, altını üstünü delmiş koyvermiş derdi. Annem ağzını açınca, zavallı babam, durup öyle bakıyor onun gözlerine. Ama kadının gözlerini görmek mümkün değil. Hani bir açsa gözlerini, babamın yapma, ayıp oluyor diye yalvaran bakışlarını görecek, belki susacak. Ama o kapatıyor gözlerini, ağzını açıyor. Sonra o ağızdan neler çıkmıyor dışarıya. Bir akşam babam, bak Selma dedi, böyle iyi yaptığını düşünüyorsan yanılıyorsun. Seni aldatmadığımı, ilk günden beri sana sadık kaldığımı bin kez söyledim. Aldatsam ruhun duymaz. Ama neden aldatayım? Şu dilin olmasa dünya güzeli bir kadınsın. Kızımın annesi, evimin sultanı, başımın tacısın. Bir kadında aranabilecek her şey sende fazlasıyla var. Ama dilin… Demez olaydı adam, sabaha kadar, inanın abartmıyorum, sabaha kadar susmadı kadın. Ne varmış onun dilinde? Kendi evinde iki söz de mi söyleyemeyecekmiş? Köle miymiş, memlekette fikir hürriyeti yok muymuş… Konuştu, ağladı, duvarları tırmaladı, yine konuştu, yine ağladı. Babama demediğini koymadı. Kendimi tutmasam gidip ağzına bir tane çarpacaktım. Ne sabır var bu adamda. Üstelik gülüyor. O gülünce annem kudurmuyor mu, onu işte o haliyle göreceksiniz. Annem bir ilaç firmasında çalışıyor. Babam aynı firmanın kozmetik grubunda. Annemin giysileri ne kadar pis kokuyorsa babam o kadar mis. Orada tanışmışlar, asansörde. Babam, siz her gün bu kokulara nasıl dayanıyorsunuz diye sormuş ansızın. Mavi Öyküler -

68


Annem de hazır cevap ya, sizin gibileri koklayarak demiş. Sonra başlamışlar koklaşmaya. İlk günler babam, kokmuş diye çağırıyormuş annemi, o da gülerek kokularıma kurban ol diye yanıtlıyormuş. Annem sözcüğün gerçek anlamıyla hâlâ sever babamı. Ben dünyaya geldikten sonra yaşlılık duygusuna kapılmış, alınganlaşmış annem. Gizlide büyüttüğü kıskançlığı açığa fırlamış. Babam da bir daha o sözü almamış ağzına. Aslında iyi yürekli, ince duygulu bir kadın annem. Daha doğrusu, o düşünceye kapılmadan, yani babamın onu aldattığı düşüncesine kapılmadan önce öyleydi. Geçmişte babamın giysilerindeki kokuyu öven kadın o kokularda başka kadınlar aramaya koyuldu. Adam yemin etti, geceler boyu evden adımını dışarı atmadı, ama annem her gün yeni bir kokuyu yeni bir kadın yaptı. Ben beş yaşıma girince başlamış bu duygu onda. Tam on üç yıldır böyle bu. Babamla baş başa verip söyleşirken anlattı hepsini bana adam. Neredeyse ağlayacaktı. Bu davranışıyla beni başka kadınlara doğru iteklediğinin ayırtında değil annen, dedi. Bir kez, bir kez dur ben seni aldatayım da gör dedim, diye anlattıydı babam, bir iş toplantısında kadının birine biraz yaklaşacak gibi olmuş, annemin sesi patlamış kulaklarında, Selim, kendine gel, sıçırtma ağzına! Duydum demişti babam, inan duydum o sesi. Ama orada değildi annen. Öyle batıl inançlarım yok biliyorsun, ama duydum işte o sesi. Öyle seviyorum ki anneni. Kadın yerleşmiş beynimin tüm hücrelerine. Ama gel de anlat ona, inanmıyor, ne yapayım. *** Diskoya gitmişsin, diye cırladı annem banyodan. İnkâr edemezsin, gömleğinin cebinde buldum giriş biletlerini. Hem de iki tane. Gittim dedi babam, gazete okuyordu. İş toplantısı dediğin o muydu, diyerek dikildi annem tepesine adamın. Hayır, o değildi, kızımızı arkadaşının doğum gününe götürdüğümde gitmiştim diskoya. Aldatıyorsun işte, şerefsizin tekisin sen. Aldatmıyorum diyorsun, kızının eğlencesini bahane edip 69

- Mavi Öyküler


aldatıyorsun. Gömleğinin üzerindeki bu kadın saçları yeter kanıtlamaya. Aldatıyorum, dedi babam gazeteden bakışlarını ayırmadan. Annem atıldı, gazeteyi aldı onun elinden, bin parça oldu gazete, gömleği çarptı babamın suratına, götür o orospu yıkasın diye bağırdı. Terbiyeli ol dedi babam, kiminle dansa gittiğimi bilsen o sözü kullanamazdın! Hayret, babam da sertleşebiliyormuş demek. Terbiyeli ol ha, onun bunun fahişesine sövmek terbiyesizlik oluyor ha… İlk kez, evet ilk kez babam oturduğu yerden fırladı, ona vuracağını düşündüm, ama adam gitti kendini mutfağa kilitledi. Annem o gece evden çıkıp gitmeye, boşanmaya kalkışınca nasıl yaptım bilmiyorum, kolundan tuttum, neredeyse sürükleyerek odama götürdüm, attım yatağın üstüne, çöktüm göğsüne, aç gözlerini diye bağırdım, sonra korkudan büyümüş gözlerine bakarak, öğrenmek istiyorsan sana o kadını gösterebilirim, dedim. Öldürürüm onu diye cırladı. Öldüremezsin, dedim, battaniyeyle kollarını iyice sarıp sarmalamasam, az kalsın annemin elinde kalıyordum, çıldırmıştı. Sonra birden sakinleşti. Sen nereden tanıyorsun onu diye sordu. Tanıyorum. Hafta sonunda ben yine bir arkadaşımın doğum gününe gidince, onlar yine gidecekler dansa, dedim. Gittikleri yeri biliyorum. Ama o gün seninle gelemem. Gider bir köşeye saklanır, izlersin. Ne yapacaksan orada yap, ama yeter artık, bırak adam uyusun. Tanıyorsun, diye bağırdı annem, gittikleri yeri biliyorsun, sen de… demek sen de gidiyorsun diskolara öteki fahişeler gibi… Annem olmasa… Benim yatağımda yattı o gece. Sabaha kadar uyudu uyandı ağladı. *** Babamla dans ediyorduk, ikimiz de tetikteydik, her an bir kurşun yiyebilirdik. Ama bu tehlikeyi göze almak zorundaydık. O kadını yola getirmenin başka hiçbir çaresi yoktu. Mavi Öyküler -

70


Efendim diskoya kötü kadınlar gidermiş, erkeklere elletirlermiş orada kendilerini, ayakta bitirirlermiş işlerini, sonra da hepsi etiketli fahişe olurlarmış… Sanki kadınlar asansörlerde tanışamıyorlarmış sevgilileriyle, üstelik aylar boyu asansörlerde öpüşemiyorlarmış gibi… Bir kadın sadece kocasıyla gidebilirmiş dansetmeye. Genç bir kızın öyle yerlerde işi neymiş… On sekiz yaşıma kadar ayağımı attırmadı dışarıya akşam karanlığından sonra. Odamda öğrendim dansı, odamda tek başıma. Babam ne zaman, şu kıza bu kadar eziyet etme, hangi çağda yaşıyoruz dese, benim orada olmama aldırmadan, bırakayım da ötekiler gibi sürtük mü olsun demiyor mu… Babam olmasa arkadaşımın doğum günü diye evden çıkamayacaktım birkaç kez. Senin arkadaşların da hep bu ayda mı doğdular diye homurdanmıştı annem, ama babam ben götürür, birkaç saat kahvede oturur, ben getiririm eve deyince söyleyecek söz bulamamıştı. Aslan babam, canım babam… O olmasaydı kentte gençlerin doyasıya eğlendikleri diskoları nasıl tanıyabilirdim bilemiyorum. Babamla dans ediyorduk, annemin her an gelebileceğini biliyor, ama umursamıyorduk. Birden çığlık doldu kulaklarımıza. Bir el saçlarıma yapıştı, yüzümü çevirdi, tokadı indirdi suratıma. Annem! Sonra… Öylece donup kaldı. Hayır taş kesildi. Eli havada, ağzı yanardağ krateri, gözleri… O bakışı anlatabilecek bir tek söz yoktur dünyada. Sonunda öğrenmişti annem. Babamla dans eden sevgilisi bendim, babam annemi benimle aldatıyordu.

p

“BİR DAHA HİÇ YAŞLANMADI” “Öncesi, Sonrası…” | Barış Acar Önce, Arnavut kaldırımlı sokağın hemen başında, yanından ge71

- Mavi Öyküler


çerken burun delikleri kabardı; derin derin içine çekti buz gibi havayla beraber kadının kokusunu. Adı, Delâl. Önce, karşıdan karşıya geçerken arabalara kendini siper ederek koluna girdi. Tramvayı itip, vapura gözdağı vererek Tophane rıhtımında, puslu bir yaz sabahı. Önce, bir çay içimliğine diye bahane ederek trafiğe aldırmayıp Ortaköy Belediye Çay Bahçesi’ne oturmuş, yerden aldığı bir avuç yaprağı avucunun içinde ezerek denizi izlerken, ansızın, “Seni tahmininden çok sevebilirim,” dedi. “Bugününü, geçmişini, çocukluğunu, olacağın yaşlı insanı. Seni çok sevebilirim.” Önce, tenini. Amber diye çağrıldığı işitildi, sahilin sıcak kumları arasında. Sonra, bir araba çarptı aşklarına (Burada mecaz yok.). İş çıkışı, Beşiktaş vapurundan inmiş bordo şemsiyesine uyduğunu düşündüğü geniş yakalı ekose mantosunu çekiştirerek telaşla ajansa yetişmeye çalışırken. Sonra, hastane kokuları sindi aşklarına. Sonra, eski arkadaşlar. Hazırcevap Metin. Toprağım Gökalp. Siyah iç çamaşırlarıyla dekolte giyinen Betim. Bizim Hasan. İşkolik Ayşen. Adıyla müsemma Nezaket. Dangalağın önde gideni Bilge. Temizlik hastası olduğunu düşünen ama aslında beceriksizin biri olan Gonca. Ve Emre. En çok Emre. Sonra, üçüncü yılın sonunda yeniden yürüyebildi Amber. Arnavut kaldırımı geçen kış sökülen sokakta, yalnız. Delâl ajansı elden çıkartıp Kanada’ya göçtü; bir daha hiç yaşlanmadı.

p

“GRİ BİR BOŞLUK” “Mor Ekim” | Münire Özgencan Cambazhane Cambaz ertesi gün yapacağı gösteri için prova yapıyor, aşağıda bir çift meraklı minik göz onu izliyor, dikkatle, hayranlıkla. Cambaz ipin üzerinde ilerliyor, küçük çocuk içinden sayıyor; 17, 18, 19 ve 20; derin bir nefes alıyor çocuk. Cambazla göz göze Mavi Öyküler -

72


geliyorlar, cambaz ceketinin yakasındaki karanfili çıkarıp çocuğa atıyor… Hazan mevsiminde bir İstanbul sokağı Ayların bir rengi olduğunu düşündünüz mü hiç? Ben hep düşünmüşümdür. Neden bilmiyorum ama, ayların bir rengi olsaydı eğer, ekim ayı kızıl-kahve olurdu bence. O yıl da, içimizdeki çocuk sevinciyle karşılıyoruz kızıl-kahve renkli ekimi. Mahalledeki metruk köşkün bahçesinde birkaç çocuk kovboyculuk oynuyoruz. Herkes bir ağacın tepesinde. Ellerimizde uzun plastik borular, içlerine yerleştirdiğimiz kâğıttan külahları birbirimize fırlatıyoruz. Rakiplerimi daha iyi görebilmek için ayağımı bir üst dala atmamla elbisem eteğinden neredeyse belime kadar yırtılıyor. Umursamıyorum, oyunun en heyecanlı yeri. Cebimdeki külahlardan birini borunun içine yerleştirip, ceviz ağacındaki Ahmet’in ensesini hedef alıp üflüyorum kuvvetlice. “Aaaah!” diye bir ses duyuluyor; “Yaşasın, vurdum seni!” diye bağırıyorum. Köşkün çıngıraklı kapısının açılmasıyla oyunumuz yarıda kalıyor. Ablamın beni çağıran sesi duyuluyor: “Aysun, hadi yemek yiyoruz.”; “Beş dakika daha lütfen!”; “Olmaz, herkes seni bekliyor, annemi kızdırma.”; “Offf! Tamam tamam,” diyerek ağaçtan iniyorum. Eve girer girmez mis gibi sütlaç kokusu alıyorum. Ellerimi yıkadıktan sonra tadına bakmak için mutfağa girmemle annem odadan sesleniyor; “Sakın elini sütlaçlara sürme.” Bazen annemin arkasında da gözleri olduğunu düşünüyorum. Annem, yemekten sonra çaya misafirlerimiz olacağını söylüyor ve ardından her zamanki uyarısını da yapmayı unutmuyor: “Misafirlerin yanında yaramazlık yapmak, her lafa karışmak yok, anlaşıldı mı?” Misafir odasında televizyonun sesinden başka bir ses duyulmuyor. Annem, babam, ablam, ben, misafirler herkes televizyondaki ecnebi diziyi izliyoruz. Bir ara görüntü kaymaya başlıyor, ardından karıncalanıyor ve yayın kesiliyor. Herkesin hevesi kursağında kalıyor, babam, “Olur mu şimdi bu, en heyecanlı yeriydi.” diyor. Misafirleri yolculadıktan sonra annem direktifini veriyor, “Çabuk elinizi yüzünüzü yıkayıp, doğru yatağa”, “Yarın 73

- Mavi Öyküler


okul yok ki” diye itiraz ediyorum, ama her zamanki gibi annem galip geliyor. Yatağıma uzanıp, sokak lambasının ışığında, odanın duvarına yansıyan incir ağacının yapraklarının gölgesine bakarak uykuya dalıyorum. Ertesi gün odamda ders çalışırken açık pencereden içeri Ayten Alpman’ın “Memleketim” şarkısı doluyor. Zaten caddeler, sokaklar hep “Kıbrıs Fatih’i” Karaoğlan’ın resimleriyle dolu. Daha sonra megafondan duyduğum bir sesle sevinçten havalara uçuyorum. Az sonra kapının zili çalıyor, Ahmet telaşla odama giriyor. “Duydun mu? Cambaz gelecekmiş yine bu akşam”; “Evet, mutlaka gidelim” diyorum. Cambaz zaman zaman gelir, mahalledeki boş arsada gösteri yapar. Çocuk yaşımda yerden onca yükseklikteki bir ipin üstünde yürümek çok büyüleyici geliyor bana. Büyüyünce ne olmak istiyorsun diye soruyorlar. “Cambaz” diyorum. Gülüyorlar. Ama biliyor musunuz? Hâlâ bir yanım cambaz olmak istiyor. Akşam erkenden gidiyoruz arsaya. Elma şekerlerimizi alıp, çalışanları izliyoruz. Cambazı göremiyorum, yoksa gelmeyecek mi? Zaman ilerliyor, hava kararıyor, yavaş yavaş kalabalıklaşıyor meydan. Cambaz yok. Ağlayan çocuk sesleri, gülüşme sesleri, çıngırak sesleri, tüm sesler birbirine karışıyor. Aklım cambazda. Hasta mı acaba? Bir ara ablam yanıma gelip bir şeyler söylüyor, ne söylediğini duymuyorum başımı sallıyorum sadece. İşte, gördüm orada! Cambaz telaşlı telaşlı yanındaki kişiyle konuşuyor. O an, çok kısa bir an, belki bir saniye göz göze geliyoruz, gözlerindeki hüznü görüyorum. Üzerinde mor bir ceket ve boynunda mor bir fular var. İşte nihayet beklediğim an geliyor, cambaz ipin üzerinde yürümeye başlıyor. Herkes dikkatle cambazı izliyor. Herkesin duyduğu tek ses, sessizlik... Sanki kimse nefes bile almıyor. Kim bilir kaçıncı kez yürüyor ipin üzerinde, pamuk ipliğine bağlı hayata karşı. Bir ara dengesini kaybediyor, sendeliyor ipin üzerinde. Herkesin yüreği ağzında, yüzlerde endişe, korku. Cambaz bir an kıpırtısız duruyor. Mavi Öyküler -

74


“Hadi! Bu kadar zor mu? Bırak bedenini boşluğa.” “Bu kadar kolay mı sanıyorsun, yıllardır yorgun ruhumu taşıyan bedenimden bir anda vazgeçmek?” “Ne var bunda bu kadar düşünecek, her şey en fazla birkaç saniye sürecek.” “Peki ya ötekiler, ne yaparlar benim yokluğumda, nasıl yaşarlar?” “Korkaksın sen! Koca bir korkak!” Şimdi her şey olağanca hızıyla dönüyor, kulakları uğulduyor, sesi çıkmıyor. Tek görebildiği gri bir boşluk. Gri boşluğa doğru bir adım atıyor, bir adım daha…. Gri boşluk yerini giderek karanlığa bırakıyor. O gece hiç kimsenin beklemediği bir şey oluyor, hiç kimsenin anlamadığı. Cambaz bir an dengesini kaybedip düşerek ölüyor. Bağırmalar, koşuşturmalar, ambulans sireni. Bir tek ben anlıyorum, cambazın canına kıymak istemesini, ben görüyorum. Meydan boşalıyor, herkes bir bir gidiyor, sesler kesiliyor. Sokak köpeklerinden başka kimse yok etrafta. Her yer hüzün kesilmiş. Elektrik direğinin altında parlak bir şey görüyorum. Elimi uzatıp alıyorum. Mor bir fular. Biliyorum, bu gece özellikle seçmişti bu rengi cambaz. O da biliyordu, mor hüzün demekti.

p

“BİRLİKTE TOPLADILAR DAĞILAN HER ŞEYİ” “Ben Gidiyorum Sen Beni Bırakma” | Rahime Sarıçelik Kapı çalındığında kalbi küt küt atıyordu. Kimsiniz, dedi usulca; ve gelen aşktı. Bir şiir tutturmuştu aşk bir adamın sesinin dizelerinde, şu kelimeler kapıda dans ediyordu. “Bilmiyorum canım bir düşte miyim? Hangi yılın hangi günündeyim?” Açmaya giderken kapıyı gözleri ilişti evinin holündeki aynaya… 75

- Mavi Öyküler


Üstü başı ve saçları oldukça dağınıktı. Zamansız gelmişti kapıdaki yine… Zaman her anında başına bela olmuştu… Zaman, demişti aramızdaki yıllar önce başka bir aşk. Ben hayatla dansımı tamamladım. Sen başındasın… ben akıştayım, sen seyirdesin… Benim bahçemde çiçekler soldu. Sen yeni yeni açmaktasın... Ben fakir sen zengin düşlerdesin. Devam ediyordu kapıdaki aşk şiire, “Ben senin düşünde miyim ya da sen?” sanki o an kalbinin sesini tüm dünya duyabilirdi kapıdaki sesle. Elini götürdü yüreğine bu sesi susturabilir gibi. Solmuş yüreği de darmadağındı. Yine zaman yine zaman diyendi sebep… Soldurup gitmişti yıllarca yeşeren bahçesindeki çiçeklerini… Kapıyı aralarken usulca dizlerine baktı… Titriyordu… Uzun bir yolculuk yapmıştı zamanla. Yorgun da sayılırdı. Yine de kapıyı açmalıydı. Ama evi dağınık kendisi dağınıktı… Böyle görmeli miydi kapıdaki? Görse ne olur ki, dedi içinden… Gelen aşk değil miydi? Ve gelen aşksa o bunları görür müydü? Gelen aşk değil miydi? Ve gelen gerçekten oysa, almalıydı içeri. Buna cevabı vermişti… Kapı karanlık odasına açıldı… Gün ışığında bir adam vardı, ellerinde bahçesinden topladığı çiçekleri… Tanıdı onları, onlar zamanda solan çiçekleriydi… Adamla girdi birden kaybettiği her şeyi… Adam ne dağılmış saçlarını görmüştü ne de üstünü… ikisi de kapıdaydı… adam tuttu ellerini… girdi içeri… birlikte topladılar dağılan her şeyi… Üstünü değiştirdi kadının önce sonra taradı saçlarını… Ben gidiyorum sen beni bırakma, dedi adam birden… Kadın şaşkın bir huzurdaydı… Adam gitmiş kadın onu bırakmayalı otuz iki yıl geçmişti. Bir sesle irkilerek uyandı kadın. Ses, ilacını içmesini hatırlatması için kurduğu saatinin alarmıydı… Çok uzun olmamalıydı uykuya dalışı… Gerçi ne zaman otursa bu sandalyeye uykuya dalmaması artık mümkün değildi. Bu durum seksen iki yaşındaki bir kadın için çok da şaşırtıcı sayılmazdı. Aslında yıllar olmuştu eşini rüyada bile görmeyeli… ve şimdi düşünüyordu özleme doymuş bir gülümsemeyle…. Kim bilir onu bir daha ne zaman görecekti.

p Mavi Öyküler -

76


“FIRTINADA ÇIĞLIKLAR ATAN BİR GEMİSİ VARDI” “Vadiyi Beklerken” | Çiğdem Aldatmaz Yağmuru boynuna astı, aştı gitti gökkuşağından. Hepimiz arkasından bakakaldık. Bir rüzgâr bulutu geldi, ayak izlerini sildi sonra. Gözlerimizi açamadık. Başımızı kaldırabildiğimizde vadide büyük bir sessizlikten başka bir şey kalmamıştı. Pusulasını yaşlı dilencinin heybesinde unuttu giderken. Kuzey yıldızının masallarıyla büyüdüğünden sıkıntı çekmez diye düşündük, yanılmamışız. Her on dörtte bir nefesini yüzümüze üfledi geceleri. Ay şarkıları öğrenip duruyorduk hiç yoktan. Bilmeyenler yel deyip geçtiler. Bilmeyenler inanmayı bir türlü beceremediler. Çocukken bir ağacın yarası olmak isterdi. Gövdesinden zehrini kusan bir kahverengi, gözlerini çepeçevre sarmıştı. Gün doğumunda yorgun ve acılı bakışlar edinmeyi bıraktı büyüdükçe. Biz çocukluk hevesidir geçer sanmıştık. Yanılmışız. Artık büyümüş, hayatın ve ölümün kıyısından yollar edinmiş bir yolcu yaraydı. Uçuruma gözlerini dikip saatlerce bakardı. Bazen nedensiz susar, bazen nedensiz neşelenirdi. Ağrısını ve sevincini aynı değirmende öğütmeyi öğrendi. Delifişekti biraz. Hepimizden daha az istekli, hepimizden daha az umutluydu. Vadinin sessiz şarkısıydı. Kendinden bekleneni kanatıp insanların kucağına bırakmakta üzerine yoktu. Hiçbirimizden anlaşılmayı beklemeden sadece gözlerimize baktı uzun uzun. Vadinin ileri gelenleri bazen alaycı bir gülümsemeyle bakardı yüzüne, çoğu zaman da umursamazdı. Bu durum ona hep herkesi şaşırtan bir mutluluk hissettirirdi. Biz bir gün herkese bir şeyler ispatlayacak sandık. Yanılmışız. İspata ihtiyacı olan zavallılar onu hiç anlayamadı. Her şey yavaş yavaş kirlenip birbirine karışırken, kasırgalar büyüten kalplerimiz yabancılaşmışlığımıza isyanlar dillendirirken ve anlamını kaybederken renklerimiz, o hep kuzey yıldızının izini sürdü ıssız göğünde. Bir gün ellerinde bir türlü ödeşemedikleri günahlarıyla çıkıp 77

- Mavi Öyküler


geldi karanlığı çok adamlar. Korkudan titriyorduk. Yaşlı dilenci bin yıldır yaşayan gözlerini gözlerime dikti. “Vadiyi griye boyar insanoğlu” dedi. Çünkü biz beyazın içinde tüm renklerin bulunduğunu biliyorduk sadece, ama buna hiçbir zaman inanmadık. Oysa inanmak büyüler çağırırdı hayatlarımıza. Bunu bir gün oturup defterine yazmıştı. Gideceği o günden belliydi aslında. Sadece çizilen çizginin içinin dolmasını bekler ya insan, o da bekleyecekti. Bir akşam ateşin etrafında toplandık. O bize kâğıt gemiler gibi bir şiir yaptı oracıkta. Alıp iç sularımızda yüzdürdük. Kafamızın içindekiler güzel, yıldızlar parlaktı. Başımıza gelen inanılmazdı sahiden de. Ama o tükenmişti. Gözlerindeki ışık bitmesin diye Kuzey yıldızı onu terk etmesin diye Yaraları iyileşip boşluğa karışmasın diye gitti. Hepimiz şaşkın bakışlarına aldanarak gidişini izledik. Ağlasak mı gülsek mi bilemiyorduk. Yaşasak mı ölsek mi diye düşündük. Yolcu mu etsek, kolundan tutup çeksek mi bilemedik. Fırtınada gemisi vardır bazılarımızın. Açıklarda ve hep kurtarılmayı bekleyen... Karada hayat nasıl akarsa aksın, gün ve gece ne getirirse getirsin hepsi yalandır. Aslolan o bitmeyen fırtına ve hep rüyalarını hançerleyen o gemidir. Aldanmışlığı onu yanlış yere saldığı köklerinden koparıp attığında, kuzey yıldızı oyunlarını bozduğunda, cevaplar sorulara mağlup olduğunda, gidip o gemi mutlaka bulunmalıdır. Bulunmalıdır ki, uzaktaki çığlıkları susturulsun. Fırtınada çığlıklar atan bir gemisi vardı onun da. Bir sabah kimsenin bilmediği, hiçbir yerde söylenmemiş bir şarkı olmak için gitti. “Kuzey yıldızının toz zerresi tenime değmese de gölgesi düşer bir gün.” dedi. “Vadi suskun burgaçlarıyla etimi kanatıyor, canım acıyor benim de herkes gibi” dedi. Anlaması kolaydı gemilerin çığlıkları uykularını bölenleri. Her gün uyandığı sabaha geceden yabancı gözler edinenleri. Mavi Öyküler -

78


Anlaması kolaydı gideni, vazgeçeni, kaybedeni, çünkü herkes aynıydı aslında. Hayat yabancısı olduğumuz bir dilin en dikenli kelimeleriyle öğretmeye kalktığında kendini, Ağır ağır damarlarımızdan eriyip aktığında suyumuz, Bütün benzemezlerin sırrı ortalığa saçıldığında, Anlaması kolaydı gideni, O da gitti. Ve biz nedense hâlâ vadiyi bekliyorduk…

p

“PEKİ BU MAVİLER KİMDİ?..” “Saraltı” | U. Şahin Tağı Ve son defa baktı geceye adam, gün ışıyordu. Şehrin hızı artmaktaydı. Yavaş yavaş sokaklar dolmaya başlarken genç adam, evinin yolunu tuttu. Sadece bir sokak kalmıştı evine varması için. Sokak büyük, adam küçüktü. Adam hızlanmaya çabalarken düşüyor, etraftaki insanların dikkatini çekiyordu. Adam bundan çok korkuyordu. Ne dikkat çekmek ne de fark edilmek istiyordu. Sarı demek ölüm demekle eşit gibiydi adam için. Çünkü adam sarıydı. Sarılığını saklamak için her gün kendini maviye boyuyordu. Maviler rahattı olması gereken renkmiş gibi ve mavi olmamak suçmuş gibi sarılığından utanıyordu. Diğer yandan her geçen gün yaklaşan tehlikeden de yorulmuştu. Bir gün gerçek ortaya çıktığında ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyordu. İnsanların sarı ve mavi diye ayrılmasının saçmalığını düşünüyordu. Geceleri her şey farklıydı. Gece olunca renkler önemsizleşiyor ve kayboluyordu. Herkes her yerde özgürce ve korkmadan dolaşabiliyordu. Bu yüzden geceleri çıkıyordu fark etmek için yaşamı. Yine de temkinli olurdu. Çok aydınlık yerlerde dolaşmazdı. Sarıların yoğunlukla gittiği yerleri seçerdi. Denizi çok severdi. Dalgaların sesiyle şiirler yazar, besteler, birkaç saat içinde şarkıya dönüştürür ve söylemeye başlardı. Genç adam eve apar 79

- Mavi Öyküler


topar girdiğinde sarılıkları ortaya çıkmak üzereydi. Dışarıda sarhoş bir yaşlı yürüyordu salına salına, sarılığına inat. Yürümüyor, sanki dans ediyordu. Eyvah, dedi içinden ve telaşlandı genç adam. Ne yapacağını bilmiyor sadece pencereden bakmakla yetiniyordu. Yaşlı adamı aşağılayan bakışlar yükselmeye ve çoğalmaya başlayınca genç adam dayanamayıp dışarı atıverdi kendini. Neler olabileceğini geçirdi hızlıca aklından. Çok küçükken yaşamıştı bir kere ve aklından çıkmayan bir sahne olarak yerleşmişti içine o an. Okula yeni başladığı günlerdi. Annesi onu özenle boyamış, önlüğünü giydirmiş ve yakasını takarken sıkı sıkıya tembihlemişti. Sarılığını gizlemesi gerektiğini o gün öğrenmişti annesinden anlamlandıramasa da. Babası tüccardı. Diğer sarıların oturduğu mahallelerde oturmuyorlardı. Genelde sarılar fakir olurlardı. Ayak işlerinde çalıştırırlar, boğaz tokluğu denilen sınırda yaşamlarını devam ettirirlerdi ve okula gidemezlerdi. Sınıfta en arkaya oturtmuştu öğretmeni, ama en öndeki güzeller güzeli ve narin bakışlı minik hanımefendiyi fark etmesine engel değildi bu durum. Dersler iyi gidiyordu. Öğretmeni onun sarı olduğunu biliyordu ve diğer çocukların fark etmemesi için çabalıyordu. Bu çaba sadece 3 ay etkili olmuş, çocukların biri boyadan açılan yeri fark etmiş ve diğerlerine söylemişti bağıra bağıra. Oturduğu yerde kala kalmıştı. Etrafını çevreleyen mavi çocuklar bir yandan onunla dalga geçiyor diğer yandan boyalarını silerek sarılığının iyice ortaya çıkmasını sağlıyorlardı. Bunların dışında sarı çocuğu asıl üzen güzeller güzeli narin sevdiğinin, ilk aşkının, yanına gelip aşağılayıcı bakışlar atması ve ağlayarak gitmesiydi. Çocukların sesini duymuyor sadece ilk aşkının gidişini izliyor, izlerken içinden kopan parçaların onu bu denli yaralayacağını bilmiyordu. Öğretmeni koşup geldiğinde tek mavi noktası kalmamış üstü başı yırtılmış. Yüzü, gözü çizikler ve darbeler içinde kalmıştı. Evine götürüldüğünde dahi konuşmamış sürekli aklından koşarak giden kızı geçirerek gözleri yaşlı uyuyakalmıştı. Yaşlı adamın yanına vardığında, adamı tartaklayanları gördü. Yıllar önce onu tartaklayanlardı yine. Kendini gizledi birden sokak tabelasının arkasına. Cesaret etmeli miydi bir adım daha yaklaşmaya. Onu evden çıkaran duygu neredeydi şimdi. Doğru Mavi Öyküler -

80


olan neydi ve kayıp mı olmuştu yazdığı şarkılardaki özgür ruh? Söylemiyor muydu haykırarak şarkılarını geceye ve denize? Yıllar önce yaşadığı hayal kırıklığının ona kattığı, götürdüklerinden az mıydı? O duygu yoğunluğu içinde yaşamış ve şarkılarını yazmıştı minik aşkına yıllardır. Gelen polis ekibi yaşlı adamı tartaklamaktan beter edercesine bir şekilde kurtarmaya çalışıyor, arabalarına sokmaya çalışıyordu. Yaşlı adam, genç adamın gözlerine baktı o anda. Sonra ellerini havaya kaldırarak bağırmaya başladı ağlayarak. İsyanım var diyordu. Benim suçum ne, ey Tanrım! Sarı doğmayı ben mi seçtim! Yaşlı adamın bu sözleri içini utançla doldurdu genç adamın. Bu utanç rengini sakladığı için kendine duyduğu utançtı. Yaşlı adamın gözlerinde ve sözlerinde hissettiği isyan, içinde bu duyguyu oluşturmuştu. Aslında kendini gizlendiği kişinin yaşlı adam olduğunu fark etti. Kendisini kendisinden gizleyen sıradan bir sarıydı aslında. Babası ve ona benzer gizli sarılarla, mutsuzluk ve utanç içinde yaşayacak, yaşlanacak sonunda bu yaşlı adam gibi olacaktı. Bu noktada karar vermeliydi. Ya yüzyıllardır babası, dedesi ve onların babaları gibi olacaktı veyahut şarkılardaki özgür ruhu ortaya çıkaracaktı. Kendini tutamayarak ileri atıldı. Yapmak veya yapmamak sanırım bütün mesele buydu ve yaptı. Gidip polisin elini tuttu ve durun diye bağırdı. Yaşlı adamla göz göze geldi. Yaşlı adam, gencin gözlerindeki alevi ve ışığı gördü. Umut kapladı yüreğini. Polisler şaşkınlık içinde gence bakarken, diğer taraftan başka bir el daha geldi ve ardından bir el daha. Sanki kördüğüm çözülüyor, bir çembere dönüşüyordu. Bir kıvılcım çakmış, alevi tahmin edemeyeceği bir hızda büyüyerek yayılıyordu. Fark ettiklerinde çevredeki herkesin hatta kollarından tuttukları polislerin bile sarı olduğunu, büyük bir şaşkınlık ve eziklik duygusu kapladı içlerini. Peki bu maviler kimdi, yıllardır kendilerini büründürdükleri, gizledikleri bu maviler? Nereden çıkmıştı, kim anlatmıştı, kim boyamıştı ilk defa bedenlerini? Neye nasıl inanmışlar ve bundan sonra neye nasıl inanacaklardı? Yüzyıllardır aslında kendilerinden saklandıklarını bilmek genç adam kadar diğerlerini de şaşkına çevirmiş ve büyük bir boşluk uyandırmıştı. Yıllardır okullarda, işyerlerinde saklandıkları kendileri miydi gerçekten? Tuvalet kabinlerinde gizlice boyanıyorlardı, diğerlerinin gizlice 81

- Mavi Öyküler


boyandığını bilmeden. Bunu kendilerine nasıl itiraf edeceklerdi? Herkes, hatta yaşlı adam bile donmuş etrafına bakınıyordu boş gözlerle. Büyük bir sessizlik çökmüştü. Sonra polisler sessizce arabalarına binip gittiler. Ardından kadınlar ve erkekler. Yaşlı adam dahil herkes sessizce terk ediyordu sahneyi. Genç adam kaldırdığı elini indirdi ve evine doğru yürümeye başladı. Evin kapısını annesi açtı bu kez yanında babasıyla. Nasıl bir yaşam onları bekliyordu? Bir yerlerde bir mavi var mıydı? Şimdi de onlar mı saklanacaklardı. Yoksa hepimiz mavi miydik?

p

“SANKİ HİÇ DOĞMAMIŞIM” “Hayalet Başbakan” | Ziya Alpay Bir zamanların en güzel başbakanı, gençlik günlerinde öğrencilik yapmış olduğu Kara Melek Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler fakülte binasının girişindeki basamakları ağır ağır çıktı. Boyu diz kapaklarının üzerine kadar uzanan kırmızı renkli deri pardösüsü, bacaklarını güzel gösteren elmas desenli ince, siyah külotlu çorabı ve topuklu siyah ayakkabısıyla hoş bir uyum içinde; kuğu gibi nazikçe süzülerek fakülte binasına girdi. Yüzüne takındığı sert ve soğuk ifadeyle meme uçlarında ve cinsel organında duyduğu acıyı bastırmaya çalışıyordu. Girişteki büyük salonun buz gibi taş döşemesinde bir an durdu. Okul zamanı olmadığı için çevrede çok az insan vardı. Onu tanıyan kimse çıkmadı. Birkaç dakika öylece kaldı. Danışma masasında oturan adamın kelleşen başı, önündeki iskambil kâğıtlarına gömülmüştü; onu görmedi. Adam onu fark edince ona ne diyeceğini düşündü bir müddet. Herhalde kendisinin Başbakan Zeynep Kara olduğunu, on yıl kadar önce bu fakültenin İktisat Bölümü’nde okuduğunu ve yalnızca duygusal bir ziyaret amacıyla buraya geldiğini söyleyebilirdi. Aslında bu okulda pek mutlu günler geçirmemişti. Erkeklerin ona yiyecekmiş gibi bakmalarından, güzel olduğu için hocalaMavi Öyküler -

82


rının not verirken ona iltimas geçtiği, hatta bu hocalarının birkaçıyla birlikte olduğu rivayetlerinden çok bunalmıştı. Ayrıca kız arkadaşlarının da ona kıskanç gözlerle bakmaları sebebiyle kendi içine kapanıp yalnızlığı tercih etmişti. Geçen yıllardan sonra yine yalnızdı. Yeni ve alışkın olmadığı statü yokluğunu anımsayınca yüzünde hüzünlü bir ifade belirdi. Tüm bunların nasıl olduğunu hâlâ anlayamıyordu. Kendini ne kadar zorlarsa zorlasın olayların sırasını kesin olarak hatırlayamıyordu. Onun için, gerçek başbakanlığından tutuklanıp hapse atılan bir başbakana geçiş belirsizliğini koruyordu. Otel odasında ne kadar oturup hatırlamaya çalıştıysa da aklı ermiyordu olanlara bir türlü. Yoksa şizofrene mi dönüşüyorum demekten kendini alamamıştı. Bir dış geziye çıkmak için makam arabasına bindiğini hatırlıyordu. Mercedes onu havalimanına götüreceği yerde şehrin dışındaki metruk bir evin önünde bırakmıştı. Siyah takım elbiseli, güneş gözlüklü üç adam koluna girerek “Lütfen hiçbir şey sormadan bizimle gelin” dediklerini ve sol kalçasına batan bir iğnenin acısını duyduğunu hatırlıyordu. Sonrası zifiri bir karanlıktı. Kendine geldiğinde çok acımasız bir şekilde tecavüze uğradığını anladı. Fakülte binasının katlarında kaybolmuş bir çocuk gibi oradan oraya yürüyor, merdivenleri çıkıyor, etrafına şaşkın gözlerle bakıyordu. Binanın içindeki kasvetli duvarlar, nem kokan koridorlar bıraktığı gibi kalmış sadece sınıflar ve bölümler yer değiştirmişti. Bir zamanlar önemli ekonomi derslerine girdiği sınıfın kapısının önünde bir müddet durdu. Neden şimdi buraya gelme ihtiyacı hissetmişti? Sınıf arkadaşlarının çoğu gibi o da büyük bir başarı kazanarak Başbakan olmuştu. Arkadaşları ülkenin üst düzey mevkilerinde çalışıyor ve tabiri caizse paraya para demiyorlardı. Bitirme tezini verdiğinde profesör, teze şöyle bir bakmış ve sınıfın içinde, “Bu tez dört sene önce bir öğrencimin verdiği teze şaşılacak derecede benziyor,” demişti. Doğal olarak, şaşırmış ve olanları anlamıyormuş 83

- Mavi Öyküler


gibi yapmıştı. Oysa gerçekten de, tezini kütüphanede dolaşırken görüp beğendiği bir tezden bazı değişiklikler yaparak olduğu gibi kopyalamıştı. Tüm erkek hocalarının ona karşı duydukları zaaftan çok iyi faydalanıp “A” almayı başararak yüksek şerefle mezun olmuştu. Mezuniyetten sonra bir akşam toplandıkları bir barda arkadaşlarına dert yanarak; iki tez arasındaki benzerliğin sıra dışı ve tesadüften ibaret olduğunu haklı gösteren bir öfkeyle açıklamış, onlar da dinlemiş ve içlerinden küfürler ederek derdini paylaşmışlardı. Ona göre profesör kadın düşmanlığı yaparak onu küçük düşürmek, aşağılamak için bir oyuna başvurmuştu. Sonraki yıllar baş döndürücü bir hızla geçmiş, birçok şirkette müdürlük, danışmanlık gibi görevlerde başarılı olarak milletvekilliğinden, bakanlığa ve nihayet başbakanlığa kadar yükselmişti. Ülke sorunlarını bizatihi görmek adına şehirlere, kasabalara, hatta köylere kadar gittiği için kendisiyle gurur duyardı. Tuhaf olan “devletin büyük adamları” ve şirket patronlarıyla çok iyi bir ilişki içinde olmasına rağmen, konumundan hiç emin olamamasıydı. Kendisini şarlatan gibi hissediyordu. Bunun, yaklaşık on beş yıldır onu iktidarda tutan şaibeli seçimlerle hiçbir ilgisi yoktu. Bu şaibeler o kadar çoktu ki: Yaşayanların değil ölülerin verdikleri oylarla seçimi kazandığı; büyük baş ve küçük baş hayvanların oylarıyla; bilgisayarlardan verilen oyları kendisinin tuttuğu bir “hacker”la değiştirttiği; Samanyolu galaksisindeki henüz keşfedilememiş bir gezegende yaşayan varlıkların ona yardım ettiği vs. Babası, Uzay Araştırmaları Bakanlığı’nda çalışan bir astrofizik uzmanıydı. Fakat Zeynep’in gözünde tam bir kaçıktı. Evde olduğu zamanlarda sürekli Kuran okuyor, ebcet hesapları yapıyor, arada bir kendini kaybedip, “Ey Allah’ım bir gün seni bulacağım ve seni tüm insanlığın karşısına çıkartıp herkese göstereceğim,” diyordu. Zeynep’e ve annesine öyle bir baskı uyguluyordu ki ondan izinsiz oturup çay bile içemiyorlardı. Dışarıya tepeden tırnağa siyah çarşaf giymeden çıkmaları mümkün değildi. Sonunda sinirleri bozulan annesi dayanamayarak 23. kattaki daiMavi Öyküler -

84


relerinin balkonundan kendisini aşağı bıraktı. Babası beklemediği bu olaydan sonra iyice zıvanadan çıktı. Hemen her gün eve geldiğinde Zeynep’i dövmeye ona orospu, kaltak, yosma… gibi hakaretler savurmaya başladı. Neyse ki bu durum çok uzun sürmedi. Babasının işyerindeki arkadaşları dengesiz davranışlarından dolayı bir hastaneye kapatılmasını sağladılar. İşte Zeynep bu sayede üniversiteye gidebilmişti. Buraya gelmekteki amacı, geçmişe bir yolculuk yapıp bütün olup bitenlere bir anlam verebilmekti; fakat şimdi her şey gözünde olduğundan daha anlamsız dahası son derece saçma görünüyordu. Kendi kendine “Saçma, saçma, çok saçma” diyerek binadan ayrıldı. Akşam şehre yavaş yavaş çökerken üşümeye başladığını hissetti. Ama yine de bunun çok sevdiği denize karşı bir bankta oturup, hüzünlü bakışlarla uzaklara dalmasına engel olamazdı. Nasıl bu kadar yükseklere çıkabilmiş ve nasıl birdenbire düşmüştü. Kendi kendine “Evet,” dedi. “Öncelikle büyüleyici bir güzelliğim var. Beni gören anında âşık olur. Çekim gücüme kimse karşı koyamaz. Sonra, çok iyi bir konuşmacıyım. Söylediklerim ne kadar mantıksız, saçma ve yalan olsa da dinleyenler bunu asla fark edemez, aksine her kelimem onlar için bir elmas değerinde görülürdü.” Hitabet sanatı dedikleri, insanlara yalan söyleyip inandırabilmekten başka bir şey değildi. Gerçekliği iyi kavrayan biri için yalan söylemek çok kolaydır. Zihninde mide bulantısına benzeyen bir şey duydu. Çünkü artık ona gerçek kelimesi hiçbir şey ifade etmiyordu. Gerçek diye bir şey var mıydı? “Acaba ben gerçek miyim?” diye sordu kendine. “Olsa olsa gerçekmiş gibi görünen bir hayaletim. Hiçbir şeyim. Beni şarlatan bakanlarım şöyle dursun babam bile tanımıyor, hatırlamıyor. Üzerimde hiçbir kimlik yok. Sanki hiç doğmamışım.” Havanın iyiden iyiyi kararmasıyla birlikte rüzgâr çıktı. Yüzü ve bacakları daha çok üşüyordu. Birkaç damla yağmur düştü etrafına ve saçlarına. Kıyıya vuran dalgaların sesi yükseldi. Yağmur çok şiddetli yağmaya başladığında korkunç bir gök gürültüsü duydu. Oturduğu yerden kalktı ve denize doğru kararlı ve ken85

- Mavi Öyküler


dinden emin adımlarla yürüdü.

p

“ÖRÜMCEK AĞLARI SAÇLARIMIZA YAPIŞMIŞTI” “Gece” | Petek Sinem Dulun Dışarıda aralıksız yağan yağmur, tavandaki su lekesi, penceremdeki çatlak, hepsi beraber büyüyorlar. İçine sığındığım yorgan, isteksizce kabul etti beni bu gece de. Gökyüzü ıslak, rüzgâr kulağıma soğuk nefesini üflüyor. Hafifçe aralıyorum gözlerimi, duvara dayanmış sehpada, tabakta bekleyen taze erikler iştahımı kabartıyor, ama yanlarında duran bıçak, keskin dişlerini gösteriyor bana. Tuhaf bir ürpertiyle gömüyorum yüzümü yastığın gövdesine. Yaşlı bir adam ellerini havaya kaldırmış bağırıyor; “Merhametime güvenin, ben yapmadım” diyor. Eğilip ayağının altında serili duran toprağı avuçluyor usulca yere döküp “kanıyor toprak… ama okşuyorum onu, gözyaşlarımla suluyorum, açmıyor… açmıyor çiçekler yine de eskisi gibi…” diyor. Çaresiz ve umutsuzca konuştuğu büyük kalabalığa bu kez fısıldar gibi sessizce “bana güvenin” diyor. Beklenmedik bir şekilde hıçkırarak ağlamaya başlıyor, sonra toprağı yumrukluyor öfkeyle. Yumrukladığı yerden küçücük bir elin parmakları beliriyor! Dalmış olmalıyım, uyandığımda aklıma bir soru düşüyor; “Bu yüzü tanıyor muyum?” Tavandaki su lekesi büyüdükçe, güçlenip, yere dokunuşlarını sertleştiriyor damlalar. Yere her vuruşunda onlarla ritim tutuyorum içimden. Yerimden kalkmak, sıcaklığımı kaybetmek istemiyorum. Oda soğuk, yorganın sıcaklığına sakince kendimi bırakıyorum. Bu şehre ilk geldiğimiz yıl olmalı; denizdeyim, ayağım birdenbire yerden kesildi. Beni kasıtlı boğduğunu, sesimin çıkmasına Mavi Öyküler -

86


fırsat vermeyişini ve beni hoyratça içine çekişini hatırlıyorum suyun… Hiç tanımadığım bir el çekip çıkarıyor beni denizin karnından, yüzü yok! Dudaklarımın mor olduğunu söylüyor annem, sıkıca sarılıyor sonra, ağlıyor… Sahilden ayrılırken genç bir adama teşekkür ediyor. Şıp, şıp, şıpşıp… şıp, şıp, şıpşıp… Mutfaktan bir leğen getirmem gerek. Yorgan biraz daha kal diyor, sıcaklığıyla. Su birikintisi çamaşır yıkamaya giden kadınları hatırlatıyor çocukluğumdan; sabunlar, deterjan kokuları…Ultra temizleyen temizlik malzemeleri yok daha. Demir paslı bir borudan gelen suyla yıkanan çamaşırlar… Upuzun akan köpüklü suyun yola tırmanışı. … Bu suyu takip edip Tolga’yla gizli bir geçit bulmuştuk. Örümcek ağları saçlarımıza yapışmıştı. Koşarak ilerleyip çaya çıkmıştık. Çayda balık diye kurbağa larvalarıyla oynadık ne çok. Parmağımda oluşan siğil, bir çocukluk hatırasından daha fazlası! Şıp, şıp, şıpşıp… Sesi arkama alıp duvarın pütürlü yüzeyine dokunuyorum, diğer elimle hâlâ yorganı tutuyorum… Kumların, büyüklü küçüklü taşların kendilerini sıkıp öfkeyle birleşerek kaya olduklarını düşünürdüm küçük bir çocukken. Onların, öfkeyle uzuvlarını bedenlerinden kopardıkları hiç aklıma gelmezdi. Kırılmaktan korktukları için sert ve gösterişli durdukları da. Böyle doğduklarını hiç düşünmedim. Elimde, çocukluk arkadaşım Tolga’nın evlerinin arka bahçesindeki ağaçtan benim için ceviz toplayan eli. Sonra bir sürü evin zilini çalıp kaçarken de tutuşurdu ellerimiz. Ta ki Doktor Ahmet Bey’in zilini çalıp Tolga’nın, ‘o yaptı’ deyip beni gösterdikten sonra kulağımı çeken, kıpkırmızı eden kocaman eli tanıyana dek. Elimden kayan güven duygusunun eli! Tuhaf şey güvenmek ve adı Güven olan birinden güvenilecek biri olmasını beklemek. İlk aşk; hayal kırıklığı… Başka insanlardı sanki, yıldızsız gecelerde birbirine sarılan o iki çocuk. Kız konuşmak istiyordu, oğlan öpmek. Gecenin finalinde havai fişekler patlıyor. Öpüşünce onlar, gök yıldızla doluyordu. Kızı öptüğü ağzıyla aldattı oğlan. Oğlanı öptüğü ağzıyla terk ettiğini söyledi kız. Bir daha kimse durup ayakkabısını bağlamak istemeyecek 87

- Mavi Öyküler


kızın, bir daha kimse yanağını yanağına düşürerek sarılmayacak. Bundan sonra yarım kalple sevecek kız, eksik yaşayacak, çok iyi biliyor terk ederken… Gece uyku nedir bilmiyor. Soruyor hep; “Anlat!” diyor. “Anlat!” Tavanda yoldan geçen araçların pencereden sızan ışığı uzatıp kısaltışını izliyorum. Uzayıp kısalan yollar, kıvrılan patikalar… Yollar, adeta bahçelerin kolları. Bahçelerin içine neden gizlenir ki arı kovanları? Ne kadar uzaktan geçsem mutlaka kolumu bacağımı sokar kızgın arılar. Bahçesinden elma çaldığımızı düşünen uzak akrabanın gözünü sokan da ‘adalet duygusu yüksek’ arı. İnsan ancak böyle bir nedenden ötürü sevebilir arıları. Tolga’nın karınca kardeşleri… Daha o zamanlar zihnimizde yer eden karıncalar gibi kardeşçe yaşama arzusu. İki küçük çocuğun uzak bir kasabadan Ankara’ya ellerinde ekmeklerle atıldıkları maceralar ordusu… Tüm bunlar derinlerde kilitli kalmış anı parçaları muhtemelen. Nihayet kapanacak gözlerim, yorgan tüm sıcaklığıyla sarılıyor bedenime. Tamam diyorum, kurtuldum ellerinden anıların. Fakat rahat bırakmıyor ki sesler, aklımda uçuşan soru taneleri ve birbirine karışan görüntüler... Bunlar bir çerçeveye hapsedilmiş aile fotoğrafları gibi hareketsiz kareler. Bazı geceler duvarların gölgesine sessizce ağladığını düşünürüm annemin; duyarım ya da öyle hayal ederim. Porselen gülleri seven bir tutam kesik olur annemin elleri, o eller ki; tarhana aşı kokusu sinmiştir üzerlerine. Annem; evimizin sessiz bekçisi… Kardeşim aydınlık bir yol gibi uzuyor, kim bilir ne güzel günler bekliyor onu. Gittikçe Meksikalı aktörlere benziyor, büyüyor. Kapıda anahtar sesi, bu; babam. Yüzü, ‘yorgun günü’ giymiş… Ellerinin dar kıvrımları usulca saçlarımızı okşar ve evin değişen kokusu. Babam; şefkattir. Görüntüler renk değiştiriyor, birbirine karışıyor. Ve ben birden annemin hiç tanımadığı annesi oluyorum, babamın erken yaşta kaybettiği babası, kardeşimin en yakın arkadaşı. Boşlukları dolduruyorum ya da artık onları ben büyütüyorum. Artık hiçbir fotoğrafta; piknik alanından çiçek toplayan, çam kokusunu, sabah güneşinin sıcağını ya da Mavi Öyküler -

88


uğur böceklerinin uğurunu kibrit kutusuna doldurmaya çalışan küçük kız yok. Köyde traktörle yokuş aşağı bağırarak inen deli dolu genç kız yok. Kayboluyorum. Belleğim bana unuttuğum bir şeyi hatırlatmak ister gibi. Yorganı itip doğruldum. Hava karanlık. Yine böyle bir gecede parktan geçmiştik annem ve babamla. Misafirlikten dönüyorduk, çocuktum. Kardeşim yoktu daha. Yıldızları ve Ay’ı ilk o zaman gördüm sanki. Ayın içinden süpürgeli bir cadı geçirdi zihnim, annemle babamın ellerini daha sıkı tuttum. Uzunca bir süre onu görmemek için erkenden uyudum hep, sonra unuttum. O zamanlar korku yaratan zihnim bugün nedense pek az şeyden korkuyor, hayret! Perdeleri kaldırıyorum yattığım yerden, gök, yüzünü kapamış görünmeyen elleriyle. Kapıyorum gözlerimi ben de, zihnimde iç içe ve renkli daire kabarcıkları beliriyor, ardından kırmızıya dönüyor tüm renkler; noktalara, göz kapaklarımın ardında. Noktalar, kırmızılı mantolu bir kız oluveriyor. Mantonun siyah düğmeleri var. Hayır, hayır bu ben değilim. Bu, Günce. İki uzun rasta, dalgalı saçlarının arasından omzuna dökülmüş. Gülüyor yine, hızlı hızlı konuşuyor, “acelem var” diyor fotoğraf makinesini bırakıyor bana, kadrajına yansıyan ağız dolusu gülümseyişini uzatıyor. Bir otomobil geliyor uzaktan, belirsiz bir düzlemdeyiz, araç oldukça hızlı, ona çekilmesini söylüyorum duymuyor, farlar gözlerini iri iri açarak geliyor üstümüze, o; beni duymuyor. Korkunç bir ses çınlıyor kulaklarımda… Ardından sonsuz bir uğultu kaplıyor her yanı. Sonsuz bir aydınlık… Yaşlı bir adam ağlayarak büyük bir kalabalıktan özür diliyor. Ben, bu yüzü tanıyor muyum? Elimde ince bir sızıyla açıyorum gözlerimi. Elimin çizgisinde bir kar tanesi yatıyor ve sessizce gözden kayboluyor. Günce’nin yaşama hakkını çaldı trafik terörü. Konuşamıyordum, tüm sözcüklerin yüzü acıyla yıkanmıştı sanki. Belli ki belleğim onu bir yerlere sıkıştırmış. Üstüne set çekmiş. Anladım ki; zaman akmış, durmamış yerinde. Sadece acı incelip, saklanmış derinlere. 89

- Mavi Öyküler


Nedir bu iç içe düğümlenen anılar, görüntüler? Geçmişle yaşayan kadınlara mı benzeyeceğim ben. Yorganın sıcaklığı düşlerimi de ısıttı. Bırakmalı düşlerin sıcak kollarını! Oda soğuk, yine de toparlanıp ayağa kalkmalı. Uykusuz bir gecenin daha sabahında perdeleri sonuna kadar açmalı. Ya düşlere yenilip sahilde yürüyen dalgalara karışmalı ya da insanlarla beraber kalabalıklar içinde her şeye rağmen kanat çırpmalı…

p

“ACI, HAYATIMDA İLK KEZ UYUŞUKLUĞUMUN ÖTESİNİ GÖRÜYORDU” “Anti-romantik” | Burak Özkan İşte orada, kendisi için özel yaratılmış mitolojinin İlgi Tanrıçası. Ve gerçeklikte iki kaliteli birleşimden ortaya çıkan, kusursuz parça; her türlü oluşumdaki çirkinliği % 99 es geçerek. Etrafına saçtığı ışıktan doğup korkunç etkiler yaratan zekâ patlamalarının ve bilincinin, en az yaptığı işin ustası olan biri kadar farkında; tüm genel geçerliliği altederek. Sohbet ettiği tüm insanlar, tıpkı bataklığı, içine gömüldüğü esnada fark eden bir gezgin gibi, çaresizce bu kadının etki alanına giriyor ve yavaşça görünürden uzaklaşarak, her birinin ucundan gümüş mermiler fırlayan kelimelerle uzayın, çoktan söylenilmiş sözler bölmesine fırlatılıyor; değersizleşip varlıklarından iğrenilmeye maruz kalarak. Ancak bunun öncesinde böylesine bir muhteşemliğe kör olmadan bakabilme şerefine nail oluyorlar; tüm acıya bedel bir ödülle.(1) Ve ben ise salonun bu köşesinde, bir seri katilin önemsiz ve aceleyle gelişmiş cinayetlerinden birine kurban gidiyorum. Analiz yetim, şiirsel ve haliyle süslü olan cümlelerden öteye gidemezken, biriyle yüz yüze geldiğimde de ucuz bir şaklaban gösterisi sunmaktan kendimi alamıyorum; öyle ki ne düşündüğümü söyleyebiliyorum ne de detaylı düşünebiliyorum. Uyduruk -gizli- filozofvari yaşantım hiç çabalamadan, benden muhtemelen hayaMavi Öyküler -

90


tı daha az irdeleyen biriyle birlikteyken, öfkesini yeni kazanmış bir rüzgârın karşısına çıkan dayanıksız bir kibrit gibi sönüyor. Kişiliğimi insanların üzerine şaşkınlık portreleriyle monte edecek olan dinamitimin kalitesi giderek eskiyor. Cinselliğin olası fantazisi dahi, mastürbasyon terlemelerini son hızla tetiklerken, kendime yarattığım, fobi temalı aseksüel oyunumda, kendini bana o gün için armağan eden bedenleri, bir savcının azılı bir suçlunun şartlı tahliyesini reddeder gibi yapay bir kızgınlıkla reddediyorum. Çünkü böylesine bir hazza fiziksel boyutta katlanamam. Başka bir vücutla birleşmek, benim için, kurdun kuzuya dokunmayıp, yanından geçmesi kadar zor; o nasıl yaşamın dürtüsüne karşı koyamazsa ben de aynı şekilde eylemsizliğin ve ruhsal çürüklüğün insanı yiyip-bitiren havasına karşı koyamıyorum. Sade bir özetle, yaşamı kendi içimde “düşünüyorum, öyleyse yalnızım”(2) felsefesinden öteye taşıyamıyorum.(3) Bu noktada varlığım sezildi, ayaklarının belirlediği yön ile, gözlerinin baktığı hedef aynı düzlemde kesişmiş gibi. Muhtemelen, beni de öldürüp kendi mitolojisindeki ayinlere kurban etmek için geliyor. Henüz görmediğim halde, en çok dilinden sakınıyorum; nasıl bir zehir yüklüdür diye. İşte geldi; gülümsemesinde pahalı bir avizenin materyalizmden arındırılmış saflığı var. Yanından ayrıldığı insanları süzüyorum kısa süreliğine, şanslılar; yaşamlarına geri dönmüşler. “Merhaba? Uzun süredir beni kesiyorsunuz; fark etmedim sanmayın.” Anlaşılan, algılara görsel oluşturan bu bebekler, sandığım kadar belirsiz değillermiş, birine baktıklarında, o biri sinyalleri hemen kavrayabiliyormuş; ancak bu kişinin, az önce üstüne analizler yaptığım yaratık olduğunu unutmamak gerek. “Birçok şey sanmıştım başta, ama onu hesaba katmamışım.” “Ne sanmıştınız?” “Sizin bir elmasa kafa tutacak parlaklığınızla, uzayda aydınlık bir seyahate çıkalabileneceğini. Ve bazı gizlerin ortaya çıkacağı91

- Mavi Öyküler


nı.” Bunu söylebilmiş olmam, içimdeki saçma şartlatının uyuduğuna haberci, yine de ellerimin titrekliği, sözlerimi nasıl devirmedi, anlamadım. “Gerçeküstücülüğünüze saygı duyuyorum, ancak bir hayaletin silikliğini tercih ederim.” “Öyleyse dilinizle, gülüşünüzü saklamanızı öneririm; yoksa yol açtığınız batalık can almaya devam edecek.” Daha önce birine böylesine ayak uydurduğumda ve iltifatlarımı kendi yolumla; beyinsel bir yaratıcıkla yaptığımda, hayali arkadaşımla konuşuyordum ki onu da ertesi gün hayatımdan çıkarmak zorunda kaldım; yoksa âşık olmaya başlayacaktım ve tarihte zorla kendini şizofren yapan ilk adam olacaktım. “Etkileyicisiniz. Ancak bu söyleşinin her daim varacağı nokta, yataktır ve isterseniz, ukalalıkla harmanladığımız kibarlığımızı daha fazla harcamayalım, ilerde başkaları için gerekebilir.” “Evet, ancak ölümün başladığı yerde seks doruksallığını yitirir.” “Bir ölü müsünüz?” “Öyle olsaydım, doğaüstü güçleriniz olurdu; ben bunu kaldırabilirim, peki ya siz doğaüstü olmayı başarabilir misiniz?” “Siz zaten, bana söylediğiniz o sözlerle, beni incelerken dahi daha fazlasını düşündüğünüzün ipucunu verdiniz. Ve eminim bu sırada da doğaüstü bir varlıkla kıyasladınız. Yanlış mıyım?” “Doğruluk veya yanlışlık paylarınız gerçekten de, varlığınızın değeri yanında sönük kalıyor. Evet, bir tanrıça yakıştırmasında bulundum, ama isterseniz bunu çömez bir âşığın iltifat listesi kıvamında değerlendirebiliriz.” “Sizi sadece yatağın işlevi altında değerlendirmek istiyorum. Gidelim.”(4) Onun gittiği yer, döngünün çarklarının erotik bir biçimde döndüğü, bonoboların insanlara armağan ettiği birleşim ateşlerinin uzuvlar başta olmak üzerine vücudun her kesimini yaktığı, haz ilkesinin krallığıydı: Seks. Yaşam bu olgunun terli ormanları arasında geziniyordu. Mavi Öyküler -

92


Benim gittiğim yer, döngünün çarklarının evrenin soğuk etkisiyle ürpererek döndüğü, avcıların avlarıyla, insanların tüketimle, şeytanın acıma duygusuyla karşı karşıya geldiğinde, bileyip vahşilikle sapladığı dişlerinin yetiştiği yerdi: Ölüm. Sonsuzluğun hoşnut olduğu bölme; huzur ve huzursuzluk gibi hissel terimlerden arındırılmış katıksızlık uzantısı. Yatak odası, daha önceleri ağırladığı penislerin ucuz oda spreyleriyle dağıtılmış kokusunun soyut varlığını burnuma çarptı. Yastıklara ve siyah karyolaya bakarak oluşturduğum hayal, bu kadının içinde ne kadar çok kişilik barındırdığını anlatıyordu sanki. Üstünde, altında ve yanındayken tepinen bu maymun-soylu adamlar ve belki de kadınlar libidosunu giderek devasa bir binaya çevirmişti; işte bu yüzden karşılaştığımız yerde, tüm küçük apartmanların arasından yükselen bir gökdelen gibi duruyordu. Endişem giderek beni ters dönmüş bir kampumbağa çeviriyordu. Yolun ortasında, hiçbir şekilde düzelmemi sağlamayacak kıvranmalarımla, son sürat, tatile giden gençler tarafından kabuklarımın parçalanmasını ve sarsılmadan dolayı geri dönüp baktıklarında sahip olacağım alaycı kahkahalarını bekliyordum ki bu ezici gülüş, tanrıça tarafından onu tatminin ilk raddesine ulaştıramadan boşaldığımda gerçekleşecekti. Tuvaletten çıkıp, yanıma gelmeden önce bu evden çıkıp gitmeliydim. Zaten şu ana dek tecrübe edemeyeceğim şeylerin birçoğu gerçekleşmişti: İzlerken, analiz nöbeti geçirdiğim bir kadınla sohbete girmiş ve bu esnada soytarılığım beni rahatsız etmemişti. Beni evine getirmiş ve nasıl olacağını tahmin bile edemeyeceğim ‘sunumunu’ gerçekleştirmeden önce hazırlık için tuvalete sığınmıştı. Peki şimdi nasıl olacaktı, eğer kaçıp gitmezsem? Üstünde oturduğum bu yumuşak yatak bizi, sürekli ve sürekli inkâr ettiğim birleşim arzusunun kapısına mı bırakacaktı; ondan sonra da öpüşme ve dokunuş baltalarıyla o kapıyı kırıp, tek beden algısının saniyelik aşkına mı kanacaktık? Geliyor ve ağzını aralıyor: “Düşlerindeki tıkanıklığı en başından beri sezinliyorum; az önce de yalnız başına hazırlanan ben değil, sendin, sadece mekânlar93

- Mavi Öyküler


da değişiklik yapıp rahat etmeni sağladım. “Açılım sağlandığında en az rüyalarındaki bilinçdışı karakterler kadar fütursuz ve bağımsız olacaksın, bunu sana , şeytan-yılanın elmayla gerçekliği sunmadan önceki kendinden emin tavrında ve olgunluğunda olduğu gibi keskin bir şekilde söylüyorum. Ancak bana inanmanı istemem; çünkü o zaman dinsel bir övgü gibi altadıcı olurum. Kendini, bana; benim bilincimden geçerek birleşimin aydınlınlığına ulaşana dek bırak.”(5) Ve bu ifadeden sonra, kendimi her yerden güneşin doğduğu ancak henüz ufak ve karanlık bir kutu içinde aşağılık duygularını ve aseksüelliğini besleyen, evrimin sadece düşünsel etkisinin bile yarattığı olağanüstü durumdan mahrum kalmış bir varlık gibi hissettim. Ardından tüm yargılarımı üstümden kazıyarak, yatağın bir dudak gibi emen içselliğine ve simgeselliğine gömüldüm. Üstüme -henüz üstüne ayak basılmamış olan bu yabani gezegene- bir uzay mekiği gibi önce gölgesini indirdi. Ardından tüm ihtişamıyla, çırılçıplak ve korkusuzca ateşlerini püskürterek, gözlerinde kana benzeyen donuk ama duyguları yontan bakışlarla, kendini vücudumla birlikte tekrar ve tekrar yarattı. Bitiyor: İfadesinde de aynen belirttiği gibi kendimi düşlerdeki bağımsız tiplemeler gibi hissediyordum. Kısa zaman önceki bilincim yerini, güçlü bir egonun taze yapılanmasına bırakıyordu. İç ve dış cephelerim cehennem ve cennete has eşsiz resimlerle bütünleşiyordu; kendi çapımda kutsal bir esere dönüşüyordum. Başlıyor: Dili, bir lavdan beklenecek derecede bir renkle dudaklarından sıyrıldığında, yaşadığım tecrübenin sonsuzun bir durak öncesine dek hatırlanacak bir deneyim kadar ‘gerçek’ ve kendini ancak benim kadar -önceden- çürük hisseden birinin başına gelecek kadar da tuhaf olduğunu bilseydim, hiç durmaz tekrar boyun eğerdim. Üstümde hiç şüphe etmeden yükselmeye başladı. Boyu şimdi eskisiden en az on beş santim daha uzundu, ama yine de kusursuzluğundan ödün vermiyordu.(6) Mavi Öyküler -

94


Bu benzetme aklıma nasıl yerleşti bilmiyorum, ancak sanki ölen bir at gibi bağırıyordu. Yakıştırmam yerini, bir aslanın melodik şekilde kükremesine bıraktı. Tüm bu tabirler kalbimi acı bir şekilde kemirmeye başlamıştı, ancak bu, önce hayali bir benzetmeyken şimdi, göğsümün orta yerine baktığımda, onun büyüyen ellerini ve pençeye dönüşen tırnaklarını görüyordum. Başı, tavana dönük yaptığı bu haykırışlar sanki, efendisinden koparmaya çalıştığı izin içindi; beni parçalayabilmesi için. Altında, tepki vermekten aciz derim ve kemiklerimle yatarken, öylesine bir etki alanı içindeydim ki, bulunduğumuz ortama biri elini uzatmaya kalksa, üstümdeki bu mitolojik canavarın enerjisi kadar benim yaydığım heyecandan da çarpılırdı. Ve şimdi, yüzünü bana döndü, sivrileşmiş kulaklarından akan yeşille-mor karışımı sıvılar görüyordum. Şöyle dedi: “Gördüğün sıvılar birazdan sana yem olacak ve sen, benim verdiğim bir imajdaki ölümü benimserken, onlarla uyuşup, krallığın öteki yüzünü acıma ortak ederek erkenden izleyebileceksin.” Dediğini yaptı ve ben kendisi tarafından pişirilmiş olan sanrılara ortak olurken, pençesiyle kalbimi deşmeye başladı. Acı, hayatımda ilk kez uyuşukluğumun ötesini görüyordu ve bunun verdiği neşeden olacak düşünsel ölümümün ötesinde, fiziksel olarak da uzaya karışmadan önce bir süreliğine muhteşem bir yaşam tatmış oldum. Bir kez olsun reddetmedim ve sonucunda tüm analizlerimin eylemsel eksikliği fazlasıyla doldu.(7) Notlar:

Kadın, ukala bit tavırla silkeler tüm insanları ve onları hayallerinin izdüşümlerine postalar; egosuyla yaşamını tatlandırır. (2) Bu söz bilindiği kadarıyla geçmiş zamandan herhangi bir düşünüre ait olmayıp, Descartes’a gönderme olarak karakter tarafından, dile getirilmiştir. (3) Ancak aşağılık kompleksine sahip bir adamın olabileceği kadar orijinal ve kendine-dürüst olan bir paragraf. (Fobi temalı aseksüel oyununda, varlığının görsel bütünlüğüne duyduğu korku ve çekingenlik onu böyle bir role itiyor.) (1)

95

- Mavi Öyküler


Böylesine hazırlıksız bir acelenin getireceği şey, cennete yakışmayacaktır. (5) Bu denli sabit ve karşıdakinin beynine emici bir üstlünlük sağlarcasına doğru olan analiz, artık birlikte yatağa girelecek kadının kanındaki olağandışı akıştan şüphe etmeye yeter. (6) Dönüşümün dışa yansıyan belirtileri. Özündeki şeytana dönüş, cehennemvari karanlığı selamlama. (7) Aseksüel rolü itip, cinsel birleşme esnasındaki tasvirsiz anı tatma ve katıksızlık bölmesine geçerken bütünlüğünün farkına varması. (4)

p

Mavi Öyküler -

96


97

- Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

98


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.