İÇERIKLER “ONU KANATMAK İSTEMİŞTİM”
4
“DİLSİZ ÇANLAR GİBİ” 9 “BÜTÜN MELEKLERİN BİZİ TERK EDİP GİTTİĞİ BU YERLERDE…” 15 “ÜÇ BEŞ KİŞİ YA VAR YA YOKTUK” 22 “YANLIŞ CEZASIZ KALMAZ” 25 “AYNI SAHNENİN YANLIŞ REPLİKLERİ” 35 “BÜYÜK PİPİYLE CANAVAR KOVMA İSTEĞİ” 39 “GÖRECEKSİN BÜTÜN EGE TANIYACAK BENİ” 50 “BÜTÜN KADINLAR ÇIPLAK DOLAŞSA” 59 “ÇEMBER KIRILIRDI BİR YERİNDEN”
63
“ZAMANIN BÜKÜLDÜĞÜ YANLIŞ KİPLER” 67 “ARTIK ŞEYTANIN ELİNDEYİM”
70
“HİÇBİR ŞEY OLMAK İSTEMİYORUM” 82 “HERKES HERKESİ DÜZÜYOR”
88
“HALKI KIŞKIRTIYORMUŞ, ÇOLUĞUMUZ ÇOCUĞUMUZ VARMIŞ” 90
Mavi Öyküler -
2
“CÜMLENE GİRMEYE ÇALIŞSAM AŞAĞI DÜŞÜYORDUM” 94 “UÇTUM, ÖZGÜRLÜĞE DOĞRU”
98
“ZAMANLARI BELİRSİZ ERGENLİKLER ÇAĞI” 102 “KUŞ OLUP UÇULMAZ MIYDI?”
104
“ÖYLEYSE İŞTE; HER ŞEY BOŞ!”
107
Ücretsizdir 3
- Mavi Öyküler
p
“ONU KANATMAK İSTEMİŞTİM” “Aseksüel Lak Lak Fincan Hanım” | Bahar Balıkçı İçimdeki bu karaltıyı seviyorum. Aslında bulaşık deterjanıyla birkaç saniye ovalasa bu lekelerin hiçbiri olmayacaktı, ama o beni her seferinde sadece suyla çalkalıyor. İşime de gelmiyor değil hani. O karanlık mutfak dolaplarının birinde unutulmuş, hiç kullanılmıyor olmak istemezdim. Sahibim günde iki kez mutlaka kahve içiyor benimle. İyi kahveden anlıyor. Bu bir yıl içinde birçok kahve türü ve markası denedi, ama en çok sütlü neskafeyi seviyor ve onu tam da kıvamında yapıyor. Tüm arkadaşları onun kahve konusundaki bu ince ayarına bayılıyor. Benden duymuş olmayın, ama tepeleme bir tatlı kaşığı gold neskafe ve üç tatlı kaşığı kahve kreması koyuyor içine. Kremayı ilave etmeden evvel gold kahvenin kokusunu buharıyla beraber içine şöyle bir çekiveriyor. Önceleri gıdıklanıyordum, içim kıpır kıpır oluyordu. Hele gold kahvenin üzerine kaynar suyu ilk döktüğünde çok tuhaf hissediyordum. Sonraları alıştım tabii. Aslına bakarsanız ben onun benimle su içişine bayılıyorum. Buz gibi suyu içime boca ettiğinde şeffaf tenimin üzerinde kırmızı, mavi ve yeşil organlarım çok güzel görünüyor. Birkaç saniye sonra ise dışım buharlanıyor ve buzlu cama benziyorum. Bu halimi de çok seviyorum. Çok güzel görünüyorum. Sahibim benden iki tane aldığını sanıyor. Hâlbuki diğeri benim ikiz kardeşim. Birbirimize çok benziyoruz, ama insanların deyimiyle bize çift yumurta ikizi de denilebilir. Dikkatli bakılmazsa aynı sanılabiliriz, ama benzer olsak da farklıyız. Üzerimizdeki desenleri fabrika makineleri değil, atölyesindeki Kallavi Mucit Efendi çizdi. İlk önce beni çizdi. Bunu renklerimden ayırt etmek mümkün. Dikkatlice bakılırsa benim üzerimdeki desenlerin renklerinin bir kısmının birkaç ton daha koyu olduğu kolaylıkla fark edilebilir. Kallavi Mucit Efendi beni çizerken çok özendi. Bu yüzden çiçek Mavi Öyküler -
4
desenlerimi çizerken kırmızı ve mavi boyaları oldukça cömert kullandığını söylemeliyim. Sıra ikiz kardeşime geldiğinde boyaların içine biraz su katmak zorunda kalmış ve o birkaç damla su, kardeşimdeki çiçek desenlerinin birkaç ton daha açık olmasına sebep olmuştu. Üstelik son mavi çiçeğe boya yetmemişti. (Bunu sahibim de hiç fark etmedi.) Yoo, bunu aramızda hiç sorun etmedik, ama itiraf etmeliyim ki ikiz kardeşimin neredeyse bir yaşına bastığımız şu günlere kadar ara sıra da olsa eziklik hissettiği oldu. Aslında buna sebep de sahibimdi. Bizi erkek arkadaşı ve kendisi için satın aldığında Kallavi Mucit Efendi tam da beni hediye paketi olarak sarmak üzereyken sahibim bir an duraksamış ve ikiz kardeşimi işaret ederek: “Lütfen bunu sarın” demişti. Beni kendisine almak istediğinde onu bencillikle suçlamadım değil. Kardeşim de üzülmüştü haliyle. Üstelik Kallavi Mucit Efendi kardeşimin desenlerini çizerken sahibim acelesi olduğunu söylemişti. Mucit Efendi’nin de eli ayağı birbirine dolanmış, o telaşla bir de elinden düşürmüştü onu. Kırılmamıştı, hayır, ama birazcık çizilivermişti. Cam deyip geçmeyin eşyaların da ruhu vardır. Camımın nerede yapıldığını, ağzı hafif açık, kulbu ince, tabağı kendinden geniş bu fincan şekli nereden, nasıl aldığımı bilmiyorum, ama sahibim bizi almaya karar verdiği anda içimize ruh üflendi ve yavaş yavaş idrak etmeye başladık. Kallavi Mucit Efendi’nin çizdiği her bir desende organlarımız tamamlandı. Sahibimle aramızda ciddi bir duygusal bağ olduğunu da belirtmeliyim. O benim ilk, tek ve gerçek sahibim. Muhtemelen de son sahibim olacak. Bu açıdan bakıldığında ikiz kardeşimi de saymazsak kendimi biricik ve önemli hissediyorum. Sahibim şarap içmediği zamanlarda sadece beni kullanıyor. Onun açısından özel olmamın sebebi de ikiz kardeşimi erkek arkadaşına hediye etmiş olmasıdır. Sahibimin eşyalara karşı tuhaf bir bağlılığı var. Sanırım anılarını eşyalarıyla taze tutuyor ve kullanımıyla eşyalarına daha fazla değer kattığını düşünüyor. Yaklaşık beş yıldır yalnız yaşadığını bildiğim bu eve çok az yeni eşya aldı. Eşyalarının çoğuna çok 5
- Mavi Öyküler
özenli davranıyor ve sanırım rahatlarının bozulmasını istemediği için yerlerini pek sık değiştirmiyor. Eskileri kırılmadan atmıyor, hatta bazılarını kırılsa da atmıyor. Geçen ay televizyon kumandasını sehpanın üzerinden almaya çalışırken yanlışlıkla devirip kırdığı melek figürlü porselen biblonun parçalarını avucunda tutmuş, kedisine araba çarpmış gibi başucunda saatlerce ağlamış, toparlandığında da bibloyu ahşap mücevher kutusuna koyup saklamıştı. Melek figürlü porselen biblo için bu kadar üzülmesine içerlemiştim doğrusu. Ben kırılırsam yine böyle ağlar mıydı diye düşünmeden edememiştim. Bir an için elinden düştüğümü, kırılan cam parçalarımın parke döşemeleri çizdiğini, içimdeki üç tatlı kaşığı kremalı sıcak gold kahvenin halıya kadar sıçrayıp (Hâlbuki halı çok uzaktaydı) onu leke içinde bıraktığını, sahibimin büyük parçalarımı söylene söylene elleriyle toplayıp çöpe attığını, kalan küçük parçalarımı da elektrik süpürgesiyle çektikten sonra hâlâ söylenerek halıyı beni hiç yıkamadığı bulaşık deterjanıyla sildiğini hayal etmiştim. Bu düşünce canımı o kadar acıtmıştı ki beni toplarken sahibimin eline batıp onu kanatmak istemiştim. Sonra hemen kendime geldim tabi. Biblonun hikâyesini, onun için neden bu kadar önemli olduğunu hiç öğrenemedim, ama benim için de aynı yası tutacağını biliyordum. Kötü düşünmeyi, zaman zaman karamsar olan sahibimden öğrendim sanıyorum. Eşyalar da gitgide sahiplerine mi benziyor ne? Yine de böyle bir sahibim olduğu için kendimi mutlu sayıyorum. O, eşyanın ruhundan anlıyor. Üstelik bana ayrıca gösterdiği özende, erkek arkadaşının da aynı fincanda (bizi hâlâ aynı sanıyor) kahve (kahveyi o da çok seviyor) içtiğini biliyor olmanın payı büyük. Bu ona tuhaf bir mutluluk veriyor. Sanki ona olan bağlılığını benimle onaylıyor. Ortak paydalarının onları birbirlerine daha çok yaklaştırdığını düşünüyor. Sahibimi çok seviyorum. Hırçın bir çocuğun, üzerine ismi yazılmış doğum günü hediyesi olmak da vardı. Sahibim, Kallavi Mucit Efendi’nin sanatını ayrıca sevmiş olmalı ki üzerinde simli altın renginde çiçek desenleri olan altı cam Mavi Öyküler -
6
yemek tabağı aldı geçenlerde. Bu gece de bir bayan arkadaşıyla beraber yemek yediler evde. Sahibim bu gece için çok özendi. Hazırlıklara daha dünden başladı. Evini güzelce temizledi, alışverişini yaptı ve envai çeşit yemek hazırladı. Bu kadını daha önce hiç görmemiştim, eve ilk defa geliyor. Adı Benli Safiye Hanım’mış. Dudağının sol kenarındaki ben, daha doğar doğmaz damgalamış onu. Lakabı “Benli” olarak kalmış. “Safiye” de büyük büyük annesinin ismiymiş. Hoş bir kadına benziyor. Belki de onu ev arkadaşı yapmayı düşünüyordur. Neyse, masada ben de vardım tabii. Benli Safiye Hanım sahibimin yemeklerine bayıldı. Onlar masada yemeklerini yer sohbet ederken simli altın renginde çiçek desenli tabaklar anlattılar, Kallavi Mucit Efendi işinde oldukça mahirmiş. Haşmetli görünümü ve işyerinde başına taktığı kavuğa benzer şapka yüzünden ona “Kallavi” lakabı takılmış. “Mucit” de kendi ismiymiş. Vaktiyle ailesinin yıllar sonra doğan ilk çocuğuymuş. Doğduktan hemen sonra etrafı görür de anlamaya çalışır gibi bakınınca babası: “Bu oğlan pek meraklı, büyük icatlar yapacak.” demiş. Kulağına ezan okuduktan sonra da üç kere “Mucit” diye fısıldamış. Sahibim beni (bizi) almaya karar verdikten sonra içime ruh üflendiği için Kallavi Mucit Efendi’nin hikâyesini bilmiyordum. Doğrusu duyunca pek hoşuma gitti. İçimdeki bu karaltıyı seviyorum tabii, ama bu zarif yemek tabaklarıyla masada pek uyum sağladığım söylenemez. Üstelik sahibim ve Benli Safiye Hanım masadan kalktığından beri Kallavi Mucit Efendi’nin isim hikâyesini anlatmak dışında hiç konuşmadılar. Bazen sahibim de böyle benim gibi kendi kendisiyle konuşuyor. Onlar tarafından kullanıldıkça sahiplerimizle benzeşiyoruz galiba. Yine de masada bulunmaktan keyifliyim. Yemekten sonra bizi mutfağa götürmemeleri de iyi oldu. Sıkılacaktım yoksa. Şimdi şarap içerek (Söylemiştim, sadece şimdiki gibi şarap içtiği zamanlarda başka bardak kullanır.) tatlı tatlı sohbet ediyorlar. Bu tabaklar da hiç konuşmuyor canım. Sahibim bir keresinde: “Zarafet insanı soğuk yapıyor” demişti. Ama bunlar tabak! Simli 7
- Mavi Öyküler
altın renginde çiçek desenli altız tabaklar. Neyse, yakında onlar da bize benzer. Aa! Bunlar sevişiyor mu ne? Sahibim erkek arkadaşından ne zaman ayrıldı ki? Ayrılmış mıydı? Ne yani kardeşimi bir daha göremeyecek miyim? Zaten sadece pikniklerde görebiliyordum onu. Gerçi sahiplerimiz güneşi gördükleri gibi apar topar hazırlıklarını yapar gözlerden ırak bir yerlerde soluklanmaya çıkarlardı. Açık havayı ve yürüyüş yapmayı çok sever, önlerine çıkan her fırsatı değerlendirirlerdi. Bu arada biz de kardeşimle bolca vakit geçirmiş olurduk. Şimdi onu bir daha göremeyecek miyim? Üstelik ayrılırlarsa sahibim beni de kullanmaz artık. Of! Sevmedim bu durumu. Kapı çalıyor. Kim geldi acaba? Sahibim yarı çıplak kapıyı aralıyor. Kapıyla aramdaki şu desensiz sürahi yüzünden geleni tam seçemiyorum. Ama bir terslik var. Sahibim huzursuzlandı, Benli Safiye Hanım da hızlıca toparlanmaya çalışıyor. Hah! içeri girdi. Üçü de birbirine bağırıp çağırıyor, ama şu lanet sürahi yüzünden gelenin kim olduğunu hâlâ anlayamadım. Benli Safiye Hanım önümdeki sürahiyi alıp sahibimin erkek arkadaşı Oğlancı Orhan Bey’e fırlatmasaydı gelenin kim olduğunu hâlâ anlayamayacaktım. Oğlancı Orhan Bey çevik bir hareketle sürahiden kurtulur kurtulmaz elindeki Migros marka poşeti bir anda sahibimin kafasına geçiriyor. Sahibim birkaç saniyelik tökezlemeden sonra yere yığılıyor. Oğlancı Orhan Bey’in elinden düşen poşetin içinden ikisinin de çok sevdiği fesleğenli, biberiyeli bitki çayları ve kardeşimin sahibimin kafasında un ufak olmuş parçaları yere saçılıyor. Benli Safiye Hanım evden hızlıca kaçarken Oğlancı Orhan Bey neler olduğunun, neler yaptığının idrakine henüz varıyor. Kardeşim paramparça olmuş, ama zaten üzerindeki çiçek desenleri bulaşık makinesinde yıkanmaktan ağarmıştı. Üstelik bir mavi çiçeği de eksikti. Sahibim Maraz Kemal Beyi de Oğlancı Orhan Bey ve benim dışımda kimse sevmezdi zaten. Ee ben ne olacağım şimdi? Oğlancı Orhan Bey beni de götürür mü giderken acaba?
p Mavi Öyküler -
8
“DİLSİZ ÇANLAR GİBİ” “Gar” | Mehmet Güler Gavsi, Gülbeyaz adındaki nişanlısını yıllar önce Almanya’ya çalışmak üzere göndermişti. Sözde, nişanlısı kısa sürede dönecek, kendisini de alıp oraya götürecekti. Para kazanacaklar, bir yığın çocukları olacaktı. Ne nişanlısı dönmüş, ne de kendisi gidebilmişti. Ama Gavsi bir gün olsun ayrılmamıştı gardan. Gülbeyaz’ın aynı istasyona dönüp geleceği, onu alıp Almanya’ya götüreceği, orada evlenecekleri konusundaki inancını, umudunu hiç yitirmemişti. Her gelen trende Gülbeyaz’ı beklemişti. Vagondan vagona koşarak gelen yolcular içinde onu sormuştu: - Gülbeyaz’ı gördünüz mü? - Gülbeyaz hangi trenle, dönecek? - Gülbeyaz benim burada beklediğimi biliyor, değil mi? - ............................................................ Gülbeyaz’ı getirmeyen trenler Gavsi’nin ruhundaki özlemi eksiltmemiş, umudunu tüketmemişti. Tersine daha da büyütmüştü. Tren istasyonu burada olduğu, demiryolu buradan geçtiği sürece, bir başka tren mutlaka getirecekti onu... Bu gara bir kez uğrayıp da Gavsi’yi tanımamak olanaksızdı. Gavsi’inin kimliği garla, garın kimliği Gavsi’yle bütünleşmiş gibiydi. Gavsi, buraya demir attıktan sonra “Deli”ye çıkmıştı adı. Garın değişmez, vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Trenler gelip gitmediği zamanlarda boş vagonlarda, bekleme salonlarında yatıp kalkardı. Yolcuların verdiklerini yer, içerdi. Yiyecek veren olmazsa günlerce kimseye açım, susuzum demez, onlardan bir şey istemezdi. Deli Gavsi, kaytarıcı memurların, gar serserilerinin, rötarlı tren bekleyenlerin en çok takıldığı, kafa bulduğu adamlardan birisiydi. Onlara göre zaman ancak böyle bir deliye takılarak tüketilir9
- Mavi Öyküler
di. Gavsi ise onların el, dil şakalarından hiç hoşlanmaz, bucak bucak kaçardı. Kaçardı, ama gideceği bir başka yeri olmadığı için az sonra gerisin geri gelirdi. Nişanlısının apansız dönüp geleceği umudu, onun gar çevresinden uzaklaşmasını önlerdi. Takılmalar, şakalar da kaldığı yerden sürerdi… Kış olmasına karşın o gün hava güzeldi. Trenin gara girme saati yaklaştıkça, Gavsi’nin de heyecanı artmaya başladı. İçi kıpır kıpırdı. Evet, Gülbeyaz bu trenle mutlaka geliyordu. Nişanlın gelemeyecek diyenler, onu görünce utanacaklardı. O, gelmek için böyle güneşli bir hava seçmişti. Gavsi, trenin sesini dinleyerek gar binasının önünde volta atmaya başladı. Takılanları duymazlıktan geldi. Her zaman olduğu gibi trenin geliş saati yaklaştıkça, garın önündeki kalabalık artmaya başladı. Nereden çıkıp geldiği belli olmayan her yaştan, her kılıktan insanlar küme küme çoğaldı, anaforlar oluşturdu. Elbette ki herkes Gavsi gibi nişanlısını beklemiyordu. Ama herkesin kendine göre bir beklentisinin olduğu kesindi. Tren penceresinden kendilerine gülümseyecek, el sallayacak anlık yüzlere sevdalanan işsiz, serseri takımı çoktu. Trenler bu takım için hiçbir şeyi getirmese de bir kavuşma sevinci, ayrılık hüznü çiziyordu içlerine. Katılaşmış yüreklerini yumuşatıyor, donmuş ruhlarını devindiriyordu. Bu da yetiyordu onlara. Deli Gavsi, varıp tunç çanın önünde durdu. Denilebilir ki trenler kadar bu tarihi çana da sevdalıydı Gavsi. Elbette ki ta çocukluğundan kalan bir nedeni de vardı bunun… O zamanlar bu pirinç çanın içindeki dil sökülmemiş, emekli edilip bir kenara itilmemişti. Trenlerin gelişlerinde, kalkışlarında çalınırdı. Pos bıyıklı, kara, kalın gocuklu, metal düğmeli, metal numaralı, başında ay yıldızlı kasketi olan bir görevli yapardı bunu. Çanın içindeki dili, ucuna bağlı bir zincirle dış duvarlarına vura vura sedalandırırdı. O koca çandan temiz, metalik bir ses dalga dalga yayılır, tüm gar çevresine ulaşırdı. Gavsi, çan çalan görevlinin yanına kadar sokulur, bu işi nasıl yaptığına merakla bakar, görevliyi hayranlıkla izlerdi. Heyecandan heyecana sürüklenirken, bir düşten çıkıp Mavi Öyküler -
10
bir başka düşe geçerdi... Gavsi, o zamanlar okul harçlığını çıkarmak için günün erken saatlerinde trenden trene koşardı. Sesini tüm gürültüleri bastıracak kadar yükseltirdi: “Okunmuş gazete!..” Vagon pencerelerinden önüne atılan her eski gazete onu sevindirir, mutlu ederdi. Bu gazeteleri okul harçlığına çevirmeden önce büyük bir açlıkla okurdu. Okuduğu yazıların çoğu Gavsi’yi uçurur, başka diyarlara alıp götürürdü. Zaman zaman o çanı tüm gücüyle çalmayı, koca kenti, trenleri susturduktan sonra gazetelerden öğrendiklerini cümle âleme duyurmayı düşlerdi. Ama yapamazdı. Ta o zamandan beri kendisini bazen bir çancı, bazen de çanın kendisi olarak görürdü. Çanla kendisi aralarında tek bir ayrım vardı; tunç çan içindekileri dışarıya sedalandırırdı, kendisi ise dışındakileri içine... Zaman içinde nedense bu güzel çanı, sesini, sedasını devre dışı bırakmışlardı? Bununla da yetinmemişler, çanın içindeki dili söküp almışlardı. O günden beri iğdiş edilmiş gibi bir boşlukta salınıp durmuştu zavallı çan. Sesini, soluğunu, iniltisini, feryadını içine akıtarak kocaman bir suskunluğun içinde boğulup gitmişti. Oysa çanlar ses vermek, inlemek, ağlamak, sedasını dalga dalga yaymak, duyurmak için varlardı. Sağırlaşmak, dilsizleşmek için değil… Çan, devre dışı bırakıldığı günden beri tüm bu işleri ses dağıtıcıları üstlenmişti. Oysa ruhsuzdu onların sesi, sedasızdı. Gavsi, bir gün müdüre çıkıp, saygılarımı sunarım müdürüm demek, içinden geçenleri bir bir anlatmak istiyordu. Sahi müdür dinler miydi kendisini? Yok canım, nerede dinleyecekti. Deli Gavsi’yi şimdiye kadar kim dinlemişti ki koca gar müdürü dinlesin? Dinlemediği gibi bir güzel de kızar, tekme tokat dışarıya atardı. O çanın dilini söktüğü gibi ana gövdesini de ortadan kaldırırdı. Sedasını beklediği çanın kendisinden de olurdu. Gavsi, gar müdürünün onu dinlemeyeceğini bile bile söyleyeceklerini kafasında kuruyor, tren yolu boyu volta atarken onlarca, yüzlerce kez yineleyip duruyordu. Dili dönüp de kafasındakileri 11
- Mavi Öyküler
söyleyebilirse, belki bu çan yeniden devreye girerdi. Kim bilir, o zaman bu sesi nişanlısı da duyardı. Gülbeyaz, buraların özlemine dayanamaz, bir trene atladığı gibi çıkıp gelirdi… Deli Gavsi’nin kendi kendine neler mırıldandığını sorarlardı bazen. Ama söylemezdi. Sedasını kendi içinde biriktiren dilsiz çanlar gibi kendi mırıltısıyla, iç sesiyle dolardı. Ama nedense hiç taşmazdı. Gavsi, yolcu beklerken azıcık zamanı oldu mu doğru bu çanın altına gelir, kulağını ona verir, içinden gelen metalik sesleri ruhunun derinliklerine doğru çekerek dinler, çanın içinden akan sesle birlikte dağ, bayır, ova aşıp giderdi… Denilebilir ki bu çan ta çocukluğundan beri onun tek sırdaşı, dostu, arkadaşıydı. Ama bunu bilmeyenler, anlamayanlar Gavsi’yi parmaklarıyla gösterirler, bakın bakın, Deli Gavsi yine boş çanı dinleyip duruyor derler, gülerlerdi... Dedikleri kendilerine göre doğru olabilirdi. Ama Gavsi’ye göre doğru değildi. Çünkü o, tarihi çanın sedası ile toprağın, suyun, gökyüzünün, ayrılıkların, kavuşmaların, en çok da Gülbeyaz’ın sesini duyardı. Tüm bunları ruhunda toplar, onunla birlikte kendine göre bir umut, direnç cephesi oluştururdu. Bu yüzdendir ki yıllardır bu garda yaz-kış demeden, aç, sefil, perişan, ama umutla dolaşıp dururdu... Deli Gavsi, iyice dolup da taştığı zaman daha fazla dayanamazdı. Gar müdavimlerinden bazılarını kolundan tutup tunç çanın yanına götürürdü. İsterdi ki bu sesi onlar da duysun. Bu direnç, umut, sevda cephesini kendisiyle birlikte onlar da paylaşsınlar. “Gelin,” derdi. Şunun sesini siz de dinleyin. İnanın çok seveceksiniz. Çünkü çok uzaklardan, derinlerden geliyor. Böyle bir sesi hiç duymadınız. Trenlerin düdükleri, ayrılıkların acısı, kavuşmaların sevinci var içinde. Dinleyin. Çoğu gelmezdi. Gelenler de biz ses mes duymuyoruz diyerek hemen çekip giderlerdi. “Giderseniz gidin,” derdi onlara. “Zaten hangi sesi duydunuz ki bunu duyasınız. Sizin gözleriniz kör, kulaklarınız sağır.” Gar görevlilerinden hareket memuru Rıza Efendi, bir tarafı yeMavi Öyküler -
12
şil, bir tarafı kırmızı yuvarlak yön levhasıyla her zamanki gibi treni karşılamaya çıkmıştı. Deli Gavsi’nin çana kapanarak dinlediğini gördü. “Yine ne dinliyorsun Gavsi Efendi,” dedi. “O çan nişanlın Gülizar’dan haber mi veriyor sana?” Gavsi, çürük dişlerini göstererek kirli yüzüyle gülümsemeye çalıştı. Ama yanıt vermedi. Rıza Efendi uzaklaşınca Gavsi daha bir kapandı çanın üstüne. Tüm bedeni, ruhu kocaman bir kulak olup çana yapıştı. Bugün daha derinlerden, daha uzaklardan geliyordu onun sesi. Sadece uğuldayıp inlemiyor, adeta konuşuyordu. Heyecanlandı. Gözlerini kapatıp kendini o sese verdi. Çan, demiryollarından, tünellerden, dar geçitlerden, koyaklardan, dağların doruklarından, bozkırlardan, ırmak boylarından, şelalelerden topladığı onca sesi, sedayı içinden geçiriyor, sonra da yavaş yavaş salarak Deli Gavsi’nin gönlüne akıtıyordu. Tren saati yaklaştıkça heyecanlanan Gavsi, tunç çandan gelen seslere de güvenip inanarak, nişanlısının bu trenle mutlaka gelmekte olduğunu düşündü. Sevincinden hoplayıp zıplayarak yolcu bekleyen kalabalığa doğru bağırarak koştu: “Geliyor! Gülbeyaz Geliyor! Ayrılıklar bitti artık!..” Gavsi’yi her gören şaşırdı. Çünkü onu bu kadar sevinçli hiç görmemişlerdi. Kimi gülerek, kimi acıyarak, kimisi de inanarak Deli Gavsi’ye baktı. Onunla yine dalga geçenler, alaya alanlar oldu. Ama Gavsi bunların hiçbirine aldırmadı. Tam bu sırada da tren büyük gürültülerle gara girdi. Gavsi, treni bir baştan bir başa koşarak var gücüyle bağırdı: “Gülbeyaz!.. Neredesin?..” Gavsi, Gülbeyaz’ı göremeyince büyük bir paniğe kapıldı. Umutlarını yitirdikçe hırçınlaştı. Sesi kısıldı, dili, damağı kurudu. Yolcu indirme, bindirme telaşı içindeki kalabalık kısa sürede Gavsi’yi unuttu. Tren ince, uzun düdüğünü çalarak kalkmaya hazırlanıyordu ki tarihi çan yılların suskunluğunu gidermek 13
- Mavi Öyküler
ister gibi dalga dalga ses vermeye başladı. Herkes şaşırdı. Olağanüstü bir durum mu vardı? Garın onca gürültüsü kesildi. Anaforlanıp duran kalabalık donup kaldı. Unutulan, gar tarihinin derinliklerinde kalan bu sesi kör kuyuların içinden çekip çıkartan, silip parlatan, yeniden yaşamın içine salan kimdi? Sesin geldiği yöne baktılar. Deli Gavsi kaşla göz arasında eline kırık bir ray demiri geçirmişti. Acı kuvvetini kullanarak onunla çana yükleniyordu. Garda bulunan tüm görevliler dışarıya döküldü. Bu sırada saati dolan tren yavaş yavaş kalktı, giderek hız aldı. Tren gardan çıktığı halde Gavsi o pirinç çanı dövmeyi sürdürdü. Başta gar müdürü olmak üzere tüm görevliler, yolcusunu karşılamaya, uğurlamaya gelenler, gar serserileri, dövülen pirinç çandan yana koştular. Kısa sürede çanın ve Gavsi’nin çevresinde büyük bir kalabalık oluşturdular. Gar müdürü dahil olmak üzere o demir parçasını Deli Gavsi’nin elinden almaya çalıştılar. Gavsi elindeki demiri kimseye vermedi. Üstüne her gelene saldırdı. Fırsat buldukça yeniden çanı sedalandırdı. “Elinden bir kaza çıkmadan o demiri lütfen bırak diye yalvardı gar müdürü.” “Bir şartla,” dedi Gavsi. “Gara tren gelirken, kalkarken bu çanı çalmak istiyorum. Bunu da ben yapacağım. Gülbeyaz yine gelmedi. Ama bu çanın sesini duyunca mutlaka gelecek.” Gar müdür biraz düşündükten sonra; “Peki,” dedi. “Meğer istiyorsun, öyle olsun. Her trenin gelmesinde ve kalkmasında çaldıracağım o çanı sana. Söz.” Gavsi, elindeki demiri kaldırıp attı. Açlıktan, susuzluktan, yorgun düşmüş gibiydi. Ayakta daha fazla duramadı, tarihi çanın altına yığılıp kaldı. Bir yandan da kirli yüzünü çamurlaştırarak ağlamaya başladı: “Herkes aldattı beni. Herkes yalan söyledi…” Gar müdürü, verdiği sözü tuttu. O günden sonra ses dağıtıcılarını devreden çıkardı. Tarihi çanın sökülen dili bulundu, yerine takıldı. Trenin geliş, kalkış saatlerinde o tunç çanın çalınması görevi de Gavsi’ye verildi. Mavi Öyküler -
14
Gavsi, zamanı kıl payı olsun şaşırmadan tarihi çanı gurbet gurbet, hasret hasret, kavuşma kavuşma çaldı, sedalandırdı. Nişanlısının döneceği konusundaki umudunu hiç yitirmedi. Ama o günden sonra her gelen trene koşarak yolculardan Gülbeyaz’ı bir daha sormadı…
p
“BÜTÜN MELEKLERİN BİZİ TERK EDİP GİTTİĞİ BU YERLERDE…” “Bir Gotik Öykü: İnhitat” | Hikmet Temel Akarsu 1 Karanlık gecede ordugâh alesta. Güm güm katapultlar vuruyor, kör kör düşmana taciz atışları yapılıyor. Davullar inliyor, taşlar çalınıyor, iki fersah ötede konaklamış barbar ordusunun maneviyatı kırılmaya çalışılıyor. Dev ateşler yakılıyor, erler nöbetleşe, grizu alevine daldırılmış oklarını barbar ordugâhına yağdırıyor. Yıldırma, taciz ve ikmal yollarını kesme, huzursuz etme maksadıyla düşmana baskın vermekle görevli küçük müfrezeler gelip gidiyor devamlı. Erata bir geceye mahsus müsamahalı davranılıyor, tam teçhizatlı bir halde biraz dinlenmelerine, biraz uyumalarına, ortalıkta gezinip tütsülerini sallayarak ilahiler okuyan kara cüppeli keşişlere başvurup günah çıkarmalarına izin veriliyor. Tayınları bol tutuluyor. Ertesi sabah kader günü. Nice ovalardan, dağlardan, ormanlardan, yaban illerden kopup gelmiş sayısız barbar, imparatorluk lejyonlarının acımasız tunç duvarlarına çarpacak. Tunç miğferler, demir zırhlar, kılıç kesmez manda gönü kayışlar bir etten duvarı örtüp düşman ordularını kargılarının ucuna takacak, onları kuzeye sürecek, ardından vandal mezarlarını bütün Avrupa’ya yayacak. Büyük savaş yakın. Bizim tepemize de alevler yağıyor devamlı. Kimi ateşe bulanmış ok, kimi yaldır yaldır yanan katapult kayası, kimi bir ağacı 15
- Mavi Öyküler
devirip tutuşturup üzerimize yıkan bir atış nedeniyle bir an bile nefes almaya imkân yok. Dalga dalga gelip şakır şakır gökten dökülen ok sağanağı erat çadırlarının yüzeyine çakılıyor. Yangınlar çıkıyor, panik havası esiyor, yarı uykulu erler başları, götleri tutuşmuş halde feryat figan bağırarak dışarı fırlıyor. Askerler, kalkanları başlarının üzerinde geziniyor, ansızın tepelerinde şaklayan okları soğukkanlılıkla söküp atıyorlar. Ordugâhın kıyı kenar bölgelerine baskın veren barbar akınları durduruluyor, tutsak edilen yaralı erlere işkence edilerek karşıdaki ordu hakkında bilgi alınmaya çalışılıyor. Ağzından içeri huni ile grizu alevli kaynar su dökülen tutsakların canhıraş çığlıkları yankılanıyor ova boyunca. Yanık et kokuyor her yan. Gözüne mil çekilip çırılçıplak ortalığa salınan barbar savaşçılarını uyuz itler gibi tekmeleye tekmeleye öldürüyor neferler. Usturuplu davranıp asker, mühimmat ve teçhizat hakkında güzel bilgiler verenler ise orta yerdeki top ağaçların dallarında adabınca ipe çekiliyor, fazla acı çektirmeden oracıkta boğuluyor. Dallar salkım saçak asılmış düşman erleriyle dolu. Ademoğlunun düşüşü cenk meydanından daha vahim nerede olabilir? Ey adem evladı: Sana anlatılan kahramanlık masallarına, cenk hikâyelerine, menkıbnamelere, hamasete, şövalye efsanelerine sakın ola kanmayasın. Cenk ademiyetin düştüğü en beter haldir. En büyük zillettir. Tüm bu anlatılanlar seni bu melanete gönüllü olarak bulaşmaya ikna etmek içindir. En acımasız mağlubiyet bile cenk etmekten yeğdir. Sen sen ol cenk etmemek için ne gerekiyorsa yap. Çünkü o ademiyetin düşeceği en kötü cehennemdir. Ve o cehennemi sana musallat etmek için her daim muktedirler cengi ballandıra ballandıra anlatacaktır. Sakın bu doldurmalara kanmayasın. Sana verilen vaatlere, sözlere, madalyalara aldanmayasın, ganimet telaşına düşüp cengaver olmayasın. Ne eylersen eyle, sonun daha beter olamaz. Cenk herkesin kaybettiği bir felaket, bir melanet, bir mendebur eziyettir. Daha beteri olabilir mi diye sorduğunda kendi kendine asla başka bir şey bulamazsın ondan ileride.
Mavi Öyküler -
16
2 Daha cenk başlamamıştı bile. Bir de ertesi sabah olacakları düşündüm. Dünyanın her devir tekrarlanan en caniyane ritüeli. Meydan muharebeleri... On binlerce fidanın gözü dönmüş katiller halinde birbirine kıydığı bir zulmet arenası. Dehşetin ve şeytanın kol gezdiği bir vahşetler yumağı. Ademiyetin inhitatının iflasa dönüştüğü, sadece ve sadece iblisin kârlı çıktığı bir felaketler gayyası. Acılar içinde kıvranan on binlerce gencin boynu boğazı kesilmiş, karnı deşilmiş, dalağı, midesi, bağırsağı ortaya saçılmış bir halde bir an önce can verebilmek için yalvardığı bir iniltiler deryası. Rabbim ademiyetin böylesine yürek paralayan inhitatından daha beter bir şey yokken ve olamazken ve olamayacakken; sen bunlara nasıl izin veriyorsun? Bu olan bitene nasıl oluyor da göz yumuyorsun?! Bir kerametin olacak bu acıların sonunda biliyorum; ama ne vakit? Takat kalmadı yerküre üzerindeki kimsede. Yine de Rabbe, vahyedene, yüceler yücesine isyankâr olmamalıyım diyorum. Yürüyorum ağır adımlarla mahşeri bir hal almış ordugâhta. Kara cüppeli keşişlerin arasına katılıyorum. Onların günah çıkarmalarını izliyorum. İnsancıkların, ölüm bu kadar yakınlarına gelmişken günah çıkarmak için nelerini, hangi kabahatlerini ortaya döktüklerine tanık oldukça dilim tutuluyor. Bir ara günah çıkarmak isteyenler arasında havarilerimden Feodor’u görüyorum. Tanıyor beni. Bir kenara çekiyorum onu: “Feodor; sen de mi buradasın? Seni de mi asker yazdılar?” diyorum. “Sadece beni mi efendim hepimizi, hepimizi,” diyor Feodor, eteklerime kapanıp ağlamaya başlıyor. “Yani şimdi benim bütün havarilerim bu ordugâhta muharip asker mi Feodor?!” diyorum öfkeyle. “Evet efendim!” diyor başını kaldırmadan. “Honore, Knut, Lev, George, Thomas, hepsi öyle mi?” “Evet efendim, barbar Hunlu Akarsu bile burada. Onu bile lejyona asker yazdılar.” “İnanamıyorum!” diye mırıldanıyorum ağzımın içinde. 17
- Mavi Öyküler
Genç bir subay yaklaşıyor o sırada bize doğru. Feodor onu görünce kuyruğu kısılmış enik gibi kaçıyor. Belli ki birliğine katılması gerekiyor. Fazla uzun süre görev yerinden ayrılırsa asker kaçağı sayılması ve anında idam edilmesi çok doğal bir olay. Neyse ki subay, beni sıradan bir keşiş sanıyor. Reddedilenlerin Mesihi olduğumu anlayamıyor. Ben de diğer keşişlerin arasına karışıp ordugâhı geziyorum. Ademiyetin düşüşünü kaydediyorum. Daha beteri asla, asla olamaz diye terennüm ediyorum devamlı. Böylesi kasvetli bir gecede ademoğlunu bir lahza nefeslendirecek bir mucizesi olabilir mi kaderin? Bir parça ferahlama, bir nefes, bir soluk, yaşamsallığa dair bir tek güzellik? İnsancıkları bir parça mutlu edecek bir küçük armağan? “Bunu beklemek nafiledir şo’l lahzadan kelli umudun bittiği bu medeniyette!” diye ağzımın içinde yuvarlayıp söylenirken ordugâhtaki garip bir hareketlenme, uğultu, bağırtılar ve gülüşmelerle irkiliyorum. “Bu da ne ola?” diye soruyorum kendi kendime gayri ihtiyari. Oraya bakıyorum. Lakin anlaşılması imkânsız bir haller dönüyor orada. Yaklaşmaya niyet ediyorum. 3 Bir çadırın önünde toplaşmış kalabalık, tepelerde uçuşan oklara, yağan alevlere aldırmaksızın gülüyor, şakıyor. Kalabalık gitgide artıyor. Orada dönen şamataya subaylar müsamaha ediyorlar. Gürültü ve kalabalık gitgide artıyor. Kulaklarıma inanamıyorum lakin tiz hatun sesleri duyuyorum arada. Koşturup o yana gidiyorum. Kalabalığı yarıp ayak parmaklarımın üzerinde yükseliyorum. Aman Ya Rabbim? Bir de ne göreyim?! Zilletlerin zilleti kopmuş gelmiş bu adem inkırazına katılmış. Üç beş ak tenli, sarı-kızıl saçlı kevaşe bir çadırın önünde gülüşüyor, erlere oralarını buralarını açıyor, fingirdiyor, oynaşıyor, göt, göbek, gerdan kıvırıyor. Arada bir ipini koparmış bir boğa gibi çadırın içine dalan genç cengaverlerin üç beş lahza sonra kan ter içinde süklüm püklüm dışarı çıktığını görüyorum. İş öylesine bir deverana girmiş ki, makine gibi olmuş, her iki lahzada, bir delikanlı bir Mavi Öyküler -
18
aşüftenin beline sarılıp, elleye koklaya onu içeri götürüyor, alkışlar arasında, “ah-of” sesleri ile onu beceriyor ve dışarı atıyor kendini. Bir gün sonra kopacak kıyameti unutmuş bu acınacak zevat, günahlarından arınmak yerine yepyeni günahlar edinmek için son gününü tüketiyor. Karıların orasında burasında morluklar, beyaz çıplak tenlerinde dağlanmış yaralar, morartılar, diş izleri, ısırıklar, iltihaplar var. Oralarından buralarından salya, sümükvari sıvılar akıp durur. Bunların hiçbirini görmeyen zevat çıldırmış gibi. Sırasını beklerken sabırsızlanıp oracıkta ayaküstü livata etmeye yelteniyorlar. Kendini tatmin edenler mi dersin, kevaşelere el kol atanlar, onları mıncıklayanlar mı dersin. Günahkârlık çılgınlığa dönüşmüş. Sapıklık almış yürümüş. İğrenç bir devridaim sürüyor. Birkaç zaman evvel, “İnhitatın daha beteri olabilir mi, ademiyetin bundan beter düşüşü olabilir mi?” diyen dillerime yanarım. Varmış, olabilirmiş ve hemen yanı başımızda hazırmış. Kevaşelerin başında bir şişman sefil, onları pazarlıyor birer köle gibi. Kimin kaç altın verdiğini saymıyor bile. Son günlerini yaşadığını düşünen erler paranın önüne ardına bakmıyor. Cebinden ne çıkarsa atıyor iğrenç sefihe. Daldırıyor avuçlarını daha sonra yarı çıplak kevaşelerin bir yerlerine. Tir tir titreyen bir kız çocuğu sarılmış kızıl saçlı bir kevaşenin yarı çıplak baldırına. Hüngür hüngür ağlıyor. Yaşamakta olduğu dehşetin büyüklüğünü tartamayacak kadar körpe. On-on bir yaşlarında. O da kızıl saçlı. Bir peri kızı kadar güzel. Belli ki kevaşenin kızı. Onu bırakacak yer bulamamış. Yanında getirmiş. Bir er o minnacık kıza da el atmaya kalkıyor. Ansızın kalabalıktan sıyrılıp o eli yakalıyor ve büküyorum. Kalabalık birden dalgalanıyor. Elini yakaladığım asker beni itiyor. Geriye devriliyorum. Şak diye kılıcını çekiyor. Arkadaşları, kalabalıktaki diğer erler ve hatta kevaşeleri satan sefih bile kılıcını çekiyor. Beni oracıkta doğrayacaklar. Neyse ki atik davranıp koynumdan kitabı çıkarıyorum. Kara cüppeler içindeyken gösterdiğim kitabı, mukaddes kitap sanıyorlar. Cengin arifesinde ordugâhta kevaşe düzmelerine mani olmaya çalışan bir keşişi doğramalarının ne kadar doğru olacağı hakkında anlık gidip gelmeler yaşıyorlar. Ayağa kalkıyorum. Küçük kız çocuğu 19
- Mavi Öyküler
koşup arkama geçiyor. Bana sarılıyor. “Utanmıyor musunuz?” diye haykırıyorum. “Neden utanacakmışız ki? Yaptığımızda ne var ki?” diyorlar. “Belki de yarınki muharebeden sağ çıkamayacak, öte aleme göçeceksiniz. Son gecenizde yapacağınız bu mu?” “Ya ne yapacaktık peki?” diye yanıtlıyorlar beni. “Tövbekâr olun! Kendinize gelin! Münafıklar!” diye sertçe uyarıyorum hepsini. Beni doğramalarından korkmam için bir neden kalmamış artık, çünkü iş işten geçmiş. Başlarındaki alçak rütbeli subaylar bile onlarla aynı kafada. Kılıç çekmiş, üzerime yürümüş. Yine de harbe girmeden bir gece evvel ordugâhta bir din adamını doğramak çok işlerine gelmiyor. Bir nebze duralıyorlar. “Kumandanlar bile izin verdi. Sen bu işe niye karışıyorsun ki?! Canına mı susadın ihtiyar?” diyorlar. “Asıl siz canınıza susamışsınız! Bu kadınların hepsi frengilidir. En eski numaradır, bilmiyor musunuz? Bir orduyu göçertmek için frengili kadın yollamak düşmanın en şeytani işidir. Bunu sadece salaklar yer yutar! Üç-beş aya kalmaz ortada ordu mordu kalmaz. Kıvranıp, sürünen hasta sefiller sürüsünden başka...” “Bunları biz de biliyoruz!” “Öyleyse niye bunu yapıyorsunuz?” “İhtiyar; bilge olduğunu sanıyorsun ama yanılıyorsun. Yarın öyle bir cenk olacak ki zaten şurada gördüğün gülüşen kalabalıktan üç beş kişi bile kalmayacak geriye. Son gecede bir hoş lahza yaşamalarında ne var?” Bu kez ben duraladım. Düştükleri ahlaki sefalet, frengi tehlikesi, insanlıktan çıkmışlık, çıldırmışlık ve derin inhitatla bir gün sonraki meydan muharebesini karşı karşıya koydum. Aslında adamlar haklıydılar. On binlerin birbirinin ciğerini, kalbini söküp çiğ çiğ yiyeceği bir günün öncesinde yapılacak hangi sapıklık daha korkunç ve kabul edilemez olabilirdi ki? Böyle davranmaları çok doğaldı. Büyük ihtimalle, en basit isteklere bile yasak koymaya meraklı komuta yönetimi de orduyu zaptedemeyeceği Mavi Öyküler -
20
için bu konuyu görmezden gelmekteydi. Yani teferruatlı düşünüldüğünde her şey yerli yerindeydi. Burada fazla olan bir tek bendim. Duraladım. Ne yanıt vereceğimi düşündüm: “Utanın ve dua edin! Rabbin cennetine kabul edilmeyi dileyin!” deyiverdim. Düşünüp, taşınıp bulduğum bir şey değildi bu. Din adamlarının her ortama cevaz veren standart uyarılarından biriydi. Her zaman çözüm olabilmiş bu reçetenin bu kez de sökeceğini varsaymış filan değildim. Sadece o an söyleyecek başka söz bulamadığım için onu söyledim. Doğal olarak kimse beni ciddiye almadı. Yavaş yavaş üzerime yürümeye başladılar. Hele bir de bölge manastırından ya da kardinallikten atanmış kadrolu bir keşiş değil de bu öğretiyle hiç alakası olmayan bir kişi; Reddedilenlerin Mesihi olduğumu anlasalardı kellemi almak için birkaç saniye bile sabretmeyecekleri o kadar belliydi ki. Bunu bilmemeleri bile bu çıldırmış eğlence anındaki müdahalemi bağışlatmıyordu. Sağa sola bakınıyorlardı, yüksek yetkililerden bir gören var mı diye... Ortalarına alıp beni boğacaklardı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bir kez daha haykırdım. İnsanlığın bu düşüşünü, bu çıldırmışlığını durdurmayı bir kenara bırakmış canımı kurtarmaya çabalıyordum artık: “Diz çökün! Dua edin! Birazdan öleceksiniz! Rabbin cennetine kabul edilmek için yakarın!” Kimsenin aldırdığı yoktu. Arkamda durup belime sarılmış halde olan biteni izleyen küçük kız çocuğunun ellerini çözdüğünü hissettim. Dönüp ona baktım. Koynundan bir hançer çıkardı. “Rabbim beni cennetine kabul et!” diye haykırdı ve hançeri karnına sapladı. Rabbin şu işine bak! Şu çıldırmış ademiyette sözlerime bir tek şu günahsız yavru itibar ediyor!.. Dünyalar güzeli yüzü beyaza kesti bir anda ve gövdesi kanlara büründü ve bir melek olup kanat taktı; ardına bakmadan bu yerlerden göçtü gitti. Belli kendi21
- Mavi Öyküler
ni bu günahkâr medeniyete ait görmemişti. Ölürken yüzünde pişmanlıktan eser yoktu. Peki ya biz geride kalanlar? Biz ne yapacaktık? Bütün meleklerin bizi terk edip gittiği bu yerlerde bundan böyle ne yapacaktık?
p
“ÜÇ BEŞ KİŞİ YA VAR YA YOKTUK” “Takma Dişler” | İlke Keleşoğlu Turgut Uyar’ın “Tel Cambazı”na, Üç kişiydik. İkisi de benden yaşça büyüktü. Bu hemen anlaşılıyordu yüzlerinden. Sağdaki koltukta oturan, diğerine göre biraz kiloluydu. Bu sıcakta delirmiş gibi uzun kollu siyah bir gömlek giymişti. Gerçi içerisi serindi, klima çalışıyordu, ama insan dışarıda nasıl dururdu o gömlekle? Diğerinin giysileri daha mantıklıydı. Keten bir şortu vardı ayağında. Bak bu çok uygun bir giysiydi böyle bir havaya. Üstüne de kısa kollu bir tişört giymişti. Her neyse, üç kişiydik işte. Diğerlerine “Hoş geldiniz”, bana “N’aber Mustafa?” dedi doktor. Diğerleri başını salladı. Ben, “İyi,” dedim. “Deden nasıl?” “İyi dedem de. Dişleri bıraktım oraya.” “Tamam Mustafa. On beş dakikaya hallolur. Sen bekleyiver.” Dergiler vardı. Ama ben gazeteyi okudum. Dünkü gazeteymiş sonradan fark ettim. Allahtan dün gazete okumamıştım. İyi oldu. On dakika geçmiş bile. Gazeteyi tekrar sehpanın üstüne bırakıp pencereden dışarı baktım. Karşı apartmanın üçüncü katında, balkonunda işte, bir kadın vardı. Çamaşır asıyordu. Güzeldi. Gençti de. Yeni evlenmiştir Mavi Öyküler -
22
herhalde diye düşündüm. Yoksa insan neden bu kadar hevesli assın ki çamaşırları. Zaten hâlâ bu kadar güzelse... Bir on dakika daha geçmiş. İşi uzadı herhalde doktorun, dedim. Sonra getirdi ama dişleri. Dişçiden çıkınca karşıdaki bakkala uğradım. Dondurmayla su aldım. Yolun karşısında bir sürü kitapçı var. Oradan yürümek için karşıya geçtim. Yeni şiir kitapları gelmiş aslında. Ama almadım. Bugünlerde okuyasım gelmiyor pek. Birkaç vitrin sonra belediye tiyatrosuna geldim. Yeni oyunun afişi vardı. Denge... İsmi güzelmiş diye düşündüm. Sonra yanıma bir kadın geldi. O da afişe bakmak için yaklaşmıştı herhalde. Kafamı birazcık çevirip baktım. Çok çevirmedim ama yine de tanıdım kadını. Ortaokuldan, arkadaşım Ali’nin annesiydi. “Aa Mustafa n’aber oğlum? Nasılsın?” “İyiyim sağ olun. Siz nasılsınız?” “İyiyim Mustafacığım, sağ ol. Şu oyunu merak ettim de bir bakayım demiştim.” “...” “Ben giriyorum içeri, bilet alacağım. Sen de izleyecek miydin?” “Oyun kaçtaymış ki?” “14.30 yazıyor. On dakikası var daha.” “Bilmem ki. Olur aslında. Geleyim ben de.” Beraber girdik salona adını hatırlamadığım Ali’nin annesiyle. Dondurmanın kalanını da çöpe attım. “Ben bir elimi, yüzümü yıkayıp geleyim.” Önce tuvalete girdim. Sonra yıkadım elimi, yüzümü. Salona dönerken bir an tereddüt ettim. Niye girdim ki ben bu oyuna, ne gerek var, diye düşündüm. Canım da istemiyordu üstelik. Gitsem mi, dedim. Vazgeçtim sonra. Oyuna beş dakika vardı daha. “Ali nasıl? Neler yapıyor?” “İyi çocuğum Ali de. Yaz başında Mine’yle nişanlandı işte. Bilirsin Mine’yi sizin sınıftaydı o da.” “Biliyorum. Hayırlı olsun.” 23
- Mavi Öyküler
Buna benzer bir iki laf daha ettik. Salon çok kalabalık değildi. Üç beş kişi ya var ya yoktuk. Tam sayıyı hatırlayamıyorum şimdi. *** - Her zaman bunu yapmak zorunda mısın Lina? - Artık seni anlayamıyorum! - Bunu benim söylemem gerekiyor aslında. Bıktım anlıyor musun? Yeter artık! Aynı sokaklarda yürümekten aynı ağaçların yapraklarına, ölmüş yapraklarına basmaktan sıkıldım, anlıyor musun Lina? Bütün iyi niyetimi suiistimal etmenden de sıkıldım. Gitmek istiyorum buradan. Sana olan inancımı ayakta tutmaya çalışırken, sen tutmuş, annemden ayrılamam, diyorsun. *** Mine güzel kızdı. Ali’yi pek sevmediğim geldi aklıma birden. Sürekli el şakası yapardı bu Ali. Basbayağı salak bir çocuktu. Neyse... Oyunun ilk perdesi bitti. “Ben gideyim.” “Aa nereye Mustafa? Daha bitmedi ki oyun.” “Biliyorum da. Dedemin takma dişlerini götürecektim eve. Unutmuşum. Gitsem daha iyi olacak.” Çıktım tiyatrodan. Hava biraz serinlemişti. İnanılmaz bir rahatlama duygusu sardı beni bir anda. Sonra evin sokağına girmek için caddeden karşıya geçecektim. O anda biri sanki bana seslendi. Tam geçecekken yani... “Mustafaaa!” diye bağırdı biri. Arkama döndüm. *** “Sonra Mustafa, baktım bir kalabalık. Yaklaştım yanlarına. Cadde de vızır vızır. Bir baktım, yerde kan içinde yatıyorsun. Bisikletli bir çocuk çarpmış sana. Kafanı da kaldırım taşına vurup yarmışsın. Ambulans filan geldi işte. Getirdik seni buraya. Doktor bir ay istirahat verdi. Ayak tarağında mı ne kırıklar varmış. Nasıl çarptıysa artık çocuk, hayret yani. Onda bir şey yok ama. Mavi Öyküler -
24
Neyse Mustafacığım, verilmiş sadakan varmış. Ha, bir de bir iki dişin mi ne kırılmış. Kemiklerin kaynayınca onun da çaresini düşünecekmiş doktor. Öyle dedi. Tekrar büyük geçmiş olsun Mustafacığım.” “Sağ ol, Ahmet. Ya Ahmet, dedemin dişleri kaldı. Onları da götüremedim, ölmüştür adam açlıktan bunca saat.” “Merak etme Mustafa ben çoktan götürdüm Fazıl Amca’nın dişlerini, düşünme sen. Bak dönüşte de sana bir iki kitap aldım. Şiir seversin sen. Neyse, ben kaçıyorum şimdilik. Gelirim sonra tekrar.” Odada dört kişiydik. İkisinin kolu veya bacağı benim gibi alçıdaydı. Bu sıcakta! Diğerlerinde kırık çıkık yok gibiydi. Ben pencere kenarındaki yataktaydım. Şanslıymışım. Pencereden dışarı baktım. Karşı apartmanda, ikinci katta, pencere pervazlarından birinde, bir kadın vardı. Camları siliyordu. Güzeldi.
p
“YANLIŞ CEZASIZ KALMAZ” “Namaz” | Ruhşen Doğan Nar Bodruma giden mermer merdivenleri inmeden önce karısına seslendi Ahmet Efendi: “Hanım, Hasan’la bodruma iniyoruz. Bizi rahatsız etme, olur mu?” Karısı eve bir misafir gelmiş olmasının heyecanıyla eli ayağına dolaşmış bir halde cevap verdi: “Bey, çay yaptım; onu getireyim. Yanına kısır da yaparım, tatlı tatlı yersiniz. İstersen börek, poğaça da hazırlarım.” Ahmet Efendi kırk yıllık eşine on küsur yıldır hâlâ bodruma girmemesi gerektiğini anlatamamıştı. Defalarca ona bodruma inmesinin yasak olduğunu söylemesine rağmen karısı hemen her fırsatta oraya girmeye çalışıyordu ve Ahmet Efendi de bu yüzden bodrum kapısını sürekli kilitli tutuyordu. Kapının anah25
- Mavi Öyküler
tarını ise boynunda kolye olarak taşıyordu. “Hayır, olmaz. İşimiz bitip bodrumdan çıktığımız zaman belki yeriz. Çay demleme şimdiden. İşimiz uzun sürebilir aşağıda. Hamur işine de gerek yok. Zahmet etme.” “Tamam, kolay gelsin.” Kırk yıllık eşinin kalbini kırdıktan sonra elli yıllık mahalle ve kahve arkadaşı Hasan’la bodrum kapısına yöneldi. Boynundaki kolyeyi çıkarıp ucundaki özel anahtarı kilide soktu. Bu arada bodrum kapısının çelikten olduğunu ve kilit sisteminin de epey özel ve bir o kadar da pahalı olduğunu söylemeden geçmeyelim. Kapı açılırken en küçük bir ses dahi çıkarmadı. Çünkü Ahmet Efendi geceleri de sık sık oraya gittiğinden kapının gıcırdayıp eşini uyandırmaması için düzenli olarak kapıyı yağlardı. İçeri girerlerken Hasan ‘bismillah’ deyip girdi. Mahallede Ahmet’in emekli olduktan sonra yaptırdığı bu bodrum katında büyücülük yaptığı dedikoduları vardı. Söylentilere göre bazı geceler onun evinden habis çığlıklar geliyordu. Aslında duydukları Ahmet Efendi’nin eşi Pakize Hanım’ın iflah olmaz horultularıydı. Ama bilirsiniz mahalleli her zaman bire bin katar. Hasan korku ve merak içinde karanlık odada beklerken cadı filmlerinde gördüğü içlerinden devamlı buharlar çıkan farklı şekillerde şişeler, içinde ne olduğunu sadece sahibinin bildiği tozlu kutular ve odanın ortasında siyah, koskocaman bir kazan bekliyordu. Ama odanın sensörlü lambası yanar yanmaz gerçekle karşılaştı: Oda beklediğinden çok daha büyüktü, ilk başta onu bu şaşırttı. Bodrum katı dendiğinde hep küçük ve basık bir oda aklına gelmişti. Aklındakiyle karşısındaki arasında dağlar kadar fark vardı. İkinci olarak odanın sağ köşesinde bulunan yüzlerce kitaplık kütüphane gözüne takıldı. Kitaplar son derece düzenli bir şekilde raflarda sıralanmış kitap kurtlarını bekliyorlardı. Ve son olarak odanın ortasında duran ve üstünde dantelli bir örtü bulunan ne idüğü belirsiz makineyi gördü. Hasan ilk olarak kütüphaneye yöneldi: “Senin kitap okumayı sevdiğini bilirdim. Ama bu kadar çok kitap beklemezdim…” Mavi Öyküler -
26
Eline bir kitap aldı ve parıltılı kapağına baktı, yüksek sesle okudu: “Zaman ve Bilim” “Eee, ne yapalım! Böyle bir makineyi yapmak için epey bilgiye ihtiyacım vardı ve sağ olsunlar bu kitaplar çok işime yaradı. (İşaret parmağını kütüphaneye doğrulttu.) Övünmek gibi olmasın, kendi yaratıcılığım olmasa sadece kitaplarla hiçbir sonuca varamazdım. Bu gördüğün kitaplar birçok insanda var; ama şu gördüğün makine benden başka kimse de yok.” Eline aldığı kitabı yerine bıraktıktan sonra makineye döndü. Henüz birkaç adım atmıştı ki Ahmet önüne geçip uyardı: “Sakın makineyi elleme birader. Makinedeki en küçük bir oynama bile işleri berbat edebilir.” Hasan makinedeki aletleri göz ucuyla incelerken karşısında duran alet yumağını bir şeye benzetmeye çalışıyor; ama başarılı olamıyordu. “Demek emekliliğinden beri bunun üzerinde çalışıyorsun?” “Evet.” “Kahvedekiler senin büyücü olduğunu düşünüyorlar, biliyor muydun?” “Tahmin ediyordum; ama ne yapabilirim, elalemin ağzı torba değil ki büzeyim.” “Bense kitap yazdığını sanıyordum. Hayatının romanını…” Ahmet gülümsedi: “Eğer makine çalışır ve ömrüm yeterse makineyi nasıl yaptığımı anlatan bir kitap yazmayı planlıyorum.” “Senin edebiyatın özellikle kompozisyonun hep yüzdü zaten. Sen yazmayacaksın da ben mi yazacağım!” “Eyvallah, senin de kompozisyonun iyiydi hatırladığım kadarıyla.” “Eh işte, senin kadar olmasa da...” Ahmet makinenin üstündeki bembeyaz danteli kaldırıp özenle katladı. O sırada kapı çalındı: “Bey, çayı hazırladım; soğumadan gelin için.” “Tamam. Şu anda Hasan’a ayet okuyorum. O biter bitmez yuka27
- Mavi Öyküler
rı çıkacağız.” Hasan meraklı gözlerle arkadaşına baktı; ne ayeti der gibiydi. “Karımı böyle kandırıyorum. Yukarı çıktığımızda ağzından bir şey kaçırma, olur mu?” “Peki. Demek karını burada dini şeyler yapıyorum diye kandırıyorsun. Çok çakalsın be birader.” İkisi de gülümsedi. Namazında niyazında olan karısını bodrumda rahatça namaz kıldığını ve Kuran okuduğunu söyleyerek kandırmıştı. Karısı gençliğinden beri dine kayıtsız olan kocasının sonunda gerçek bir Müslüman olacağını ve doğru yola döneceğini düşündüğünden bu bodrum işinden ziyadesiyle memnun olmuştu. Ama yıllar geçip de kocasında hiçbir değişiklik olmayınca şüphelenmeye başlamıştı. Kocası eskisi gibi camiye adımını atmıyor, her zamanki gibi kahvenin müdavimlerinden biri olmaya devam ediyordu. Biraz geç de olsa Hasan’ın bodrumda başka şeyler yaptığını anlamıştı. Bir şekilde orada neler döndüğünü öğrenmeye kararlıydı. “Bizi de Saddam kimyasal füze atacak diye bodrumu kurduğunu söyleyerek kandırmıştın; ama savaş bitti, Saddam’da kimyasal füze olmadığı ortaya çıktı, hatta adam tahtalı köye uğurlandı. Sen yine de saatlerce bodrumda kalmaya devam ettin. Biz de kahve ahalisi olarak senin bodrumda büyücülük yaptığına oy birliğiyle karar verdik,” dedi Hasan. “Büyüyle uğraşıp yıllarımı boşa harcayacak kadar salak mıyım ben. Onun yerine bilimle uğraştım ve ortaya güzel bir alet çıkardım.” Uzun süredir aklını kurcalayan soruyu nihayet sordu Hasan: “Peki, neden ben? Şimdiye kadar kimseyi, karını dahi buraya sokmadın ve bir anda beni buraya çağırdın. İster istemez insan şüpheleniyor bu işten. Neden ben Ahmet? Neden başkası değil de ben?” Ahmet en gizemli bakışıyla, “Seni kurban olarak seçtim,” dedi. “Benden başka bir kişiye daha ihtiyacım vardı ve en güvenilir arkadaşım olarak seni seçtim bu son derece özel görev için.” Mavi Öyküler -
28
Kurban, özel görev; ne oluyor lan, diye düşündü Hasan. Yoksa bu manyak bizi kesip biçecek mi? Gizlice cebini yokladı ve yanında getirdiği bıçağın güven pompalayıcı sertliğini hissetti. İyi ki bıçağı getirmişim, diye düşünürken Ahmet konuşmaya başladı: “Aslında kendini şanslı saymalısın. Dünyada bir ilki gerçekleştireceksin. Tabii benimle birlikte…” Can alıcı suallerden bir diğeri de soruldu: “Ne ilki? Bu makine ne işe yarıyor? Ne yapacağız…” “Yeter, ne çok soru soruyorsun be Hasanım. Dur açıklayacağım teker teker. Heyecanlanma, sonra kalp krizinden gideceksin. Bu yaşta bu heyecan, çok tehlikeli.” Oturmaları için iki tabure çekti ve ikisi de oturduktan sonra sakin bir ses tonuyla anlatmaya başladı makinenin ne işe yaradığını: “Karşında gördüğün alet bir zaman makinesi. Yanlış duymadın, gerçek bir zaman makinesi. Ama bu makine geleceğe ya da geçmişe gitmeni sağlamıyor, sadece zamanı durdurabiliyor. İlk deneyini biraz sonra birlikte yapacağız. İnşallah ne işe yaradığını kendi gözlerinle göreceksin.” “Deneyi tek başına yapamaz mısın,” diye sordu Hasan suratını ekşiterek. “Hayır, deneyin başarılı olduğunu kanıtlamak için en az iki kişiye ihtiyaç var. Tek başıma ortaya çıkarsam beni deli zannedebilirler. Sen benim şahidim olacaksın.” “Ya ikimizi de deli zannedip tımarhaneye kapatırlarsa?” “O zaman daha fazla kişiye gösterir ve denetiriz aleti. Ve nihayetinde bütün dünya kabul eder bizi. Düşünsene ne kadar ünlü olacağız. Seni seçtiğim için bana teşekkür etmelisin. Aynı aya çıkan ilk insanlar gibi olacağız, zamanı durduran ilk iki Türk. İşte budur Türkün gücü.” “Ama ben Türk değilim,” dedi Hasan. Tartışmanın ilk kıvılcımları ortaya çıkmıştı. “Sen de Türksün ben de Türküm. Türkiye’de yaşayan herkes Türk benim gözümde.” “Sanırım senin biraz açılıma ihtiyacın var Ahmet. Çıkar at artık 29
- Mavi Öyküler
şu at gözlüklerini. ‘Herkes Türk’ söylemi geçmişte kaldı.” Sesini alçaltarak ve yumuşatarak saatlerce sürebilecek bir tartışmaya hazır olan Hasan’a: “Tamam kardeşim, bunları sonra rahat rahat konuşuruz. Şimdi önümüzdeki mevzuyla uğraşalım. Sonra bolca vaktimiz olacak bunları tartışmak için, sen merak etme.” dedi. Tartışmayı kazandığını düşünen Hasan burnu dik bir şekilde: “Öyle olsun; ama unutma bu konuyu etraflıca konuşalım. Senin artık Soğuk Savaş zamanından kalma basmakalıp fikirlerini değiştirmenin zamanı geldi,” dedi. Arkadaşı sağlam kalan birkaç dişini sıkarak kafasını salladı ve kafa sallamasını daha inandırıcı hale getirmek için göz kırptı. Zaman makinesi, daha doğrusu zaman durdurma makinesi, bütün bu sıkıcı konuşmaya ne yazık ki kulak misafiri oldu. Elinden gelse kulaklarını kapatacaktı. Mucidi, makinenin fişini prize soktu. Makineden garip sesler gelmeye başladı. Sigara tiryakilerine özgü derinden acı acı öksürüyordu alet yığını. Hasan birisi sırtına vurup helal dese sesi kesilir mi, diye düşünürken; Ahmet makinenin kafasına birkaç sert yumruk attı ve sesler bir anda kesildi: “Arada böyle sorunlar oluyor, korkma. Makinenin içindeki tüm aletleri ben bulup buluşturdum. Kimini oradan kimini buradan topladım. Öyle arkamda üniversite laboratuarları olmadığından makinenin içine yerleştirdiğim aletler çok sağlam değil. Yanlış anlama, sağlam değil derken sabit değil demek istiyorum. Hepsi farklı yerlerden olduğundan boyutları farklı, tam oturamıyorlar birbirlerine. Bundan dolayı makine çalışır durumdayken titreşim oluyor ve bu biraz önce duyduğun seslere sebebiyet veriyor. Kafasına bir iki kez vurunca geçiyor gördüğün gibi.” “Bana biraz önce elleme demiştin, hatırlatırım.” “Yanlış yeri ellersen bozulur. Ben neresine vuracağımı iyi biliyorum. Makine de alışkın zaten darbelere.” “Aynı bizim gibi…” Mavi Öyküler -
*** 30
Mucidimiz, oklava sapından yapılmış makine tetikleyicisini aşağıya doğru çektikten sonra Hasan’a bağırıp makinenin arkasından çıkan iki uzun örgü şişinden birini tuttu ve şöyle dedi: “Çabuk ol, diğer şişi tut, oradan nötr enerji geliyor ve tutanı makinenin etkisinden kurtarıyor.” “Önceden söyleseydin ya, niye aceleye getiriyorsun,” diye sorarken arkadaşının yanına koşup diğer tığı tuttu. Makineden eline ince ince elektrik çarptığını hissediyordu. “Bir defa tutup bıraksak olmuyor mu? Elektrik çarpıyor bana.” “Merak etme, o kadarcık cereyandan sana bir şey olmaz. Sakın bırakayım deme bu arada, dananın kuyruğu kopmak üzere…” Cümlesinin sonu makineden çıkan ve dana böğürtüsünü hayli anımsatan seslerden anlaşılamadı. İki kafadarlar korkudan gözlerini kapatıp bildikleri tüm duaları okumaya başladılar. Ancak o kadar az dua biliyorlardı ki iki dakika sonra gözlerini açmak zorunda kaldılar. Ahmet’in son model icadı, rezistansı bozulmuş çamaşır makinesi gibi yerinde durmayıp titreyerekten hareket ediyordu. Eğer bu olay on saniye daha sürseydi ikisi de aletin patlamasından korkup oradan sıvışacaklardı. Ama birkaç saniye sonra ortalığı gözleri kör eden yeşil bir ışık kapladı ve makine aniden durdu. Ahmet ve Hasan yüzlerine aynı anda onlarca flaş patlatılmış gibi afallamışlardı. Her ikisinin de gözlerinin önünden yıldızlar geçiyordu. Kendilerine gelir gelmez el yordamıyla vücutlarını yokladılar. Eksik yoktu bedenlerinde. “Öldük mü,” diye sordu Hasan. “Eşekler cennetinde miyiz?” “Görmüyor musun? Hâlâ bodrum katındayız.” “Çizgi filmlerdeki gibi her yerde hareket eden noktalar görüyorum.” “Ben de görüyorum; ama biraz sonra geçer.” “İnşallah.” “Gözlerini ov, daha çabuk geçer.” Hasan elinin tersiyle göz kapaklarını ovarken Ahmet icadının son halini kontrol etti. Makinede gözle görülür bir hasar yoktu. Daha ayrıntılı bir incelemeyi ise şu anda yapması anlamsızdı. İlk önce zamanın durup durmadığını anlamalıydı. İçgüdüsel 31
- Mavi Öyküler
olarak kol saatine baktı. Saat durmuştu. Hasan’ın şaşkın bakışları altında onun dede yadigârı köstekli saatini belinden çıkardı ve kapağını açtı. O da çalışmıyordu. “Başardım, başardım,” diye bağırmaya başladı Ahmet. Deli danalar gibi odada koştu, havaya zıpladı, duvarlara yumruk attı, kısacası ne yapacağını şaşırdı. Hasan ise bu sırada hâlâ gözleriyle uğraşmaktaydı. Ahmet, Hasan’ın ellerini gözlerinden çekip tuttu: “Başardım, başardım, sonunda başardım. Kaç gecedir bugünün hayalini kuruyorum bir bilsen. Taa küçüklüğümden beri bu anı bekledim ben,” Elinde silah olsa sevinçten tavanı kurşun yağmuruna tutardı, o kadar çok sevinmişti. “Görünmez adam olma hayaliyle büyüdüm ben Hasan. Görünmez adam olacaktım ve her yeri istediğim gibi dolaşacaktım. Yasaklar, sınırlar olmadan,” Hasan ellerini arkadaşının ıslak pençelerinden kurtardı ve son bir kez daha gözlerini ovdu. Artık nokta falan görmüyordu. “Ama büyüdükçe görünmezliğin imkânsız olduğunu anladım. Görünmezlik tutkusunu bıraktım ve zamanı durdurma hayalleri kurdum. Nihayetinde ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. Zaman durduğunda yine kafama göre her yeri dolaşacaktım. Özellikle kadınlar hamamını.” “Kadınlar hamamını mı,” diye sordu Hasan. “Bütün bu çalışmaları sırf kadınlar hamamına girmek için mi yaptın?” “Hayır, sadece oraya girmek için değil tabii ki. Ama en çok istediğim, ilk yapmak istediğim şey bu.” “Tüh senin kalıbına be adam, gören de seni bilim adamı zannedecek. Allahın sapığı seni! Boyun kadar çocuklarından utanmıyorsan torunlarından utan.” “Sana ne, istediğim yere giderim. Keyfimin kâhyası mısın?” “Evet, kâhyasıyım.” Cevap arkalarından gelmişti. Uzun, siyah elbiseler içindeki bir adam odada peyda olmuştu. Zaten yaşlılıktan ötürü bağırsak problemi yaşayan Ahmet inceden altına kaçırdı: “Nereden çıktın sen?” “Herkesin çıktığı yerden…” “Nasıl bodruma girebildin?” Mavi Öyküler -
32
“Duvardan geçtim.” “Sen kimsin, Azrail misin?” “Hayır.” “O zaman zebanisin?” “Bilemedin.” “Cin misin?” “Yine bilemedin.” Bu soru-cevap sırasında odadan kaçmaya çalışan Hasan’ı siyahlı adam bir el hareketiyle durdurdu: “Nereye gidiyorsun?” “Elini ayağını öpeyim abi, benim bir suçum yok. Bırak da gideyim. Bütün bunlar bunun başının altından çıktı. Ben komploya geldim.” “Hayır, gidemezsin.” Sesi Balkanlardan gelen hava akımları kadar soğuktu. Arkadaşının put gibi kaldığını gören Ahmet son kez şansını denedi: “Amerikan ajanı mısın?” “Yine bilemedin.” İçinden, “Hay anasının…” diye geçirdikten sonra siyahlı adama tekme atmaya çalıştı mucitlerin mucidi. Belki otuz sene önce olsaydı tekmesi hedefine bulabilirdi; ama yaşlılıktan ve yerçekiminden dolayı attığı tekme siyahlıyı sıyırdı. (Gerçi değse bile acıtır mıydı tartışılır) “Bunu yapmayacaktın,” dedikten sonra elini sinek kovar gibi yavaşça salladı ve Ahmet kendini havada uçarken buldu. Makineye çarpıp kıç üstü düştü. Hasan yardım etmek istiyordu ona; ancak yerinden kıpırdayamıyordu, felç olmuş gibiydi. “Sanırım açıklama yapmanın vakti geldi,” dedi siyahlı adam ikisinin de gözlerine baktıktan sonra. “Ben Evren Yasalarını Koruma Enstitüsündenim. Amacımız sizin gibi geri zekâlı insanların evrenin kurallarını bozmasını önlemek. Haddini aşıp evrensel kuralları yok etmeye çalışan insanlara derslerini vermek. Sadece bu boku sizlerin yaptığını sanmayın. Her devirde sizin gibi söz33
- Mavi Öyküler
de dahiler aynı gaflete düşüyorlar ve cezalarını çekiyorlar.” “Ne cezası,” diye sordu Ahmet. “Ölüm.” “Ölüm mü? Ben o kadar emek verdim ama. O emeklerim boşa mı gidecek?” “Evet.” “Çoluğum çocuğum var. Onların hatırına affetseniz beni?” “Olmaz. Yanlış cezasız kalmaz.” “Ya benim cezam ne olacak,” diye sorarak araya girdi Hasan. “Ben sadece bu adamın oyununa geldim. Ben suçlu sayılmam.” “Haklısın, bu salak kadar suçlu değilsin. Sana ölüm cezası vermeyeceğim. Ama beni gördüğün için sana bir kıyak yapacağım.” “Çok sağ olun efendim. Kusura bakmazsanız kıyağı öğrenebilir miyim?” “Hayır, öğrenemezsin.” “Peki, efendim.” Eğer siyahlı adam tarafından dondurulmamış olsa zil takıp oynayacaktı Hasan. Dile kolay, ölümden dönmüştü. “Beni öldürmeye kararlısınız yani,” dedi Ahmet. “Evet.” “Son bir şey istesem sizden?” “Söyle!” “Yapar mısınız?” “Söyle!” “Zaman durmuşken kadınlar hamamına gidip gelsem. Hemen beş dakika uzakta buradan. Bir koşu gidip gelirim. Ne dersiniz?” “Olur.” Ahmet koşa koşa çıktı bodrumdan. Karısını kulağında bardakla bodrum kapısında durmuş şekilde gördü. Dışarı çıktığında zamanın gerçekten durduğuna kendi gözleriyle şahit oldu. Her şey donmuş kalmıştı olduğu yerde. Zamanı olsa her şeyi izlerdi. Ama hamama gitmesi gerekiyordu. Dört dakika beş saniye sonra hamama ulaştı. Hamamın kapısındaki yazıyı gördüğünde başından aşağı kaynar sular döküldü: Tadilat nedeniyle kapalıyız. “Hayııırrr,” diye bağırırken kendini yine bodrumda buldu. SiMavi Öyküler -
34
yahlı adam, “Kader,” dedi ve parmaklarını ona doğru uzattı. Parmaklarından çıkan alev dalgaları Ahmet Bey’i diğer dünyaya yolladı. Akabinde parmaklarını Hasan’a doğrulttu ve ona da sarımsı bir buhar gönderdi. Hasan ne olduğunu anlamadan bayıldı. Siyahlı adam, “Görev tamamdır,” dedikten sonra ortalıktan kayboldu. Zaman kaldığı yerden gürül gürül akmaya devam etti. *** Pakize Hanım bodrumun kapısını açık görünce ne yapacağını şaşırdı. Bir süre girsem mi girmesem mi diye düşündükten sonra girmeye karar verdi. Bodruma giden merdivenleri inerken yanık kokusunu aldı. Heyecanla adımlarını hızlandırdı. Aşağıda kötü bir şeylerin olduğu içine doğmuştu. Ve odaya ulaştığında acı gerçekle karşılaştı: üzerinden duman tüten parçalanmış bir makine, onun bir metre önünde kavrulmuş kocası ve onun yanında yerde uzanan Hasan. Kadının bodrumdan gelen acı çığlığı bütün mahallenin tüylerini diken diken etti. Hamamın sahibi bile o çığlığı o kadar uzaktan duyabilmişti. Birkaç dakika sonra tüm mahalleli yıllarca merak ettikleri bodruma doluşup felakete şahit olmuş polise haber vermişlerdi. Makine kullanılmaz hale gelmiş, Ahmet çoktan diğer dünyaya doğru yol almıştı. Hasan’a görünürde bir şey olmamış gibiydi. Ancak uyandırdıklarında hasarın beyninde olduğunu anladılar. O günden sonra ruhu huzura kavuşana dek her dakika köstekli saatine bakıp şunu tekrarladı: “Zaman, namaz; namaz, zaman; zaman, zaman; namaz, zaman…” Ve bu hadise uzun seneler boyunca mahallelin ağzından düşmedi.
p
“AYNI SAHNENİN YANLIŞ REPLİKLERİ” 35
- Mavi Öyküler
“İçinde Kurbağa Öldürülen Anılar” | Yusuf Turhallı Uzandığı yerden hafifçe doğruldu. Uzun süredir yağmurda sigara içmemişti. Özlemişti. Kalktı. Yaşından olgun bir adım attı. Kimse izlemiyordu da. Neden böyle yaptığını anlayamadı. Elini yaşına uygun bir şekilde uzattı sigaraya. On yedi yaşındaymış gibi yaktı sigarasını. Sigarasını on yedi yaşındaymış gibi yakardı. Koridorda yürürken hafifmeşrep bir lise çocuğu olmuştu yine. Cama doğru seğirtti. Pencereyi kutsal bir kitabın kapağını açar gibi açtı. Bir uçtan bir uca bomboştu sokak. Sokak lambaları kendilerini bile aydınlatmaktan acizdiler. Yağmur yavaşça doldurmaya başlamıştı geceyi. Yağmuru severdi. “Kaç kere dedim sana kurbağaların kafasını ezme diye!” Tokat. Çamurlu zemine düşen bedenin çıkardığı ıslak ses... Görüntü bir anının olması gereken kadar puslu, acıtmasına yetecek kadar berrak. Bu geceye benzer bir gün. Oluk oluk yağmur yağıyor. Muson yağmuruna benziyor, ama kesin değildir. Ne işi var Muson Yağmuru’nun onun öyküsünde... Yanaklarından yaş süzülüyor yağmura karışarak. Ağladığını belli eden tek şey kızarmaya başlayan gözleri. Gözleri üvey anasının gözlerine dikili. Parmaklarını toprağın ciğerine saplayarak doğruluyor. Asi... “Ama Salim de öldürüyor kurbağaları! Neden tek bana vuruyorsun!” Tokat. Çamurlu zemine düşen bedenin çıkardığı ıslak ses... Yağmur şiddetleniyor. Bir şimşek daha... “Salim daha çocuk!” Salim üvey anasının çocuğu. Anası onu doğururken can vermiş yatağında. Babası da aynı sene dayanamamış bu çocuklu dulu getirmiş, al bu da anan olsun diye. Salim ile aralarında bir yaş ya var ya yok. O ilk kar düşmezden evvel doğmuş, Salim ise ekinler toplandığı zaman. Büyükleri böyle demiş ne kadar doğru ne kadar yalan... Zaten kimse bilmiyor ne zaman doğduğunu. Kimlikler yok. Mavi Öyküler -
36
Bir şimşek daha çaktı sokağın içini ışıkla doldurarak. Görüntüler kayboldu. Sigara elinde sönmeye yüz tutmuştu. Tutuşsun diye tekrardan, aralıksız birkaç nefes çekti. Hayat öpücüğü başarılı olmuştu; tekrardan normal akışı içinde yanıyordu sigara. Yağmurlu havaları çok severdi. Yağmurun soğuğu tüylerini ürpertti. İçerde kalan sıcak hava dışarı çıkıp serinlemeye çalışırken dışarıdaki soğuk hava da içeri girip ısınmaya çalışıyordu. Bir yerlerden toprak kokusu yükseliyordu. Toprak kokusundan nefret ederdi. “Uğursuz Cemal! Uğursuz olmayaydın anan seni doğururken ölmezdi! Uğursuz Cemal!” Kaçarken yere düşüyor. Hızının etkisiyle bir de sürünmek zorunda kalıyor. Dizleri, dirsekleri kan içinde... Hâlâ o yaraları taşıyor dirseklerinde. Parmaklarını toprağın ciğerine geçiremiyor kalkarken. Tırnaklarının arası tozla, toprakla doluyor. Yağmurlu havayı çok sever. Elleri dizlerine sürülüyor ilkin, dizlerini tozla dolduruyor; dirseklerine sürülüyor sonra. Yakıyor kan izleri. Sekerek kurtulmaya çalışırken acıdan bir yandan da dizlerini, dirseklerini tutmayı deniyor. Yetmez ki elleri. Gözleri on yedisinde bir çocuk taşıyor hâlâ. “Uğursuz Cemal! Uğursuz Cemal!” Tempo tutuyorlar. Salim de var içlerinde; bağırıyor ardından. Aynı kabı kaşıklarlar evde. Aynı odanın bir köşesinde Salim, bir köşesinde Cemal yatar. Dizlerinden, dirseklerinden kan sızıyor. Kan tedirgin eder. Üstü başı toprak kokuyor. Kabul etmiş zaten uğursuz olduğunu, tek isteği oyunlarının bir ucundan tutmak. İzin vermiyorlar. Aynı sahnenin yanlış replikleri hepsi oysa... Sesler uzaklaşıyor. Çeşmeye gitmeli. Evde dayak var. Bir şimşek daha... Yağmur iyiden iyiye şiddetlenmişti. Asfaltla son hız sevişmekteydi. Yere düşen yağmur damlaları geldikleri yere son bir heves dönmek için zıplıyorlardı. Nafile. Kurallara boyun eğerek yaşamak gerekiyor bazen hayatı. Elindeki sigara öleli çok olmuştu. Artık değil hayat öpücüğü kalp masajı bile getirmezdi geri. El Fatiha... Cesedini binadan uzağa fırlattı. Yağmur düşüşünü hızlandırmıştı. Bir süre sonra yağmur damlası 37
- Mavi Öyküler
gibi geldi gözlerine. Bir uçtan bir uca bomboştu sokak. Eğri büğrü apartmanlar karşılıklı dizilmiş birbirlerinin suratlarına bakıyorlardı içlerinde söyleyemedikleri saklı. Yağmur yıkıyordu suratlarını hafifçe kapatırken çeşmesini. Toprak kokusu hafiflemişti. Yağmur kokusu yerini alıyordu sakince. Yavaşça rahatlıyordu. Buruk bir acı vardı ağzında sabahtan beridir. Dilini ağzının içinde dolandırdı bir süre. Ön dişleriyle oynadı. Oynamaktan sıkılınca diliyle, avurtlarını hafifçe ısırmaya başladı. Dişini fazla geçirdiğinden olsa gerek kan kokusu (kan tadı) duydu. Kan tedirgin ederdi. “Vermediğin adam kalmadı köyde, amına kodumun ipnesi!” Yumruk. Salim ile aralarında bir sene ya var ya yok. Öyle söylemişler ya hâlâ emin değil. Salim irice ama. İyi beslemiş anası. Gücü yetiyor Cemal’e. Cemal’in cılız göğsünden kaburgaları sayılıyor. Kafası kocaman görünüyor vücuduna oranla. Aslında kafası küçük yaşıtlarından. Cemal cılız. Canı istediğinde Salim istediğini yapıyor; yaptırıyor. İstemiyor ama Cemal. Nefret eder Salim’den kendince. Küçükten beri yapmadığı kalmamış. Kardeşler. Aynı odanın bir köşesinde Salim, bir köşesinde Cemal yatar. Hem Salim’e ne ki! Ona kim yeni kunduralar, yeni pantorlar, yeni gömlekler alır?.. Hem seviyor Ahmet’i. Ahmet de onu seviyor belli. Evlenecekler. Gözlerinde on yedisinde bir çocuk oturuyor hâlâ. “Çıkar ulan pantorunu!” Yumruk. Diğer taraftan geliyor. Aynı kan kokusu. Dudağı açılmış kanıyor; hafif tuzlu pek de fena değil tadı. Elini toprağın ciğerine geçiriyor kalkarken. Kafasına patlatıyor bir tane Salim’in. Beyni dağılan Salim şaşkın, yere düşerken ölüyor muhtemelen. Üstü başı kan kokuyor. Çeşmeye gitmeli. Kan tedirgin eder. Yağmur yok, ama yağmurlu havaları çok sever. Ellerini yıkıyor tertemiz. Çıkmayan kan kokusu yerleşik durur parmaklarında o günden beridir. Mecbur tertemiz yıkar ellerini her gün. Cesedin yanına geri gidiyor. Kıpırtı... Baş şeklini kaybeMavi Öyküler -
38
dene kadar eziyor kurbağayı taş. Öldüğünden emin olmalı. Ölmezse anasına söyler. Tekrar gidiyor çeşmeye. Ellerini yıkıyor, elbisesindeki kan lekesini çıkarmaya uğraşıyor. Gitmez ki kan suyla temizleyerek. Koşan bir çocuk var hatıranın burasında. Gözlerinin tenhasında on yedisinde bir çocuk saklı; Cemal’i, Salim’i, evini, barkını arkada bırakmış koşuyor. Kimliği hâlâ yok. Gözlerinin tenhasına on yedisinde bir çocuk saklanıyor. Olgunluk bir anda gelip yerleşiyor gözlerine. Zaten hep bir anda gelip yerleşir olgunluk gözlerine insanın. İtekleyiverir tenhaya on yedisindeki çocuğu. Çocuk direnemez. Mazlum çünkü; mahzun kabul eder yerini. Zil sesi yankıdı kulaklarında. Salim’den nefret etmiyordu artık. Kendine nefret edecek yeni şeyler bulduktan sonra bırakmıştı nefret etmeyi Salim’den. Belki de kurbağaya benzettiği gün nefret etmeyi bırakmıştı da farkında değildi hâlâ. Bilmiyordu. Fazla düşünmezdi geçmişini. Geçmişi geçmişte bırakmak hep en iyisidir diye düşünürdü. Zil sesi anılarını saçlarından sürükleyerek uzaklaştırdı. Gelen yeni müşterisiydi. Artık pantorlar, gömlekler, kunduralar için yatmıyordu Salim’lerle. Karın tokluğuna çalışıyordu. Karın tokluğuna çalışıyordu; çünkü kimliği olmayanlar kötü yola düşmeye mahkûm edilirlerdi. Ama olsun yağmurlu havaları çok severdi.
p
“BÜYÜK PİPİYLE CANAVAR KOVMA İSTEĞİ” “Tütüncü Mehmet Efendi’yle Kahraman İnsan’ın Hikâyesi” | Asım Demirağ Sizlere, şimdi, Kahraman İnsan ile Tütüncü Mehmet Efendi’nin hikâyesini anlatmaktayım. Bu hikâyenin başı, yaradılışın başıyla başlar. O kadar eskilere dayanır ki, o zamanlar ne kahraman vardır ne insan, ne tütün, ne de Mehmet. Bir tek efendi vardı. Ama o da tek olduğu için efendiliğinin anlamı yoktu. Tabii önce 39
- Mavi Öyküler
efendi geldi, sonra da efendinin anlamı. Ben ise hikâyeyi anlatmaya hem efendi, hem insan, hem kahraman, hem tütün hem de Mehmet’in anlamını bulduğu dönemlerden, üç beş dönem sonrasından başlayacağım. Ne var ki, hikâyeyi anlatmaya çoktan başladığım için aslında o dönemlerden değil, şimdi dediğimdeki şimdiden başlayacağım. Böylece başlıyorum. Bir varmış, iki yokmuş, üç varmış. Toplamları dört edermiş. Bunu, işte, Mehmet Efendi pek iyi bilirmiş de Kahraman İnsan bir türlü hatırlamazmış. Kahraman İnsan, uzun boylu, ince kemikli, köse ve kel bir bedene sahipti. Gözleri hareket eden, dakikada birkaç kere kapanıp açılan, dudakları bazen büzülen, bazen gerilen, bazen de olduğu gibi kalan (ara durumlar keşfedilmemişti), sesini ses telleri vasıtasıyla çıkarmakla birlikte ses telinin ne olduğunu bilmeyen, el parmakları kadar ayak parmaklarının olduğunu fark etmesi tam 21 yıl almış bir gençti. Pipisi küçük olduğu için pek sallanmazdı (o zamanlar koyunların ne işe yarayabilecekleri konusunda ciddi tartışmalar dönse de, bir karara varamamışlardı, bu yüzden herkes çıplaktı) ilk kez büyüdüğünde korkudan bayılmıştı. 30 yaşındaydı. İkinci kez büyüdüğünde, duruma alışmıştı ve bu fenomenin nedenini araştırmaya koyuldu. Onun gibi pipisi dışarıda olan insanlar gezegene yeni gönderilmişti ve bu konuda atalarından miras aldığı bir bilgi yoktu. Babası da zaten annesini döllerken tam iki ay geçmişti. Çünkü kadın zevkten her bağırışında adam yanlış bir şey yaptığını sanıp çekiliyordu. Kadın da bunun, işin bir parçası olduğunu düşünerek “devam et” demiyordu. Hadiseyi de insanlık yeni keşfettiği için kimse birbirine bir şey söylemiyor ya deneysel çalışmalarının sessizlik içinde sürmesi gerektiğine inandıkları için ya da insan bedeninin en çabuk gelişmiş tarafı olan egonun emriyle bilgi paylaşmamak için konuşmuyorlardı. Bunun nedenini bilmiyorum ama bildiğim bir şey var: O zamanlar elli altmış kelime vardı. Bunların yirmi tanesi aslında “ben” anlamına geliyordu, ama onlar kendilerini duruma göre değişen varlıklar olarak bellemişlerdi, mesela yağmurun altında ıslanan ben için başka bir kelime, uyandıktan sonra afyonu Mavi Öyküler -
40
patlayana kadar geçen zamandaki halleri için başka bir kelime vardı. Yanlış anlaşılmasın ki, onlar bu “ben” anlamına gelen kelimeleri, “sen” ve “o” anlamında da kullanırlardı. Ama biz, siz, onlar yoktu. Daha “çoğul” da keşfedilmemişti. Neyse döllenme hadisesine dönersek, sevişirken Adam da zevk almadığı için devam etmesi gerektiğini fark edememişti. Tabii önce kadınlar bu işten zevk alındığını fark etti ve adamlara onlar öğretti. Zaten hâlâ sırf bu yüzden kadınların daha çok zevk aldığı düşünülür. Kahraman İnsan’a dönelim. Kahraman, büyüyen pipiyle, küçükken etrafı ıslatabilen pipinin aynı pipi olduğunu hemen anladı. Bu duruma tüm evren şaşırdı; çünkü bu Kahraman İnsan’ın ilk defa bir şeyi hemen anlamasıydı. Pek hemen değil gerçi, ama ilkinde bayıldığı için saymadılar. Bu anlama hızı, bu arada, o yılın rekorlar kitabına da girdi. Bunu anlar anlamaz, büyüyen pipinin de etrafı ıslatabileceğini düşündü. Ve birden şimşekler çaktı. O küçük haldeyken bile yerde gezen bazı varlıkları birkaç desimetre uzağa sürükleyebiliyordu. Evet! Pipisinin bu haliyle o zaman etrafta kardeşlerini yiyen canavarları uzaklaştırabilirdi! Bunu gerçekten istedi ve hayatında ilk deneyine başladı. O zamanlar bir gencin adam olması için içten gelen bir hisle bir deneye başlaması gerekmekteydi, deneye başlayınca da insana bir isim verilirdi. (Kahraman ismi buradan gelir ve dünya tarihindeki tüm kahramanlar da aslında İnsan’ın bu isteğini duyanlardır –büyük pipiyle canavar kovma isteği). Deneyleri çok bir sonuç vermiyordu. Evet bir ıslaklık çıkarabiliyordu, ama bu ıslaklık canavarı sadece daha çok kızdırabilirdi. Onu kovamazdı. Daha çok çalışmalıydı, fakat günde çok fazla deneyemiyordu. Çünkü her deney nedense pek yorgunluk veriyordu işin sonunda. İşte tüm bu olan bitenin farkında olan Tütüncü Mehmet Efendi –ki o yaklaşık sekiz yüz yaşındaydı ama eski tip bir adamdı. Yani tek cins döneminde vardı; kendi kendini dölleyip doğururdu– Yeterli bir bilgeliğe ama yetersiz bir bilince sahip olduğu için, dünyada birçok şeyi yapabiliyor ama yaptıklarının doğruluğunu tartamıyordu. Hâlâ içgüdüleriyle yaşıyordu. 41
- Mavi Öyküler
Gezegene iki cinse bölünmüş yeni insanlar gönderilince, kendisine daha az benzeyenlerden birini kaçırmış, onu iyice ve kendi yöntemleriyle incelemiş, sonra da ondan bir tane doğurmanın yolunu başarmıştı. Ama bu sadece bir deney olduğu için doğurduğu ilk kızını öldürmüştü. Kaçırdığı kadını da bu olayı başkalarına anlatmaması için öldürmüştü. Zaten öldürmesi iyi oldu; çünkü kadın, buraya küçük insanı kendisinin doğuracağı içgüdüsüyle gelmiş fakat bir başka insanın ters taraftan bir çocuk çıkardığını görmüş ve de bu yüzden kendini kandırılmış hissetmişti. Bu his de onu kısır yapmıştı, yaşam enerjisi gitmişti. Yani zaten ölmüştü. Bu şekilde kadın doğurmayı öğrenen Mehmet Efendi, bir gün bir ara lazım olur diye bir kadın doğurmuş ve onu atalarının tasarımı olan tütünle besleyip, tam bir robot haline getirmişti. Mehmet Efendi ne derse yapıyordu. Ama işte, Mehmet Efendi de tam anlamıyla bir bilge değildi, bir keresinde çünkü “kakam geldi, yap” demişti. Kadın da Mehmet Efendi’nin kakasını yapmaya çalışırken, Efendi’nin canını acıtmıştı. Cezayı tabii ki çekti ve bir bütün tütün tarlasını yemek zorunda kaldı. Tütüncü Mehmet Efendi, atalarından gelen bu bilgiyi çok iyi kullanmıştı: Tütün koşullandıran bir cezadır. O zamanlar ödül ile koşullandırma bilinmiyordu. Mehmet Efendi, Kahraman İnsanın deneyini duyunca “işte vakti geldi” dedi. Artık atalarından gelen planı yürürlüğe koyabileceğini biliyordu ve ne yapması gerektiğini kızına söyledi. Kahraman İnsan, bir ağacın altında bağdaş kurmuş ve derin düşüncelerdeydi. Ne yaptığını bilseydi yapmak istediğini de yapardı, ama o zamanlar bir ağacın altında bağdaş kurup derin derin düşünürsen istediğin olur inancı vardı; Buda da bunu yaptı ama o bu durumun tüm detaylarını keşfettiği için bu inancı bilgiye çevirip insanlara aktardı. Nedenini bilemediği bir şekilde Kahraman kafasını kaldırdı ve karşıdan bir kadının geldiğini gördü. Ayağa kalktı. Ve onun yaklaşmasını izledi. İzlerken ve kadın her yaklaştığında, küçük pipi hareket etmeye başladı ve kadın Kahraman’ın karşısına gelince pipi kocaman oldu. Hiç bu kadar büyümemişti, diye düşündü Mavi Öyküler -
42
Kahraman. Ve hemen anladı ki, bu kadın aslında bir canavardı ve kadın kılığına girmişti. Zaten kalp atışları da arttığına göre bu doğruydu, korkması gerekiyordu ve korktu Kahraman. Korkunca pipisi küçüldü ama bunu önemsemedi; çünkü zaten onunla canavarları kovmayı başaramamıştı. “Kahraman mıyım?” dedi kız. “Evet Kahraman’ım ben kimim, canavar mıyım,” diye yanıtladı. “Hayır hayır. Ben Kız’ım ve beni kovmamın yolunu bulmama yardım etmek için geldim.” “Kız ne demem ki?” “Bilmiyorum babam bana böyle diyorum.” “Ne istiyorum?” diye sordu Kahraman, ama kızın doğru anladığı gibi “ne istiyorsun” demek istiyordu. “Tütün istiyormuşum,” dedi kız. “Tütün, neyim?” “Tütün, bir tekerleğim,” dedi kız. O zamanlar tüm bitkilere tekerlek denirdi. “Neden tütün istiyormuşum?” “Çünkü tütün büyük pipimin gücünü arttırırmışım.” “O zaman istiyorum evet.” “O zaman veriyorum.” “Verdim mi?” “Verdim, aldım mı? “Aldım.” Elden ele bir şey verirlerken genelde bu diyalog geçerdi; çünkü emin olamıyorlardı alıp verdiklerine, bu durumu izleyen tanrılar daha sonra “aldım verdim ben seni yendim” ifadesini yaratıp postalamışlardır. Tütünü alan Kahraman İnsan onu hemen yemeğe başladı. İyice çiğnedi, çiğnedi. Büyük pipinin gücünü arttıracağına inandığı için tadını da çok sevmişti. Bir sefer o kadar çok yedi ki, bir süre sonra yemediği zaman pipisini büyütememeye başlamıştı. Bu duruma bir anlam veremiyordu, ama sorun etmedi; çünkü anlam verememek onun çok alışık olduğu doğal bir durumdu ve başka bir inanç gelene kadar var olan inancı sürdürme içgüdüsünü uyguluyordu. O inanç geldi. Gelmek zorundaydı, yoksa Kahraman İnsan tüm 43
- Mavi Öyküler
insanları öldürebilirdi. Çünkü tütün büyük pipiyi zar zor büyür bir hale getirdiği gibi, büyük pipiden çıkan cılız ıslaklığınsa küçük pipiden çıkan ıslaklığa dönüşmesine neden olurdu. O zaman Kahraman İnsan başardığını sanarak bir canavarı yenmeye çalışırdı ki başarırdı. Çünkü canavarlar üzerlerine işenmesinden çok korkarlardı ve bu korkuları her tarafa korku salmak için işemelerinin de nedeniydi. İnsan bu yüzden yapmazdı çişini, o sadece çişi geldiği için yapardı ve zamanla da bu ıslaklığı yöneterek oyun oynamaya, eğlenmeye başlamıştı. Kahraman İnsan canavarı yenince, bir süre bekledikten sonra (bir süre tek kahraman olmak için) bu becerisini ve sırrını tüm insanlarla paylaşırdı, bu da insanların soyunu tüketirdi. O inanç bir rüya ile geldi. Yeni insanın gördüğü ilk rüya. İlk müdahale. Rüyanın detaylarını hatırlamıyorum, çünkü ben görmedim. Ama Kahraman İnsan bu rüyadan bir kâbus gibi uyandı. Korkuyordu; çünkü rüyada ona sırrının çalışmayacağı söylenmişti. Oysa çalışacaktı. Hemen ağzına birkaç tütün attı, ve bir süre sonra tükürmek zorunda kaldı. Rüya, ilk rüya olduğu için, o kadar gerçekti ki hemen inanmıştı ve tütünün tadını sevmemeye başlamıştı. Bir süre şapşal şapşal dolaştı. Sonra, şapşallığı arttı ama bu şapşallık, başında artıyordu: Başı şapşallaşıyordu. Bir insanla karşılaştı. İnsan ona “Merhaba Kahraman nasılım?” dedi çok sevecen bir şekilde, fakat Kahraman buna çok sinirlendi ve adamı öldürdü ve yoluna devam etti. Karşısına bir kadın çıktı. Kadın Kahraman’ın durumunu anladı ve uzaklaşmaya başladı. Fakat Kahraman kadını görünce pipisinin büyümediğini fark etti ve sinirlendi, kadının peşinden koşmaya başladı. Kadın sadece kadınların çıkabildiği bir tür ağacı bulup tırmanana kadar gerçekten çok korktu. Ama Kahraman’ın siniri geçmemişti. Ve etrafında bulduğu taşları Kadın’a fırlatmaya başladı. Taşlar kadına çarpmıyordu; çünkü Kadın, daldan dala sürekli kaçıyordu. Ve bir mucize gerçekleşti! Kadın bir dalın üstüne sıçradı, dal kırıldı ve kadın yere düştü. Bu sahne Kahraman İnsan’ın ve tüm insanlığın kaderini değiştirmiştir. Kahraman İnsan ne olduğunu fark etti: Taş attı ve kadın bir dala çıktı ve dal kadını taşımayı reddetti. Bu ilk defa Mavi Öyküler -
44
olmuştu. Durumu hemen anlamaya girişti ve bir kez daha hemen anladı. Bu anlama Kahraman’a deneyini hatırlattı. Deneyini hatırlayan Kahraman’ın kafasındaki şaşkınlık hemen gitti. Çünkü artık canavarı korkutmanın yolunu bulmuştu: Taş! Sonuç canavarı kovmak değil miydi? Bunu büyüyen pipiden çıkan ıslaklıkla yapmak zorunda olmadığı fark etti. Ama tabii taşın yetmeyeceğini de fark etti, canavarı bir yolla ağaca çekmenin ve bir dalın onu taşımasını reddetmesi gerektiğini de düşündü. Bu durumu fark eden Tütüncü Mehmet Efendi çok sinirlendi ve ceza olarak kızına çeyrek tütün tarlası yedirtti. Yeni bir plan yapması gerekiyordu. Mesele Kahraman’ı öldürmek olsaydı durum çok kolaydı. Mesele yeni gelen insanı tümüyle yok etmekti ve elinde bunu yapabileceğini bildiği silahı vardı: Tütün. Ama nasıl? Kız, babasının bu durumunu fark edince iyi niyetle şöyle dedi: “Baba neden tütün yemiyorum böylece planımı bulabilirim?” “Olmaz!” dedi Efendi. “Neden?” “Mehmet tütün yemem.” “Neden?” “Mehmet tütün yersem Mehmetzikir olurum.” Kız anlamamıştı, aslında Efendi de anlamamıştı. Çünkü Mehmet yerine Mehmetzikir olsaydı, yeni insanı tütün kullanmadan yok edebilir. Bazen anlamamak iyidir. Günlerce düşündü Mehmet Efendi, diğer tarafta da Kahraman düşünüyordu. İkisi de o kadar yoğun düşünüyordu ki, ilahi taktir neye karar vermesi gerektiği konusunda emin olamıyordu. Sonuçta kararını verdi, ve ikisine de sordukları soruların yanıtlarını gönderdi. Evet, o zamanlar ilahi taktir yanıt gönderme konusunda bir yargıya sahipti. Yanıtı alan Tütüncü Mehmet Efendi, kızına ne yapması gerektiğini söyledi. Yanıtı alan Kahraman İnsan ise planını yaptı ve ertesi gün uygulamak için uyumaya başladı, sonra uyandı. Plan basitti: Önce bir ağaç seçecekti, sonra o ağaca yakın bir yere toplayabildiği kadar taşı koyacaktı. Ağaca tırmanıp bir dala canavarı reddetmesi için ricada bulunacaktı. (O zamanlar te45
- Mavi Öyküler
kerleklerin çoğu ricaları kabul ederdi). Sonra canavarı kızdırıp kaçacak ve ağaca tırmanacaktı. Canavar peşinden geldiği sırada ağaçtan inip taşların yanına gidecek ve canavara taş atmaya çalışacaktı. Taşları önce canavarın ağaçtan inmesini engelleyecek şekilde daha sonra da ricasını kabul eden dala doğru yönlendirilecek şekilde atacaktı. Ve dal üzerine düşeni yapıp canavarı düşürecekti. Ama kız geldi. “Gitmemi istiyorum hemen” dedi Kahraman. “Gidemem” dedi kız. “Beni kandırdım.” “Neden bahsediyorum.” “Gördüğüm gerçekten bahsediyorum.” “Gerçektim ama.” “Evet ama benden daha mı gerçektim.” Kahraman durdu ve düşündü. Gördüğü rüyanın aslında gerçek olmadığını ve anlayamadığı bir şekilde ona gerçek geldiği kanısına vardı. Kız bunu kolayca yapabilmişti; çünkü tütünün izleri Kahraman’da hâlâ mevcuttu. “Doğru söylüyorum” dedi Kahraman. “Evet doğru söylüyorum.” “Doğru söylüyorum ama bunun bir önemi yok, ben planımı yaptım ve canavarı kovmamım yolunu buldum.” “Planım ne ki?” dedi kız. Kahraman planını anlattı. “Ama” dedi kız “tekerleğim beni dinleyeceğimi nerden biliyorum?” “Dinleyeceğim!” “Emin değilim ama, ve ben kesinlikle dinleyeceğim bir tekerlek biliyorum.” “Gerçekten mi?” “Tabii ki gerçekten, tütün verdiğim tekerlek kesinlikle dinlerim beni.” Kahraman bir süre düşündü. Emin değildi ama kıza inanmayı, rüyasına ve planına inanmaya nedense tercih etti. O neden hâlâ meçhul. “Peki” dedi, “olmamsa kendim seçtiğim tekerlekle yaparım bu Mavi Öyküler -
46
işi.” “Tabii öyle yaparım.” Tütün veren ağacın yanına gittiklerinde tam bir hayal kırıklığıydı Kahraman için. Çünkü ağaç çok küçüktü ve canavar o ağacı bir göğüs darbesiyle indirebilirdi. Kız, belli ki, hiç canavar görmemişti. “Hiç canavar gördüm mü?” diye sordu Kahraman. “Hayır.” “Bu tekerlek uygun değilim.” “Neden?” dedi kız. “Canavar çok büyüğüm.” Kız üzülmüştü; çünkü babasının sözü işe yaramamıştı. Bu nasıl olmuştu ki? Babası ona tam ne demişti? Yediği tütünlerden dolayı bunu tam hatırlamıyordu, ama evet Kahraman’ı tütün ağacının yanına getirmesi yeterli olacaktı. “Üzüldüm.” “Önemli değil, kendi planıma dönüyorum.” Kız gerçekten çok üzüldü. O kadar çok üzüldü ki, neden üzüldüğünü unuttu ve sadece üzüntü oldu. Gözyaşları çıkıyordu, ama kahverengiydi, tütün rengindeydi. Bu durumu kimse fark etmedi. Kahraman biraz uzaklaştıktan sonra. Kız ardından bağırdı: “Kahraman bekle!” ve ona doğru koşmaya başladı. Babasına geri dönemezdi; çünkü gene başarısız olmuştu ve tütün yemek zorunda kalacaktı. Tütün yemezse başının ağrıyacağını da bilmiyordu; çünkü hiç o kadar tütün yemeden durmamıştı ve her tütün yiyişinde –ki bu en az çeyrek tarla kadardı– kendisini çok kötü hissediyordu. İsim verebilseydi, bu hisse “paramparçalık” derdi. Şimdi ise, koşarken, üzüntüsü geçmişti ve yerini çok büyük bir kararlılık almıştı. “Ne istiyorum?” dedi Kahraman. “Benimle geliyorum.” “Kesinlikle olmam.” “Neden?” “Çünkü planımı değiştirmem zorunda kalırım.” “Ama zaten benim planım işlemeyecektim.” “Neden ki?” “Bunu bana söylemedim; çünkü beni başka bir plan için kandı47
- Mavi Öyküler
rıyordum.” Bütün bildiklerini anlattı kız. Kahraman sürekli “neden” diye soruyordu, ama yanıt alamıyordu; çünkü kız da nedenini bilmiyordu. Kahraman kıza merhamet göstermedi, kendisini kandırmaya çalışmasına takılmıştı. Ve ayağa kalkıp çekip gitmek istedi. Ama kız o kadar çok ağlamaya başlamıştı ki, gözünden çıkan gözyaşlarının kahverengiliği fark edilir olmuştu. Kahraman, yerde oturarak ağlayan kıza eğildi, parmağıyla bir gözyaşı damlası aldı. İlk defa bu renkte bir gözyaşı görüyordu. Tadına baktı! Ve tüm bedeni, rüyadan sonra tütün yediğindeki gibi tiksintiyle doldu. Bu tiksinti sayesinde, bugün hâlâ varız! “Peki” dedi Kahraman, “gel.” Kız o kadar saftı ki sanki ağlayan kendisi değilmiş gibi sıçradı ayağa ve Kahraman’dan bile hızlı bir şekilde yürümeye koyuldu. Yol boyunca planı bir kişilikten iki kişiliğe taşımışlardı. Yeni plan şöyleydi: Canavarın ağaca çıkmasını beklemeyeceklerdi, hatta çıkamayacağı bir ağaç seçeceklerdi. Ağaca Kahraman çıkacaktı ve kız canavara görünmeden Kahraman’a taş atacaktı. Canavar anlaştıkları dalın altına gelince, Kahraman o dala sıçrayacaktı ve dal (bu sefer anlaşma Kahraman içindi) onu reddedecek, böylece Kahraman canavarın üstüne düşecekti. Canavar da korkup kaçacaktı. Fakat plan böyle işlemedi. Kız ilk taşı atana kadar her şey mükemmeldi. Ama kız daha önce hiç taş atmamıştı ve bunu denemeyi aklına bile getirmemişti. Nasıl yapıldığını Kahraman da göstermiş, “hadi bir deneyelim” dememişti. Ve taş Kahraman’a ulaşmak yerine canavara gelmiş, canavar kızı fark etmişti. Kahraman ile ilgilenmeyi bırakıp kıza doğru ilerlemeye koyulduğunda, kız korkmuştu; ama Kahraman daha çok korkmuştu. O kadar korkmuştu ki, tüm yoğun anlarda olduğu gibi evren ona tüm gerçeğini anlık bir his içinde vermişti. Kız yüzüne yediği bir pençeyle yere yığıldı, ama canavar ikinci hareketini gerçekleştiremedi. Çünkü Kahraman canavarın üstüne düşmek için dala gereksinmesi olmadığını fark etti ve atladı. Mavi Öyküler -
48
Kahraman İnsan, ağaçtan atlayan ilk insandır. Bunu korkarak yaptı ve zaten canavarın üzerine düşemedi; çünkü ne kadar ileriye atlayacağını bilemiyordu. Ama küçük pipisini korkudan ıslaklığı canavara değecek kadar dışarıya çıkardı. Canavar bu ıslaklığı fark eder etmez çok korktu ve kaçmaya başladı. Kahraman İnsan gerçekten de Kahraman olmuştu. Ama kız kanıyordu. Yüzü kan içindeydi ve kan kaybetmekteydi. Kendini toplayan Kahraman kızın yanına geçtiğinde bir şok daha yaşadı. Kızın kanı da kahverengiydi. Ne yapacağını bilemiyordu. İçgüdüsel olarak kanın tadına bakmak istediyse de korkusu buna engel oldu. Onu ağzına sürmemeliydi. İkinci içgüdü devreye girdi ve kanı koklamak istedi. Bunun için yüzünü yüzüne yaklaştırıyordu. Bir yandan da göğsü göğsüne yaklaşıyordu. Kızın bacaklarının arasına yaklaşan küçük pipi büyümeye başladı. Kahraman insan tüm vücudunda bir titreme bir heyecan duyuyordu. Kanı koklamayı unutmuştu. Büyüyen pipisine bakınca, pipinin yakınlarında kızın üzerinde daha önce fark etmediği bir deliği gördü. Kahraman insanı Kahraman yapan deneyse, büyüyen pipiyi o deliğe sokma deneyidir. Sürekli kahverengi akan kan, büyük pipinin delikte gezintisiyle önce allaştı sonra aklaştı sonra tekrar allaştı. Bu olay boyunca kız sürekli bağırıyor ama bağırışındaki artış acının değil zevkin artışıydı ve Kahraman kanın renginin değişimi bitine kadar, korkusunu bastırdı ve babasının yaptığı gibi çekilmedi. Bir süre sonra, kız artık bağırmıyordu, kanı kırmızıydı. Yüzü gülüyordu, pençe yarasındaki pıhtı, kanamayı durdurmuştu ve Kahraman’dan çekilmesini istedi. Kız, bir daha asla babasına dönmeyeceğini ve ebediyen Kahraman’ıyla kalacağını söylediğinde, Kahraman bunun nedenini, tabii ki anlamamıştı. Bunun nedenini anlayıp da anlatabilmek tam 3600 yıldan fazla zaman aldı. Bu süre boyunca Kahraman İnsan ve Kız soyundan gelenler ise şu ikilemle uğraşıp durdular: Genlerindeki bir bilgi, tütünün tiksinti verdiğini söylüyordu. Bir başka bilgi ise bu tiksintiyle yaşanabildiğini ve hatta mutlu durumlar oluşturabildiğini. Bu anlattığım hikâyeyi bana atalarım anlattı. Onlar işte, benim 49
- Mavi Öyküler
gibi, Kahraman İnsan ile Tütüncü Mehmet Efendi’nin soyundan gelmektedir. Bu hikâye sayesinde aslında, itiraf etmeliyim ki, ben ikilemden kurtuldum, umarım size de biraz olsun ışık tutmuştur.
p
“GÖRECEKSİN BÜTÜN EGE TANIYACAK BENİ” “Antik Gemi” | Hüseyin Akyüz Bir akşam verandada oturmuş sessizce denizi seyrediyorduk. Ayten Hanım ve karım bir köşede koyu bir söyleşiye dalmışlardı. Söyleşi konuları biraz özelce olmalı ki, arada sesleri kısılıp iyice duyulmaz oluyordu. Çocuklar kumsalda yürüyüşe çıkmışlardı, dikkatli bakınca ilerde iki karaltı gibi görülebiliyorlardı. Biz, oradan buradan epeyi konuşmuş, sonra anlatacak bir şey kalmamış gibi susup gözlerimizi karanlıktaki denize dikmiştik. Ay yoktu, gökyüzü ağır ağır ilerleyen irili ufaklı bulutlarla kaplıydı. Karanlıkta kıpırdanan denizi seçebiliyorduk, kumların üstündeki gelgitlerinin hışırtılı sesini de duyuyorduk. Karşıda Midilli Adası dev bir karaltı gibiydi. Sanki gecenin karanlığını fırsat bilip kıyıya yaklaştıkça yaklaşmıştı. Adanın bize bakan yüzünün kıyılarında büyük yerleşim yerleri olmadığı için oralar hep karanlık dururdu. Tepelere dağılmış birkaç küçük köyden cılız ışıklar görünür, arada kıyılardan bu köylere gidip gelen araçların far ışıkları parlardı. Tüm bu görüntü bir duş gibiydi; yaşamın ruhlarımızın derinliklerine bir kir gibi yapışmış yorgunluğunu, bezginliğini yıkayıp temizliyordu. Uzun zamandır, o dinginliğin içinde sessizce oturuyorduk. Huzur bulmanın, rahatlamanın, gevşemenin en derin ânında, Kenan Bey, parmaklarının uçlarıyla omzumdan hafifçe dürttü. Başımı çevirip yüzüne baktığımda, “Bir gemi yapacağım,” dedi. “Bir gemi mi yapacaksın?” dedim, söylediğini tam anlamadığımı belirten bir vurguyla. Mavi Öyküler -
50
“Evet,” dedi hafifçe gülümseyerek, “yanlış duymadın bir gemi yapacağım dedim.” Oturduğum yerde doğrulup bedenimi ona doğru yaklaştırdım. Verandanın loş ışığında yüzünü daha iyi görüyordum şimdi. Biraz heyecanlı gibiydi ama bakışları canlanmış, gözlerinin içi gizli bir mutluluk duygusuyla parlamıştı. “Şu denizden arada sırada geçen yolcu vapurları, yük gemileri gibi bir gemi mi yani?” Gülümsemesini hiç bozmadan yüzüme baktı bir süre. Sorumu yanıtlamak için zaman kazanıyordu belki de. “Yok yok, öyle değil!” dedi. Sonra o da yerinde hafifçe doğrulup sandalyesini bana doğru çekti. Heyecanlı bir şeyler anlattığı anlardaki gibi de yüzünü iyice yüzüme yaklaştırdı. “Ya peki?” dedim. Bu gemi yapma sözü içimde bir merak doğurmuştu. “Pek gemi denilemez,” dedi. Gemi sözünün çok abartılı olduğunu düşünmüştü sanırım. “Ama kocaman bir yelkenli olacak. Eski Yunanlıların kullandığı yelkenlilerden...” “Eski bir yelkenli mi?” Doğrusu bu yelkenli lafı gemi kelimesinden daha da çarpıcı gelmiş, merakım daha da artmıştı. Kenan Bey de içini bir an önce boşaltmak ihtiyacında olduğu için başka soru sormama gerek kalmadan ağzındaki baklayı çıkarıp eski Yunanlıların kıyıdan kıyıya, adadan adaya ticaret yapmak için kullandıkları teknelerden söz etti. Son günlerde antik Yunan tarihiyle ilgili bir kitap okuyordu. Sanırım, o kitaptan oldukça etkilenmişti. Kitaptan ilginç bölümler okuyormuş gibi gemiyle ilgili birçok şey anlattı, ama ne anlattıklarından pek fazla bir şey anlayabilmiştim, ne de onun antik bir gemi yapma düşüncesini pek ciddiye almıştım. Zaten az sonra fısıltılı konuşmaları biten Ayten Hanım’la karım da yanımıza gelmişler, o da bu konudaki söyleşimizi kesmek zorunda kalmıştı. Birkaç akşam sonra elinde küçük bir gemi maketi, koltuğunun altında iç içe rulo yapılmış bir tomar kâğıtla gelip meraklı bakışlarımın önünden geçerek maketi verandadaki masanın üstüne 51
- Mavi Öyküler
koydu. “İşte yapacağım yelkenli bu!” Ben maketi elime alıp ilgiyle incelerken, o elindeki rulodan bir kâğıt seçip masanın üstüne yaydı. Kâğıdın üstündeki çizimleri parmağıyla göstererek, “Basit ve sağlam bir tekne,” dedi. “Yapımı kolay, maliyeti de az olduğu için antik çağda küçük tüccarlar hep bu tip yelkenlileri tercih etmişler. Hem hızlı, hem de batma tehlikesi başka teknelere göre daha az...” Kenan Bey, bu ön bilgilerden sonra gemiyi nasıl yapacağını hangi malzemeleri kullanacağını uzun uzun anlattı. Anladığım kadarıyla, eskiden Ege’nin iki kıyısıyla adalar arasında gidip gelen küçük ticaret yelkenlilerinin bir benzerini yapmayı tasarlıyordu. Bunun için küçük bir maket projesinden faydalanacak, ölçüleri istediği oranda büyütüp dört-beş kişilik bir yelkenli ortaya çıkaracaktı. Kenan Bey, ağır ceza hâkimliğinden emekliydi. Karım da çocuklar da onu çok seviyordu. Ama hem çok alıngan, hem de inatçı keçinin tekiydi. Ne zaman neye alınacağı hiç belli olmazdı; olmayacak bir söze ya da davranışa surat asar, sonra da çocuklar gibi iki gün konuşmazdı. “Eskiden böyle değildi,” diye anlatmıştı Ayten Hanım; “Hep güler yüzlüydü, neşeliydi. İnsan kırmak, alınmak, küsmek, öyle günlerce çocuklar gibi darılmak yaptığı şeylerden değildi. Bu ağır ceza hâkimliği yaptı onu böyle. ‘Bizim ülkemizde insanların hepsi dert küpü Ayten,’ derdi sık sık. Neler oluyor hayatta bir bilsen, bir hiç uğruna ne ocaklar sönüyor, ne insanlar ziyan oluyor... Her davası üzerdi onu; sinirleri bozulurdu, bazı davalarda günlerce uyku girmezdi gözlerine. Bir cinayet davası olur, yıllarca hapiste yatacak olan katile ayrı üzülür, öldürülene ayrı üzülür, ikisinin de geride kalan çoluk çocuğuna ayrı üzülürdü. Yıprandı sonunda dayanamadı... Huzursuz, inatçı, her şeye kızan, çabucak alınan bir adam olup çıktı.” Bütün yorgunluğunun, bıkkınlığının üstüne, aksilik bu ya, Kenan Bey’in son görev yeri de İzmir 3. Ağır Ceza Hâkimliği Mavi Öyküler -
52
olmuş. Cinayet, gasp dosyalarının yığınla olduğu bir yer. Bir üç sene de böyle geçmiş ya, bezginliği artık burnunun ucuna gelmiş. Bir yaz tatilinde yolları düştüğünde gelip görmüşler buraları. Çam ağaçlarıyla kaplı dağlar, zeytin bahçeleri, denizin güzelliği çok etkilemiş onları. Yaşamında ilk kez bağ bahçeye bu kadar yakın olan Kenan Bey, tutturmuş ben zeytincilik yapacağım diye. Ertesi sene de kafasına koyduğunu uygulamak için emekliliğini isteyip gelmiş buraya. Şimdi oturdukları yazlıkla tepenin yamaçlarındaki küçük bir zeytinliği satın almışlar. Gel gelelim zeytincilik zor, Kenan Bey’in becerebileceği bir iş değil; ilk sene daha pes edip, ikinci sene zeytinliği kiraya vermişler. Kenan Bey’in yaşı altmışı geçiyordu, ama oldukça sağlıklıydı. Bir gram fazla kilosu yoktu. İyi de yüzüyordu. Burada geçirdiği birkaç yıl onun yıpranmış sinirlerini de onarmıştı. Emeklilik yaşamı çok iyiydi, güzeldi de yapacak bir iş olmadan gün geçirmeye çalışmak ona çok zor geliyordu. Hep kendini oyalayacak bir şeyler arıyor, ama otuz yılı geçen memurluk yaşamında el becerisi gelişemediği için hangi işe el atsa sonuç alamayıp yarıda bırakmak zorunda kalıyordu. Kibrit çöpünden gemi maketleri, alçıdan heykeller yapmak, ağaç parçalarından küçük biblolar oymak, yağlı boya resim yapmak deneyip beceremediği işlerdendi. Bunlara, hevesle aldığı iyi bir olta takımıyla günlerce deniz kıyısına gidip bir tek balık bile tutamadan dönmesini de eklemek gerek. Kenan Bey’in kendine iş bulmak için arada sırada böyle garip fikirlerle ortaya çıkışına alıştığım için yelkenli yapma projesini de pek ciddiye almamıştım. Ama onu kırmamak, gücendirmemek için de bu düşüncelerimi belli etmemek, anlattıklarıyla yakından ilgileniyor görünmek zorundaydım. Bizi sessizce izleyen Ayten Hanım’ın ise suratı asılmış, bu adam kim bilir yine ne işler açacak başıma der gibi karımın yüzüne bakmıştı. Kenan Bey bu konuşmamızdan iki gün sonra küçük bir kamyonetle bir sürü tahta parçası getirdi. Kocaman bir karton kutunun içinde de marangozlukta kullanılan bir sürü alet vardı. Ağaç testereleri, çekiçler, rende, zımpara makinesi, elektrikli matkap, 53
- Mavi Öyküler
tornavidalar, keskiler... Kimseden yardım istemeden sessizce garaja taşıdı onları. Otomobili olmadığı için boş duran garajı atölye olarak kullanmayı düşünüyordu sanırım. İlk çekiç seslerini akşamüstü duyduk. Bu sesler gece karanlığı çökünceye kadar sürdü. Yemeğimizi yemiş, verandada çaylarımızı içiyorduk ki yanımıza geldi. Oldukça yorgun görünüyordu; ama gözlerinin içi gülüyordu. Her zamanki yerine oturup karımın ona uzattığı bir bardak çaydan yudumlarken, “Çalışma planımda bir aksama olmazsa on beş, bilemedin yirmi günlük işi var,” dedi. Ertesi sabah çekiç sesleriyle uyandığımda saat daha sabahın altısıydı. Yeniden uyumaya çalıştım ama olmadı. Pek alışık olmadığı halde karım da erken uyandı. Çekiç sesleri buraların o güzelim sessizliğini bozuyordu. Erken kalkmanın şaşkınlığıyla bir süre verandada oturduk. Sonra karım erken kalkmışken bir börek yapayım bari dedi. Çocuklar kaç gündür istiyorlardı. Börek piştikten sonra iki iri dilim kesip bir tabağa koydum, bir bardak da çay doldurup Kenan Bey’in yanına gittim. Doğrusu ne yaptığını çok merak ediyordum. Garajın içindeydi. Beni görünce sevindi. “Usta kahvaltı zamanı, bir ara ver ha!” Börekleri acelesi var gibi çabuk çabuk yerken dört beş metrelik kalın bir kalasın çevresine çakılmış bir sürü ince kalası gösterdi. “İskeleti bitmek üzere, yarından sonra yan tahtalarını çakmaya başlayacağım...” “Hâkim Bey, senin marangozluğun olduğunu bilmezdim,” demeden edemedim. Marangozluktan pek anlamazdım ya, ama hani ortadaki iş büyükçe bir kayık iskeletine benzemiyor da değildi. Elinden doğru dürüst hiçbir iş gelmeyen, çakıyla ağaç parçası çentmesini bile elini kesmeden beceremeyen Kenan Bey’in bu kayık iskeletini çatmayı başardığına inanmak gelmiyordu içimden. “Baba mesleği... Biz aslen Sinopluyuz. Oranın ağaç gemi yapım tersaneleri ünlüdür. Babam da tersanede çalışırmış. Ben kendisini hiç görmedim, ama annem onun iyi bir marangoz olduğunu Mavi Öyküler -
54
anlatırdı. Yani mayamızda gemi ustalığı var...” Olanaksız katlanacaktık, sabır gösterecektik. Gün boyu o garajın içinde çalışıyordu. Bazen gidip onu seyrediyordum. Geldiğime seviniyor ama işi bölünecek diye uzun uzun sohbete dalmıyordu. Sonra tam güneş batımı damlıyordu verandanın altına. Bazı akşamlar gemi maketini ve haritasını da getiriyordu. Ben de ona buz gibi bir bira çıkartıyordum. Biralarımızı yudumlarken, o, parmağını haritanın üzerinde yavaşça gezdirerek yelkenlisi bittikten sonra yapacaklarını anlatıyordu, “Şu Midilli Adası, şu Bozcaada, şu Limni, şu Sisam, şu Sakız... Hesaplarıma göre ilk günün akşamı rüzgâr beni Midilli’nin arkasına kadar atar. Yol uzun, ilk gün çok yoracak beni deniz. Akşam bir koyda bir güzel uyku çeker sabah dümeni Karaburun’a doğrulturum. Karaburun’da güzel bir köy var. Bütün tepeler üzüm bağlarıyla kaplı. Çantamı sırtıma vurup bağların arasına dalacağım. Gidebileceğim kadar. Yorulduğumda yan gelip yatarım bağların gölgesine. Bir salkım da üzüm yerim. Günbatımında belki köyün iskelesinde balıkçılarla birlikte şarap içerim. Sabah ver elini Sakız Adası. Sonra sırada Sisam var... Ege’de adım atmadığım ada, koy kalmamalı...” “Belki şöyle genç bir Rum dilberi!..” diye takıldım bir akşam. Hoşuna gitmişti bu takılma. Ayten Hanım’a duyurmamak için yavaş bir sesle, “Kısmet,” dedi. “Niye olmasın ki, zaten bizim karı tutturdu ben seninle ölürüm de o yelkenli bozuntusuyla denize gelmem diye...” Yelkenli yapma işine başladığından bu yana sevinçten ağzı kulaklarına varıyordu Kenan Bey’in. Ne inatçılığı kalmıştı, ne küsme huyu. Yalnızca çok heyecanlı ve sabırsız biri olmuştu. Sabah daha gün doğumuyla kalkıp garaja giriyor, akşam karanlık çökmeye başlayınca ancak çıkıyordu. “Yaşamımda ilk kez bir işin doğru dürüst üstesinden geleceğim.” demişti bir keresinde. “Aman hâkim Bey, o nasıl söz? Sizin gibi devlete otuz beş yıl başarıyla hizmet etmiş biri...” “Yok yok, geç onları. Bu başka. Proje benim, akıl benim, cesaret benim, el emeği benim... Göreceksin bütün Ege tanıyacak beni, 55
- Mavi Öyküler
gazeteler yazacak, herkes limanlarda çiçeklerle karşılayacak, alkışlayacak...” Ağustosun sonu olmuştu. Artık yaz bizim için bitmek üzereydi. Çocukların okul hazırlıklarını falan düşünürsek burada en fazla iki hafta daha kalabilirdik. İkinci yazımızdı burada. Bu küçük yazlığı ve çevresini öylesine sevip alışmıştık ki, ayrılmanın bizi oldukça üzeceğini düşünmeye, sık sık bundan söz etmeye başlamıştık. Kenan Bey, bir akşam verandaya geldiğinde oldukça heyecanlıydı. Bira içiyordum, bir bardak da ona uzattım. Birasından birkaç yudum aldıktan sonra, “Yarın sabah gidiyorum!” dedi. “Nereye Kenan Bey?” dedi karım. “Sabah erkenden yelkenliyi denize indiriyorum. Bütün hazırlıklarım tamam…” “Sahi mi Kenan amca?” dedi oğlan sevinerek. Sevincine şaşırmıyordum, çünkü yelkenli yapma işinde Kenan Bey’e arka çıkan tek kişi oydu. Kimi günler gidip ona çıraklık bile yapmıştı. Oysa Kenan Bey’le hiç anlaşamazlardı, oğlum onu her zaman kızdırmaya çalışır, bundan da sanki zevk duyardı. Nasılsa kafaları bu işte uyuşmuştu. “Evet. Dün son kat boyasını yapmıştım, bugün de yelkenini takınca her şeyi tamamlandı. Artık denize inebilir.” “Eh, hadi gözün aydın Kenan Bey,” dedim “sonunda düşlerin gerçekleşiyor.” Kenan Bey’in sözleri hepimizi heyecanlandırmıştı. Karımla benim sorularımıza çocukların meraklarından doğan gevezelikleri de eklenince Kenan Bey bunu fırsat bilip hemen gidip evden gemi maketini ve haritasını getirmiş Ege’de yapacağı yolculuğun rotasını bize yeniden anlatmaya başlamıştı. Kenan Bey, yarın sabah çok erken kalkacağım diyerek gittikten sonra verandada geç vakte kadar oturup ailece hep onu konuştuk. Alışmıştık, aksiliğine, yüzünün az gülmesine karşın onu sevmiştik. Her akşam arar olmuştuk. Yapacağı deniz gezisinin saçma bir fikir olduğunu düşünüyorduk. Kendisinin gemi dediği aslında büyücek bir kayıktan başka bir şey olmayan bu uyduruk Mavi Öyküler -
56
tekneyle nereye kadar gidebilirdi ki? Hadi diyelim kayık denizde yüzdü de dediğini yaptı, ya sonra yaşayacağı tehlikeler ne olacaktı? Fırtınası, yağmuru, dalgası vardı. Denizcilikten, hava koşullarından, yön bulma tekniklerinden de bir haberi yoktu... Sonra yaşlı bir adam sayılırdı: ya hastalanırsa, ya teknenin içinde kalp krizi falan geçirirse? Hep bunları konuştuk ve onun için endişelendik. Ama kendimizi üzmemiz boşunaydı, gidip yalvarsak bile bizi dinlemezdi biliyorum. Sabah erkenden çoluk çocuk toplandık garajın önüne. Kenan Bey ortalıkta görünmüyordu. Garajın kapısı ağzına kadar açılmış, Kenan Beyin adını “Ege Kuşu” koyduğu yelkenlisi bütün görkemiyle(!) karşımızda duruyordu. Benim bu konudaki aşırı şüpheciliğime, güvensizliğime karşın yelkenli hiç de fena olmamıştı. En azından görünümü böyleydi. Az sonra Ayten Hanım da garajın önüne geldi. Bizi görünce birden ağlamaya başladı. Kocasının denize açılmayacağı umudunu artık yitirmiş olmalı ki, “Yaa sahiden gidecek galiba bu adam!” dedi. “Hay Allah, ne yapsak acaba?” dedi karım bana dönerek. Ayten Hanım’ın ağlaması onu da duygulandırmıştı. Ama bu konuyu daha önce çok konuşmuştuk. Adam kararlıydı işte, dediğini yapacaktı, en azından bir kere deneyecekti. Çok geçmeden bir traktörle birlikte geldi Kenan Bey. Yüzü gülüyordu. Hepimize tek tek günaydın, dedi. Çocukları da yanaklarından öpmeyi unutmadı. Ağlayan karısını ise görmezlikten gelip garaja girdi. Garajın bir köşesinde duran kalın bir ipi yelkenlinin altındaki ağaçtan sehpaya önden güzelce bağladı. İpin öteki ucunu da traktörcü, traktörün arkasındaki bir halkaya taktı. Sanırım tekneyi altındaki kızağıyla birlikte denize doğru çekeceklerdi. Bahçenin çitine kadar onu çekmeyi de başardılar. O âna kadar her şey yolunda görünüyordu. Kenan Bey yelkenlinin geçebileceği kadar bir yer açmıştı çitte, ama altta on santim yüksekliğinde beton bir temel vardı. Nasıl olsa üstünden atlatırım 57
- Mavi Öyküler
diye düşünmüş olacak ki o betonu kırmamıştı. İşte ne olduysa yelkenliyle kızağın o beton üstünden atlatılması sırasında oldu. Betona takılan kızak traktörcünün bir saniyelik dalgınlığı yüzünden birden parçalanınca yelkenli de betonun üstüne hızla düşüverdi. Donup kalmıştı Kenan Bey, hayret dolu bakışlarıyla ortasından ikiye ayrılmış tekneyi uzun bir süre seyretti. Ben bu beklenmedik kazayla sorunun da çözülmüş olduğunu düşünüyordum. Ayten Hanım da aynı şekilde düşünmüş olacak ki kendini gülümsememeye zorlayarak bana baktı. Ağlaması durmuş, gözlerinin içinde hafif bir sevinç parıltısı belirmişti. Kenan Bey hiç sesini çıkarmadan gitti ipi traktörden kurtardı. Traktörcü deniz kenarındaki kumlarda derin tekerlek izleri bırakarak ana yola doğru giderken o da sessizce eve girdi. O gün hiç dışarıya çıkmadı, biz de üzerine gitmedik, ama o sonraki günlerde de ortalıkta görünmedi. Bir iki kez yanına gidip konuşmayı denediysem de beceremedim. Salondaki koltuğu pencereye doğru çevirip oturmuş, hiç gözlerini kırpmadan denize bakıyordu. Başarısızlığının acısını çıkartırcasına küsmüştü bizlere. Biz oradan ayrılacağımız güne kadar da bu tutumunu değiştirmedi. Kapıya çıkıp bir güle güle bile demedi. Ertesi yaz okullar kapanır kapanmaz soluğu orada aldığımızda Ayten Hanım’ı kapıda bizi bekler bulduk. Sevinçten boynumuza sarıldı, yanaklarımızdan öptü. Hatta bir ara gözleri bile yaşardı. “Sizi hayırsızlar, bir telefon bile etmediniz.” “Kenan Bey nasıl?” diye sordum hemen. “Ah sormayın” dedi. “Çocuklar gibi huysuzluk edip, koca kışı bana zehir etti… Ama şimdi şeytan kulağına çok iyiyiz, melek oldu melek!..” “Nerde şimdi?” “Bahçede,” dedi, “O kadar meşgul ki, sizin geldiğinizi bile duymadı.” Onlar eşyaları indirmeye başlarken verandanın altından Ayten Hanımların yazlığına geçtim. Bahçeye girer girmez de gördüm yelkenliyi. Ortadaki iri badem ağacının altına oturtulmuş, yere Mavi Öyküler -
58
çakılmış birkaç ağaç dikmeyle sabitlenmişti. Badem ağacının sık yapraklı dalları üstte kocaman bir şemsiye gibi duruyor tekneye bir damla güneş ışığı geçirmiyordu. Yelken direğe çekilmiş, rüzgârda gerilmiş görünümü vermek için de birkaç yerinden iplerle sıkıca bağlanmıştı. Ona bakıp geçen yaz yaşadıklarımızı anımsadım. Teknenin ortasından ikiye parçalanmışlığı hemen belli olsa da, ona yine de beğeniyle bakmaktan kendimi alamıyor, Kenan Bey’in bu işi becermiş olmasına hâlâ inanamıyordum. Yelkenli işte şimdi gerçek yerini ve konumunu bulmuş diye düşünerek biraz daha yaklaşınca Kenan Beyi de gördüm. Teknenin içindeydi. Elinde bir kitap kaba bir mindere sırtüstü uzanmış, başının altına da puf bir yastık almıştı. Önce kitap okumaya bir an ara vermiş de düşünerek gökyüzüne bakıyor sandım, ama iyice yaklaşınca tatlı bir tebessümle uyuduğunu gördüm. Teknenin içinde bir sürü kitap ve dergi vardı, hepsi de Ege denizi ve yelkencilikle ilgili yayınlardı. Ege’de Yolculuk, Ege’nin Tarihi, Ege Adaları, Yatla Mavi Tur, Yelkencilik… Elindeki kitap da Uzak Denizlere Doğru adlı bir romandı. Uyandırmaya kıyamadım. O şimdi Ege’nin kim bilir neresindeydi. Belki açık denizde kendini rüzgâra kaptırmıştı, belki adanın birinde üzüm bağları arasında dolaşıyordu, belki de bir günbatımı bir balıkçı meyhanesinde şarabını yudumluyordu.
p
“BÜTÜN KADINLAR ÇIPLAK DOLAŞSA” “Röntgenci” | Tuğçe Ayteş Kız yine gardırobunu karıştırıyor. Güzel. Muhtemelen üstünü değiştirecek. Hava günlük güneşlik. İyi. Her şey benden yana. Dürbün… Tabii ki burada. Aynamı da alayım. Soyunmaya bir başlasın… Gene yansıtırım ışığı ona. Ruhu duymaz. Karşı apartmanın gülü… Yavrum. Muhteşem bir vücudu yok, ama olsun. Kadın değil mi? Hep çıplak dolaşsa keşke… Hele o göğüsleri yok mu? O göğüsler… 59
- Mavi Öyküler
Oho, daha iki saat kıyafet seçer bu. Haydi kızım. İyi bir performans bekliyorum senden. Ha, dur acele etme. Kayganlaştırıcı bir şey lazım. Diş macunu. Evet, diş macunu. Evde ondan âlâ ne var? Kapı. Kapıyı kilitlemeyi unutma. Geçen sefer annem gelince rezil olmuştum. Unutmamalıyım. Unutma, unutma, unutma. İyi de böyle zamanlarda aklım çıkıyor ki. Şu mereti sokacak hakiki bir delik de bulamadım bir türlü. Bu kız, porno dergiler, filmler yetmiyor ki. Damacana, süt şişesi, salonda annemin süs çiçekleri koyduğu saksı, rakı bardağı da yetmiyor. Birkaç sene önce mahallenin uyuz köpeği beni nasıl da ısırmaya kalkmıştı. Salak işte. Hoşuna gidecekti halbuki. Köylerde ne güzel Nallı Ayşeler olurmuş. At, eşek… Köyde yaşamak varmış bu devirde. Kızlar verse ne olur sanki. Önüne gelene versinler. Herkes rahat etsin. Neyse kızı kaçıracağım. Feminist midir acaba bu? Pazarcılar her patlıcan, hıyar salladıklarında “Aa terbiyesiz şey seni!” diye car car bağıranlardan mıdır? Hah hah. Boş ver. Her ne haltsa. Malum yerleri tam olsun yeter. Bir de keşke çıplak gezse hep. Seçti galiba giyeceklerini. Hep çıplak dolaşsa keşke. Bütün kadınlar çıplak dolaşsa. Ha tabii bir de verseler. Etrafta anadan doğma dolaşıp da vermeyen hatunu ben n’apayım. Oyş, evet, çıkar o bluzu. Bir elle dürbün, diğeriyle ayna tutmak ne zor. Her seferinde… Bu kadar zahmet vereceklerine… Neyse başka şeyler düşünmeyeyim. Kıza odaklan, kıza odaklan. Hep aynı sırada. Önce bluzunu çıkartıyor. Sonra pantolon, şort ne varsa. Alıştıra alıştıra. Onun bu halleri beni bitiriyor. Evet, pantolonunu da çıkarttı. Sıra sutyende. Haydi zilli haydi! Oh, ah, oyş. Biraz daha, biraz daha. Sutyen. Memeler. Yaşasın memeler. Bizim okulun tuvaletinde yazdığı gibi: Kahrolsun sutyenler, memelere özgürlük! Dürbünün ayarlarıyla oynamaktan bir hal oldum. Biraz daha büyütemez misin şerefsiz alet? Şu uçları daha net görebilsem… Ellerim onların üzerinde, evet, okşuyorum, ahhhh, top top, ohhh, yalamaya başlıyorum, insan dayanabilir mi sadece yalayaMavi Öyküler -
60
rak, ısırmaya başlıyorum. Kız çığlık atıyor. “Ahh ahh, devam et, devam et!” Devam ediyorum. Bir emiyorum, bir ısırıyorum, bir emiyorum, bir ısırıyorum. Aynayı güneşe tutayım. Benden haberi olmasın, izlendiğini bilmesin. Ama nedense ona ışık yansıtmak istiyorum. Belki de farkımda olsun istiyorum. Ama yok olmasın. O beni bilmeden ben onun her kıvrımından fantezi kurayım. Yoksa, yoksa… Evet, külot da değiştirecek! Daha ne isterim. Çıkart onu da, çıkart! Ahh, ohh, ahh… Nefesimi kesmeyi iyi beceriyorsun. Al sana benden ışık. Odanın içine yansıttım, hah hah. Neden duraksadın bebeğim? İndir onu, evet, evet. İşte bu! Sen, o yanında soyunduğun yatağa yatmışsın. Ben üstüne çıkmışım. Ama sen naz yapıyorsun. Ben de mecbur seni tahrik etme peşinde… Bir kere de uğraştırmasanız. Ben yanıp tutuşmak üzereyim. Ama peeh kimin umurunda? Neyse… Parmaklarımı kasıklarından aşağı indiriyorum. Bızırına doğru. Bızır, bızır, neredesin bakayım? Ahan da buldum. İki parmağımın arasında hafifçe sıkıyorum. Sen kasılıp çığlık atıyorsun. Tamamdır. Artık kuduracak kadar hazırsın. Şeyimi içine sokuveriyorum. Bir aşağı, bir yukarı, bir aşağı, bir yukarı. İnim inim inliyorsun. Performansın her zamankinden iyi. Oh oh, ah ah, ııııh ıııhh. Geliyorum kaltak, geliyorum. Daha da hızlanıyorum. Daha hızlı, daha hızlı. “Acıyor. Yavaşla!” diyorsun. Bana ne! Ben zevkin doruğundayım. İşte oluyor, oluyor, oldu. Ahhhhhhhhhhhh!.. Bu da ne? Gene elime boşaldım. Kahretsin, halı ve duvarlara da gelmiş. Annem içeri gelmeden temizlerim. Kız külotunu giymiş bile. Sutyene geçmiş. Dışarı çıkmadan hep destekli sutyen takıyor. Zilli. Halbuki çıplak dolaşsa ya. Ne sevaba girer bilmiyor. Toy daha abisi, acemi. Hah hah hah! Diş macununun hepsini bitirmiş miyim? Yuh bana. Bir ara bakkala çıkıp yeni alayım. Yoksa annem başıma kalacak. Pantolonu dar, güzel, severim dar pantolonları. Kalçaları iyice belli eder. Bu kızın da poposu yusyuvarlak, yakışır. O da ne? Boğazlı kazak mı? Yapma, etme. Bu kış gününde ne güzel içimi ısıtmışken… 61
- Mavi Öyküler
Neyse ki içindeki cevherleri biliyorum ben. Bir daha güneşe ayna tutayım. Oldu işte. Ne oldu? Birinin camı mı parladı sandın? Bak, bak. Aklına bile gelmez. Zavallı küçük kız… Acaba sevgilisiyle buluşmaya mı çıkacak? Benim ne eksiğim var ki? Bu bir yana… Yoksa ona sahip olan birisi mi var benden başka? Hayır! Olamaz! Olmamalı! O bir tek benim aklımdan geçmeli! Ne saçmalıyorum ben yahu? Ne bok yerse yesin. Hep odasında soyunsun o bana yeter. Odasında soyunmaz olmuştu da ben de üç buçuk atmıştım. Ya bir daha soyunmazsa? Ya fark ettiyse? Ama neyse korkum yersiz çıktı. Gidiyor işte. Ben de şuraları temizleyeyim. Nerede benim kâğıt havlularım. Anaa, epey az kalmışlar. Stoku tazelemek gerek. Kız hep soyunmuyor ki anasını satayım. Yoksa kaç rulo bitirirdim ben. Yok yok, daha ne yapsın kız? Kötü çocuk. Kötü bir çocuğum ben. Azla yetinmesini bilsem ne olur? Hah hah. Ne komiğim ben. Kızlar güya komik erkek sever derler. E hani? Okurken bir tanesi yüzüme bakmadı. Kaltaklar! Daha iyisini bulacaklar sanki! Annem tutturmuş “İş bul, iş bul.” İş var da! Gerçi olsa da n’apayım? İşte otuz bir çekilmez ki. Çekilir mi yoksa? Denemek lazım aslında. Neye kasıyorsam bu kadar? Heyecan olsun. Yakalanmamak için dikkat etmek gerek ama. Hepsi bu karıların suçu. Hemencecik verseler… İlle bin dereden su getirecekler. Şu bahçedeki benim kız mı? İşte bu sürpriz oldu. Aynayı nereye bıraktım? Hah burada. Ne ara koymuşum duvarın dibine? Dalgınlık kötü şey. Al bebeğim, sana ışığımı yolluyorum. Nasıl ha? Hoşuna gidiyor mu? Nasıl yani? Kafasını kaldırıp baktı. Hâlâ bakıyor. Bana bak, kıllandırma beni. Görmüyorsun değil mi? Aynayı bırakıp çekilsem bu pencereden… Yapamıyorum. İlle ışık yansıtacağım. Işığı yansıtınca ne oluyorsa? Beni görsün mü istiyorum? Hayır! Görmesin beni! Bakma! Yeter artık! Bu mesafeden yüzümü bile seçemezsin! Ama neden ruhumu okuyormuşsun gibi hissediyorum? Asabımı bozma, çevir kafanı! Yanına gelen adam… Baban mı o? Atla haydi arabasına, götürsün seni gideceğin yere. Yeter ki bakma bana! Dur, sakın! Ne yapıyorsun sen öyle? Parmağın neden beni işaret ediyor? Ne söylüyorsun ona? Baban da bana bakıyor artık! Kahretsin! Olamaz! Arabayı Mavi Öyküler -
62
bıraktı! Bahçeden çıkıyor! Bana geliyor! Oradan bizim bahçeye doğrudan giriş olmadığı için dolanacak! Kaçmaya vaktim var! Ama ayaklarım bir milim kımıldamıyor! Hadisenize! Ne yapacağım ben şimdi! Oda ne kadar dar! Aa, babası arabaya geri döndü. Yaşasın. Aklı başında bir adam olduğu belli. Kötü bir şey yapmayacağını biliyordum zaten. Heh heh. Aynamı yeniden alabilirim. Sana bir güle güle ışığı ateşli kız. Öpücük de yolladım ama görmedin. Ne! Kapı zili! Kızla babası gittiğine göre... Aman annemin katana komşularından biridir. Annem çığlık attı. Hırsız mı? Katil mi? Yettim ulan! Anama el kaldıranın! Gurk… Polis beyler… Hoş geldiniz. Nasıl yardımcı olabiliriz? Şikâyet mi? Ne şikâyeti ola ki? Allah Allah… Karşı apartmandan bir bey mi aradı? Röntgenci mi? Genç bayan yanılmış olmasın. Tam da karşı cinsten ilgi beklediği yaşta ne de olsa… Neyi yemezsiniz memur bey? Size yalan mı söyleyeceğim? Anne ne bağırıyorsun? İnsan, öz oğluna “sapık” der mi? Beni kırıyorsun bak demedi deme. Memur bey, odama öyle paldır küldür giremezsiniz. Ayna mı? Ben bakımlı bir erkeğim. Olamaz mı? Dürbün mü? Açıklayabilirim. Bir dakika. Durun. Ben bir şey yapmadım! Vallahi yapmadım! Ben bir şey…
p
“ÇEMBER KIRILIRDI BİR YERİNDEN” “Bir Parça” | Gülru Öztunç Pektaş Öylece oturmuştu. Oturmaktan çok çökmüştü yere. Toprak olmuştu her yanı, yüzü gözü toz toz. Gözümüzün önünde giderek yiten karaltının üzerine bir eliyle aldığı toprakları atıyordu sakince. Sanki kum havuzunda oynayan bir çocuk… Bir elindeyse sedef kolyenin zinciri kederle sallanıyordu boşluğa. Boşluğun içine, derine, en derine. Gel hadi, dedim. Elimi omzuna koydum. Rüzgâra kapılmış kuru bir dal gibi titriyordu. 63
- Mavi Öyküler
Gidelim artık. Bak, herkes gidiyor… Başını kaldırıp bana baktı. İki damla gözyaşı yol yol aktı. Neden? dedi, yeniden. Eğilip boz rengi tümseği bir daha öptü. Bilmiyorum belki de kokladı. Birden doğrulup kalktı. Bir şeyler söyledi. Sanki veda eder gibiydi. Ya da bana öyle geldi. Ağaçlıklı yoldan aşağı doğru inmeye başladı. Arkasından yürüdüm sessiz adımlarla… Al işte, dedi Ella birden arkasını dönüp. Onun arkasından iki yeniyetme gibi yürüyorduk sahilde, ellerimiz ceplerimizde. Belki de öyleydik. Yaydığı ışıktan gözümüz kamaşırdı hep. İçindeki coşku sersem ederdi. Onun yanında hep biraz huzursuz olurdum belki de bu yüzden. Capcanlıydı. Hadi derdi ansızın, tepeye çıkıp güneşi batıralım. Kumsalda ateş yakalım… Gelincik tarlasına gidelim… Hep o isterdi biz de yapardık. Göle yüzmeye giderdik. Mesireye çıkar, piknik yapardık. Körebe oynardık zeytin ağaçlarının loşluğunda. Yorulup kendimizi bırakınca boylu boyunca toprağın serinliğine, saçlarımız birbirine değerdi. Hep üçümüzdük. Ella, Mehmet ve Ben. Başımızın üstündeki gökyüzü, ağaçların arasından bir görünüp bir kaybolurdu. Orada öylece yatarken her birimizin içinden kim bilir neler geçip giderdi. Sonra, işte, derdi heyecanla bir bulutu gösterip. Aynı dondurma arabası. Bu demekti ki hadi gidip dondurma alalım. Mehmet ile bakışır bir gülmedir tuttururduk. Çocuk da değildik, ama daha büyümemiştik de. Sonra birden geçip gitti o günler. Hepimiz ansızın büyüyüverdik. Al hadi, dedi yeniden, ısrarla. Yüzündeki ışık gözlerimi kamaştırdı. Bocaladım, tökezledim, uzanamadım bir türlü. Uzanıp alamadım. Elinde tuttuğu kolyesini uzatıp Mehmet’e verdi. Benim bir parçam hep kalsın istiyorum, dedi ellerini heyecanla kavuşturup kalbine bastırarak. Ama hep... Sonsuza kadar. Söz mü? Atılıp yanağından öptü. Adımlarımı yavaşlatıp onların biraz gerisinde zifiri gölün üzerindeki yıldızları saydım. Söz… O yazlar geçti. Sonbaharlar da. Ella yine, hadi uçurtma uçurmaya gidiyoruz diyordu bir sabah erkenden. Akşamüstleri sahil kalabalıklaşınca kapının önünde avazı çıktığı kadar, dondurma Mavi Öyküler -
64
arabasını kaçıracağız senin yüzünden uyuşuk, diye bağırıyordu. Öylece bakıyordum arkalarından. Mehmet’in elini tutuşuna, mavi çiçekli etekliğinin savruluşuna… Pikniğe gidiyorduk bazen yine eskisi gibi. Üçümüz. Körebe oynuyorduk yine. Ebe en çok ben oluyordum. Leylek uğurlamasına çıkıyorduk hasatta. Bütün kasaba leylek uğurlamasında yamaçtaki mesirede. Leylekler gölün üstünde toplanırdı önce, yüzlercesi, binlercesi ama. Dünyanın bütün leylekleri orada sanırdım. Orada, bizim gölümüzün üzerinde. Aheste aheste dönerlerdi rüzgâra karşı. Sonra aniden çember kırılırdı bir yerinden. Ve işte o zaman leylek uğurlamasına çıkmış bütün kasaba, çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı bir alkış, bir bağırış tuttururdu. Ortalık düğün bayram yeri. Sonra leylekler sanki gölü ve bütün göl halkını selamlarcasına son bir tur atıp, tepelerin üzerinden kanat çırparak yitip giderlerdi. Biz de her zamanki yerimizde bütün olup biteni seyrederdik. Ella her seferinde sızlanırdı, tatlı dudaklarını büzer, suratını asardı. Ya bir daha gelmezlerse, gelmeyi unuturlarsa... Yine bakışırdık Mehmet ile. Ama gülmezdik eskisi gibi coşkuyla. Eskisi gibi olsun istiyorduk ama olmuyordu bir türlü. Çocuk kalalım istiyorduk, olmuyordu… Mehmet askere gitti o kış. Çok uzağa hem de. Çok aradım arkadaşımı. Yokluğu didikliyordu içimi. Oysa buradayken gitsin isterdim. Babasının ilçedeki yağ fabrikasında çalışmaya gider belki diye düşünürdüm. O zaman belki Ella da… Kahveye yalnız gidiyordum artık uzun kış gecelerinde... Yazlıkçılar gidince sahilin boşalması gibi boşalıvermişti bir tarafım. Bir tarafımsa… Ella nerdeyse her gün uğrardı. Hep bir şey uydurup atlatır olmuştum. Her seferinde ışıklı gözleri söner, bir şey demeden giderdi. Suskunluğum etime batarken beynim durmadan kanlı cinayetler işliyordu. Ruhum sallanıyor, yalpalıyordu. Buna bir türlü ayak uyduramayan bedenimse kırık dökük kelimelerin arkasına saklıyordu katilleri artık. Askerden dönünce evlenirlerdi kesin. Mehmet ile kavga etmişti bir seferinde. Sen benim şahidim olacaksın diyordu ısrarla. Mehmet ise hayır diyordu kolunu omzuma atarak. Benim tek arkadaşım o, demek ki benim şahidim olacak. Katil bir kırık kelimenin daha arkasından göz kırpıyordu… 65
- Mavi Öyküler
Evlendiler. O yılki leylek uğurlamasından hemen sonra. Son kez ağlamıştı leylekler için. Düğünden sonra ilçeye taşındılar. Mehmet babasının yağ fabrikasında çalışacaktı. Onlar gittikten sonra neredeyse hiçbir şey kalmamıştı benim için. Aylak aylak geziyor, eskiden hep üçümüzün gittiği yerlerde dolaşıyordum başıboş köpek gibi. İlçeye gittiğimde uğruyordum onlara. Ella’nın gözleri ışıyor, sımsıcak sarılıyordu. Çok bunalıyorum diye dert yanıyordu, onun için getirdiğim gelincik likörünü yudumlarken. Yine aynı gelincik tarlasından mı? Yanakları al al Ella’nın. Gözleri ne bileyim sanki biraz sönükleşmiş. Mehmet ilçeye yerleşmem için ısrar ederdi hep. Gelsen şu inadı bırakıp da, hem böyle ayrı gayrı… Dönerken her şeyi içimdeki kör boşluğa bırakıyorum. Bir bıçak yarası geçiyor ruhumun orta yerinden. Terli uykumdan uyanıyorum gecenin bir vakti. Sıcaklar erken bastırınca yazlıkçılar da yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. Göl de siyah perdesini aralayıp maviliği kuşanmaya. Yayına çıkıyordum bazı günler. Tan olmadan göle inip balıkçılardan birine yoldaş oluyordum. Hafif bir rüzgâr yokluyordu perdeyi. Ella’nın yüzü bir görünüp bir kayboluyordu camda. İçimde bir ufunet. Ne yapsam geçiremiyorum. Kalkıp göle iniyorum. Yıldız yok. Göl kapkara, zifir. İyiye yormazlardı hiç. Eleni Yengem, gölün yüzü dibi gibi karardıysa hayırlara gelsin diye o upuzun tespihiyle dolaşırdı bütün bir gün. Öğle olmadan döndük yayından. Göl hâlâ kara peçesiyle duruyor karşımda öylece... Kimse yüzüme bakmıyor yolda. Herkes pus gibi sessiz. Bütün kasaba sus olmuş. Sonra bir kor düştü gökyüzünden. Beni yaktı. Kasabayı yaktı. Zeytinlikler tutuştu dal dal. Leylekler alevlenip göle düştüler tek tek. Boğazımdan kopan çığlıkla kızıla bulandı bütün göl… Ben daha yakındım ölüme oysa. Ona yakışmazdı hiç. Kederle yıkanmış bir rüyadan uyanıyorum her sabah. Bulutlar geçiyor gölgelerini yüzüme bırakarak. Her sabah gözyaşlarıyla yıkıyorum kimsesiz yüzümü. Dayanırım zannediyorum ama her gün ben de biraz daha ölüyorum. Bir yıl sonra gidip Mehmet’i gördüm. Yaşlanmış sanki saçları Mavi Öyküler -
66
beyazlamış tutam tutam. Kaybettim dedi, Salih’in yerinde rakısını kafasına dikip. Kolyeyi de kaybettim… Ella’nın sesi yankılandı renksiz köhne duvarlarında meyhanenin. Cıvıldaşan, gülen sesi. Söz mü?.. Söz. Kalktım masadan. Tahta sandalyeler bağırıştılar arkamdan. Mehmet bir türkü tutturmuş inceden, farkında değil. Sokaklar boş, karanlık. Nereye gidiyordum böyle? Nereye doğru sürükleniyordum? Bir kürek bir de kazma lazım. Nalburun kapısını kırıyorum iki omuzda. Aç bir ayı kadar güçlü kollarım. Mezar taşları ay ışığında fısıldaşıyorlar ardım sıra. Ella’nın kokusu dolaşıyor kuytularda. Sabaha karşı Mehmet hâlâ masada. Diğer başıboşlar, aylaklar, âşıklar, kaybedenlerle birlikte. Her şeye içilen boş kadehler, yarısı yenmiş yarısı kokuşmuş mezeler, terden, kederden puslanmış, sırı dökülmüş aynalar ve kısık sesli yanık türküyle beraber. Beni görünce irkildi. Uykusundan yeni uyanan bir çocuk sanki. Ağlamış. Sarhoş. Geldin mi sonunda diyor. Geldin mi? Karşısındaki tahta sandalye beni beklemiş bütün gece. Yerim hâlâ sıcak. Bak, diyorum. Toprak dolmuş tırnaklarım, ellerim kanlı birer pençe. Kanlı tere batıp çıkmışım. Yüzüm gözüm toz toz. Tahta masanın ortasına kolyeyi bırakıyorum.
p
“ZAMANIN BÜKÜLDÜĞÜ YANLIŞ KİPLER” “Oct/opus Magnum” | Merih Sakarya Ünsüz bir yazar olan adam, hayretler içinde odayı tıka basa doldurmuş ciltleri alıp, hızla göz attıktan sonra sağa sola fırlatmaktadır. Çalışma odası aynı kitabın tek sayfalık ciltleri ve mürekkep kokusuyla dolmuştur iyice. Bundan iki sene önce, yazdığı ilk cümleye büyülenmiş gibi bakmıştır üç ay boyunca. Binlerce 67
- Mavi Öyküler
kez tekrar ederek ezberlemiştir bu uzun cümleyi. İkinci cümleyi sayısız kez yazmaya çalışıp, bir türlü istediğine ulaşamayınca umutsuzluğa kapılmıştır. Yazdığı roman, büyük bir yapıt olacaktır. Sanki bilindik bir yeryüzünün üstündeymiş gibi güvende ve ihtişamlı bir gökyüzünün altındaymış gibi ferahlık içinde bir giriş tasarlamaktadır. Girilemezse bir usta yardımı… Mevsimler kadar doğal geçişler tasarlamaktadır bölümlerin aralarında. Zamanın büküldüğü yanlış kipler ile boğmayacaktır kimseyi. Pek iyi bildiği bir form olan labirent yerine, uzayıp giden dallanan patikalar üzerine düşünmektedir. Birinci ya da üçüncü tekilin sultası yerine tüm şahıslar tarafından uygun bir düzende anlatılacaktır. Bölümlerin birinde, romanın kendisinin bile dile gelip konuşması tasarlamıştır. Öte yandan hiç kimsenin konuşmadan durduğu, yazısız, boş sayfalar da olacaktır. Beşine birden ulaşacaktır sık sık, gerekirse altıncı duyuyu da yoklayacaktır ara ara. Bilinç akışının olacağı kesindir; rüyalara yaklaşacaktır hatta. Romanın bir yerinde okuyucunun külliyen yanıldığını söylemeyi tasarlamaktadır. Her şeye inanmamalıdır okuyucu denen kişi. İnanılan yalanlar yerine, inandırıcılığı daha fazla, daha kallâvi yalanlar ile becermeyi tasarlamaktadır bu işi. Yolculuk teması vazgeçilmez gibi gözükmektedir. Romanın önemsiz birkaç güzergâhta asimetrik tarafları, can alıcı güzergâh yönünde simetrik bir tarafı olacaktır. Sayısı yedi tane olacak katmanlar arasındaki geçişler sırasında, okurken kaybolunmaması için çok iyi bir formül bulmayı ve bunu sezdirmeyi tasarlamaktadır okuyucuya. Bu iş için ilk tasarladığı form, büyük bir kubbenin üstünde sırasıyla üç kubbe, iki kubbe ve en üstte tek kubbelik bir yapıdır. Katmanlar bu şekilde birbiri ile kesişecek ve geçişecektir bölümler ilerledikçe. Kelimelerin denetimi de kaçınılmazdır her bölümde. Hangi kelimenin kaç kez geçtiği meselesi… Diğer türler ile kesişim yerleri sıkı sıkıya belirlenmiştir. Romanın kimi yerleri kaçınılmaz olarak şiire yaklaşacaktır. Ayrıca canalıcı kısımların birinde okuyucuyu sanki ikonografik programı Mavi Öyküler -
68
fevkalade düzenlenmiş bir kilisenin içinde geziniyormuş gibi hissedeceği, romandaki eksik birkaç anahtarın peş peşe verileceği bir yapı kurma işi de vardır. Yapılması ve canlanması en zor olanın ise ilk cümle olacağına neredeyse emindir tasarım safhasında. Günlerce beklemiştir bunun için. Gelen fısıltıların amorf yanları törpülenmesin diye, kâğıda bile geçmemiştir zihninde vızıldayıp geçenleri. Dokuz ay süren tasarım safhasından sonra ilk cümle son biçimini almıştır zihninde. Artık son halini aldığını düşündüğü ilk cümleyle adeta büyülenmiştir. İlk üç ay sayısız kez tekrar ederek, dokuz ay sonunda biçimlenen cümlenin içini ürperten hazzını katmerlemiştir. İlk üç aydan sonra kâğıt üstünde giriştiği ikinci cümle denemeleri onu gitgide umutsuzluğa sürükledi. Kusursuz bir cümle olduğunu düşünmeye başladı zihninde sürekli parıldayan ilk cümlenin. Ne bir ekleme ne bir çıkarma işlemine müsade etmeyen fevkalade bir alaşım. Bir yıllık bir didişmeden sonra, romanın tek bir cümleyle tamamlandığına gönülden inanarak güzel, sade, deri bir cilt içinde hayal etti onu. Hafif sarıya çalan bir sayfa üstünde durmalıydı kusursuz cümle-roman. Ciltleri ve sarı sayfaları odaya yığdıktan sonra romanı, zihninden yazıya, kendi el yazısıyla her geçirişinde inanılmaz bir haz alarak çoğaltmıştı tüm kopyaları. Yaşayan bir roman, geçmiş zamanlardaki gibi elden çıkmalıydı. İkinci senenin tamamı, sayısı bin doksan beşi bulan ciltlerin hazırlanmasıyla geçmişti. Her güne üç cilt… İşi bittiğinde romanı okuyucularıyla buluşturmaya hazırdı. Odayı neredeyse doldurmuş ciltlere baktı. Bir yıldır hiç durmadan soluduğu havayı saran mürekkep kokusunu rahatlamış bir şekilde içine çekti. Zihninde iki yıldır dolanan cümleyi tekrar etmeye girişti: Yüksek sesle baştan sona katetti. Odada çınlayıp gezinen sesinden, o an ilk defa sesli söylediğini anladı. Cümlenin yazılı durduğu, odayı kuşatmış ciltlerin ortasında, tınısını yeniden duymak için birkaç kez daha tekrar etti. Yanlış bir ses varmışcasına duraksadı yedinci tekrarda. Eline aldığı bir cilde baktı. Tekrar ettiği cümleye hiç benzemiyordu yazılı olan; sonra başka bir cilt, öteki, diğeri... Yakından aldığı her bir ciltte ufak farklılarla başka bir cümle yazılıydı. Uzakta duran ciltlere geldiğinde, anla69
- Mavi Öyküler
mı neredeyse hiç değişmese de cümlenin tüm kelimeleri değişmişti. Yazdığı ilk cümleyi bulacağını umarak birinden ötekine günlerce kurcaladı bütün ciltleri. Hepsi birbirine benziyordu; ama hiçbiri değildi. Mürekkep kokusu genzini iyice yakarken, ilk cümlenin zihninin sonsuzluğunda sadece bir kez çınlayıp kaybolduğunu anladı.
p
“ARTIK ŞEYTANIN ELİNDEYİM” “İhaneti Gördüm” | Necati Güngör Okulların tatil olduğu yaz aylarında çok sıkılırdım; çünkü yalnız kalırdım… Mahallemizdeki çocukların hepsi bir yana gider, oyun oynayacak kimse kalmazdı. Kimileri ailesiyle birlikte köylerine ya da tatil yerlerine gider, kimileri babasının dükkânında çalışır, kimi çocuklar da yaz boyunca hocaya gidip din dersleri alırdı. Babamla annem erken saatlerde çıkıp giderlerdi evden: Babam daha da erken giderdi, sabah ezanından önce. Gezgin satıcılık ediyordu; bisiklet tekerlekli arabasını iterek evden çıkar, halden sebze meyve alır, bütün gün mahalleleri dolaşarak bunları satmaya çalışır, ikindi vakitlerinde de gelip Çarşı Camii’nin önünde yer tutardı. İkindi vaktinden sonra belediye zabıtaları gezgin satıcılara karışmazdı artık… Annemse, akraba gibi benimsediği bir eczacının çocuklarına dadılık ediyordu. Babam, karlı kış günlerinde işe çıkmazdı; ama annem, yaz kış demeden Eczacı Ethem Bey’in evine gitmek durumundaydı. Ethem Bey’in karısı da eczacıydı; çocuklarını anneme bıraktıkları için gönül rahatlığıyla eczaneye gidiyorlarmış. Annem anlatırdı bunları. Eczacının çocuklarını seviyordu annem. Hatta, benimle yaşıt kızlarını da emzirmişti. Bu emzirmeden ötürü onların kızıyla ben, kardeş olmuşuz. Onu hiç görmemiştim ama, böyle bir kız kardeşimin olması, içten içe mutlu ediyordu beni. Annemle birlikte eczacıların evine gitmeyi, kardeşimi görebilmeyi çok istiyordum; gelgelelim annem beni yanında götürmezdi hiç. Onun yerine, Mavi Öyküler -
70
komşu kadınlardan benimle ilgilenmelerini, göz kulak olmalarını isterdi. Gerçekten ilgilenirdi komşu kadınlar benimle; her zaman yiyecek bir şeyler tutuştururlardı elime; ama onlar büyüktü, oyun oynayamazdık ki… Yanlarında oturmaktan sıkılır, ilk fırsatta kendimi dışarılara atardım. Bütün gün evde, sokakta, bahçede kendi kendime oyalanıyor, çevredeki hayvancıklarla arkadaşlık ediyor, onların resimlerini yapıyordum. Resim yapmak evet, tek sevdiğim, oyalandığım iş buydu! Resim yaparken yalnızlığımı unutuyordum. Bahçede yayılan tavukların, kırmızı ibikli horozun, bütün gün merdivenin basamaklarında uyuklayan kedimizin, sokakta benim gibi bir başına oyalanıp yanaşacak kapı arayan, adını seslendiklerinde hemen kuyruk sallayarak koşan Sarıbaş’ın resimlerini çiziyordum. Bir gün bir hevese kapıldım: Öteki çocuklar gibi ben de hocaya gitmek istedim. Her gün, başlarını işlemeli yazmalarla örten kızlar, elifba’sını, amme cüzü’nü boynundan geçirdiği nakışlı torba içinde taşıyan oğlanlar güle oynaya hocaya gidiyor, sonra yine öyle, okuldan gelir gibi evlerine dönüyorlardı. Nedense, onca çocuğun bir eğlence yerine gider gibi koşturduğu hoca, benim gönlümde de ilgi ateşi tutuşturmuştu. Anneme söyledim hocaya gitmek istediğimi. Annem hiç ikirciklenmeden destekledi bu hevesimi. “İyi olur ya…” dedi. “Orda burda dolaşıp duracağına, git de dinimizi öğren. Hiç değilse yarın arkamızdan bir dua okursun… Babana söyleyelim de sana bir elifba alsın bari. Aferin benim oğluma, aklınla bin yaşa!” Annem o kadar mutlu oldu ki bu isteğim karşısında, akşam sofrasını keyifle hazırladı. Benim için ayrıca yumurtalı ekmek kızarttı, üzerine toz şeker serpti. Babam dışarıda elini yüzünü yıkayıp içeri girdiğinde, hemen müjdeyi verdi: “Biliyor musun babası, oğlumuz Kuran okumayı öğrenecek!” Bütün gün sokaklarda, ekmeğimizi kazanmak uğruna taban tepip yorulan babam, annemin verdiği bu beklenmedik haber karşısında önce şaşırmıştı sanırım: 71
- Mavi Öyküler
“Kuran mı? Ne Kuran’ı?” “Hocaya gidecek, hocaya…” diye açıklamasını sürdürdü annem. “Allah’ın izniyle Kuran yazısını öğrenecek. Arkamızdan Kuran okuyacak!” Babamın yorgunluk akan yüzünde bir değişiklik olmadı. Annem gibi sevinmemişti. Ama hayır da demedi. Başını eğmekle yetindi. Annemse konuyu kapatmak ya da geçiştirmek niyetinde değildi. Yemekten sonra bir ara, sesini tatlılaştırarak: “Yarın Yılmaz’a elifba alır mısın, babası?” diye sordu. Açlığını gideren, çayını içerken ayaklarını uzatan babamın keyfi yerine gelmişti. Kısa bir süre düşündükten sonra: “Ben caminin önüne geldiğimde, kitapçılar sergiyi toplayıp gitmiş oluyor,” dedi. “Parasını vereyim de, yarın kendi gidip alsın elifba’sını.” Hocaya, komşu çocuklardan birinin kılavuzluğunda, annemle birlikte gittik… Hoca’nın evi, konak yavrusu denilecek bir yapıydı. Ahşaptan, yüksek, iki kanatlı kapının pirinç tokmağını çaldığınızda, fazla bekletilmeden, kilidi kaldıran ve makaralara bağlanarak içeriye kadar uzatılmış tel hemen çekilmişti. Teli çekme görevini, o gün kapıya en yakın oturan her kimse, onun üstlendiğini sonradan öğrenecektim. Kapıdan girince, kerpiç duvarlarla çevrili geniş bir avluda buluyordunuz kendinizi. Avlunun bir köşesinde, üzerinde kazan kaynatıldığı belli olan kocaman bir yer ocağı kurulmuştu. Duvar dibi boyunca uzanan dar bir tarh içinde, dallarında renk renk güllerin açtığı ağaççıklar sıralanıyordu. Güllerin saldığı hoş ve gizemli kokular, adımını ilk kez bu avluya atanlar üzerinde adeta büyüleyici bir etki yaratıyordu. Karşı duvardın dibindeyse bir erik ağacı, birkaç selvi kavak yükseliyordu. Erik ağacının üzerinde bir bölük serçe cıvıldaşıyordu. Pencereleri avluya bakan üç katlı evin hemen sağındaki girişte çok geniş bir oda yer alıyordu. Buraya “divanhane” denildiğini yine sonradan öğrenecektim. Odanın girişindeki tahtadan yapılma raflara ayakkabılar dizilmişti. İçeride değişik yaşlarda kızlı oğlanlı bir çocuk kalabalığı vardı. Kızların başlarında, uçları işMavi Öyküler -
72
lemeli ak tülbentler örtülü; oğlanlarınsa kiminin başında takke takılı, kimin başı açıktı. Divanhanenin en ucunda, üzeri nakışlı bir halıyla örtülü, duvara dayalı yastıklarla döşeli, ayakucunda da genişçe bir kilim uzanan ve daha çok bir saltanat makamını andıran divan yer alıyordu. Hoca’nın makamına ulaşabilmek için yerde dizüstü oturmuş, önlerindeki alifbaların, amme cüzlerinin üzerine eğilmiş, oldukları yerde hafifçe sallanarak dersine çalışan çocukların arasından yürüdük. Bize kılavuzluk eden komşumuzun oğlu önde, onun arkasında annem, ben de -adeta kendimi gizlemeye çalışarak-annemin ardındaydım. Komşumuzun oğlu, Hoca’nın yanına varınca elini öpüp bir adım geriye çekilerek benden söz etti. İki gün önceden gelmemize izin veren Hoca, kaykılarak oturduğu divan üzerinde, usulca toparlanır gibi yaptı. Annemin yüzüne bakmadan bir iki şey sordu, onun saygılı ve kısa yanıtlarından sonra elini bana doğru uzattı. Ben akıl edemediğim için, annem hemen atılıp uyardı: “Oğlum, Hoca’nın elini öp!” Biraz utanarak öne geçtim, Hoca’nın elini öpüp başıma koydum. Hoca, sertle yumuşak arasında: “Adın ne senin?” dedi. “Yılmaz.” “Pekâlâ Yılmaz, daha ilk günden elifba’nı getirmişsin, aferin! Ama bugün misafirsin, yalnızca dinle. Derse yarın başlarsın. Derse başladın mı, her gün imtihan var, bilesin. Bizde dalga geçmek yok.” Sonra anneme döndü Hoca: “Tamam bacım, sen gidebilirsin. Yılmaz bizim evladımız bundan böyle…” dedi. Sonra sözlerine bir ek yaptı: “Ha, Yılmaz evladımıza bir de minder ver, evden. Burada herkes kendi minderinde oturur. Şöyle küçük bir şey olsa yeter. Malum, herkesin altına minder verecek halimiz yok bizim!” Annem başıyla onayladı Hoca’yı. Sonra vedalaşır gibi bir kez daha bana baktı; gözlerinden sevgi ışıltıları yansıyordu. Ben gözlerimi kaçırdım. “Çıkınca, yine arkadaşınla eve gelirsin…” diye tembihledi. Yüzüne bakmadan başımı salladım. Annem çıkıp gitti. O gittikten sonra Hoca, divanın hemen aya73
- Mavi Öyküler
kucunda oturan ve önündeki rahlede açılmış Kuran’ı okumakta olan kıza seslendi. Beni göstererek, “Nurgül, al kızım,” dedi. “Yılmaz’ın kalfası sensin! Ona dersini göster, sonra da okut, dinle. Ama bugün ilk günü, senin yanında oturup dinlemeyi öğrensin…” Nurgül’ün yüzüne baktım, bakar bakmaz da içime bir avuç su serpildi sanki. Gözlerinin içine kadar gülümsüyor dedikleri soydandı. Başındaki tülbendin uçlarını çenesinin altından geçirip ensesinde düğüm yapmıştı. Ak tenli yüzü çerçevelenmiş bir resmi andırıyordu böyle. Gülümseyince, iki yanağında iki sevimli çukurcuk oluşmuştu hemen. Elimden tutup rahlesinin yanına oturttu. Sesini olabildiği kadar alçaltarak: “Sıkılma emi!” dedi. Başımı sallayarak, “Peki, sıkılmam” demiş oldum. O, “Burada herkes kendi dersini çalışıyor. Kimse kimseyle ilgilenmez. Hoca, kalfaların dersini dinler yalnızca. Kalfalar da ötekilerin dersini… Şimdilik bunları öğren yeter,” diye sürdürdü. Bunları söylerken parmağının ucuyla çenemi kaldırıp yüzüme baktı, sonra elini başıma kaydırarak saçlarımı okşadı belli belirsiz. Onun bu abla sevecenliği, küçük dokunuşları, içimi büsbütün rahatlatmıştı. Ağzım kulaklarıma doğru yayıldı, daha ilk dakikalarda gevşedim. Biraz sonra Hoca oturduğu divandan inip kapıya yöneldi. Odadaki bütün çocuklar ayağa kalktı. Ne olduğunu pek anlayamamış, dizüstü oturduğum yerden bakınıyordum ki, Nurgül omzumdan tutup kaldırdı beni. Hoca kapıdan çıktı, içerideki derin sessizlik patlar gibi, önce mırıltıya, hemen ardından da gürültüye dönüştü. Divanhanenin kapısı yeniden açıldı, Hoca’nın başı göründü. Gürültü bıçakla kesilir gibi kesildi o anda! Yüzünü kaplayan öfkeyi sesine de yansıtarak: “Bismillah!” diye gürledi. “…kapıdan henüz çıktım. Hemen gemi azıya aldınız. Terbiyenize maşallah yahu!” Başlar yeniden kitaplara eğilmişti. Divanhaneye yine sessizlik çöktü. Hoca, ortası açılmış kır saçlı başını kapı aralığından çekti. Çocuklar yeniden cıvıdı. Kimi yanındakini dürtüyor, kimileri mırıltılı bir sesle, ama rahatça konuşuyordu. Kalfalar da kendi aralarında konuşmaya başladılar. İçlerinden biri, ara sıra seMavi Öyküler -
74
sini yükselterek küçükleri uyarıyordu. Nurgül: “Sen aldırma o haylazlara” diye öğüt verdi. “Uslu ol, emi. Hocamızın gözüne girmek istiyorsan önce uslu olacaksın, sonra da dersini iyi bileceksin…” Bunları söyledikten sonra, hangi mahallede oturduğumuzu, babamın ne iş yaptığını, kaçıncı sınıfta okuduğumu sordu; ben de sorularını kısaca yanıtladım. Sonra bir ara, rahlesini ve Kuran’ını bana bırakıp, cebindeki anahtarı eline aldı ve çıkıp gitti. Ben rahatça ve tek tek çevremdeki çocukları gözlemliyor, konuşmalara kulak kabartıyor, küçüklerin muzipliklerine gülüyor, kalfaların onları azarlayışından dersler çıkarıyordum. Kalfalar yaşça daha büyüktü ve hepsi de Hoca’nın oturduğu divana yakındılar. Kendi aralarında konuşuyor ve sanki küçüklere karşı kendilerini belirgin biçimde yukarda görüyorlardı. Nurgül onlardan ne kadar farklıydı oysa. Birkaç dakika içinde beni buraya ve kendisine ısındırmıştı. O günden sonra Nurgül’ün dizinin dibinden ayrılmadım. Arap harflerini, hecelemeyi, sözcükleri, duaları… İslam’ın ve imanın koşullarını, aptes almayı, namaz kılmayı, vakit namazlarının rekatlarını, namaz çeşitlerini, namazda okunacak duaları… Hoca bazı günler durumumla ilgili sorular soruyor Nurgül’e, o da zihnimin açık olduğunu, her söyleneni anladığımı belirtiyor; sonra bana, her an “imtihana” çekilebileceğimi anımsatarak geçip gidiyordu. Hoca, en fazla öğlene kadar başımızda bulunuyor, çoğu kez daha da erken kalkıp, bizleri kalfalara havale ederek üst kattaki musiki odasına çekiliyordu. Bazen kalfalardan birini çağırıp Kuran okuyuşunu denetliyordu, o kadar… Kalfalar, özellikle de Nurgül büyük bir saygıyla söz ediyorlardı Hoca’dan. Kimi evinden yemek taşıyordu Hoca’ya; kimi üst kata çıkıp yemeğini kotarıyordu. En çok yukarı çıkan da Nurgül’dü. Öğlen vakti mutlaka, “Hocam açlıktan ölmüştür şimdi!” diyerek telaşla merdivene doğru koşuyordu. Üst kata çıkan merdivenin eşiğiyle divanhanenin kapısı karşılıklı bakışıyordu. Merdivenlere adım atmak kesinlikle yasaktı. Oraya yalnızca Hoca’nın hizmetini gören kalfa kızlar çıkabilirdi. Çünkü Hoca yukarda musiki ça75
- Mavi Öyküler
lışıyor, besteler yapıyormuş, bu nedenle rahatsız edilmek istemiyormuş. Kimi günler gerçekten ut ezgileri üst kattan taşarak kulaklarımıza kadar ulaşır, herkes büyülenmiş gibi hayranlıkla dinlerdi. Kimi günlerde de Hoca uduna sesiyle eşlik eder, ilahiyle şarkı arası bir şeyler okurdu. O yaşıma kadar hiç ut görmemiştim ve dayanılmaz bir istek duyuyorum bu aleti görmek için! Bir anda insanı sarıp sarmalayan, alıp masal âlemine sürükleyen o tok sesi neresinden çıkıyordu acaba bu aletin? Bir defasında Nurgül’e sordum udun neye benzediğini? Güldü. “Hani” dedi, “göbekli insanlar vardır ya… İşte öyle, şiş karınlı bir şey! Şiş karınlı ve cüce…” Nurgül’ün, utla ilgili, böyle çirkin birinden söz eder gibi konuşması, büsbütün merakımı kamçılıyordu. Bir kez görsem, bir daha unutmamak için resmini yapardım hemen. Anlattığına göre, üst katta üç tane udu vardı Hoca’nın. Duvarda asılı duruyorlardı. Canı hangisini çekerse, onu indirip çalıyordu Hoca. O musiki çalışırken, kedi gibi sessiz olunmasını istiyordu yanındakilerden. Odasına çay, kahve bile götürmeye korkuyormuş Nurgül. Hep ayak parmaklarının ucuna basarak yürümek zorunda kalıyormuş. Yemeğini pişiriyor, kahvesini yapıyor, sonra da bulaşıkları yıkıyormuş… Zaman kalırsa biraz toz alıyormuş. Hoca çok titizmiş; hiçbir şeyin üzerine toz görmek istemezmiş. Hoca’nın duvarda asılı utlarını görebilmeyi çok istememe karşın, üst katın merdivenlerine adım atacak yürekliliği kendimde bulamıyordum doğrusu. Zaten gözümü karartıp merdivenleri çıksam bile, kapı kilitliydi. Anahtarın biri Hoca’da, biri de Nurgül’ün cebindeydi. Öteki kalfa kızlar bile Nurgül’den alıyorlardı anahtarı, üst kata çıkacakları zaman. Kaç yaşındaydı Nurgül, bilemiyorum ama, benden çok büyüktü kuşkusuz. Onun koruyucu gölgesinde olmak güven veriyordu bana. Öteki kalfalar pek ilgilenmiyordu derslerimle; bu da işime geliyordu. Ezberimi iyi yapamadığım, Arapça sözcükleri kekeleyerek okuduğum zamanlarda bile Nurgül azarlamıyordu beni. “Gene dalga geçtin, hı? Söyle bakalım aklın nerelerdeydi? Gözün kitaba bakıyor, ama aklın şeytanlıkta, öyle mi Yılmaz Efe?” O bunları derken, elimde olmaksızın gülüyordum. “Çok mu hoşuMavi Öyküler -
76
na gitti Yılmaz Efe?” diye alay ediyor, bu kez karşılıklı gülüşüyorduk. Ne kadar güzel dişleri vardı! Pembe dudakları aralanınca, bir dizi inci ışıldıyordu sanki ağzının içinde. Sözde kulağımı çeker gibi yapıyor, kulak mememe dokunuyor, boynumu, başımı okşuyordu. “Kara böcek seni! Hem ezberini çalışmamış, hem de gülüyor!” O kadar yakın oturuyorduk ki, kimileyin bacaklarımız birbirine değiyor, içimde bir şeylerin kıpırdandığını duyumsuyordum. Bir keresinde beni evlerine de götürmüştü Nurgül. Mahalle arkadaşımla, anneme haber iletti: “Yılmaz’ı, Nurgül Kalfası götürdü dersin, merak etmesinler. Evde yalnızmış, yanında arkadaş olarak götürdü de, tamam mı?” Gerçekten evlerinde kimse yoktu o gece. Annesi, babası, bir de erkek kardeşi, akraba düğününe gitmişler bir iki günlüğüne. Evde yalnız kalmaya alışkınmış ama, sonra nedense korkmuş, beni yanına almayı akıl etmiş… Yol boyunca elimi avucunun içinde tutarak yan yana yürüdük. Eve geldiğimizde ilk iş, kılıfıyla birlikte Kuran’ı öpüp duvardaki çiviye astı. Benim boynumdaki elifba’yı da alıp yüksekçe bir yere koydu. Ben ilk kez bir yabancı evde yatıya kalacaktım. Ama ev sahibesine o kadar yakınlık duyuyordum ki, ilk kez geldiğim bu evin hiçbir şeyini yadırgamamıştım. Belki biraz da bizimki gibi yoksul bir ev olmasından ötürüydü yadırgamayışım, kim bilir… Babası çarşıda hamallık ediyormuş. Yazın işleri iyiymiş ama, kışın çoğu gününü evde oturarak geçiriyormuş. Bunları bana anlatırken bir yandan da dünden kalan pilavı ısıtıyordu tavada. Eve geldiğimizde başına bağladığı tülbendi çıkarıp saçlarını omuzlarına bırakmıştı. Yanaklarını örten kara saçları, teninin aklığını, dişlerinin ışıltını daha da belirginleştirmişti. Yer sofrasında yan yana oturduk; bacaklarımız birbirine değiyordu. Yine içimde tuhaf duygular kıpırdanmaya başlamıştı. Okulda da hoşlandığım kızlar, hatta bayan öğretmenler olurdu; onları uzaktan uzağa izlerdim. Ama bir kadın teninin ürpertici dokunuşlarını ilk Nurgül’le yaşıyordum. Bana erkek olduğumu anımsatmak amacı mı taşıyordu bu sürtünmeler, bu dokunuşlar? Yoksa ben 77
- Mavi Öyküler
mi böyle bir anlam yüklüyordum onun yakınlıklarına? Bilemiyorum. Ama rahat ve içten olduğu kesindi. Üstelik rahatlığını ve içtenliğini karşısındakine de bulaştırıyordu hemen. Onunla beraberken hiç kimse, soğuk ve içekapanık davranamazdı gibime geliyor. Yemekten sonra yine elimden tutup pencerenin önündeki kerevete çıkardı beni. Kerevette yan yana oturduk. Yüzümüz cama dönüktü. Koluyla omzuma sarıldı. Bu sarılışta beni ürperten bir şeyler vardı; göğüslerinin yumuşaklığını sırtımda hissediyordum! Ne pamukta, ne yapağıda, hiçbir şeyde bulunmayan bir yumuşaklıktı bu! “Birazdan hava iyice kararır, yıldızlar çıkar” dedi. “Işığı yakmadan oturalım böyle. Yıldızları seyredelim seninle, olur mu? Ay da çıkar belki. Geceyi aydınlatır.” Yıldızlar, ay ışığı, hiçbiri umurumda değildi. Dişi bir varlığın bedenime sarılışı, ondan geçen sıcaklık, başımı döndürmeye yetiyordu! O yarı esrik hava içinde ordan buradan konuşurken, söz dönüp dolaştı Hoca’ya geldi. Hoca’yı anımsayınca, onun duvarda asılı duran, dokununca büyülü sesler çıkaran utları düştü aklıma yine. O aletleri görmek, onlara dokunarak iniltili ezgiler çıkarmak öteden beri içimde taşıdığım bir özlemdi. Nedense, bu tutkulu özlemimin gerçekleşmek üzere olduğu duygusuna kapılmıştım. Dışarıda akşamın koyu maviliği giderek kararıyor, önünde oturduğumuz pencerenin camına yapışıyordu. İçerinin aydınlığı da ortadan kalkmış, her şey birer koyu gölge biçimine dönüşmekteydi. “Nurgül Kalfa!” dedim. Burnunu cama dayamış, gökyüzünde beliren ilk yıldızlara bakıyordu. Başını çevirmeden: “Efendim, güzelim?” Duraksadım. İçimden geçeni söylemeye korkuyordum doğrusu. “Söyle güzelim, ne istiyorsan söyle. Biz bizeyiz. Aramızda kimse yok. Dışarı mı çıkmak istiyorsun yoksa?” O üsteleyince, yüreklendim: Mavi Öyküler -
78
“Şey diyorum…” “Ne?” “Seninle üst kata geleyim mi?” Bir kahkaha attı. Odanın karanlığında inci dişleri ışıldadı. Söylediğime pişman olmuştum birden… Nurgül yine üsteledi: “Ne üst katı, neden söz ediyorsun şimdi?” Böyle ısrar edince, artık sözümü yutmak istemedim: “Hoca’da, diyorum. Seninle üst kata çıkabilir miyim?” Bir an sessizleşti. Yüzünün donuk bir hal aldığını o karanlıkta bile anlamak mümkündü. Sonra yine sesini tatlılaştırarak: “Yasak olduğunu biliyorsun…” dedi. “Hoca asla izin vermez böyle bir şeye. Ben bile kedi gibi girip, ortalığı topluyor, yemeğini pişiriyor, yine öyle sessizce çıkıyorum.” “Hoca evde yokken, diyorum…” “Hayır tatlım! Aklından çıkar bunu. İkimizi de kovar Hoca.” “Anlamaz ki…” “Anlar, anlamaz… Yukarı çıkmayı unut sen! Hem ne var ki yukarıda, neyi göreceksin? Hiçbir eşyasına dokunulmaz Hoca’nın.” “Utları!” dedim. “Hoca’nın utlarını…” “A, bu hiç olmaz işte! Utların tozunu bile kendi eliyle alır. Bir defasında bilmeden tozlarını almaya kalkışmıştım, hepsinin ayarı bozulmuş. O kadar hassas ki bu ut denen şey… Korkumdan, onların yanından yavaş geçiyorum! Rüzgârdan bile etkileniyormuş mübarek! Biraz güneş vursa hemen bozuluyormuş…” “Bir defa ama, uzaktan…” “Hayır! Olmaz dedimse, olmaz. Boşuna yalvarma.” Sesi de, duruşu da ciddiydi. İkimiz de suskunlaştık bir süre. Alnımı cama dayayıp gökyüzünde ışıldayan yıldızlara baktım: Uzak ve pusluydu yıldızlar. Ay filan da yoktu görünürde. Odanın ıssız karanlığı üstümüze başımıza bulaşmış, bizi görünmez kılmıştı. Aramızdaki suskunluğu yine o bozdu: “Küstün mü, bana?” Dönüp baktım. Yüzünü karanlık gizliyordu. Ama soluğu yanağıma değecek kadar yakındık birbirimize. “Söylesene, küstün mü?” Bunu derken yanağımdan öptü. Yutkundum, bir şey diyemedim. Nurgül’e küsmek, aklımın 79
- Mavi Öyküler
ucundan bile geçmezdi. Sabahları kahvaltıdan sonra aşağı inip birkaç saat yanımızda duran Hoca’yı -elimdeki elifba’yı okur gibi yaparak- hep göz ucuyla izliyordum. Yüzü her zaman donuk, kaşları çatıktı. Az konuşurdu. Konuştuğu zamanlarda da, birilerini azarlıyor olurdu genellikle. Bazen oturduğu yerde gözlerini yumup birtakım ezgiler mırıldanırdı kendi kendine. O anda herkes kulak kesilirdi. Sesinin güzelliğinden ötürü sürekli mevlitlere çağrıldığı, ama onun öyle her çağrılan yere gitmediği, bir söylence gibi anlatılıyordu kalfa kızlar arasında. Hoca’nın yaşamına ilişkin böylesine küçük bazı bilgilere sahip olmak kalfa kızlara özgü bir ayrıcalıktı. Onlar bir anlamda Hoca’mızın sırdaşlarıydı. Bu özellikleri, onların kıdeminden ileri geliyor sanırdım... İçimdeki merak dürtüsü yüzünden, Hoca’nın asıl büyük sırrına ben erecekmişim meğer! Son günlerde iyice aklıma koymuştum, Nurgül’ün üst kata çıktığı bir gün ardından gidecek, Hoca’nın o büyülü aletlerini yakından görecektim. Biliyordum, Nurgül bana bir şey yapmazdı. Hoca da en fazla, niye geldiğimi sorardı. Ona da bir yalan uydururdum elbet. Evde annem hasta, erken gitmek için kalfamdan izin istemeye geldim, diyebilirdim sözgelimi. Sonra hızla uzaklaşırdım yanlarından… Böyle şeyler kurmuştum kafamda. O gün yine öğlen saatlerinde Nurgül, cebindeki anahtarı eline alıp merdivenin eşiğine yöneldi. Ardı sıra bakıyordum. Etekleri savrularak basamakları hızla çıktı. Soluğum tutulmuştu. İçimden bir ses, sen de git diyor; başka bir ses, sakın gitme diye uyarıyordu. Bir el itiyor beni, bir başka el sıkı sıkıya tutuyordu. Hoca’dan dayak yiyip bunca çocuğun içinde rezil olmak da vardı. Ama, neredeyse her gün düşüme giren o büyülü aletleri yakından görebilecektim! Böyle dakikalarca alıp verdim kendi kendime. Sonra işte, merak denilen o şeytan elimden tutarak, oturduğum yerden kaldırdı beni. Kapı önüne çıktık içimdeki şeytanla birlikte. Doğruca merdivenlere yönlendirdi adımlarımı. Eşikte biraz durup direnMavi Öyküler -
80
meye çalıştım şeytana. Boyuna itiyordu beni. Bir basamak, iki basamak. Soluğumu tutuyordum. Geriye dönmek için şeytanla didişiyorum… O daha güçlüydü ve bütün bedenimi yukarı doğru itiyordu sanki. Merdivenin ortasında durup geriye bakıyorum. Sonra bir hafiflik duygusuyla yeniden tırmanıyorum basamaklardan. Üst katın kapısındaydım artık. Hızlanan soluğum, çarpan yüreğim… Kapının üst yanı cam. İçerisi aydınlık. Belli ki bir yerlerden bolca ışık alıyor. Camdan içeriye kaçamak bakışlar atıyorum. Her an suçüstü yakalanma korkusu yüreğimi avuçlarının içine almış sıkıyor! Gürültü olmasın diye soluğumu bırakamıyorum bir türlü. Şeytan dürtüyor bir yandan: “İçeri bak, içeri bak!” Gözlerimi duvarda gezdiriyorum. İlk gördüğüm şey, Arap harfleriyle yazılmış bir tablo. Harflerin her biri bir resim güzelliğinde. Onun yanında bir küçük tablo daha. Sonra kenarları nakışlarla süslenmiş bir ayna. Artık şeytanın elindeyim. İçimde, kendi kendime büyüttüğüm korkuyu şeytan emiyor sanki bir uçtan. Kapının camından gördüklerim yetmiyor bana. Başımı dayayıp içerisini tek tek gözden geçiriyorum: Evet, işte orda asılı duruyor ut denilen aletler! Üç tane, yan yana. Boy sırasına göre dizilmişler. Şişkin karınları pırıl pırıl. Sap bölümü bir eli andırıyor. Onlara dokunabilmek için yanıp tutuşuyorum o an! Ama bir adım daha atıp içeri giremiyorum. İçimdeki şeytan bile bana bunu yaptıramıyor. Daha iyi görebilmek için sağ yana çekiliyorum. İçerisi tabak gibi görünüyor bu açıdan! Duvarda asılı utların altında bir divan… Hayır! İki yana açılmış, ince, ak tenli bacaklar. Etek, sonuna kadar sıyrılmış. Hayır! Hoca, bacakların arasında yüzüstü durumda, tuhaf bir devinim içinde. Hayır, hayır! Hoca’nın kıçında don yok! Butları kapkara kıllarla kaplı. Durmadan gidip geliyor. Bir oyun olmalı. Ama nasıl bir oyun? Nurgül, o, güzelliğine tutulduğum kız… Hayır, o değil, o olmasın… Başı arkaya kaymış, gözleri kapalı. Birden kirpiklerini aralayıp kaldırıyor başını. Nurgül! Yattığı yerden bakıyor gözleri irileşerek. Bakışıyoruz. Aramızda kapı camı. Yüzü allak bullak oluyor birden! Kıpırdanıyor, yüzünü kaçırıyor, üzerinde devinen et kütlesini kaldırmak istiyor. Öteki kendi işine dalmış. Bir saniye içinde dürtüyor beni yine şeytanım! 81
- Mavi Öyküler
Basamakları ikişer ikişer atlayarak iniyorum. Onlar içerde toparlanıncaya dek, divanhanenin kapısındaki ayakkabılarımı kaptığım gibi kendimi dışarı atıyorum!.. Ayakkabılarım elimde, avluyu bir çırpıda geçip sokağı buluyorum. Artık yakalayamazlar, diye içimden konuşuyorum. Sokağı da geçip anacaddeye çıkıyorum. Caddedeki yaşlı çınarı kendime siper edip, geriye bakıyorum. Ardım sıra gelen kimse yok… Sırtımı ağaca verip derin derin soluklanıyorum... Sanki kötü bir düş içindeyim. Gördüklerime inanamıyorum. İki yana açılmış bembeyaz bacaklar. Hoca’nın gidip gelen kıçı. Nurgül’ün allak bullak olan yüzü… Gözlerimin yandığını hissettim birden. Yüzümü, alnımı ter basmış, gözlerimin içine kadar sızıyor... Kolumun yeniyle yüzümü sildim. Nereye gideceğimi bilmeden yürüdüm öyle, cadde boyunca. Sonra ıssız bir sokağa saptım. Bütün o düşlerim yerle bir olmuştu! Hoca’nın devingen kıllı kıçı, haftalardır kafamda canlandırdığım utların büyülü görüntüsünü bastırıyordu. Terlemem geçmiş, bu kez gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı. Bir yakınımı yitirmiş gibi acı duyuyordum! O gün, o yaşımda adını koyamamıştım bu acının. Zamanla, düşüne düşüne tanı koyabildim ancak: Hayatta tattığım ilk ihanet acısıydı bu! İçten içe kendisine bağlandığım ilk aşkımın ihanet acısı.
p
“HİÇBİR ŞEY OLMAK İSTEMİYORUM” “Mayhoş Bir Yosun” | Armağan Altay Bazen aklıma öyle apansız gelirdi ki, sanki göğsüme bir mermi saplanmış gibi gözlerimi sımsıkı yumar ve sessizce çekip gitmesini beklerdim. Yirmi senelik radyoda çalan bestesiz, güftesiz şarkıları dinlerken, yirmi sene önce okuduğum kitapları tekrar okurken gelirdi aklıma. Geldiği yer aklımda değildi sanki, Mavi Öyküler -
82
birdenbire gözlerimin önünde toprak karası teni beliriverir, birlikte geçirdiğimiz zaman, hayatın birlikte öğrendiğimiz renkleri, bir hüzün alevi gibi bütün düşüncelerimi sarardı. Vaktinde gözlerimin önünden ayırmadığım, bir şah damarı mesafesinde seyrettiğim yüzü, siyah kirpiklerinin bir imparatorluğu sınırlarcasına çevrelediği gözleri, aradan hiç gibi geçen zamanla birlikte sislenmiş olurdu ve ben bu yüzden pişmanlıktan kahrolurdum. İkimize dair bütün kederleri sahiplenmeyi göze alarak, onun benimle tekrar konuşmasını isterdim. Ne olursa olsun, yeter ki bir şeyler söylesin derdim. Çünkü özlemiştim, çünkü yalnızdım. Çünkü çok acı çekmiştim ve çektiğim acı, kendisini yok edecek hiçbir bilgiyi bana getirmemişti. Kesin ve şüphesiz bir anlamsızlığa razı olarak, onunla, o sonbahar akşamı, o ıssız yolu, fazla konuşmadan, sözcüklere gerek duymadan, bir saniye sonrasını düşünmeden, sanki her an vahiyler alıyormuşçasına hareket ederek, öpüşerek, sarılarak yürümek isterdim. Sonra gözlerimi yavaş yavaş açar ve gerçeği görürdüm. Uzaklaşmıştık. Aramızda bir çırpıda kat edebileceğimi sandığım ve katiyen yanıldığım, anılar dolusu mesafeler vardı. Onun “şimdi”sini merak ederdim. O zamandan bu zamanını değil, sadece “şimdi”sini. Sonra bu merakla birlikte sessizce çekip gider, beni yine bestesiz, güftesiz şarkılar ve defalarca okuduğum kitaplarla baş başa bırakırdı. Bir an, onu bana hatırlatan şeyin ne olduğunu düşünürdüm. Bulamazdım. * Sabah olurdu ve ben uyanırdım. Saat yedi buçuk derdim içimden, henüz vaktim var. Hiç konuşmadan, içimden hiçbir şey geçirmeden, şarkı söylemeden, küfür etmeden giyinir ve kendimi sokağa atardım. Dışarıda Ankara bir şehir değil, bizzat kar olurdu. Pastaneye kadar zor yürürdüm. Ahbap olduğum fırıncıya bir selam verir, sonra gözlerimin kenarlarında katılaşan çapakları yıkamak için pastanenin lavabosuna giderdim. Her zaman oturduğum masaya oturduğumda, cebimdeki sigara paketini sanki havasız kalıp, ölecekmiş gibi masaya koyar ve beklerdim. Sonra garson 83
- Mavi Öyküler
önüme fırından yeni çıkmış poğaçaları bırakırdı. Yarım dakika sonra da çayımı getirirdi. Sırf tok karnına sigara içebilmenin özlemiyle, her sabah iki poğaça yer ve iki bardak da çay içerdim. Sigaramı yaktığımda düşünmeye başlardım, canım acırdı. Halime acırdım. Tanıdığım ve haline acıyabileceğim herkesin haline acırdım. Sonra saate bakardım. Dudaklarıma yapışan sigarayı rahatsız etmeden kalkar giderdim. Yol boyunca bütün esmerler ona benzemeye başlardı. Hele fakülteye giden eski otobüsün içinde, neredeyse onu görür gibi olurdum. Olmasını istediğim her şeyle olan biten arasındaki fark, nasıl da utandırırdı beni. Bu yüzden hep susardım. Kimse beni tanısın istemezdim. Hatta tanıyanlar da unutsun isterdim. Savaşmak ya da vazgeçmek; ikisi de birbirinden zordu. Ağır belirsizliklerin, kirli kararsızlıkların arasında giderdim fakülte yolunu. Beni götüren de o kırmızı, eski otobüsler değil, alışkanlığımdı. Nefes almak kadar kötü bir alışkanlık. Ümit etmek. * Ders başlar, öğrenciler dersliğe girerdi. Konuşamayacak denli yorgun görünürlerdi gözlerime. Ben de onlarla birlikte girerdim. Kimseyle göz göze gelmeden, kimseye selam vermek zorunda olmadan girerdim. Çünkü ben, olmak istediğim ben değildim, utanıyordum. Ben daha yorgundum. Sabaha kadar sorgulanmış, işkence edilmiş bir düşünce suçlusu gibi bitkindim. Üstelik o aklıma sokulup duruyordu. Hem de bunu kilometrelerce öteden yapıyordu. Hevesli birkaç kız, birkaç oğlan, oyalardı hocayı. Müfredat, bir antikaydı ve bu yüzden değerliydi. Ben, önümde bir iki kitap ve defterden yaptığım uyduruk bir dekorun arkasında sessizce ve uyuyarak otururdum. Artık ilk günleri düşünmüyordum, bunu bana kimse itiraf ettiremezdi. Hevesli olduğum zamanları aklımdan bile geçirmiyordum. Güzel bir çocukluk yaşamıştım ve bunun bedelini ödüyordum. Zihnimdeki bütün büyülü çocukluk anıları silinene kadar acı çekmeye razıydım. Üstad’ın da dediği gibi, hep okumasını umduğum üç beş kişiye yazmıştım. Ancak hiçbir zaman tanıyamayacağım başka üç beş Mavi Öyküler -
84
kişi okumuştu yazdıklarımı. Mahvoluşumu yazdığımı düşünmüyordum artık; yazdıklarım beni mahvetmişti. Ders biter, öğrenciler derslikten çıkardı. Kimisi başka bir derse gider, dersi olmayanlar da anasını bellediğim yerinde bir yerlere giderdi işte. Ben de olabildiğince gizemli bir suçlu gibi, atkımı boynuma sarar ve bir yere giderdim. Gözüm arada bir, bir yerden tanıdığım birilerine takılırdı. Yüksek sesle konuşuyor olurlardı bazen, bazen de kahkaha atıyor olurlardı. Hiç çekinmez, ben acı çekerken gülen herkesten kudurmuş gibi nefret ederdim. En azından, denerdim. * Bir gün karşıma çıkıverirdi. Ben eski bir dostla lak lak ederken, karşımdaki bankta otururdu. Güneş gibi taze olurdu. Yanaklarını görürdüm, söylediklerim manasını yitirirdi. Burnundaki gölgeleri görürdüm, gölgelere imrenirdim. O, bakışlarımda bir kin sezerdi, oysa ben ona bakmıyordum. Bunu hemen oracıkta anlatmak isterdim, ama o kulağını başka bir dudağa vermiş olurdu. Yanımda oturan ve beni dinleyen eski dost, beni asla doyuramayacak bir orospuya dönüşüverirdi. Tereddüt etmeden ondan da nefret ederdim. Yine de o kalkıp, arkadaşlarıyla benim asla giremeyeceğim Babil’e gidene kadar orada otururdum. Karlar erirdi. Ben onların üzerine basarak yürürdüm. Eve gidene kadar içim içimi yerdi. Acaba zorbalık mı yapsaydım, diye düşünürdüm. Kalkıp yanına gitsem, üzerime çevrilmiş bütün şaşkın ve büsbütün suçlayıcı bakışları, Allah’mışım gibi hem korkutsam, hem sevindirsem. Ve onun elini tutup, “gel” desem. “Sana diyeceklerim var, yalnızca sana söyleyebilirim bunları. Kendime, kimseye bahsedemem. Daha önemli bir meselem yok benim. Başka hiçbir şey olmak istemiyorum. Gel.” Sanki birileri bana bir tokat vururdu. “Sersem! Şu düşündüğün şeye bak. Sanki memleket meselesi.” Ben de ona bir tokat vururdum. Eve varıncaya kadar dövüşürdük. O kaçıp giderdi. Ben yatağıma uzanırdım. Sözüm ona toparlanamayacak kadar yorgun olurdum. Lakin asla uyuyabilecek kadar değil. Tavanı seyrederdim. Selçuk’un para bandıyla tavana yapıştırdığı fosforlu yıldızların hafif hafif kımıldayışını seyrederdim. Pos85
- Mavi Öyküler
terler hep aynı olurdu. Yine Selçuk’un yazdığı yazıyı görürdüm duvarda; Selçuk’un kurşun kalemle yazdığı, çarpık bir yazı. Elle yazılmış bir “eleman aranıyor” ilanı gibi. Oysa o bir dizeydi: “Sen, her dem mayhoş bir yosun, seviyorsun...” * Kaçak çay demlerdim. İçerken ağzımız buruşurdu. Pek aldırmazdık. Selçuk sabaha kadar bilgisayar başında oturur, çıldırmış gibi falına bakardı. Ben şiir yazardım, şiir okurdum. Aklıma bir şeyler gelir, bir şeyleri anımsar ve ağlardım. Durduk yere duygulanırdım. Sonra uyurdum. Ben uyurken Selçuk, belki yüzlerce kez izlediği porno filmleri izlerdi. Kötü çocuk olduğundan değil, Selçuk sadece gerçekti. * Sabah olurdu ve ben uyanırdım. Yine aynı başarısız şiiri yazar gibi çıkardım sokağa. Ankara, sulu kar olurdu. Üzerine basıp yürürdüm. Sabah namazından çıkmış bir ihtiyar selamlardı beni. Uzun ve dalgalı saçlarımı selamlardı. Başımı eğip homurdanırdım. Saat yedi buçuğu biraz geçmiş olurdu. Paltomun kolları kirli olurdu, bir türlü yıkayacak cesareti bulamazdım. Sigara kokusuna gri bir kazak sinmişti, onu üzerime giyerdim. Paçalarımda rasgele çamurlar vardı. Otobüse binerdim. Otobüs beni hep bekletirdi, içimden şoförün anasına avradına küfrederdim. Elimde bir defter olurdu. Otobüste boş yer bulup oturduysam, yazdığım şiirleri okuyup sevinirdim. Elime para geçtiğinde o şiirleri yakıp, yerine yenilerini yazardım. Yine de o şiirlerin içinden kendimi çıkarabilmiş değilim. Kütüphanenin raflarını anımsardım. Bir kitap olup, arkalara arkalara, gölgelere gölgelere gitmek, orada bir kitap olmak isterdim. Onun beni bulma ihtimali güçlenirdi. Kapağımı açar, beni saatlerce okurdu. Beni bulmazdı, okumazdı. Aptalın biri yanımda saçma sapan konuşurdu. Ağzının orta yerine esaslı bir yumruk atmak isterdim. İstediğimle kalırdı. Ben de Mavi Öyküler -
86
hiç kederlenmiyormuş gibi yürürdüm, bir masaya oturur, kaçak çaydan da beter çay içerdim. Şiir yazardım. Aklıma Selçuk gelirdi. Selçuk o sırada bir kahvehanede yasadışı bir işin arifesinde, voliyi vurmayı planlıyor olurdu. Oysa benim planlarımda Selçuk’la tanışmak dahi yoktu. Sanki bu yüzdenmiş gibi, Selçuk’un planları hep suya düşerdi. Ben pişman olmazdım, o da olmazdı. Ona hiç kızmazdım. Küçücük bir şaka yapsam, geberip giden annesini bile unutur, dünyalar onun olurdu. Konuşurdu da konuşurdu. Ben, elimde kâğıt ve kalem yokken dahi şiir yazardım. Bana, “Sen harbi şairsin” derdi. “Öyle böyle değil vallahi, senin gibisine rastlamadım. Burada harcanacaksın, kaybolacaksın, bu gerçek. Bunlar da olmalı. Ama sen harbici şairsin. O Yüksel Caddesi’nde elinde kitaplarla dolaşan adam gibi değilsin. Ne işin var burada bilmem.” Ben de bilmezdim. Kaçak çay demlerdim. İçerken ağzımız buruşurdu. Aldırmazdık. Selçuk’un beni şair gördüğü kadar kimse göremezdi, bunu biliyordum. Yeni yazdığım bir şiiri ilk ona okuduğumda, beni yüzünde belli belirsiz bir tebessümle dinler, şiir hakikaten iyiyse, “Allah!” diye bağırır, aşka gelirdi. Kimse benim için Selçuk kadar iyi bir şiir otoritesi olamadı, şiirlerimin nasıl şeyler olduğunu bana sadece o anlatabildi. Bu yüzden o öldükten sonra kimseye şiir okumadım. Bu bir yemindir. * Pastaneye bir kız gelmişti. Kasaya bakardı. Adı Pınar’dı. Onu sadece Selçuk bilirdi. Boylu poslu, manken gibi bir şeydi. Kısacık siyah saçları vardı. Önümden, alakasız bir zamanda aklıma gelen ama elime kalem aldığımda asla hatırlayamadığım bir mısra gibi geçerdi. Çayımı içerdim. Onu seyrederdim. Aklıma ansızın gelen toprak yüzlüye ihanet ederdim. İyice saçmalardım, çirkinleşirdim. Akşamları sevgilisi alırdı Pınar’ı. Metroya binerken görürdüm. Oğlan hıyarın tekiydi. Yüzünde hep salakça bir tebessüm olurdu. Benim gibi sert sert, yabancı yabancı bakmazdı. Benim bildiğim kadar bilmezdi hiçbir şeyi, belki ondan böyleydi. Belki de ondan unuturdum mısraları. Pınar, onu kestiğimi anlardı. Hoşuna giderdi. Sevgilisinin yanında beni gördüğünde utanır, başı87
- Mavi Öyküler
nı önüne eğerdi. Yanındaki salağın şakalarına gülmezdi. Pınar’la tek kelime konuşmuş değilim, isterseniz bulup kendisine sorun. Hayır hayır, yalan söylüyorum. Ankara, kuru toprak olunca ben direnmeyi bırakırdım. Alem cümbür cemaat yaşardı. Ben basıp giderdim. Selçuk benimle vedalaşamazdı. Ben de bir türlü hiçbir şeyle vedalaşamazdım. Bu tuhaf hikâye hiç bitmezdi. Azalırdı ama bitmezdi.
p
“HERKES HERKESİ DÜZÜYOR” “Azize” | Sultan Yavuz Ne zamandan beri mai-siyah bir umutsuzluğa mutfağının pencerelerini açmış, günlerce ve günlerce onu beslemişti? Umutsuzluk çaresizlikten mi gelirdi? Ya boş vermişlik? Boş vermişlikle umutsuzluk arasında bir bağ vardı belki de? Evli değillerdi; sevgili hiç. İkisi sadece sevişiyordu belki de, susuyor ve sevişiyordu. Mutfağını pis işler için kullanma hakkını onlara neden vermişti; kedilerininki yetmiyor muydu zaten? Aç bir kadını beslemek için ne gerekirdi? Ne kadarı gerekirdi? Doyumsuzluk. İçini yiyip bitiren bu kurt dölü! Çık aklından kırmızı yatak! “Beynimin sol yanı sevgilim! Çıkmıyor aklımdan sevişmelerimiz. Bu mor ojeli tırnaklar başka bir sırta dantel işlerken, geçmişin ağırlığı beni öldürüyor. Beni kör ediyor, beni sağır! Öldürüyor beni bu yoğunluk. Herkes herkesi düzüyor, başım ağrıyor gelgitlerinden. Tanrı, devleti; devlet, tanrıyı; devlet, halkı; ordu, tümünü ve kadın, kocayı; koca, kadını; insanlar fareleri ve fareler insanları...” Tüm bunları düşünmek, onu aseksüel bir düşünür yapabilirdi. Onun yerine doyumsuz bir kambura dönüşmüştü. Onlarca insanın bıraktığı haz çığlıklarından oluşan devasa bir kambur. Mavi Öyküler -
88
Derin bir nefes çektiğinde sigarasından, onu içinde hissettiği o sihirli anlara geri gittiğini düşlüyor olmalıydı. Biricik aşkı; bir hiç uğruna gönderildiği ve bir hiç uğruna öldürüldüğü öcüler ülkesinden dönmeyen şerefli er. Şimdi bu ıssız parktaki her şey onu o gecelere götüren imgelere dönüşüyordu. Ağaçların güçlü dalları, ilk sonbahar esintisi, çocuğunu emziren kadının anaçlığı, kedinin vahşice yırttığı çöp poşeti; aynı güdüyle karşı koyamadığı, o geçici olmayan tek tutku... Kaydırağın sarmalından daha uzun ama onun kadar hızlı, zirveden ani bir düşüşle bedenini çarptığı toprak. Gerçek yaşam! Olanca kuruluğu, sertliği ve aynılığıyla. Gerçeklikten kaçmanın farklı yolları vardı. İnsan bir kez deneyimlediğinde süresizce o anda kalmak isteyebilirdi. Bu belki de hep kaydırağın sarmalında hiç toprağa çarpmadan hız yapmaktı. Ve şimdi geçmişi düşündüğünde, o müthiş anların tüm mucizevi yanının, sonunda o toprağa ulaşmak olduğunu anlamak, ne kadar da sevimsiz bir gerçeklikti. O gerçekliğe ilk çarpışında, tekrar tekrar yukarı tırmanırken yorulduğu o dengesiz düşüşler, ona mutlak kaçışın olmadığını ve sadece anlarla sınırlı kaldığını öğretti. Eve koştu, üstünü başını parçaladı. Çıplaktı ve çıplaklık korkutucuydu gerçek dünya için. Bakınız; delilik. Kaçabildiği tek yer orasıydı şimdi; bedenine hapsolmuş ruhunu özgür kıldığı, kimliğinden utanmadığı, cinsiyetin ruhta olduğunu anlattığı yolculukları... Gitmediğinde ya dudaklarını ya bir kalemi kemirir ya da sigarasını ısırırdı. Onlarca fanteziyle çıktığı içsel yolculuklarıydı aslında o sıcak, terli ve ışıklı anlar. Onun için bir kayboluş, karşısındakiler içinse kendi keşiflerini yaptıkları mistik bir çadır gibi. Uzun örgülerinden sıkı sıkı tutan bir yoldaş, bir daha onunla edeceği yolculuklar için gün sayardı. O mu? O hep açtı ve bu açlığın verdiği doyumsuz acı, gözlerinden dışarı bakardı. Bir dizi ritüelden oluşan ve her biri adeta bir şöleni oluşturan bu yolculuklar fon müziğinde “Ave Maria”yı yanına alırdı. Başkalarının hüzünlü orospularından ziyade başkalarının azizesiydi o ve tabii arınan daima karşı taraf... 89
- Mavi Öyküler
Küçük korunaklı mabetlerini terk etmekten hep korkan o sefil kaçak oyuncular, onun yolculuklarını vahşilikleriyle sonlandıracaklarını umdular. Ama ölümün sadece daha da aydınlattığı açık gözlerinden süzülen ışığın “siz korkaklara acıyorum” diyeceğini hesaba katmadan. Üçüncü sayfa haberleri, faili meçhul bir travesti cinayetini daha veriyordu. Sevişmeyi bilen on beş-yirmi kişilik bir grup olayı protesto ediyor ve onun dediği gibi “toplumsal düzüşmeler” artarak devam ediyordu. Mesleği başkalarına ne olduklarını anlatmak olan bir azizeydi o ama öldüğünde bunu bilen yalnızca yoldaşları oldu.
p
“HALKI KIŞKIRTIYORMUŞ, ÇOLUĞUMUZ ÇOCUĞUMUZ VARMIŞ” “Çüksüz Atlar Ülkesi” | Ruhşen Doğan Nar Körfezin bir oraya bir buraya savrulmaktan bıkmış dalgalarını ikiye ayırıyordu vapur, arkasından mavi tahtaya çizilmiş tebeşir rengi köpükler bırakarak. Vapurdan, daha doğrusu vapurun yolcularından umudu kesen martılar suya konmuş, dalgalarla beraber alçalıp yükseliyordu. Biri dışında… Martılar kendi aralarında ekonomik krizi ve krizin insanlar, dolayısıyla martılar üzerindeki etkisini tartışıyorlardı. Şu son kriz insanları öyle bir hale getirdi ki, artık bir parça simidi dahi bize fazla görüyorlar, diyordu aralarından biri. Bir diğeri ise ona hak veriyor ve yabancı şehirlerde türdeşlerinin çok daha rahat yaşadığından dem vuruyordu. Dediğine göre oradaki insanlar o kadar cömertmiş ki martılar açlık nedir bilmiyorlarmış; hatta bazıları o kadar şişmanmış ki zar zor uçuyorlarmış. Bir de bize bak, diye ekliyordu bir başkası etrafındakilere bakarak. Aramızda şişman bir martı görebilen var mı? Çünkü ben göremiyorum. Onlar sohbetlerine devam ederken Martı Za, kendini rüzgârın yumuşak kollarına bırakmış körfezi boydan boya kat ediyordu. Mavi Öyküler -
90
Hiç kanat çırpmadan rüzgârla dans ederek gökte dolanmaya bayılıyordu. Hele bir de o anki gibi karnı toksa dünyanın en mutlu martısı sayıyordu kendini. Allaha şükür, bir önceki vapurda kız arkadaşına ne kadar hayvansever olduğunu göstermek isteyen bir delikanlı sayesinde karnı tıka basa doymuştu. Tabii o kadar martı arasında beş simit parçasını (özellikle sonuncu gayet büyüktü) kapması büyük bir başarıydı. Rüzgâr sağ olsun, yorulmadan kısa sürede arkadaşı, atın yanına varmıştı. Atın kafasının üstünden uçup önüne kondu: “Merhaba at kardeş, nasılsın? İyisin inşallah.” “İyi sayılırım Za. Sen nasılsın?” “Kötüyüm be at kardeş, bugün siftah atamadım, karnım aç. İnsanlar çok cimrileşti son zamanlarda. Simit bile almıyorlar doğru düzgün. Oysa reklamlarda bile simit alın diye bas bas bağırıyorlar ileri gelenler. Alanlar ise, bir parçasını dahi bizimle paylaşmaya tenezzül etmiyor.” Martının gagasının üstündeki susam tanelerini gören at gülümsedi: “Yeme bizi Za, gagandaki susamlara ne diyeceksin?” diye sordu. “Ha, onlar mı? Onlar dünden kalma,” diyerek işin içinden çıkmak istedi; ama beceremedi. Konuyu kapatmak için hemen başka bir sohbet açtı: “Bugün bana hikâyeni anlatacaksın, değil mi? Söz vermiştin.” “Şimdi anladım neden erkenden buraya geldiğini. Zaten sebepsiz bir adım dahi atmazsın sen.” “Valla ben anlamam kardeş. Geçen gün söz vermiştin anlatacağım diye. Sözünde duracaksın.” Attan bir süre ses soluk çıkmadı: “Anlatırım, anlatırım ama senden bir ricam var.” “Buyur!” “Şu martı kardeşlerine söyle de üstüme sıçmasınlar. İkide bir gelip gelip tam kafama sıçıyorlar. Saygısızlık yapmanın lüzumu yok. Yaptıkları hayvan kardeşliğine hiç yakışmıyor, hatırlat onlara.” 91
- Mavi Öyküler
“Tamam, sen hiç meraklanma. Ben o şerefsizlerin kulağını çekerim. Sen öykünü anlat da gerisi kolay.” Oysa at nerden bilebilirdi, Za’nın her gün martılara onun kafasına sıçmalarını tembihlediğini. Ve onun martı pisliğiyle kaplanmış kafasını gördükçe içinden kahkahalar attığını. “Hadi, anlatmaya başla at kardeş. Daha işim gücüm var,” dedi ve ata biraz daha yaklaştı. “Başına gelenleri öğrenmek için sabırsızlanıyorum.” Ciddi bir ses tonuyla anlatmaya başladı at: “Başıma ne geldiyse beni yapan heykeltıraş yüzünden geldi. Avrupa’da yıllarca eğitim görmüş bu heykeltıraş, sanırım adı Hasan’dı, beni yaparken medeni ülkelerde gördüğü at heykellerine özenmiş ve bana normal boyutlarda bir cinsel organ bahşetmişti. Eğer beni yaptığı zaman o küçücük şey yüzünden olacakları tahmin edebilseydi, kesin beni cinsel organsız yapardı. Ama onda da suç yok, bu ülkede bir at heykelinin cinsel organından bile rahatsız olabilecek insanların yaşadığını aklına getiremezdi.” “Demek ilk başta çükün vardı senin.” “Tabii ki vardı. Görmeliydin hem de çok hoştu. Sanki heykeltıraş bütün yeteneğini onun için kullanmıştı. O kadar mükemmeldi ki bir bakan bir daha bakıyordu.” “Eee, sonra ne oldu?” At, o güzel günleri anımsadı, gözleri doldu: “Önümden geçen herkes en az birkaç dakikasını bana ayırır beni bir güzel incelerdi. Özellikle şeyimi…” “O kadar iyiydi yani?” “Of, keşke görseydin, sen de çok beğenirdin. Dünyanın en iyi at organıydı.” “Anlatmaya devam et, sonra ne oldu?” “Sonrası malum. Benimkini kıskanan bazı erkekler bir gece gizlice geldiler ve şeyimi kırmaya çalıştılar. Ama beceremedi salaklar. Sarhoş kafayla o karanlıkta balyozu istedikleri yere isabet ettiremediler. Yanlışlıkla gövdeme vurup karnımı parçaladılar. Sonra bağıra çağıra kaçtılar. Mahalleli toplandı ve polise haber Mavi Öyküler -
92
verdi. Benim o kötü halimi gören bazıları gözyaşlarını tutamadı. Beni o kadar çok severlerdi. Daha sonra beni heykeltıraşa götürdüler ve orada onardılar. Karnımı yeniden yaptılar, tıpkısının aynısı oldu. Ama ardından heykeltıraş hiç beklemediğim bir şey yaptı: Binbir emekle yaptığı cinsel organımı kökünden kesti. Keserken bana şunları söyledi: Kusura bakma, bunu yapmak zorundayım; yoksa seni kaldıracaklar o parktan. Belediye başkanı öyle dedi. Halkı kışkırtıyormuş, çoluğumuz çocuğumuz varmış. Ayıp olurmuş. Senin için en hayırlısı bu.” Bunları söylerken atın kara gözlerinden üç damla gözyaşı düştü: “O da istemezdi bunu yapmayı, ne yapsın böyle bir ülkede at heykeli olmak kadar sanatçı olmak da zor.” “Peki, senin çükün sonu ne oldu? Çöpe mi gitti?” “Hayır, heykeltıraş evine götürdü onu. Bir gün ülkemiz medeni bir yer olursa şeyimi yeniden takacakmış, söz verdi.” “O iş biraz yaş at kardeş. Hiçbir zaman çüküne kavuşamayacaksın, boşu boşuna umutlanma sen. En iyisi unut onu, hep böyle çüksüz olduğunu hayal et. Böylece daha az acı çekersin. Bu arada heykeltıraş keşke onu kendine saklamasaydı...” “Neden?” “Anla işte, ihtiyacı olan birine verseydi sevaba girerdi en azından,” dedi ve kanatlandı Za. “Hadi kendine iyi bak çüksüz kardeş,” dedikten sonra geldiği gibi yine atın kafasının üstünden uçarak gitti. Tabii bu sefer atın kafasına sıçarak… *** Bu olayların olduğu gece, birkaç belediye işçisi geldi ve dost kazığı yemiş gözü yaşlı at heykelini söküp belediyenin deposuna kaldırdı. Sabah, at heykelini yerinde göremeyen mahalleli belediyeye başvurdu ve şu yanıtı aldı: “Heykel çok eskimiş ve kirlenmişti. Ondan dolayı bakıma aldık. Meraklanmayın, işimiz biter bitmez yeniden eski yerine koyacağız.” Ancak dedikleri ne şaşırtıcıdır ki olmadı. At heykeli bir yıl depoda çürüdü ve sonra hurdacıyı boyladı.
p 93
- Mavi Öyküler
“CÜMLENE GİRMEYE ÇALIŞSAM AŞAĞI DÜŞÜYORDUM” “Sızı” | Yusuf Turhallı Karşımdaki kıza bakıyor olmalıydım. İlkbahardı galiba. Yok. Öyle ilkbahar mı olur? Sabahları ılık olur; akşamları sıcak. Sonbahar olmalıydı. Sabahları sıcak; akşamları soğuk oluyordu çünkü. Ve hastalanmaya yatkındım. Ya da kış mıydı? Ne önemi var gerçi zamanın, herkese göre değişen bir şey olduktan sonra. Önemli mi bunu anlatıyor olmam? Önemli ki okumaktasın. Önemli ki kâğıt kirletilmiş. Evet, karşımdaki kıza bakıyordum. Ya da karşım yoktu. Nihayet karşısı olmayan bir yer bulmuştum. Belki de bulamamıştım; boş bir odada hayaller üretiyordum götümden. Bir kız vardı ya da bilmiyorum işte bir otobüstü bu. Zaman bazen otobüs camından akan hayatı izlemektir ya... Ben mi yaratıyordum o zamanlar hayatıma giren bedenleri. Yoksa bedenler beni mi yaratıyordu? Sorulmaması gereken soruları sormaya verilmemesi gereken cevapları vermeye başladıktan sonra karar vermemiş miydim? “Babam nerede?” şeklinde başlamıştım anlamsızlık sınırını geçmeye. Babam orada değildi çünkü. Belki de başka bir yerdeydi. Ama yoktu biliyorum. Ben vardım, annem vardı, bacım vardı. O yoktu bir de evimizin tuvaleti yoktu. Pazardan alınan elbiseler giyiyorduk; mağazalar girememişti henüz hayatımıza. İlk yıkamada renk verirdi ne kadar seversek sevelim üstümüzdekiler. Ne kadar seversen sev bir kadının hayatında kadın seni bitirene kadar yok musun? Otobüstü evet. Hatırladım. Ya da hatırlar gibi oldum bunun burada bir önemi var mı yok mu sen bilirsin. Otobüstü; otobüslerdeki kızlar güzeldirler. Erkekler çirkindir çünkü ekseriya. Değil mi? Kokarlar; pistirler; deodorant bile kullanmazlar. Öyle bir kokarlar ki; konuşurken sen başka bir masada haklarında, konuştuğun kişilerin gözünde değer kazanmanı sağlar ağız kokuları. Bazı ağız kokuları geçmez oysa. Örneğin o otobüse bile onlar Mavi Öyküler -
94
olduğu için binmenin bir anlamı yoktur. Onlar senin çöpün gibi koktuğu için temizdir sokakların. Çöpün bile daha temiz kokar sana göre. Çöp kokuyorlar değil mi? Birileri kokacak ki birileri geceleri yataklarına kokmadan girebilecekler. Birileri ölecek ki birileri öldürmek için sebepler bulacak. Birileri hep bir şeyler yapmak zorunda olacak ki... Bir şeyleri hep yapmak zorundaydın değil mi? Yapacaksın da. Hayallerinin peşinden koşup günahlarına ulaşmadın mı? Ulaşmasaydın bu kâğıt parçaları elinde olmayacaktı.? Sana daha önce de bahsetmiştim anlamsızlığından yaşamanın. Anlamayacaksın da... Dur bir saniye! Sen o değil miydin? Çocukları öldürüyorlardı görüntülü kutularda; çocukların akıl sağlığı bozulmasın diye gözlerini karartıyorlardı hafiften. Belki de senin miden kalkmasın diye göstermiyorlardı acılarını insanların. Sessizdin değil mi? Ölen sen olduğunda mı acı çekeceksin sadece? Acılarını paylaştığını zannederek acılarını azalttığını düşüneceksin değil mi? Nah azalır acılar paylaşılarak. Mutluluktur o azalan paylaştıkça. Ayrıca sen kimsin ki acımızı paylaşıyorsun! Ancak adam sallandırıp ipin ucunda siyasi görüşünü bildirirsin. Çocukların yüzleri ölmekten kararırken sen acılarını paylaşıyor görüntüsüyle iyi pişmiş, sıcak yemeğini kaşıklarsın. Ya da kaşıklamazsın çatal bıçak kullanırsın. Belki de elinle yersin. Onlar büyüyemezler; sen onları öldürenleri büyütürsün ellerinle, elinden geldiğince. Otobüste karşımda oturan kıza bakıyordum. İyi giyimliydi; güzel makyajlıydı kız. Ben de kendimi yaratmaya çalışmıştım. Sen de yarattın değil mi? Al işte oradasın ve bu kâğıtlara bakıyorsun. Ne önemi var senin için bu yazılanların. Dış cephe kaplaması daha önemli olmadı mı hayatın boyunca? Kendini de önemli saydın değil mi? Dur bilmiyorsan söyleyeyim. Bir karıncadan daha önemli değilsin. Karıncaları da sen öldürmüyor muydun çocukken? Tabii onları da öldürmelisin. Çocuklar da üzülmez mesela. Öyle inandın değil mi? Biliyor muydun kimileri çocukluklarını öldürüyor acıya katlanamadıkları için? Şaşırdın mı? Sen hiçbir şeysin? Gel bu konuda anlaşalım seninle! İnsan hiçbir şey değiştirmiyorsa hiçbir şey olma sıfatını hak etmiş olmaz mı? Ne? “Değiştirdim!” mi dedin yoksa bana mı öyle geldi? 95
- Mavi Öyküler
Sosyal statünü değiştirdin değil mi? Artık o otobüslere binmek zorunda değilsin. Arabandayken acıma hakkın var bakıp balık istifine. Babanın parasını da yemiyorsun artık. Kendine yeni elbiseler aldın; rahatsın. Kullanmayacağın eşyalarla doldur evini. Farklı mısın babandan? Değiştiysen neden hâlâ buradasın. Çekip gitsene! Kalktı kız. Belki de kalkmamıştır oturuyordur hâlâ o koltukta. Belki de “Baban nerede?” diye sordu kız diye başlamalıydım paragrafa. “Baban nerede?” Alışkanlık. “Almanya’da...ydı o en son. Meyve sebze satıyordu.” “Meyve sebze satmak için Almanya’ya mı gidilir?” dedi. “Evet gidilir. Dört duvar içine tıkmışlarsa bedenini muhtemelen kendini Almanya’da düşlersin ya da ne bileyim Paris’te. Mesela benim Paris’te çekilmiş hiçbir fotoğrafım yok. Neden? Belki de Almanya’ya gidemediğimden. Belki birgün benim de çocuklarıma söyletecekler Almanya’da meyve sebze sattığımı. Ama dur! Neden sordun babamı?” “Baban önemlidir. Baban olmasa doğuramaz annen seni. Doğduğun topraklı olursun. Toprak önemlidir; kutsaldır kaderine terk edilemez.” “Beni kaderime terk ettiler ama. Onu ne yapacağız?” dedim. Sustu. Susarak bir şey anlatılır mıydı? Bilmiyorum. Belki de biliyordum ben de susmuştum. Suskunluk öylesine ağırlaştı ki; dayanamadık inmek zorunda kaldık otobüsten. Ya da ben indim o takip etti beni. Anlatmalıydım susmanın tek çare olmadığını. Konuşamadım. Belki de konuşmuşumdur. “Evet!” diye onayladı çünkü. Neyi onaylamıştı sonrasında sevişmeye başlamamızdan başka? Sevişmek unutturuyor muydu yoksa mantıkla gelen şeyleri? Ama nasıl olur bu? Sokaktaydık. Sokakta sevişmek yasaktır; cezalandırırlar insanları. Cezalandırılmamış mıydık zaten? “Hayatımın kadını sen olmalısın.” dedim nedense. Susturdu. “Olmayan hayatına olmayan kadınları doldurma!” dedi. Var mıydı? Ben mi düşünüyordum yoksa orada olduğunu? Anlamsız şeylere anlam yükleyerek geçirmedim mi zaten zamanımı boşuna? Sen de vardın orada. Evet evet. Bize bakıyordun. Söyleyecek sözlerin vardı; cümlelerin büyük harfle başlıyor, büyük harfle bitiyordu. Nasıl mı anlamıştım? Cümlelerin sonuna koyduğun Mavi Öyküler -
96
ünlem işaretleri anlatıyordu arasında üç nokta taşıdığını iki büyük harfin. Cümlene girmeye çalışsam aşağı düşüyordum. Aşağıda cesetler vardı. Sessizdi hepsi. Zaten durmadan dil kesen bir giyotin vardı yanlarında. Kollarımı kesmeye çalıştı. İntihar ederek kurtuldum. Kanatlarını kopararak yok edemezsin at sineğini savunmasında Sokrates’in. Zorlandın değil mi? Ne kadar da rahattın oysa deliğinde. O dilenciye para verecektin ruhunu kurtarmak için. Yok, olmaz artık. Götü kaybetti ruhun. Kaybedince namussuz olur değil mi insan? Sen çok namuslusun. Ruhun kaybetmiş kime ne? Nasıl olsa görmüyorlar. Görmeyen herkes kör müdür? Manyak mıyım ben? Kaçmalısın bence; kaçamazsan intihara teşebbüs edecek kelimelerin. Ölmezlerse de sakat kalacaklar. Sakat kelimeler değildir dünyayı değiştiren; yanlış öğrenmişsin. Sakat düşüncelerdir. Değişmediyse yaşamanda hiçbir şey cebindeki para miktarından başka; hangi günah yaşatabildi seni bu vakte kadar? Otobüs gitmişti. Biliyorum bildiğini. İndiğin her otobüs gider zaten. Neyse umursamayacağım seni şimdilik. Elini tuttum kızın. “Gitme!” dedim. Kayboldu. Hayal miydi lan bunca zevk? Zevk varsa sevişmek kaza süsü verilmiş bir cinayettir. Saklanamaz günahlarından o zaman insan. Belki de okuldaydım. Ta lisede. Ergen duruyordum. Evde babam vardı. Çocuk olamazdım. Bazı hayatlara babalar ergenken dâhil oluyor ya; ekmek kırıntısının kenarına tünemiş bir martı yavrusu gibi... Kader olmalıydı bu. Tanrıya inanmaya çalıştım boşluğa düşerken elimden tutsun diye. Tuttu mu? Bilmiyorum. Ama imana getiremediyse tutmamıştır diye bir düşünce kaplıyor içimi. Babam pazarcı olmuştu ve evdeydi. Yok, evde değildi. O saatte ne işi var evde. Pazara gitmiş olmalıydı artık. Babası pazarcı olduğu için utanmalı çocuklar babalarından. Belki de utandığım gün martı yavrusu kırıntıyı yemişti. Düşer tabii sonra. Ağlıyor muydum? Kız dönüp elimi tutmuş muydu? Nasırlıydı ellerim. Duramadım orada ben de! Şimdi tam burada sen bu yazıda olmadığını iddia ediyorsun değil mi? Hâlbuki dâhilsin her yerine bu sessizliğin. Sen sustukça sıra bileklerime geliyor. Sen sustukça sıra sana gelmeyecek 97
- Mavi Öyküler
de emin ol bundan! Sen sustukça bir akbabanın ölümüne yas tutacağı bir çocuğun fotoğrafına ağlayacaksın. Sen suçsuzsun; fotoğrafçı ölü; çocuk kör; akbaba suçlu. Gözlerine mil çekip, kulaklarını kesip, dudaklarını birbirine dikmelisin. Dur! Sen yapamazsın. Gel! Ben yapayım; caniyim artık. En son bileklerimi kesmiştim kulaklarımı keseceğime. Ölmedim ki sen de okuyorsun bunları. Yaralarıma bir miktar Eiffel sürdüler; iyileşemezdim yoksa. Eyfel değildi. Öyle olsa gerçek olmazdı yaşadıklarım. İyileşmek ister miydim? Hadi uzak git pis kokuyor nefesim. Ardından, yürümeye başladım nedensiz. Kızlar beğensin diye mi güzel giyinmiştim? Okula gidiyor gibiydim. Lise olamazdı ama. Sakalla almıyorlardı kapısından lisenin. Onsuz da giremiyorsun içine bir kızın ama. Bakıyorlardı. Bıyık da olabilirdi yüzümdeki. Neden olmasın? Ağlamıyorum artık hatırlayamadığım kaybolmuş anılarıma. Kız tekrar çıktı karşıma. Yoksa tekrar o otobüse mi binmiştim. Deniz geçiyordu altımdan nasıl olur? Kendimi korkuluk gibi hissediyordum. Sadece kız vardı. Arka planda seçemediğim acılar... Seçmece karpuz gibi yükleniyorduk omuzlarımıza hayatı. Yapamadım ama. Kaldıramadım. Düştüm. Gözler kör oldu sonra. Korkma anne! Artık intihar etmeyeceğim.
p
“UÇTUM, ÖZGÜRLÜĞE DOĞRU” “Tırtılış” | U. Şahin Tağı O sıcak yaz günü gökten yağdıklarında, şaşkınlığımın yanında kötü bir şeylerin olacağını da sezinlemiştim… Akşam olmuştu, işten eve gidiyordum. Her zamanki gibi trafik sıkışıktı ve radyoda herhangi bir kadın yine diğerleri gibi herhangi bir şarkıyı, herhangi bir şekilde söylüyordu. Yorgunluk içimi kurutuyordu. Eve gidip, annemin hafta sonu yaptığı yemeklerden biriyle, iki üç şişe bira ve rahat bir koltuğun hayalini kuruyordum. Annem, ablamla şehrin diğer yakasında yaşıMavi Öyküler -
98
yordu. Ablamın akıllı ve minik bir kızı vardı ve iyi bir kolejde burslu okuyordu. Sanırım ablamdan daha çok seviyordum onu. Annem, hafta sonları ablam ve yeğenimle gelir, evimi temizleyip, ütülerimi yapardı. Ben de yeğenim ve ablamı alıp sinemaya veya sahile götürürdüm. Eve döndüğümüzde saklama kaplarına sıkıştırılarak dolaptaki yerlerini almış yemekler hazır olurdu. İşte o yemeklerden en sevdiğim zeytinyağlı baklayı ve yanında açacağım soğuk şişe biraları düşünürken çakan şimşek trafikteki korna seslerini bile susturmuş, tüm hayalleri uçurmuştu. Gök gürlemesi herkesi şaşırtmıştı çünkü ne haberlerde ne de görünürde yağacak bir damla yağmur gözükmüyordu. Hayalini kurduğum baklaların arabamın camına patır patır döküldüğünü görünce şaşkınlıktan öndeki arabaya çarptığımı bile fark edememiştim. Gökten yağan şeyin tırtıl olduğunu anladığımızda ne arabayı ne de baklayı umursuyordum. Bence kesinlikle görülmesi gereken bir manzaraydı. Akşam haberlerde buna bir fırtınanın sebep olduğunu öğrenip rahatlasam da, baklayı yiyemeden çöpe dökmüştüm. Tırtıllardan temizlenmiş yollarla beraber yine hayat rutinine dönmüştü. Hafta sonu yeğenim ve ablamla balık avlamaya gitmiştik ve inanılmaz eğlenmiştik. Bu sefer evden çıkmadan anneme bakla yapmamasını rica etmiştim. Sanırım bendeki bu etki dışında kimselerin aklında o güne dair bir şey kalmamıştı. Ta ki saçında bir tek tel bile kalmayan insanların akını ile hastanelerde doktor kuraklığı ve koridorlarda sıra kavgaları baş gösterene kadar. Televizyonlarda bu konu üstüne tartışma programları ve paneller düzenleniyordu. Sabah programlarında kadınlar tırtılları konuşuyordu. Her program ve araştırmanın sonunda bu vakaların tırtıl yağmurundan sonra oluştuğu fikri çıkıyordu. Maalesef tırtıl yağmurunu da her zaman yaptığımız gibi hemen unutmuş olsak bile, bu sefer farklıydı ve bizi saçlarımızdan etmişti. Ben ve çevremdeki herkes artık neredeyse keldi. Bu kellik bazıları için dayanılmaz bir şeydi ve intihar edenler çoğalıyordu. Bir yandan devlete karşı protestolar yükseliyor, diğer yandan bazıları dünyanın sonunun geldiğini iddia ediyordu. Bunun üstüne bir takım önlemler alınmıştı. Moda, sanat, sanayi, siyaset, spor kendini yenilemeye değiştirmeye başlamıştı. Dizilerde kahramanlar kel ve mutlu 99
- Mavi Öyküler
gösteriliyordu. Keloğlan maceraları sinemada en üst sıralara kadar yükselmişti. Zamanla insanlar kendilerini buna alıştırmış, dik çıkan sesler azalmıştı. İnsanların bakışları bile yavaş yavaş değişiyordu sanki. Kısaca düzen düzenleniyordu. Bu arada ben hâlâ bakla yiyemiyordum. Sonra bunun bir başlangıç olduğu anlaşıldı. Ben yine biramı, televizyonun karşısında içerken keyifle, insanlar yeni çıkan bir çift kolun yararlı mı- zararlı mı olduğunu tartışıyordu. Evet, artık kollarımızın altında bir çift yeni kol çıkıyordu. Benim de yavaş yavaş yeni kollarım uzamaya, gelişmeye başlıyordu. Niye bilmiyorum ama yeni çıkan kollarım bana mutluluk vermişti. Fakat bütün kollarımı aynı anda, aynı serilikte kullanamıyordum. Elbiselerimi yenilemek de baya pahalıya mal olmuştu. Mağazalar insanların akınına uğruyordu. Hem kel hem de dört kollu olmak sanırım bu açıdan bazılarının yüzünü epey bir güldürüyordu. Dört kolu etkili kullanma konusunda bir eğitim programına katılmıştım. Kollarımızın dinamiğinin tırtıl kelimesinin içinde yattığını söylemişti hocamız ilk derste. “TıR-Right” ve “TıL-Left” anlamına geliyormuş. Tır dediğinde sağ, Tıl dediğinde sol kollarımızı oynatıyorduk. Tır-tıl, Tır-tıl, Tır-tıl… Ve sonunda öğrenmiştik. Bazı mutaassıp kurslarda sarımsak ve soğan şeklinde öğretiliyor gibi bir şeyler de duymuştum. Artık hem rapor yazıp hem de yemek yiyebiliyordum ama maalesef baklayı hâlâ yiyemiyordum. Yemek düzenlerimiz ve zevklerimiz de değişiyordu. Annem artık hafta sonu geldiğinde yemek yaparken aynı anda ütü yapabiliyordu. Ben mangal yaparken, telefondaki arkadaşımla sohbet edebiliyordum. Eskiden iki kolla işleri nasıl yetiştirdiğimizi düşünür olmuştuk. Yirmi parmak daktilo yazamayan sekreterler ayıplanıyor, yeni kollarını etkili kullanamayan yaşlılarla dalga geçiliyordu. Bu dönem çok hızlı ve güzel gelişmişti ama kısa sürmüş, yeni problemler çıkmaya devam etmişti. Bacaklarımın dizden aşağısını hissetmekte zorluk çekiyordum. Bacaklarım vücudumu taşıyamaz duruma gelmişlerdi ve TV karşısında oturup birkaç bira içmek her şeyden daha zevkli geliyordu. Televizyonda diğer insanların da bu tarz şikayetleri olduğunu öğrendiğimde artık Mavi Öyküler -
100
yataktan çıkamaz duruma gelmiştim diyebilirim. İşe gidemediğim için patronumun beni kovacağı düşüncesi ile sabah programında çıkan doktorun bu konudaki görüşlerini dinledim. Kısa süreceğini söylüyordu. Bir şeyler yemek için yataktan çıkmam gerekiyordu ama bunu yapamıyordum ve zaten bu hafta sonu annemlerde gelmemişti. Pencerenin önündeki saksılar dikkatimi çekmişti. O güne kadar çiçeklerin ve yapraklarının bu kadar lezzetli olabileceğini hiç tahmin etmemiştim. Sanırım artık bakla yemek hiç istemiyordum. Tam bir hafta süren ağrılı ve sancılı dönemden sonra herkes gibi ben de bacaklarımın son haline alışmaya çalışıyordum. Dizlerimden aşağısı artık yoktu. En kötüsü artık dik yürüyemiyorduk. Mecburen eğilerek yürüyorduk. Yeni çıkan kollarımız şimdi daha da anlam kazanmıştı. Bir yandan yürüyüp diğer yandan çanta benzeri şeyleri taşımak, tokalaşmak veya el ele tutuşmak için onlara fazlasıyla ihtiyacımız vardı. Yine moda, spor, sanayi değişmek, evrimleşmek zorundaydı ve büyük bir hızla değişti, yenilendi. Bu halimizle aslında daha hızlı yürüyebiliyor ve daha az yoruluyorduk. Herkes önüne bakmak zorunda kaldığı için işler daha hızlı çözülüyor, insanlar arasında kavgalar azalıyordu. Kısaca işler yine yoluna girmeye başlamıştı. Bazı küçük gruplar hâlâ dik yürümeyi savunuyor, bu değişimi reddediyordu ama istemeseler de bu sistemde yürümek zorunda olduklarını kabulleneceklerdi. Tır-tıl, tır-tıl, tırtıl… Çarşamba sabah işe gitmek için uyandığımda kendimi bir yün yorgana veya ona benzer bir şeye sarılmış ve bağlanmış şekilde bulmuştum. Bunun nasıl veya kimler tarafından yapıldığını bilmiyor fakat düşünmek de istemiyordum. O kadar yorgundum ve uyku o kadar tatlı geliyordu ki uyumaya devam ettim kaç saat uyudum bilmiyorum ama arada uyanıp tekrar uyuyordum. Karnımın acıktığı ve kendimi çok güçlü hissettiğim bir noktada uyanarak yorgandan çıktım. Kendimdeki değişiklik hayretler ötesi bir şaşkınlığa yol açmıştı. Kanatlarım çıkmıştı ve sanki boyum uzamış biraz da irileşmiştim. Çok güçlü ve iyi hissediyordum kendimi. Pencereyi açıp uçmaya başladım. Uçtum, özgürlüğe doğru içimde bir burukluk, çünkü işte o an anlamıştım bu özgürlüğün sadece bir gün süreceğini ve o an tekrar bakla yiyebil101 - Mavi Öyküler
meyi hayal etmiştim ama sanırım her şey için artık çok geçti… Kan ter içinde uyandığımda saat 03.22’yi gösteriyordu…
p
“ZAMANLARI BELİRSİZ ERGENLİKLER ÇAĞI” “Geçkin Düşler Defterinden” | Işıl Bayraktar Bir gürültü yansımalarıydı kulağıma doluşanlar. Sanki dünyanın bütün sesleri dibimde, etrafımda birleşmişler ve sesli bir bando korosuna ev sahipliği yapıyorlardı. Ben bu gürültünün ortasında kalakalmış, kendine ne tarafa kaçsam diye sorular soran bir zavallı, çaresiz mi çaresiz bir yolcuydum. Öyle ki yollardan keyif alan ve kalabalık gürültülerde yalnızlığımı bulduğumu düşünen ben, şimdi bu gürültülerin arasında hayatımda hiç duymadığım seslerin olabilme ihtimaline dünyaya gözlerini yeni açmış bir bebeğin şaşkınlığına benzer bir şaşkınlıkla bakıyordum. Böyle sesler olabileceğine ihtimal vermemiş olabilmeme şaşırıyordum. Ben, ihtiyar ben, yıllanmış ben, bir Süryani şarabının ekşi tadında yüzünü buruşturmayacak kıvama gelmiş ben, geçkin ben, sarhoşlukların şifresini bulduğunu düşünen, her türlü sarhoşlukla dalga geçme kıvamına gelmiş ben, şimdi hiç duymadığım karınca gürültülerinin arasında feleğini şaşırmış, bir oraya bir buraya koşturuyordum. Koşa koşa kaçıyordum. Gürültüler dokunuşumdaydı, sigaramdaydı, anlamlandıramıyordum. Bu yaşımda anlamlandıramadığım şeyler oluşuna çok kızıyordum, daha geçen gün yirmi beşlik genç dostuma akıl hocalığı yapmıyor muydum? Hey hat! Bunalımlı ve karabasanlı bir ihtiyar olmuştum ben. Zaten ergenlik çağı dedikleri şeyin gençlikte olduğuna da inanmamaya başlamıştım artık. Tamam, gençlikte oluyorsa oluyordu. Ama o en zayıfı ve en bunalımsızıydı, buna emindim. Yeni yeni anlıyordum. Yoksa ikinci ergenlik Mavi Öyküler -
102
ve üçüncü ergenlik ve hatta zamanları belirsiz ergenlikler çağı adında bir şeyler kesin vardı. Yirmi beşindeki kız çocuğuna açmazlarının sebebini sorduğumda aldığım cevaplarla nasıl dalga geçtiğimi şimdilerde iyice hatırlıyordum. Geçer, geçer… deyişlerim karabasan gibi üstüme çöküyordu. Nasıl geçecek sorularına zamanla diyordum, aynada klişeliğimle dalga geçen kırışmış suratımın aksinin kaşlarını kaldırmasına rağmen. Oysa ne zamanından bahsediyordum! Zamanla derdi olan, zamanları uzatma kavgasında sancılarımı hep üst bir zemine oturtmaya çalışan ben, şimdi o üst zeminden dünyaya baktığımı düşündüğüm bir noktada birden kendi alt zeminime kayıveriyordum! Kaçıncı ergenlikteydim ben böyle? Önümden gülüşerek geçen gençlere bakarak, boşvermeyin boşvermeyin, diye diye yaşlı edebiyatı çevirmiyor muydum sürekli? O yaşlı edebiyatından zevk alan yirmi beşliklerin de hevesini kırıveriyordum böyle kendi bunalımlarımla. Üst zeminde olduğunu sanan bu genç arkadaşlarıma bir üst zemin olmadığını ya da benim gibi entelektüel geçinen bir ihtiyarın bile günün birinde üst zeminden tepetaklak aşağılara bir yerlere kayıvereceğini –bu kayıverme ihtimalinin her zaman olduğunu– nasıl anlatmalıydım? Nihai bir son-bir varış derdindeki genç arkadaşlarım, gece gündüz hırpalıyorlardı kendilerini. Her güne yeni bir cümle bulmaya, cümlelerde anlam arayışına, hayatın kendisine kafayı takmışlardı. Kızamıyordum, eleştiremiyordum, ben de öyle değil miydim? Yoksa geçilen yollar hep aynı mı olacaktı? Aynı olsun istemezdim. Hayat kendini gözümün önünde tekrar edemezdi, bu sefer ben ona olan inancımı yitirir, kimselere hayatla ilgili bana ait olduğunu düşündüğüm cümleler kuramazdım. Hayatın kendisini tekrar etmesine izin vermemeliydim. Gidip, genç arkadaşlarıma ‘bir dakika’ demeli, bana kızsalar da sövseler de, yaşlılığımda geçirdiğim hezeyanları onlara anlatmalı, salt yirmilerinde çözülecek bir anlam kavgası olmadığını anlatmalıydım hayatın. Gözümün önündeki bu debelenişleri, zamanı yakasından paçasından çekiştirmek ve o ‘ulaşabileceklerini düşündüğü evre’yi yakalama çabasına teslim olmaktı. Kendilerini ve ruhla103 - Mavi Öyküler
rını rahat bırakmalarını söylemeliydim onlara. Söylemeliydim söylemesine ama ben de onların yaşındayken bir ihtiyar karşıma geçip, şimdi onlara söylemeyi planladıklarımı söyleseydi, onu dinler miydim, işte ondan emin değildim. Koşup duran ve kendi anlamlarında kaybolan ve bir yol tutturamayan bu gençlere, benim de kaybolup durduğumu ve anlamların değişebileceğini bir şekilde söylemeliydim. Şimdi etrafımda dolaşan bu gürültülerin arasında nasıl bunları düşünebiliyorsam, bizi takip eden pek çok farklı sesin ortasında her an bir öncekinden farklı şeyler düşünebileceğimizi, onlara canlı canlı göstermeliydim. Soyut gençlerdi, anlarlardı beni. Gürültüleri anlattığımda, onların kendisindeki kimi karışıklıklara benzediğini düşündüğünü benim yarı yaşımdan küçük şu yanımdaki kız söylememiş miydi? Ondan önceki sohbetimizde de onun yanındaki genç erkek beni anladığını söyleyip durmuyor muydu? Zaman bir garip kavramdı, azizim. Bazen, neysek o oluyorduk, değişmiyorduk; bazen de öğrendiğimiz yenilikler doğrultusunda değişiveriyorduk. Düşüncelerim kafamda gidip geliyordu ama üzerimdeki kapana kısılmışlık hissi bir türlü geçmiyordu. Sesli sesli bağırmaya başladığımı yanımdaki genç arkadaşımın beni sarsmasıyla fark ediyordum. Bağırıyordum ve koşuyordum. Gürültüler arkamda kaldı sanıyordum, ama hayır, gürültüler de genç arkadaşlarım da benimle birlikte koşuyorlardı. Ve biz gürültülerden arınamayacağımızı bildiğim uçsuz ve engebeli bir zamana doğru koşuyorduk. Ben biliyordum, onlara da anlatacaktım.
p
“KUŞ OLUP UÇULMAZ MIYDI?”
Mavi Öyküler -
104
“Asansör” | Kevser Ruhi I Biraz sonra yönetim katındaki toplantıda buluşacaklarından habersiz, asansörde bulunan bu üç kişinin ortak yönü aynı işyerinde çalışıyor olmak. Göz aşinalığı sadece... Işıkların bir an sönüp tekrar yanması, asansörün kısa duraklamadan sonra gidilmek istenen yönün tersine hızla yukarıya çıkması, hepsinin gözlerinden saçılan korkuyu dört metre kareye yığdı. Kadın kıpırtısız kaldı. Siyah saçlı delikanlı –yirmi beşinde ya var ya yok– şaşkınlığını kısa bir ünleme sığdırdı: “Hoppalaaa!” Jölenin sultasında arkaya taralı, simsiyah saçları onun kadar şaşırmadı, kıpırdamaları yasaktı galiba. Kumral seyrek saçlı, kelli felli adam, korkudan kanatlarıyla kendini oradan oraya atmaya başladı. - Arızaya haber verelim! Genç adam ve yaşı anlaşılmayan kadından ses çıkmadı. O da yanıt beklemedi zaten: - Aloo! Yirmi üç yirmi üç değil mi? Asansör arıza? Biz asansörde mahsur kaldık! Hızla üst katlara çıkan asansör durur gibi oldu. Yine hızla –herhalde– en alt kata indiler. - Bir çıkıyoruz, bir iniyoruz! Yere çömelmişti. –Aniden yere çakılırlarsa belini korusundu– Kat numaralarını gösteren panelin altında küçük bölmedeki “asansörde kalındığında kullanılacak” telefon sağ elindeydi, öbür elini kabinin duvarına yapıştırdı. Böyle yaparsa asansöre söz geçirebileceğini düşündü belki. - Bir şeyler yapın kardeşim! Sesindeki buyurganlık “Daire Başkanı” olduğunu anlatmaya yetmedi. –Ölüme emir komuta sökmüyor– Tanımadığı iki kişiyle ölüme gittiğine iyice inanmıştı. Yanındakilerin tepkisizliği onu hiç tanımadığı başka bir kişiyle, arıza teknisyeniyle yakın olmaya itiverdi; “kardeşim”… “Kardeşi”nin işi ağırdan aldığını mı sandı da sinirlendi; yanındakilerin umursamazlığı mı telaşını 105 - Mavi Öyküler
artırdı, belli değil. - Çabuk olun biraz! Üç kişiyiz... Kaç kişi oldukları sorulmamıştı ki. “Kardeşi”ni ilgilendiren oradaki insan sayısı değil, hangi asansörde arıza çıktığıydı. - C blok asansöründeyiz… Saat on altıyı yirmi altı geçerken adamın içinden asansöre, teknolojiye, korkaklığına, sarsaklığına, en fazla da fantezilerine sunturlu küfürler geçiyordu. (Sen kumral bir diyalogsun öyküye devinim katmaya çalışan... Bu çabana karşılık yazar senin iç dünyanı ortalığa dökmeyecek.) II Günlerdir içinde kavrulduğu acı öte geçede kaldı. Şu ana dek, ölümü çok yakınında duyan biri aklından neler geçirir; hiç düşünmemişti. Saatine baktı; on altı yirmi altı, toplantıya dört dakika kalmış. Boşluğa düşme duygusunu korku ve telaş içinde yasayanlardan biri o değilmiş gibi asansörden erinçle çıktı. Yaşananların hesabı yapıladururken, an gelir, elde kalan ne ise, apaçık görünüverir insana. Gözün ve gönlün aymasıdır. “Bundan sonra yaşamımda keşke’lere yer olmayacak” dedi. “Benim acıyla yüzleşmem bitti. Sevinçlerimi bulmalı, onlara sığınmalıyım.” Asansördeyken, yapmak isteyip de erteledikleri için hayıflanan kadın değildi artık. Bu gece kırmızı şarabı mutlaka içecek. Evden çıkarken çiçekleri sulamadığını anımsamıştı bir de. Yokluğu çiçeklerinin solmasıyla başlardı. Masa, sandalye, kitaplar daha bekleyebilir, umut edebilirler. Ama çiçeklerin umudu çabuk sönerdi. Ölüme bu kadar yaklaşmışken tek düşündüğü çiçeklerine ne olacağı mıydı? Tuhaf... Yaşamla ölüm arasındaki çizgide, tohuma kaçmış iki fesleğen, üç saksı reyhan, dört-beş Cezayir menekşesine mi vermişti önceliği? Bu kadar mı unutmuştu Mavi Öyküler -
106
onu? İçine hançer hançer kazınan “gidiyorum” sözcüğünü? Kokusunu? Bir reyhan kokusu kadar da mı kalmamıştı gözlerinde? Teninde? Ne tuhaf, ya da şöyle demeli; ne güzel! (Sen ayrılık kokulu ince bir reyhan dalısın bu öyküye uzanan. Yazar seni sarısabır çiçekleriyle karşılayacak.) III Asansör çağırma düğmesine basmadan önce, cep telefonundan Aslı’yı aradığında saat on altıyı on altı geçiyordu. “On altı dakikadır senin evindeyim” demişti Aslı; beklediğinden erken gelmiş. “Anahtarı kapıcıdan aldım. Erken çıkamaz mısın?” Bunun olanaksız olduğunu, bir toplantıya girmesi gerektiğini, ama altıda koşarak eve geleceğini söyledikten sonra asansörün kapısı açılınca “görüşürüz” diyerek telefonu kapatmıştı. Girerken iki kişiyi başıyla selamlayıp, aynadaki kendine fiyakalı bir bakış fırlattı. Kravatını laf olsun diye hafiften sağa sola çekeledi. Beklemeye başladı. Gözlerine kim baksa, iki saat sonra sevgilisini kollarına alacağını görebilirdi, ağzından o kontrolsüz “Hoppalaaaa!” fırlayana kadar... Çabuk toparlandı. “Şu adamın telaşına bak” diye düşündü. “Ne yani, ölecek miyiz? Hele ben, Aslı’ya sarılamadan...” Görüşürüz denmişse –ki az önce dedi– illa ki görüşülecek... Kim engelleyebilir? Bir aydır görmediği Aslı’sı, ılık sesi, rüzgâr saçları ve üzüm gözleriyle evde onu beklerken, duvargeçen olunmaz mıydı? Kuş olup uçulmaz mıydı? (Sen Aslı’nda hayatsın, öyküye aşk dolu bir son bağışladın. Yazar sana teşekkür ediyor...)
p
“ÖYLEYSE İŞTE; HER ŞEY BOŞ!”
107 - Mavi Öyküler
“Dolunay Partisi: Domuz Çukuru Koyu, Hatıralar ve Hüzün…” Hikmet Temel Akarsu Domuz Çukuru Koyu’nda dolunay belirdiğinde ilk kez sigarasını yakmakta tereddüt etti orta yaşlı adam. Tüm gününü yeniden ve yeniden yaktığı sigarasının ucunda beliren alevin, pervasız bir şekilde kâğıdı eritip, aymaz bir şekilde parmaklarına yürüyüşünü izleyerek geçirmişti. Hüzünlenmek için her şeyin elverişli olduğu bir zaman diliminde bu yaralayıcı duyguya bir daha teslim olmamak için yeminler üzerine yeminler etmişti önceki haftalar boyunca. O nedenle gözünde biriken yaşların gün boyu içinden çıkmadığı mavi dünyanın tuzlarından olduğuna inandırdı kendini. Haftalar süren ve arabanın gaz pedalına, kurşunlanmış bir gövdeye tampon basar gibi tutkuyla bastığı günlerin sonunda, Beydağları’ndan, safari mağlupları gibi, tortop olmuş bir toz yumağı halinde Akdeniz’e düştüğünde ruhunu yatıştıracak yalıtılmış dünyayı aramaya koyulmayacaktı. Çünkü onu nerede bulacağını biliyordu. Yalnızlığın bitirici suskunluğuna alışkın orta yaşlı adam bir gece önce, ay göğe tırmanmak üzere ortaya çıktığında, Domuzcuk adlı minik tekne ile, bir başına getirilmişti kara yolunun olmadığı koya. Elektriğin olmadığı Domuz Çukuru’na, meşaleler yerleştirilerek aydınlatılmış plaj alevlerinin arasından geçerek girdi. Bana bile yabancılaşmış bu yalnız adam bendim işte… Doğru düzgün ilan edilememiş bir partinin davet edilmemiş konukları suskun ve sedasız yaz çardakları arasında içkilerini yudumlarken Karaib Adaları’nda zenci bir kadının kollarında uykuya daldığım geceyi anımsadım. Kötücül kovboylar gibi kıvrıldığını hissettim dudaklarımın. Kendimden utandım. Yine de doğruca bara gittim. Birkaç tahta perde ile birkaç sazdan oluşan barda Dolunay Partisi’ni ciddiye almış birkaç adam hâlâ hummalı bir çalışma içindeydi. Hummalı çalışmadan kasıt sadece ve sadece beyaz bezden yapılma yonca şeklindeki sahne dekorunu ağaçlar arasına germekten ibaretti. Böylece sınırsız, bitimsiz bir Mavi Öyküler -
108
doğa parçasının bir noktası sınırlandırılmış olacak ve orası dans için seçilmiş bölge, partinin odağı veyahut da doğa diskosunun merkezi kabul edilecekti. O sırada yanı başında duran esmer barmene olabilecek en absürd soruyu sordu Antik İskandinav Kraliçelerini anımsatan “cool” bir kadın: “Kaç litre mazotumuz kaldı?” Yadırgadım ve şaşırdım. Ama susmayı tercih ettim. Böylesine hoş bir gecede böyle bir soruyu neden sorardı böyle bir kadın?! Sorunun, barmen tarafından, yaşam kaygısına kapılmışlık endişesiyle ciddi ciddi yanıtlandığını farkettim; “Sanırım birkaç saat şarkılar bizlerle olabilecek…” “Buna sevindim!” dedi hüzünlü bakan sarışın kadın. O anda neler olup bittiğini anladım. Birazdan çalışmaya başlayacak jeneratörün son damla mazotlarının da müzik için ayrıldığını fark ettim. Hoşuma gitti bu yokluk hali. Az sonra müzik çalmaya başladığında bir kadeh buzlu Scotch istedim. Scotch olmadığını söyledi genç adam utangaçça. Öyleyse buzla içilen herhangi bir şey vermesini söyledim. Bu kez yine utangaçça buz da olmadığını söyledi. Çünkü bütün mazot müziği çalabilmek için ayrılmış, gün boyu jeneratör çalıştırılmamıştı. Buz imal edilememişti. Mevcutların da hepsi erimişti. Gülümsedim kendi kendime. Bu yoksunluk duygusu kesinlikle hoşuma gitmişti. Ne olsa içebilirdim artık. Yeter ki içinde alkol olsun. Rom, mohito ve ardı sıra tekila istedim. Sıcak da olsa razıydım. Hiçbiri yoktu. Sadece sonsuza kadar yetecekmiş gibi duran sıcak bira ve tanıdık bir eski zamanlar adamının gelirken yanında getirdiği bir kasa nadir içilen sert Türk rakısı vardı barda. Rakı içip içemeyeceğimi sordum bardaki genç adama; “Olabilir,” dedi. “Zaten başka çare yok gibi gözüküyor?” Gülümsedim. İçkimi sek aldım. Arkama döndüm. Jeneratör, mazot ve müzik sözcüklerini birleştirip esprili bir tümce kurarak patroniçe olduğunu sonradan kavradığım İskandinav Kraliçelerini anımsatan kadına söylemek istiyordum. 109 - Mavi Öyküler
Kaybolmuştu ortalıktan. Geriye döndüm. Eski zaman aşklarından söz eden tuhaf bir İngilizce şarkı duyuldu o anda. Sistem çalışıyordu. Son mazotlar, son paralar, son jeneratör çırpınışları ve soğutulamamış içkilere daldırılmış tepkisiz yüzler belirdi ortalıkta. Birkaç da ışık yandı. Mutlu oldum. İlan edilmiş Dolunay Partisi’ne ne kadar az insanın katıldığını fark ettim ve bundan da mutlu oldum. Carribean giysili, rasta saçlı, ince, uzun boylu genç bir adam sofistike müzik insanlarına yaraşır bir şekilde iptidai bardan içeri daldığında, “reggae” çalacağından neredeyse emindim. Fakat “cool” duruşlu adamın parmaklarının altında laptop’un ışığı belirince tereddütte kaldım. Birazdan ortaya çıkan “new-age” müziği; nasıl diyeyim uçurucuydu işte… Geri göndüm ve meşalelerin arasından geçip iskeleye yürüdüm. Sırf ben ayrıldım diye partinin ıssızlaştığını hissettim. İşte ben bu nedret halini sevdim. Dolunay gökte yükseliyordu, birkaç kent kırığı adam çardaklarda uzanmış hayat hakkındaki fikirlerini gözden geçiriyordu. Bavyeralılara mahsus, tüylü fötr şapkasıyla plajda tebarüz eden beyaz tenli genç Alman kadın, yanından hiç ayrılmayan sevgilisiyle kendisine yine bir meşgale bulmayı başarmıştı. Çakıl taşları topluyorlardı dolunayda. Gün boyu güneşin altında kendini erimeye terk etmiş Fransız kadın ise yalnızlığını tekrarlamak için bu kez dolunayın altındaydı. Biraz ilerideki hamakta uyuyakalmış genç İngiliz, uykuda bile bira şişesinin elden düşürülmeyebileceğini kanıtlayan bir mantık problemi gibi upuzun yatıyordu. Plajın uzak bir noktasında ateş yakmış genç kadınların genç erkeklere küçük tefek öpücükler verdiklerini görüyordum. “Dolunayda neden ateş yakar bir insan?” diye mırıldandım kendi kendime… Aynı anda alevlerin yalımları arasında şiir okumaya çalışan bir Alman kadının söylev verir gibi elindeki kâğıda bakıp kollarını karanlık denize doğru savurduğunu seçebiliyordum… Şiirin insanlığa geri döndüğüne tanık olmak her şeye rağmen çok güzel gözüküyordu. Kumların üzerindeki uyku tulumlarının içindeki kıpırtılar ise hippi çağı sevişmelerini Mavi Öyküler -
110
anımsatır gibiydi. Anımsadım, anımsadım… Her şeyin nasıl bu hale geldiğini anımsadım… Nasıl da her şeyin kötü gittiğini… 2000’li yılların Kelebekler Vadisini, 90’ların Olimpos’unu, 80’lerin İztuzu’nu, 70’lerin Mocamp X’ini, 60’ların Sultanahmet’ini, Pudding Shop’u… Ve tükenişe giden yolu… Uzaktan partimize katılmamış davetsizlerin suskun yoklukları ve görünmez dansları duyumsanıyor ve sadece ve sadece son litre mazotların bize sunduğu “new-age” melodileri tınlıyordu. “Hayat neden böyle?” diye sordum kendi kendime. Bu kez sahile vurmayan dalgaların sessizlikleri yanıtladı beni. “Peki ben ne istiyorum bu hayattan hâlâ arsızca?” diye sordum bu kez. Olmayan sevgililerin fısıltılar arasına karışmış öpüş seslerini duydum kulaklarımda. “Öyleyse işte; her şey boş!” dedim kendi kendime. Gariptir. Bu kez yüksek sesle söylemişim bunu. Arkamdan bir kadın sesi yükseldi; “İyi misiniz?” Dönüp bakmadım. Bu sesin sahibinin kim olduğunu bilmek istemiyordum. Gerçek o anda bana lazım olan en son şeydi. Ben sadece ve sadece bu sesin verdiği imgeler üzerinde önümüzdeki birkaç günü acısızca tüketmeyi düşünüyordum. Çünkü iyi değildim. Ve hiç kimse bana iyi olmadığım zamanlarda “İyi misin?” demezdi. Kötü şanstan mıdır yoksa başka nedenden mi bilmem; hep iyi olduğum zamanlarda bu soru sorulurdu. Oysa iyi olduğum zamanlar artık anımsayamayacağım kadar uzaklarda kalmıştı. Kuşkusuz onunla birlikte “İyi misiniz?” sualini soran kadınlar da… Her neyse… Şimdi bunların zamanı değil. Temmuz duyarlılıklarında uzaklardan geçen teknelerin suskun ilerleyişleri arasında dolunayı izleme zamanıydı. Dolunay’ın derinliklerinde kaybolma zamanıydı. Terk edilmiş doğa tavernamızda ılık içkilerini alıp hamaklara ve 111 - Mavi Öyküler
tulumlara ve çardaklara çekilmiş genç adamlar ve genç kadınlar büyülenmiş gibi gözlerini dikmiş olarak, zeytin ağaçlarının arasından dolunaya bakarken yerimden kalktım. İskelenin üzerine çıktım. Yavaş ve küçük adımlarla iskelenin ucuna doğru yürümeye başladım. “Yalnızlığın ve hayal kırıklıklarının yorgun adamı bir gün yaşamına son verecekse eğer neden burayı ve bu dondurulmuş anı seçmesin?” diye sordum kendime. Birkaç adım daha attım ileriye. O esnada müziğin dönüştüğünü duydum. Ve arkamdan yükselen kimi ışık hüzmelerini duyumsadım. Geri döndüm. İskandinav Kraliçeleri’ni anımsatan kadın kumsalda Şaman dansı yapıyordu. Çepeçevre döndürdüğü ve anlam veremediğim bir şekilde sürüklediği sopalarının ucunda yanan alevler gece karanlığına dokunduğunda, unutulmuş bir dilin çözülememiş sembollerinden bir öykü anlatıyorlardı adeta. Bu sembollerin oluşturduğu sözcüklerin neyi anlattığını çözmeyi; en azından yorumlayabilmeyi denedim. Başaramadım. Orada bir şey yazdığını bilmek ve bunun ne olduğunu anlayamamak belki de en iyisiydi. Buna karar verdim. Elimi cebime attım. Bir sigara çıkardım. Çakmağımı elime aldım. Gün boyu hep yaptığım gibi yine sigara yakacaktım. Bir an düşündüm. Kendimi küçümsedim. Üzerimde dolunay; ardımda Şaman danslarının çözülmemiş ışıktan sembolleri ve ağustos böceklerinin koşuşturan küçük ateşleri arasında sigara yakmayı akla getirebilen bir sefil dedim kendi kendime. Mazotun bitmesini istedim o an. Jeneratörün durmasını. Müziğin susmasını. Zamanın gerçekten donmasını. Sadece alevler kalsın istedim. Ağustos böceklerinin ateşleri, dolunayın ışığı ve Şaman danslarının alevlerinin oluşturduğu o unutulmuş dilin sözcükleri… Hatıralar ve Hüzün… 2009 Yazı, Domuz Çukuru Mavi Öyküler -
112
p
113 - Mavi Öyküler
Mavi Öyküler -
114