DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 14

Page 1


İÇERIKLER “BİR İNSAN GECE KUYRUĞUNDAN FARE YAKALIYORSA, ELBETTE YAKALIYOR DEMEKTİR” 4 “GÖZ İSTER, KESİNLİKLE İSTER” 7 “İÇİMDEKİ TEKMELENMİŞ KÖPEK RUHUNU HİSSETMİŞÇESİNE” 10 “ŞEY, ÖYLE BİR ŞEYDİR Kİ, ŞEYDEN BAŞKA HİÇBİR ŞEYLE TARİF EDİLEMEZ!” 14 “ARTIK BIKMIŞTIM ONDAN” 18 “HER ŞEYE ŞAŞIRMAK İÇİN GELMİŞTİ SANKİ DÜNYAYA” 22 “UÇSUZ BUCAKSIZ BİR ÇOCUK PARKIYDI DÜNYA” 32 “HERKES ONUN ÇOK İYİ BİR ÇOCUK OLDUĞUNU BİLİYORMUŞ” 39 “BUNLAR ÖTEKİLER İÇİNDİ BEN BAŞKAYDIM” 46 “ONLARIN BİLMEDİĞİ KENDİ DÜNYASINDA HER ŞEYİ YAPABİLİR” 50 “EĞER BİRİNE ÇOK ÂŞIKSANIZ KENDİNİZİ ONDAN AŞAĞI GÖRÜRSÜNÜZ” 54 Mavi Öyküler -

2


“OLGUNLUĞUMUN BÜYÜTTÜĞÜ MEYVE, BİR GÜN YERE DÜŞTÜ” 61 “BİR DAHA HİÇBİR ŞARKI O KADAR NEŞELİ ÇALMADI” 63 “HATA YAPMAKTAN ÇOK KORKUYORUM” 68 “BURADAN ÇIKINCA BAŞIMA NE GELECEĞİNİ DÜŞÜNMEK ZORUNDAYIM” 70 “SENİ ÇOK MU YALNIZ BIRAKTILAR SEVGİLİM?” 74 “İÇİMİN DERİNLİKLERİNE PİMİ ÇEKİLMİŞ BİR BOMBA ATILMIŞTI” 80 “ÇO-CUK-LA-RIN MA-SAL-LA-RIN-DA-Kİ Ö-CÜ-LE-RE BEN-Zİ-YOR GE-CE” 87 “VARLIĞIM, PARMAKLARIMIN ARASINDAN KAYIP GİDİYOR” 90 “ANLAMSIZLIĞIN KOŞULLARINI BEN YARATTIM” 93

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“BİR İNSAN GECE KUYRUĞUNDAN FARE YAKALIYORSA, ELBETTE YAKALIYOR DEMEKTİR” “motorcu ibrahim’in bahçeli evleri*” | Tezer Özlü İstanbul’un Şirinevler semtini oldum olası hiç sevmem. İbrahim’i de ilk kez burada gördüm. Ucuz alınmış otomobilin motoruna bakıyordu. Dinçti, saçları siyahtı, konuşkan bir hali yoktu. Zaten onu nişandan sonra herkes övdü. – Ağır başlı bir bey, dediler. – Ama kadın, kadın kimseyi konuşturmuyor ve tıkıyor her sözü İbrahim’in ağzına. Çocuk otomobilin çevresinde çimen üzerinde zıplıyor. – Babamın otomobili, baba baba. İbrahim motorun başında uzun süre çalıştı. O sıcak yaz günü ben niçin Şirinevler’e gitmeye kalkışmıştım. İbrahim’i mi görmek istemiştim. Yoksa yapacak hiçbir işim yoktu da gidenlerin peşlerine mi takılmıştım. Cumartesiydi. Yanında biraz olsun gerçekçi olmayı başarabildiğim sümden o gün de uzak kalmamak içindi bu gidişim. İbrahim’in elinde bir baston vardı. Boyu uzamış, biraz zayıflamıştı. Tutmayan bacağını sürükleyerek evin içinde dolaşabiliyordu. Saçları bir yaz önceki kadar siyah değildi. O sessiz adam yitmiş. Korku içinde, – Hö hö hö, diye ağlamaya başladı bizi görünce. – Sus sus, dedi süm. – Oğlun yanına aldıracak seni. – Beni beni, bu bastonla dövüyor kadın, dedi İbrahim. Mavi Öyküler -

4


– Aaa dövüyormuşum, yıkıyorum seni, bakıyorum sana nankör, nankör. – Dövüyor, istemiyor, gidiyorlar, geziyorlar. – Çoktan boşandık, dedi, kadın. – Çocuğun için sen geldin gidemedin ki. – Ooohh takımlarınız da var dolaplar, tuvalet masaları, koltuklar, halılar, her şeyler var, bunları, bu evi kim yaptı, kimin parası diye soruyor süm evi gezerek: – Ben aldım ama şimdi hiçbir şeysiz atılıyorum, demeye çaşılıyordu İbrahim. – Hö hö hö… Ağlayarak kesik kesik. Çok geçmedi çocuğun çığlıkları doldurdu bütün evi. Onbir yaşlarında vardı. – Babasına mı ağlıyordu? – Oğlunuz gelecek, dedi gene süm. Öylece bıraktık onları bastonlar kafasına insin diye bıraktık. Belki de son güzel günleriydi çocuğu yanındaydı, kavga da etse kadın yanındaydı. Onların İbrahim’e hiç mi hiç bağlılıkları yoktu. Güzel bir yol kenarında ev. İki katın üzerinde bir de çatı katı var. Bahçe içinde. Merdivenler çıkılıp da ihtiyarlar bakım yurduna girildiğinde bu görünümle tüm bağlantı kopuyor. Sinekleri süm kovaladı. Oda çok pisti, camlar, yerler her köşe pisti, iki karyoladan başka hiçbir eşya yoktu. İbrahim’in yanıbaşında bir de küçük dolap üzerinde kurumuş duran yiyecekler, sigara. Yatağın üstünde, sağında ve solunda İbrahim’in, birer oturak duruyor, iki oturak arasında yatıyor İbrahim, çarşafı pislikten kararmış, pijaması da. Çökmüştü yüzü, saçları bembeyaz olmuş, sakalları uzamıştı. Ayakları incecikti, tırnakları karga gagası gibi uzamıştı. İki yılda böylesine çökeceğini düşünmemiştim, tanıyamadım onu. – Hö hö hö… diye ağlamaya başladı. – Sus ağlarsan gideriz, diye azarladı süm onu. 5

- Mavi Öyküler


– He he he… diye ağlarcasına güldü… Aslında onun yanıbaşına birkaç liralık yiyecek koyuverip sıvışarak kaçıyorduk. Bu duvar köşesinde yatan. Karşısında bir gün boyu ölen hastanın cesedi duran. Arkasını dönemeyen, ölüyü görmemek için. Ve duvarda yalnız pislik gören ve durmamacasına yiyecekleri karıştırarak bir şeyler yapmak isteyen, ve sürekli olarak yaşamını gözünün önünden geçiren İbrahim’di… Kokunun içinde kokuyu duyamaz hale gelen. Bir kat daha çıktık. – Çatı katı belki de sevimlidir diye geçiriyordu aklından. Süm önden gidiyordu. Baktım, doğruca camları açtı ve hepimiz gerisin geriye bir anda kaçtık odadan yatağın başına yiyecekleri atıverip. Küçücük bir izbeydi hiçbir şey görünmüyordu camdan. İbrahim tek başınaydı. Bulunduğu katı kokuttuğu için yukarı atılmıştı. Karşısında yataksız bir demir karyola duruyordu. Üzerinde bir ceset bile yoktu. Burada yalnız pis duvarlar, böcekler, sinekler, ısıtmayan radyatörler ve ağır bir koku vardı. Açık cam kenarında ondan uzakta oturduk. Kıştı. Üzerinde ince bir pike örtülüydü. – Hö hö hö… diye hönkürdü. – Her an güvercinler uçuşuyor ve geceleri hiç uyuyamıyorum, bu nasıl sürecek, böyle nasıl dayanacağım on beş yıl daha, fareler üzerimden üzerimden sıçrıyorlar, geceleri onları kuyruklarından yakalıyorum. –Uyduruyor, dedi süm sessizce. Ama bir insan gece kuyruğundan fare yakalıyorsa, elbette yakalıyor demektir. Gözleri yusyuvarlak olmuş, fıldır fıldır dönüyorlardı. Sigarasını yakmak için yanına bile yanaşamadık. – Hö hö hö… derken yüzü uzuyor, dudakları titriyor. Mavi Öyküler -

6


– He he he, hı hı hı… derken dudakları yana kayıyordu. O ağlıyor anlatıyor anlatıyor ağlar gibi gülüyordu… (1971)

p

“GÖZ İSTER, KESİNLİKLE İSTER” “Gardunyalı ve Ayak İşçisi” | Asım Demirağ Onun sadece gözü vardı, öyle yüzüğü filan yoktu, fantastik hiç değildi, fantezi kurmazdı, sadece görürdü. Söz alım dönemlerinde yaşamın verdiği özlerin birleşiminden doğmuş çiçek kuşları, bu gözü çok çok severlerdi. Öyle ki ona görünmek için volta atan tek kuş türü işte bu çiçek kuşlarıydı; yani eğer göz kuşları izlemiyorsa (genelde yaptığı gibi), kuşlar gözün önünde gidiş gelişler halinde tutardı kendilerini. Etrafında veya önünde dönmez ve haliyle arkasına geçmez, üstünden girip altından çıkmazlardı. Elbet üstten girip alttan çıkan olgun olguların vukusu ile hukuku, gezegenin o döneminde de pek vardı; lakin az bilinirdi; örneğin üstten giren bir çakıl taşı muhakkak bir böbrek taşına dönüşür ve ağrılı sızılı yüksek törenler eşliğinde toprağa teslim edilirdi. Keza içilen şarap, girerdi üstten, çıkardı alttan. Ne var ki Gardunya kabilesi, bir “toprağın hakkı” adeti sürdürürdü. Böylece üstten girmeden önce ortadan aşağıya iniveren şarap, asla çiş olarak geri dönmezdi. Kabile halkının erken ölümüne neden olan bu alışkanlık, onlara gelmiş geçmiş en iyi tasarruf ödülünü defalarca ve yıl boyunca kazandırıyordu. Onlar ise sadece şaraptan değil, ama yaşamlarından da tasarruf ettiklerini bilmiyorlardı; az harcıyorlardı ve bilinçsiz. Diğer başka bir kabile (düşman olabilirler ama bu yazı düşmanlık içermiyor), yaşamın kısalığını onu boşa harcamakla özdeşleştirdiği için, sık sık gözünden başka bir şeyi olmayan ve kuşla7

- Mavi Öyküler


rın âşık olduğu ona gidip kabile ömür ortalamasını yükseltmek için neyi kendisi gibi görmeleri gerektiğini sorardı. Sanki bu sorunun yanıtı değişebilirmiş gibi, her hafta gider ve her hafta sorarlardı. Gözden başkasına sahip olmayan, mesela sözü olmayan, bu soruya yanıt vermez (aslında verir) sadece gözünü bir kere kırpar, açardı. Diğer olan başka kabile ise, belki bu sefer iki kere kırpar açar hayaliyle yılmadan ona gidip yaşamlarını boşa harcarlardı, ama onlar boşa harcanan yaşamın sadece kısa yaşam olduğunu düşündüğü ve şarap tasarrufunda bulunmadığından uzun yaşadıkları için asla boşu ve boşluğu bilememişlerdir. Bilselerdi göze sözü kendileri verirdi. Dostlarımızdan biri, adını unuttum, göze ayak vermeyi kendine bir borç bilmişti de borcu kimden aldığı şüpheliydi. “Göz ister, kesinlikle ister” diye düşünürdü; çünkü kendi gözü ayağını görebiliyordu, el vermeyi hiç düşünmedi; çünkü daha uzakta olan ayak daha makuldü. Bilmiyordu ki ikisi de aslında tek bir noktadan yola çıkmıştı ve göz o noktayı dahi görmüş bir gözdü. Mesele aslında görmek ya da görmemek değil, mesele gözleri kullanmadan bakmak, bakışı söz etmek, bakıştan ise söz etmemek. Bir de çalışma saatleri... İşte bunu çok iyi bilen ve maymundan gelen tek varlık olan Şimşir, bakışından asla bahsetmezken, bakışıyla ettiği lafların tamamen farkında, gücünün bilincinde, etkisinin tepkisinde ve tepkisinin hiçliğinde yürürken... bir şey oldu. Bunu geçelim. Gardunyalı bir hoş bayan; alımlı makyajlı ve şık bir halde, o diğer kabilenin megakentine varmak amacıyla yola çıktığında volta atan bir kuş görünce çok şaşırdı. Bu kuşu izlemeye başladı, ancak bakışlarını kuştan ayırmadığı için kuşun çizdiği volta rotasından habersiz sadece söylenenleri yapmakla yükümlü bir kuklanın hiçbir şey bilmeden insanları güldürmesi gibi gözü güldürdü. Gülen göz, yaşardı ve çok büyük bir damla Gardunyalı kadının tepesine indi; fakat ıslanan elbisesi ve tesettürü onu çok seksi gösterince göz bundan etkilenmedi, kuşun haberi bile yoktu ve diğer kabileye gitme fikri de suya düştü. Ya Mavi Öyküler -

8


suya düşen neydi? Bunu bilmenin tek bir yolu var. Filmi başa saralım, ve o sırada oradan geçen bir avcı, voltacı kuşu avlasın. Böylece Gardunyalı yoluna devam edebilsin. Diğer kabilenin megakentine varan kadın, kendi evine girdiğini sandığı için el alışkanlığı tesettüründen çıkardı kendini, türbanıyla burnunu sildi ve katlayıp cebine koydu. Ana caddeden yürürken caddenin ana cadde olduğunu fark edince, etrafta biraz turistik alışveriş için gereken dükkân ve ilgili sahiplerini işbu metne dayandırdığı hak ve hukukla aramaya koyulmasıyla bir esnaf ve sanatkârlar odası üyesi oyuncakçı bulup içindeki yakışıklı dükkân sahibinin aslında yakışıklı dükkân kalfası olduğunu anlamadan mekâna giriş yaptı. - Merhaba ben Gardunya’dan geliyorum. - Hoşgeldin bacım. - Burası oyuncak dükkânı mı? (ne kadar saçma) - Evet (çok kibar). - Ben aslında başka bir yeri arıyorum, yardımcı olabilir misiniz? - Nereyi aradığınızı söylerseniz, elbette. - Ayak işlerine bakacak birini arıyorum. - Böyle bir yer bilmiyorum. - Aslında böyle biri de olur, belki dükkânda satılmıyordur. - Benim karım böyle işlere bakabilir, eğer maaşı tatmin ederse. - A, burada dükkân sahiplerinin eşleri ayak işlerine mi bakar, ilginç, kültürel çeşitlilik... - Ben dükkân sahibi değilim. - Olsun yine de karınızla tanışmak isterim. Böylece Gardunyalı toprağa basma sevgisini yitirip çok katlı bir binada otururken yere dökmekle kutsal, geleneksel ve kadim bir şekilde mecbur olduğu şarabı temizlemek için bulmaya ramak kalmış dükkân kalfası kadınına, dükkân kalfası tarafından tarif edilen adres ve türbanında gizli adres bulma becerisini şuursuzca kullanarak yöneldi. Kırmızı ışık yandı, bekledi, yeşil yandı, geçti. 9

- Mavi Öyküler


Kadını bulduğunda tekti, mağrur bir tüfekti... İşi hemen kabul etti. Meselenin şarap temizleme olduğunu öğrenince biraz burun bükmüştü; çünkü onun kabilesinde şarap kokusu sevilmezdi ve henüz Türkler ya da Rumlar, kültürlerine çok sevecekleri anasonlu mayasız şarap fikrini katmamıştı. Tesettürlü koluna girdiği yeni kadını Gardunyalılarla tanıştırdı (nedense). Kadın hemen işe koyulmak için can atıyordu, ama bir sorun vardı ki güneş daha batmadığı için patroniçesi henüz şarabını açmamıştı. Kadın böylece ilk gün işe biraz erken gelmiş oldu, dört saatlik yol sonrası işbaşı yapmadan önce biraz dinlenme fırsatı diyelim... Nihayetinde, Allah’ın emri, gözün bakışıyla güneş battı, sözler şaraba, özler toprağa yönelirken, diğer kabileden gelen oyuncakçı dükkânı kalfası karısı kadın, dökülen o akşamın ilk ve son şarap yudumlarını (yüksek katlarda yudum yetiyordu ve sofra başına bir döküşte bulunuluyordu, şişe başı yerine), temizleyiverdi. Bu iş birkaç saniye sürmüştü. Gündeliğini aldı ve eşyalarını toplayıp yola koyuldu, dört saat sonra kocasının yanındaydı ki kocası artık evdeydi, dükkânı kapamıştı. Sekiz saat mesai, parası hiç fena değil.. İşte... Göz ve öz şahidim olsun hikâyenin sözü buraya kadar, hadi size iyi akşamlar.

p

“İÇİMDEKİ TEKMELENMİŞ KÖPEK RUHUNU HİSSETMİŞÇESİNE” “Akşam Akşam” | Ruhşen Doğan Nar Şehrin üstüne abanıp sokakları çepeçevre saran is kokulu, bol karbondioksitli sessizliğin tüylerini diken diken eden bir çığlık duyuldu kenar mahallelerin birinden. Bir kadın çığlığıydı, tiz ve acı olanlarından… Mavi Öyküler -

10


Zaten eski hızını kaybeden ve sönmek üzere olan muhabbeti çığlığın yardımıyla yarıda bıraktık ve meraklı gözlerle birbirimize baktık. “Acaba ne oldu lan gece gece,” diye sordum arkadaşıma aramızda an be an devleşen sessizliği durdurabilmek için. “Ne biliyim oğlum, karının biri kâbus görmüştür,” dedi. Yerdeki bira şişelerinden birini alıp şişenin dibindeki son damlaları diliyle yakaladı. “Ya da adamın biri karısını bıçaklamıştır,” diye devam etti. Aniden ayağa fırladım, “Çok saçma,” diye bağırdım. Alkolün etkisiyle biraz dalgalandım. Dengemi bulur bulmaz fikrimi açıkladım: “Eğer kadın bıçaklanmış olsaydı daha uzun ve daha fazla bağırış, çığlık duyardık. Biraz önceki gibi ani ve kısa bir çığlık bu duruma uygun değil.” “Ya kadını bayılttıktan sonra bıçaklamışsa, bir de böyle düşün!” Biraz düşündüm ve öneri aklıma yattı. Gözlerimin önünden şöyle bir sahne geçti saniyenin onda biri gibi kısa bir süre içinde. Adam tam elindeki sert cisimle (merdane) kadının kafasına vurduğunda kadın biraz önce duyduğumuz çığlığı atıp kendinden geçiyor ve yere kapaklanıyor. “Evet olabilir,” diye cevap verdim; ama cümlemi bitirmeden aklıma yeni bir olasılık geldi: “Hayır hayır, olamaz,” dedim kafamı abartılı bir şekilde sağa sola sallayarak. Tabii, bu salakça hareket sonucunda dengemi kaybettim ve kendimi yerde buldum. Soğuk ve tırtıklı duvara sırtımı dayadıktan sonra konuşmaya başlayabildim: “Kim birini bayılttıktan sonra bıçaklamak istesin ki? Düşünsene, bu işi yapan adam, kadının çığlıklarını, yalvarışlarını, ağlamalarını duyup acı çektiğini görmek ister. Ona acı çektirmek ve buna şahit olmak ister. Yoksa ne keyfi kalır bu işin? Bir cansız mankeni bıçaklamaktan kim keyif alır ki?” Arkadaşımın endişeli gözlerini görünce ister istemez konuşmamı en heyecanlı yerinde bitirmek zorunda kaldım. “Bu işten anlar gibi bir halin var,” deyip önünde duran bira şişelerinden 11

- Mavi Öyküler


birini eline aldı. “Saçmalama ya, ne alakası var. Ben tavuk bile kesemem. Ama insan her gün bu tür haberlere maruz kalınca az çok bir şeyler kapıyor. Bir de alkolün etkisi var, onu da unutmayalım.” Hâlâ bakışları üzerimdeydi. Her an saldıracakmışım gibi korkuyla bakıyordu bana, en son ne zaman kavga ettiğini dahi unutmuş birine. Neyse, ben de gittikçe rahatsızlık verici olmaya başlayan bu saçma duruma bir son vermek için biraz temiz havanın bana iyi geleceğini söyleyip dışarı çıktım. Hiçbir şey söylemedi. Dışarısı tahmin ettiğim gibiydi: Her şeye çok farklı bir hava veren sokak lambaları, arada sırada hızla geçen modifiye arabalar, o saatte dışarıda ne işi olduğu belli olmayan, evine geç kalmış, korkudan sürekli sağa sola bakan ürkmüş insanlar… Sanırım bu sahnede, aldığım alkolün de etkisiyle, ürkmüş insanlar kategorisini biraz ıskalıyordum. Yoksa ben kim bu saatte sokaklarda olmak kim! Uykusu kaçmış, yalnız bir sokak köpeği gibi gecenin içinde kenar mahalleleri dolaştım. Aklımda bin bir farklı soruyla inle cinin “fair play” kuralları içinde top oynadığı sokaklarda aheste aheste yürüdüm. Çöpleri karıştıran kediler pis pis bakıp mırladılar içimdeki tekmelenmiş köpek ruhunu hissetmişçesine. Dostlarım, sokak köpekleriyse ortalıktan kaybolmuşlardı. Acaba belediye yine gece baskını mı yapmıştı bizimkilere? İşte böyle yürüyerek yarım saat geçirdikten sonra Allah cezamı verdi. Hayır, sandığınız gibi gökyüzünden taşlar düşmedi kafama, gaspçı soymadı, tinerci öldürmedi, belediye çukuruna düşmedim, linç edilmedim, kayıplara karışmadım, faili meçhul olmadım… Durun açıklayayım: Sokak lambalarının çoğunun yanmadığı, yanan bir iki tanesinin ise bir yanıp bir söndüğü ve böylece biçimsiz evlerden, daha doğrusu gecekondulardan oluşan bu mahalleye daha korkunç bir hava veren bir sokakta başıma talihsiz olaylar geldi. Aklım alkolün etkisiyle üç karış havada olduğunMavi Öyküler -

12


dan olsa gerek çok önceden görmem gereken şeyi fark edemeyip ona fazlaca yaklaştım. Hatta kelimenin tam anlamıyla olay mahalline girdim. Ve bir heykeltıraş inceliğiyle hamur doğrar gibi altındaki hareketsiz kadını doğrayan adamla burun buruna geldim, aslında ense buruna geldim. Adam bütün duyargalarıyla kendini yaptığı işe vermiş olmalı ki beni fark etmedi. Aksi takdirde beni hissetmesi, en azından ayak seslerimi duyması işten bile değildi. Aslında daha dikkatli bakınca kadının göğsüne dövme yapıyor gibiydi. El ve kol hareketleri çok narindi. İşin aslını öğrenmek içimden gelmedi. Eminim sizin de gelmezdi benim yerimde olsaydınız. Ses çıkarmadan uzaklaştım caniden veya sanatçıdan, her kimse işte. Tam yeterli uzaklığa ulaşmış koşmaya başlayacaktım ki adamın yanında bir şey gördüm, görmez olaydım: bir beyzbol sopası. Belki merdane görseydim daha çok şaşırırdım; ama ne derler komşu umduğunu değil bulduğunu yer. Allahtan ben ne umduğumu ne bulduğumu yedim. Şaşırmakla yetindim. Babayiğit biri olsaydım o beyzbol sopasını alır adamı bir güzel döverdim; fakat öyle biri değildim, hâlâ da değilim. Ben de karakterimden bekleneni yapıp olay mahallinden kaçtım. Şansıma koşarak geçtiğim sokaklarda polis arabası yoktu, yoksa hırsız zannedip vurmaları beni bile şaşırtmazdı. Nefes nefese ve ter içinde eve vardığımda koşu dalında kendi rekorumu kırmıştım. Kapıyı yumruklayıp arkadaşımı uyandırdım, kapıyı açtığındaysa ona tek bir şey söyleyip yatağıma gittim: “Haklısın, dediğin olabilirmiş.” (O hafta bütün gazeteleri, kayıp ilanlarını, özellikle üçüncü sayfa haberlerini dikkatlice takip ettim. Ama o gece gördüğüme uyan bir olayla karşılaşmadım. O hafta yaşadığım şehirde beş kişi ekonomik krizden ötürü çıldırıp intihar etmiş, iki kişi kıskançlık ve benzeri sebeplerden ötürü karısını öldürmüş -evinde ve silahla-, bir kadın sevgilisiyle bir olup kocasını doğramış, bir çocuk kaybolmuş, üç kişi kız kavgasında bıçaklanmış, beş kişi eylem sırasında mahalleli tarafından linç edilmeye çalışılmış; ancak ne yazık ki kimse bir kadını gece vakti sokak ortasında doğrama13

- Mavi Öyküler


mıştı. Ne yapalım, şansımıza küselim.)

p

“ŞEY, ÖYLE BİR ŞEYDİR Kİ, ŞEYDEN BAŞKA HİÇBİR ŞEYLE TARİF EDİLEMEZ!” “Şey” | Ümit Karadağ Üç gece buldum ayın ötesinde; kendime dönüşün umulmaz keşfindeyken. Şey üzerine dağılmış öykülerim karşıladı beni ilkinde. Kinimle yoğrulmuş gri öyküler... Başka bir ad veremedim onlara, ta ki şey dile gelene kadar! Ürkek bir seferi gibi bütüne bulanıp dikildi karşıma. Ayakta zor duruyordu, kayıp bir anda kendini omuzlarından mandallayıverdi göğün bitişiğindeki ipe. Ruhban kaçmış gözlerini, gözlerime dikip konuşmaya başladı gergin sesiyle. “Oldum, bildim, sevdim” diyerek başladı söylevine. “Ortaya bir yokluk peyda oldu bir gün, oradan oraya savrulurken biçimsiz varlığım. Vardım ama yoktum! Sonra ‘hisset ve ol’ diye bir ses duyumsadım tanımlayamadığım bir yerimde. Ses büyüdükçe ben de büyüdüm. Önce bir pencere açıldı duyumsadığım yerden, fikrim bedene büründü, gaybın ortasında savrulmayı bırakıp kilitlendim pencereye. Boşluğa damlayan tik taklara uydurdum bilinmezin içinde var olan şeklimi. Milyonlarca el, usta bir hamurkâr gibi hücum etti biçimsizliğime. Yoğruldukça korkum yön buldu, devinim beni penceredeki şefkatli sese sürdü. Ses, ‘itaat et!’ diye buyurdu. Tüm varlığımla itaat ettim sese. O eşsiz kurgunun titreten hükmüne boyun eğdim ve sevdim. Bilmek içine gömülü odacıklara doldu, sevdam. Büyük bir karanlığın içine, gri kelimelerden sütunların üzerine kondurdu olmak ve bilmek beni. Sonra, seni beklemeye koyuldum asırlarca. Eksik bir yan gibi kucakla beni! Sar kadife ruhuna. Hadi!..” Buğulu bir kucak açıp, koynuma aldım Şey’i. Anlaşılmaz bir Mavi Öyküler -

14


korku sardı belleğimi. Adımlarım büyüdü, sıçrayarak ilerlemeye başladım gri kelimelerden oluşmuş sütunların üzerinde. Yol kısaldıkça, karanlık büyüdü… Kentli korkular diyarında bir adam tanımıştım. Şahbaz evlek dölü derlerdi namına. İsmini hiç öğrenemedim, bilmek de istemedim. “Korkular sündürüldükçe gerçekler ayyuka çıkar” demişti bir gün. Ona bu gün hak veriyorum. Korkuyorum... Kısa bir an sonra kucağımda şey, gözlerimi zifire kesen karanlığın içinde, son sütunun üstünde kalakaldım. Yatkın olduğum bir yön seçip, boşluğa bir adım attım. Sebeplerin sancılı sürecine inkâr getiren körkütük sarhoş avazlar yankılandı kulaklarımda, bedenim boşluktan aşağıya kayarken. Düştüğüm derin kuyunun zeminine değince kıçım, Şey, kucağımdan fırlayıp yallı yullu bir kapıya doğru koşmaya başladı. Dikine bir ‘A’ harfine benziyordu kapı. Kapıdan sızan ışığa doğru yürümeye başladım. Şey’i kapının önünde diz çökmüş secde ederken buldum. Durup izlemeye başladım onu. Şey, başını yerden kaldırıp; “Rüya içinde rüya görüyorsun!” deyip, ani bir hareketle şakaklarımın arasına doğru hamle yaptı. Beynim aç bir köpek gibi emmeye başladı alnımın ortasına gömülen Şey’i. Mekanik sesler duymaya başladım beynimin içinde. Gıcırdayan dişlilerin birbirleriyle kenetlenme sesine benziyordu. Burnumdan oluk oluk kan fışkırmaya başladı. Kalbim, dilimde atıyordu sanki. Acıdan kapanan gözlerimi açıp, kapı aralığından sızan ışığa baktım. Artık Şey bendim. Belirsizleşmiş ellerimle kapıyı iterek açtım. Işık bedenimdeki tüm karanlık haznelere doldu. Kocaman bir nefes çektim içime, etrafımı saran ıtırlı havadan. Ay bir tepenin ardından bana bakıyordu... Kelimelerin kekremsi ekşiliğinde var olan kavgam, gümüşten bir siluet olarak aksedip yanıma sokuldu. Elimden tutup ayın ardındaki üçüncü geceye doğru sürüklemeye başladı beni. Yol, kâh suya susamış bir çöle, kâh zillet tokadını yemiş bir kavmin kanıyla sulanmış kırmızı bir vahaya dönüyor, adımlarım15

- Mavi Öyküler


dan büyük adımların içinde kaybolarak ilerliyordum. Yol bittikçe, ‘ben’ belirsizleşiyordu... Yaklaşan geceye koşmak, seferi yıldızların tepemde olduğunu bilmek, göze aldığım her yeni güne hasretle kollarımı açmak. İçinde gizemli illetler besleyen şehvetin masum yüzü, arkasını göremediğim kalın duvarlarla örtülü uçuk sarı gözyaşları. Cesedime rahmet dileyen dergâh pirlerinin bitli hırkalarına bulaşmış haysiyetsiz salyalar. Muhakeme sınırlarında koyulmuş yasaklara siper edilmiş angut kelamlar curcunası eşliğinde, eşitliğe bir adım önde girme çabalarım... Suretten halkedilmiş yansımaların debdebesi, ayın sonsuz gibi görünen halelerini sarmış, kör eden ışığı, başı eğik kendimciklerin suratlarında yansıyor. Yüzlerce dudaktan aynı tonda çığlıklar sarıyor geceyi. Beni gördüklerinde, ellerini bana uzatıp “Sor!” diye bağırıyorlar hep bir ağızdan. İçimdeki Şey’le dönüyor kâinat etrafımda. İçimde çırpınan soruyu kusuyorum yüzlerine: -Bireyselleğimin bir ezeli var mı? Eşyanın arkasında ki ayrıntı ben miyim? Küçük adımlarla kendi etraflarında dönmeye başlıyor kendimcikler, zirzop denyolar! Sonra durup, melül melül bakıyorlar yüzüme, keşfetmeye çalıştığım Ben’i bünyelerinde barındırdıklarını bile bile, bir köpeğin efendisine baktığı gibi bakıyorlar yüzüme. Abuk bir tiksinti peyda oluyor yüz kaslarıma. Nefret ediyorum kendimciklerden, azarlarcasına sesleniyorum Ben’i eksiklere: -Yıllardır, frengili bir orospunun rahmine düşmüş âmilsiz cenin gibiyim, sadece, bana verilenle besleniyorum. Kanı damarlarımda yürüdükçe deliriyorum. Ne ileri ne geri! Sıkışıp kaldım bulunduğum yere. Cebelleştiğim kanunlar, mekanik günlere sıkıştırıyor hayallerimi. Hayallerimi bile tutsak etti bu hâl! Artık zoraki hapsolduğum bu durağanlıktan azlimi istiyorum, hatta emrediyorum size! Mavi Öyküler -

16


“Azledici biz değiliz!” diyerek cevap verdiler hep bir ağızdan. İçimdeki Şey tekrardan çırpınmaya başladı. Kıpırdanışlarını göğsümde hissetmeye başladım, tırnaklarımı göğsüme geçirip ikiye ayırdım göğsümü. Şey, içimden fırlayıp önüme dikildi. Tırnaklarım kaburgalarıma batmışken anladım Şey’i: “Kündeye getirdin, ezdin ayaklarının altında! Süt liman günlerime hayasız dalgalarla vurdun, aşındırdın, küçülttün çizgilerimi. Rafine kıskançlıklara ittin şüpheci sevdamı, rakıdan çıkaramaz oldum burnumu. Taşlaşmış yüreğime küflü bir mıh gibi çakıyor zaman denen deyyus ölümü. Sen hep alay edercesine çıktın karşıma, tanıdık biriydin aslında! Belki... Başkalaştın içimde, hiç olmayan olgularla ördün, görünür ettin kendini. Ben’in bana oynadığı bir oyun musun? Zül’un kudretine erişmiş, adını koyamadıklarımın önüne yansımışsın. Bilmek mi seni sevmek? Yoksa sevmek mi bilmek seni? Bencilliğimin vuslatı sanıp içimde taşıdım seni. Ezel ve ebedin arasında bir yerde girdin içime. Hiçbir eşeye hükmedemedim senin varlığın yüzünden, her bir gelir geçer durumda usancın doruğuna vurdu ruhum, kurduğum düşlerin zembereği erkenden boşaldı. Hükmedemedim avucumda tuttuklarıma, anarşi denen yangınlara körük ettim nefesimi sıyrılıp soyunmak için senden. Kimsesiz ve hiçsiz yaşamak uzadı, bu garez yüklü hezeyanlar bir atımlık orgazmın terli kanallarında yitip gitti, bilmeden…” “Şimdi tanıdım seni!” diye haykırdım Şey’e. Sen asıl olansın! Sen şekillendirensin! Bitmek bilmez gelen yola damlamış bir germ hücresinin, yolk sac duvarından ameboid hareketlerle hayata sızışındasın. Seslenince gelen buhranlarımda, damağıma yapışan korkunun omuzladığı telaşımsın. Sen hep adını koyamadan bildiğimsin. Kaybettiğimsin! Gözyaşlarım, tırnaklarıma geçmiş kanayan kaburgalarımdaki kana karışırken, Şey arkasını dönüp kendimciklere doğru yürümeye başladı. Savunmasız, cıscıbıl bakakaldım arkasından. Olduğum yere çöktüm, şakaklarımda hâlâ cevaplanmayan soruların sancısını hissediyordum. Olduğum an, hiç görünümlü sefaletimin yansımasıydı. 17

- Mavi Öyküler


Şey, uzaklaşırken adım adım benden, yüz çevirdiğim, korktuğum, fellik fellik kaçtığım sorularla yüzleştiğim için gurur duydum kendimle. Habis insanların içine hapsolmuş erdemlerin ara sıra karaktere yansıması gibi, bir anlık da olsa sıkıştığım kısıtlı alanı yırtarak gerçeklerden oluşmuş havayı içime çekmiştim. Ben, teselli cümleleri ararken zonklayan belleğime, kendimcikler de, Şey’in arkasına düşüp uzaklaşmaya başlamışlardı. Ayın ışığı kötürüm ruhumdan, ıslak belleğime yansırken, kendimciklerin sesleri yankılanıyordu kulaklarımda: “Şey, öyle bir şeydir ki, şeyden başka hiçbir şeyle tarif edilemez!”

p

“ARTIK BIKMIŞTIM ONDAN” “Mutlu Köpekler, Ölü Kadınlar” | Çetin Kalafat Bir yıldır beraber yaşıyorduk Melek’le. İlişkimiz hep sallantıdaydı. Ama bir türlü bir yerden kırılmıyordu. Bazen ben onu takmıyor, o benim üzerime çok düşüyordu; bazen de o beni takmıyor, ben de onu umursamıyordum. Böyle gidip geliyordu ilişkimiz. Bir akşam Semih’in çalıştığı bardan gelirken yolda bir köpek yavrusu buldum. Tramvaydan inmiştim, eve doğru yürüyordum. İnsanın iliklerini titreten rüzgârlı bir hava ve yağmur vardı. Yolun kenarındaki çalılıkların arasında bir ses duydum. İlk önce anlayamadım ne olduğunu. Sonra, “Bu bir yavru köpek sesi,” dedim. Çalılıkların arasına gizlenmişti. Görünmüyordu. Araladım çalılığı. Daha bir haftalık beyaz yavru bir köpekti karşımda duran. Beni gördüğünde sesi kesilmişti. “Köpekçik, sen de nerden çıktın?” dedim. Yer yer sarı lekeler vardı tüylerinde. Bu sık çalılığa nasıl girdi anlayamadım. Küçük yavru, yalvarır gibi gözlerime bakıyordu. Anlaşılan uzun zamandır bir şey yememişti. Elime almak için uzandığımda hiç tepki vermeden yüzüme bakmaya devam etti. Sırılsıklam olmuştu. Yerin tozu, toprağı da Mavi Öyküler -

18


üzerine yapışmıştı. Leş gibi bir köpek olmuştu. Aldım. Üzerindeki pisliği umursamadan montumun içine soktum yavru köpeği. Eve gidene kadar da ben konuştum o dinledi. Eve girdiğimde Melek salonda abajuru açmış, girişin karşısındaki koltukta bacak bacak üzerine atmış sigarasını üflüyordu. Üzerinde sadece siyah dantelli sutyeniyle siyah şeffaf mini eteği vardı. Gözleri bir noktaya odaklanmıştı. Rahatsız etmedim. Neden sonra beni fark etti. “Ooo.” dedi. “Demek sonunda eve gelebildik!” “Gene başlama,” dedim. “Neredeydin?” dedi. Sesi titrek çıkıyordu. Gözlerindeki kan rengi damarlar da sanki dışarı fırlayacaktı. “Semih’le beraberdim.” “Semih’le beraber demek. Beni becermek isteyen adamla beraberdin yani.” Sigarasını koltuğun kenarındaki küllükte söndürmek için sertçe bastırırken küllük yere düştü. “Seni becermek istediği falan yok,” dedim. Oturduğu koltuktan kalktı. Salonun ortasında olduğu yerde duruyor, saçını başını çekiştiriyordu. “Ne yani, bana güzel değilsin mi demek istiyorsun?” Sesi kulaklarımı tırmalıyordu. “Öyle bir şey demedim.” “Evet, onu dedin.” “Bak, onun bir karısı var ve hamile.” “Bak işte, hamile kadınla ilişkiye giremiyor, beni becermek istiyor.” “Peki,” dedim. “Sen ne yapıyorsun bu durumda?” Melekle konuşmaya çalışırken diğer taraftan da içki dolabında bira arıyordum. “Ne mi yapıyorum? Tabii ki ondan kaçmaya çalışıyorum.” “Bira kalmadı mı?” diye sordum. “Sen beni dinlemiyor musun?” Sutyenini yırtıp attı üzerinden. Ellerini duvardaki resimli çerçevelere vurmaya başlamıştı şimdi de. 19

- Mavi Öyküler


Karşımda koca memeli, kıpkırmızı suratlı bir manyak duruyordu. Artık bıkmıştım ondan. Bir son bulmalı her şey diye düşünürken koynumdaki yavrucağın kıpırtısını hissettim. Montumu çıkarmamıştım daha. Montun ilk düğmesini çözdüğüm an başı dışarı çıktı. Şaşkın bir bakış almıştı gözleri şimdi. Yabancı olduğu mekânı meraklı bir halde izlemeye başladı. Melek köpeği gördüğünde ilk önce donuklaştı bakışları. Ne söyleyeceğini düşünüyordu sanki. Bir süre o halde köpeğe baktı. Sonra, “Bu, bu ne ya?” diye bağırdı. “Neye benziyor?” dedim. “Nereden buldun o hayvanı?” “Ona hayvan deme.” “Ne dememi istiyorsun, çocuğun mu yoksa?” “Daha makul.” “Nereden buldun onu dedim sana.” “Semih verdi.” “Semih verdi ha. Oh ne güzel. Buraya gelmek için ne güzel bir bahane.” “Hiç düşünmemiştim bunu.” Sağ eliyle sabit tutamadığı sol kolunu ovuşturarak, “Evet evet. Sen evde yokken köpek nasıl diye bakmaya gelecek, hazır sen yokken de beni becerip gidecek,” dedi. “Güzel bir düşünce. Semih’in her zaman benden daha zeki olduğunu düşünmüşümdür.” “Aman Tanrım. Bir köpek yüzünden başıma neler gelecek.” “Köpek seni korur,” dedim. Bir sigara yaktım. Yere düşen küllüğü de aldım sigaranın külleri için. “Bu mu?” dedi. Şaşırmıştı. “Yapamaz diye mi düşünüyorsun?” “Hiç zannetmiyorum.” “O zaman başının çaresine bakman gerek. Veya kendini bırak,” dedim. “Belki de hoşuna gider.” “Beni başından savmaya çalışıyorsun sen,” diye çığlık atmaya başladı yine. Camdaki perdeleri, tülleri çekiştirmeye başladı. “Off,” dedim “Yine başladı.” Perdeleri bıraktı, sehpanın üzerindeki boş vazoyu aldı, yere çarptı. Hiçbir şey demedim. Mavi Öyküler -

20


“Konuşsanaaaaaaa!” diye bağırdı. Camın kenarında duran masanın üzerinden kahvaltı bıçağını alıp bileğine dayadı bu sefer. “Tanrım,” dedim içimden. “Peki. Seni başımdan savmaya çalışmıyorum. Sadece biraz saçma düşündüğünü söylemek istiyorum. Bileğini mi keseceksin?” “Yapamaz mıyım zannediyorsun?” Bıçağı bileğinin üzerinde tutarken çenesi, yüzü, her yeri titriyordu. “Neden olmasın? Karşımdaki normal bir kadın değil.” “Evet yaparım,” dedi. “Biliyorum yaparsın, ama elindeki bıçak pek iş görmez.” Bıçağa baktı. Elinden fırlatıp mutfağa ekmek bıçağını almaya koşarken tuttum onu. “Saçmalama,” dedim. “Otur şu koltuğa.” Yine başlamıştı çığlıkları. “Kes sesini,” dedim. Susmuyordu. “Peki,” dedim. “Ne halin varsa gör. Ben banyoya giriyorum.” Banyoya girdiğimde sesi kesildi. Hiç ses yoktu şimdi. Küçük dostumla beraber güzel bir banyo yaptık. Harika olmuştu. Bir an düşündüm. Bu köpek bana Melekten daha anlayışlı bir arkadaş olurdu. Evet evet. Mutlaka olurdu. Konuştuğum zaman beni dinleyebilirdi. Beraber gezmeye çıkardık. Yalnız olmazdım. İyi bir dert arkadaşı olurdu. Banyodan çıktığımda Melek üzerini giyinmişti. “Gidiyor musun?” dedim. “Evet.” “Peki,” dedim. “Her şeyin bir sonu vardır. Üzülme lütfen.” Yüzüme bakmadan kapıyı açtı ve çıktı gitti. Köpeğe dolaptan bir şeyler hazırlayıp önüne koydum. Sonra dışarı şarap almaya çıktım. Geldiğimde ufaklık yemeğini bitirmiş beni bekliyordu. İçeri girdiğimde yerinden hiç kıpırdamadı. Tembel tembel beni izliyordu. Mutfakta kendime patates kızarttım, köfteyle beraber. Piyaz da yaptım yanında. Yemekten sonra da radyoda bir caz kanalı buldum ve sabaha kadar caz dinleyerek, küçük dostumu izleyerek şarabımı bitirdim. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Şarabım da bitmişti. Köpeğim de uyumuştu. “Köpekçik,” dedim “Sana 21

- Mavi Öyküler


artık yarın bir isim buluruz.” Ve olduğum yerde sızdım. Uyandığımda saat öğleden sonra dört olmuştu. Bizim ufaklık ortalıkta yoktu. Evin içini keşfe çıkmıştı anlaşılan. Mutfaktan da sesler geliyordu, ama onun sesleri olamazdı. Bulaşıkları yıkıyordu biri. Kalktım, mutfağa gittim. Melek’ti yine.

p

“HER ŞEYE ŞAŞIRMAK İÇİN GELMİŞTİ SANKİ DÜNYAYA” “Hareket Eden Sessizlik” | Makbule Aras Eve gitmek istemiyordu, içinde zaman zaman bir kurt ulumasına, zaman zaman tozlu bir örümcek ağına, zaman zaman balkonda unutulmuş, rüzgârda sallanıp duran bir çamaşıra benzeyen yalnızlığını görmemek, duymamak için birinin kendisini takip etmesini istiyordu. Eve yaklaştıkça peşi sıra gelen adımları duyar gibi oluyor, yolunu değiştirip dar bir sokağa sapıyor, adım seslerine belli belirsiz nefes alıp verişler ekleniyordu. Dönüp arkasına bakıyor, ama kimseyi göremiyordu. Böyle dönüp arkasına bakarken birinin çıkıp “Bana mı bakmıştın?” demesini, “İstiyorsan seninle gelirim.” demesini, hiç soru sormadan yanı sıra yürümesini istiyordu. Dönüp arkasına bakmayı sürdürerek yolu uzattıkça uzatıyordu. Kimseler yoktu, tek Allah’ın kulu… Adımları çaresiz eve yöneldi. Apartmanın önünde durdu, sokağı dinledi. Televizyonlardan saçılan ışıklar oynaşıp titreşiyor, renkten renge girip camlardan sokağa dökülüyordu. Durağan, yapışkan bir abajur ışığı her akşamki yerinde uyuşup oturuyor, tül perdelerden yansıyan görüntüler tekrarlanıyordu. Apartmanın karanlık boşluğuna daldığında aynı koku, aynı dehlizlerden geçip aynı noktaya ulaştı hafızasında: Çocukken babaMavi Öyküler -

22


annesiyle sık sık ziyaret ettikleri o dilsiz, yaşlı kadının apartmanına. Merdivenleri ağır ağır çıkarken kendi dairesinden gelen telefon sesini duydu, ince topuklarının basamaklardaki yankısı çoğaldı. Kapının önüne ulaştığında telefon sesi hâlâ devam ediyordu, çantasını anahtarı bulmak için aceleyle karıştırırken burnundan soluyordu. “Kahretsin, bir kere de elimi attığımda bulsam şu anahtarı olmaz mı?” Anahtarını aramayı sürdürürken birden çantada ne var ne yok hepsi yere saçıldı. Telefon sesi de aynı anda kesildi. Çantayı hışımla fırlattı, birkaç saniye hareketsiz durup ayağının dibindeki öteberiye baktı. Bu küçücük çantayı da ne diye almıştı ki, hiçbir şey sığmıyordu içine. Çokbilmiş bir modacının televizyonda kadınlara dair konuşurken onları çantalarına göre sınıflandırıp, “Küçük çantalı kadınlar, önce kadın sonra insandırlar; her şeyi terk edip bir erkeğin evine hiç gitmemek üzere yerleşmek konusunda o kadar yeteneklidirler ki ürkütürler beni,” deyişi geldi aklına. Haksız da sayılmaz hani diye düşündü, kendisini bu sınıflamanın dışında tutarak. Bedbinlik içinde yere saçılanları toplayıp çantasına koymaya başladı. Onca para döktüğü pudra dökülüp parçalanmıştı. “Allah kahretsin!” dedi, “Allah kahretsin!” Cüzdanını, anahtarlarını, açılıp üstünkörü yeniden sarılmış birkaç hediye paketini tıkıştırdı çantasına, karşı dairenin kapısının önüne yuvarlanıp giden ruju almak için bir adım atmıştı ki durdu, hafif bir ürpertiyle vazgeçti hemen. Kapısını açar açmaz, Müştak miyavlayarak bacaklarına dolanmaya başladı. “Hah gel, bir sen eksiktin!” dedi. Topuklu ayakkabılarını küçük ayaklarından fırlatıp attı, çantasını yere bırakıp mutfağa girdi. Müştak şefkat görmeyi bekleyen dokunuşlarla bacaklarına sürünmeye devam ediyordu. “Tamam, anladımmmm, acıktın…” Lavabonun altındaki dolabı açtı, dolap kapağı gıcırdadı. Menteşenin yağlanması gerektiğini düşündü yine, ertesi gün yine aynı şeyi düşüneceğini ve yine o menteşeleri yağlamayacağını biliyordu. Bu gıcırtı ve bütün bu düşünceler, evin içinde salınıp duran cılız gün ışığıyla birleşince kasvetli sular 23

- Mavi Öyküler


yükselmeye başladı ruhunda. Mama kutusunu alıp girişte, kocaman aynanın dibinde duran mavi seramik kaba kuru mamayı döktü, kaptaki çınlayış kasvetli suların yosunlarını dalgalandırdı. Salona geçeceği sırada çantasının ön gözünden sarkan zincir dikkatini çekti, “Bu da ne ola ki?” dedi. Kaşlarını çatarak çantaya uzandı, sarkan zinciri çekti. “Hay Allah, şu salak kadının verdiği kolye!” dedi hayal kırıklığı içinde. Bugün toplantı için herkes masanın etrafına dizilirken yanına adını bir türlü aklında tutamadığı o şişman kadın düşmüştü. Başkanın gelmesi beklenirken ikisi dışında herkes yanındakiyle konuşmaya başlamış, o da bu rahatsız edici iki kişilik sessizliği yırtmak için abartılı bir beğeniyle “Kolyeniz ne kadar güzel!” deyivermişti. Oysaki kolyenin basitliğinden tiksinmişti; ucuz, metal bir kolyeydi işte. Buna rağmen daha da ileri gidip, “Gerçekten çok güzelmiş, kıyafetinize de pek uymuş.” deyince, kadın hiç beklemediği bir karşılıkta bulunarak, “Madem o kadar beğendiniz, içimden geldi bunu size vermek istiyorum,” deyip zinciri boynundan hemencecik çıkarıvermişti. Bu sırada kadıncağızın yüzünde o kadar içten bir gülümseme belirmişti ki söylediği yalandan pişmanlık duymuştu. “Hayır hayır size daha çok yakışıyor, alamam!” gibi birkaç kekeme cümle kurduysa da onu vazgeçirmeyi başaramamış, sonunda avucuna konan kolyeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Elinde bir iki evirip çevirdikten sonra yere attı kolyeyi, salona geçip berjere oturdu, ayaklarını sehpaya uzattı, parmaklarını ileri geri hareket ettirmeye başladı. Sarı saçlarını savurup başını geriye yasladı, kımıldamadan durdu öylece. Müştak’ın iştahlı çıtırtılarından başka ses yoktu evde, arada uzaklardan korna sesleri geliyordu yalnız. Uykusuzluktan gözleri kapanıyordu. Tam dalar gibi olmuştu ki Müştak zıplayıp kucağına oturdu. “Gel bakalım obur kedi, şefkat saatin geldi mi?” dedi, okşayışlarına hoşnut mırıltılarla cevap veren kedinin gözleri kısıldı, başı usulca öne eğildi. Evdeki sessizlik daha da arttı bu sırada. Piyano dersi için gelen adamın, “Bu evde garip bir sessizlik var, Mavi Öyküler -

24


sanki eşyalar sessizlik yayıyor,” deyişini hatırladı. Adam ısrarla bu sessizliği tanımlamaya çalışmış “Nasıl anlatmalı, sanki hareket eden bir sessizlik…” deyip dikkatli gözlerle etrafı incelemiş ve yine, “Nasıl anlatmalı…” deyip kıvranmış, gözlerini etrafta bir şey ararmış gibi dolandırdıktan sonra da “Neyse, biz derse geçelim,” demişti. Ne kadar rahatsız edici bir kelimeydi şu “neyse”. İnsana çelme takıp düşüren sonra da hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eden bir kelime. Bu kelimeden o kadar rahatsız olmuştu ki adama sırf bu yüzden öfkelenmiş, “Dışarıdaki seslerin yoğunluğundan buradaki sessizlik daha dikkat çekici galiba” gibi saçma, anlamsız, bön bir cümle kurmuştu. Telefon çalmaya başladığında o bön cümlenin ağından kurtulup hızla yerinden fırladı. Müştak zıplayıp yere atlarken patisiyle çorabını kaçırdı. “Allah’ım ne gün, aksiliklerin sonu gelmiyor!” diye söylene söylene ahizeyi kaldırdı. - Sen miydin anne? - Yok canım, kimden telefon bekleyeceğim ki? Sabah aramıştın ya doğum günüm için o yüzden… - Annecim lütfen, tabii ki arayabilirsin, onu demek istemediğimi biliyorsun. - İyiyim, iyiyim. - Korkmuyorum, niye korkayım canım, kaç gündür durmadan bu soruyu soruyorsun! - Ne diye bu kadar evhamlanıyorsun gerçekten anlamıyorum, geçti gitti, ben unuttum bile olayı. - Off anne lütfen yine başlamayalım, yanımda biri olsaydı’lara… - Anne bir yıldır her fırsatta bunu söylüyorsun, “ne diye ayrıldın ki!” “ne diye ayrıldın ki!” her olayı nasıl da bir punduna getirip onunla ilişkilendiriyorsun, gerçekten büyük başarı! - Kör ölünce badem gözlü olurmuş. - Anne nesi iyiydi Allah aşkına! - Doğru söylüyorum aramadı, ya ne anlamsız bir soru bu! O kim ki beni arayacak, neyim benim? Biz ayrıldık! Arasa da telefonu yüzüne kapatacağımdan emin olabilirsin! - Evet böyle günleri hiç unutmazdı, bay önemli günler mütehassısı. 25

- Mavi Öyküler


- Kırkıncı kez söylüyorsun bunu, evet seni doğum gününde aradı, unutmadı, kesinlikle çok vefalı, hatta ona bu konuda bir madalya filan verilmeli, yeryüzünün en vefalı sabık damadı! - Dalga geçmiyorum, gerçekten! - Onun gibisini kesinlikle bulamam çok haklısın, asla bulamam! - Anne, bunu nasıl söyleyebiliyorsun hiç anlamıyorum. Yaptıklarını nasıl unutursun! - Ne demek her erkeğin yaptığı şeyler, yine geldik aynı noktaya! - Demek ki ben senin kadar tahammüllü değilim. - Evet, yalnız olmak daha iyi! - Şimdi yanımda olmasını filan istemiyorum! Korktuğumda yanımda olsun diye de birine katlanmamı beklemiyorsun herhalde benden! - Ne zamana kadar giderse… Ben halimden çok memnunum, inan bana, karışanım yok, görüşenim yok, kafam rahat ohhh! - Anne aklının bende kalmasını gerektirecek bir durum yok, korkmuyorum dedim ya! - İyiliğimi düşündüğünün farkındayım, ama bu evhamlarınla beni gerçekten yoruyorsun. Konuyu nerden nereye getiriyorsun, nereye bağlıyorsun, pes vallahi! - Evet, kapatsak iyi olacak. - Yine geldik aynı yere! Evden çıkmayı hâlâ dü- şün- mü- yorum evet. Olan oldu biten bitti, soruşturma yapıldı, daha ne? Neden buna bu kadar taktın anlayamıyorum. Neden taşınayım, taşınmam neyi değiştirecek? - Eee ne olmuş yani? - Hayır, anne bunu aklıma takıp düşünmüyorum, inan ki beni rahatsız etmiyor. Evet, ilk bir iki gün biraz korktum, ama hepsi bu, sonra unuttum gitti. Bu şehirde her gün neler oluyor okumuyor musun gazetelerde, bu sıradan bir olay bile sayılabilir! - Aynen öyle gayet soğukkanlıyım. - Ne demek yine de taşınsan daha iyi olacak? Anne ne diye taşınma sıkıntısına gireyim ki, çileden çıkartıyorsun beni, sana olay aydınlandı, konu kapandı diyorum. Ortada eli kanlı bir katil dolaşmıyor, hayaletler de! - Anne lütfen hiç olmazsa bugün üstüme gelme, hadi bak Müştak miyavlayıp duruyor deminden beri, hayvan aç. Mavi Öyküler -

26


- Yok, bu hafta çok yoğunum, gelebileceğimi sanmıyorum. - Kutladılar canım, kutlamaz olurlar mı, akşam da yemeğe götüreceklermiş beni. - Bilmiyorum, gelip alacaklar. - Hadi öpüyorum, babama selam… - Ha anne bi dakka, az önce arayan da sen miydin? - On beş yirmi dakika kadar önce. - Hmm tamam, uzun uzun çalınca sen sanmıştım. - Tamam, önemli değil, kimse kim, hadi hoşça kal. - Ben de… Bezginlik içinde telefonu kapattı, aynada kendine baktı. Çorabındaki kaçık eteğinin bittiği yerden dizine kadar inmişti, çorabı tam kaçtığı noktadan iki parmağıyla tutup esnetti, kaçık ta ayak bileğine kadar indi. Yüzündeki umutsuzlukla göz göze gelmemek için aynanın önünden uzaklaştı. Az önce kalktığı koltuğa çöktü, başını ellerinin arasına alıp parkelerin arasındaki boşluklarda günlerdir gezinip duran karıncaları izlemeye koyuldu. Havalar ısındığından beri ortalıklarda gezinip duran bu karıncalar sinirine dokunuyordu. Salondan başlayıp koridora doğru ilerliyorlardı. Bir kısmı ayaklarının altında her gün eziliyor, bir kısmı ev temizlenirken elektrikli süpürgenin hortumunda kasırgalı bir sona sürükleniyordu. Onları çoğunlukla bile isteye öldürmüyordu, ama ortalıkta gezinip durmalarına bazen o kadar sinirleniyordu ki adımlarına özen göstermeyi bırakıp üstlerinden geçmekten alıkoyamıyordu kendini. Bazen gece yatağa yattığında bu yaptığından küçük bir pişmanlık duyduğu, kendini gaddar bulduğu da oluyordu. Ama öldürmenin tuhaf bir tadı olduğunu kabul etmek zorunda kalıyordu sonunda. Amaçsızca karıncaları izlerken “Denizin dibindeki kumların hareketi gibi,” dedi içinden. Piyano hocasının bir türlü bulamadığı tanım bu olabilir, kesinlikle öyle, hareket ettiği hissedilen ama görülemeyen bir sessizlik bu. Bir an telefona baktı, arayıp söylesem mi’yi geçirdi aklından. Sonra da iyice saçmalamaya başladım, diye düşündü: denizin dibi, kumlar, sessizlik, parkeler, karıncalar… Birden karakoldaki polisin, her adımda ora27

- Mavi Öyküler


dan oraya savrulup duran cevapsız sorulara, duvarlara yapışıp kalmış sorusu bulunamamış cevaplara, merak, korku, bekleyiş, azap koridorları arasında gidip gelen postallı ünlemlere inat insani bir sahicilik ve merakla, “Dört gün bu sıcakta nasıl olup da hissedemezsiniz o kokuyu, hem de kapı komşunuz, burnunuzun dibinde!” diyerek şaşıran yüzü belirdi zihninde. Her şeye şaşırmak için gelmişti sanki dünyaya bu yüz. Gözlerinde önce sisli bir halka belirip dönmeye başlamış sonra o sis dağılıp alnındaki kırışıklıkların arasına dolmuş oradan bütün yüzüne yayılmıştı. Ne tuhaf adamdı gerçekten, diye geçirdi içinden. Tekrar karıncaları izlemeye koyuldu, bu sırada dehşet içinde, “Ya bunlar karşı daireden geliyorlarsa buraya?” diye düşündü, evin içinde ölümün kokusunu duydu. Sıcakla dalga dalga yayılan, bir ipin ucunda gidip gelen ölümün… Telefon sesiyle birlikte hareket eden sessizlik kılıçla kesilmiş şeffaf, kaygan bir hayvan gibi ikiye bölündü. Bir kısmı telefon sesinden önceki zamanda kaldı, diğer yarısı ise araya giren sesin böldüğü zamanın ötesine geçip beklemeye, diğer yarısıyla birleşeceği zamanı kollamaya başladı. - Alo? - Aaa merhaba! - Aynada duruşunu dikleştirdi. - Tabii çok şaşırdım, nerdeyse bir yıldır hiç konuşmadık. Nasılsın? Bir elini beline koydu, konuşurken bir yandan da aynadaki görüntüsünü izliyordu. - Aaaa demek unutmadın, çok teşekkür ederim, inanılmaz şaşırdım! Her zamanki gibi çok… Çok düşüncelisin, her zaman söylemişimdir bunu. Yakındaki tabureye uzandı, gıcırdatmamaya özen göstererek oturdu, bacak bacak üstüne atıp bir bacağını yukarı aşağı sallamaya başladı. Çorabındaki kaçık gözüne takılınca bacak değiştirdi. Mavi Öyküler -

28


- İyiyim, iyiyim, daha doğrusu iyi olmaya çalışıyorum. - İşte şu olay yüzünden, duymadın mı? O sırada gözü yine karıncalara takıldı, salondan gelen bütün karıncalar, portmantonun altına doğru ilerliyordu. - Gazeteler filan da yazdı, okumuşsundur ya da ne bileyim ortak tanıdıklardan duymuşsundur diye düşünmüştüm. Karıncaları izlemeyi sürdürdü, sanki yuvaları portmantonun altındaydı, oraya giren hiçbir karınca öbür taraftan çıkmıyordu. - Demek duymadın. Bacak değiştirdi, dalgın dalgın konuşmasını sürdürdü: - Can sıkıcı bir şey, kapı komşum… - Asmış kendini kadın… - Ya, evet. - Hemen dış kapının ardında, girişte yani. Yerinden kalkıp telefonu sol eline aldı, ahizeyi boynuyla omzu arasına sıkıştırıp sağ eliyle portmantoyu ileri doğru çekmeye girişti, çok ağır olmasına rağmen epeyce çekmeyi başardı. Kocaman bir karasineğin üstünü onlarca karınca kaplamıştı, iğrenç görünüyorlardı, dayanılmaz bir öfkeyle hepsini ezmek istedi. Bir an karşı dairedeki kadının cesedini yüzlerce, binlerce karıncanın kapladığını, belki de dört gün boyunca kadın o ipte öyle sallanıp dururken onu parçalamaya çoktan başlamış olabileceklerini düşündü. Sonra da karıncaların tavandan sarkan o ipe tırmanıp cesede ulaşmalarının imkânsız olduğu kanaatine varıp o korkunç görüntüyü zihninden uzaklaştırdı. - Bir hafta kadar oldu. - Bilmiyorum, pek tanımıyordum aslında, tuhaf bir kadındı. Belki de zavallı kadın boğulurken ağzından saçılan kanlar yere de damlamış ve işte şu iğrenç karıncalar o kan damlalarının etrafını da işte böyle sarmıştır. Tüyleri diken diken oldu yine. -Ne bileyim işte, ünlü bir yönetmenin eski karısıymış, kapıcı 29

- Mavi Öyküler


öyle demişti. Evinden nerdeyse çıkmazdı, kimseyle de görüşmezdi. - Evet söyledim ya tuhaftı. - Yok canım, öyle konuşmuşluğum filan yoktu. Girip çıkarken kapıda karşılaşıyorduk bazen. Ben ilkinde iyi akşamlar dedim, hiç oralı olmadı, yüzüme anlamsız anlamsız baktı. Ben de bir daha selam vermedim. - Hmm - Evin perdeleri hiç açılmıyordu, kapıyı da kimseye açmıyormuş kapıcının dediğine göre. - Yok yaşlı sayılmazdı, kırk beşinde var yoktu. - Son yirmi gündür filan da iyice garipleşmişti. - Bir sabah evden çıkarken baktım kapısının önünde kocaman bir nar, bir dolu bozuk para bir de karnabahar. Şaşıp kaldım, bir anlam veremedim, büyü müyü mü yapıyor nedir diye düşündüm hatta. Bundan birkaç gün sonra da yepyeni bir kasetçalar. Tabureye tekrar oturdu, sağ bacağının dizden yukarıdaki kısmında kalan çorapta bir delik açarak sol elinin başparmağını oradan geçirdi, işaret parmağıyla başparmağı arasına sıkıştırdığı çorabı çekiştirmeye başladı. Bir yandan da karıncaları izlemeyi sürdürüyordu. - Bilmiyorum sonra ne oldular, birkaç gün öyle durdular sonra kayboldular, artık kadının kendisi mi içeri aldı, apartmandan birileri mi aldı gitti bilmiyorum. - Kapıcıya sordum tabii, ama o da bir şey bilmiyor çok, ne bileyim abla garip kadın işte, ben de anlamıyorum deyip geçiştirdi. Portmantonun çekmecesini karıştırdı, bir kibrit arıyordu, buldu. Tabureden kalkıp telefonu eline aldı, ahizeyi yine boynuyla omzu arasına sıkıştırıp bir kibrit çaktı, karınca öbeğine yanaştırdı. Bir kibrit daha, bir tane daha… Bütün karıncalar küçük cızırtılarla büzüşüp katılaştı. - Hmm evet, sigaramı yaktım, pardon. - E’si böyle işte, asmış kadıncağız kendini, ceset dört gün öyle asılı kalmış, düşünsene bu sıcakta, kim bilir ne hale gelmiştir… Mavi Öyküler -

30


- Sonra kapıcı fark etmiş, servise çıktığında, artık koku iyice ağırlaştı demek. - Bilmiyorum ki, kim bilir ne derdi vardı? - Kaç gündür onlarla uğraşıyoruz işte. - Tabii tabii, herkesi sorgudan geçirdiler. - Önce benden başladılar. - Ne diyeyim işte sana söylediklerimi söyledim onlara da. - Korkmaz olur muyum, hâlâ aklım başıma gelmiş değil, insan sarsılıyor. - Kapı komşum olması daha da asap bozucu, düşünsene kadın dört gün bir iki metre ilerde sallanıp durmuş. - Düşünmemeye çalışıyorum ama olmuyor işte. - Evet, orası çok trajik, kimi kimsesi yokmuş demek ki… - Tatil mi... Nerdeeee? Aslında biraz uzaklaşmak için dediğin gibi iyi olabilirdi ama işler çok yoğun, izin almam mümkün değil. - Gelmek istedi aslında da ben istemedim, şimdi kadını ta oralardan… Zaten tedirgin oldu, kaç gündür arayıp duruyor. - Biliyorsun işte ne kadar evhamlı olduğunu. - İyi iyi, kulaklarını çınlatıyoruz arada bir. Doğum gününde onu da aramışsın, çok sevinmiş. Seni pek sever zaten. Aynada yüzüne bakarak ağzını sağa doğru büzdü. - Biliyorum tabii bilmez miyim? - Ay kahretsin! - Yok, önemli bir şey değil, Müştak kucağımdaydı da, aniden yere atlayınca çorabımı kaçırdı hınzır! - Hmmm, evet, miniden vazgeçemem bilirsin. Ayağa kalktı yine, topuklu ayakkabılarını sağ ayağıyla kendine doğru çekip giydi. Eli belinde aynada kendini süzmeye başladı, dudaklarına, gözlerine, burnuna baktı ve uzun zamandır ilk defa güzel olduğunu düşündü. - Program mı? - Ha, yok. Aslında işyerindekiler çok ısrar ettiler ama içimden bir şey yapmak gelmedi. 31

- Mavi Öyküler


- Ne bileyim işte. - Birlikte mi? - Bilmem ki… - Birden garip hissettim kendimi şimdi. - Haklısın da işte, uzun zaman geçti ya., bilmiyorum ki… - Olabilir aslında, neden olmasın, gidebiliriz. - Bir saat kadar sonra olabilir mi? - Tamam, peki. Görüşürüz o zaman. Telefonu kapattı, ayağındaki topukluları fırlatıp attı. Hoplaya zıplaya yatak odasına koştu, gardırobunu açıp askıları acele acele sağa sola çekiştirerek akşam için en çarpıcı elbiseyi seçmeye girişti. Sessizliğe gelince, sessizlik, hareket etmeyi durdurdu.

p

“UÇSUZ BUCAKSIZ BİR ÇOCUK PARKIYDI DÜNYA” “Koza” | Ferhan Şaylıman Dıştan, çevresi iki parmak kalınlığında dal motifleriyle, göbekten geometrik desenlerle kabartmalı, demir kollu ağır ahşap kapının açılmasıyla, iki basamakla çıkılan geniş bir taşlığa girilirdi. Bahçedeki anaç gövdeli dutun loş aydınlığı, bayıltıcı temmuz sıcağında yaprakları usul usul titreşen şimşirlerin kokusunu taşırdı içeriye. Her öğleden sonra bir parça serinlik verir düşüncesiyle kovalar dolusu suyla yıkanmaktan aşınmış, baklava dilimleriyle bezeli girişteki siyah beyaz kare taşlar, canlılığını yitirmiş donuk solgun yüzeylerinde, şıpıdık terliklerin, tahta takunyaların yükünü taşımaktan biraz da yorgun görünürlerdi. Bahçeye açılan kapının yanında, üzerine büyük bir boy aynasının oturtulduğu dört çekmeceli ceviz konsolun gözleri, çocuk gücümüzün çekemeyeceği kadar hep dolu olurdu; yastık kılıfları, çarşaflar, yemeniler, namaz örtüleri, seccadeler ve özenle katlanmış mendil kalabalığında, naftalin ve sabun kokusu. Sokak Mavi Öyküler -

32


kapısından iki basamakla çıkılıp taşlığa adım atıldığında, sağda ve solda iki oda vardı. Yazın bu odalarda gülüş cümbüş kalabalık akşam yemeklerinin yenildiği muşamba örtülü masalar kurulur, ardından yatsı namazının bitimine kadar süren çay sohbetleri yapılırdı. Gün, en güzel saatlerini güneşin batışına saklardı. Aydınlık, yüksek bahçe duvarının tepe kiremitlerinde solarken, dut ağacının altındaki çilingir sofrasında biten günü uğurlayan kır saçlı dayım, ancak birinci dubleden sonra ilgilenirdi bizimle. Her akşam küçük tabaklara hazırladığı mezeleri sabırla bahçeye taşıyan yengem, sessiz sedasız bir kadındı. Mahalleyi giydirecek kadar kazak ve hırka ören, arada, namazı kaçırmamak için ezan sesini kollayarak yaşamaya alışmış, yengemin yaşlı annesi Saniye teyzeyse en az torunları kadar sever, ilgilenirdi benimle. Bahçeden taşlığa yayılan anason kokusunu duyduğunda, aptesi kaçacak düşüncesiyle endişelense de ses çıkarmaz, damada ayıp olmasın diye görmezden gelirdi. Yaz tatillerini burada geçirmek için okulların kapanmasını her yıl iple çekerdim. Gündüzlerin, bahçedeki konserve tenekelerine dikilmiş fesleğenlerin bayıltıcı kokularıyla gecelere; gecelerin, sabahın ilk ışıklarıyla bir kumrunun derin iç çekişlerine bağlandığı, sıra dışı, zaman kavramını zorlayan tatillerdi bunlar. Zaten bir çocuğun zaman göstergesi, sarkacı düşlerde sallanan, akrepsiz yelkovansız pırıl pırıl bir dolunay değil midir? Kocaman topuzuna var gücümüzle asılıp düşlere daldığımız bu sarkacın ucunda Tarık’la birlikteydik hep. Yalnızca sayısız oyunların oynandığı, uçsuz bucaksız bir çocuk parkıydı dünya. Dut ağacının gölgesine sığınmış, körpe dalların camlarını yaladığı bahçedeki küçük oda dünyanın merkezi, dört yanı surlarla çevrili bir kaleydi. Çok azmadığımız sürece ne yengem ne de Saniye teyze kalemizin kapısına asla dayanmazdı. Alttan üste kaldırılarak açılan sürgülü penceresinden şimşirlerin, karşıdaki tavuk kümesinin, bitişikteki caminin yan duvarının görülebildiği bu bahçe odasında neler yoktu ki... Kullanılmayan ya da misafir geldiğinde çıkarılan çarşafa sarılmış yatak yorgan yığınları, kılıfları eriyip yırtılmış ot yastıklar, tek bacağı kırılmış tahta bir at, balığa meraklı 33

- Mavi Öyküler


dayının olta takımları, pencerenin kıyısına duvara köşelemesine yerleştirilmiş ortası göçük bir sedir. Gıcırtılarla çıkılan, tahta basamakları çökmüş merdivenin bitimine yakın duyumsanan anason kokusu, odanın varlığını tanımlayan bir belirtiydi sanki. Yıllardır merdiven altındaki bodrumda biriktirilen rakı şişelerinden uçuşup, döşemenin aralıklarından sızan o koku, temmuz sıcağında baş döndürücü bir yoğunluk kazanırdı. Şimşirlerin, dutun ve anasonun tanımsız bileşimini özleyerek geçen yılın ardından, yine buradaydım işte! Daha kapıdan girerken ayrımına varmıştım onun. Saniye teyzenin elini öperken, Tarık’ la kucaklaşırken üzerime yapışan bakışlarından utanmıştım. Üst kata çıkan merdivenlerin başında dikiliyordu kayıtsızca. Yüzündeki sarışın gülümseme, dizkapaklarını açıkta bırakan kırmızı puanlı basma etekliğe, delikli lastik terliklerin içinde kıpırdaşan çıplak ayaklarına denk düşüyordu. Ellerini arkadan kalçalarının üzerinde kenetlemiş, merdivenlerin tırabzanına sırtını dayadığı yerde dalıp gitmişti bu kucaklaşma anına. “Nasıl da büyüyüp boy atmışsın” diyerek sarılmıştı yengem, sonra da merdivenlere doğru dönüp sürdürmüştü konuşmasını: “Bu sene Gülümser de sizinle olacak, ablamın kızı, gel bakalım Gülümser, tanışın hadi!” Benden uzun boylu ve yapılıydı. İlkokuldan sonra okutmamışlardı. Genç bir kızın günden güne belirginleşen çizgilerini titrete titrete yanıma yaklaşıp, elini uzatmıştı. Güneşte kavrulmuş, yanık, buğdaysı sarışınlığına gizlediği bir gülümseme vardı yüzünde. “Hoş geldin” derken yalnızca dudaklarını kıpırdatmakla yetinmişti. Tılsım bozulmuştu. Bahçe odasının, dutun gölgesine yayılmış serin ve loş aydınlığında kurduğumuz dünyaların tılsımı. Cam fanusun tüm ışıkları sönmüş, masalların göz kamaştıran sonsuz evreni uğultuyla gelen bir sessizliğe bırakmıştı yerini. Ummadığım anda, hiç bilmediğim bir ormanda kaybolmak üzereydim. Ormanın derinliklerinden yankılanan değişik tınılardaki binlerce sesi duyup tanımlayamamak beni savunmasız bırakmıştı. Mavi Öyküler -

34


Sarışın bir titreyişin, Gülümser’in çekim alanındaydım. İlk akşam sokağa bakan ön odada yediğimiz yemek boyunca masanın uzak ucunu gözlemiştim. Yengeme yardım ediyordu. Boşalan tabaklara, ekmek dilimlerine, çatala kaşığa uzanan ellerinin her deviniminde isimsiz bir kuş havalanıyordu içimden. Dibimdeki sandalyede büyük tatil için durmaksızın düşler, oyunlar kuran Tarık’ın anlattıkları önemini yitirmiş, ilgi alanımdan çıkmıştı. Yemek sonrasında büyükleri masada baş başa bırakıp bahçeye atmıştık kendimizi. Kabuğuyla birlikte kalınca kesilmiş karpuz dilimlerini sularını akıtarak ısırmanın tadı artık farklılaşmıştı. Gülümser’in dudak ucundan çenesine süzülen damlacıklar, mutfak ışığının aydınlığında uzak yıldızlar gibi parlayıp sönüyordu. Gece. Ninnisi sessizliğinde gizli bir odanın, kenarları oya işlemeli patiska perdelerinden sızan ay ışığı. Taşlıktan, basamaklarına kalın muşamba çakılmış merdivenlerle çıkılırdı üst kata. Basamakları çevreleyen tırabzanların, günde yüzlerce defa tutunmaktan verniği aşınmış tahta oymaları her adımda gıcırdar, sallanır titrerdi. Üst kat, oval derin boşluklu pencerelerden içeri dolan aydınlıkla iyice genişleyip ferahlamış bir sofayla açılırdı karşımıza. Sofadaki balkonlu oda bizimdi. Saniye teyze ile Gülümser’in karşılıklı yattığı somyaların arasında her gece serilip kaldırılan yer yatağında Tarık’la birlikte uyuyorduk. Romatizmalı bacakları pikenin altında, sırtını duvara yaslamış sağa sola sallanarak, avuçları açık dualar eden yaşlı kadının mırıltıları doldururdu önce geceyi. Tarık daha dua bitmeden uyurdu. Sessizlik. Yukarı çekilmiş sürgülü pencerenin aralığından patiska perdeyi hafiften şişiren esintinin eşliğinde, uzaktan gelen köpek havlamalarını dinlerdim. Kokular. Gün boyu sıcaktan yorgun düşmüş dutun, caminin bahçesinden sokağa uzanmış incirin, haziranın, temmuzun kokusu; bir de Gülümser’in. Yanı başımdaki somyanın her kıpırdanışında esneyen yayların gıcırtısını dinleyerek yığılırdım uykunun kollarına. İlk sarsıntı, yine gülüş cümbüş süren bir akşam yemeğinde 35

- Mavi Öyküler


umulmadık biçimde gelmişti. Nasıl olduysa masada yan yana düşmüştük. Çatal kaşık kullanma yeteneğini unutmuş, sakar bir çocuktum. Önce koca bir ekmek parçasını tabağa düşürüp yemeğin suyunu sıçratmıştım üzerime; toparlanayım derken bu defa da Gülümser’in ayağına basmış öylece kalakalmıştım. Başım önümde kıpırdayamıyordum. Ayaklarım ayaklarına yapışmıştı. Sanki yüzyıllar süren bir bekleyişin ardından toparlandığımda, ökseye düşürdüğü kuşu vurmaya hazırlanan avcının bakışlarını yakaladım Gülümser’de. İlgisiz, hafife alan, oynamaya yatkın bir gülümsemeyle yemeğini yerken, ağzımda evirip çevirip yutmaya debelendiğim lokmayla, onu izliyordum. Masanın altında oynaşan her küçük kıpırdanışta, boğulurcasına çarpıyordu yüreğim. Tabağını özenle sıyırdıktan sonra ayağını usulca çekip kalkmıştı yanımdan. Geniş, aydınlık bir kapı açılmıştı şimdi önümde. En zoru ilk adımı atmaktı. Kapının eşiğinde dikilmiş, büklüm büklüm çiçek demetlerini çağrıştıran ışık kümelerinin göz kamaştıran yağmurunda, önümde uzanan yolu seçmeye çalışıyordum. Nereden ve kiminle bakarsam bakayım, günün her saati aynı görüntüleri yansıtan aynalarla çevrelenmiştim. Kaygan, ince bir çizginin üzerindeydim artık. Bir gece Saniye teyzenin fısıltılarla okuduğu duaların ardından o kaygan çizginin üzerinde yuvarlanırken buldum kendimi. Çocuksu bağlılıklarla içe kapanık heyecanların salıncağında tetikte bekliyordum. Sırtım Tarık’a dönük, yakın seslerdeydi kulağım. Pencerenin aralığından dolan zamansız esinti, kendi gerekçesini de taşıdı içeriye. Kabaran perdenin üflediği serinlikle, somyada bir kıpırdanma oldu. Üşümüştü. Çarşafın altında toparlanmaya çabalarken bir eli yatağın kıyısından sarktı ve öylece kaldı. Uyuyor muydu gerçekten? Başımın hemen yukarısındaydı elleri. Gündüz olduğu gibi gecenin aynasında da milyonlarca Gülümser yan yana dizilmiş dokunmamı bekliyordu. Aynada, Gülümserlerin arasında eriyip buharlaşmak üzereydim. Gölge sessizliğinde, Tarık’a çarpmadan dirseğimin üzerinde doğrulup parmaklarını kokladım. Bulaşıkta kullandıkları Arap sabununun kokusu sinmişti tenine; belki biraz da bahçede yenilen karpuzun serinliği. Geniş açılımlarla süzülen bir kuşun kanatlarına sıkıca tutunmuş, yükseliyordum. UyarılMavi Öyküler -

36


manın ergene yakın çocuksu tanımı, sıcaklığı, rengi, kokusu var mıdır? Uyaran, canı istediğinde bir deniz mağarasının yosunlu duvarlarında mı gezdirir tutsağını? Başım dönüyordu. Gülümser uyanmış ve hızla çekmişti elini. Kıpırtısızdım. Kıpırtısızlık, odada uyuyanlar dışında zamanın içinde taş kesildiğimiz andı. Avını gözleyen bir kedinin, burnunu ön patilerinin arasına gömmüş pür dikkat kesildiği o bekleyişin sonunda ilk adım kurbandan değil avcıdan geldi. Somyanın kıyısına doğru sokulduğunu duydum. Yastığın ucundan yere, yüzüme yakın kıvrım kıvrım bir saç demedi düşmüştü. Karalıkta, hemen yukarda yüzükoyun yattığı yerden, kirpiklerinin arasında çakıp sönen ışığa doğru aktım. Gülümser kararsız, neredeyse istemeden elini daha da uzattı; Saniye teyzenin horultularını kollayarak saçlarımı okşadı, çekiştirdi, acıttı. Önce korkmuştum. Bildiğim okşamalara benzemiyordu bu. Adını koyabileceğim binlerce dokunuşun arasında benzersiz ve tekti. Saçlarımı karıştıran parmaklar, kulağımı, burnumu yoklayıp iz sürerek yanaklarımda durdu. Elinin tersiyle yanağıma sürtünen dokunuşlarında abla sevecenliğini aramıştım ama yoktu. Ter içindeydim. Saniye teyzenin horultusu kesilip öksürük nöbeti tuttuğunda, Gülümser çoktan çarşafın altında kaybolmuş, beni yanıt bulamadığım sorularla gecenin ucuna fırlatıp atmıştı. Sonsuza kadar gözlerimi kırpmadan öylece kalabilirdim, öylece. Artık onun silik bir gölgesiydim. Acemi bir ressamın eline düşmüştüm. Renkten renge, biçimden biçime sürükleniyordum. Gülümser serin dut yapraklarıyla bezeli yatağında kozasını ören bir ipek böceğine dönüşmüştü. Üst kata çıkan merdivenlerde kazara çarpıştığımızda, salata tabağında kalan son domates parçası için kavgaya tutuştuğumuzda, paylaşılamayan bir karpuz diliminde, taşlıktaki konsolun aynasında yakalanan kaçamak bir bakışta, tüm bakışlarda, ördüğü kozanın derinliklerine çekilen, çekildikçe karşısındakini de çeken ipek böceğiydi o. Salgıladığı yapışkan parlak sıvıyı koklaya koklaya yaklaşıyordum yanına, derinlere. Çocukların zorunlu uykulara yatırılıp, büyüklerin çarşıya alışverişe çıktığı öğleden sonrasıydı. Güneşin ikindiye devrildiği 37

- Mavi Öyküler


saatlerde taşlıkta gezinen terlik sesleriyle uyandım. Uyku sersemi sofanın penceresine yaklaştığımda Gülümser bahçe odasının merdivenlerindeydi. Dönüp gülümsemiş miydi içeri girmeden önce, yoksa bana mı öyle gelmişti? Gözden kaybolurken dutun dallarına takılı kalmış, sallandıkça yapraklara sürtünen parçalanmış cam keskinliğinde bir ışık parlamıştı sanki o an. Sofadan taşlığa, oradan da bahçeye fırlamıştım yalınayak. Odaya çıkan merdivenlerin karşısına ulaştığımda hızım kesilmiş, donup kalmıştım. Kapı yarı aralıktı. Yürüyemiyor, adım atamıyordum. Dizlerim titriyordu. Basamaklara, bodrumdan sızan anasonun iç bayıltan kokusuna direnerek yüklenmiştim. Daha dokunur dokunmaz menteşelerinden gıcırdayarak açılmıştı kapı. Sedirde bağdaş kurmuş oturuyordu Gülümser. Biliyordu geleceğimi, hiç ama hiç şaşırmamıştı. Serin, küflü, gölgeli bir aydınlık vardı çevresinde. Günlerdir çeyiz niyetine yarım yamalak örmeye çalıştığı masa örtüsünü dizlerinin üzerine bırakıvermişti öylece. Elinden kayan tığ, tok bir tınlamayla yere düştüğünde, Gülümser yavaşça sedirin arkasına doğru çekilip sırtını duvara dayadı. İçeriye girdiğimde takındığı umursamaz tavır sesine de sinmişti: “Aval aval dikilip durmasana, gel otur şuraya.” Yönlendirici, buyurgan, üstünlüğünü koşulsuz ortaya koyan ama aradaki tüm uzaklığı da şimdilik kaldırdığını fısıldayan bir sesti bu. Aldığı komutu yerine getiren bir robot gibi yürüyüp, çökmüştüm yanına. Gülümser kucağındaki masa örtüsünü fırlatıp, yukarı sıyrılmış eteklerini toparlama gereğini duymadan ayağa kalkmıştı. Bahçeden, taşlıktan ansızın gelebilecek sesleri dinliyorduk. Yeryüzündeki tüm canlılar uykuda olmalıydı, uyumayanlar da bizden çok uzaklardaydı zaten. Olanca dikkatimle onu izliyordum. Çıplak ayaklarının ucuna basarak açık duran kapıya yaklaştığında ne yapacağını çoktan anlamıştım. Yalnız o kapı değil dünyanın bütün kapıları kapanmalıydı üzerimize. Bunu istiyor, istediğim için de korkuyordum. Özenle, gıcırdatmamaya çalışarak kapıyı itip, mandalını aşağı indirdi. Şimdi kozanın derin boşluğunda yapayalnızdık. Hiç acele etmeden salınarak dönmüştü yanıma. Ayakta tam karşımda dikilmiş, üzerime doğru eğilmişti. Omuzlarımdan tutup geriye ittiğinde, efendisinin isteklerini yerine getirmeye hazır, onun çocuk kölesiydim. Saçlarıyla yüzümü örMavi Öyküler -

38


tüp, gövdesiyle küçük çelimsiz gövdeme abandığında ilk defa bir soluğu çok yakınımda duydum. Öğlen yediğimiz kızartmanın sarımsaklı yoğurdu burnumun dibindeydi. Yüzümü gizleyen saçlarını başının sert bir hareketiyle çekip uzun uzun baktı, inceledi. “Bir kızla öpüştün mü hiç?” diye sordu. “Sana öpüşmesini öğreteyim mi?” Binlerce göz, binlerce dudak, binlerce el geziniyordu üstümde. Gülümser hiç tanımadığım başka birisi olmuştu. Tepkisizliğime, şaşkın duruşuma kızıyordu. Bilinçsizce sedirin örtüsünü kavramış elimi hırsla çekip bacaklarının arasına soktu. İrkilmiştim. Tüm ağırlığını üzerime bırakmış bu gövdeden kurtulmak, altından sıyrılıp kaçmak istiyordum. Az önceki sert dokunuşlar, boğuşmaya bırakmıştı yerini. Sedirden yuvarlanıp Gülümser’in üzerine düştüğümde ikimiz de soluk soluğaydık. Kapının epeyce zorlandıktan sonra kırılırcısına açıldığını o anda fark ettik. Saniye teyze ellerini ağzına kapamış, fal taşı büyüklüğünde gözlerle bize bakıyordu. Dünyanın sonu gelmişti. Yüzüm kıpkırmızı kesmiş ayağa kalkarken Gülümser kalçalarına kadar sıyrılmış eteklerini çekiştiriyordu. Son olarak, “Allah kahretsin sizi” diyen bir ses duydum. Suratıma patlayan tokatla odanın bir köşesine savrulup yıkıldım. Dilim tutulmuştu. Saniye teyze kapıyı üzerimize kilitleyip dışarı çıktığında, Gülümser dizlerinin üzerinde emekleyerek yanıma sokuldu, sarıldı, başımı göğsüne yasladı. “Korkma” dedi, “Korkma, yanında ben varım.” Ağlamaya başlamıştım. İlk defa o zaman sarıldım Gülümser’e. Tokadı yiyen yanağım sızladıkça, sarıldım ve ağladım. Göğsü sıcacıktı.

p

“HERKES ONUN ÇOK İYİ BİR ÇOCUK OLDUĞUNU BİLİYORMUŞ” “Hikâye Anlatıcısı” | Saki Sıcak bir akşamüstüydü, bu nedenle vagon fazlasıyla bunaltıcıydı ve sıradaki istasyon Templecombe’a neredeyse bir saat vardı. 39

- Mavi Öyküler


Vagonda biri diğerinden daha büyük iki kız, bir de oğlan vardı. Çocukların teyzesi, köşedeki koltuğa yerleşmişti, diğer köşedeki koltukta da onlara yabancı olan yalnız bir adam oturuyordu, ama küçük kızlarla küçük oğlan, kompartımanı kesinlikle ele geçirmişlerdi. Hem teyze hem de çocukların sohbeti sınırlı, ısrarcı bir şekilde sürüyor, pes etmeyi reddeden bir karasineğin tacizleri misali, bitmek bilmiyordu. Teyzenin iki lafından biri “Yapma”yla başlıyor gibiydi, çocukların lafları da “Neden?”le. Adam bir şey söylemiyordu. Küçük oğlan, koltuğun minderlerine vurmaya, her vurduğunda da bir toz bulutu oluşmaya başlayınca teyze, “Yapma Cyril, yapma!” diye bağırdı. “Gel de pencereden dışarı bak,” diye ekledi. Çocuk, pencereye isteksizce yanaştı. “O koyunları neden tarladan dışarı çıkarıyorlar?” diye sordu. “Daha fazla ot olan başka bir tarlaya götürüldüklerini zannediyorum,” dedi teyze belirsizce. “Ama o tarlada bir sürü ot var,” diye diretti çocuk; “orada ottan başka bir şey yok ki. Teyze, o tarlada bir sürü ot var.” “Muhtemelen diğer arazideki ot daha iyi,” diye öne sürdü teyze çaresizce. “Neden daha iyi?” diye ani, kaçınılmaz soru geldi. “Ah, şu ineklere bakın!” diye bağırdı teyze. Yol boyunca neredeyse her tarlada inek veya öküz vardı ama teyze, ender bir şeye dikkat çekiyormuşçasına konuşmuştu. “Neden diğer tarladaki ot daha iyi?” diye üsteledi Cyril. Adamın çatık kaşları, asık bir surata dönüşüyordu. Onun sert, anlayışsız bir adam olduğuna hükmetmişti teyze. Diğer arazideki otlar hakkında tatmin edici bir yanıta ise tam anlamıyla varamamıştı. Daha küçük kız, “Mandalay Yolunda”yı ezberden okuyarak kendine eğlence yarattı. Sadece ilk dizeyi biliyordu, ama kısıtlı bilgisini mümkün olduğunca kullanıyordu. Dizeyi dalgın ama kararlı, duyulabilir bir sesle tekrar tekrar yineliyordu; adama, sanki birisi kızla dizeyi iki bin kere hiç durmadan sesli olarak tekrar edemeyeceğine dair iddiaya girmiş gibi geldi. O her kimse, bahsi kaybetmek üzereydi. Mavi Öyküler -

40


“Gelin buraya da bir hikâye dinleyin,” dedi teyze. Adam iki kere ona, bir kere de imdat frenine bakmıştı. Çocuklar, vagonun sonundaki teyzelerinin yanına ilgisizce yanaştılar. Belli ki kadının hikâye anlatıcısı olarak ününe pek yüksek bir değer biçmiyorlardı. Teyze, dinleyicilerinden sesli, aksi aralıklarla sık sık bölünen, alçak, sır verir gibi bir sesle, iyi ve iyiliğinden dolayı herkesle arkadaş olan, sonunda onun ahlaki karakterine hayran birkaç insan tarafından azgın bir boğadan kurtarılan küçük bir kız hakkında girişkenlikten uzak ve üzücü bir biçimde sıkıcı bir hikâye anlatmaya başladı. “İyi olmasaydı onu kurtarmayacaklar mıydı?” diye sordu küçük kızların büyüğü. Tam da adamın sormak istediği soruydu bu. “Şey, evet,” dedi teyze duraksayarak, “ama onu o kadar sevmeselerdi yardımına bu kadar çabuk koşacaklarını hiç sanmam.” “Dinlediğim en aptal hikâye bu,” dedi küçük kızların büyüğü ani bir kararla. “İlk kısımdan sonrasını dinlemedim bile, çok aptaldı,” dedi Cyril. Daha küçük kız hikâye hakkında bir yorum yapmadı, ama çoktandır favori dizesini mırıldanarak tekrar ediyordu. “Hikâye anlatıcılığında pek başarılı olduğunuz söylenemez,” dedi adam köşesinden aniden. Teyze, bu umulmadık saldırı karşısında ani bir savunmaya geçti. “Çocukların hem anlayıp hem zevk alabileceği hikâyeler anlatmak çok zor iş,” dedi inatçı bir şekilde. “Size katılmıyorum,” dedi adam. “Belki de siz onlara bir hikâye anlatmak istersiniz,” oldu teyzenin yanıtı. “Bize bir hikâye anlat,” diye ısrar etti küçük kızların büyüğü. “Bir zamanlar,” diye başladı adam, “Bertha adında çok çok iyi bir kız varmış.” Çocukların anlık artan ilgileri derhal sönmeye başladı; bütün öyküler, onları kim anlatırsa anlatsın fazlasıyla aynıydı. 41

- Mavi Öyküler


“Ona ne söylenirse yaparmış, doğru sözlüymüş, giysilerini kirletmezmiş, çikolatalı pudinglerini elmalı turta gibi yermiş, derslerini mükemmel öğrenirmiş ve herkese çok kibar davranırmış.” “Güzel miymiş?” diye sordu küçük kızlardan büyüğü. “Sizin kadar değil,” dedi adam, “ama dehşet iyiymiş.” Hikâyenin lehine bir öykü dalgası oldu; iyilikle alakalı dehşet kelimesi, hikâyeye güç katan bir yenilikti. Teyzenin çocuksu yaşam hikâyelerinde eksik olan bir gerçeklik çemberi getirmişe benziyordu. “O kadar iyiydi ki,” diye devam etti adam, “iyiliği için bir sürü madalya kazanmış ve bunları elbisesinde hep taşıyormuş. Bir madalya söz dinlediği için, bir diğeri dakikliği için, üçüncüsü de iyi davranışı için. Kocaman metal madalyalarmış bunlar ve kız yürürken birbirlerine çarpıyorlarmış. Yaşadığı kasabada hiçbir çocuğun üç madalyonu yokmuş, o yüzden herkes onun çok iyi bir çocuk olduğunu biliyormuş.” “Dehşet iyi,” diye alıntıladı Cyril. “Herkes onun iyiliğinden bahsediyormuş, hal böyle olunca Prens de bunu duymuş ve kız bu kadar iyi olduğundan, kasabanın hemen dışındaki parkında haftada bir gün dolaşmasına izin vermiş. Güzel bir parkmış bu ve çocukların içeri girmesine hiç izin verilmiyormuş, o yüzden oraya girmesine izin verilmesi Bertha için büyük bir şerefmiş.” “Parkta hiç koyun var mıymış?” diye sordu Cyril. “Hayır,” dedi adam, “hiç koyun yokmuş.” “Neden hiç koyun yokmuş?” diye geldi bu cevaptan doğan kaçınılmaz soru. Teyze hafifçe gülümsedi ki buna bir sırıtma da denilebilirdi. “Parkta hiç koyun yokmuş,” dedi adam, “çünkü Prensin annesi bir gün rüyasında oğlunun, kafasına bir koyun, o olmazsa bir saat düşerek öleceğini görmüş. Bu nedenle Prens, ne parkında koyun ne de sarayında saat bulundururmuş.” Teyze, hayranlığını bastırmaya çalıştı. “Prens bir koyun ya da bir saat yüzünden ölmüş mü peki?” diye sordu Cyril. “Hâlâ hayatta, o yüzden rüya çıkacak mı çıkmayacak mı söyleyeMavi Öyküler -

42


meyiz,” dedi adam umursamazca, “neyse, parkta hiç koyun yokmuş, ama her yerde koşuşturan küçük domuzlar varmış.” “Ne renklermiş?” “Beyaz suratlı siyah domuzlarmış, kimisi beyaz üstüne siyah noktalıymış, tümden siyahlar, üstünde beyaz lekeler bulunan griler varmış ve bazısı da tümden beyazmış.” Hikâye anlatıcısı, parkın hazineleri fikrinin çocukların hayal gücüne iyice sinmesi için durakladı, ardından kaldığı yerden devam etti: “Bertha, parkta hiç çiçek olmadığını görünce epey üzülmüş. Oysa gözünde yaşlarla halalarına Prensin çiçeklerinden hiçbirini koparmayacağına söz vermiş ve sözünü tutacakmış, tabii o yüzden koparılacak hiç çiçek olmadığını görünce aptal hissetmiş.” “Neden hiç çiçek yokmuş?” “Çünkü domuzlar hepsini yemiş,” dedi adam çabucak. “Bahçıvanlar zamanında Prense aynı anda hem domuzları hem de çiçekleri olamayacağını söylemiş, o yüzden o da çiçekler yerine domuzları tercih etmiş.” Prensin kararının mükemmelliği mırıltılarla onaylandı; pek çok insan tam tersi karar verebilirdi. “Parkta eğlenceli başka pek çok şey varmış. İçlerinde altın rengi, yeşil ve mavi balıklar bulunan havuzlar, üstünde anında zekice şeyler söyleyen güzel papağanlar ve zamanın bütün sevilen şarkılarını mırıldanan sinekkuşları olan ağaçlar varmış. Bertha, sağda solda yürüyerek parkın tadını doya doya çıkarmış ve ‘Eğer çok çok iyi olmasaydım bu güzel parka girmeme izin verilmeyecekti ve içinde görülecek bunca şeyin keyfini çıkaramayacaktım,’ diye düşünmüş, yürürken madalyaları birbirine çarpıp çınlamış ve ne kadar iyi olduğunu hatırlamasına yardımcı olmuş. Tam o sırada dev bir kurt, akşam yemeği için küçük, tombul bir domuz yakalayıp yakalayamayacağını görmek için parkta sinsi sinsi dolaşmaya başlamış.” “O ne renkmiş?” diye sordu çocuklar, artan ilgilerinin arasında. “Her tarafı çamur rengiymiş, siyah bir dili ve tarifsiz bir vahşilikle parlayan soluk gri gözleri varmış. Parkta ilk gördüğü şey 43

- Mavi Öyküler


Bertha olmuş; önlüğü o kadar beyaz ve temizmiş ki ta uzaktan bile görünüyormuş. Bertha kurdu ve kurdun ona doğru sessizce hareket ettiğini görmüş, parka girmesine hiç izin verilmemiş olmasını dilemiş. Elinden geldiği kadar hızlı koşmuş, kurt da sıçrayarak ve zıplayarak onun peşinden gelmiş. Bertha, bir mersin çalılığına ulaşmayı başarmış ve çalılığın en kalın yerine saklanmış. Kurt, siyah dili ağzının dışına sarkar ve soluk gri gözleri öfkeyle parlar bir halde dalları koklamaya başlamış. Bertha dehşet korkmuş ve ‘Bu kadar çok iyi olmamış olsaydım şu an kasabada güvende olurdum,’ diye düşünmüş kendi kendine. Ancak mersinin kokusu o kadar keskinmiş ki kurt, Bertha’nın nerede saklandığını koklayarak bulamamış ve dallar o kadar kalınmış ki aralarda ne kadar dolaşsa da onu görememiş, o yüzden gidip onun yerine bir domuz yakalasa da olur diye düşünmüş. Kurdun etrafı kolaçan etmesi ve koklaması yüzünden Bertha tir tir titriyormuş ve titrerken söz dinleme madalyası iyi davranışla dakiklik madalyalarına çarpmış. Kurt tam gidiyormuş ki birbirine çarpan madalyaların sesini duymuş ve durup dinlemiş; ona yakın bir çalıdan aynı ses yine gelmiş. Çalıya dalmış, soluk gri gözleri vahşilik ve zaferle parıldıyormuş, Bertha’yı dışarı sürüklemiş ve onu son lokmasına kadar yiyip yutmuş. Geriye yalnızca ayakkabıları, kıyafet parçaları ve üç iyilik madalyası kalmış.” “Hiç domuz ölmüş mü?” “Hayır, hepsi kaçmış.” “Hikâye kötü başladı,” dedi küçük kızların küçüğü, “ama sonu güzel bitti.” “Dinlediğim en güzel hikâye bu,” dedi küçük kızların büyüğü, ani bir kararla. “Dinlediğim tek güzel hikâye bu,” dedi Cyril. Teyzeden tam aksi bir görüş geldi. “Küçük çocuklara anlatılabilecek en uygunsuz hikâye! Yılların özenli bir eğitimini baltaladınız.” “Hiç olmazsa,” dedi adam, eşyasını toplayarak vagondan çıkmaya hazırlanıyordu, “onları on dakika sessiz tuttum ki bu sizin yapabildiğinizden çok daha iyiydi.” Templecombe istasyonunun peronunda yürürken “Zavallı kaMavi Öyküler -

44


dın!” diye düşündü kendi kendine, “Önümüzdeki altı ay falan o çocuklar ondan insan içinde uygunsuz hikâyeler isteyip duracaklar!” ~~~ Hector Hugh Munro (18 Aralık 1870, Burma – 13 Kasım, 1916, Fransa), daha çok takma adı Saki’yle tanınır; nükteli ve bazen korkunç öykülerinde Edward toplumuyla kültürünü eleştiren bir İngiliz yazardır. Kısa öykünün üstadı sayılır, sıklıkla O. Henry ve Dorothy Parker’la kıyaslanır. Öyküleri, incelikle işlenmiş karakterler ve dikkatlice tasarlanmış anlatıdan oluşur. “Open Window” (Açık Pencere) en ünlü öykülerindendir. Öykünün son satırı (“Kısa süreli aşklar onun uzmanlık alanıydı”) sözlüklere girmiştir. Kısa öykülerinin yanı sıra, Charles Maude işbirliğiyle uzun bir tiyatro oyunu olan The Watched Pot’u (İzlenen Saksı), iki tek perdelik oyun, bir tarihsel çalışma olan The Rise of the Russian Empire’ı (Rus İmparatorluğunun Yükselişi), kısa bir roman olan The Unbearable Bassington (Katlanılmaz Bassington), ayrı bölümlerden oluşan The Westminster Alice’i (Alice Harikalar Diyarında’nın parlamenter bir parodisi) ve Almanların Britanya’yı gelecekteki bir işgalini anlatan fantastik bir roman olan A Story of London Under the Hohenzollems’i (Hohenzollemlerin [Yönetimi] Altında Londra’nın Hikâyesi), diğer adıyla When William Came’i (William Geldiğinde) yazdı. Oscar Wilde, Lewis Caroll ve Kipling’den etkilendi. Kendisi de A. A. Milne, Noël Coward ve P. G. Wodehose’u etkiledi. Saki adının Ömer Hayyam’ın Rubailerindeki içki taşıyıcısına atıf olduğu düşünülür ki Reginald on Chrismas Presents’a (Noel Hediyelerinde Reginald) ismini veren karakter tarafından bu şiirlerden olumsuz bahsedilir ve bunlara başka öykülerde de değinilir. (Bu, Emlyn Williams tarafından 1978 tarihli bir Saki antolojisinin giriş bölümünde öne sürülmüştür. Ama aynı isimdeki, Güney Amerika kökenli primata da bir atıf olabilir ki “Batı yarımküreden uzun kuyruklu, küçük bir maymun” The Remol45

- Mavi Öyküler


ding of Groby Lingdon’un [Groby Lingdon’un Yeniden Yapılması] merkezindedir.) I. Dünya Savaşı’nın başında, Monro 43 yaşında olmasına rağmen, İngiliz Ordusunun Kraliyet Askerleri bölüğüne, komisyonu reddedip er olarak katıldı. Savaş meydanından defalarca fazla hasta veya savaşamayacak kadar yaralı geldi. Kasım 1916’da, Fransa’da bulunan Beaumont Hamel’de Alman bir keskin nişancı tarafından öldürüldü. Çeşitli kaynaklara göre son sözleri, “Söndür o lanet sigarayı” oldu. Ölümünden sonra kız kardeşi Ethel onun çoğu yazısını yok etti ve çocukluklarını kendi açısından anlattı.

p

“BUNLAR ÖTEKİLER İÇİNDİ BEN BAŞKAYDIM” “Yaşanmaz”* | Yusuf Atılgan “Kalk, kalk” diyordu biri, duyuyordum. Sol yanağım yanıyordu. Adamın vurduğu yanağımdı bu. Kolumdan tuttu kaldırdı. Gücün doğruldum. Beş altı kişi durmuş, bana bakıyorlardı. Bir de çocuk vardı. Tümünü gördüm bir bakışta. Gözleri şakıyordu. Geçen gün sucuk aldığım bakkalın gözleri geldi aklıma. Dayanamayacaktım; kahderici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım. Dikilenlerden biri: - Sulanır mısın herifin karısına!.. dedi. - Yalan! dedim, kaygısızca. - Susun be! dedi. Ne var gülecek? Dağılsanıza siz. Üstümdeki tozları silkiyordu eliyle. Tanımadığım biriydi. Önce çocuk yürüdü; sonra ötekiler. İkimiz kaldık yalnız. Üstümdeki tozları silkiyordu boyuna. Yüzüm yanıyordu. - Ben Ali’yim, dedi. “Ali’ymiş.” - Bir Ali vardı Manisa’da… Mavi Öyküler -

46


- Buralıyım ben, dedi. Şimdi sokaktan geçenler bana bakmıyorlardı. Yediğim yumruğu görmemişlerdi. - Eyvallah, dedim. Gidecektim. Kolumdan tuttu. - Olmaz. Kan var yüzünde. Şuracıkta odam, gel de silelim, dedi. Yürüdük. Tahta basamaklardan çıktık. İkinci kattaydı odası. Yalnız yaşadığı belliydi. Duvarda bir genç kadın resmi vardı. Sarı saçlıdır diye düşündüm. Yüzümü ispirto ile silerken sordu: - Niye vurdu sana? Anlattım. İşten dönüyordum. (Orada olanları anlatmadım. Her günkü gibiydi. Bir özelliği yoktu bugünkülerin. Ama ben bugün vermiştim kararımı. Eve gidince kendimi öldürecektim. Bunları söylemedim.) Karşıdan geliyordu kadın; eski bir tanıdık gibiydi. Oysa hiçbir kadınla tanışmışlığım yoktur benim. Yol ortasında durakladım. Yanındaki adamı görmemiştim. Sol yanıma vurdu. İşte bu. - Hergele, dedi. Karı oldu mu yanlarında aslan kesilirler. Dişine göre bulmuş seni. Kısa boyluyum ben. Bücürüm. “Bacaksız” derdi babam, kızardım. Ama ona kızmadım. Kalktım. - Aldırma, dedi. Aldırdığım yoktu. Çıktım. Manavların önünde domatesler, dolmalık biberler yığılıydı; sonra kocaman ak benekli, donuk yeşil karpuzlar. Bunlar ötekiler içindi ben başkaydım. “Sen başkasın” derdi öğretmen; başı benim söylemeyeceğimi bildiği bir sözü kaçırmaktan korkuyormuş gibi öne eğik, sağ eli kulağında, gözleri kısılmış, yüzünde belli belirsiz pis bir gülüş “Değil mi filozof?” Ötekiler gülerlerdi; çın çın öterdi sınıf. Utanırdım. Yine utanıyordum. Kira isteyen bu yıpranmış kadın elinin arsızlığına –yüzüne bakmazdım– yıllardır alışmam gerekirdi, ama olmuyordu. Her ayın birinci günü madam ‘salon’ dediği bu kara tahtalı, loş, isli, pişmiş soğan kokulu yerde, kapıya yakın bir koltuğa oturmuş, kiracılarından para toplardı. Üç onluk bırak47

- Mavi Öyküler


tım eline. “Al bakalım; hakkınmış gibi ye!” demişti mutemet, aylığımı verirken. Tam o zaman mı istemiştim ölmeyi yoksa? Ağustos böceğinin sözü kafamın diline o zaman mı takılmıştı. “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” Ötekiler bana tuzlu kahve içirdikleri zaman bir mutemet kalırdı gülmeyen. Gözlüğünün üstünden bakardı. Odam alacakaranlıktı. Işığı yaktım. Perdeler inik, bir de kapı sürgülü oldu mu kendi ülkemdeyim burda. Yeğindim, sivrisinek gibi. Tavana baktım. Büyük eksiklikti bu; ustalık üstüste kocaman yapılar dikmekte değil, odaların tavanına sağlam halkalar çıkmaktaydı. Birden çocukluğumun asılmışını gördüm. Dili, gözleri dışarıda, sümüklü korkak. “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” En iyisi ağu içmekti ama aramak için yeniden ötekilerin arasına çıkmak gerekti. “Ulan sağ ayağın altı parmaklıymış senin be” “yalan” derdim. Ayakkabımın bağına uzanırdım. Katıla katıla gülerlerdi. Şaşırır kalırdım. Mutemet gözlüğünün üstünden bakardı. “Sen başkasın” derdi öğretmen. Sınıf çın çın öterdi. “Hey bücür, temize çek şunu.” Bücür bendim. “Bu suratla mı be? Vazgeç, korkar kadınlar.” Çağımızın öncüsüydüm ben; ama beni yerden kaldıran adam üstümü başımı silkmişti. “Yirmi liraya bu gömlek ha! Kazıklamışlar seni. Benimkine bak, onüç liraya.” Sonra o bakkal, yarım kilo sucuğa beş lira alanı: “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” İstemiyordum alacağımı. Bilek damarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazacaktım. Doğrulurken kalçama bir sancı saplandı. Bugün üstüne düştüğüm kalçamdı bu. Birden beni yerden kaldıran adam geldi aklıma. “Ben Ali’yim” demişti. Kolumu tutmuş, üstümü başımı silkiyordu. Ötekilerden biri değildi. Yüzümü silerkenki bakışı vardı. İçimde bir eziklik, kudurgan bir sevgi büyüdü birden. Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Köşedeki sepetten havanelini alıp iç cebime koydum. Ağırdı. Sokağa çıktım. Odasında yoktu; kilitliydi kapısı. Üst kata çıkan merdivenin kuytusuna oturup bekledim. Çok beklemedim. Bir ara sokağa Mavi Öyküler -

48


yağmur yağdı. Sonunda geldi. Kalkarken gördü beni. - Sen miydin? İyi ettin de geldin. Gel içeri girelim, dedi. Odanın aydınlığında yürürken sendelediğini gördüm. Gözleri ışıldıyordu, sevinçli. - Biliyor musun, seviyor beni. - Kim, bu mu? Duvardaki resmi gösterdim. - O. - Saçları sarı mı? - Evet. Anlattı. Önce bir gazinoya gitmişlerdi. Ben artık dinlemiyordum. Sol kolum havanelini bastırıyordu. Sarhoş olduğu belliydi. Duvardaki kadın onu sevmezdi. Yazılı ödevini yaptırıncaya değin adamın gözüne gözüne bakan, sonra ötekilerle birlik gülen, benim tanıdığım sarı saçlıdan bambaşka biri miydi bu? Değildi. Sevmiyordu onu, aldatıyordu. Aldandığını anladığı zaman nasıl üzüleceğini biliyordum. “Konuş bakalım, konuş” diyordum içimden, “Sen hiç olmazsa mutlu gideceksin.” Her şey benim kafamda oturgun düzene uygun geçecekti. Değişmezdi bu. Üstümü silkmişti. Pisliğin içinde işi yoktu onun. - Neyin var senin, hasta mısın? dedi birden. - Yoo, çok iyiyim, dedim. Gerçekten de öyleydim. - Şarap var dolapta; birer bardak içeriz ha? Dolaba doğru yürüdü. Ben de yürüdüm. Önce dönecek sandım; oysa sendeliyormuş. Havanelini sağ elime aldım; bütün gücümle vurdum başına. Yüzükoyun düştü. Odayı korkunç bir gürültü kapladı. Nice sonra döşemeye kan aktı. Öylesine yeğindim ki hop desem uçacaktım; sivrisinek gibi. Şimdi kendimi öldürebilirdim. ~~~ * Bütün Öyküleri, Yusuf Atılgan, YKY, 5. baskı: İstanbul, Şubat 2008 “Yaşanmaz” öyküsü için, Yusuf Atılgan’ın bütün yapıtlarının yayıncısı, Yapı Kredi Yayınları’na teşekkür ederiz. 49

- Mavi Öyküler


p

“ONLARIN BİLMEDİĞİ KENDİ DÜNYASINDA HER ŞEYİ YAPABİLİR” “Metin” | Tuğçe Ayteş Ağaç. Taksi. Kaldırım. Siyah araba. Gri araba. Trafik ışıkları. Yağmur damlaları. Bir tabela. Ne yazıyor? Elinin tersiyle camı sildi. Tabelayı okuyamadı. Önemli değil. Şarkı bitti. Kaseti geri sardı. Bir daha dinlemek istiyordu. But I’m a creep / I’m a weirdo / What the hell am I doin’ here / I don’t belong here…(1) Buraya ait değil. Tanrının hatalarından biri. Ağlayan, acıklı bir fazlalık.(2) İçini çekti. İkinci koltukta pencere kenarı bile fazlaydı ona. En arka koltukları aklından bile geçiremezdi. Onlar, popüler çocuklarındı. Popüler çocukların etrafı hep kalabalık olurdu. Ayakkabı bağcıklarına baktı. Sıkı sıkı bağlamıştı. Bağcıkları sıkı sıkı bağlı çocukların arkadaşı olmazdı. Kavşak göründü. Okula az kaldı demek. Yedi ders, sonra yine eve geri. Sekiz ders olmaması iyi. Geçmesi gereken fazladan bir saat yok demek bu. Çantasına baktı. Defterler, ders kitapları, bir de Sineklerin Tanrısı, tamam. Teneffüsler uzun. Okul kapısının önünde durdu servis. Arka sıra mümkün olduğunca oyalanma peşinde. Halbuki onun için beklemenin bir anlamı yok. Bezgin adımlarla sarı-kahverengi bahçeden geçti. Okula girip Mavi Öyküler -

50


sıraya oturana kadar geçen ıstırap süresi. Bahçede ikili, üçlü, dörtlü gruplar halinde muhabbet eden formalı yaşıtları. Kafasını çevirip bakan yok. Sanki başka bir boyutta. Kimse onu görmüyor, kimse onun farkında değil. Önce ana kapıdan, sonra sınıftan içeri girdi. Çantasını bıraktı sıraya. Oturdu. Dersin başlamasına daha on beş dakika vardı. Gözleri tahtaya dikerek geçmeyecek tam on beş dakika. Sineklerin Tanrısı’nı çıkarttı. Merhabalar, n’aberler, selam dostumlar arasında kaldığı yerden devam edecekti okumaya. İşte, arkadaşları da kapıdan girdi, yani eski arkadaşları. O sırada Metin’in yanında olmasını diledi. Kızlardan biriyle bakıştı. Düşmanca, nefret dolu bir bakıştı bu. Annesini mi kesmiş, babasını mı doğramıştı? Hayır, bağcıklarını sıkı sıkı bağlamıştı sadece. Eski arkadaşları sınıfın başka bir köşesine oturdular. Üç kafa birbirine yaklaştı, sohbet başladı. “Gördünüz mü biz içeri girerken nasıl bakıyordu inek?” ya da “Yan sınıftaki Selim benden hoşlanıyor mu acaba?”nın dışına taştıklarını pek sanmıyordu. Sıkıcı şeyler… Belki de sıkıcı olan kendiydi… Kime sorabilirdi ki? Okulda kimse yoktu ona makul bir yanıt verecek. Akşam Metin’e sorardı. O bilir yanıtları. Dersin başlamasına yakın, sınıftakiler iplerini koparmışçasına içeri doluşmaya başladı. Hep böyle olur. Kravat takmayanlar, gömlekleri dışarı da olanlar, beyaz spor ayakkabı giyenler, saçı fönlüler her zaman sona kalır. Koşuşturma alışıldık, ama tepkiler farklı farklı. Sınıfta oturmanın yararı… Eve gittiğinde bunları yazacak. Onların bilmediği kendi dünyasında her şeyi yapabilir. Sahi… Önce yarım kalan ütopyasını bitirmeli. Beş genç büyük bir deprem esnasında bir tekneyle kaçmaya çalışırlar. Sonra bilmedikleri bir adaya sürüklenirler. Kahramanlardan birinin kardeşi de ölümcül bir hastadır ama orada mucizevi biçimde iyileşir. Bununla da kalmaz, kahramanlarımız o adada akıl almaz bir uygarlığı keşfederler. Evet. Bunu yazıp bir yerde yayımlatsa ne güzel olur… Ama yok, kim okur ki onun yazdıklarını? Aa, sonra bir de karşı ütopya yazar. Tüm o muazzam uygarlık kötü güçler 51

- Mavi Öyküler


tarafından yerle bir edilir, kahramanlarımızsa nihai bir yok oluşu önlemeye çalışırlar. Öğretmen, pardon hoca, öğretmen diyen ilkokul çocukları, sen dersen dalga geçerler, içeri girdi. Herkes, Pavlov’un köpekleri misali şartlanmışçasına ayağa kalktı. Öğretmen, unutmamalı, hoca eliyle oturmalarını işaret etti. Ödevlerini yapmışlar mıydı? Sınıftakiler homurdandı. Hoca aldığı sessiz yanıttan öfkelenmiş olacak ki ilk geldiğinde durgun olan gözlerinde şimşekler çaktı. Not defterini çıkarttı. Sözlüye hazır mısınız? Öğrencilerin kaderi, Vahşi Batı’nın en hızlı defter çıkartan ve not veren hocasının elinde. İnsanın çilesi bir harf öğrenmekle başlarmış. Yolun başında bunu bilseydi… Üç buçuk yaşında annesine itiraz etseydi… En azından ilkokulu bekleseydi… -Bu çocuğu ikinci sınıfa geçirelim. Birinci sınıfın bütün konularını biliyor. -Hayır, bence geçirmeyelim. Sonra bir yaş büyükleri arasında bocalar. Anaokulunda anlamalıydı; yaşıtları öğlenleri yataklara pırasa gibi serildiğinde, o yan odada Legolardan değişik binalar tasarlarken bunu anlamalıydı. Artık çok geç. “549, üçüncü soruyu yanıtlar mısın?” Ayağa kalktı. Ağzından doğru yanıt çıktı, çok düşünmesi gerekmeden. Ama kelimeler döküldükçe büyüyor, tahtanın önünde askıda kalıp sınıfın havasını ağırlaştırıyor gibiydi. “Aferin, oturabilirsin. Arkadaşınız dersine çalışmış. Biraz örnek alın.” Etrafına bakmadan oturdu. Hiç de dostane olmayan bakışların ona yöneldiğini hissetti. İşte bu anlardan nefret eder. Öğretmen, hoca, sözleriyle ona hak etmediği bir varlık verir, orada olmaması gereken, oraya fazla bir varlık. Kalorifer peteğinden aniden çıkıveren bir hamam böceği misali. “Artık yanımızda dolaşmanı istemiyoruz. Seninleyken kimse bize bakmıyor. Gömleğinin bütün düğmeleri kapalı, ayakkabıMavi Öyküler -

52


larının bağcıkları da sıkı sıkı bağlı. Hele saçların…” Kimseyle birlikte dolaşmaya, kimsenin kısmetini kapatmaya hakkı yoktu. Hem ilk kez gelmiyordu ya başına. İlkokulda da sen bizimle oynayamazsın, seni istemiyoruz laflarını işitmemiş miydi? İstenmek için gerekli şartlar onda yoktu, anlasa ya. Metin farklıydı. Onu dışlamazdı, bir şey söylediğinde mavi gözleri ışıl ışıl olurdu da öyle dikkatle dinlerdi, tavsiyeler verdiği bile olurdu. Metin, bu ezici dünyada onu ezmeye çalışmayan tek kişiydi sanki. Tek sorun, gündüzleri yanında olmamasıydı. Keşke olsaydı. O zaman ilkokuldan sonra kontrolsüz biçimde kıvırcıklaşan saçları yüzünden ona “kadayıf” diyen arkadaşlarının karşısında durur, “Asıl sizsiniz kadayıf,” derdi. Metin bunu söyleyebilirdi de kendi neden söylemezdi? Bilemedi. Evdeki ağlama krizleri ne zaman başlamıştı? Bağcıklarının bile yalnız kalma nedeni olduğunu öğrendiğinde mi? Neredeyse üç sene eder bu. Annesinin üzgün gözlerini, endişeyle çatılan kaşlarını düşündü. “Ben bu kızla nasıl baş edeceğim, onu nasıl mutlu edeceğim?” İç geçirdi. Anne yapma böyle… Beni de üzüyorsun… demek isterdi ama diyemezdi. Ona bu acıyı çektirmeye hakkı yoktu. Ne ki kendisi de bu davranışları, bu duyduklarını hak etmiyordu. İnsanın kendinden farklı olana tahammül edemediği bir dünyaydı burası. Yaşıtlarını düşündü. Hayatları boştu, tekrarlardan, yüzeysellikten ibaretti. Askıların yanında oturan bir kız, onun montuna değdi, tiksintiyle irkildi. Montu marka değildi. Kız, iğrenen gözlerle baktıkça zavallı mont sanki utancından kırışıp büzüldü. Okulda hemen hemen herkesin giydiği montlardan da o nefret ediyordu. Yapımında balina yağı olan bir montu üstüne para verseler de giymezdi. Yaşıtlarının aklına geliyor muydu bu? Düşündü… Belki de dışlanmayı hak ediyordur. Metin’i ilk gördüğü zamanı hatırlıyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü yabancı bir erkek duruyordu karşısında. Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordu. Tek kelime etmemişlerdi ama içinde birden onun adının Metin olduğunu hissetmişti. Metin gülümsediğinde dış 53

- Mavi Öyküler


dünyadaki bütün buzlar erirdi adeta. Metin dinlediğinde onu anlayan birileri olduğunu hissederdi. Metin ona baktığındaysa sevildiğini. Ama tek sorun onu yalnızca akşamları görmesiydi. Gözlerini açıp bu dünyanın soğukluğuyla yüzleştiğinde Metin de gitmiş olurdu. Onu akşamlardan çekip çıkarmayı denemişti birkaç kere. Mesela bir defasında, minibüste yanında Metin’in oturduğunu hissetmeye çabalamıştı. Metin, Metin, Metin… Ama olmuyordu, becerememişti. Belki de Metin istememişti gelmeyi. Metin varken yalnızlığını hissetmiyordu ancak Metin konusunda yalnızdı. Kimseye anlatamazdı, anlatmamalıydı. Hele annesi duysa ne yapacağını şaşırır, kahrolurdu. “Kızıma neler oldu böyle? Nasıl geldi bu hale?” On sene önce olsa güler geçerlerdi. “Metin demek, anlat bakalım nasıl biriymiş?” Fakat şimdi… Ne olursa olsun Metin okula gelmemeliydi, evet. Dayanmalı ve yatağıyla yorganı arasında kaybolduğu anı beklemeliydi onu görmek için. Bunu düşündükçe saatler gün oldu, dakikalar saat, saniyeler dakika. Teneffüste birkaç sayfa daha okudu kitabından. Birbirine kötü davranan çocuklar… Devam edemedi. Neden, neden, neden? Yaşlar, gözlerinin uçlarında birikti. Ağlamadı, bunun için de beklemeliydi. ~~~ (1) Ama tuhaf bir tipim / Garibim / Burada ne halt ediyorum / Buraya ait değilim. (2) Placebo’nun Song to Say Goodbye parçasından.

p

“EĞER BİRİNE ÇOK ÂŞIKSANIZ KENDİNİZİ ONDAN AŞAĞI GÖRÜRSÜNÜZ” “Âdem’in Elmaları” | Bahar Balıkçı Perdeyi aralayıp baktığımda o hâlâ oradaydı. Kaldırıma çıkmış, Mavi Öyküler -

54


sırtını duvara dayamış, deminki üç elmayı atıp oyuna devam ediyordu. Birkaç saniye sonra elmaları yere düşürdüğünde ona nazar değdirdiğimi düşündüm. Çünkü tam da o sırada onun için zor olması gerektiğini düşündüğüm havaya top atma oyununu nasıl başardığını hayranlıkla seyrediyor, anlamaya çalışıyordum. Onun için zor olmalıydı, evet. Hem küçücüktü, hem de sırtını duvara dayamıştı çünkü. Jonklörlerin o meşhur havaya top atma gösterisini bilirsiniz. Sağ elleriyle (solak değillerse tabii) topları çok kısa zaman aralıklarıyla havaya atar, sol elleriyle yakaladıkları bu topları sağ ellerine geri verir, yine havaya fırlatırlar. Çok kolay gibi görünür, ama o hareketleri iki topla yapmak bile gerçekten güçtür ve azimli bir çalışma gerektirir. Topları sağ elinizle havaya fırlattıktan sonra bazen sol elinizle tutamazsınız, tutsanız bile aklınız bir sonraki topu tutmaya yoğunlaştığı için ilk tuttuğunuz topu sağ elinize geri vermeyi unutursunuz. Böylece denge bozulur ve toplar yere düşer. Üstelik Âdem’in elindeki o üç kırmızı elma kocamandı. Üçünü birden eline sığdırması da olanaksızdı. Belki de bu yüzden top atmaca oynuyordu. Aslında Âdem’e kızgın olmalıydım. Gökten düşen üç elmanın da onun kısa pantolonunun önünde durmuş olması talihsizlik değil, benim açımdan büyük bir haksızlıktı. Hikâyeyi anlatan, anlatırken dinleyen ve hikâyenin kahramanı ben olduğuma göre o üç elmanın üçünün de benim hakkım olduğu tüm masal anlatıcıları tarafından da onaylanması gereken tarihsel bir gerçeklik değil mi sizce de? Buna rağmen Âdem’e kızamıyordum, ben o sırada, daha çok heyecanlıydım diyelim. Fakat beklediğimin tersine, perdeyi her aralayışımda Âdem’i görmek canımı sıkmıyor da değildi. Üstelik her seferinde yer değiştirmiş oluyordu. Önce yolun hemen kenarındaki parkta bir elma ağacının altında, sonra yolun ortasında, derken kaldırımda… Kısa siyah pantolonunun üzerine giydiği mavi çizgili gri gömlek ve kulaklarının üzerine kadar uzamış sarıya çalan saçları onu olduğundan daha büyük, küçücük cüssesine göre de komik gösteriyordu. Oyununu oynayışındaki ciddiyetse görüntüsüne tuhaf 55

- Mavi Öyküler


bir saygınlık katıyordu. Âdem’de rahatsız edici bir şeyler vardı. Dolgun, beyaz ve yuvarlak yüzüne sonradan yerleştirilmiş gibi duran bal rengi gözleri her zaman fazla derin ve anlamlı bakardı. Aslında yüzündeki her bir organ diğerlerinden bağımsızmış gibi duruyor, fakat ayrı ayrılığın fevkalade uyumuyla mükemmel bir görüntü oluşturuyordu. Yaşıyla tamamen zıt bu hallerinin zaman zaman beni ürküttüğü itiraf etmeliyim. Öyle bir duruşu vardı ki Âdem’in, onunla asla normal bir çocukla konuşur gibi konuşamaz, şakalaşamaz, ona onun müsaade ettiğinden daha fazla yaklaşamazdınız. Onun bazen reenkarnasyonun ispatı olduğunu düşündüğüm zamanlar olurdu. Sanki doğar doğmaz içi kocaman bir erkeğin ruhu tarafından işgal edilmiş de bir an evvel bedenini büyütmeye çalışırmış gibi bir hali vardı. Oyun oynarken bile büyük bir insanın can sıkıntısını okurdunuz gözlerinden. Sanki zamanı hızlandırmaya, bir an evvel geçip gitmesini sağlamaya çalışıyordu. Oyunlarını da başkalarına kendisinin normal bir çocuk olduğunu düşündürtmeye çalışır gibi, ama “ben bu yollardan çoktan geçtim” bıkkınlığıyla oynuyor gibiydi. Âdem düşürdüğü üç elmayı yerden toparlamaya çalışırken perdeyi tekrar kapattım ve heyecanımı biraz olsun bastırmak için bir kadeh beyaz şarap doldurdum. Bir dikişte yarıladığım şarap beni yatıştırmaya yetmemiş, ağzımda bıraktığı mayhoş tadıyla kalmıştı. Fuad’ı tam yedi gündür görmüyordum. Yedi yılı aşkın ilişkimize ve 35 yaşıma rağmen onu her görüşümde yeni yetme bir genç kız gibi heyecanlanmam sizin gibi bana da tuhaf geliyordu. Bazen kalbim o kadar hızlı atıyordu ki onun bu gümbürtüyü duyacağını, benimle dalga geçeceğini düşünürdüm. Eğer birine çok âşıksanız kendinizi ondan aşağı görürsünüz. Kendinizi aşağı gördükçe yükseğe, onun seviyesine çıkmaya çalışırsınız. Bunu da ancak âşık olduğunuz kişiyi ezmeye çalışarak yaparsınız ve bu sizi hırçınlaştırır ya da benim gibi, duygularınızı tam olarak belli edemez ve suskun cariyelere dönüşürsünüz. Mavi Öyküler -

56


Zaten eğer benim kadar çekingenseniz kendinizi mahalle kasabından bile daha aşağı görmeniz işten bile değildir. Hatta bu durum, hayatın normal akışına dönüşür ve zaten böyle olması gerekiyor diye düşünürsünüz. Bir zaman sonra da insanların size bakışının, sizin kendinize bakışınızla aynı olduğunu fark eder, dehşete düşersiniz ya da bu durumu benim gibi, sükûnetle kabullenirsiniz. Siz diğer insanlar için hayvanat bahçesindeki seyirlik maymunlar gibisinizdir. Sizi seyreder, belki önünüze birkaç çekirdek atar ve giderler. Onlar için, kendilerini eğlendirecek bir sirk maymunu bile değilsinizdir. Hayvanat bahçesinde bütün gün oturan, muz yiyen, üç beş dal arasında sallanan, muzu çalınan, çiftleşen maymunlar… Bundan fazlası değilsinizdir. İkinci kadehimi doldurduktan sonra Fuad’ı yoklamak ve gelmek üzereliğinin heyecanını, hâlâ reenkarnasyon mucizesi olduğunu düşündüğüm Adem’i seyrederek bastırmak üzere perdeyi tekrar araladım. Âdem yoktu. Yola, yolun hemen yanındaki elma ağaçları içindeki parka, kaldırıma, yolun diğer tarafındaki işportacı tezgâhlarının yanına baktım. Hiçbir yerde yoktu. Bir an için endişelendim. Evine mi gitmişti acaba? Belki de bakkala gitmişti ya da parkın benim göremediğim bir yerinde oyun oynuyor(muş gibi yapıyor)du. Hava kararmak üzereydi. Gözlerim krem rengi çiçek desenli tül perdedeki sigara yanığına takıldı. Sigara kalınlığındaki çevresi siyah delik, tuvalete yerleştirilen gizli kameralara ve genel evlerin odalarındaki izlettirme deliklerine benziyordu. Bir filmde görmüştüm sanırım, otuzlu yaşlarda bir adam yan odada sevişen çifti minicik bir delikten seyrederek mastürbasyon yapıyor ve muhtemelen hayatının en şehvetli anını yaşıyordu. Görme duyusu, en az kokuların baştan çıkarıcı evreni kadar etkileyici olabiliyor bazen. Bunu bana evinde birkaç porno CD’si bulduğum ve hayretle: “Ne işi var bunların sende?” diye sorduğum Fuad söylemiş, akabinde beni ilk kez öpmüştü. Çok ilginçtir ki sadece seyretmek, seyrettiğin şeyi yapıyor ol57

- Mavi Öyküler


maktan daha haz verici olabiliyor bazen. Tıpkı bir masalı ya da herhangi birinin sıradan hikâyesini bile dinlerken duyduğumuz merakın, anlatılan o şeyi biz yaşarken hissettiklerimizden daha heyecan verici olması gibi. Yaşadığımız şey, anlatılmadığı sürece bizde bile yeterli etkiyi bırakmıyor sanıyorum. Belki de hiç arkadaşım olmadığı ve bu kadar çekingen olduğum için hayattan yeterince etkilenmiyorum. Hayatımın büyük bir kısmının bu evde geçtiğini söylemeliyim. Dışarısı beni huzursuzlandırıyor ve kendimi bir an evvel eve atmak istiyorum. Evim benim için gerçek bir sığınak. Şarap rengine boyattığım oturma odasının duvarları, çiçek desenli krem rengi tül perdelerim ve krem rengi saten güneşliğimle oldukça uyumlu. Açık sarı oturma grubum, açık ahşap rengindeki altı kişilik yemek masam ve fildişi geometrik desenli iki halım dekorasyonu tamamlıyor. Pencereler oldukça geniş ve güneşliği neredeyse hiç kapatmıyorum. Güneş sabahın erken saatlerinden itibaren telaşla doluşuyor oturma odama. O kaba ve kışkırtıcı sigara yanığı deliği canımı biraz sıksa da evimin en çok bu köşesini seviyorum. Delikten gözlerimi ayırıp üçüncü kadehimi doldurmak üzere mutfağa giderken Âdem’in elmalarını düşündüm. Affedilmez günahın ve akabinde utancın boy gösterdiği şehvet kırmızısı elmalar… Ben küçükken annem elmayı, kabuğunu koparmadan sonuna kadar bir kerede soyar ve elmanın tepesinde döndürerek ona gül şeklini verirdi. Hatırladıkça hâlâ gülerim; Fuad’a porno CD’leri sorduğum gün beni öpmekle yetinmemiş, üzerimdeki elbiseleri yavaş yavaş çıkarmaya başlamış ve nihayetinde bana hayatımın ilk sevişmesini yaşatmıştı. O elbiselerimi çıkartmakla meşgulken benim gözüm masanın üzerindeki meyve tabağına takılmış ve annemin elma soyuşunu düşünmüştüm. Fuad da beni elma gibi soyuyordu! Göğüslerimi saran ellerini utanç içinde itmeye çalıştığım o sırada sinirli sinirli neden güldüğümü anlamamıştı. Daha önce belimin aşağısını geçmeyen birkaç sevişme deneyiMavi Öyküler -

58


mim olmuştu tabii. Bu konuda büsbütün tecrübesiz sayılmazdım, ama çıplaklık hiç bu kadar utanç verici, mahrem, sinir bozucu ve aynı zamanda zevk verici olmamıştı. Bakire olduğumu anladığında yüzünde beliren o zafer, şaşkınlık, mutluluk ve pişmanlık duygusu bana kendimden nefret ettirmiş ve fakat yine de itiraf etmeliyim ki beni Fuad’a kopmaz zincirlerle bağlamıştı. Aslında hikâyemin bu itiraf kısmı canımı fena halde sıktı. Dürüst davranıp itiraf ederek kendi kendimi gammazlamış gibi hissediyorum. Neyse, lütfen hikâyemin bu kısmını okuduktan hemen sonra unutun ve kapının nihayet çalınışını üçüncü kadehimle kutlayalım. İleriye doğru itilerek (geriye doğru itilebilirmiş gibi) açılan kapılar tehlikelidir. Dışarıda (ki kapının diğer tarafıdır) sizi bekleyen şeyi görmeden bir anda adım atarsınız. Oysa kapının dışı devasa bir hortumla tamamen uzaklara savrulmuş olabilir ya da asansör boşluğuna düşebilirsiniz. Kapının hemen ardındaki (ki orası dışarısıdır) minicik bir basamak bile sizi tepe taklak yere yuvarlayabilir. (bu, devasa hortumun, apartmanın yirminci katındaki kapının -kapıların- ardını tamamen yok etmiş olmasından iyidir) İçeriye doğru çekilerek (dışarıya doğru çekilebilirmiş gibi) açılan kapılar ise hadım edilmiş bir oğlan çocuğu kadar tekindir. Adım atmadan önce, düşünecek en az bir saniyeniz vardır. İşte buradaki tek bir saniye hayatınızı kurtarabilir. Gelen Âdem’di. Sarıya çalan saçları kulaklarının üzerine kadar uzamış, dolgun beyaz ve yuvarlak gözüne sonradan yerleştirilmiş gibi duran bal rengi gözleri ve derin bakışlarıyla Âdem… Elindeki küçük siyah poşeti her zamanki rahatsız edici duruşuyla bana doğru uzattı ve: “Anne n’olur biraz daha oynayayım!” dedi. “Anne” mi dedi bu çocuk? “Anne mi dedin sen bana?” diye sorduğumda öylece durup yüzüme dik dik, biraz da korkmuş gözlerle bakmaya başladı. Ben ne demek istediğini anlamaya çalışırken o kendine gelmiş, karşı komşunun kapısına var gücüyle vuruyor, tekme atıyor, karanlık59

- Mavi Öyküler


ta canavarlar peşinden koşturuyormuş ve tek şansı o kapıymış gibi can havliyle kapıyı tırmalıyordu. Elli yaşlarındaki şişman komşum Müzeyyen Abla kapıyı açtıktan hemen sonra tanıdık gözlerle az önce olup bitenleri görmüş ve biliyormuş gibi Âdem’i teskin etmeye başladı: “Bir şey yok çocuğum, tamam geçti, sakin ol…” Ben donmuş ve şaşkın gözlerle olan biteni seyrederken Müzeyyen Abla Âdem’i içeriye alıp kapıyı kapattı. Ben de kapattım kapıyı. İçeri girmemin ve beşinci kadehi de içmemin üzerinden yarım saat geçmemişti ki kapı tekrar çaldı. Gelen Fuad olmalıydı. Gelen Müzeyyen Ablaydı. Kapıyı açar açmaz içeri girdi ve arkasından kapattı. Anaç bir tavırla: “Kızım Allah aşkına yeter artık. Böyle olmaz. Senin doktora görünmen lazım. Bu kaçıncı?” diye söylenmeye başladı. Bu kaçıncıydı? “Çocuk içeride ağlıyor, nasıl korkmuş yavrum.” “Ne diyorsun sen Müzeyyen Abla?” diye çıkışmaya çalışsam da beni sinirle iterek açık sarı koltuğuma oturtmasına engel olmadım. Bu sefer otoriter, sabırlı, ama kızgın bir ses tonuyla devam etti: “Kızım, senin kesinlikle doktora görünmen gerekiyor. Yeter artık canım. Çocuk içeride hüngür hüngür ağlıyor. Yazık değil mi ona? Kendini düşünmüyorsan onu düşün bari.” Tam o sırada kapı çaldı. Bu sefer gelen kesinlikle Fuad olmalıydı. Gelip beni bu saçmalığın içinden kurtaracaktı. Müzeyyen Ablanın beni oturttuğu koltuktan hızlıca kalkıp koşar adım kapıya yöneldim. Gelen beyaz önlük giymiş birkaç kişiydi. Bana sakin olmamı söylüyorlardı. (sakindim hâlbuki) Neler olduğunu anlamaya kalmadan Müzeyyen Abla arkamda belirdi ve: “Ben çağırdım sizi. Bu kadın çok hasta. Yedi sene önce Fuad diye biriyle beraber olmuş. Adam bunu kandırmış. Evleneceğiz demiş…” Fuad beni kandırdı. Evleneceğiz dedi. Gitti ve bir daha gelmedi. Giderken Âdem’i bıraktı bana. Hatırlıyordum. Her şeyi hatırlamaya başlamıştım. Yedi gün mü Mavi Öyküler -

60


demiştim? Yedi yıl, evet, ama neden hâlâ götürmeye çalışıyorlardı beni? Bu kaçıncıydı ki?

p

“OLGUNLUĞUMUN BÜYÜTTÜĞÜ MEYVE, BİR GÜN YERE DÜŞTÜ” “Köknarlar İçindeki Bayan” | Ayşe Özkan “Bir yazar, ne düşünür, ne hisseder? Yazar olmak ister miydi?” Karlı ormanın içerisinde, yalnız başına ilerleyen bu bayan, size bu sorunun cevabını farkında olmadan verebilir. Gözlerindeki hüzün, damarları belirgin elleri, gözaltlarındaki şişkinlik, kalın bir atkı ile sarılmış boynu, ağzı; zayıf, çelimsiz bacakları, hafif kambur sırtı ile karda yürümeye çalışan bu bayan, düşündükleri ile kendisi çağırdı aslında bizi. “Bu soru nerden geldi aklıma şimdi. Hayır, cevaplamayacağım işte. Bu müziği dinlemek istiyorum işte, düşünmeyeceğim. Bir yazar… Hayır, hayır… Geriden çellonun sesini alabiliyorum. Göl yavaş yavaş çözülmeye başladı. Ellerim üşüdü, eldivenler kim bilir nerde? Of, of olmuyor… Bu sorunun cevabını veremem ki… Kendimce ha, çok komik! Müşkil-pesend bir ruhunuz yoksa ne güzel! Bu da nerden çıktı. Sanki röportaj vereceğim. Röportaj vermeyi sevmem, maske takıyormuşum gibi. Ukala biri olmaktan nefret ederim; ama terimsel konuşunca da ne bileyim işte, değişik… Köknarlarla paylaşabilirim bu sorunun cevabını.” Sonra köknarlara doğru baktı. Kafasını hafifçe eğdi. Kulaklığını çıkardı, atkısını hafifçe indirdi. Tedirgin, sıkıntılı halini atmak ister gibi, derin bir nefes aldı. Önünde ondan önce ilerleyen bir kamera varmış gibi, tam karşısına baktı. Başlığını düzeltti. Hafifçe gülümsedi. “Karşında kamera varmış gibi. Unutma! Sabah sabah niye böyle 61

- Mavi Öyküler


bir şey yapmak istiyorum, gülünecek bir haldeyim, köknarlar dinleyin beni… Hafif gülümse, oldu!” Cevabını sesli bir şekilde söyleyecek galiba. “Yazar da bir bireydir. Farklı düşünen, hisseden, algılayan bireyler midirler, bilemem! ‘Yazarlık’ fevkalade bir meslek benim için, aşama aşama ilerleyip, sonsuza uzanan bir ilerleme. Bu meslek mi, ben bunu ister miydim? Hayır, hiç düşünmedim. Oyuncu olmak isterdim. Olayların bana çarpmasını isterdim. Sinema benim için edebiyatın belki de dilin yansıtılmış haliydi. Bir iki cümle yazmaktan bile aciz, belki bir iki cümle yazmaktan korkan ben, yansıtan olmuştum. Ama sonra, bilinçsizliğin getirdiği özgürlükle keşfettiğim bu yazma eylemi, bana sonsuz güzellikler ve özgürlükler sunuyordu artık. Cümleler, kelimeler, harfler… Aslında her şeyin dilden beslendiğini gördüm, heyecanlandım. Okudum, okudum, isteyerek, şaşırarak. Sonra kapandım. Okudukça kapandım, daha az söyledim. Öğrenme ile gelen şaşkınlık ve alçakgönüllülük beni olgunlaştırdı galiba. Olgunluğumun büyüttüğü meyve, bir gün yere düştü. Sonra teker teker diğer meyveler de… İnsanlar, meyvelerimi gördü, ben onlara verdim. Onlar yediler, ağızlarında tat bırakan meyvelerim artık onların oldu. Bunu istedim mi, yine bilmiyorum. Kader… Kader, beraberinde yaşam biçimi de sundu. Ve hiç susmayan, uyumayan bir ses verdi. Bu armağanı mıydı, bilemem. Düşünen, konuşan, yazan, yazdıran, gören, iten, çeken, susturan, götüren getiren, kaldıran, yoran, azdıran, coşturan canlı, capcanlı bir ses. Tefekkür eden bir ses…” Sonra kafasını eğdi. On-on beş saniye bu şekilde kaldı. Başını aniden kaldırdı. Durun, bir şey söyleyecek galiba! Heyecanlandı. Ama birden öne doğru uzanan parmağı, yavaşça indi. Söylemedi. “Hepsi bu işte. Bir ses…” dedi. Sonra kafasını eğdi, atkısını tekrar ağzına doğru kaldırdı, kulaklığını takmadı. Kendi kendine bir şeyler diyor galiba. Düşünüyor ya da konuşuyor. Bilemiyoruz. Onu duymuyorduk. Sorumuzun Mavi Öyküler -

62


cevabını kendince verdi çünkü. Sonra kulaklığı tekrar taktı. Sol tarafındaki donmuş göle baktı önce, sonra sağ tarafındaki eşsiz köknar ormanına. Karşısından gelen kadını süzmeye başladı. Dalmıştı belki de… Kadını gözleri ile uğurladıktan sonra, yoluna devam etti…

p

“BİR DAHA HİÇBİR ŞARKI O KADAR NEŞELİ ÇALMADI” “Sabah Kahvaltısı” | Barış Safran Çok uzakta bırakılmış bir kadınla yaptığımız, uzun, upuzun sabah kahvaltıları vardı aklımda bu sabah kahvaltıya oturduğumda. Geceki sevişmemizin tüm kokuları üzerimizdeyken uyandığımız sabahlarda yaptığımız. Bütün bir hafta sabırla beklerdik sarmaş dolaş uyandığımız o hafta sonlarını. Hiçbir gereği olmadığı halde, ilk önce ben, erkenden uyanırdım o sabahlarda. Bir önceki gece içilen şarapların akşamdan kalmalığı, hafif baş ağrısı ve o tatlı mayhoşluğuyla. Usulca, uyandırmamaya çalışarak öperdim; göğsümde, tam kalbimin üzerinde huzurla uyuyan o kadını. Usulca, uyandırmamaya çalışarak sıyrılırdım yataktan. Bir kahve yapar, bir sigara sarar, onu seyre dalardım içerken. Kırmızı perdeden sızan güneş ışığında, daha bir farklı, daha bir güzel görünürdü yüzü, vücudu. Perdeden sızan güneş ışığında, daha bir farklı, daha bir güzel görünürdü o yatak odası, o ev, o hayat… Ben, onu izlediğim o dakikalarda, onun aslında uyanmış olduğunu bilirdim yüzündeki belli belirsiz mutlu gülümsemesinden. O, orada onu izlediğimi bilirdi, burnuna gelen kahve ve sigara kokularından. Bu, ikimizin de oynamaktan çok hoşlandığı ve zamanla bir ritüel haline gelen oyunlardan biriydi aslında. Hiçbir zaman sıkılmayacağımıza inandığımız ve yitirdiğimizde özlemle anımsadığımız ritüellerden. 63

- Mavi Öyküler


Sonra çayı demler, ekmek, gazete ve daha ne lazımsa almak için dışarı çıkardım. Ağır ağır yürürdüm mahalle bakkalına doğru, tüm o sabahın ve güneşin tadını çıkararak. Ağır ağır yürürdüm, aklımın bir köşesi o yüzde, o vücutta, o yatak odasında takılı kalmış. O yatak odası ki, o ilişkide, yalnız ve yalnızca ikimize ait kutsal bir mabetti aynı zamanda. O ilişkide, sonraki dönemlerde bir yandan hayatın getirdikleri, bir yandan da bencillikler, karşımızdakinin iyiliği için söylediğimizi düşünerek kendimizi avuttuğumuz yalanlar ve ihanetlerle bir gün sona erecek olan o ilişkide, ne o kadın ne de ben, bir başkasını sokmaya cesaret edemeyecektik hiçbir zaman oraya. Bir başkasını, bir başka hayatı davet etme saygısızlığını göstermeyecektik ikimiz de o mabede. Yıllar sonra, bir başka kadını o evde ağırladığımda, “hem de bizim yatağımızda” klişesinin ardındaki duygu yoğunluğunu anlayacak, dahası hak verecektim içimde ince, garip bir sızıyla. İçimde ince, garip bir sızıyla, o yatak odasının kapısını sıkıca kilitleyecek ve içeride tadilat olduğu yalanını söyleyecektim… Karşımızdakini kırmamak adına söylediğimize inanarak, inanmayı isteyerek kendimizi avuttuğumuz yalanlardan. O ilişkiden, bencillikler, yalanlar, ihanetler kadar, fedakârlıklar, acımasız dürüstlükler, gereksiz sadakat gösterileriyle de yıpranan ve yıpratan o uzun, o upuzun ilişkiden yıllar sonra aynı yolda yürürken, tüm bunları düşünecektim işte, içimdeki o ince, garip sızıyla. Bir zamanlar bakkaldan döndüğümde beni beklerken bulacağıma emin olduğum o kadını, o yatak odasını, o hayatı… Kuşların cıvıldadığı, kaldırımlarındaki zeytin ağaçları ve kenarlarındaki gül bahçeleriyle, sanki benim için, benim o sabah yürüyüşlerim için süslenmiş olan o keyifli yolda, evden bakkala kadar olan o kısacık yolda bile sabırsızlanırdım beni bekleyen kadına duyduğum kavuşma özlemiyle. Bakkaldan çıkar çıkmaz bir sigara yakardım sabırsızlıkla, eve gidene kadar biteceğinin bilinciyle ve beni bekleyen o kadının “aç karınla” içtiğim için biraz üzüleceği, şefkat ve sevecenlikle sitem edeceği düşüncesinin yüzümde yarattığı o gülümsemeyle. Mavi Öyküler -

64


Bakkala giderken yol kenarındaki o bahçelerden gözüme kestirdiğim en güzel gülü koparırdım onun için dönüş yolunda. Döndüğümde, daha anahtarımı çıkarmama ya da zili çalmama fırsat bırakmadan kapıda karşılardı beni; güler yüzle karşılardı, onu sevimli gösteren o çarpık dişleriyle. Elimdeki gülü görünce daha bir büyürdü gülümsemesi, daha bir ortaya çıkardı çarpık dişleri. Özenle taradığı saçlarından, değiştirdiği kıyafetlerinden ve yaptığı hafif makyajdan anlardım, ben evden çıkar çıkmaz onun da yataktan fırladığını. Ben evden çıkar çıkmaz onun da yataktan fırladığını, salonun ortasındaki yemek masasında özenle hazırlanmış olan kahvaltı sofrasından anlardım. Çiçekler hiç unutulmazdı o masada, bir önceki gün hepsi kendisine âşık olan öğrencilerinden birinin verdiği ya da arka balkonun altındaki bahçeden aceleyle toplanmış çiçekler… Kimi çiçeklerin sadece dağlarda, yükseklerde yetiştiği, dahası her yüksekliğin kendine göre bir çiçeği olduğu söylenir. Özel, çok özel kokulara sahip o çiçekler, o dağlara gitmeyenlerin hiçbir zaman dokunamayacakları o çiçeklerle ilgili söylenenler, söylentilerin ötesinde düpedüz gerçektiler. Biz o kadınla bu gerçeğe birlikte şahit olmuştuk uzun bir Karadeniz gezisinde. Herkesin durduğu yerde, biz tırmanmaya devam etmiştik ve her tırmanışımızda, sırayla yedi tane göl karşılamıştı bizi… Ve en sonunda, zirveye, o yedinci göle ulaştığımızda, önce o çok özel kokulara sahip çiçekler karşılamıştı bizi. Ve sonra göle baktığımızda, hiç evrimleşmemiş gibi, ilkel çağlardan günümüze hiç değişmeden kalmışlar gibi görünen o balıklar. Hiç değişmeden kalan balıklar ve çiçekler… Bir gün o dağlara gideceğim, o balıklar, o çiçekler için gideceğim dersiniz. Onların hep orada durduğunu ve hep orada duracağını bilirsiniz, buna tüm kalbinizle inanırsınız çünkü. Ertelemelerimizin, ertelerken de o anları yavaş yavaş, durmaksızın yitirişimizin nedeni de bu inanç galiba biraz da. Bu inanç… ama aynı zamanda da yanılsama. Çiçekler, tüm yeniden doğumlara karşın, zamanın akışında, doğanın yıpratıcılığında ve çoğu zaman da insanların müdahalesiyle, hep o yerlerde, o düşlenen yerlerde yitiriliyor çünkü. Çünkü o çiçekler ne kadar gerçekse, bazı türlerin neslinin tükenişi de o kadar gerçek. Birilerinin bir yerlerde hep durduğuna, hep duracağına inanılmak 65

- Mavi Öyküler


isteniyor, birileri bir yerlerde durmaksızın yitirilirken. O dokunuşlar başkalarının oluyor, gerçek dokunuşlarınızı o dağlara gitmeyi erteledikçe yitiriyorsunuz. O dağlara gitmeyi erteledikçe yitiriyorsunuz, esmer adamların durmadan kazdığı o dağlara. O dağlara gitmeyi erteledikçe başka türlü eksiliyorsunuz, giderek tükenen ve tüketen bir hikâyeye, yavaş yavaş giriyorsunuz. Geriye o çiçekleri gerçekten bilenlerin gülümsemesi kalıyor. O çiçekleri âşık oldukları öğretmenleri için yüksek dağlardan toplayan o öğrencilerin gülümsemesi… O öğrenciler ki, onca şefkat, sevecenlik ve annelik duygusunun yanı sıra, gözlemledikleri asalet, nezaket ve zarafet karşısında, âşık olmaktan başka hiçbir şansları yoktu. Şimdi her biri kim bilir nerelerdeydiler? Ve acaba hepsi hatırlıyor muydu hâlâ, pek çok temel bilginin yanı sıra, ilk aşkı da öğrendikleri o şefkat dolu öğretmenlerini?.. Ve o arka bahçe ki, kendisinden çiçeklerin toplandığı o ilişkinin acelecilik ve özensizlikten yitip gitmesi gibi, tüm bitkileriyle solup tükenecekti zamanla. Karşılıklı kahvaltı masasına oturduğumuzda, neşeli sabah şarkıları çalıyor olurdu arka fonda ya da o sabahlarda onunla birlikte dinlediğimiz her şarkı, o güzel günlerin anısına, bana öyle geliyordu şimdi… O neşeli sabah şarkıları eşliğinde birbirine âşık iki insanın karşılıklı, hiç acele etmeden yaptığı, alabildiğine tadını çıkardığı, uzun, upuzun bir kahvaltı faslı başlardı sonunda. Önümüzde açık duran televizyonla ikimiz de ilgilenmezdik pek. Bir yandan o mis gibi kokan tavşankanı çaylarımızı yudumlarken, bir yandan da o günün gazetelerine göz gezdirir, ilginç bulduğumuz yazıları paylaşırdık birbirimizle. O, günlük burç fallarımızı okurdu hemen, yüksek sesle ve büyük bir merak ve heyecanla. Yüksek sesle ve büyük bir merak ve heyecanla, geleceğimizle ilgili bin türlü yoruma ve hayale dalardı o fallardan yola çıkarak, yıllar sonrasına uzanan. Bense kültür/sanat sayfalarını inceler, o akşam ve o hafta katılabileceğimiz etkinliklerden bahsederdim ona. Ona hayalci, banaysa gerçekçi yaftasının yapıştırılabileceği bu basit tercihlerimiz bile, bu anlamsız etiketlerin ötesinde, aramızdaki o çok önemli anlayış ve tercih farkını, zaman ufkuna dair seçimlerimiz arasındaki o farkı, er geç Mavi Öyküler -

66


bu ilişkinin biteceğine, bitmek zorunda olduğuna işaret eden o uçurumları anlatmaya yetiyordu aslında. Ben yalnızca o günü, o akşamı ya da o haftayı düşünebiliyordum en fazla. Oysa ayları, yılları hatta benimle birlikte geçirmek istediği bütün bir ömrü hayal ediyordu. Şimdi... o artık yok, ve bir daha da olmayacak. Uyandığım hiçbir sabah o şarapların akşamdan kalma tatlı mayhoşluğuyla karşılamıyor beni. Hiçbir güneş ışığında, öylesine güzel görünmüyor hiçbir yüz ve hiçbir vücut. Öylesine güzel görünmüyor artık hiçbir yatak odası, hiçbir ev ve hiçbir hayat. Oynadığım hiçbir ritüel, öylesine hoşuma gitmiyor. Yürüdüğüm hiçbir yolda kuş cıvıltıları, güneş, zeytin ağaçları ve gül bahçeleri öylesine tat vermiyor. Çünkü hiçbir öğretmen, onun kadar şefkatli, sevecen ve anaç olmadı bir daha. Bir daha hiçbir şarkı, o kadar neşeli çalmadı. İçtiğim hiçbir çay, öyle mis gibi kokmadı. Şimdi!.. Onsuz yaptığım bu kahvaltıda, sivri tepesini çay kaşığıyla ezerek ufaladığım ve soyduğum az pişmiş yumurtamın beyazını yedikten sonra, turuncu, muhteşem sıvısına ulaştığımda aklımdan geçen tek şey, bir karabiber tanesi gibi sarıya süzülmek ve bu acı dinene kadar orada gizlenmekti. O sıcak pelte beni bir cenin gibi saracak, sarmalayacak ve onaracaktı. Sonra bin bir güçlükle zara tutunarak yukarı tırmanacak ve ihtiyacım kalmadığında, suyla yıkanıp üzerimdeki koruyucu rahimden kurtulacaktım. Keşke böyle sıyrılabilseydim düş kırıklıklarının, yasak aşkların ve yoğun duyguların, içinden çıkılması güç bir şeytan üçgeninde alabildiğine sergilendiği heyecan dolu ve karmaşık ilişkiler yumağının bu sarsıcı öyküsünden. Keşke özel olabilseydim; kontrollü, kusursuz bir vücut ve ruhla… Ama artık sıradanım ve sürünüyorum yeşil kaygan derim güneşin altında parlayarak. Yeraltı dehlizlerini dolaşıyorum beyaz, yumuşak karnım toprağa dokunarak. Yüzeye çıkmaya korkuyorum gözlerim ışıktan kamaşarak. Ait olmadığım topraklarda dolaşıyorum 67

- Mavi Öyküler


şimdi, insanları korkutarak. Evet… o artık yok, ve bir daha da olmayacak. Çünkü hiçbir kadın, hiçbir erkeği… Ve hiçbir erkek, hiçbir kadını… Öyle sevmedi bir daha. O artık yok… bundan sonra da olmayacak. Sözcüklerde, o hayallerle beslenen sözcüklerde yaşayabilecek ancak. Biliyorum.

p

“HATA YAPMAKTAN ÇOK KORKUYORUM” “Şişman, Gözlüklü, Çilli Küçük Kız” | Pelin Seyfe Oyuncaklar o kadar güzel ki… Çok seviyorum oyuncakları. Büyüyünce kocaman bir oyuncak dükkânım olsun istiyorum. Böylece dükkândaki tüm oyuncaklar benim olabilecek. Allah’ım o kadar mutluyum ki, yarın doğum günüm ve ben biraz daha büyüyeceğim. Yarın bir yaş daha büyümüş olacağım. Aslında anlamıyorum, insanın yaşı bir günde nasıl bir yaş büyüyor. Anneme bir günde kaç gün var diye sordum, üç yüz altmış beş dedi. O zaman ben bir yılda üç yüz altmış beş yaş büyüyecek miyim? Hayır hayır! Ama insan sadece doğum gününde bir yaş büyür ve bir yılda da bir kez doğum günüm olduğuna göre ben bir yılda bir yaş büyüyebilirim. Üç yüz altmış beş gün sonra bir yaş daha, sonra bir yaş daha, sonra… Ve en sonunda kendime bir oyuncak dükkânı açacağım. Tüm gün, sabahtan akşama kadar bu dükkândaki oyuncaklarla oynayacağım. Bana gülen, şişko patates, dört göz, çilli diyen Ayşe’ye de hiçbir oyuncağımı elletmeyeceğim. O hep beni ağlatıyor. Arkadaşlarımın yanında patates deyince öyle utanıyorum ki. Hâlbuki ben patatesi çok severim; ama sanırım Ayşe sevmiyor. Hem de yalnızca patates demiyor, “şişko patates” diyor, acaba zayıf patates var mıdır? Eğer bir daha bana şişko patates derse ben de ona zayıf patates diyeceğim. Evet söyleyeceğim. Arkadaşlarımdan farklıyım biraz. Benim vücudum onlardan daha büyük. Neden bilmiyorum; ama Mavi Öyküler -

68


Ayşe benim gibi değil. Mavi gözleri var, saçları sarı. Onun gözlükleri yok, benim var. Ayşe çok güzel bir kız; ama beni hep ağlatıyor. Okula gitmek istemiyorum. Annem çok üzülüyor, nedenini soruyor, bir şey demiyorum, gitmek istemiyorum diyorum sadece. Ayşe’nin benimle dalga geçtiğini söyleyemem. Söylesem de inanmazlar; çünkü Ayşe biz yalnızken benim gözlüklerimle, çillerimle ve vücudumla dalga geçiyor. Hem Ayşe okumayı hepimizden önce söktü ve benden daha çok sayı sayabiliyor. Ben yüz elli dokuzdan sonra hep karıştırıyorum. Biliyorum yüz altmış; ama nasıl okunduğunu hatırlayamıyorum. Hep yüz yetmiş diyorum. Bir keresinde ben sayarken Ayşe yüz elli dokuza geldiğimde sanırım çok bekledim ki yüz altmış deyiverdi. Ben hemen hatırlayamıyorum. Sonraki günler benimle hep bu yüzden dalga geçmişti. Bir keresinde de Ayşe’nin yeni kalemini görüp “Aaa! Ne kadar güzel bir kalem, rengi de çok güzelmiş, pembe” demiştim de, ‘‘Eflatun, pembe değil!’’ deyivermişti. Ayşe’nin yanında hata yapmaktan çok korkuyorum. Ben sevmiyorum Ayşe’yi, o beni ağlatıyor. Bu yüzden değil oyuncaklarımla oynatmak, Ayşe’yi oyuncak dükkânıma sokmayacağım bile. Bir gün anneme benim saçlarım kahverengi, Ayşe’ninkiler sarı. Neden öyle diye sordum. Allah seni böyle, Ayşe’yi de öyle yaratmış, dedi. Ama neden? Neden beni böyle, Ayşe’yi öyle yaratmış deyip odama gittim. Sonra düşündüm, Allah beni kahverengi saçlı, Ayşe’yi sarı saçlı; beni çilli, Ayşe’yi çilsiz yaratmış. Ben gözlüklü, o gözlüksüz; o zeki, ben değil. Allah da Ayşe gibi sevmiyor sanırım beni. Ben de Ayşe’yi sevmiyorum ama Allah’a bir şey diyemiyorum. O beni yakabilirmiş. Annem bazen “Allah yakar” der. Sanırım büyükler korkuyor ondan, ben de korkuyorum. Hem eğer isterse Allah oyuncaklarımı da elimden alabilir. Küsüyorum Allah’a; ama içimden, söylemiyorum bunu sesli. Annem benim için çilekli pasta yaptı. En çok çilekli pastayı seviyorum. Annem de onu yaptı. Yarın yiyebileceğiz. Tabii önce mumları üfleyeceğim. Annem mumları üflerken dilek tutabileceğimi söyledi. Ben de zayıf, gözlüksüz, çilsiz olmayı ve bir oyuncak dükkânına sahip olmayı dileyeceğim. Sonra da mumlarımı üfleyeceğim ve bir yaş büyüyeceğim, tam bir yaş…

p 69

- Mavi Öyküler


“BURADAN ÇIKINCA BAŞIMA NE GELECEĞİNİ DÜŞÜNMEK ZORUNDAYIM” “Sıradan Vatandaş” | A. Kadir Konuk “Lütfen biraz doğru oturur musunuz,” dedi moderatör, “İki dakika sonra canlı yayına gireceğiz.” “Nasıl doğru oturayım,” diye sordu program konuğu, “Hazır ola geçeyim mi?” “Hayır, öyle söylemek istemedim. Koltuğa öyle yayılmasanız…” “Müthiş rahat bu koltuk. Kahvenin sandalyelerine hiç benzemiyor. Üstelik burası oldukça sıcak, adamın uykusu geliyor hemen.” “Öyle de, seyircilerimiz…Pardon, reji arıyor. Evet, tamam, hazırız, başlayabiliriz.” Moderatör içinden beşe kadar ağır ağır saydı, programın jeneriği göründü ekranda, moderatör iki kez yutkundu, “Sayın seyirciler” diye başladı konuşmaya. “Evet, sayın seyirciler, yine birlikteyiz. Sizlere ilginç konuları sunmak için gece gündüz çalıştığımızı biliyorsunuz. Daha önce duyurduğumuz gibi bu gece ülkemizin sorunlarını sıradan bir vatandaşla konuşacağız. Konuğumuzu özel seçmedik, program yapımcısı arkadaşlarımız onu sıradan vatandaşlar içinde, bir kahvehanede buldu. Önce buluşmanın filmini izleyelim.” Görünmeyen kamera sigara dumanından içi tam seçilemeyen bir kahvehaneye girdi, kahve ocağına yakın bir masaya kadar ilerledi, masada okey oynayan altmış yaşlarında, kel denilebilecek kadar az saçlı, çökük yanaklarından düzensiz beslendiği belli olan adama zom yaptı. Tam bu sırada adam “Okey” diye bağırdı ve elindeki bir taşı öteki taşların üzerine hızla çarptı, önündeki ıstakayı taşları herkesin görebileceği biçimde çevirirken “Yine yeşillendi fındık dalları” diye bir türküye başladı. “Evet sevgili seyirciler,” dedi moderatör, “Gördüğünüz gibi alışılmış bir manzara içinden geldi konuğumuz. Onu özel olarak Mavi Öyküler -

70


seçmedik, sorduk, gelirim dedi ve geldi. Hoş geldiniz sayın…” “Mevlüt Kocabaş,” dedi konuk. “Hoş geldiniz sayın Kocabaş. Doğrusu soyadınız başınıza hiç uymuyor.” “Neremiz neremize uyuyor, bir de onu sorun.” “Elbette, elbette soracağım onları, zaten onun için getirdik sizi buraya. Sıradan bir vatandaş olarak ülkemizin şu anda içinde bulunduğu durumu özetleyebilir misiniz?” “Sıradan vatandaş nasıl oluyor” diye sordu Kocabaş. “Sıradan vatandaş” diye kekeledi moderatör, “Yani yönetici olmayan…” “Benim bildiğim her vatandaş bir şeyleri yönetir” dedi program konuğu Kocabaş, “Dükkân yönetir, mağaza yönetir, at arabası yönetir, taksi, dolmuş, kamyon, otobüs yönetir, en önemlisi her vatandaş, kadın olsun, erkek olsun bir ev yönetir. Şu alemde yönetilebilecek ne varsa onu vatandaşlar yönetir. Size göre bunlar yönetimden sayılmıyor mu?” “Hayır, yani demek istediğim…” “Demek istiyor, diyemiyorsunuz. Sıradan vatandaş dediğiniz insanlar o sizin yönetici dediğiniz insanları seçip başlarına bela edenler değil mi? Kaç çeşit vatandaş var bu ülkede, söyler misiniz?” “İşte onu söylemek istiyorum, yöneticiler var, işverenler var, ordu mensupları var…” “Kalbur üstü, kalbur altı var ve kalbur üstü olanlar sıra dışı vatandaşlar” diyerek güldü Kocabaş. “Elbette onların dışında işçiler var, köylüler var, memurlar, esnaflar, işsizler, evsizler, serseriler, orospular…” “Ama ayıp oluyor sayın Kocabaş, aslında söylenilmek istenilen şey…” “Pezevenkler de var ama onlar kasayı doldurduklarında beyefendi, yani sıra dışı vatandaşlar olabiliyorlar. Mafya babaları da öyle…” “Mesleğinizi sorabilir miyim” diye sertçe bağırdı moderatör. “Cuntazede bir öğretim üyesiyim.” “Nasıl yani, anlayamadım?” “Anlaşılmayacak bir şey yok, cuntadan önce öğretim üyesiydim, 71

- Mavi Öyküler


cunta gelince sıradan vatandaş oldum.” “Öğretim üyesisiniz ve kahvehanede okey oynayarak…” “Eğitimimi tamamlıyor, boş zamanlarımı değerlendiriyorum. Cunta öncesinde bu alanda pek fazla bilgim yoktu ve kahvehanelerde oturan insanlara ben de biraz sizin gibi bakıyordum. İçlerine girince benim gibi zedelenmiş yığınla cevher tanıdım. İnsan gün boyu açık alanda limon satmayla uğraşınca kapalı, sıcak alan özlemi gelişiyor.” “Limon mu satıyorsunuz?” “Balıklara, çorbalara, salatalara limooon” diye bağırdı Kocabaş, “Limon deyip geçmeyin, kant, limonata, reçel, baklavanın şerbeti bile limona muhtaçtır. Bizim kahvehanede limonlu kekik çayı harikadır.” “Ama o insanlar orada sadece zaman öldürmüyorlar mı?” “Neresi kötü bunun, sıra dışı vatandaşlarınız da insan öldürüyorlar.” “Sohbetimize politika bulaştırmayalım lütfen. Siz ülkenin halini nasıl değerlendiriyorsunuz?” “Sizin deyiminizle sıradan bir vatandaş olarak düşündüğümde her şey normal. Şeriatın kestiği parmak acımaz, devletin malı deniz, yemeyen domuz, gemisini yüzdüren kaptandır, devlet büyüktür, ordu yenilmezdir, büyükler bilirler, buna da şükür… Zedelenmiş bir öğretim üyesi olarak düşündüğümde her şey bombok.” “Siz neden o sözü öyle fazla kullanıyorsunuz?” “Boku mu? Ayıp mı bok demek? Ben sıradan bir vatandaş değil miyim? Sıradan vatandaşlar boka bok derler, sıra dışı olanlar aa, kaka, dışkı, necaset, pislik diyorlar. Benim bir sıradan vatandaş arkadaşım var, eski avukat, o boka hukuki olarak ‘Çukur gülü’ diyor. Bir de şair arkadaşım var, sözü sözlükten almış, o da ‘Boka nispetle tezek amberdir’ der.” “Memleketin durumundan söz ediyorduk sayın Kocabaş.” “Olaya kahvehanenin içinden bakılınca görünüm başka, dışından bakılınca daha başka.” “Nasıl yani?” “Kahvehanede herkes birbirini tanır, bu nedenle hükümete, yöneticilere, uygulamalara, zamlara sövmek serbesttir. KahvehaMavi Öyküler -

72


nenin dışına çıkınca padişahım çok yaşa!” “Yani ülkemizin gidişatı…” “Bizim şoför Remzi’ye göre ülke yokuş aşağı giden, balataları çürümüş, freni tutmayan ve önünde bok çukuru bulunan bir kamyon, manav Rüstem’e göre içinde sadece çürümüş sebze artıkları bulunan bir sebze kasası, kahveci Ramazan’a göre üç günlük çay, muhtar Refik’e göre ‘Taşları bağlı, itleri serbest mahalle”, tombalacı Seyit’e göre ‘Zabıta cehennemi’…” “Size göre?” “Bana göre cunta mezarlığı.” “Sanıyorum zamanımız dolmak üzere, son bir şey söylemek ister misiniz?” “Sıraya girmek konusunda bir şey söylemek istiyorum. Adamın biri…” “Şimdi de fıkra mı anlatacaksınız?” “Sıradan vatandaş değil miyim, sıradan vatandaşlar sözlerini doğrudan söyleyemezler, fıkralara, şiirlere, türkülere yedirirler onları. Buradan çıkınca başıma ne geleceğini düşünmek zorundayım. Hem siz demediniz mi son söylemek istedikleriniz nedir diye?” “Dedim de…” “Şimdi efendim, adamın biri hamama gitmiş, soyunmuş, girmiş içeri, bir de ne görsün, çıplak bir kadın, kadının boynunda bir tabela. Tabelada ‘tutarsan yaparsın’ yazılı. Adam başlamış kadının arkasından koşmaya. Ansızın zebani gibi kıllı bir dev adam girmiş içeriye, onun da boynunda ‘Tutarsam yaparım’ yazılı bir levha asılıymış ve adamın arkasına düşmüş…” “Bitti mi?” “Bitti.” “Yani ne demek oluyor şimdi bu?” “Şu demek oluyor: Önde kaçan kadın sıradan vatandaşın özlemleri, ortada koşan sıradan vatandaş, arkadan gelen zebani sıra dışı vatandaşların temsilcisi, hamam da devlet. Tuttuğunu beceren hükümet, becerilen…” “Evet sayın seyirciler” dedi moderatör, “Bir programın daha sonuna gelmiş bulunuyoruz, sayın konuğumuz Kocabaş’a programımıza katıldığı ve programın içine gerçekten ettiği için te73

- Mavi Öyküler


şekkürler.” “Biz sıradan vatandaşız” dedi Kocabaş, “Sürç-ü lisan ettiysek af ola.” Bu programdan sonra ne mi oldu? Moderatör haber merkezinde spor muhabirliğine atandı, program konuğu Kocabaş hakkında ‘devletin ve milletin manevi şahsiyetine, orduya ve ülkenin mazbut vatandaşlarına hakaret’ suçlamasıyla dava açıldı. Kocabaş’ın arkadaşları gelecek seçimlerde onu milletvekili adayları ilan ettiler.

p

“SENİ ÇOK MU YALNIZ BIRAKTILAR SEVGİLİM?” “Unutulan”* | Oğuz Atay “Ben tavan arasındayım sevgilim!” diye bağırdı delikten aşağı doğru. “Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara.” Son sözlerimi duydu mu? “Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim.” İyi. Durgun bir gün. Bütün hayatımca sürekli bir ilgi aradığımı söylerdi birisi bana. Gülümsediğimi gösteren bir ayna olsaydı; biraz da ışık. “Bir yerini kırarsın karanlıkta.” Delikten yukarı doğru bir el feneri uzandı. Fenerli elin ucundaki ışık, rasgele, önemsiz bir köşeyi aydınlattı; bu eli okşadı. El kayboldu. Ne düşünüyor acaba? Gülümsedi: Gene mi düşünüyor? Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korktu; fakat, yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi. Benden bir karşılık beklemiyor. Ona yardım etmek mi bu? Bilmiyorum, bazen karıştırıyorum; özellikle, başımda uğultular olduğu zamanlar. Onun gibi düşünmeyi bilmek isterdim. Bana belli etmemeye çalışarak izliyor beni. Çekiniyor. Acele etmeliyim öyleyse. Feneri yakın bir yere tuttu; annesiyle babasının resimleri. Aralarında eski bir ayakkabı torbası, kırık birkaç lamba. Neden hiç sevmediler birbirlerini? Ölecekler diye Mavi Öyküler -

74


öylesine korkmuştum ki. Torbayı karıştırdı: Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. Her gece biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için. Aman Allahım! Nasıl yapmışım bunu? Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi. Mor ayakkabılarına baktı: Buruşmuşlar, küflenmişler. Sol ayağına giydi birini: Ölçülerim hiç değişmemiş. Utandı; gene de çıkaramadı ayağından. Topallayarak bir iki adım attı. Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. Beni de, kendilerini de anlamadılar. Ne kadar ağlamıştım. Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda, sandık odasında… saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım. Babasının yüzünde gururlu bir somurtkanlık vardı. Aynı duvara asamam onları. Evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi. Yan yana olmak istemezlerdi; mezarda bile. Resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldığını bilemedi. Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı. Sendeledi, yere düştü; hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi; emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: Eski fotoğraflar! Amacından uzaklaşıyordu. Bana baskı yaptığını düşünmemeliyim. Yüzüne karşı söylesem bile, içimden geçirmemeliyim bunu. Aceleyle resimleri yere yaydı, el fenerini dolaştırdı tozlu karartılar üzerinde. Başka bir eve çıkmış olabilirdim, bir daha hiç görmeyeceğim birine bırakmış olabilirdim bütün bunları. Resimleri karıştırdı: Ne kadar çok resim çektirmişim yarabbi! Çoğu da iyi çıkmamış. Gülümsedi: O zamanlar ne kadar uzunmuş etekler. Çirkin bir uzunluk. Duruşlar da gülünç. Kim bilir hangi filmden? Arkamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim. Kime bakmışım acaba? Aynı elbiseyle bir resim daha. Yanımda biri var. Resim çok tozlanmıştı. Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra… ilk kocasının gülümseyen yüzünü gördü parmağının ucunda. Aman yarabbi! bir zamanlar evliydim ben de… sonra gene evliydim. İnsan bir günde varamıyor bir yere, ne yapalım? Nereye? Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük. Eğildi, bir avuç resim aldı yerden: Bu resim çekilmeden önce, nasıl hiç yoktan bir mesele çıkarmıştım, sonra da yürüyüp gitmiştim. 75

- Mavi Öyküler


Sonra ne olmuştu? Sonra… buradasın ya… bu evde. Demek sonra hiçbir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü, ne de iyi bir şey: Demek ki hiçbir şey. Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki… Hayır, düşüncelerin karıştı; basit anlamıyla sözlerin… Bununla ne ilgisi var? Fakat ben… ondan kaçarken, nasıl oldu da birden başımı çevirip bu resmi çektirdim? Hep böyle mi durdum resimlerde? Yüksekçe bir yere oturdu, başını ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı. Onun da yüzü kim bilir nasıldı? Herhalde ben suçluyum; resim çekilirken değil… belki o sırada haklıydım, muhakkak haklıydım. Çok daha önce… çok daha önce. Bir an önce kitaplara ulaşmak istedi, geriye doğru bu sonsuz yolculuk bitsin istedi. Eski balo ayakkabısını ayağından çıkarmaya çalıştı. Sonra, arkası kapalı yumuşak terliklerini bulamadı bir türlü. Sendeleyerek el fenerine doğru yürüdü. İlerideki köşede olmalıydı kitap sandığı. Fakat orada, kitap sandığına benzemeyen karanlık çıkıntılar vardı. Feneri, bu garip yığına doğru tuttu. Korkuyla geri çekildi: Biri vardı orda, oturan biri. Feneri alıp bütün gücüyle deliğe kaçmak istedi, kımıldayamadı. Korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaştı. Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı hayatı boyunca. Yoksa çoktan kaybolup gitmişti. Feneri onun yüzüne tuttu: Aman Allahım! Eski sevgilisi yatıyordu yerde. Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavan arasındaki her şey gibi. Kitap sandığına ve resim tahtalarına örümcek ağlarıyla tutturulmuş eski bir heykel gibi. Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı kıvrılmış, boşlukta. Dizleri titredi, dişleri birbirine çarptı, ayağının altından kayıp gitti döşeme; kayarken de ayağına çarpan resim masası devrildi. Kol gene boşlukta kaldı: Örümcek ağlarıyla tavana tutturulmuştu. Bu eliyle ne yapmak istedi? Bir şeyler mi yazmaya çalıştı? Ne yazık, hiçbir zaman bilemeyeceğim. Sol el yerdeydi, bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa? Olamaz! Bir şey yapsaydı ben bilirdim; her şeyi söylerdi bana. Öyle konuşmuştuk. Beni bırakmazdı yalnız başıma. Sonra hatırladı: Bir gün tavan arasına çıkmıştı eski sevgilisi, şiddetli bir kavgadan sonra. İkisinin de, artık dayanamıyorum, Mavi Öyküler -

76


dediği bir gün. Ayrıntıları bulmaya çalıştı: Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba. Gülümsedi: Bu ‘biraz’ sözüne ne kadar kızardı. Onu tavan arasında bırakıp sokağa fırlamıştı: Öleceğini hissediyordu. Peki ama neden? Bilmiyordu; duygunun şiddeti kalmıştı aklında sadece. Sonra ‘onu’ görmüştü sokakta; bütün mutsuzluğuna, kendini zayıf hissetmesine, ölmek istemesine rağmen ‘onun’ gözlerindeki ilgiyi, insanı alıp götüren başkalığı fark etmişti nedense. O gün eve yalnız dönmüştü tabii. Ne kadar daha çok gün eve yalnız döndüm ondan sonra da. Şimdi karşımda konuşsaydı, ‘Ne kadar daha çok’ olur muydu? deseydi. Titreyen dizlerinin üstüne çöktü, el fenerini tuttu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi. Sonra baktı gene; onu, ölüm kalım meselelerinde yalnız bırakmayan gücünden yararlandı gene. Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki. Üzüldü. Fakat hiç değişmemiş; son gördüğüm gibi, gözleri bile açık. Yalnız, gözlerin bu canlılığında bir başkalık var: her şeyi bildiği halde duygulanamayan bir ifade. Görünüşüme bakma, içim öldü artık diye korkuturdu beni. İnanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde. Belki beni izliyor gene. Yerini değiştirdi. Benimle ilgili değilsin diyerek üzerdim onu. Hayır, bakmıyor bana. Belki de düşünüyor. Birden konuşmaya başlardı. Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun? diye sorardım ona. Ne zaman düşündüğünü bir türlü göremiyorum. Hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama, sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim. Bunu kavgadan çok önce söylemiştim ama, çatışmamızın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordu. Sonra, onu bir süre görmek istemediğim halde, onun orada olduğunu bildiğim halde, tavan arasına bir türlü çıkamadığım halde onu düşündüğümü, onsuz yaşayamayacağımı biliyordu. Sonra neden aramadım? Bir türlü fırsat olmadı; her an onu düşündüğüm halde hep bir engel çıktı. Aşağıda yeni sesler, yeni gürültüler duyduğu için inmedi bir süre herhalde. Oysa biliyordu: Aramızda, hiçbir yeni varlığın önemi yoktu; konuşmuştuk bütün bunları. Ben de onun inmesini beklemiş olmalıyım. 77

- Mavi Öyküler


Beni üzmek için inmediğini düşündüm önceleri. Sonra… bir türlü olmadı işte… çıkamadım: Gelenler, gidenler, geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği, ‘onun’ bakımı (çocuk gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu), babamla annemin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması. Orada, tavan arasında olduğunu unuttum sonunda. (Onu unutmadım tabii.) Ne bileyim, daha mutsuz insanlar vardı; onlarla uğraştım. Tavan arasında bu kadar kalacağını da düşünemedim herhalde. Bir yolunu bulup gitmiştir diye düşündüm. Belki evde olmadığım bir sırada… evet, muhakkak böyle düşündüm. Başka nasıl düşünebilirdim? Yaşamam için, onun her an var olması gerekliydi. Başka türlü hissetseydim, ölmüştüm şimdi. Ayrıca, kaç kere tavan arasına çıkmayı içimden geçirdim. Hele kendini öldürdüğünü duysaydım, muhakkak çıkardım. Dargın olduğumuza filan bakmazdım. Duydum mu yoksa? Bir keresinde yukarıda bir gürültü olmuştu galiba; rüzgâr bir kapıyı çarptı sanmıştım. Fakat nasıl olur? Onun tavan arasına çıkmasından günlerce sonra duymuştum bu sesi. Ve ben günlerce bir köşeye büzülüp kalmıştım. Hiçbir yere çıkmamıştım. Ateş etmişti demek. Yoksa kalbine… Titreyerek eğildi: Kalbine bakmalıyım. Elbisesinin sol yanı çürümüştü; elinin hafif bir dokunuşuyla dağıldı. İçinden bir sürü hamamböceği çıkarak ortalığa yayıldı. Onun bakımıyla ilgilenmedim, elbiselerini hiç gözden geçirmedim; belki de dikmediğim bir sökükten yemeğe başladılar hamamböcekleri onu. Deliği büyüttüler sonunda. Eliyle elbisenin altını yokladı. Neyse, iç çamaşırlarından öteye geçememişler. Derisi, olduğu gibi duruyor. Teni çok sıcak sayılmaz ama, kalbi yerindedir herhalde. Korkarım göğsünün sol yanına dokundu: İşte orada, biliyorum. Başka türlü yaşayamazdım çünkü. (Çünkü’yü cümlenin başında söylemeliydim; şimdi kızacak. Evet, her an onun sözlerini düşünerek yaşadım, şimdi acaba ne der diye düşündüm.) Yalnız bu kadarı çürümüş. İyi. Şimdi onu nasıl inandırabilirim bütün bu süreyi onunla birlikte yaşadığıma? Onu unutmuş gibi yaşarken onu düşündüğüme? Anlamaz, görünüşe kapılır, anlamaz. Başkasına rastladığım için, bu yeni ilişkinin her şeyi unutturduğunu düşünür. Oysa her şeyi hatırlıyorum; tavan arasına çıktığı gün bu elbiseyi giydiğini Mavi Öyküler -

78


bile. El fenerini ölünün üzerinde dolaştırdı: Örümcek ağlarının gerisinde sisli bir görünüşü var. Yalnız, ağların arasından elimi, onun kalbine götürdüğüm yer biraz karanlık. Rüya gibi bir resim. Birlikte hiç resim çektirmemiştik. Bir sürü şey gibi bunu da yapamadık nedense; bir türlü olmadı. Bir koşuşma, durmadan bir şeylerle uğraşma… Neden koşuyorduk, acelemiz neydi? Tavan arasına çıktığı güne kadar, bir şeyin arkasından hep başka bir şey yaptık; hiç durmadık, hiç tekrarlamadık. Sonra, köşemde kaldım günlerce; ne yedim, ne düşündüm. Sigara içtim durmadan. Evi, yaşanmaz bir duruma getirdim sonunda. Bir savaş sonu kargaşalığı sardı her yanı. Düzen içinde yaşamayı bir bakıma sevdiğim halde, dayanılmaz bir pislik ve pasaklılık içinde çırpındım. Belki de böylece kendimi cezalandırmış oldum. Sokağa fırlamak, ‘ona’ gitmek için, öldürücü bir ümitsizliğe düşmek istedim. Kim bilir? Belki de, kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları. Fakat senin öleceğini, kendini öldüreceğini hiç düşünmedim. Uzak bir yerde, hiç olmazsa görünüşte sakin bir yaşantı içinde olacağını hayal ettim senin. Işığın altından kaçmaya çabalayan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi. El feneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmaya çalışıyordu ağlara takılarak. Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamazdı, kim bilir? İşte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi: Sakalı biraz uzamış da ondan; zaten her gün tıraş olmayı sevmezdi. Yanaktan yukarı çıkan böcek, şakağa doğru gözden kayboldu. El fenerini oraya tutsam mı? Hayır. Korktu; fakat yarı karanlıkta kurşunun deliğini gördü. Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği: Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu. Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu; ışınlar, kafatasının iç duvarlarında yansıdı. Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını. Belki de hamamböceği son parçayı taşıyordu. Kendini tutamadı: “Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?” dedi. Aşağıdan, başka bir deliğin içinden sevgilisinin sesini duydu: “Bir şey mi söyledin canım?” 79

- Mavi Öyküler


Elini telaşla kitap sandığına soktu, “Hiç,” diye karşılık verdi aceleyle. “Kendi kendime konuşuyordum.”

p

“İÇİMİN DERİNLİKLERİNE PİMİ ÇEKİLMİŞ BİR BOMBA ATILMIŞTI” “Uzun Yol Rehberi” | Ferhan Şaylıman Arap Şükrü meyhanelerinin karşısındaki ara sokaklarda, saatler gece yarısına yaklaşırken birbirimize sarılıp ağladık. Daha doğrusu sızlayan burnumun çağrısına dayanamayıp önce ben sarıldım, önce ben ağladım. Yüzümü boynuna gömdüğüm yerde usul usul, derin iç çekişlerle soludum. Onun kokusuydu. Tenle özdeşleşen bu uçucu serinliği ne zaman tanımlamaya kalkışsam, yerli yerine oturmayan sözcüklere takılıp, dilsiz kesilirdim. Bir çıkmaz aralığın kuytusundaydık. Tek tek atıştıran yağmurun altında, yol ağzındaki evin duvarına yaslanıp birbirimizi ve geceyi dinledik. Sesler ve sözcükler silinip gitmişti yeryüzünden. Konuşmak ve tepki vermek gibi bir yeteneğim hiç olmamıştı sanki. Öncesiz ve sonrasız. Zaman dışı ve belirsiz. Geriye kabullenmek kalmıştı. Sus ve kabul et. İçine dön. Ağzını açmaya, dudaklarını kıpırdatmaya uğraşma. Canımdan can alan bir kopuşla yüzümü, boynu ile çenesinin arasına gömdüğüm yerden çektim. Sorum, alınan kararı değiştirmeye yetecek miydi? “Kesin kararlı mısın?” Başını iki yana sallayıp, alnını yağmurla ıslanan geceye yasladı. Sustuk. Belki ben o soruyu hiç sormamıştım, o da hiç konuşmamıştı. “Hadi üzmeyelim artık birbirimizi. Üstelemenin bir anlamı yok.” Üstelemek, dil dökmek. Bunun diğer açılımının yalvarmak olduğunu ikimiz de biliyorduk. Oysa tam bu noktada yani yalvarmaya hazır olduğum bir sırada dilsiz kesilişim neyin nesiydi? Bomboş, uçsuz bucaksız bir tarlaydım. Tarla çok ıssızdı. Mavi Öyküler -

80


Yalvarmak, hırpalanmış bir sevgiyi kurtarmaya yeter mi? Bunca yılın üstüne gelinen yol ayrımında,sevgiyle alışkanlığın nerede başlayıp nerede bittiğini, korkuyla içtenlikten hangisinin daha ağır bastığını kestirebilmek, ne kadar zor! Ama daha da zoru, bana bıraktığı seçeneklerin arasından, alışkanlıklarımı ve kendini çekip almasıydı. Bir yol ayrımına gelinmişse, daha yürekler iyice soğumadan, önce evler ayrılır. Yıllardır beraber yaşadığımız eve, birazdan o tek başına dönecekti. Aynı kentin iki ucunda birbirimizi yok sayarak, ayrı mekânlarda ayrı zamanları didikleyecektik. Tabaklar, çatallar,havlular,yataklar ve tüm eşyaların dünyasında hayatımızla ilgili çağrışımlar, anımsamalar, artık biraz daha silik, eksik ve biçimsiz kalacaktı. Hiç gitmemiştim o eve. Yani kentin öteki ucunda özenle seçilen diğer eve. Şüphesiz eşyalar da öyle seçilmişti. “Bugün yatağın alındı, umarım beğenirsin. Yemek masan biraz dar ama işini görür. Yarın ısmarladığım vestiyer geliyor.” İnanılmaz bir boşluğun girdabındaydım. Dışa vurmasam da alınan her eşyada, üstelik onu hiç ilgilendirmemesi gereken bu çabaya lanetler okuyordum. Niye, niye? Kendi elleriyle düzen verip yerleştirdiği o eve gitmemek için günlerce direndim, sürekli bahaneler uydurup, kaçtım. Şimdi, hızlı bir koşucu olmadığımı anladığım geceydi işte! Kaçtığım ne varsa, kol kola vermiş yüzleşme sırası bekliyordu. Böyle bir günde Arap Şükrü’ye gitmek çok anlamlı değildi aslında. Alıştığımız ortamda, bildik cumartesilerin alkol değneğine tutunup, her şeyin doğal akışı içersinde yürüdüğüne inandırmak mı istemiştik biraz da kendimizi? Oysa alkol üzüntülüyken bana hiç yaramazdı. Üst katta, sokağı rahatlıkla görebildiğimiz pencere dibindeki torpilli masadaydık. Marul, maydanoz, roka, taze soğan, kırmızıturp ve rendelenmiş havuçtan oluşan iştahlı günlerimizin bol limonlu salatası koca bir çanak içersinde sunulmuştu yine. Salataya dokunmamıştık. El büyüklüğündeki çupralar kayık tabaktan bize bakmıştı gece boyu. Yerinde bıra81

- Mavi Öyküler


kılmayan, rakıydı. Okkalı doldurulmuş iki dubleyi inat olsun diye yalayıp yutmuştum. Annelik yapmamakta ısrarlıydı bu akşam. “Başın mı dönüyor, tansiyonun mu yükseldi, kahvaltı etmeden mi çıkacaksın, şöyle içmesen olmaz mı?” Bunca yıl çok bile yaptım dememişti ama bu geçmişti aklından, biliyorum. Masaya yenik oturmuştum, yenik kalktım. Yağmur biraz daha şiddetlenmişti. Alkol ve su kasıklarıma saldırmış, patlamak üzereydim. Gölgemi zorlukla sürükleyerek çıkmaz aralığın gerisine doğru çekildim. İçimde ne varsa usulca saldım bir duvara. Ana caddeden vuran ışığın uzak aydınlığında, beni bekleyen gölgeye baktım. Bu birbirimizi son bekleyişimizdi belki. Vedalaşıp ayrılacaktık birazdan. Ne zaman ağlasam denetimimden çıkan burnum, contası bozulmuş çeşme gibi yine akıtıyordu. Montumun yakasıyla, üst dudağımı sertçe sildim. Burnum, ağzım, bıyıklarım birbirine karışmış, yer değiştirmişti sanki. Dilimi toparlayamıyordum. Zaten faydası da yoktu. Güzel olan ne varsa paylaşılmıştı, ayrılıktaydı sıra. Bir kentin, yıllarımızı verdiğimiz bir kentin iki ucunda kavgasız gürültüsüz çöken bir ayrılığı bölüşecektik şimdi. Gelinen nokta, yaşanması gereken neyse, kaçınılmaz olan ne varsa, tümünün bileşkesiydi. Suçlamadan, itişip kakışmadan gelen bir ayrılık. Tekrar yanına döndüğümde artık ağlamaktan vazgeçmiştim. Ara sokaktan ana caddeye ağır ağır yürüdük. Az önce son rakılarımızı yuvarlayıp kalktığımız Arap Şükrü’ nün üst katı hala ışıl ışıldı. Aynı soru geçmişti kafamızdan: Kim kimi bırakacaktı önce? Alışkanlık bu ya, birlikte dönerdik hep. İçeriye birlikte girer, aynı tuvaleti kullanır, aynı yatağı paylaşırdık. Bazen hiç dokunmasak bile birbirimize, o orada derdik. Önce onu eve bırakma önerime hayır diyeceğini bildiğim halde, şansımı denemeyi göze aldım. Hayır. İkinci hayatıma beni elleriyle bırakmaya kararlıydı. Mavi Öyküler -

82


Uzun yürüyüşlere çıktığımız Çekirge caddesi,kuru ayazda yağmurun oluşturduğu su birikintilerinde kendi sessizliğine çekilmişti. Yanımızdan korna çalarak uzaklaşan boş taksilerin arka lambaları, solgun yüzlü deniz fenerleri gibi parlayıp, yok oluyordu. Uzun tartışmalara girdiğimiz, ilk sevinçlerin, ilk kırgınlıkların, ilk barışmaların yaşandığı yolda birbirimize sokularak yürüdük. Sığdırmak zor olsa da, üşüyen elini avuçlarımda sıkıca tutup montumun cebine soktum. Ortak bir dilin en anlaşılır yanıydı cebimdeki el. Hiç konuşmadan yürüyorduk. Çekirge yolu bağışladığı tüm güzellikleri geriye almanın çabasındaydı. “Size bahar ağaçlarının gölgesinde serin, tasasız akşamlar sundum. Önünden geçtiğiniz her evin, taşlarını adımladığınız her kaldırımın, bir sigara içimi oturduğunuz çay bahçelerinin, yaz geceleri dağ eteklerinden gelen incir kokularını soluduğunuz havanın, içinizde bıraktığı tortuyu nasıl da tükettiniz!” Yolun sonundaki eski, tarihi meydana yaklaştıkça adımlarımız yavaşlamıştı. Ev, tarif ettiği kadarıyla meydanın hemen arkasında bir yerlerdeydi. İkinci hayatım. Okunan bir sayfadan diğer sayfaya geçmek kadar doğal, çekincesiz. Buna inanmalı mıydım? Nereye gittiğimizi artık karıştırmıştım. Gerçeklik duygusu, yerdeki yağmur birikintilerinin bulanık yüzeyinde eriyerek kayboluyordu. Gerçekten doğru insanla, doğru zamanda mıydım? Doğru zaman, akreple yelkovanın arasında kararsız kalmıştı. Doğru insansa, kararlılıkla, ayrılığı gösteriyordu. Ayrılık, mühendislik biliminin kapsamına girmese bile, ikimizin ortak meslek alışkanlığı gereği, neredeyse çizim masasına yatırılırcasına tümüyle irdelenmişti. Neydi gözden kaçan? Eve yaklaştıkça, olası tüm ayrıntıların daha yeni yeni kendini ortaya koyduğunu sezinledim. Çantasını uzun süre karıştırdı. Aradığını yerinde bulamadığında nasıl sinirleniyorsa, öyle sinirlendi yine. Bir çift anahtarı elime tutuştururken yüzünde beliren ifadeyi, çizim masasına yatırdığımız olasılıkların arasında bulmak için, boşuna çabaladım. 83

- Mavi Öyküler


Apartmanın ana giriş kapısında, parçalanmış bir yağmur oluğunun birikintisine gömülmüş ilk basamakta, mucizelerin gerçekleşmesini bekledim. Basamakların, yedi şiddetindeki bir depremle, asfaltın üzerinde kayıp gideceğini, ya da yorgun kentin, eteklerine serildiği dağın zirvesinden kopan bir çığ kütlesinin dipten gelen uğultularıyla, üzerimize kapaklanacağını umdum. Hiçbiri gerçekleşmedi. Ana kapı, anahtarı ikinci denememden sonra nazlanmadan açıldı. Üstümüzden süzülen su damlacıklarını, ardımızda ortak izler bırakarak, giriş katında ilerledik. Önce o durdu. Benim olması gereken dairenin önündeydik. İçeriye önce ben girdim. Rutubet kokusu ilk anda tanımlanması beklenen ne varsa, tanımladı ve bıraktı. Hiç oturmadığım, yatmadığım, dahası hiç dokunmadığım eşya kalabalığının ortasında, neredeyse tetikteydim. Rutubet, tek belirleyici unsurdu. Sonra bir çağrıyı andıran sesini duydum. Karanlık koridorun sonundaki ışığa yöneldim. Tertemiz nevresimleriyle geniş, çift kişilik bir yatak duruyordu odanın ortasında. O almış, beğenisine göre o yerleştirmişti her şeyi. Ayrıntılar üzerinde son düzeltmeleri yapıyordu. Uzun yol rehberim, yatağın sol tarafındaki elbise dolabının başında bilmem gerekenleri sabırla anlattı. “Kazakların alt çekmecede, gömleklerinin hepsi askıda, şunlar çorapların, yeni çamaşıra ihtiyacın var, bunlar yeterli olmayabilir.” Dolabın rafları arasında oradan oraya yön gösteren, bölen, sınır çizen, tanımlayan ellerine baktım. Rehberimin zamanı sanki giderek daralıyordu. *** İki defa ağladım. İlki, direnmenin sonuç vermeyeceğini anladığım gün Tophane’ de bir kır kahvesinde, diğeri de az önce Arap Şükrü’ den çıktığımızda. O gün, yanında ilk ağlayışımdı. Yemek üstüne keyif kahvelerinin, rakı üstüne soğuk biraların içildiği, barışmayı amaçlayan dargınlıkların, nedensiz mutlulukların Mavi Öyküler -

84


kavrulmuş fıstık niyetine yenildiği bir yerdi Tophane. Son günleriydi yazın. Toprağa olanca haşmeti ile yayılmış bir çınarın altında, tek bacağı sakat bir masaya oturmuştuk. Her zaman hatır sorduğumuz, siparişi vermeden önce gevezelik ettiğimiz genç garson, halimizden ne olup bittiğini anlamış, çayları getirip kaybolmuştu gözden. “Yalan söyledin bana.” Evet, yalan söylemiştim. Önce acemice sonra gözümü kırpmadan ve ustaca. Eve geç gelmelerin, yerli yersiz uzayan toplantıların yalanları tükendiğinde “Niye?” diye sormuştum. İlk aklıma gelen, arsızlık yaptığımdı. Yetmeyen, doyurmayan, eksik kalan, ayağıma dolanan, yürümeyen bir şeyler mi vardı? Hayır. Onu böylesine kırıp dökmeyi göze alabildiğime göre başımı döndüren başka bir tenin kokusu muydu? Beraberliğimizin doğal uzantısı gibi algıladığım bir ten kokusu. Galiba yalanın ötesinde, bir de yalnızca o pencereden bakmak istemiştim hayata. “Ne buldun onda?” Sende olan her şeyi. “Ne yaptınsa aynısını yapacağım.” İçimin derinliklerine pimi çekilmiş bir bomba atılmıştı. Yüzümü çınarın geniş gövdesine saklamış, ağlıyordum. “Ayrılıyorum senden.” Ayrılığın ilk provasıydı bu. *** Uzun yol rehberim, yatak odasının dışında ikinci hayatımın bilmem gereken diğer bilgilerini de sıraladıktan sonra sokak kapısına yöneldi. Peşi sıra yürüdüm. Dönüp sarıldı çıkmadan önce. Yanağımdan öptü. “Kendine iyi bak.” Apartmanın demir kapısı gürültüyle kapandığında, kendime iyi bakmam gerektiğini söyleyen sesin, nasıl olup boşlukta bir gülle gibi sallandığını şaşırarak izledim. Karanlık koridoru gerisin geri dönüp yatak odasına giderken bildik bir ses, bildik bir 85

- Mavi Öyküler


kokunun kırıntılarını aradım. Ama yoktu. Işığı yakmadan bir süre bekledim. Uyku, hemen yanımda soğuk, nemli bir duvara dönüşmüştü. Ensemden sırtıma yayılan ürpertiyle, üzerimde ne varsa hiç çıkarmadan girdim yorganın altına. Elimle yokladığım yerdeki boşluk, boyutları giderek büyüyen bir yatakla ilk tanışma faslıydı. Birden evin sessizliğine takıldım. Sessizliğe karşı ilk önlem, kendi sesimdi. Öksürdüm. Sesimi duyabildiğime göre en azından şimdilik yerindeydi ve yitirmemiştim. Rahatladım. Ya onu sesi? Yine ürperdim. O ses artık kendini yasaklamıştı. Yattığım yerden titreyerek sıçradım. Evden fırlayıp, Çekirge meydanına varmam saniyeler aldı. İçine sığındığım telefon kulübesi bir umut olmaktan öte, gücümün ulaşabildiği son yerdi belki de. İç cebimde şıngırdayan bozuk paraların arasından aceleyle seçtiğim iki jetonu, ellerim titreyerek peş peşe yerleştirdim yuvasına. Karşıda yankılanan sinyal sesini, inanılmaz bir sabırla dinledim. Hiç açılmayabilirdi. Önce yuvasından kutuya düşen jetonun tok sesi, sonra “Alo” sözcüğü. Can simidim. Sıkıca sarıldım o sözcüğe. Başımı dikip, göğsümden boşalan bir soluğun rüzgârıyla konuştum: “Uyuyamadım.” “…” “Ya sen?” “…” “En azından sesini duymama izin verir misin?” Alo sözcüğünden sonraki can simidim, kararsız bir salınımla düştü yanıma. “Bak ikimiz için de kolay değil bu, biliyorum. Yarın konuşalım ne dersin?” Geride, kapı zilinin, kesik kesik, çekingen dokunuşlarla çaldığını duydum. Daha düne kadar benim çaldığım, benim dokunduğum zilin, tanıdık, bildik sesi. Demek, onun, ikinci hayatının ilk misafiri gelmişti. Ne çabuk, ne hızlı. Beklenen bir misafir miydi bu? Galiba. “Sanırım birisi geldi, kapıyı açman gerekecek.” “Evet” dedi aceleyle, “Yarın konuşuruz.” Yarın konuşalım, hiç konuşmamaktan belki de daha iyiydi. Mavi Öyküler -

86


Yarın konuşalım, kendi sesini yitirme endişesine kapılmadan, rutubet kokan bir eve girebilmekti. Yarın konuşalım, ten kokusunu falan unutup, uykunun soğuk nemli duvarına yaslanarak, yine de üşümeden uyuyabilmekti. Yarın konuşalım, avutulduğunu bile bile, ikinci hayatın yolunu tutmaktı. Yanıtımı beklemeden kapanan telefona takılıp kalsam da, dışarıya çıkarken, onun sözlerini mırıldandım. “Yarın konuşalım, yarın…”

p

“ÇO-CUK-LA-RIN MA-SAL-LA-RIN-DA-Kİ Ö-CÜ-LE-RE BEN-Zİ-YOR GE-CE” “Heceleyen Gece” | Şengül Can Saat epey ilerlemişti. Işıkları kapattım, yatağıma uzandım, karanlık geceye uzandım. Bir yanıma kramp girmiş gibi yatağın bir köşesine büzüldüm. Diğer köşede kocaman bir boşluk… Çok uzaklardan gelmesini beklediğim bir dost gibi uyku. Her şey darmadağınık aslında odada ama zifiri karanlık kapatmış üstünü odanın. Kelimeler de dağıldı şimdi, her sözcük bir duvar olup kapattı geceyi üstüme. Ay sabaha varmıyor, varamıyor bir türlü. Her gece tekrar tekrar ölüyorum… Gözler öldürüyor, bakışlar, tebessüm eden dudağın kenarındaki çizgiler, sevgiler, sevişmeler, nefretler… Gece uzuyor, insanlara uzanıyorum… Bir başka eli tutmak için elimi uzattığımda kopuk bir kol geliyor sadece. Belki gerçek belki de bir düş yalnızca. Kopmuş bacaklar, kopmuş başlar… Bazen kan akıyor kopuk yerlerinden bazen de gece karası bir şey… Çığlıklar atıyorum, duyulmuyor… Sayıklıyorum bu defa, sonra tekrar çığlıklar atıyorum, çığlıklarım bile şizofren oldu, korkuyorum kime, neye ait sesler bilmiyorum. Bir şekilde sabah oluyor yine. Yataktan kalkıyorum, hızla üzerime bir şeyler geçiriyorum… 87

- Mavi Öyküler


Bir yere geç kalmış gibi çıkıyorum sokaklara. Nefes nefeseyim. Hava yine soğuk son zamanlarda, hep öyle zaten... Hızlı hızlı nefes alıp veriyorum. Soğuk hava genzimi yakıyor. Ara sokaklarına dalıyorum İstanbul’un… Sokaklar kenti bir ağ gibi örmüş ve ben yürüdükçe açılıyor sanki. Onun için daha çok yürüyorum. Az zamanda gidecek çok yerim varmış gibi. Yapılacak işlerim, alış verişlerim, toplantılarım, yetişilecek randevularım varmış gibi koşturuyorum. Duruyorum sonra kalabalığa bakıyorum. Kalabalık üzerime geliyor anlıyorum ki koşturan şehirmiş… Büyük alış veriş merkezlerinden birine giriyorum. Parlak ışıklar ve insan kalabalığı… Vitrinler, kadınlar, erkekler hep aynı, aynı yerde yemek yiyip aynı yerde para harcıyorlar ve bu kadın ve erkekler aynı şeylere sevinip aynı şeylere üzülüyorlar, kısacası mutlular… Alış veriş merkezinden çıkıyorum. Yola aşağı yürüyüp, sahile iniyorum, kaldırımın kenarında işsiz güçsüz kalpazan duruyor. İşe yetişmek için karşıya geçmeye çalışan insan kalabalığına bakıyor: - Bunca insan nereye koşturuyor anlamıyorum ki, diyor. İşsizgüçsüzkalpazana gülümsüyorum. Bir otobüs geçiyor, otobüse biniyorum ve en arka koltuğa geçip köşeye oturuyorum. Otobüs hızla doluyor. Artık önümü bile göremiyorum. Otobüsün buğulu camlarından kente bakıyorum, yaslı gibi duruyor kent… Aslında öyle değil, biz yıllarca hüzne alışmışız sadece hepsi bu. Otobüste iki bilmiş amca konuşuyor… Metrobüs yaygınlaşsa bu trafik olmazmış, bilmişamcalara bakıyorum, içimden metrobüse binmek geçiyor. Sabahtan akşama kadar metrobüsle karşıya geçip tekrar tekrar geri gelsem. Nasıl olur diyorum, iyi bir intihar şekli mi? Bilmiyorum. Eskiden istasyonlar, duraklar vardı. Ama artık durmuyoruz ki… Hayatımızın en önemli parçası ve de aynası metrobüsler ve buralarda üstü üste giden insanlar… Mavi Öyküler -

88


Otobüsten iniyorum, telefon etmek istiyorum, bir telefon kulübesi arıyorum, sarı olanlardan ama bulamıyorum, peki mavi olanlar da olur. Ama yok. Hay Allah her öyküde filmde olurdu. Neyse kontörlü telefona gidiyorum. Rastgele bir numara çeviriyorum, ağlayan bir erkek sesi çıkıyor karşıma: - Gitti, diyor. Sevgilim gitti. Günde on defa ağlıyorum. Erkekler de ağlarmış, her gün, günde on defa ağlıyorum… Çok acı çekiyorum, yalnızım bana dönmesini istiyorum, ondan başkası olamaz, bekâretini kaybetmiş kızlar gibiyim, ondan başkasını istemiyorum diyor. Ve ağlayanerkeksesi daha birçok şey söylüyor. Peki diyorum: - Bekâretini kaybetmiş kız ne yapıyor? - Bilmiyorum, bu onun sorunu bırakıp gitti beni, diyor. Telefonu kapatıyorum, yürümeye devam ediyorum. Sokak simitçisinden simit alıyorum, derken karşıma küçük bir kız çıkıyor. Koşulsuz seven yaratık küçük kız çocuğu, beni de çok seviyor, sarı saçlı mavi gözlü, sivri burunlu, beyaz tenli sevimli bir şey. Gülümsüyor, annesine gösteriyor beni. Koşulsuzsevenyaratıkküçükkızçocuğu’na simit veriyorum. Saçlarını okşuyorum, gözlerine bakmaya cesaret edemiyorum… Nedense annesi de sevmiş beni, pullu patik hediye ediyor bana, Edirne işiymiş, alıyorum. Küçük kız ziyaretime gelmek istediğini söylüyor, ev adresimi soruyor. Birden bir evim olduğu aklıma geliyor. Eve geç kalmış gibi koşuyorum. Hızla merdivenleri çıkıp kapıyı anahtarla açıyorum. Odama giriyorum, üzerimi çıkartıp yatıyorum. Bu gece de kafasız, kolları bacakları kopmuş bebekler görüyorum, belki de hiç olmamış bebekler… Yine şizofren çığlıklar atıyorum geceye, gece başlıyor he-ce-le-me-ye kü-çük ço-cuk-la-rın masal-la-rın-da-ki ö-cü-le-re ben-zi-yor ge-ce bu ge-ce he-ce-li-yor, he-ce-li-yor a-ma bit-mi-yor. Zifiri karanlık gece, sonra sabah güneşi. Güneş maviye doğuyor yine, ama ben ara sokaklarını dolaşıyorum büyük kentin üzerine ağ gibi örülen ve dolaştıkça uzayan sokaklarını. Sonra eve gelip, odama ve yatağıma girip ölüyorum çünkü sokaklarda ölmekten korkuyorum… 89

- Mavi Öyküler


p

“VARLIĞIM, PARMAKLARIMIN ARASINDAN KAYIP GİDİYOR” “Dönüm Noktası” | Ayşe Korkmaz Siz beni gökyüzündeki heybetli duruşumla tanırsınız. Keskin gagamı, muhteşem kanatlarımı, koskoca bir hayvanı bile kavrayıp kaldıran pençelerimi bilirsiniz. Hem havalanıp uçabilecek kadar hafif, hem de avını rahatça taşıyabilecek kadar güçlü bir hayvandır gördüğünüz. Cüssemden beklenmeyen bir çeviklikle avımın üzerine atlayışımı, vahşice parçalayışımı düşünmek istemezsiniz. Pençemdeki hayvanın korkuyla büyüyen gözleri, acılı çığlıkları aklınıza bile gelmez. Tükettiğim umutlardır oysa gücüme güç katan. Önce, kim olduğunu hatırlamaya çalıştı. Beyninin yarısı yoktu. Ya da kafasının içindeki her şeyi söküp almıştı birileri. Kesik görüntüler belirdi sonra. Şakakları zonkluyordu. Çığlık çığlığa bağırmak, yattığı yerden silkinip kalkmak istedi, başaramadı. Kanlar içinde yerlere serilmiş insanlar görüyordu. Ve yine kanlar içinde yatan genç bir kadın. Kadının kim olduğunu bilmiyor, onu düşününce yüreğinin neden böyle daraldığını anlamıyordu. Ara sıra, utangaç gözlerle etrafına bakınan bir genç kız karışıyordu aralarına. Sonra kendini bir adamın yanında buldu. On beş, on altı yaşlarında olmalıydı. Eline bir silah tutuşturdu adam. “Sana o… çocuğu demelerine izin verme!” diyordu. “Bu işi yap ki, başımız yerden kalksın…” “Ben vurursam, yıllarca hapisten çıkamam. Senin yaşın küçük, fazla ceza yemezsin.” Başka bir adama kaçmıştı annesi. Neden yapmış, nasıl yapmış, sorgulamadı hiç. Ceza kesilmiş, infaz zamanı gelmişti. Gözünü kırpmadı öldürürken. Oysa dedesinin evine gittikleri günü çok Mavi Öyküler -

90


iyi hatırlıyordu. Babasının içip içip annesini dövdüğünü, yetmezmiş gibi bazı geceler sokağa attığını anlatmışlardı. Cevap kesindi: “Erkek kısmı sever de, döver de… Gelinlikle çıktığın eve, ancak kefenle dönersin.” Babasının ölüm haberi geldiğinde ıslah evindeydi. Yine ölçüyü kaçırıp sokak ortasına sızmış, geç saatlerde gelen çöp kamyonunun altında kalmıştı. Sonum böyle mi olmalıydı? Sertleşip esnekliğini yitiren pençelerim, göğsüme doğru kıvrılan upuzun gagamla küçücük bir böceği bile parçalayamayacak kadar zavallıyım. Ağırlaşan yaşlı kanatlarım, kartlaşmış tüylerimse artık uçamayacağımın habercisi. Gözünü kırpmadan güneşe bakabilen tek canlıydım oysa. Bir gözümle avımı kontrol eder, diğeriyle rotamı izlerdim. Dönerek yükselirdim, yuvama uçarken. Güç, tehlikeyi de getiriyordu beraberinde. Kendimin olduğu kadar, yavaş gelişen yavrularımın da güvenliğini düşünmem gerekliydi. Yuvamı bu yüzden, kayalıkların en yüksek noktasına yapmıştım. Geçmişe dönüp baktığımda, nasıl bu hale geldiğimi anlayamıyorum. O büyülü varlıktan, yaralı bir yalnızlık mı kalmalıydı geriye? Neden sonra, her şeyi hatırladı. Gece yarısı, tuzağa düşürülmüştü. Nerede hata yaptığını, nasıl deşifre olduğunu bilmiyordu. Hain bir kurşun, kâbusa çevirmişti hayatını. Günlerdir ölü gibi yatıyordu. Hareket etmeye çalıştıkça, daha da hissizleşiyordu vücudu. Bağırıp yardım istiyor, sesini duyuramıyordu. Ara sıra birkaç doktor uğruyordu yanına öylesine. Yürekten ilgilenen tek kişi hemşireydi. Çoğu zaman başında beklediğini hissediyordu kızın. Bu garip ölüm oyununa katılmaya çalışır gibiydi. Köyündeki sevdiğini görüyordu onda. O güzel, o mahcup köylü kızını… Birkaç yıl önce, başkasıyla evlendiğini duymuştu. Ömür boyu bekleyemezdi ki… Tetikçilere göre değildi evlilik. Atılan kurşunun her an geri dönme riski vardı çünkü. Bu risk, yalnız kendisi için değil, yakınları 91

- Mavi Öyküler


için de tehlikeliydi. İlk kez içi sızladı. Üç kuruş para uğruna değer miydi her şeyden vazgeçmeye? Kırk yaşını geçen bütün kartalların yazgısıdır bu. Şartlar bizi zor bir karar aşamasına getirir. Ya ölümü seçer, kayalıklardan aşağıya bırakırız kendimizi, ya da korkunç acılarla dolu yeniden doğuş sürecini başlatırız. Taşlara vura vura gagamızı düşürürüz önce. Çıkan yeni gagamızla pençelerimizi söker, yeni pençelerimizle kartlaşmış tüylerimizi yolarız. Beş ay kadar süren bütün bu yenileşme çabaları sonucunda, ikinci bir yaşam başlar bizim için. Ancak o muhteşem ilk uçuş, pek azımıza kısmet olur. Kimimiz en başında göze alamayız bunca acıyı, kimimizse yarı yolda pes ederiz. Hayata dönme adına çaba harcamak gelmiyordu içinden. Kendini kirlenmiş hissediyordu. Yapış yapıştı. Döktüğü onca kan ellerine, yüzüne, yüreğine bulaşmıştı. Temizlenmek, içindeki hayaletlerden kurtulmak istiyordu. Bunun tek yolu ölümdü. Ancak kanla ödenirdi, kanın bedeli. Ara sıra hemşirenin sesini duyuyor, “Sevdiği biri var mıdır?” diye düşünüyordu. Sonra yine öldürdüğü adamlar gelip geçiyordu gözlerinin önünden. Onları hemşire kızla aynı yere koyamıyordu beyninde. Ne çok özledim gökyüzünü… Rüzgârla yarışmak, bulutları kucaklamak vardı şimdi. Gücün ve saltanatın zirvesinde olmak vardı. Avladığım hayvanların ölüm kalım savaşını veriyorum oysa. Her biri, gırtlağımı sıkan başka bir ele dönüşüyor. Tam birinden kurtulmayı başarmışken bir başkası çörekleniyor üzerime. Öldürdüğü adamlar onu karanlık bir zindanın içine çektiler. Kollarıyla, bacaklarıyla itiyor, kendini savunmaya çalışıyordu. Düşenlerin yerini başkaları dolduruyordu sürekli. Hepsine birden gücü yetmiyordu. Oysa ne kadar kolay olmuştu tek başına ölümleri… İşini hep ev ortamlarının dışında yapmıştı. Öldüreceği insanMavi Öyküler -

92


ların evlerine gitmez, yakınlarını tanımazdı. Her zaman katı ve acımasız olmak zorundaydı çünkü. En ufak bir duygusal tepki, hedefin şaşmasına neden olabilirdi. Devran dönmüş, sıra kendisine gelmişti. Gücümün ve umudumun tükendiği yerdeyim. İçine düştüğüm dipsiz karanlık sinsice kendine çekiyor yaşlı bedenimi. Varlığım, parmaklarımın arasından kayıp gidiyor. Yıllar boyu koskoca göklerin hükümdarı olan ben, ölüme karşı koyamıyorum. Hayat, öldürmeyi yaşam biçimi olarak dayatmasa ya da onca acıya değecek bir amacım olsa, sonuna kadar savaşabilirdim. Ama her şey kontrolümün dışında gelişiyor. Avladığım, canını acıttığım, yorduğum, kırdığım bütün canlılardan af diliyorum. Kendimi karanlığın kollarına bırakıp, kararımı ölümden yana kullanıyorum. Bir an annesi belirdi karşısında. Ona kavuşacağını düşününce, ölüm gözüne çok daha güzel göründü. Vücudunda garip bir hafiflik hissetti. Odasını ve cansız bedenini izledi uzun uzun. Duvarların içinden geçip, bütün hastaneyi dolaştı. Yan odadaki doktorları gördü. Vedalaşmaya çalıştıysa da sesini duyuramadı. Sonra her şey silikleşip kayboldu. Uzak bir noktada güçlü bir ışığın karanlığı içine çektiğini gördü. Işık yavaş yavaş büyüyüp hemşire kıza dönüştü. Ellerine takıldı gözleri… Ne kadar küçük ve narindiler, kendi ellerinin aksine… “Sevdiği biri var mıdır?” diye düşündü yine. “Uzansam tutunabilir miyim ellerine?” Hemşire şaşkınlık içinde bağırdı: “Koşun, hasta kendine geldi.” Oda bir sürü insanla doldu. O hâlâ düşünüyordu. “Acaba sevdiği biri var mıdır?” Kaskatı kesilmiş bedenine hemşirenin ellerinin sıcaklığı yayıldı.

p

“ANLAMSIZLIĞIN KOŞULLARINI BEN YARATTIM” 93

- Mavi Öyküler


“Sarı Irmak” | Murat Müfettişoğlu Derin uykudan uyandığımı yüzümdeki gerginlikten ve gözümdeki çapaklardan anlıyorum, gözkapaklarımı açıp kapadıkça tenime batıyorlar… Üst üste esneyerek açılmaya çalışıyorum. Ellerim ve koltuk altlarım irili ufaklı kutularla dolu. İçlerinde ne olduğunu bilmesem de düşürmemeye çalışıyorum; cicili bicili kâğıtlarla kaplandıklarından onları önemsiyorum. İki adım ötemde sarı bir ırmak akıyor ve sanki bana “ben varsam karşıya geçmelisin” diyor. Az ilerde de tahtadan bir köprü var. Üzerinden geçenlere dalgın bakarken zihnimde bir şimşek çakıyor: “Köprü bana yasak!” Köprüden geçenlerin ellerinde çantalar var. İçlerinde benim taşıdığım kutulardan olmalı, diye düşünüyorum. Parmaklarım uyuşmaya, kollarım sızlamaya başlıyor. Şahsıma yapılan bir haksızlıkla karşı karşıyayım sanki. Haksızlığı benim ya da başkasının yapması fark etmez; mağdur durumdayım, o kadar. Ne var ki isyanım başlamadan bitiyor. Sağımda solumda benimle aynı durumumda üç beş kişi olsaydı… Bir suç işledim, ceza olarak elimdeki kutularla ırmağı geçmem isteniyor, köprüyü kullanmadan üstelik. Kutular kafama takılıyor. Köprüyü kullananlar da aynı kutulardan taşıdığına göre onları bize birileri verdi, biz de sorgusuz sualsiz taşımayı kabul ettik… Kutular olmadan karşıya geçmemin mümkün olmadığını anlıyorum. Köprüden geçenlerin çantalarında -kutu haricinde- bambaşka şeyler de olabilir, taşıyanın bildiği basit önemsiz şeyler. Baştan aşağı bir belirsizlik sembolü olsalar da kutularıma daha sıkı sarılıyorum. Tüm belirsizliklere rağmen kendini belli eden tek şey var: herkes karşıya geçiyor ve herkes bir şey taşıyor. Nedense, bana biçilen cezanın insaflı bir ceza olduğu hissine kapılıyorum. Yoksa, kurbanın cellâdına duyduğu aşktan mı söz etmeli? Acı acı gülümsüyorum. “O veya bu sebeple, mesele paketlerle birlikte karşıya geçmekse ben de herkes gibi köprüden geçerim!” diyemiyorum. Cezayı çekmekten başka seçeneğim kalmıyor. Akıntıya kapılmadan karşıya geçebilmem için ilave güce ihtiyaMavi Öyküler -

94


cım var; kaynağını kestirebiliyorum. Pek çok şey basit bir içgüdüyle açıklanabilir. Bilinçli olarak yarattığım bir kaynaktan ne yazık ki söz edemiyorum. Kendimi ırmağın kenarında bulmazdan öncesine dair hiçbir şey hatırlamadığım gibi, anlık çözümler üretebileceğim birikimim de yok. Sadece ben ve bana biçilen anlamsız bir ceza var. Uyanmam talihsizlikti, bu saçmalığın sürmesi için üzerime düşeni yapmamsa ikinci talihsizlik. Uzun lafın kısası: bir şekilde karşıya geçmeliyim. Bunun için mağduriyet ve haksızlık algımın sürmesi gerekiyor. Sakin bir ruhla ve kendini salmış bir bedenle ırmağı geçmem imkânsız. Suya girmemle kutulardan ikisini akıntıya kaptırmam bir oluyor. Dediğim gibi, içlerinde ne olduğunu bilmiyorum, ancak yitip gitmeleri karşısında kötü hissediyorum. Dahası, direncim kırıldığından umutsuzluğa kapılıyorum. Köprüden geçenlerin kahkahalarını duydukça hak etmediğim bir tecrübeye kurban gittiğim hissi pekişiyor. “Bu duruma düşmek benim tercihim olamaz!” Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Sesimi tanımıyor ve sevmiyorum. Köprüdekiler birbirlerine beni işaret ediyorlar, ama sadece işaret ediyorlar; durup yardım etmeye niyetleri yok. Hiç kimsenin bu durumu bilinçli olarak tercih etmeyeceğini ve yaşadığım şeyin talihsizlikle açıklanamayacağını anlıyorum. Pek çok şey gibi, köprüden geçenlerin kayıtsız tavırlarına da iyice alıştım. Umurlarında değilim, onlar da benim umurumda değil; birbirimizden kesin biçimde ayrıyız… Umursanmamaktan ziyade umursamamak beni üzüyor. Beklentisizlik insana başka türlü dokunuyor çünkü. Umutsuzluk, hiç beklemediğim bir kaynaktan usul usul içime sızıyor. Şimdiye kadar olan her şeye nasıl alıştıysam, beklentisizliğe ve umutsuzluğa da alışacağımı “artık” biliyorum. Bedenimi sarıp sarmalayan suyla mücadele ederken olgunlaştığımı hissediyorum. Su, bir paravan gibi köprüden geçenlerle arama girmiş; muhatabımın sadece kendisi olduğunu ima ediyor, köprüdekileri umursamadığımdan haberi yok. Suyun 95

- Mavi Öyküler


bunun farkında olmaması kendimi onun karşısında güçlü hissetmeme neden oluyor. Köprüden tarafa dönüp “hiçbir şey göründüğü gibi değildir!” diye bağırıyorum. Akıntının sesi, sesimi alıp götürüyor. Köprüdekilerin bana acıyıp acımamaları umurumda değil, gene de acımalarını istemiyorum. Neyse ki kesin biçimde birbirimizden ayrıyız. Ayrı olmak huzur veriyor. Benimle aynı yaştalar, ancak tenleri daha parlak daha taze, bulunduğum noktadan fark edebiliyorum. Aynı seneleri yaşamışız ama farklı yaşamışız. İçime işleyen soğuk, içimin burkulmasını da engelliyor. Toparlanmam gerektiğini düşünüyorum. Önemli olan tek şey karşıya geçmek, bunun için mağduriyet ve haksızlık algısı yetmez; morale ve bilgiye de ihtiyacım var. Köprüdekilerle karşıda buluşacağımı düşündükçe nedense iyi hissediyorum; bacaklarıma güç, bedenime sıcaklık yayılıyor. Onlarla karşıda buluşabilecek miyim? Onları umursuyor muyum? Düşüncelerim de ırmak gibi bulanık… Bilgiyi arıyorum, bulduğumu sanıyorum, sanmak nedense yeterli geliyor… Akıntının gücü her noktada farklı, suya girdiğim anda edindiğim ilk bilgi buydu. Farklı hatları deneyerek doğru hattı bulmak gibi bir imkânım var ama sınırlı. Zaman, ırmak gibi akıp gidiyor, o aktıkça ben üşüyorum. Daha çok bilmek ve daha az üşümek için üç dört adımlık kısa hatlar deniyorum. İrili ufaklı taşlara basarak yürüdüğümden arada dengem bozulur gibi oluyor, her bozulduğunda suya bir kutu düşüyor. Irmağın tam ortasında su sakin akıyor. Orada iyilik mi yoksa kötülük mü var, kestiremiyorum. Pek çok şeyi kontrolüm altına aldığımı zannederken yeni bir tehlikenin belirdiğini fark ediyorum: su gittikçe derinleşiyor, yatağın ortasına geldiğimde boyumu muhtemelen aşacak. Bu arada akıntı hatırı sayılır sayıda kutuyu kapıp kaçıyor. Geri dönmek gibi bir şansım kesinlikle yok. “Kesinlikle” lafı bir tür inanç ya da inançsızlık gibi. İnançsızlıksa eğer, katlanması çok güç. Sulara gömülmek pahasına ilerlemek tek seçeneğim. Kulaklarımda arı gibi vızıldayan sorular beni köprünün ağır ısMavi Öyküler -

96


lak bacakları gibi suyun yatağına çakıyor: “Orama burama sokuşturduğum bu kutular neyin nesi? İçlerindekileri bilmediğim halde neden karşı kıyıya taşımaya çalışıyorum? Ellerime kim tarafından neden tutuşturuldular? Onları yitirdiğimde neden üzüldüm? Suyun yatağını kestiremeden, üstelik iki adım ötemde köprü olduğu halde, neden suyun içinden geçiyorum, neden karşıya geçmeye çalışıyorum ve neden başkalarıyla aynı kıyıya geçmek zorundayım?” Sağ koltuğumun altındaki son kutuyu sol elimle akıntıya verip bedenimi sarıyorum. Onu alırken düşürmemeye çalışmam acıklı bir bilmece sanki. Zaman akıyor. Baştan aşağı bana ait olan tek şeyin ıslak ve üşümüş bir beden olmadığını; bu gereksiz ve saçma durum karşısında kapıldığım saçma direnme duygusu da olduğunu fark ediyorum. Kutuları taşımayı kabul ederek ve suya adım atarak anlamsızlığın koşullarını ben yarattım, her şeyin tek sorumlusu benim… “Direnme duygumu bu saçma yolculukta heba edecek değilim!” Son kez bağırdığımı bilerek bağırıyorum. Köprüdekiler güle oynaya karşı kıyıya geçmeye devam ediyor. Her şey o kadar saçma ve anlamsız ki. Haksızlık algısı ya da direnme duygusu da saçmalığın parçası… Derken, ilk kez tattığım belli belirsiz bir düşüncenin, galiba bir duygunun oluşmaya başladığını hissediyorum, hâlâ ayakta durabiliyorsam bence bu duygu sayesinde durabiliyorum. “Bu kadar saçmalığı dengeleyecek bir ağırlık olmalı.” Mırıldanırken dişlerim birbirine vuruyor ancak oralı değilim, gözlerim üç beş adım ötemden geçen şeyde çünkü. Akıntının sürüklediği incecik bir söğüt dalı, bütün karmaşanın simgesel çözümü gibi yatağın tam ortasındaki dingin bölümden ağır ağır geçip gidiyor… Her şeye rağmen ve en azından kendi ıslak varlığıma sarılabilmenin heyecanını ve coşkusunu duyuyorum. Tek başınalığın ve anlamsızlığın yeri başka neyle doldurulabilir ki? 97

- Mavi Öyküler


Su soğuyor, daha doğrusu ben soğuyorum. Titremediğimi hayal ederek titriyorum. Soğuktan mı, korkudan mı titrediğimi bilmeden titriyorum… Zaten zaman kafa karışıklığından başka şey yaratmıyor.

p

Mavi Öyküler -

98


99

- Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

100


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.