DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 2

Page 1


İÇERIKLER “ESKİDEN BİR ADAM YAŞARMIŞ…” “AŞKIN KÖPEKLEŞME TARİHİ”

4

7

“İÇİMDEKİ BÜTÜN DİNAMİTLERİ PATLATABİLİRİM” 10 “ORTAÇAĞIN CADILARI 350 YILLIK BİR ACIYLA İNLEMİŞLERDİ...” 15 “RÜYALARIMDAN AĞLAYARAK UYANIRIM” 19 “HAYATTAN HİÇBİ ŞEY UMMUYORUM...” 24 “BÜTÜN ACI KALBİMDE TOPLANDI...” 27 “YARA BÜYÜR BÜYÜR, GELİR BEYNİNE YÜREĞİNE BAĞDAŞ KURAR...” 32 “UMUT YOLCULUĞU”

40

“YAĞMUR DIŞARIYA, İÇİNDEKİ KAYGI İSE YÜREĞİNE AKIYORDU...” 48 “HIRSIZIN DA BİR AHLAKI VARDIR”

58

“SULUKULE ISSIZLIĞIN KUCAĞINDA BUGÜN...” 69 “BİR FOTOĞRAFTI SADECE…” Mavi Öyküler -

2

76


“OMUZLARINDA YENİLGİLERE İNAT BİR DURUŞ...” 79 “BEN UZUN ZAMAN ÖNCE ÖLDÜM…”

82

“ÖLMEK SAÇMAYDI, KALIP TEKERRÜRLERE YENİLMEK DE…” 83 “KÜFRETMEDEN SÜRDÜRÜLEN BİR YAŞAMDAN KİM RAHATSIZ OLUR?” 86 “HEP BERABER EVİN BACASINDAKİ KARALTIYA KADEH KALDIRDIK” 89 “KENDİ HAYATIMI KENDİM KURACAĞIM” 98 “BAŞKA BİR PASAPORTU YOKTU HAYATIN” 102

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“ESKİDEN BİR ADAM YAŞARMIŞ…” “Sar-dal-ye” - Sultan Yavuz Eskiden bir adam yaşarmış. Bu adam yazı yazarken, anıları tıpkı tamamlanmış solitaire gibi birbiri arkasına sıralanırmış ve buna karşın, ellerinin kırbaçlanan bir katırdan farkı olmazmış. Bu inatçı katırı kırbaçlayacak biri de yokmuş. Daha doğrusu ara-sıra birileri gelir, canını iyice yakar ve bu acı da bir süre daha yürümesine yardım edermiş. Katır işte! Canını yakanlar en sonunda “pes” der, onsuz devam ederlermiş; ama yüklerini asla geri almadan. Bu adam, bir gün otobiyografik hikâyeleriyle ün salan, hatta Nobel alan bir yazarla tanışınca rahatlamış ve bundan sonra, nasıl yazıyorsa yine öyle yazmaya devam etmiş. Tabii, madem böyle devam edecek, o zaman yazılmayı hak eden hikâyeler yaşamalıymış. Kim demiş yazmak rahatlatır diye! Yaşam olanca ağırlığını yüklediğinde tüm benliğine, yazarken bir kez daha yaşadığından, kendi cenaze marşını besteleyen Mozart gibi ölüme yaklaştığını hissedermiş. Bazen satırlar bir saat gibi ilerler ve saatin nerede duracağını her zaman kestiremezsin. Hele de çalakalem yazan bir herif için, bunu tahmin etmek, insan yakalayan balıkların şansı kadardır. Yılda kaç köpek balığı, kaç insan avlarsa, işte o kadar. Bu adam, daha çok küçükken bir su kazası geçirir; kazadan önce küçük bir gezegendeymiş tek başına. Bu gezegen karanlıktan, sıcaktan ve sudan oluşuyormuş. Orası evrenin merkeziymiş. Kalp atışlarını duyabilirmiş; çünkü ana kalple arasında yarım metre bile yokmuş. Kalp ona sürekli anlatırmış, o dinlermiş. Evrenin en güvenli ve huzurlu gezegeninde yaşarken, 7 temmuz akşam üstü, bir tarihte o feci kaza meydana gelmiş. Kazadan çok, bir cezalandırma da denilebilir aslında. Bu zavallı adamın bir Havva’sı yokmuş; ama yine de cennetinden atılmış ve bir Mavi Öyküler -

4


daha asla aynı huzuru ve sıcaklığı bulamayacağı bir gezegene. Bu gezegende, Küçük Prens gibi, yaşamını anlamlı kılacak kendi çiçeğini arayıp durmuş. Çiçeği mercanmış; belki cennetini hatırlattığından ve cenneti kadar erişilmez olduğundan. Çiçeğe en yakın duranlar balıklar olmuş daima ve adam da balık olmaya karar vermiş. Aslında atılma anında, bir balık kadar ıslak, kaygan ve dilsizmiş. Balık gibi, o da bilmiyormuş yürümeyi, kollarını hareket ettirmeyi. Bir balık, kaçmasın diye nasıl sıkı ve özenli tutulursa, o da öyle tutulmuş. İnsanoğlu kararlıymış ve onu da kendilerinden biri haline getirmeye çabalamışlar. Sayıları çok, baş etmesi zormuş; adam özünü korumak için oyun oynamış, kandırmış ve böylece, gizliden balık olmaya devam etmiş. Balık… Kocaman bir balık, sert, kaygan, parlak ve binlerce puldan oluşmuş olağanüstü bir yaratılış. Suyla sevişirken, görülmemiş bir estetik sergileyen o kıvrımlar, o süzgeçlerin bedeni alıp özgürce savurması. Av olurken bile asil, estetik ve onurlu! İnsanlar nasıl çeşit çeşit, özel ya da bayağı ise balıklar da öyledir. Ama adamın olmak istediği balık, en özel olanıymış. Yani, birçok balığın özelliğini taşıyan; bir yelken balığı kadar erişilmesi zor olan, nadide, balıkçıları ellerinden, kollarından edecek kadar zorlu ve elektrikli bir vatoz kadar masum, bir yunus kadar büyüleyici, bir zargana kadar şiirsel, bir baraküda kadar ağa zarar, okyanus balıkları gibi renkli, istiridye kadar zarif ve yakamozlar kadar parlak. İlk başlarda zormuş; belki hâlâ da öyle. Ama yuvaya tekrar dönmek ve sevdiği mercana ulaşmak için, her şeye değermiş. Suda kalmak ve dalgalara uzanmak… Bir balık gibi dibe dalmak ve deniz ananın melodisini duymak; insanlar gibi değil, balıklar gibi nefes alana kadar. Zamanı geldiğinde, dönüşümü tamamlayacak son halka yerine konduğunda, adam bir yelken balığı kadar güçlü, dibe dalacaktı. Daha dibe, en dibe ve sonunda deniz onu evine alacak, kucaklayacak ve adam gerçek bir balık olacaktı. O güzel balık, balıkçıların hayran olduğu o muhteşem yakamozu 5

- Mavi Öyküler


gerçekleştirmek için kuyruğunu ve yüzgeçlerini hareket ettirecek, denizde bekledikleri, sudan hızla çıkıp, selamlayacak ve tekrar dalacaktı. Ama az çok balık olma fikrini sezenler, adamı engellemek için ellerinden geleni yapmıştı; öyle zamanlar gelmişti ki; adam suya pek az girmiş, hatta aşina olduğu balıklardan bile korkmuştu. Denizinden uzaklaşınca, karada nefes almak daha bir güç olmuştu. Nasıl da kuru ve sığdı insanlar; karada oluşturduğu küçük akvaryumu bile kıskanmışlardı. Oysa adamın kimseyle bir derdi yoktu, sadece bu çok yabancı gezegenden gitmek istiyordu. Neden buna izin vermiyorlardı? Adam biliyordu; karada yaşayan köpekbalıkları, her zaman daha tehlikeliydi. Çünkü tek amaçları saldırmak ve yaralamaktı. Kendi türleri dışındaki hiçbir türe izin vermemekti doğaları. Denizde o muhteşem yaratığa dönüşmeden önce, bu gezegende küçük bir balıktı sadece. Kaçması, saklanması gereken, onlardanmış gibi görünmek zorunda kalan küçük bir sardalye gibi. Her şeye rağmen direnen bu küçük balık, tüm yara izlerine rağmen kozasında kelebek olacağı günü bekleyen bir tırtıl gibi bekliyordu. Ama yuvaya yaklaştıkça artan güçlüklerin hiçbiri, bir tarihte, eylül ayında karşılaştığı kadar ölümcül olmadı. Bu, kocaman, katil bir köpek balığıydı ve sardalyeyi fark etmişti. Adam akvaryumunda nefes almaya çalışıyordu o gün. İnsan köpekbalığı, önce hiçbir şey belli etmeden, kocaman dişleriyle sardalye adama gülümsedi. Ürkse de, bir gülücükle köpekbalığını selamladı. Bir süre, keskin gözlerle onu izleyen köpekbalığı görünümlü insan, birden sardalyenin üstüne atıldı ve elinde tuttuğu çengeli sardalyenin ağzına geçirerek: “İşte seni avladım!” dedi. Şaşkın sardalye, can havliyle iki yana salındıysa da fayda etmedi. Merhamet bekleyen gözlerle adama baktı sadece. Adam, çengel iyice saplansın diye, misinayı olabildiğince gergin tutup, çekiyordu ve sardalyenin ağzını dolduran kan, parlak misinadan yere damlıyordu. O kadar acı çekiyordu ki, tarifi yoktu. BabaMavi Öyküler -

6


sından hamile kalan bir kadın kadar, arkadaşının ipini kesmek zorunda kalan bir dağcı kadar ya da kocasıyla çocuğu arasında seçim yapmak zoruna kalan bir sivil kadar… Misina kendine doğru çektikçe, sardalye de ona doğru gidiyor, gevşetmeye çabalıyordu. Ama köpekbalığı buna izin vermedi ve ayağıyla sardalyeyi geri atıp, tek eliyle balığın başını tutarken, diğeriyle sıkı sıkı misinaya asıldı. Gücü tamamen tükenen sardalye direnemedi, sadece baktı. Katil köpekbalığı, karşı koymayan sardalyenin önce sırt, sonra kuyruk yüzgecini parçaladı. Artık, acı çekmeyen küçük balık, kanlardan oluşan küçük göledin içinde öylece yatıyor, hızlı ve kesik, son nefeslerini alıp veriyordu. Öldüğünü anlayan köpekbalığı, çengeli balığın ağzında bıraktı. Nefretle balığa baktı ve “Daha bitmedi seninle işimiz!” dedi. Bu ölü yaratığı şimdi ortalığa bırakmalıydı; ne de olsa, kan kokusunu alan tüm köpekbalıkları başına üşüşecekti. Eskiden muhteşem bir balık olma hayali kuran ve insanlar arasında gizlice, küçük bir sardalye olarak yaşayan bu adam, öldükten sonra özgür oldu mu bilinmez; ama o keskin kan kokusunun zaman zaman hepimizi çağırmadığını kim söyleyebilir?

p

“AŞKIN KÖPEKLEŞME TARİHİ” “Bitmeyen Aşk Yanılsamalarımdan İkinci Atık” - Leyla Süslü Aylardan temmuz. Çok sıcak bir gece yarısı terk ediyorum Butterfly’ı. Cesedin kollarımda, sığınıyorum tanrıların dağına. Ayın ışıltısı yayılıyor karanlık dağların arasından, ama yetmiyor yüzünü aydınlatmaya. Yüzün, gözlerin karanlık içinde. Metanetli bir bakış yerleşiyor yüzümün ortasına. Yıldız ormanına dalıyorum. Kocamış çamların kokusu sarıyor ince ve hafif engebeli dağ yolunu. Terler boşalıyor tenimin tüm gözeneklerinden. Yakıcı bir acı bırakıyor geride. Dinlenmek için seni toprağın üzerine bırakıyorum. Alnımda birikmiş terleri siliyorum elimin tersiyle. Nefes nefese bir çam ağacına yaslanıyorum. Sağ elimi göğsüme 7

- Mavi Öyküler


dayıyorum. Islak bir sıcaklık yayılıyor elimden. İnce ince akan kanımın parmaklarımın arasından toprağa damlayışını işitiyorum. Tişörtümü çıkarıyorum. Kanayan yere bastırıyorum. Ayakkabı bağcıklarımı çözüyorum. Birbirine bağlıyorum. Kanayan yeri tamponluyorum. Ay ışığı çarpıyor alnına. Yüzünün yarısı aydınlanıyor. Acıyla kasılmış bir halde yüzüne bakıyorum. Dikiyorum gözlerimi gözlerine, derin uykundan her an uyanacakmışsın gibi. Sana sıkıca sarılıyorum. Bir nem bulutu sarıyor gözlerimi, birikiyor göz pınarlarımda. Yağmur olup düşmüyor. Cırcır böcekleri araya giriyor. Kollarından tutuyorum. Çalılıkların arasından sürüklüyorum bedenini. Su sesi yayılıyor geceye. Ses büyüyor, siliyor cırcır böceklerinin sesini. Bir belediye aydınlatması çıkıyor karşıma. Eski küçük bir köprü beliriyor tam karşısında. Altında su damlacıkları ay ışığı ile yıkanmış, dans ediyor tarihle. Pembe, beyaz zakkum ağaçları sıralanıyor harabeye dönmüş köprünün arkasında. Acımsı bir koku karışıyor geceye. Görüntüler bomba gibi patlıyor beynimde. Dayanamıyorum, yumuyorum gözlerimi sıkıca. Suyun sesine odaklanıyorum. Kararlılıkla kollarına yapışıyorum. Hiç bakmıyorum yüzüne. Zar zor taşların arasında sürüklüyorum ıslak, berelenmiş bedenini. Büyük tanrıların arşınladığı dağın tepesine milim milim ilerliyoruz. Saatler süren tırmanış sonrası zirveye ulaşıyorum. Tüm bedenim çalıların açtığı çiziklerle dolu. Seni kayaların arasına bırakıyorum . Nefes nefese yanına çöküyorum. Yüzüne bakıyorum. “Neden yaptın?” diye soruşun çınlıyor kulaklarımda. Sorduğun sorunun birinci tekil şahıstan ikinci tekil şahısa kayışını izleyen hayret dolu bakışlarım beliriyor. Yüzümü yüzüne yaklaştırıyorum. Mavi Öyküler -

8


Ah anlamalıydın geç kalmış soruna geç kalmış yanıtlar vermeyeceğimi! Ben saliselerin peşinde koşarken, sen neden hoyratça harcadın yıllarımızı? İşte her şey bitti. Dün gece öldün. Kendim de hayret ettim bu ölüme. Ölüm apansız gelir derler ya. Yalan! Her gece öldürdüm seni rüyalarımda. Sabah uyandığımda yaşıyordun. Kalbinin atışını hissediyordum her hücremde. Ve o gece… Kalbinin sesi yankılanmadı hücrelerimde. Anladım öldüğünü. Bu çıldırtıcı acıyla kavruldu hücrelerim. Başımı göğsüne yasladım. Koca bir oyuk oluştu içimde. Tatsız bir boşlukta salındım tüm gece. Gözlerim yarı açık sabaha kadar cansız yüzüne baktım. Güneş denizin üzerinde yükseldi. Dalgalar arşınladı kıyıyı. Gözlerim terk etti gözlerini. Tenine dokunmuş parmaklarım daldı toprağın derinliklerine. Yeterli derinliğe ulaştığında kollarından tuttum. Seni ebedi yatağına yatırdım. Soğumuş dudaklarına bir öpücük kondurdum. Üzerine her toprak atışımda rahatlıyordum. Gündüz düşleri beliriyordu zihnimin derinliklerinde. Toprağın altında kayboldun. Toprağı ayaklarımla sıkıştırdım. Kayalığın ucuna doğru ilerledim. Yere oturdum. Ayaklarımı boşluğa saldım. Cebimden bir sigara çıkardım. Deniz pırıl pırıl. Keyifle sigaramı tüttürdüm. Aşkın köpekleşme tarihinin de bir sonu varmış, anladım o an. Yaşam her hücremde varlığını hissettirdi. Kanım hızla akmaya başladı. Elimi göğsüme bastırdım. Kanamam durmuştu. Eski bir yara belirmişti sol tarafımda. Artık acı yoktu uykusuz gecelerde. Büyük bir coşkuyla kayalıklardan aşağıya doğru yürümeye başladım. Çok eski tanıdık bir kelime döküldü dudaklarımdan. Aşkım!

p 9

- Mavi Öyküler


“İÇİMDEKİ BÜTÜN DİNAMİTLERİ PATLATABİLİRİM” “İntiharı Soluyan Çiçek” - Hasan Uygun Günlerdir bir an bile gözümü kırpmadan bakıyorum ona. İşimi, arkadaşlarımı, randevularımı, kısaca her şeyimi erteledim sırf bu yüzden. Bekliyorum… Bekliyorum. Bekliyorum, mutlaka konuşacak… Konuşacak ve bozulacak bu kara büyü. Dışarıda, cadde boyunca kaldırımda dizilmiş çöpçüler, sonbahar mağlubu çınarların gövdelerini okşuyor, gözlerinden öpüyorlar sonra kupkuru dudaklarıyla. Hepsi duygulu, melankolik… Yerlerde binlerce ölü yaprak. Ölü yaprakların altındaysa çırpınan bir yürek. Çöpçüler, törensiz kaldırmak istemiyorlar, incitmek istemiyorlar ölü yürekleri, “Ölülerin de sevgiye ihtiyacı var,” diyor içlerinden biri. Cadde boyunca sağa sola savrulan kuru yapraklar, hız tutkusuyla yanıp tutuşan sürücülerin kullandığı arabaların tekerlekleri altında eziliyor acı çekiyorlar biteviye. Acı yüreklerini dağlıyor, kanatlanıp uçuyorlar sonra arabaların hızıyla yarışırcasına. Oysa sadece bir ay önce… Hatırlamak bile kor bir yürek yangını. Hiç yitirilmeyecek gibi duruyordu oysa, parmaklarımın arasından karışırken toprağa. İçeride, çatı katındaki evimde, yangın sonrası kül kokusunda her şey. Ve yıkıntıların arasında, hisli bir yürek; enkazın altında kurtarılmayı bekleyen. Yangında en son kurtarılacak olarak orta yerde, yaşam umudunu hâlâ kaybetmemiş, ‘sil baştan’ cesareti olan ben. Işık gözlerimi yakıyor. Bir dokunabilsem ışığa… Oturduğum koltukta, putlaşan bedenimin taş gözleriyle ağlıyorum; gözlerim, gördüğü için lanetli. İki iri yağmur damlası, gökyüzünden süzülerek konuyor ve ıslatıyor yanaklarımı. Acı bir ıslaklık, yakıyor dokunduğu her yeri. Mavi Öyküler -

10


Dolu kül tablalarına, boş sigara paketlerine, içki şişelerine takılıyor gözlerim sonra. Bunların hepsini nasıl tüketmiş olabilirim diye; aklım almıyor bir türlü! Hâlâ aynı şarkı. Müzik setimin CD çalıcısını iki gün önce –sanırım akşam üzereydi- ayarlamıştım. “Don’t let me down / Don’t let me down.” Bu nakaratı işittiğim her saniye, salladığım bayrağın rengine bakıyor, rengini her gördüğümde ise yüreğimden bir şeyler bir daha asla yerine konmamacasına sökülüp atılıyor, bir daha iyileşmeyecek, kapanmayacak yaralar açılıyordu gözüm diye sakındığım bedeninde. Geriye sayım çoktan başladı. Saatin tiktaklarını duyuyorum kulağımın dibinde. Duydukça geriliyor, bir yay gibi çatık kaşlarım. Damarlarım kurumuş, çatlamış toprağın üzerinde çılgın bir yarış halindeki yeşil ırmaklar gibi. Kabardıkça dalgaları, bentlerini yıkıyor umut diye, yayılıyor düzgün ovalara. Biliyorum, beni yutacak bu dalgalar, alıp götürecek kumların üzerinden sere serpe bedenimi; ama sen de kurtulamayacaksın yeşil köpüklerin gazabından; rotasını yitirmiş bir gemi gibi. Kararımı verdim. Şu anda içimdeki bütün dinamitleri patlatabilirim. İnfilak korkusuyla yaşamaktansa, iradi müdahale hakkımı kullanmak, pimi çekmek, fitilin ucuna kibriti yaklaştırmak, onu tutuşturmak istiyorum içimdeki yangının özlemiyle. Yok oluşumu bitirmek, onunla bütünleşmekse, hayat verecekse eğer bana çatlamış dudakların, bırak o zaman sınır koyma bana; ne kadar hızlı ölürsek, o kadar acısız olacak paylaştığımız yazgı. Acıktım… Sevişmek istiyorum… Neredesin ey kutsal ışık! Yolum neresi benim, nasıl girdim ben bu rüyaya? Ve niye bu kadar karanlık burası? Biraz bilincimi zorlasam, çıkışı bulurum belki; ama hayır! Şu anda hiçbir yere gidemem. Hiçbir şey yapamam. Ayak bileklerim acıyor çünkü. Hâlâ silinmedi bukağı izleri. Neden bu kadar uzun sürdü bu esaret? Zindanda unutulan tek mahkûm ben miyim yoksa? Hayatımda büyük bir değişiklik olmalıydı –oldu da. Tekdüze11

- Mavi Öyküler


liğimi aşacak bir hareket; sessiz, içten bir kıpırdanış, ritmik bir devinim ya da deprem. (Hepsi aynı kapıya çıkmıyor mu sonuçta!) Bir başlangıç noktası. Elde bir sıfır… Kocaman bir sıfır! Her şey oradan başlamalıydı. Bir artı-sonsuz yolculuğuna duyulan özlemdi bu. Ben böyle buldum. Bu kesinlikle benim isteğimin dışındaydı. Sarı… hiç ama hiç sevecen değildi. Biten, çıkmaz sokakların sapağındaki umutsuzluğu, kıstırılmışlığı anlatıyordu sanki. Kuruydu. Hem de kupkuru. Hayata dair hiçbir taşımıyordu. İyi ama hangi elin marifetiyle gelmişti masamdaki vazoya! Bugün biri daha öldü; ama artık şaşırmıyorum ölüme. Çünkü sona yazgılı her kuşun kaderi. Zaman bitesiye yaşanıyor bu gezegende. Ne kadar sıradan olursa olsun; ama öyle birden bire değil; can çekişerek… Ağlamaklı ses tonuyla, gözyaşlarını gizlemeden, salya sümük geliyor ölüm. Hayır bu ölümler sıradan değil! Bu bir intihar! Yazgısı yağlı ilmeğe aşikâr yüreğin kara sevdası. Direnmek, bütün canlıların hâlâ koruyabildiği ender genlerden biri olsa gerek. Belki de bu yüzden, elinden geldikçe sonunu ertelemeye çalışıyor. Duvar saatine bakarak, saniyesi saniyesine gözlemliyorum onu. Bu saatlerce, hatta günlerce sürüyor bazen. Bünyesi, önce damarlarına yürüyen suyu kusmaya başlıyor. Rengi soluklaşıyor sonra veremli hastalar gibi, kan tükürüyor tabağına ve ardından yeşil tonların kahverengiye yenilgisi; son perde ÖLÜM! “Hayatımda büyük bir değişiklik gerek,” diye düşünmüştüm; seni tanımadan birkaç gün önce. Bir anlıktı… Hesapsızdı… Planlanmamıştı. İçmiştim… İçmiştin… İçmiştik. Beyoğlu’nda, gecenin bir vakti, gece yarısını geçmiştik hatta. Akordeonun nameli ezgisi, sarhoşluktan yıkılan bedenler ve yanan dudaklarda kor rengi ateşin. Mavi alevi tüm yangınların. Neden sonra bende bir cesaret. Daha önce hiç olmayanından. Ve o nameli ezginin tam ortasında, herkesin pür dikkat kesildiği yerde, yanlış basılan bir Mavi Öyküler -

12


notanın utangaçlığında, senden yükselen “neden yaptın” sorusu. Cevap vermek zorunda mıydım! Hayır! Fakat, faka bastım sende, ikimiz de istediğimiz halde. Ve ne kadar anlamsızdı aslında, bu soruyu soruş amacın. Sözsüz bir yakınlaşmayla, tensel bir bütünlüğe dönüşürken gecenin sağır vaktinde ateşe susamış bedenler, silinmişti aklımızdan zaten bütün nedenler. Ve gün ışırken Sarayburnu’nda, gemilere el sallarken yıkıntıların arasından, hiç yazılmamış bir hikâye kaldı bomboş avucumda. Biliyorum, bütün hata bende. Yine ölçüyü kaçırdım besbelli. Günde yarım bardak su. Hatta iki günde bir de olabilir… Sonra güneşe çıkarmalıydım ara ara, sedefleri ışıldasın, gülümsesin diye sonbahara. Hâlâ umudum var. Yaşatabilirim. Fakat birden bire suyunu kesmek de işe yaramayacak galiba? Uzun bir aradan sonra güneş… güneş çarptı biliyorum. Umudum kalmadı bahara. İyi ama hatalarımızdan dönme şansı hiç mi tanınmayacak bize? Neden bu kadar çabuk yok oluyor her şey? Nedir bu baş döndürücü ritmi uzayın? Nasıl doğmalıyım dünyaya gelirsem bir daha? Peki hatalarımızdan dönme şansı hiç tanınmayacak mı bize? Neden bu kadar çabuk yok oluyor her şey? “Bir gün masamdaki o kuru çiçekleri… Benden habersiz bana verilen; ama her baktığımda ölümü hatırlatan o sarı çiçekleri hiç acımadan çöpe fırlatıp yerine canlı, rengârenk açan bir çiçek satın alacağım çiçek pazarından. Hatta, bir değil birkaç tane. Masama, penceremin pervazına, elbise dolabıma; her köşesine odamın… baharı taşıyacağım,” diye söz vermiştim kendi kendime. Biraz zamansızdı; ama çok değil. Senden birkaç gün önceydi sadece, o çiçeği gözüme kestirmem. O sabah ne diye sormuştun o soruyu, hâlâ anlamıyorum. Elbette bütün çiçeklerin bir adı vardı. Ve olacaktı da. Ama onun adını 13

- Mavi Öyküler


öğrenememiştim işte. Çünkü soru sormayı öğretmediler bana. Yasaktı bizim alfabemizde bütün çiçek adları. Hem sorup öğrenseydim bile, yine unuturdum o an ve bu yüzdendi zaten dilimi lâl sanman. “Bilmiyorum,” demek zorunda kaldım tabii eğer hatırlıyorsan. O anda yerin dibini boylamıştım; ama belli ki sen farkına varmadın. Ya da farkına vardığın halde, beni daha fazla utandırmamak için yeğlemiştin suskunluğu. Ancak bir dakika sonra, utançla kızaran gözlerimi kaldırıp gözlerine baktığımda, aslında ikimizin de aynı şeyi düşündüğünü anladım. Aygülü olmalıydı bütün çiçek adları. Sen bir aygülüydün çünkü, ışığını aydan ödünç alan. John Lennon dinliyor, bira içiyorduk ha bire. İsyankâr sesiyle Lennon, yine haykırıyordu sevgilisine on yedisinde âşık gibi; “Don’t let me down / Don’t let me down”. Sen masanın bir ucunda, bense öbür ucunda. Birbirimize çok uzak ve çok yakındık aslında. Aygülü gibi mor ve beyazdı, neon ışıkları altında sedef saçların. Barın neon ışıkları yansıyordu gözlerine. Sen biten bir yolculuğun, sonu gelmiş bir yolun, sonunu kabul edememişlik duygusuyla içiyordun, deviriyordun ardı ardına bardakları. Kurumuş nehir yataklarında dolaşıyordun, yalınayak. Bense yolculuk arayışında bir derviş. Ve keşfedilecek bir kara parçası gibi duruyordun o an karşımda, tayfalarımı tek tek öldürmeme sebep olan. Kerem’ini yitirmiş Aslı, sudan çıkmış balık gibiydin karşımda, çırpınırken tutsak kaldığın kafeste yaralı kanatlarınla. Ne diyebilirdim ki o an sana! O anda her şey akvaryum, yosunlu havuz, sera etkisiydi senin için. Ama sen de gördün değil mi? Her nehrin bittiği yerde yenisi başlayabiliyormuş pekâlâ. Yeter ki yüreğimiz hazır olsundu yolculuklara. Birlikte yarattığımız ve içinde boğulduğumuz nehirlerdeki zamansız yolculuklara. Bu üzerindeki son yapraktı. Çaresi yok ÖLECEK! İntihar kokusu soluyor evimin her köşesi. Yaz bitti. Mevsim sonbahar. Nerden Mavi Öyküler -

14


bilebilirdim ki, aygülünün mevsimlik bir çiçek olduğunu.

p

“ORTAÇAĞIN CADILARI 350 YILLIK BİR ACIYLA İNLEMİŞLERDİ...” “Yaşamak İstiyorum” - Leyla Süslü Saliha kazandığı zaferin sarhoşluğuyla karanlığa daldı. Toplu saçlarını açtı, parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. Hiç yaşamadığı ve bugüne kadar yaşamış olduğu duygulardan daha yüce bir duyguyla sarsıldı. Evet, biliyorum bir yığın erkek ellerinde silah peşimde. Ama bu duyguya değer. Hepsi de alnımın ortasında bir delik görmek istiyor. Yaşamak için mücadele etmekten başka hiçbir seçeneğim yok. Yemin ederim ki bana ilk kurşunu sıkmaya çalıştıklarında onların canını alacağım. Beni Halise kadar kolay öldüremeyecekler! Ah Halise! Ayaklarını, ellerini köpeklere parçalatmış vicdansızlar! Saçlarını cayır cayır yakmışlar. Ortaçağın cadıları 350 yıllık bir acıyla inlemişler başında. Tarihin kara lekesi düşmüş başına, başımıza. Kafana bir kurşun sıkıp fırlatmışlar çöplüğe. Bi de Tanrı’yı düşürmezler dillerinden. Sahtekârlar! Suçu neydi? Benim suçum ne? Sadece hayatımızı istedik. Hepinizin canına okuyacağım. Pısıp beni öldürmenizi izleyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Madem aşiret kararını verdi mücadele ederek öleceğim. Koca aşirete karşı ben! Artık ölmek umurumda değil. Sizlerden kaç kişiyi temizleyip kundaktaki kız kardeşime yardım edebilirim onu hesaplıyorum. 15

- Mavi Öyküler


Öfkeliymişim? Öfkelisin diyenlerin canı cehenneme! Siz evinizin salonunda otururken benim alnımdan vurulmuş olmam neyi değiştirecek? Ah yazık kıza demekten başka hangi cümle dönecek bu evrenin içerisinde. Siz evinizde oturun! Ama beni alnımdan vurulmuş olarak göremeyeceksiniz! Ve sizin ah vah demeniz umurumda değil! Sadece… Yaşamak istiyorum! Doğduğum günden itibaren bana bu kelepçeleri takanlar var ya hepsinden öcümü bugün alacağım. Yarına bırakılmış öfkeler ne işe yarar? Silahı cebinden çıkardı. Madem kan görmek istiyorsunuz. Bu benim kanım olmayacak. Karşıdaki söğüt ağacına nişan aldı. Eski sevgilisine sıktı ilk kurşunu. “Seni korkak pislik al sana!” Sonra eski kocasına, babasına, kardeşlerine. Bitkin bir şekilde söğüt ağacının dibine yığıldı. “Yalnızsın Saliha” diye fısıldadı söğüt. Saliha şaşkın ağaca baktı. Yoksa çıldırdım mı? “YALNIZSIN SALİHA!” bir kez daha fısıldadı söğüt. “Ben hep yalnızdım. Kapa çeneni!” Elleri ile kulaklarını tıkadı. Ağacın dibine kıvrıldı. Tedirgin bir uykuya daldı. Sıçrayarak uyandı. Gördüğü kâbusun etkisiyle şaşkın bir süre çevreyi izledi. Çevresini kuşatmış ağabeyleri, babası, kocası yoktu. Derin bir oh çekti. Mavi Öyküler -

16


Gidebileceği tek yere halasının evine doğru yürüdü. Kesin oraya gelecekler. Gecekondudaki eve vardığında halası çiçekleri suluyordu. “Kızım Saliha!” diye atladı boynuna. Saliha sarıldı halasına. “Hala, dinle beni. Evden kaçtım. Beni öldürecekler!” Halası şaşkın Saliha’ya baktı. “Aman Allah’ım! Seni kesin öldürürler, sağ komazlar!” diye çığlık attı. Saçlarını yolmaya başladı. Saliha halasının ellerini tuttu. “Hala sakin ol!” “Aman Allah’ım! Yola çıkmışlardır çoktan!” “Eminim çıkmışlardır.” “Ne yapacağız şimdi?” Saliha cebindeki silahı çıkardı. “İşte bu hala!” “Kardeşine, babana silah mı çekeceksin? Delirdin mi!” “Evet, delirdim hala. Hâlâ anlamıyorsun, onlar beni öldürmeye geliyorlar.” “Ama polis, hâkim filan…” “Güldürme beni hala! Şimdiye kadar kaç kızı ölümden döndürdüler söyle? Hepsini de alnından vurdular. Şimdi çık, git. Sana bir zarar gelmesini istemiyorum. Bir iki saat içinde burada olurlar.” “Gitmem!” “Gideceksin hala!” “Bu bir hesaplaşma. Bu hesap sadece benim değil bilesin!” “Gitmem!” “Halaaaaaaaaaa!” “Neler döndüğünü sen benden iyi biliyorsun. Şimdi ya ben kurban olacağım ya da onlar. Bütün bunlar durdurulabilirdi. Ama kimse durdurmanın peşinde değil hala! “Sadece yaşamak istiyorum! “Bu benim hakkım! “Söyle beni kim koruyacak? Çünkü yaşamıma kastediyorlar hala.” Halası gözyaşlarıyla sarıldı Saliha’nın boynuna. 17

- Mavi Öyküler


“Senin yerine beni vursunlar.” “Hala bunun anlamı yok. Şimdi hazırlan ve çık.” Halası ağlayarak odasına girdi. Çantasını hazırlayıp çıktı. Terli göğsünden para kesesini çıkardı. “Burada biraz para var.” dedi. “Yapma hala!” “Hayır, kızım ihtiyacın olacak. Beş parasız ne yaparsın.” Saliha halasına sıkıca sarıldı. Halasının gözyaşlarıyla ıslandı tişörtü. “Peki hala!” Saliha halasının küçük cennetine oturdu. Bin bir özenle yetiştirdiği çiçeklere baktı. Çiçekler bile kendinden daha özgürdü. Sokakta ayak sesleri yankılandı. Saliha’nın kalbi deli gibi atmaya başladı. Ayak sesleri yaklaştı. Saliha kafasını çevirdi. Babası ile göz göze geldi. Babası silahını çekti. Saliha silahını çıkardı. “Yapma baba!.. Yapma baba!” Babası kararlı bir şekilde silahı Saliha’ya doğrulttu. “Yapma babaaaaaaaaaaaa!” Saliha çığlıklar atarak tetiğe bastı. Mermi babasının göğsüne saplandı. Kanlar içinde yere yığıldı. “Neden baba? Neden? Sen değil miydin bebekken kollarında beni avutan!” Babasının kollarından tuttu. “Söyle, kim girdi aramıza! Hiçbir zaman beni dinlemedin zaten. Ahırdaki inek bile benden değerliydi. Beni bu kadar değersiz kılan neydi baba? “Beni sen yaratmadın mı? “Konuşsana! “İşine gelmediğinde hep sustun zaten! “Sen sus baba! “Ama ben susmayacağım. Birileri bizi kurban etti. Onları bulacağım ve bunun hesabını soracağım, söz veriyorum baba.” Mavi Öyküler -

18


Babasının morarmış yanaklarından öptü. Silahını aldı, ağır adımlarla evden çıktı.

p

“RÜYALARIMDAN AĞLAYARAK UYANIRIM” “Yemek Molası, Ölüm ve Shakespeare” | Fatih Kaynak O sıralar, gündüzleri lüks bir alışveriş merkezindeki bir kitapçıda asgari ücrete tezgâhtarlık yapıyor, geceleriyse gün ışığında şahit olduğum çirkinlikleri unutmak için deli gibi içiyordum. Tipler yine olağandı. Olağan, olduğu gibi, patlama yok, heyecan yok, risk yok, endişe yok, olması gerektiği gibi. Sıradan ve ölümcül hayatlar. Yemek artığı akşamların gündüze vurmuş yağ lekeleri gibi yüzler. YÜZDE YÜZ ÖLÜM ve YÜZDE YÜZ GARANTİ. Koşturmaca ve sonrası... Arada yaşam molaları verirken, neden onlar gibi olamadığına dair sorgulama sakın kendini. Çünkü sen canlısın. Boğazına kadar ahmaklığa batmışken bile. Ki ahmaklar evrenin en şanslı adamlarıdır. Vahdet diye bir adam vardı. Bir çocuk babasıydı ve işe her sabah hurda mobiletiyle gelirdi. Ayrıca götün tekiydi ve suratı her zaman bir yatak örtüsü kadar pembeydi. İşe başladığım ilk gün yanımda bitmişti. “Aramıza hoş geldin dostum. Hayırlı olsun.” “Sağ ol birader.” “Daha önce kitapçıda çalışmış mıydın?” “Hayır.” “Ne işle uğraşıyordun peki?” “Postacılık, garsonluk, bulaşıkçılık... Sekreterlik hariç her işi yaptım.” 19

- Mavi Öyküler


“Çok farklı işler... Başarabileceğine inanıyor musun?” “Buraya emekli olmaya geldim dostum.” “Heh heh heh... Eğlenceli birine benziyorsun. Kitaplarla aran nasıl peki?” “Bir aralar işsizken bir kütüphaneye takılıyordum, sonra yangın çıktı. O günden beri okumaya fırsat bulamıyorum.” “Ne okudun en son?” “Yangından bir gün öncesine kadar Proust okuyordum galiba.” “Proust mu? Hiç duymadım.” “Boş ver, zaten ibneydi herif.” “Öyle deme. Shakespeare de eşcinseldi ama...” “Shakespeare sever misin?” “Kesinlikle. Bence onun dehasına yüz yıllardır kimse erişemedi. Okumadıysan tavsiye ederim dostum. Bizim Şakir Kitabevi’nin personele özel yüzde elli indirimli yirmi kitaplık bir Shakespeare serisi var. Paran varsa hemen al.” “Moruk senden hiç hoşlanmadım.” Birden beti benzi attı Shakespeare’in. “Neden dostum?” “Şaka şaka... Proust’u bitirince ilk işim Shakespeare okumak olacak.” “Heh heh heh. Gerçekten komik adamsın. Seninle öğlen yemeğe çıkalım. Bu arada adın neydi dostum?” “Ferit.” “Ben de Vahdet, memnun oldum.” Daha sonra işle ilgili ayrıntıları anlatmaya başladı. “İlk önce neyin nerede olduğunu öğrenmekle başlamak lazım. Gel bakalım sana mağazayı gezdirelim.” “Tamam” dedim ve peşine takıldım dingilin. Mağazanın giriş bölümüne geldiğimizde yine başladı martaval okumaya. “Giriş bölümü mağazanın gözbebeğidir. Burada yeni çıkanlar ve en çok satan kitapların olduğu raflar bulunuyor gördüğün gibi. Müşterinin mağazaya girdiğinde ilk bakındığı yer burasıdır. Bu yüzden, buradaki rafların her zaman son derece düzenli ve Mavi Öyküler -

20


müşterinin ilgisini çekecek şekilde düzenlenmiş olması gerekir. Anlıyorsun değil mi?” “Evet.” “En çok satan ilk kırk kitabın olduğu şu rafın sıralaması, her hafta merkezden gelen raporlara göre değişir. Biz de ona göre yeni sıralamayı yaparız.” Sonra, ilk kırkın olduğu rafın önündeki büyük masayı işaret ederek, konuşmaya devam etti. “O masadaki çok satan kitapların arasına satsa da satmasa da muhakkak, Şakir Kitabevi’nin yayınlarını sokuştururuz. Özellikle de satmayan kitapları satıyormuş gibi lanse etmeye çalışırız. Unutma, bir tezgâhtarın görevi satmayanı satmaktır.” “Anlıyorum.” Ardından, mağazanın arka kısımlarına geçtik. “Burası da klasikler, felsefe ve tarih kitaplarımızın olduğu bölümdür. Bu bölümde pek zorlanmazsın; çünkü buraya uğrayan müşteri ne alacağını bilen müşteridir. Kitapların yazar ismiyle alfabetik dizilmiş olduğunu söylememe gerek yok sanırım.” Mağaza turumuz devam ediyordu ve orospu çocuğu her bir şeyi bağıra bağıra anlattığı için bütün müşteriler bize bakıyordu. Müşterilerin üzerime çevrilen bakışlarından dolayı utanç içinde kalmıştım. Bir ara göz göze geldiğimizde “Kendine gel Vahdet!” diye bağırıp, kafa mı atsam, diye geçirdim içimden. Böyle adamlarla karşılaştığım zaman ilk aklıma gelen şey hep karıları olmuştur. Hepsinin de Rita Hayworth kadar güzel karıları vardır. Mutsuz hayal ederdim o kadınları. Kırgın ve en az benim kadar onarılmamış. Ve arzulardım onları. İyi bir kadını korunaklı hissettiremeyecek kadar korunaksız olduğumu bile bile. “Burası da çocuk bölümümüz. Bu reyon gün içinde en çok dağılan bölümdür ve şefimiz Remziye Hanım’ın en fazla hassasiyet 21

- Mavi Öyküler


gösterdiği yerlerin başında gelir. Çocuk bölümüne dikkat etmeni tavsiye ederim.” “Peki Vahdet.” “Evet... Genel olarak mağazayla ilgili anlatacağım şeyler bunlar. Haydi bakalım çalışmaya başla.” Son cümlesinden sonra yine sırıttı. “Heh heh heh...” İşlerin hep yolunda gitmesini umut emekten başka çare yoktur. Herkes iyi bir yaşamı, başarıyı, anlayışı, iyi bir kadını hak ettiğini düşünür; ama bazı adamlar iyi kızarmış bir porsiyon bifteği bile hak etmezler. Bizim Vahdet’ten bahsediyorum. Arka cebinde taşıdığı küçük bir defteri ve yeşil bir tükenmez kalemi vardı. Ben ve diğerleri köpek gibi çalışırken, sık sık kendini kaybettirir ve mesai saatinin büyük bir bölümünü raflardaki kitapların ismini tek tek bu deftere yazmakla geçirirdi. Bir gün ona bunu neden yaptığını sorduğumda, gelecekte bir kitapçı açmayı düşündüğünü ve bu kitapların aynısının mutlaka kendi dükkânın raflarında da olmasını istediği cevabını verdi ve ardından, ilk gün olduğu gibi yine öğlen yemeğini birlikte yemeyi teklif etti bana. Teklifini reddetmeme rağmen, yemek molasında saklandığım delikte buldu beni. O günden sonra her gün; alışveriş merkezinin üst katının yüzde yüzünü, insan ırkının yüzde doksan dokuzunu oluşturan ölü yüzler sergisinin kıyısında köşesinde bir tuvalin tam ortasına resmedilmiş kederli bir yüz gibi yemeğimi yemeye çalışırken buldu beni. Buldu ve patronların hırslarından arta kalan ve günün en kutsal anları olan kırk beş dakikalık yemek molama tecavüz etti. Yemek dolu sefer tasını masama koyup biber dolmalarını mideye indirirken, amına koyduğum pembe yüzünde, karısını günde iki kere becermekten ve içinde büyüttüğü kitapçı hayalinden kaynaklanan hep aynı mutlu ifadeyi görürdüm. “Yine en kuytu köşeyi bulmuşsun Ferit?” Mavi Öyküler -

22


“Kalabalık bunaltıyor beni.” “İnsanların arasında olmak iyidir bence. Böylece kendimizle ilgili daha sağlıklı teşhisler yapabiliriz dostum. İnsanlar bizim aynalarımızdır.” “Boş ver.” “Sadece bir sosisli sandviçle doyabiliyor musun? Neden sen de evden yemek getirmiyorsun? Öğlen öğünlerinde iyi bir yemeği hak ediyoruz bence.” “Sigara altlığı moruk... Yemekle aram pek iyi değil.” “Çok sigara içiyorsun...” Ondan kurtulmak için mevsim kış olmasına rağmen, yemek molamı alışveriş merkezinin dış kapısının önünde geçirmeye başladım. Dondurucu soğuğa rağmen, dış kapının önündeki büyük beton saksıların bir köşesine çöküp kafa dinliyordum ki, birkaç gün sonra Vahdet yine yanımda bitti. “Heh heh, yakaladım seni. Demek buradaydın ha! Birkaç gündür yukarıda göremiyorum seni. Neden artık yukarıya gelmiyorsun? Üşümüyor musun dostum burada?” “Hayır,” dedim ona. “Hayır üşümüyorum; çünkü çocukluğumdan beri beni yakan bir öfke var içimde. Acıkmıyorum; çünkü kafam her zaman bataklığın altındaydı ve yeterince bok yuttum. Ve hatta bazı sabahlar bana neler olur biliyor musun? Rüyalarımdan ağlayarak uyanırım. Arada bir, şanslıysam donuma boşalmış olarak da uyanırım. Herkes gibi hiç şaşmaz bir şekilde her sabah aynaya bakarken ve bir zamanlar bazı kadınların âşık olabildiği bu yüzü tıraş ederken, yüzümle beraber kaşlarımı da tıraş etmek gelir içimden kimi zaman. Birkaç kere boğazıma bıçağı dayadığım da oldu; ama hiçbir zaman bunu yapabilecek kadar cesur olamadım. Belki Tolstoy’a inanmasaydım bunu yapabilirdim. Yapamadım; ama bunun sebebi Tolstoy değil babamdı. Okulu sevmedim, kadınlara güvenmedim, bilgiden şüphe ettim; ama Tanrı’ya da inanmadım. Güreş sevmem, televizyon izlemem, türkü sevmem, yazarlardan nefret ederim, sinemaya gitmem, tiyatroya gitmem, ev yemeklerinden, şakalaşmaktan, insanlarla 23

- Mavi Öyküler


tokalaşmaktan hoşlanmam. Parmağını ağzına götürüp ıslık çalabilen veya Karadeniz aksanıyla konuşmaya ısrar eden bir adam gördüğüm zaman karnıma bıçaklar saplanır. Ben çocukları bile beş yaşından sonra sevemem. Lanetli, olumsuz götün tekiyim ben. Anlıyor musun Vahdet? Bu yüzden benden uzak dur, beni unut. Anlıyor musun? Seninle bir hayali veya bir masayı paylaşamayız. Yemek molalarında keyifli vakit geçirebileceğimiz fikrini çıkar artık aklından.” Bir histeri nöbeti geçiriyor gibi görünüyordum ki, Vahdet bana bakarken donakalmıştı. Kısa bir süre öylece baktıktan sonra, hiçbir şey demeden gitti. Hepimizin bir zamanlar farkında olmadan başka birine Vahdetlik yaptığını düşünürüm. Yoksa nasıl katlanabilirdik Vahdetlerle dolu bu dünyaya?

p

“HAYATTAN HİÇBİ ŞEY UMMUYORUM...” “İsa… Muhammed… Tanrı” - Educator -Ebeveynler... Anne ve babalarımız. Sevgililerimiz gibidir. Onların yanında ne kadar fazla kalırsak o kadar sorun olur. O kadar kavga gürültü olur. Sevişmediğimiz sürece, dedim. - Ailemle sevişemem, dedi eleman. Yanılıyordu, onlarla da sevişilebilirdi aslında. Ama bu sırrı ona vermedim. Kendisi bulsun istiyorum. O kadar küçük biri ki ne yapacağını bilmiyo şu anda. Sevgilisinden ayrılmış aylar önce; ama telefon konuşmaları sürüyor. Ben bi şey demiyorum ona. O anlatıyo ben susuyorum. Anlatıyo susuyorum. İçiyoruz anlatıyo. Anlattıkça içiyoruz, içtikçe anlatıyo bıkmadan… ben duymuyorum o konuşuyo. Soru sormuyo anlatıyo, içiyoruz. Eve gidiyorum zamanı gelince düşünüyorum. Uykusuzluk... beynimin içinde geziyo, kafamda sabaha kadar filler düzüşüyo. Sanki birbirleriyle değil de beynimle sikişiyo… Ağrı kesici hapMavi Öyküler -

24


lar, uyku ilaçları, uyuşturucular, nafile; uykusuzluk dibe vuruyo ben tavan yapıyorum... “Hayattan hiçbi şey ummuyorum” yazıyodu mezar taşında ve “hiçbi şeyden korkmuyorum...” Özgürüm... Haklı özgür artık Tanrı’nın oğlu.... Düşünüyorum sanrılar gözümün önünde ya da günler sonra uyku kafamın içine geliyo, ama hatırlıyorum. İsa’yı çarmıha geriyorum, Muhammed’in ağlarını kuruyorum ve onu kurtarıyorum. Tanrı’dan plaket alıyorum... Götüme sokuyorum... Rüya işte, benim rüyamdan ne bekleyeceksiniz ki! Uyanıyorum. Saatin kaç olduğundan haberim yok... Telefonuma elimi atıyorum, kapanmış... Şarjı arıyorum fişe takıyorum, açıyorum, pin kodu ve açılış mesajı... “EDUCATOR” Bekleme... Mesajlar geliyo, bakmıyorum, kimden olduğunu bilmiyorum... Uzanıyorum. Midem sırtıma yapışmış vaziyette bi sigara yakıyorum. Sanki günlerdir içmiyomuşum gibi ardından bi tane daha... Saate bakıyorum, sanki telefonumu elime almamı istermiş gibi telefon çalıyo... - Alo! - Alo! - Alo! - Alo! - Uzatmayalım… - Bence de… Telefonu kapatıyorum. Tekrar arar. - Alo! - Neden kapattın? - Uzatmayalım, dedim. Sen de bence de, dedin. O yüzden kapattım... - Ben alo kelimesini uzatmayalım dedim, ama neyse… - Tamam. Ne istiyosun, ne söyleyeceksin ya da ne saçmalayacaksın? - Sadece merak ettim... - Saçmalama kapatmam gerek... - Kapatma... 25

- Mavi Öyküler


- Saat kaç... - Yedi. - O kadar oldu mu yaa... tarih ne peki? - Ayın 25’i… - Lanet olsun bugün işe gidecektim ben... Kafam allak bullak oluyo. En son ne zaman içtiğimi hatırlamaya çalışıyorum. Oradan kaç gün uyuduğumu bulmaya çalışıcam... Telefonu masaya bırakıyorum. Düşünüyorum. Telefondaki ses bi şeyler söylüyo... Alıyorum elime. - Keser misin! Burada bi şey düşünüyorum... Dit dit dit dit... Kapatmış... Kimdi acaba, diye düşünmeye başlıyorum. Midem spazm geçiriyo. Ben yatakta uzanmış bu acının keyfini çıkarıyorum. Evet ben mazoşist bi adamım ya da evet ben adam bile değilim. Hatta hatunun tekine sordum “beni neden seviyosun” diye o da “sen olduğun için” dedi. “Ama ben bi hiçim,” dedim. Sustu... Niye anlattıysam bunu. Neyse yazmış bulundum bi kere. Dışarıya çıkıyorum canım çok sıkkın her zamanki gibi bi şey mi diye aklımdan geçiyo ama hayır değil. Aklıma çok şey geliyo. Ve tüm bunların hepsi canımı yakıyo... Ve elime bi jilet geçiyo... Hayır bu bir intihar girişimi değil. Sadece bir deneme. Yaşayıp yaşamadığıma dair. En fazla olacak şey, kesilecek bir damar ve bir peçete yetecek... kısa bir zaman sonra geçecekti... Kesiyorum... Kan akıyo, kırmızı... Aklıma şarap geliyo. Peçeteyle tutuyorum kesik yeri... Herhangi bi tekele giriyorum. Bi şişe Biricik... Yanında 500 ml gazoz... oturuyorum, içiyorum. Peçeteyi kaldırıyorum, kan durmuş, geçmiş... Pıhtılaşmış olan yeri elimle zorluyorum. Tekrar kanıyo... Evet renk uyumu çok güzel, şarap ve kan... Bitiyo... Kan ve şarap olduğum yerde sızıyorum, hissediyorum. Uyku modunda değilim ama... Tekrar İsa’yı çarmıha geriyorum, Muhammed’i Mavi Öyküler -

26


kurtarıyorum... Tanrı’yla şakalaşıyoruz... Görmek istediğim rüyaları görüyorum. Kontrol ediyorum. Annemi görüyorum, öpüyorum... İsa’yı... Muhammed’i.... Tanrı’yı... Annemi... Kendimi... Ölüyorum...

p

“BÜTÜN ACI KALBİMDE TOPLANDI...” “Sonsuzluğun Reddi” - İlkay Kefeli Her şey bir anda bitecekti, hiçbir şey hatırlamayacaktım; sanki hiç var olmamışım gibi olacaktı! Sözlerimden öyle olmadığını anlamışsınızdır sanırım. Fakat intihar edenlerin cehenneme gitmediklerini de öğrenmiş oldum böylece. Evet evet! Ölünce gidilen bir yer varmış benim inancımın aksine. Sakın bundan cennet ve cehennem diye iki farklı gidilen yerin bulunduğunu çıkarmayın; bütün ölüler eşit ve kimse yargılanmıyor. Durun! Sakın hemen her istediğinizi yapmaya kalkışmayın, biliyorum birçoğunuz cehennem korkusundan dolayı kötülüklerini gizliyor içinde ve birçoğunuz cennete giderim umuduyla kötü düşüncelerini iyiyle kamufle ederek fazilet timsali olarak dolanıyor ortalıkta ve kendini pazarlıyor. Ancak gelin görün ki sadece düşünüyor ve konuşuyorsunuz; oysa ki servetlerinizi kardeşlerinizle paylaşsanız her şey daha iyi olacak ve fazla lafa da gerek kalmayacak. Duvardan atlayarak başka bir mecraya vahşi bir hayvan gibi geçiş yaptığımı biliyorum; hülasa konuyu dağıttım demek istiyorum, lafı gene dolaştırarak. Anlaşıldığı gibi intihar ettim. Ruhum bedenimden ayrıldı; ancak anladığım kadarıyla sadece düşünce olarak vardım, yani sadece düşünmeyi sürdürüyordum; artık dünyayı gözlerimle gördüğüm gibi değil düşüncelerimdeki gibi algılıyordum ve görüyordum. Tabii buna görmek denilebilirse! Sadece düşünürken görülen, çok hızlı hareket eden görüntüler meydana geliyordu. Belli belirsizdiler. Kokular canlanır gibi oluyordu; fakat artık sadece tek bir koku vardı. Sanki kelimelere bağlanmıştı hepsi; bir kokuyu hatırladığımda ardından yüzler27

- Mavi Öyküler


ce kelime aynı anda hücum ediyordu. Nereye hücum ediyordu? Önceki cümlede anlatım bozukluğu var haliyle; zira kelimelerin artık nereye hücum ettiklerini bilemiyorum, cismani olarak var olmadığım için. Kokulara zor da olsa bir anlam verebilmiştim; ama sesleri net olarak canlandırabiliyordum ki bunun sebebi farkında olmadan aslında dünyayı neredeyse bütünüyle seslerle algılamamızdan kaynaklanıyor; zira görmeye başlamadan önce duymaya başlıyoruz ta anne karnındayken. Yine duvarın ötesine geçtim, geri dönsem iyi olur. İntihar etmiştim ve artık neden intihar ettiğim umurumda değildi, sanki unutmuştum. İntihar etmeme sebep olan konu hakkında hiçbir şey hissetmiyordum; yani düşünemiyordum. Gidilen bir yer olduğunu söylemiştim, ama isterseniz dünyada kalmayı da seçebiliyordunuz ki bu kararı vermek için peşinizde gezen diğer boyutu pazarlayan pişkin ve yalaka tipleri (yani düşünceleri ama biz cismani varlıklarmış gibi söz edelim onlardan, siz ölümlülerin yadırgamaması için) atlatıp sakin sakin düşünmeniz gerekiyordu; zira dünyada kalmaya karar verirseniz bir süre sonra diğer boyuta uyum sağlayamayacak kadar insani düşünmeye başlıyordunuz. Bir süre sonra sanki bedeniniz varmış gibi hissetmeye başlıyordunuz. Bu, aynı kolu ya da bacağı kopan birinin olmayan kolunda ya da bacağında ağrı veya kaşıntı hissetmesi gibi bir şeydi, buna psikosomatik etkiler denir ki tamamen beyinsel bir kandırmacadır. Eğer yaşıyor gibi hissetmeye başlarsanız bu durum sizin için çok yorucu ve üzücü bir durum olmaya başlıyor. İnsanların sohbetlerine katılıyorsunuz, onların size cevap verdiğini düşünüyorsunuz; yani cümleleri, sesleri, görüntüleri siz uyduruyorsunuz. Bir süre sonra kendi uydurduğunuz bir dünyada yaşamaya başlıyorsunuz. Arkadaşlarınız, sevgiliniz, anneniz, eşiniz, babanız, kardeşleriniz, işiniz, arabanız, eviniz, televizyonunuz, hastalıklarınız, yaralarınız oluyor ve neredeyse tamamen eski yaşantınıza geri dönüyorsunuz. Fakat sorunlar yavaş yavaş başlıyor. İnsanların sizi dinlemediğinden, ne kadar düşüncesiz olduklarından, iş yaşantısının ve aile geçindirmenin zorluklarından, yaşamın üstünüze üstünüze gelmesinden dem vurmaya başlıyorsunuz. Sürekli sinirli ve stresli bir ruh hali içinde bulunuyorsunuz, aklınızda intihar fikirleriyle yaşıyorsunuz amma ve lakin Mavi Öyküler -

28


asla o kadar ileri gidemeyerek ömrünüz boyunca acı çekiyorsunuz. Tabii yalaka pazarlamacılar bu sırada çeşitli kılıklarda ve tanıdık yöntemlerle sizi ayartmak için ellerinden geleni yapıyorlar; hatta bazen yalan bile söyleyebiliyorlar: Hâlâ daha yaşadığınız ve bu yaşamın daha fazla devam ettirilemeyecek kadar kötü olduğu yönünde ve hemen ardından önünüzdeki seçenekleri sayıyorlar ve en iyisinin intihar etmek olduğunu belirtiyorlar. Bazen sizi boş, karanlık bir sokakta yakalıyorlar ve bir ışık duvarından çıkıveriyorlar şık takım elbiseleriyle, aynı Hollywood filmlerindeki gibi. Hemen diğer tarafın özelliklerini buzdolabı tanıtır gibi tekdüze bir sesle aralıksız anlatıyorlar, araya girmenize izin vermiyorlar. Konuşmaları bittiğinde sorduğunuz sorulara yuvarlak yanıtlar vererek geçiştiriyorlar. Tabii ki bunlar en masum ve zararsız yöntemleri. Ne olursa olsun görevlendirildikleri kişileri kendi boyutlarına çekmek gibi bir inatları var ki, bu inadın sonunda ortaya şeytani yöntemler çıkıyor bazen. Çıkıyor, dedim; çünkü diğer yöntemlerle birlikte şeytani bir yöntem de uygulandı sonunda üstümde. Bu şeytani yöntem daha önce hiç duymadığım bir işkenceydi ki acıya dayanıksız biri daha ilk denemede teslim olur, kalbi çok güçlü olmayan biri acıya dayanamayarak ölürdü. Karanlık bir arka sokakta bir ışık duvarı açıldı bir gün her zamanki gibi evime dönerken ve içinden o yalakalardan biri çıktı. Beyaz şık takım elbisesi içinde yılışık yılışık gülüyordu. Dişlerinin, takım elbisesinin ve ışık duvarının parlaklığı gözlerimi kamaştırıyordu. Hemen robot gibi saymaya başlamadı kendi boyutunun özelliklerini. Her zamankinin aksine, birden suratı asıldı ve öfkeli bir hal aldı ki bu kez gözleri parlamaya başlamıştı. Gözlerine dalıp gittim, bir süre ayık kaldığımı hatırlıyorum, daha sonra gözlerimi açtığımda ışık duvarı yoktu; ama aynı sokakta bir sandalyeye bağlı olarak oturuyordum ve hafif bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Çok üşüyordum, yani ortam Amerikan filmlerine uydurulmuştu. Sokak tamamen karanlık değildi aslında, sokak lambalarının zayıf ışığı önceden nasılsa şimdi de aynıydı; ama sanki her zamankinden daha karanlıktı gece. Önümde hareket eden bir gölgeyi fark ettim karanlığın sebebini çözmeye çalışır29

- Mavi Öyküler


ken. Demek ki ışık arkamda kaldığı için ve gölgenin uzunluğuna bakılırsa uzaktaydı da, sokağın benden ileriye doğru uzanan kısmı olduğundan daha karanlık görünüyordu. Gölge yaklaşmış olacak ki varlığını şimdi daha iyi hissediyordum. Birden omzuma dokundu. Bu kadar yakınıma geldiğini anlayamamıştım. Metalik bir ses duyunca yan tarafıma döndüm, solumda küçük bir metal masa ve üzerinde birtakım aletler olduğunu fark ettim. Ameliyat aletlerine benziyordular. Ensemde bir ürperme hissettim. Beni çenemden yakaladı sıkıca bir eliyle ve diğer eliyle ağzıma bir metal yerleştirdi, ağzımı açık tutuyordu bu metal parçası ve dilimi hareket ettirmemi engelliyordu. Uyuşturulduğumu bu sırada anladım; çünkü fazlaca bir direniş gösteremedim. Oturduğum koltuğun arkalığını kaldırdı ve başımı arkalığa dayandıktan sonra plastik bir bandı birkaç kez dolayıp sabitledi. Daha sonra koltuğu geriye doğru yatırdı ve elindeki aleti çalıştırdı. Aletten “vızzzıı vızzzııı” diye sesler çıkıyordu ki bunun hemen dişçilerin kullandığı delici bir alet olduğunu anladım. Aleti açıp kapatarak üstümde korkutucu bir etki yaratmaya çalıştığı belliydi, üstelik kulağıma iyice yaklaştırarak yapıyordu bunu ve hâlâ daha ağzından bir kelime çıkmamıştı. Sonunda konuştu; ama pek güzel şeyler söylemedi. Her zamanki tekdüze sesiyle birkaç azı dişimde kanal açacağını söyledi, üstelik bu işlemi uyuşturmadan yapacakmış. Ve çenemi sıkıca tutarak aleti ön dişlerime yakın sağ taraftaki bir azı dişime sürtmeye başladı. Aletin vızıltısı öyle bir artmıştı ki beynimin içini deliyordu sanki. Burnuma yanık kemik kokusu gelmeye başladı ve şiddetli bir ağrı duymaya başladım. Alet dişimin içinde ilerledikçe ağrı dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı, bütün sinir sistemim şoktaydı adeta. Bayılmak üzereydim aslında kalbimin durmasını bekliyordum; ama hiçbiri olmadı. “Sinirlerin bulunduğu odaya girdik,” dedi bana bir dişçi edasıyla aletin sesi kesilince. O an hayatım boyunca duymadığım bir rahatlama hissettim, bütün acı bir anda gitmişti sanki. “Derin bir nefes al, üç dişine daha aynı işlemi uygulayacağım,” dediğinde dilimi döndürebildiğim kadar, “Neden yapıyorsun,” diye sordum; fakat yanıtın basitliğinden dem vurduğu halde yanıtı söylemedi bir türlü. Bütün ısrarlarıma rağmen başka bir şey söylemeden diğer dört dişi de aynı şekilde deldi; fakat her seferinde acı biraz daha azalMavi Öyküler -

30


dı. En son dişi de deldikten sonra müthiş planını açıkladı: Açtığı kanallara birer tane elektrik teli sokacakmış ve bunlara 6 voltluk elektrik verecekmiş, daha fazlası öldürebilirmiş. Bu işlem sırasında çekeceğim acının ne derece büyük olacağını uzun uzun anlattı bana. Diş ağrısı çekmişsem nasıl bir şey olacağını az buçuk tahmin edebilirmişim, biraz önceki acının kat be kat fazlası bir acı çekecekmişim kısaca. Kalbim dayanamayabilirmiş. Kabloları yerleştirirken bile dayanılmaz acılar çektim, kablo uçları açığa çıkan ve iyice tahrip olan sinir uçlarına değdikçe zaten elektrik çarpmasına benzer bir acı hissediyordum ve bütün bedenim geriliyordu; fakat dilimi hareket ettiremediğim için bağıramıyordum bir türlü avazım çıktığı kadar. Elektriği verdiğinde ise sanki kalbim aniden taşlaşmış gibi hissettim, bütün acı kalbime toplandı sonra. Tekrar ölmüştüm ve bu işkenceden ve sadistten kurtulmuştum. Bu tam anlamıyla bir kısırdöngü olduğu için her şey yeniden başladı. Zaten size ilk ölümümden sonra yaşadıklarımı anlattım ve arada anlattığım ayrıntıları öğrenmek için defalarca ölüp aynı şeyleri yaşamam gerekti. Her seferinde yeni bir ayrıntı öğreniyorum, mesela ölen birinin bir süre sonra kendini gerçekten yaşıyor gibi hissettiğini öğrenmem oldukça fazla tekrar gerektirmişti. Bütün bu tekrarların sebebi diğer boyuta geçmeyi reddetmem tabii ki; bir kere kabul etsem sürekli orada ve aynı biçimde kalacağım, bu sonsuzluk demektir ki bir çeşit işkence demek benim için, hâlbuki bu şekilde biraz olsun değişiklik yaşayabiliyorum. Şu an size bu medyumun aracılığıyla sesleniyorum mesela ve bundan çok zevk alıyorum, bu tür numaraları da öğrendim zamanla. Fakat siz medyumunuza pek fazla inanmayın, yalancının tekidir, benden başka bir ruh onun yakınına uğramamıştır eminim daha önce… Öykümün birazcık Edgar Alan Poe’nun paranormal öykülerine benzediğini düşünebilir bazılarınız, buna sonuna kadar katılıyorum; çünkü bütün öykülerini okumuştum kitapları piyasaya çıkar çıkmaz. Bundan dolayıdır ki hikâye anlatışımdaki üslup ister istemez ona benzemiş. Zaten günlük yaşamda da iyi hikâye anlatan kişilerden etkilenmez miyiz farkında olmadan? Etkileni31

- Mavi Öyküler


riz tabii ve hikâyem istemeden Poe’nun tarzına yaklaşmış olabilir; ama aradaki fark benim öykümün gerçek olmasıdır ki aksini kimse ispat edemez; zira ben de gerçek olduğunu elle tutulur bir kanıtla ispat edemem… Yani durum eşitlenmiş oluyor!

p

“YARA BÜYÜR BÜYÜR, GELİR BEYNİNE YÜREĞİNE BAĞDAŞ KURAR...” “Nohut - I. Bölüm” - Akın Olgun Doğuda süren savaş herkesten bir şeyler alıp götürmüştü. Bunu anlatmak, tarif etmek için özel bir çabaya gerek yoktu. Yaşayanlar biliyordu. Savaşın gerçek yüzü soğuktu, acımasızdı, vahşiydi. Silah ve bomba sesleriyle büyümüştü çocuklar, yıllarca… Bir tarlada, bir dağın eteğinde, bir dere kenarında bulunurdu, çoğunlukla kimliği belli, katili belirsiz bedenler. Kimi zaman çocuk, kimi zaman genç, kimi zaman yaşlı, ama hep cansız bulunurdu. Ölüm haberi, ansızın düşmezdi eve... Beklenen, akşam olduğunda eve gelmediyse, öldüğü anlaşılırdı. Ölüm sıradan değildi, ama sıradanlaşmıştı. Herkes alışmıştı ölümlere. Nereden geldiğinin, kimin yaptığının bir önemi yoktu. Ölen ölüyordu, ağıtlar yakılıyordu ve gömülüyordu. Köy mezarlıklarından, son on yıldır taze açılmış toprak kokusu taşıyordu. Gece veya gündüz can güvenliği yoktu. Her şey iç içe girmişti. Kim örgüt üyesi, kim korucu, kim asker bilinmiyordu. Herkes herkesten şüpheleniyordu. Hatta birbirine hasım olanlar, birbirleri hakkında yalan ihbarlarda bulunuyordu. İhbar yeri kimi zaman jandarma, kimi zaman da örgütler oluyordu. Bazen de her ikisi birden. Sonuç ise hep aynıydı: ihbar edilen sorgusuz sualsiz bir gece alınıyor ve götürülüyordu. Cesedi bulunursa aile kendini şanslı sayıyordu. Bulunamayanların sayısı, bulunanlardan çoktu. Öldürülenler, öldürenlerin kimliğine göre lekelenirdi. Örgüt öldürdüyse “hain”, korucular ve devlet öldürdüyse “vatan haini” oluyordu. Devletin öldürdüklerini örgüt, örgütün öldürdüklerini devlet şehit ilan ediyordu. Şehitler üzerine kutsanmış bu ölümler, hiç bitmiyorMavi Öyküler -

32


du. Köyler yakılıyor, yakan ellerin amacı ne olursa olsun, acı hep yangın olarak kalıyordu. Gece kapıyı çalanların kim olduğunun bilinmesi, mümkün değildi. Kimi zaman dağdakiler geliyor, kimi zaman dağdakiler gibi giyinen gizli kimlikli resmi timler… Köylüler, geceleri kapıları çalınmasın diye erkenden, gözleri açık uykuya yatıyorlardı. Kapı çalındığında açmak ya da açmamak gibi bir şansları yoktu. Gelenler, yöre kıyafeti giymiş özel tim ise kapı açılmadığında içeride terörist saklandığını düşünerek, kapıyı kırıp giriyorlar, şayet dağdakiler ise kapıyı açmadıkları için onları cezalandırıyorlardı. Her iki durumda da cezalandırılıyorlardı. Mayına basan ve bastığını fark eden birisinin, olduğu yerde kalakalması gibiydi bu durum. Ayağını kaldırırsa mayın patlayacak, ya ölecek ya bacağı kopacak, kaldırılmaz ise öylece olduğu yerde, kalakalacaktı. Mayın üzerinde bir can pazarı gibiydi olan biten. Dağdakiler korucu köylerini basıyor, korucular misilleme olarak korucu olmayan köyleri basıyorlardı. Her gün basılan köylerden gelen haberler köylülerin içine derin korkular sarıyor, korku çaresizliği büyütüyor, büyüyen çaresizlik ise göç ettiriyordu. Köyleri terk etme yasağı koyan örgütle, dağdakileri besliyorsunuz diyen askerin göç edin baskısı arasında, ezildikçe eziliyorlardı. Aynı ülkenin topraklarında göç, bir umut yolculuğuydu. Köylerden göç bir gecede oluyordu. Sabah köye gelenleri bir sessizlik karşılıyordu. Üç beş eşya ile yola çıkanlar, batıdaki şehirlerin içinde, kendi köylerini yeniden kuruyorlardı. Büyük şehirlerde artık mahalleler, sokaklar köyden göç edenlerin lakaplarıyla anılıyor, biliniyordu. Yangın batıya yayılıyordu. Batıdan ise Avrupa’ya taşınıyordu acılar. *** Cemal Amca kapısı çalındığında yatağından fırlayarak, karanlık odasında, kendisini bir köşeye sığdırmıştı. Bu köşeden ötesi yoktu. Çömelerek, diz kapaklarının üstüne kendisini sıkı sıkı sardı, kollarıyla. Kafasını saklayacağı bir yer arıyordu, ama yoktu. Odanın köşesi, Cemal Amca’yı içine sığdıramıyordu. İçeri girdi girecekler, kapıyı zorluyorlar, bağırtılar ve çığlıklar duyulacak birazdan, Kürtçe ve Türkçe sesler birbirine girecek… Odanın kapısından onlarca, elleri silahlı, yürekleri vicdansız adamlar girecek 33

- Mavi Öyküler


içeri. Kendisini sıkarcasına kapaklandığı bedeni, kolları arasında eziliyordu. Kalbinin sesi odanın her yerindeydi sanki. Bu ses “küt, küt, küt” duvarlara çarpıp, tekrar kalbine dönüyor, kalbinden tekrar duvarlara çarpıyordu. “Cemal Amca aç kapıyı ben Halil, Halill…” Halil ismi bir anda bölmüştü korkusunu. Bir kurtarıcı gibi yetişmişti Halil. “Açsana kapıyı… Babammm yaaa!” Cemal Amca sığındığı köşeden ayağa kalktı hemen. Karanlık odasının içinde, gözleri seçer olmuştu yattığı karyolayı. Derin derin nefes aldı birkaç kere ve yarım yamalak bağırdı kapıya. “Geldim Halil… geldimmm…” Sığındığı köşeden, hemen karşısındaki odanın kapısına yöneldi. Rahatlamıştı artık. Odanın kapısından çıkarken tekrar bağırdı: “Geldim Halil… geldimmm…”. Kapıyı açtığında, Halil karşısındaydı. Bembeyaz saçlı köylüsü, karşısında duruyordu. Kendine çok iyiliği dokunmuştu. İstanbul’a geldiğinde, artık ne yeri vardı ne de yurdu. Halil onu hemen evine almış, bağrına basmıştı. Aylarca onun yanında kalmıştı. Hatta Halil, Cemal Amca için, hemen evlerin arka bahçesindeki araziyi, mahalle sakinlerini ikna ederek çevirmiş ve iki odalı bir gecekonduya elbirliğiyle, bir ay gibi kısa bir sürede yaptırmıştı. Halil, Cemal Amca’yı kapıda görünce “Vallahi çıkmasaydın, aha bu kapının eşiğine oturacak, sen çıkana kadar sana seslenecektim. Kapandın böyle evin içine, ne gören var seni ne duyan. Sana bu damı yaptık, ama iyi mi yaptık kötü mü yaptık bilmiyim?” Cemal Amca, oğlu yerine koyduğu Halil’in yarı şaka, tatlı tatlı sataşmasını çok severdi. Halil de babası yerine koyduğu Cemal Amca’dan, birgün haber alamazsa merak eder, kapıya dayanır, çayını içmeden ve onun iyi olduğuna içi kanaat getirmeden gitmezdi. Mavi Öyküler -

34


Halil, onun köyde sadece bir ev, birkaç dönüm tarla ve birkaç baş hayvan bırakmadığını; oğlu ve kızını da gömüp geldiğini biliyordu. O geceyi, hiç kimseye anlatmamıştı. Tek bir gözyaşı dökmemişti. Çocuklarını toprağa verir vermez, ertesi gün köyde kalanlara neyi var neyi yok, kim ne verdiyse satıp, İstanbul’a gelmişti. Cemal Amca, Halil’in “Sana bu damı yaptık, iyi mi yaptık, kötü mü yaptık bilmiyim?” deyişinden, dilinin altında bilindik bir bakla olduğunu anlamıştı. Halil çok geçmeden ağzındaki baklayı dile getirmeye başladı. Sırtını yaslayıp oturduğu somyadan, yavaşça öne doğru geldi ve ellerini bacaklarının arasına alarak “Cemal Amca nedir bu inadın? Bugün yiğenlerin yine aradılar, taaa Londra’dan. Bıraksın orada neyi var neyi yoksa. Biz her şeyi ayarladık, gelsin diyiler. Biz amcamızı iki dam arasında yaşatmayız, burada yiğenleri var diyiler. Gel etme gözünü seveyim, çocuklar ayarlamışlar şebekeyi, senin ağzından çıkacak bir he deyişini bekliyiler. Bize vicdan azabı çektirmesin, biz de onun çocuklarıyız diyiler”. Cemal Amca’nın birden gözleri büyüdü, eli ayağı titremeye başladı.Gözleri çakmak çakmak olmuştu. Sanki boğazına topluyordu tüm hiddetini. Halil, Cemal Amca’nın bu halini ilk defa görmüş ve ürkmüştü. Suçlu çocuklar gibi, bir an kaçacak yer aradı. Cemal Amca, “Halilll, Halil! Hangi vicdandan bahsediyorsun, kimin vicdanından bahsediyorsun? Benim onların vicdanına ihtiyacım yok. Yara dediğin kangren gibidir. Üstünü de örtsen, merhem de sürsen, o altan alta kök salmaya devam eder. Büyür büyür, gelir yüreğine, beynine bağdaş kurar. Onların vicdanı olsaydı, ben iki canı toprağa gömdüğümde, saklandıkları delikten çıkar köye gelirlerdi. Şimdi benimle vicdanlarını aklayacaklar, öyle miiiii? Ya benim yaram ne olacak, soruyorum sana? Benim yaramın hiç mi önemi yok? Ahaa şurama gömdüğüm iki parçanın, vicdanı ne olacak?” Cemal Amca arka arkaya sıralamıştı tüm sorularını ve her soruda sesi daha da yükselmişti. Cemal Amca’nın soruları, aslında Halil’e değil, kendineydi. Gece gündüz kendisine sorular soru35

- Mavi Öyküler


yor, cevaplar veriyor, her cevabı yeni bir soru oluyordu. İçinde kimseye anlatmak istemediği, iki çocuğunun son anlarına ait izleri, bir sır gibi saklıyordu. Eğer bunu biriyle paylaşırsa, onlara sanki ihanet etmiş olacağını düşünüyordu. Onların son anlarını, kendisi için özel saymış ve kimseyle paylaşmayacağına yemin etmişti. Oysa yaşananlar, çok da sır değildi. Cemal Amcanınkini sır yapan, onun susması ve bunu kimseyle paylaşmıyor olmasıydı. Halil yaşananları, yine kendi köylüsünden duymuştu. Gece köye yirmi-yirmi beş kişinin geldiğini, bunların kapıları tek tek çalıp ekmek istediklerini, bir tek Cemal Amca’nın kapıyı açmadığını ve kapıda bekleyenlere kapının arkasından “Ne istiyorsunuz? Bıktık artık, her kapıyı çalana korkuyla kapımızı açmaktan, korkuyla ekmek vermekten, can vermekten. Kimseye verecek ekmeğim de aşım da kalmadı. Gidin benim kapımdan, Tanrı misafiri olan gelsin” demiş ve cayırtı kopmuştu. Her şey üç beş dakikada oldu ve bitti. Altı el silah sesi, köyü sanki baştan başa yarmıştı. Grup, sanki hiçbir şey olmamış gibi toparlanmış ve gitmişti. Köpek havlamalarından başka bir ses, artık yoktu köyde. Köyün en yaşlılarından olan Fatma Ana, Cemal Amca’nın eve koşuşturmuş ve evin içinden bir ağıt yükselip, köylülerin kulağına erişmişti. Tüm köy bir anda ağıtlara gömülmüştü. Tek gözyaşı dökmeyen, sadece Cemal amcaymış. Evin içinde babalarının önüne atlayan iki kardeş, kendilerini onun canı için feda etmişlerdi. Cemal Amca, Halil’in kendi bağırmasından korktuğunu anladığında, bir anda yumuşak bir sesle, “Halil sana değil kızmam. Biliyorum benim iyiliğimi istiyorsun, zaten bana iyiliğinden başka bir şey dokunmadı yavrum. Ama ben gitmem oralara. Kimsenin vicdanına ihtiyacım yoktur,” diyerek kalktı ve Halil’in sırtını sıvazladı. Halil’in gözleri bir anda dolmuş ve boşalmıştı. Halil anlamıştı ki, Cemal Amca hiçbir yere gitmeyecekti. Belki de böylesi doğru olanıydı. Kendisini toplayıp, müsade istedi gitmek için. Cemal Amca onu kapıya kadar geçirdi. Arkasından, onun bembeyaz olan saçlarına baktı. Halil’in saçları doğuştan beyazdı. Bu yüzden ona herkes Beyaz Halil derdi. Cemal Amca kapıyı kapattığında “Ah Beyaz Halil, ahhh… Allah, sana ve çocuklarına uzun ömürler versin” diye dua etti. Mavi Öyküler -

36


Halil eve girmeden, bu akşam yaşadıklarını düşündü. Cemal Amca’nın yüz ifadesinin nasıl birden değiştiğini, gözlerinin önüne getirdi. “Bu yara, öldürecek Cemal Amca’yı” diye düşündü. İçine bir an titreme düştü. Baştan aşağı titrediğini, iliklerine kadar üşüdüğünü hissetti. Tıpkı Cemal Amca’nın köşeye sığınıp kapanması gibi, o da bir anda kollarını bağdaş yaptı. Cemal Amca’nın sözleri, kulağında çınladı: “Yara büyür büyür, gelir beynine yüreğine bağdaş kurar.” Ne kadar doğru söylemişti Cemal Amca. Acı konuşturuyor işte insanı diye düşündü. Cemal Amca da içinden dışarı atmıştı yarasını. Aslında ilk defa, Cemal Amca yarasını dökmüştü ortaya ve kendisine dökmüştü. Birden suçlu hisseti kendisini Halil, evlerinin köşesine diz çöktü ve bir sigara yaktı. Kendisini onun yerine koydu. Çekilecek acı değildi. Düşünmesi bile korkunçtu. Halil’in dört çocuğu vardı ve onlarsız bir yaşam düşünemiyordu. Deli gibi seviyordu onları. Cemal Amca’nın kendi evlerinde kaldığı dönemi hatırladı. Çocuklar bir gün, onun yattığı odaya paldır küldür girmişler, Cemal Amca da birden yatağından fırladığı gibi, odanın köşesine kaçıp orada öylece diz çöküp bir kutu gibi kapanmıştı. Çocuklar ise korkuyla ona öylece bakakalmışlardı. Küçük kızı yanına gelip “Cemal Amca’ya bir şey oldu” der demez koşmuş ve onu odanın köşesinde, öylece bulmuştu. Birden, bugün Cemal Amca’nın kapısını nasıl çaldığını hatırladı. Adamcağız çok geç açmıştı kapıyı. Demek ki, onu korkutmuştu. Düşüncesizliğini, ellerini kafasına vurarak cezalandırdı. Evin kapısını usulca çaldı. Eşi açtı kapıyı ve hiç konuşmadan içeri süzüldü. Çocukların uyuduğu odaya girdi ve hepsini tek tek öptü… Londra’dan telefon trafiği hızlanmıştı. Halil onlara, Cemal Amca’nın gelmek istemediğini defelarca anlatmasına rağmen, telefondaki ses ısrarcıydı. Sonunda, telefonun öbür ucundaki Cemal Amca’nın yeğenine, beklemesini, onu çağırtacağını ve derdini kendisinin anlatmasını söyledi. Telefondaki ses “Bizlere kızgın amcam. Nasıl konuşacağımı, ne diyeceğimi bilmiyorum?” demesine rağmen, Halil çoktan büyük oğluna kaş göz işaretiyle Cemal Amca’yı çağırması talimatını vermişti bile... Çocuk hemen Cemal Amca’nın evine gidip, babasının onu çağırdığını söyledi. Halil gelmeyip, çocuğunu gönderdiğine göre, acil bir şey var deyip, hız37

- Mavi Öyküler


la evden çıkmış ve soluğu Halil’lerin evinde almıştı. Halil, “Telefon sana” deyip ahizeyi Cemal Amca’nın kulağına dayadı. Cemal Amca ne olduğunu anlamadan telefonu kulağında bulmuştu. Halil odadaki çocukları alıp, hemen dışarı çıktı. Telefondaki ses Cemal Amca’yı gafil avlamıştı. “Amca, ben yeğenin Hasret. Amca, amcaaa… Bir ses ver kurbanın olayım.” Cemal amca telefondaki sesin, bu içten seslenişi karşısında, ne diyeceğini bilememişti. “Aloo” diyebildi ürkekçe. Yeğeninin ağladığını sesinden anlıyordu. “Amca hep aklım sende… Uyuyamıyorum. Çoluk çocuk herkes seni düşünüyor. Sen, bize babamızdan yadigârsın. Biliyoruz gelemedik, acını paylaşamadık. Suçluyuz. Ama sen büyüğümüzsün affet bizi amca.” Cemal Amca, telefonda ağlayan sesi adeta yudumluyordu. Kendi gözleri de doldu. Ağlamamak için zor tutuyordu kendisini. Yıllarca görmediği büyük yeğeni, karşıdan çocuk gibi ağlıyordu. Telefonun yanındaki sandalyeye oturdu birdenbire. “Oğlum Hasret, ağlama ne ağlıyorsun. Koca adamsın sana yakışmıyor.” “Amca biz gelemiyoruz Türkiye’ye. Şimdi anlatmanın sırası değil, ama buranın kanunlarına tabiyiz. Elimiz kolumuz bağlıdır. Bu yüzden gelemedik. Ama sen büyüğümüzsün, bizi anlarsın.” Cemal Amca ne diyeceğini bilemiyordu. Ama, yeğeninin sesi onu etkilemişti. “Artık seni aramızda, kendi yanımızda görmek istiyoruz amca. Kırma bizi. Her şeyi ayarlamışız. Gel yanımızda kal. Bize de babalık yapmış olursun. Kırma bizi amca, ne olur. Hee de! Hemen çok geç kalmadan, seni alak buraya amcaaa.” Cemal Amca’nın yüreğindeki tüm buzlar bir anda erimişti. Sanki Mavi Öyküler -

38


çocuklarıyla konuşuyor gibiydi. Kimsesiz kaldığı evin, karanlık odasından dışarı çıkmamıştı hiç. Bir Halil vardı, onu yalnız koymayan. Ama kendi canından, kanından birisinin yakarışına da “Hayır” diyecek gücü kendisinde bulamadı. “Tamam” dedi kısık sesle, “Tamam Hasret”. Telefonun arkasındaki ses, yeniden ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğulmuştu yeğeni Hasret. Cemal Amca bu sefer sert bir tonla, “Tamam dedim yeğenim, tamam dedim, ağlama yahuu”. Hıçkırıklar emir alan bir asker gibi, anında kesilmişti. Yeğeni amcasından izin isteyerek, her şeyi Halil’e anlatacağını söyledi ve telefona istedi. Cemal usta Halil’e seslenerek, tıpkı onun yaptığı gibi ahizeyi eline verdi. Cemal Amca’nın yeğeni ile Halil, yarım saati aşkın konuştular, kimi zaman fısıltıyla, kimi zaman sesli … Halil telefonu kapatıp, dışarıda tütünü saran Cemal Amca’nın yanına geldi. Bu hafta sonu yolculuk olduğu, nasıl olacağını, ayrıntılarıyla anlattı. Cemal Amca sadece dinledi Halil’i. Hiç ses vermemesinden, bir an onun vazgeçebileceğini düşündü Halil; ama Cemal Amca telefonda ağlayan yeğenini düşünüyordu. Sardığı tütünü bir başka keyifle içmesi, Halil’in gözlerinden kaçmamıştı. Halil’in üzerindeki tedirginlik, Cemal Amca’nın tütününü keyifle içme seansında, eriyip gitmişti. Bir yandan göz ucuyla onu süzmeye devam edip, diğer yandan da anlatmaya devam etti Halil; yeğeni Hasret’in İngiltere’de bir şebekeyle anlaştığını ve bunların parasını ödediklerini söyledi. Bir haftalık uzun yolculuk sonunda, İngiltere’ye varacağını, kendisinin de bilmediği soruların üstünü atlayarak anlattı. Cemal Amca’ya yanına küçük bir çanta alması gerektiğini, başka da bir şey almaması gerektiğini söyledi. Haa unutmadan, bir de vesikalık fotoğraf lazımdı. Cemal Amca, Halil’e hiçbir şey sormuyordu. Bu yolculuğun, nasıl bir yolculuk olacağı konusunda bir fikri de yoktu zaten. Halil bir tırla gidileceğini söylemişti, ama bunun nasıl olacağını anlatmamıştı. Belli ki Halil’in kendisi de bunu bilmiyordu. Ona, yolculukta yalnız olmayacaksın demişti ama… Cemal Amca “Her neyse ne” diye iç geçirdi. Tamam demişti bir kere ve geri dönemezdi sözünden. Paralar harcanmıştı ve yeğeni her şeyden öte, umut yüklenmişti. Artık geri dönüşü yoktu. Her 39

- Mavi Öyküler


ne olacaksa olsundu. Ölecekse de yeğenlerini görerek, onlarla helalleşerek ölecekti. Bu konuşmanın ardından iki gün sonra Halil, Cemal Amca’ya uğrayarak, her şeyin tamam olduğunu ve bu hafta sonu yolculuğun başlayacağını bir müjde gibi verdi. Cemal Amca küçük bir çanta yaptı kendine. Bolca tütün aldı yanına. Köyde varını yoğunu satarak, bir kenara kefen parası olarak ayırdım dediği, üç beş kuruşu iç cebine koydu. Halil, akşam üzeri evin önünden bir arkadaşının arabasıyla aldı onu ve şebekeye teslim edeceği yere ulaşmak için, erkenden yola koyuldular. İstanbul’un içini, ilk defa bu kadar yakından görüyordu. Gecekondusunun tek göz camından akşam olunca, tütününü yakıp seyrediyordu, bu milyonlarca ışıklı İstanbul’u. Alışmıştı aslında İstanbul’a. Seviyordu, onun milyonlardan oluşan ışıklı ve parıltılı halini. Öylece bakıp, dalıyordu ışıklara. Ama şimdi, İstanbul denen ışığın içinden geçiriyordu, Halil… Binlerce insan bir yerlere koşturuyordu. Binlerce yüz… “Az kaldı. Yarım saat sonra buluşacağız onların söylediği yerde” dedi Halil. Yarım saat sonra, artık çok az arabanın geçtiği bir yolda park ettiler. Halil, Cemal Amca’ya beklemesini söyleyip, çıktı arabadan. İleride köşede birileriyle buluştu, konuştu ayaküstü. Sonra gelip “Cemal Amca, artık vedalaşma zamanı geldi,” dedi. Adam arabadan inerek, bagajdan küçük el çantasını aldı. Halil elini öpmek için atıldı, ama Cemal Amca önce davranıp, tuttu onu. Halil’in iki yanağına ellerini koydu. Koyar koymaz Halil, Cemal Amca’nın sağ elinin avucunun içini öptü. Sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine... Cemal Amca, çantasını alıp seyirtti köşede bekleyen adamların yanına ve onlarla birlikte yürüyüp gözden kayboldu.

p

“UMUT YOLCULUĞU” “Nohut - II. Bölüm” - Akın Olgun Artık, şebekenin elindeydi Cemal Amca. Onu teslim alan iki kiMavi Öyküler -

40


şiyle birlikte, bir başka arabaya bindi. İnce, uzun, beyaz tenli, hafif çekik gözlü, uzun bıyıklı adam aracı kullanıyor ve hiç konuşmuyordu. Diğeri ise esmer, tıknaz ve daha çok da kendi yöresinin insanına benziyordu. Adının Ali olduğunu söyleyen esmer adam, hiç konuşmayan Cemal Amca’ya dönerek, alaycı bir tonla “Hiç konuşmuyorsun amca, bizi sevmedin galiba” diyerek takıldı. Cemal Amca gerçekten de sevmemişti bu iki adamı. Ama adamın alaycı sorusuna, sadece yüzüne bakarak cevap verdi. Adam “Anladık sen konuşmayan cinstensin, ama söylemem gereken şeyler var amca bey... Birincisi, yolculuk uzun olacak. Ben, hep sizinle olacağım. İkincisi, ben ne dersem onu yapacaksınız. Üçüncüsü, ne olursa olsun, herhangi bir şey olduğu takdirde bizi tanımıyorsun, biz de seni tanımıyoruz. Bu üç altın kuraldır, haberin olsun.” diyerek bakışlara cevap verdi. Cemal Amca, Halil’in bu yakalanma meselesinden hiç bahsetmediğini anladı. Belki de onun da bir fikri yoktu. Yeğeni ona ne demişse, o da onu yapmıştı. Adam tekrar dönüp “Şimdi bir tıra bineceğiz. Tırın içinde başkaları da olacak. Uzunca bir yol gideceğiz, bir iki sınır geçeceğiz. Sorun, Yugoslavya sınırı! Orayı atlattık mı gerisi kolay,” dedi ve ekledi “Tır içinde su var, biraz da yiyecek. Onlarla karnınızı doyuracaksınız”. Yaklaşık bir saatlik yol gittikten sonra, otoban boyunca sıralanmış üç dört tırın yanında durdular. Biraz arabanın içinde beklediler. Sonra, bir tırın arka kapısı açıldı. Adam dönüp Cemal Amca’ya “Hadi bakalım dayı beyy… Atla içine” dedi ve onu tırın arkasına bindirip kapısını kilitledi. Ansızın gözüne tutulan bir el lambası onu ürküttü, ama adamın dediği gibi yalnız olmadığını anlamıştı. Yüzünü doğru dürüst görmediği birisi, ona yer gösterdi ve oturttu. Fısıltıyla “Amca tırda şu an sekiz kişi var. Herkesin güzergâhı farklı. Bir şey lazım olursa benden iste” dedi ve feneri kapattı. Karanlıkta oturmaya alışıktı Cemal Amca. Köyde hep karanlık içinde oturur, hatta hava kararır kararmaz herkes gibi o da yatağa girer ve gece bir şey olmaması için dua ederdi. Her çıtırtıya uyanır, ortalığı kolaçan eder ve yine yatağa girerdi. Tır birden haraket edince, Cemal Amca çok garip bir biçimde kendini güvende hissetmişti. Alıştığı bir karanlıktaydı ve yalnız değildi. 41

- Mavi Öyküler


Bu yaştan sonra, bambaşka bir yolculuğa çıkıyor olmak da onu gerip, bir heyacan vermişti. Uykuya dalmıştı herkes. O da biraz direnmiş, ama sonra tırın içindeki uğultu ninni gibi gelmişti. Tır yolda birkaç yerde durmuş, bu kısa mola anlarında elinde fener olan adam, herkese sandviç ve su dağıtmıştı. Ne kadar yol gittiklerini bilmiyorlardı. Kaç saattir yoldaydılar, şimdi neredeydiler, hiçbir bilgileri yoktu. Tırın içinde ansızın ağlayan bir bebek sesi, birden onu korkutmuştu. Bir çocuk vardı ve o âna kadar hiç ağlamamıştı. Ama şimdi ağlıyor, sesi kulakları tırmalıyordu. Çocuğun annesi, kucağında onu sallayarak susturmayı başardı. Tır bir yerde, aniden durdu. Kapı açılmış, içerisi aydınlık olmuştu. Hiç kimse gözünü açamıyordu. Gözler alışınca, tablo da açığa çıkmıştı. Artık, herkes birbirini görüyordu. Cemal Amca’ya kendisini Ali diye tanıtan kişi, “Haydi inin, çabuk çabuk” diyerek herkesi karanlıktan çıkardı ve tır hareket edip gitti. Büyük bir tarlanın ortasındaydılar. Tarlanın kenarındaki ağaçların altına yönlendirdi adam herkesi, bir süre burada bekleyeceklerini ve herkesin tuvalet vb ihtiyaçlarını gidermelerini, sert bir ifadeyle söyledi. Cemal Amca hemen kendisine bir tütün sardı ve bağdaş kurdu. Bir tarlanın kenarında olmak, toprak kokusunu hissetmek ona çok iyi gelmişti. Derin derin tütününü çekti ve tarlaya doğru savurdu dumanı. Neşelenmişti Cemal Amca. Toprak, tarla ve ağaç gölgeliği ona köyünü hatırlatmıştı. Arka arkaya sardığı tütünleri, saatlerdir içememenin acısını çıkarırcasına içti. Kader yolculuğu yaptığı insanların arasında, en çok çocuklu aile dikkati çekmişti. Karı koca ve iki yaşlarında bir çocuk. Çocuğun hiç sesini çıkmıyordu, sanki nefes bile almıyor gibiydi. Diğer dört kişi 23-25 yaşlarındaki gençlerdi. Kimi Almanya, kimi Fransa yolcusuydu. Tek çocuklu aile ise kendisi gibi İngiltere yolcusuydu. Demek ki bu aileyle hep birlikte yolculuk edeceklerdi. Kimseyle konuşmuyordu Cemal Amca. Herkesi dinliyor, duyuyor; ama sohbet etmiyordu. Zaten konuşacak bir şeyi de yoktu. Akşam saatlerinde, adam bir minübüsle geldi yanlarına. Araca binildi ve kısa bir yolculuktan sonra, ıssız bir alanda üç dört evin Mavi Öyküler -

42


olduğu bir yere gelindi. Adam herkesi arabadan indirip, iki eve yerleştirdi. Burada kalacaklardı bir süre. Evlerin içi ne çok temiz, ne çok pisti. Cemal Amca, çocuklu aile ile birlikte evlerden birine yerleştirildi. Karı koca kendi arasında çok düzgün bir Türkçe’yle konuşuyorlardı. Adam ve eşi kaygılıydı. Bu kaygının nedeni, az sonra anlaşılacaktı. Kapıdan içeriye Ali denen adam girmiş ve kadının kocasına: “Parayı almaya geldim umarım hazırdır,” diyerek adama yaklaşmıştı. O sırada adamın karısı, dışarıdaki lavaboda elini yüzünü yıkayıp odaya girmişti. “Ne parası istiyorsun be adam! Kanımızı emdin yol boyunca, yetmedi mi?” diye bağırınca, adam karısının ağzını eliyle kapattı. Geri dönüşü yoktu bu saatten sonra. Karısına dönerek, ne kadar para varsa vermesini, gittikleri yerde para bulacaklarını fısıldayarak söyledi. Kadın kızgındı. Kocasına kaşlarını çatarak, büyük bir öfkeyle baktı. Sonra dönüp çantayı açtı, bir beze sarılı olan parayı çıkardı ve kocasının hiç yüzüne bakmadan eline tutuşturdu. Koca, parayı alıp saydı ve adamın eline verdi. Adam “Bu eksik yaa… Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Ya bu parayı şimdi verirsiniz ya da başınıza gelecek olanları siz düşünün!” diyerek bir tehdit savurdu. Adam karısına dönüp baktı. Karısı ona “Mahvettin bizi Osman, mahvettin!” diyerek boynundaki altın zinciri ve elindeki evlilik yüzüğünü çıkardı. Kocası da kendi parmağındaki yüzüğü çıkartarak Ali’nin eline verdi. Ali bir anda keyiflenmişti. O sert adam gitmiş, yerine yumuşak ve anlayışlı bir adam gelmişti. “Ben sizin için her tehlikeyi göze alıyorum, parasız hiçbir şey olmuyor Osman. Sen yolun yarısında parayı vereceğine söz vermiştin o akşam, ama kumarda iki katını borçlandın bize. Neyse şimdi oldu, bitti borç,” derken ağzı kulaklarına varıyordu. Ali odadan çıkar çıkmaz, kadın hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. “Ne için, ne için tüm bu eziyet, bu çile, bu çocuğumun çektiği acı niçin ha niçinnnn?” Kocası hiç sesini çıkarmamış, tek sandalyeli küçük masaya oturmuş, ellerini başının arasına alarak öylece kalakalmıştı. Kadın masanın başına gelip dikildi kocasının tepesine ve “Eğer bu parayı ben saklamamış olsaydım, eğer boynumdaki altın zincir ve parmağımızdaki yüzükler olmasaydı ve adam yola çıkmadan önce oynadığın kumar borcu karşılığı beni isteseydi… Ne diyecektin Osman, neeeee?” Cevapsız ve acımasız bir soruydu. Yaralı kadın, koca43

- Mavi Öyküler


sını en hassas yerinden yaralayarak intikamını alıyordu. İkisi de susmuştu. Kadın söylediklerinin ağırlığının farkına varmıştı. Ve umut yolculuğunda ilk yara alınmıştı. Belki de birlikte oldukları her an, bu sözler bir yerlerden yeniden patlak verecekti. Kocasının irileşen gözleri ve sıktığı yumruğu, bunun işaretiydi. Cemal Amca’nın hiç farkında değillerdi. Cemal Amca ise iki kişilik kanepeye oturmuş ve tüm olup bitene tanıklık etmişti. “Para gider, para gelir. Gelmeyen an’dır. Elinizdeki yaşamın ve bu birlikteliğin değerini çok iyi bilin. Yarın birbirinizi kaybettiğinizde, ahh eder, vahh edersiniz, ama asla geri getiremezsiniz.” Cemal Amca bu sözleri o kadar şefkatle söylemişti ki, karı koca hem onun farkına varmış, hem de böylesi bir anda birinden birinin söylemesi gereken, ama bir türlü söylenmeyen cümleleri o söylemişti. Kadın bir Cemal Amca’ya bir kocasına bakmış ve sonra başında dikildiği sevdiğinin ellerini tutmuştu. Kadının bu haraketi, şefkat taşımıştı bir an her ikisine... Gözleri dolan kadın mutfağa yönelip, ne var ne yok diyerek, bütün dolapları kurcalamaya başladı. Çay bulmuştu. Bunu müjdeli bir haber olarak verdi. Beş dakika önceki kasvetli hava gitmişti. Kadın çayı hemen demleyip, evde bulduğu su bardaklarına doldurup kocasının ve Cemal Amca’nın önüne koydu. Sabah erken kalkmıştı Cemal Amca. Hemen bir tütün sarıp kapıya çıkmış ve sabah serinliğini içine çekmişti. Sabah erken kalkan sadece o değildi. Ali de kalkmış, herkesi uyandırmaya başlamıştı. Elindeki cep telefonuyla da hararetli bir konuşma yapıyordu bir yandan. Cemal Amca’yı görünce, “İyi, siz uyanmışsınız. Diğerlerini de uyandırıverin,” diyerek geri döndü. Cemal Amca, karı kocanın uyuduğu odanın kapısını çalarak onları uyandırdı. Ali herkesi bir evde toplayıp, birazdan yola çıkacaklarını ve hayli uzun bir yol gideceklerini, bu yüzden herkesin tuvalet vb ihtiyaçlarını gidermelerini, uzun bir söylevle anlattı. Az sonra kendilerini getiren araç kapıya gelmiş ve hepsi bindikten sonra, tekrar tırdan indikleri yere gelmişlerdi. Onları orada, başka bir tır bekliyordu. Arka kapak açıldığında, tırın boş olmadığı, ön tarafa yığılmış su Mavi Öyküler -

44


paletleri olduğunu gördüler. Paletlerin arka tarafı boştu. Daracık bir boşluktan paletlerin arkasına geçti herkes. Ali çocuklu aileyi durdurup, onların eline iki adet hap vermişti. Kadın nefretle aldı adamın elinden hapları ve en son onlar paletlerin arkasına geçtiler. Ali herkese “En önemli sınıra gidiyoruz. Sıkı kontrol var. Kimse, ama kimse sakın gıkını çıkartmasın. Tek bir ses bile olmamalı. O çocuğa da ilacını içirmeyi unutmayın, 2 saat sonra.” diyerek kapatmıştı tırın kapısını. Yeniden karanlığa gömülmüştü herkes. Uzun yolculuk başlamıştı. Dört-beş saatlik bir gidişattan sonra, tır yavaşlayıp manevralar yaparak, iyice yerleşip durdu. Saatler geçmek bilmiyordu. Cemal Amca içten içe kendisiyle konuşmaya başlamıştı. Neden yeğeninin göz yaşlarına kandığını düşünüyordu. İki gözlü gecekondusunda yaşıyordu ve alışmıştı İstanbul’a. Oysa şimdi, bir tırın içinde perperişan gidiyordu bir yerlere. Altmış yaşındaydı artık. Altmış yaşında, kendisini neyin beklediğini bilmediği bir yolculuğa çıkmıştı. Ağır geliyordu şimdi bu yolculuk ona, hem de çok ağır. İçinden, çıktığı bu yola da, yolculuğa da bin pişman olmuştu. Kafasında bunları düşünmenin yorgunluğuyla daldı uykuya. Tır yeniden manevralar yaparak haraket ettiğinde, uyandı birdenbire. Sidik kokusu vardı tırın içinde, hem de çok keskin geliyordu. Sonradan fark etmişti, tırdakilerin bir köşeyi tuvalet için kullandıklarını. Tır bir yerde yavaşlayıp durmuş, yarım saat kadar sonra da kapısı açılmıştı. Ali, herkesin sessizce inmesini söylemişti. Herkes inmişti tırdan. “Almanya’ya hoş geldiniz,” dedi. Burada kalacak dört kişinin yolculuğu bitmişti. Adam telefonla bir iki görüşme yapmış, tır hemen gözden kaybolmuştu. Daha sonra, bir restoranın arka kapısından yolcularını içeri soktu. Sahibi Türk’tü. Yola çıktıklarından beri ilk defa sıcak yemek yemiş ve karınları doymuştu. Restoranın sahibi çok sevimli ve sıcak davranışlıydı. Kendince espiriler yapıyor, tanışmaya çalışıyor ve herkese Almanya’yla ilgili, küçük küçük bilgiler veriyordu. Bir saat sonra arka arkaya gelen iki araba, dört genci alarak gitmiş, aile ile Cemal Amca şebekeciyle başbaşa kalmışlardı. Şebekeci uygun bir anda, “Buradan arabayla Fransa’ya geçeceğiz. Oradan da sizleri İngiltere’ye aktaracağız.” diyerek, kendilerini 45

- Mavi Öyküler


Fransa’ya geçirecek arabayı beklemeye başladılar. Akşama doğru gelen bir arabayla, Fransa’ya geçtiler. Adam, “Artık Fransa topraklarındayız” dediğinde, kimse ne zaman ve nasıl geçtiklerini anlayamamıştı. Yeni yolculuğun sonunda, bir Türk oteline yerleştirmişti Ali herkesi. Ertesi gün “Çok şanslısınız. Başka zaman olsa, bazen aylarca bekliyor insanlar burada. Ama bu sefer çok hızlı oldu her şey. Yarın İngiltere’ye geçeceksiniz. Bir tır hazır.” diyerek yeniden yollara düşülmüştü. Sayı azaldığı için, daha az dikkat çekiyorlardı. Yaşlı bir adam, karı koca ve bir çocuk, en az dikkat çeken şeydi. Gece tırın içinde olacaklar ve taşıtları karşıya taşıyan gemiyle denizi aşarak, İngiltere’ye giriş yapacaklardı. Cemal Amca içinden, bütün tırların bu şebeke için çalıştığını düşündü bir an. İngiliz emniyetinin, en tehlikeli polis olduğunu söyleyip durmuştu şebekeci Ali. Sürekli uyarmıştı. Karı kocaya, çocuğun hapının verilmemesi halinde çıkacak bir sesten, herkesin yakalanacağını söylemiş ve yine kadının eline ilaç tutuşturmuştu. Bu ilaç uyku hapıydı. Yol boyunca her sınıra yaklaşıldığında, bu hapı anne çocuğa içiriyor ve çocuk derin bir uykuya dalıyordu. Çocuk, ölü gibi uyuyordu. İnsan tacirlerinin bulduğu bu yol, çocuğun ölümüne neden olabilirdi, ama bu onları ilgilendirmiyordu. Para için her şey mübahtı. Ölüp ölmemesi onların sorunu değil, anne ve babanındı. Ahlaki olmayan bir işten, ahlaki tavır ve ilke beklenemezdi. Her oyunun bir kuralı vardı. Ya anne ve babanın ahlaki sorumluluğu? En az insan taciri kadar, onlar da suçluydu. Gece yarısı bindiler tırın içine, çocuk yine uykudaydı. Sallantılı bir yolculuktan sonra, nihayet İngiltere’ye geçilmişti. Hiçbir sorun çıkmamıştı. Biraz da şanstı bu... Zaten, umut yolculuğu neydi ki? Bir şans oyunuydu. Belirsiz bir saatti. Tır yeniden haraket edip bir yerde durduğunda, son durağa gelinmişti. Tırın kapısı açıldı. Bu kez kapıyı açan Ali değil, bir başka Türk’tü. İlk defa yüzünü gördükleri bir adamdı. Önce karı koca, çocuklarıyla aşağı indi. Sonra da Cemal Amca indi tırdan. Şoför “Birazdan yakınlarınız bu benzinlikte olur.” deMavi Öyküler -

46


miş, başka da bir şey demeden hemen tıra atlayıp gitmişti. Karı koca, çocuğu uyandırmaya çalışıyorlar, ama yavrularını bir türlü uyanmıyordu. Cemal Amca olanları uzaktan seyrediyor ve çocuğun ölmemesi için, dudaklarından dökülen fısıltılı bir sesle dualar ediyordu. Anne paniklemişti. Yavrusunun yüzüne tokat atıyor, şişedeki suyu döküyor, ama çocuk uyanmıyordu. Kocası bir yandan karısını yatıştırmaya çalışıyordu. Diğer yandan da çocuğu karısının elinden almak istiyor, ama eşi vermiyor “Uyanacak benim yavrum, uyanacak benim yavrum!” diyerek ortalığı bağırtılara boğuyordu. Cemal Amca, gözlerinden sessizce boşalan yaşların farkında değildi. Ama, sessizce ağlayışında, gözlerinden yaşlar oluk oluk akıyordu. Annenin çığlıkları ve feryadı inletiyordu ortalığı... “Uyanacak benim yavrum!” diye bağırıyordu. Baba kafasını yumrukluyor ve ne dediği anlaşılmıyordu. Benzinlikte bulunan İngilizler, tabloyu şaşkınlıkla izliyorlardı. İlk şaşkınlık geçtiğinde, birileri hemen polis ve ambulansı aramış, sonra yine bu çırpınışları gözyaşları içinde seyre dalmışlardı. Benzinliğe giren bir araç, hızla Cemal Amca’ya yaklaştı. Yeğen Hasret kargaşayı uzaktan görmüş ve benzinliğe telaşla girerek, polis gelmeden Cemal Amca’yı ordan çıkarmak istemişti. Hasret, amcasının yanında durup “Amca çabuk bin, çabukkkk!..” diye seslenmişti. Ama, Cemal Amca onu duymuyordu. O, anne ve babanın feryadının içindeydi ve hâlâ çocuğun ölmemesi için dualar ediyordu. Hasret arabadan inip, amcasını yaka paça arabaya bindirdi. Annenin sesi ise ortalığı yıkıyordu. “Uyanacak benim yavrum. O uyudu. Uyanacak benim yavrummmmm!” Onlar benzinlikten çıkarken, karşı yoldan polis ve ambulans aynı anda siren sesleriyle geldi. Hasret, amcasının şok geçirdiğini anlamış ve teselli etmek için konuşmaya başlamıştı, “Amca bak, ambulans gitti olay yerine, merak etme her şey bitti.” Ama amca konuşmuyordu, arabanın içinde tütün tabakasını çıkardı ve tütün sarmaya başladı. Tütün sararken hâlâ dua mırıldanıyordu.

p 47

- Mavi Öyküler


“YAĞMUR DIŞARIYA, İÇİNDEKİ KAYGI İSE YÜREĞİNE AKIYORDU...” “Nohut - III. Bölüm” - Akın Olgun Hasret, amcasının acılı yüzünü süzüyordu. On beş yıldır görmemişti amcasını. Amcasının tütünden sararan bıyıkları, yaşlı gözleri, ağarmış saçları, altı köşe kasketi ve kırışık yüzünde gördüğü ayrıntıları izliyordu. Cemal Amca’nın aklı ise hâlâ çocuktaydı. Ölmüş müydü, yaşıyor muydu? Ölüm her yerde karşısına neden çıkıyordu? Bıkmamış mıydı? Kendisi bıkmıştı ölü görmekten, birilerinin öldüğünü duymaktan. Hasret, “Londra’ya giriyoruz amca artık bizimle bu şehirde yaşayacaksın,” dedi. Cemal amca, ilk defa arabanın içinden dışarıya baktı. Yağmur çiseliyordu hafif hafif. Tertemizdi her yer. Binlerce insan koşturuyordu bir yerlere, tıpkı İstanbul gibi. Tıpkı İstanbul gibi binlerce yüz görüyordu. Tek fark, her renkten ve milliyetten insanlardı bir arada olan. “Ne garip bir dünya. Kendi vatanlarında bir arada yaşamayı beceremeyenler, burada birbirlerinin farkında olmadan yaşıyorlar.” Hasret, amcasının daha Londra’ya adım atar atmaz yaptığı bu gözleme şaşırmıştı. “Eeee amca, buna demokrasi diyorlar.” “Ne dediklerinin bir önemi yok yiğenim. Birbirlerini öldürmeden yaşıyorlar ya, önemli olan bu. Ha o dediğin, ha başka bir şey.” Bu konuşma, biraz sonra yerini hal hatır sohbetine bırakmıştı. Hasret, durmadan bir şeyler anlatıyordu, bu memleketle ilgili. Türk bölgesi şöyle, Kürt bölgesi böyle deyip duruyordu. Cemal Amca bu bölgeleri henüz bilmiyordu, ama neden ayrı ayrı bölgelerde yaşadıklarını anlayamamıştı. Yoksa burada da mı savaş vardı? Yoksa burada da herkes kendisinden olmayandan nefret Mavi Öyküler -

48


mi ediyordu? Oysa paylaşılacak bir toprak da yoktu. Hasret, “Aha amca, burası Stoke Newington. Şimdi Kürt bölgesine giriyoruz amca, ben de burada yaşıyorum. Merak etme burada hiç yabancılık çekmeyeceksin. Herkes senin benim gibi. Hele bir dinlen, soluklan, bir duş al şöyle temiz temiz, sonra ben seni gezdiririm,” dedi. Cemal amcanın yaşlı bedeni yorgun ve bitkindi. Sızlanmayı hiç sevmezdi, bedeniyle ilgili şikâyette bulunmayı hep ayıp sayardı, ama şimdi ağızından, “Bütün kemiklerim sızlıyor,” çıkışına kendisi de gücenmişti. Cemal Amca evde bir şenlikle karşılandı. Yeğeninin eşi onu hemen banyoya soktu. Cemal Amca bir haftadır ilk defa temiz bir banyo yapmıştı. Yeğeni, Kürt bölgesindeki mağazalardan ona uygun iç çamaşırları, gömlek, pantolon, çorap vb almış eve koymuştu. Cemal Amca banyodan çıkar çıkmaz, gelin ona yatağı göstermişti. Ama Cemal Amca’yı uyku tutmuyordu. Dört dönüp duruyordu, yatağın içinde. Yeğeninin iki oğlu, onu görür görmez boğazına sarılarak, “Dede” demişler ve bozuk bir Türkçe’yle hatır sormuşlardı. Bunları düşünürken, sızlayan bedeni, rahat bir yatağın içinde kendisine huzur bulmuştu. Derin bir uyku, Cemal Amca’yı içine çekerek götürmüştü. Cemal Amca bir aydır yaşadığı Londra’ya, bir türlü alışamamıştı. Yeğeni amcasının rahatı için elinden geleni yapmış, ama adamcağız bir türlü mutlu olamamıştı. Artık yeğeni Hasret’e yük olduğunu düşünüyordu. Gelini de zaman zaman söylenir olmuştu. Bir ara Hasret’e karısı, “Biz kendimize yetiyoruz, dünyanın parasını verdin elin adamlarına amcan için, ama ne oldu? Getirdin de ne oldu?” demiş ve tüm bu konuşmayı Cemal Amca yattığı odasından duymuştu. Gelinin homurtuları her geçen gün büyüyordu. Gelin artık her fırsatta bir laf sokuşturuyor olmuştu amcaya. Kendi kendine söylenip duruyordu. “Bu adam hiç konuşmuyor, deli mi ne?” “Tütün sarıp içiyor, bütün evi kokutuyor.” 49

- Mavi Öyküler


“Acı çekmişse çekmiş. Herkes acı çekiyor.” “Bir de gelmem diye naz yapıyordu. Ohh ne güzel! Yediği önünde, yemediği arkasında, yan gel yat.” Hasret her defasında amcasını savunuyor, o amcasını savundukça, kadın daha çok bağırmaya başlıyordu. Hasret, “Sus bağırma amcam duyacak, gücenecek adamcağız” dedikçe karısı, “Duyarsa duysun. O duyacak diye, kendi evimde istediğim gibi konuşamayacak mıyım yani?” diyor ve tüm konuşmalar Cemal Amca’nın yüreğine saplanıyordu. Cemal Amca çaresizdi. Yol yolak, dil bilmediği bir el memleketinde, gidebileceği bir yer yoktu. Ne odasından çıkıyor ne yemek yiyor ne de konuşuyordu. Bir akşam işten gelen Hasret’i odasına çekti: “Hasret beni iyi dinle oğlum. Ben buralarda kalamam. Size de yük oldum. Gelin doğru söylüyor, beni çekmek zorunda değil. Sizin bir yuvanız var. Ben İstanbul’da gecekondumun içinde mutluydum. Huzurluydum. Kendi yaramla, kendi çilemle tek başıma yaşıyordum, ama kimseye yük değildim. Beni geri gönder Hasret, geri gönder.” Hasret, amcasının kararlı sesine bir an cevap veremedi. Sonra, “Amca sabret, biliyorum zor. Ama sen hiç dışarı çıkmıyorsun. Dışarı bir çıksan göreceksin, pek çok arkadaşın olacak. Burada yaşayan herkes birbirini tanır. Tüm marketler, restoranlar, aklına gelecek her şeyin sahibi, işletmecisi Kürt’tür. Seni yarın kahveye götüreceğim. Tek başına nasıl gideceğini de öğreteceğim sana. Ben yokken çıkar, alır başını gidersin. İnsanlarla sohbet eder, kaynaşırsın. Bu meseleyi kapatalım artık burada. Hele sen bir kaynaş insanlarla, fikrin değişmezse, rahat edemezsen buluruz başka çaresini,” diyerek onu da alıp, yemek sofrasına seyirtti. Ertesi gün, birlikte çıktılar evden. Evlerinin önünden geçen, 31 numaralı otobüsü gösterdi ona. Birlikte bindiler. Hasret, ona her durağı sayarak, ineceği yerin sekizinci durak olduğunu gösterdi. Geri dönerken de aynısını yapacaktı. Böylece hiç kaybolmayacaktı. Birlikte kahveleri gezdiler. Oturdular çay içtiler. Cemal Amca Mavi Öyküler -

50


uzun zamandır ilk defa, birileriyle sohbet etti. Kendisi gibi yaşlı insanlarla dertleşti. Yeni geldiğini duyan herkes, onunla sohbet etmek için sıraya girmişti. Cemal Amca bu ilgiden oldukça memnun olmuştu. Bir ara yanında Hasret’i göremeyince paniklemiş, hemen ayağa kalkmış ve Hasret’in kahveciyle sohbet ettiğini görünce rahatlamış, tekrar sandalyesine oturmuştu. Hasret, akşam olunca Cemal Amca’yı alarak, aynı otobüse bindirip, yolda nerede ineceğini ve evi nasıl bulacağını göstermişti. Her şey çok basitti. 31 numaralı otobüse binecek, otobüsün geçtiği durakları sayacak ve sekizinci durakta inecekti. Gelirken de aynı otobüse binecek, sekiz durak sonra inecek ve eve gelecekti. Ama Cemal Amca hâlâ tedirgindi. Bu tedirginliğin farkına varan Hasret, “Yarın da birlikte bineriz, tekrar birlikte gider geliriz, merak etme,” dedi. Akşam sofrada, Hasret karısına, amcasıyla birlikte yaptıklarını anlatmaya başladı. Cemal Amca kendisini çocuk gibi hissediyordu. Sanki iki yetişkin oturmuş, kendisi hakkında sohbet ediyor, o da çocuklar gibi dinliyordu. Hasret, amcasının yarından sonra kendi başına gidip geleceğini anlatmıştı karısına. Karısı, “Hasret, amcan kaybolur, başına bir iş gelir, sen de kahrından ölürsün,” diyerek Cemal Amca’nında içinde duyduğu kaybolma duygusunu adeta fişeklemişti. Cemal Amca bu sözler üzerine, kendisini inanılmaz aciz hissetmişti. Köy yolu değildi ki bu. Bir yukarı bir aşağı insin, gitsin gelsin… Hasret, konu Cemal Amca olunca, karısının bu olumsuz sözleri sarfetmesine sinirlenmişti. Birden ayağa kalkarak, mutfağa gitti. Avucunda sakladığı bir şeyle geri geldi. Masaya oturdu. Yüzü, müthiş bir şey bulmuşçasına neşeliydi. Amcasına dönüp, “Elini aç amca” diyerek, amcasının elini tuttu. Cemal Amca elini açtığında, yeğeni onun avucuna 8 tane nohutu koydu. Cemal Amca şaşkınlıkla, yeğeninin avucuna koyduğu nohutlara bakıyordu. “Neden koydun bunu avucuma, benimle dalgamı geçiyorsun sen?” diyerek hiddetle ayağa kalktı. Ama, Hasret onu tutarak “Amca ne dalgası. Kurban olayım, otur hele, dinlemeden hüküm veriyorsun. Otur hele dinle bir beni.” diyerek onu geri yerine oturttu. 51

- Mavi Öyküler


“Amca, bu nohutları sen evden çıkıp, otobüse bindiğinde, yolu karıştırmayasın diye verdim. Bu nohutları ceketinin cebine koyacaksın. Sana gösterdiğim durakları her geçtiğinde, bir cebinden alıp, diğer cebine aktaracaksın. Cebindeki nohut bittiğinde, işte ineceğin durak orasıdır. Gelirken de bu sefer tersini yapacaksın.” Cemal Amca’nın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Hasret’in karısı bu işten çok eğlenmiş gözüküyordu. Kocasının nohutla yol bulma buluşuna bayılmıştı. Aklına nohutlar geldikçe kıs kıs gülüyordu. Cemal Amca avucundaki nohutları ceketinin cebine koyarak masadan kalktı ve sessizce odasına girdi. Camdan dışarıya baktığında, aklına ışıl ışıl İstanbul gelmişti. Büyük kocaman bir şehirdi, ama kaybolmazdı. Kime sorsa, birisi yol gösterirdi. Ya şimdi, camdan dışarıya baktığında, kırmızı tuğlalardan yapılmış tek tip evleri görüyordu sadece. Oysa, gecekondusunun camından milyonlarca ışığı seyrediyordu. Tütününü sarıp, ışıklara bırakıyordu kendisini. Elini cebindeki nohutlara götürdü, “Artık işimiz önce Allah’a, sonra da bu nohutlara kaldı,” diyerek oturdu camın önüne. Kırmızı tuğlalı evlerin önünde oynayan çocukları seyretti. İnsan yaşlandıkça çocuklaşıyor, diye boşuna dememişlerdi. İçinde bir çocuk büyüyor olmalıydı. Yeğeni ve karısının, kendisine bir çocukmuş gibi davranmasını düşünerek, kendisini dışarıda oynayan çocuklara benzetti… Ertesi gün, Hasret amcasını da kaldırdı sabahtan. Birlikte kahvaltı yaptılar. Hasret amcasına, “Bugün de birlikte gidelim amca, sen de iyice öğrenmiş olursun. Ben otübüsle yoluma devam eder, sen o durakta inersin,” dedi. Hazırlanıp yola çıktılar. Durakta, 31 numaralı otobüsü beklediler. Otobüs geldiğinde birlikte bindiler. Cemal Amca durakları her geçtiğinde, utanarak elini ceketin cebine götürdü ve bir nohut alarak öbür cebine koydu. Hasret, amcası utanmasın, gururu incinmesin diye, ona hiç bakmıyordu. Nohutlar bittiğinde, Cemal Amca panikle oturduğu yerden ayağa kalktı. Hasret, “Hadi amca akşam evde görüşürüz,” diyerek amcasını otobüsten indirdi ve kendisi yoluna devam etti. Cemal Amca, büyük bir iş başarmışcasına gururlandı. Kendine olan güveni yerine gelmişti. Mavi Öyküler -

52


Bu nohutlara birkaç gün sonra ihtiyacı olmayacağını düşünerek, hemen durağın köşesindeki kahveye girdi. Kendisi gibi yaşlılarla sohbet edip, onlarla en sevdiği kâğıt oyunu olan altmışaltıyı oynadı. Herkes ona özenle davranıyordu. Hasret, amcasının başından geçenleri kahveciye anlatmış, o da kahvehaneye gelen insanlara anlatmıştı. Kahvede, Cemal Amca’nın hikâyesini bilen herkes ona selam veriyor, hal hatır soruyordu. Cemal Amca ilgiden memnundu. Akşama doğru eve tek başına gideceği aklına geliyor, biraz ürküyordu. Ama bugün, kolay olmuştu. Yeğeninin bulduğu yöntem, onun gururuna dokunsa da, işe yaramıştı. İlk defa bu kadar neşeli, ilk defa bu kadar rahat hissetmişti kendisini. Hatta yeni arkadaş olduğu ve herkesin gözlerinin iriliğinden dolayı Patlak Osman diye çağırdığı yeni arkadaşı, onun koluna girmiş bir restorana götürüp, yemek bile ısmarlamıştı. Akşama doğru da onu durağa kadar getirmiş ve 31 nolu otobüse bindirerek, yolcu etmişti. Cemal Amca otobüse biner binmez elini hemen cebine götürdü, nohutlar oradaydı. Bu nohutu bir yeğeni, bir gelini, bir de kendisi biliyordu. Bir sır gibi saklayacak, kimseye bundan bahsetmeyecekti. İçinde, yüreği pat pat atıyordu. Başını oturduğu yerden cama yapıştırmış ve her durakta bir nohutu öteki cebine aktarmıştı. Kimse onun bu yaptığıyla ilgilenmiyordu. Memlekette olsa, hemen biri kafasını uzatır sorardı. Cebindeki nohutlar bitince, hemen ayağa kalktı ve durakta indi. Terlemişti. İndiği durak doğruydu. İçi rahatlamıştı. Hemen evin yolunu tuttu. Zaten, ev bir sokak arkadaydı. Kapıyı açan gelin onu karşısında görünce şaşırmış, “Kendi başına mı geldin amca?” sorusunu merakla sormuştu. Cemal Amca bu soruya, “Hee ya kendim geldim,” diyerek cevap verdi. Akşam Hasret, amcasının tek başına gelmiş olmasına, yarı espri yarı şaka yollu, “Gördün mü amca? Bak, nasıl geldin kendi başına,” diyerek takılmıştı. Halil duysa çok gülerdi, diye düşündü içinden Cemal Amca. Özlemişti keratayı. Beyaz Halil ne yapıyordu acaba? Kafasında Halil ve nohutlarla odasına çekildi. 53

- Mavi Öyküler


Artık, her sabah evden tek başına çıkıyor, nohutlarla iniyor, nohutlarla biniyor ve eve geliyordu. Gelin dayanamamış, komşulara anlatmıştı nohut hikâyesini. Çocuklar da o eve geldiğinde, “Dede dede nohutlar nerede?” diye onunla eğleniyorlar, ama Cemal Amca onların böyle eğlenmesinden gocunmuyordu. Alışmıştı artık. Cemal Amca’nın yeni arkadaşları, yeni dostları olmuştu. Zaman hızla akıp geçiyordu. Ama o asla nohutları yanından ayırmıyordu. Nohutlar onun ilk dostuydu. Onlarla kurduğu bağ o kadar güçlüydü ki, bazen onlarsız ne yapacağını düşünüyordu. Bir bağımlı gibi olmuştu. Sekiz durağı artık ezberlemiş bile olsa, onlarsız adım atmıyordu. Cemal Amca, her zaman yaptığı gibi kalktı sabah erkenden. Ceketini giydi. Eliyle ceketin cebinin üstünden nohutlarını kontrol etti. Ordaydılar. Evden çıktı ve otobüs durağına gitti. 31 nolu otobüsün yolunu gözlemeye başladı. Otobüs geldiğinde hemen bindi, ama otobüsün içi çok kalabalıktı, oturacak bir pencere kenarı yoktu. Bir yere tutundu. Her durakta, insanlar binip iniyordu. Durakları geçerken elini cebine atıyor, bir cebinden öteki cebine aktarıyordu nohutları. Tuhaftır, pek çok durak geçmesine rağmen, cebindeki nohutlar hâlâ tükenmemişti. İçini bir korku aldı. Nohutlar bitmek bilmiyordu. Yeğeninin iki oğlu, gece Cemal Amca’nın odasına girip, ceketinin cebine fazladan beş nohut daha koymuşlardı. Cemal Amca ise bir çocuk eğlencesinden habersiz, nohutlarından emin çıkmıştı yola. Sonunda bitmişti nohutların bir cepten, diğer cebe transferi. Cemal Amca kendisini otobüsten dışarı attı. Üstüne çeki düzen verdi. Ama bir gariplik vardı. İndiği durak tanıdık gelmiyordu kendine... Nasıl olurdu bu? Nohutları tek tek cebinden alıp, öbür cebine koymuştu. Yanlış olamazdı. Paniği gittikçe daha çok arttı. Kocaman binaların arasındaydı. Hiçbir tanıdık iz yoktu çevresinde. Birden vücudunun sırılsıklam olduğunu hissetti. Terliyordu. Başı dönüyordu. Hemen durağın köşesine diz çöktü. Korkuyordu. Çaresizlik yine beyninde cirit atıyordu. İçini kemiriyordu. Durağın dibinde, diz çöktüğü yerde, ne kadar kaldığını bilmiyordu. Karıncalanan ayağını hissetmiyordu artık. Durağa tutunarak, ayağa kalktı yavaşça. Önünden geçen insanların yüzlerine bakıMavi Öyküler -

54


yordu. Tanıdık bir yüz arıyordu. Tanıdık küçük bir iz… Bir bulsa, atlayacaktı boynuna o izin. Ama yoktu. Hiçbir iz yoktu. Duraktan çıkarak, yürümeye başladı. Arabalar, otobüsler, insanlar çeşit çeşit. Yürüyüşü daha da hızlandı. Caddelerin üzerinde, bir o yana, bir bu yana dönüp duruyordu. Her sokak bir sokağa açılıyordu ve her sokak birbirinin tıpa tıp aynıydı. Kırmızı tuğlalı evler hiç bitmiyordu. Caddelerin üzerindeki tabelaları okumaya çalışıyordu. Kürt mahallesindeki tabelalardan bir iz, bir tanıdık görüntü arıyordu. Ama yoktu. Her şey çok farklıydı. Ortalıkta ne kahve ne Türkçe ne de Kürtçe konuşan birileri vardı. Sinirleri gerilmişti. İçinde büyüyen korku, bütün bedenini ele geçirmişti. Kuşatmıştı onu. Sinirlerini artık kotrol edemiyordu. Kaybolmuştu, koca bir şehirde. Ne dil, ne yol biliyordu. Kaybolmanın o tarifsiz boşluğu, içine çekiyordu onu. Dipsiz bir kuyuydu bu. Nohutları ona ihanet etmişti. Olamazdı bu, olamazdı… Ama olmuştu. Korkunun da adı buydu. Olamaz diye düşünülen şeyin, başa gelmesiydi. İşte başına gelmişti. Kendi kendine, konuşa konuşa yürüyordu. Korkuyu da içinde taşıyarak yürüyordu. Hızlandıkça korkusu büyüyor, büyüdükçe hızlanıyordu. Korkusu onu takipteydi. Sanki dursa onu iki elinden yakalayıp, bir karanlığa kilitleyecekti. Buna izin veremezdi. Hızını daha da arttırdı. İleride birileri, habire bir karanlığa inip kayboluyorlardı. Yerin altına gidiyordu insanlar. Bir canavar, sanki ağzını açmış, herkesi içine çekiyordu. Durdu birden. Nefes nefeseydi. Boğazından çıkan hırıltılar, göğsünün yukarı aşağı inip çıkması gibi, bir ahenk içinde ona eşlik ediyordu. Gözleri yerinden fırlayacak gibi olmuştu. Patlak Osman geçti aklından birdenbire… “Patlak Osman, Patlak Osman” diye tekrarladı içinden. Sanki Osman onu duyacak ve “Geldim buradayım korkma” diyecekti. Ama, Patlak Osman’dan bir ses seda yoktu, onu duymamıştı. İnsanları içine çeken canavara yaklaştı. Onun yanında yatan birisi vardı. Üstü başı pislik içindeydi. Yere, elindeki tebeşirle resim çiziyordu. İyice yaklaştı adama. O sırada farkında olmadan, önünden hızla geçen kadına çarptı. Kadın bir anda, onun anlamadığı dilde bir şeyler söyleyerek bağırdı. Cemal Amca, kadının peşinden bir iki adım atıp, özür dilemek istedi. Ama, kadın onun peşinden geldiğini görünce, daha da bağırmaya başladı. Cemal 55

- Mavi Öyküler


Amca birden olduğu yerde kalakaldı. Resim çizen yoksul adam, kadının bu yaşlı adama bağırmasına içerlemiş olmalı ki, o da olduğu yerden kadına bağırdı. Kadın hiç cevap vermeden, arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Cemal Amca, yoksul ve pislik içinde yere bir şeyler çizen adamın yanına yaklaştı. Büyük bir yorgunlukla sırtını canavara dayayarak, diz çöktü. Elini ceketinin iç cebine sokarak, tütün tabakasını çıkardı. Yoksul diye düşündüğü, İngilizler’in “Homeless” yani evsiz diye adlandırdığı adam da ona bakıyordu. Cemal Amca, adamın sigarasına baktığını fark etti. Sardığı tütünü ona uzattı. Adam minnettar bir göz ifadesiyle aldı tütünü. Cemal amca bir tane de kendisine sardı. Adam cebinden çıkardığı çakmakla yaktı, bu davetsiz misafirinin sigarasını. Cemal Amca’nın hiç İngilizce bilmediğini anlamıştı. Yoldan geçenler, bu adamın kaldırıma çizdiği resmin yanındaki şapkaya, bozuk para atıyorlardı. Cemal Amca acımıştı adama, onun bir dilenci ama garip bir dilenci olduğunu düşündü içinden. Resim çiziyor, insanlar da çizdiği resme bakıp, onun şapkasına para atıyorlardı. Tebeşirle çizdiği, bir manzara resmiydi ve inanılmaz güzeldi. Adamın, nasıl bu kadar güzel resim çizip de sokağa düştüğüne, anlam verememişti. Adam ona birasını uzattı. Cemal amca, “Yok, dokunuyor kardeşim bana” diyerek Türkçe cevap verdi. Adamla arasında gelişen bu bağ, onu biraz kaybolmuşluk duygusundan uzaklaştırmıştı. Ama hâlâ ne yapacağını bilmiyordu. Adama sormak istiyordu, fakat nasıl soracağını bilmiyordu. Adamsa, sürekli bir şeyler anlatıyordu. Saatin nasıl akıp geçtiğini hiç anlamadı. Yine yağmur çiseliyordu, hafif hafif. Adamın çizdiği resmin üzerine düşüyordu damlalar. Adam yerinden kalktı. Battaniyesini sırtına alarak Cemal Amca’nın elini sıktı, yine bir şeyler söyledi. Cemal Amca ona Türkçe, “Hadi eyvallah, uğurlar ola” diyerek gidişini seyretti. Resimle başbaşa kalmıştı. Resmin üzerine düşen yağmurlar çoğalmış, tebeşir silinmemekte inatla direnmişti. Ayağa kalktı. Ne yapacağını bilmiyordu. O adam gibi, bu yaşta sokaklarda mı kalacaktı, bir pislik içinde? Yapamazdı bunu. Canavarın ağzına sığındı yağmurdan korunmak için. Öylece duruyordu hemen girişte. Ne yağmur duruyordu, ne de içindeki kaygılar. Yağmur dışarıya, içindeki kaygı ise yüreğine akıyordu durmadan. Farkında olmadan o kadar çok yürümüş ve o kadar çok terlemişti Mavi Öyküler -

56


ki, şimdi teri soğumuş ve üşümeye başlamıştı. Köyünde yağmur yağsa, her yeri mis gibi toprak kokusu alırdı. Ama bu memlekette toprak kokusu falan yoktu. Yağmur yağıyordu sadece, umarsızca. Yağmur biraz azalır gibi olunca, o da kendisini yeniden caddeye attı ve hızlı hızlı amaçsızca yürümeye başladı. Açtı, başı dönüyordu. Sinirlerine artık hâkim olamıyordu. Biri dokunsa patlayacak, avazı çıktığı kadar bağıracaktı. Sokaklar sakinleşmiş, sanki yer yarılmış herkes içine girmişti. Tek başına sokakların arasında, dolaşıp duruyordu. Arada sırada geçen arabaların içine bakıyor, bir umut, kendisini tanıyacak birilerini bekliyordu. Kaldırımın kenarından ayağı boşluğa kayınca, dengesini kaybedip, yüz üstü düştü yere. Yüzü ve elleri yaralanmıştı. Düştüğü yerden kalkamıyordu. “Ölseydim de bu durumlara düşmeseydimmm!” diyerek bağırmaya başladı. Kalkmak için son bir çaba sarfederek, dikildi ayaklarının üzerine. Yeniden yürümeye başladı. Kendisini büyük ve süslü bir caddenin içinde buldu. Caddenin dört ağzından, insanlar canavarın içine giriyorlardı. Herkes koşturuyordu. Canavarın kendisinden yana olan girişine doğru yürümeye başladı. Islanan şapkasını ellerinin arasına aldı. Elini ceketin cebine attı. Durdu birden. Nohutları yoktu. “Nohutlarım? Nohutlarım nerede?” diye yüksek sesle bağırmaya başlamıştı. Herkes sesin geldiği yere bakıp, yürümeye devam ediyordu. Cemal Amca ceketini sırtından çıkarıp, sallamaya başladı. Hâlâ yüksek sesle konuşup duruyordu. “Nohutlarım nerede? Nerede nohutlarım?” Artık kaybetmişti kendisini. Canavarın ağızının önünde bağırıyordu insanlara. “Bana nohutlarımı verinnnnnn… Nohutlarımı istiyorummmm. Verin banaaaaa… Bana verinnnn nohutlarımıııı!” sesi ortalığı yıkıyordu. Herkes onun olduğu yerden uzaklaşıyor, söylene söylene gidiyordu. Cemal Amca’nın sesi, anlayanlar için, içler acısıydı. İnsanlar büyük caddenin karşısında durmuş, artık onu izliyordu. Kimi gülüyor, kimi garip garip bakıyor, kimi hiç oralı olmuyordu. Cemal Amca, yorgun ve bitkin canavarın kenarına çöktü. Kapaklandı kendisine. Yüzünü yukarı çevirip, gök yüzünden yağan yağmura bakakaldı öylece. 57

- Mavi Öyküler


Nice zaman sonra önünde duran genç bir adam “Cemal Amca iyi misin? Cemal Amca iyi misinnn!?” diyordu. O ise hayali biriyle konuşuyormuş gibi “Nohutlarımı verin bana” diyor, başka da bir şey demiyordu.

p

“HIRSIZIN DA BİR AHLAKI VARDIR” “Hırsızlar Serencamı” | Ömer Leventoğlu Şafak atalı çok olmuş, hava ağarmış, artık cumartesidir. Temmuz sonlarının yakıcı günlerinden birinde, mahmur bir Ankara sabahında, altıya varmak üzere saatler… Sabahçı barlarından bile el ayak çekilmiş, yaz okuluna kalan öğrenci evlerinde göz kapakları ağırlaşıyor, sabaha kadar süren sohbetlere bir son vermek gerekir artık. Ne felsefeden ne matematikten ne de devrimden elle tutulur bir iş çıkar bu saatten sonra… Ekmek fabrikalarının, simitçilerin, biraz sonra sokaklara çıkacak olan kol börekçilerinin fırın damlarından ateş topları saçılıyor etrafa… Kan ter içindeki fırın işçileri alınlarını silerken, un beyazına banıyor ağız burunları; bileklerde bir dirhem fer bırakmamacasına iliğini kurutuyor insanın bu çalışma temposu. Bin yıllardır durmadan devinen emeğin serüveni hep yeniden, yeniden hayat buluyor. Ve borsacılar, bankacılar, finans yorumcuları, parlamento üyeleri, magazin programlarının müdavimleri boş bırakmışlar ekranları; tatsız sevişmelerini takip eden yılgın uykularındalar şimdi… Bizim Hüseyin, bugün değilse en geç yarın ayrılacak evden. Yine yalnız kalacağım… En son daha yeni, dün akşam konuşmuştuk, eşyaların bir kısmını taşıyacak; yeni bir ev tutmuş, ağustosun ortalarında yapılacak olan düğünün hazırlıkları son aşamaya getirilmiş. Birlikte taşırız herhalde eşyaları; kitaplarıma dikkat etmeliyim fakat… Gerçi her durumda birkaçını araklar, bu kesin, yine de mümkün olduğunca tetikte olmalıyım… Gece geç mi uyudum ne? Baksana eşyaları taşımaya başlamışlar bile… Ne zaman geldi bu kadar insan? Nasıl doluştular buraya, ortalığı toparlamaya başlamışlar çoktan… Lakin gözlerimi açamıyorum bir türlü. Mavi Öyküler -

58


Hüseyin’in akrabalarında da bir saygı, bir tevazu ki sormayın… Sessiz hareket ediyorlar; ne kadar mütevazı böyle bu insanlar!.. Beni uyandırmamak için ne kadar dikkatli dolaşıyorlar böyle evin içinde. Parmak ucunda, bale yapar gibi bir ev taşıma eylemi bu… Nereden olayın içine girdiyse bilinmez, bir de tesisatçı dolaşıyor evde; bu kalabalıkta o da bir şeyleri tamir ediyor olmalı… Gözlerimi açmalıyım artık; çorbada bir kaşık tuzum olmalı… Taşınmaya, tesisatçıya, bu yoğunluğa katılmamak, kimseye yardım etmeden kıçını dikip kendini uykuya vermiş olmak ne kadar utanç verici… Hayır, bu kadarı mümkün değil ama… Yemin billah ediyorum uyanamamışım… Hüseyin saçmalama… Böyle aptalca bir kaçkınlığa meyletmem için, tembellikten daha güçlü gerekçeler söyle bana, iki parça eşyanın bir kulağından tutup atmamak için kendini tilki uykusuna verecek biri miyim ben yani? O kadar da değil artık… Yine de Hüseyin’in, benim bütün hallerimi bilip anlayan Hüseyin’in bile buna inanması imkânsız. Külahıma anlat sen bunu diyecek biliyorum… Kimi inandıracaksın? Koca ev taşınıyor, bir curcuna, bir hengame, sen uyanamıyormuşsun… Kendinden utanmalısın. Tamam peki, bir şey söylemek istemiyorum, iyi de peki bu tesisatçının ne işi var sabahın köründe bu evde?.. Baksana bir salona, bir mutfağa, bir balkona gidip geliyor; hummalı bir uğraşa dalmış olmalı, ne oldu ki bu evde, tesisatlara ne oldu? Şu lanet uyku… Kalkmalıyım artık. Adam yanımdan geçiyor, balkona doğru gitti işte. Kalktım… Doğrudan arkasından balkona… Ama tesisatçıya benzemiyor bu adam; henüz 17-18’inde bir çocuk bu… Balkon kapısından adımını sola atarken, soldan duvarın bitişindeki demirlere doğru dönerken gördüm onu, iki eli de dolu; birinde bilgisayarımın plazma ekranı, diğerinde siyah bir omuz çantası; Hüseyin’in sürekli omzuna asıp dolaştığı çanta bu… Peki bu adam elindeki tornavidayı, anahtarları, penseyi nereye bıraktı ki?.. Tesisatçının bilgisayar ekranıyla, Hüseyin’in omuz çantasıyla ne işi olabilir ki?.. Hayır, yok yok, evet, doğru galiba, bu işte, şu yaşadığımız durumda bir gariplik var; iki ay önce de yine tam 59

- Mavi Öyküler


bu saatlerde, sabahın köründe hırsız girmişti bu eve. Hırsız mı? Evet, şu önümdeki tesisatçı… Tesisatçı mı? Nasıl yani? Hırsız mı yoksa? Önümde adam, bir adım var aramızda, peş peşeyiz, sanki adam bana, “şu 12-14 anahtarı ver” diyecekti, öyle demesi gerekiyordu galiba; ama bu çocuğun elinde bilgisayar ekranı ve omuz çantası, balkon parmaklıklarının tam dibinde, aşağı doğru uzatacak, aşağıda biri mi var yoksa? Ne yaptığımı bilmeden bağırdım. “Bir dakika!” Şok halinde bir beden sarsıldı yerinden, galiba o da ne yaptığını bilemeden titreyerek döndü, tam el hizasında balkon masası duruyor önünde, masanın üstüne koydu elindekileri, aynı refleksin devamı olarak arka cebindeki bıçağına uzattı elini. Galiba saliseler içinde olup bitti bütün bunlar. Bir şey yapmalıyım ama… Bir şey de söylemeliyim… “Ne oluyor yaa? “Bak bıraktım, dokunma bana!”

Sen

kimsin?”

Bıçağını da yerine koydu aynı hızla… Garip bir şekilde sersemliğimi kendisi için güven verici bir durum olarak mı yorumladı, yoksa yüz ifademden ona saldırmayacağımı mı anladı bilmiyorum. Ama yerine, arka cebine soktu işte bıçağını. “Tamam da kimsin sen? Ne işin var burada?” “Ya abi bak, bacımı s…… ki cebimde iki liram var… Ne yapayım?” Elini cebine attı, bakır paralarını çıkarıp saymaya başladı; bir lira 75 kuruş… İkiye tamamlanmadı bir türlü… Yeniden, yeniden, birkaç kez soktu mu elini cebine, iki lira derken dürüst müydü, dürüstlüğünü kanıtlamak için mi uğraşıyordu? Evet, uğraştı; ama bilmiyorum, tam hatırlamıyorum, yine de iki lira çıkmadı işte. Dikkatle saydım ben de, bir lira 75 kuruş, iki lira olmadığından eminim. Her neyse, eksik çıktı işte para, hesap tutmadı, adım gibi biliyorum bunu. “Al işte, bütün param bu, istersen sana vereyim.” “Ya hayır, sok paranı cebine, ben sana vereyim, mesele o değil; ama Mavi Öyküler -

60


kardeşim ne işin var senin burada, hırsızlık yapılacak ev mi burası?” “Abi anam, bacım…” “Hayır, sus! Ya tamam kardeşim, git!” “Abi ver elini öpeyim!” “Ya hayır!.. Allahım yarabbi!.. İyi de sen nasıl geldin buraya?” “Şu demirlerden tutunarak çıktım.” Demirlere doğru uzandım, baktım. Evet mümkün, doğru söylüyor, zaten başka yerden çıkmış olması da mümkün değil… “Peki “O kaçtı!.. Abi ver elini öpecem senin.”

arkadaşın?”

“Allahım yarabbim, ya hayır!.. Bak kardeşim, bak şu aldığın ekran, ne işine yarayacak senin, para bile etmez. Hatta geçende yine girmişlerdi bu eve, adam cep telefonumu almış gitmiş; ama içerde de aynısı var, inanmazsan göstereyim, 10 lira etmez makinesi… Yani yanlış yere geliyorsunuz!” “Abi öpecem seni!” Hayır olmaz, etme tutma derken, sarıldı elime, hadi elimi öpmesindense öpüşeyim bari… Hava ağarmış, artık cumartesidir. Temmuz sonunun bu yakıcı gününde, bu mahmur Ankara sabahında, altıya varmak üzere saatler. Belki de geçmiş altıyı, ve ben, hırsızımızla balkonda sohbet edip öpüşüyorum… Bir ara, güldüm kendi kendime, bağırayım diye düşündüm, “Hüseyin, gelsene, hırsızımızla tanış” diyecek gibi oldum, uyku sarhoşluğu, o şok hali, belki de ürker ya da utandırırım çocuğu, ayıp olur diye kaygılandım, karambole geldi, unuttum gitti… Ama bir şekilde şu sorunu mümkün olan en az belayla çözmem gerekiyor. “Tamam, buradan gidemezsin artık, etraftan görecekler, tehlikeli de ayrıca, bir yerini kırarsın, gel içerden, kapıdan çık bari.” “Hayır abi olmaz, benim buradan gitmem lazım. “ “Peki, sen bilirsin, git hadi…” “Allah razı olsun abi” dedi, yeniden sarılıp öptü ve bir çırpıda tutunduğu demirlerden atladı, gözden kayboldu. Bir iki saniye 61

- Mavi Öyküler


durdum durduğum yerde, sonra hırsızımızın tuttuğu gibi, tıpkı onun gibi tutarak, bir elimde plazma bilgisayar ekranı, diğerinde omuz çantası, balkon kapısından salona girdim. Şuraya bak! Hüseyin de hemen yanı başımda, üçlü koltukta uyuyormuş. Baldır bacak dışarıda, derin uykuda hâlâ… Buna nasıl inanacağım şimdi, tam şurada, balkonda hırsızla 10 dakikaya yakın zaman geçirdim. Belki de bıçaklanıp düşmüş olacaktım, belki kan kaybı, belki başka bir şey, her neyse; ama duymayacaktı Hüseyin!.. Ben de kendimi uykucu bilirdim. “Hüseyin!.. Ya kalksana!.. Eve hırsız giriyor, balkonda yarım saat adamla cebelleşiyorum, sen uyuyorsun daha!” Yerinden fırladı Hüseyin, belki de bu kadar tatsız bir şaka yapamayacağımı hemen anlamasa inanmayacaktı bana; ama şafağın köründe, sırtım balkon kapısına dönük, iki elim dolu, birinde bir bilgisayar ekranı, diğerinde onun siyah, küçük omuz çantası… Üstelik, daha iki ay öncesinden benzer bir hırsızlık pratiğimiz var… İnandı… “Ne? Hırsız mı? Nasıl?” Hemen etrafı yokladık. Hüseyin’in cüzdanında yeni tuttuğu evin iki aylık peşin kirası, depoziti, harçlığı, benim cüzdanımda üç gün sonra gideceğimiz çekimler için kamera kirası, ekip vs ücretlerinin tamamı… Ama şuraya bakın, cüzdanlar, içindekilerle bir, tamam yerinde duruyor. Odamda küçük çaplı bir perişanlık, bilgisayarın ekran bağlantıları özenle sökülmüş, vidalar çıkartılmış, USB girişli aparatlar tertipli ve düzenli yan tarafa konmuş, kitaplığın rafındaki telefon cihazı yerinde, Hüseyin’in başucunda şarjdaki telefon orada, ama benim ekran boyası dağılmış olan, daha dün eski telefon tamircisinin, “Bu makine artık işe yaramaz, değiştireceğin parçanın fiyatı etmez” dediği telefonum yok… Allah Allah, bu mümkün değil, nereye bıraktım ki telefonu? Ama hayır, yok işte, dip köşeyi karış karış aradım, yok işte. Dur hele Hüseyin’in telefonundan çaldırayım, belki koltukların arasına bir yerlere düşmüştür. Tamam, çaldı işte; ama ses gelmiyor bir yerden. Mavi Öyküler -

62


“ A l o ! ” “Abi merhaba” “Merhaba da, hani ağır yeminler ettin ‘başka bir şey almadım’ diye? Yaptığın delikanlılık mı şimdi?” Yine o ifadesi bile tüylerimi diken diken eden yeminiyle başladı. “Abi cebimde unutmuşum, getirecem ama…” “E peki, getir o zaman hadi!” “Hayır abi, oraya gelemem, ama lokantaya bırakacağım.” “Hangi lokantaya?” “Sizin evin köşesindeki lokantaya!” “İyi, peki, sana güveniyorum bak!” “Tamam abi, bak yemin ettim, getirecem…” Hırsızımızla maceramız işte böyle sona erdi. Lokantaya getirmedi telefonu. On dakika sonra tekrar aradığımda da kapatmıştı. Rahatladım buna. Şifreli olduğu için bir daha açması imkânsızdı artık, bir yerleri arayamazdı, faturasını ödeyemediğim için her ay düzenli olarak kapanan hattı daha dün öğlenden sonra açtırmıştım, “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor” sesi, şişkin bir fatura korkusunu yok etmişti bende. Bu rahatlıkla dışarı attım kendimi. Henüz açılmamış lokantanın önünde bir sağa bir sola gittim. İçimde garip bir tutkuya yol açmıştı bu çocuk. Belki karşıda bir yerden izliyor olabilirdi beni. Çağırıp sohbet etmek istiyordum. Hele bir de şu kendini mağdur gösterme çabası, şu yeminleri olmasa, çok çekici bir sohbet olabilirdi aslında. Çünkü gerçekte, bir hazine getirmişti hırsızımız bana, ama o hazineye ulaşmamı benden esirgemiş, çekip gitmişti. Şimdi karşıda bir yerde, şu kaldırımın oralarda oturuyor olsa, onu gördüğümde gülecektim, içten gülecektim, belki o da gülümseyecekti, sonra varıp yanına gidecektim: “Telefonu falan boş ver, al senin olsun, şu kartı bana ver, gel biraz sohbet edelim seninle… Abi nasıl yapıyorsun bu işi? Bu gece ne zaman, saat kaçta çıktın evden, nasıl bir evde oturuyorsun, şu kolların, yaşından fazla jilet kesiği, ne zaman yaptın bunları böyle, nasıl attın o jiletleri, nasıl boşaldı o kanlar? Geceleri yatağına girdiğinde karın boşluğunda 63

- Mavi Öyküler


keskin bir acı mı duyuyordun yoksa sen de benim gibi? Çözümsüz müydü bu kadar her şey? Psikoloğa gittin mi hiç? ‘Psikolog…’ Psikoloğu biliyor musun? İnsanların ruh sorunlarıyla ilgili konuşup duruyorlar hani… Ya da konuşturuyorlar insanları. Sonra sağlıklı oluyor insanlar. İlaçlar alıyorlar, düzenli kullanıyorlar bu ilaçları. Kimine spor tavsiye ediyor psikologlar. Senin bunlardan hiç haberin olmadı mı yoksa? ‘Terapi’ kelimesini biliyor musun? Ya tedaviyi? “Psikiyatri bürolarına randevuyla gidiliyor biliyor musun?.. Kolunu, bileğini kesmemek, sağlıklı bireyler olmak için yapıyorlar insanlar bunu… Yoksa sevdiğin kız seni terk ettiğinde, ‘sen hastasın yaa’ diye iğrenerek mi baktı yüzüne? O zaman mı kestin yoksa kollarını?.. Kaç jilet attın abi sen bu kollarına? Niye çetele tutmadın hiç? Halbuki bak, borsada günde kaç senet işlem görüyor, kaç liradan alınıyor, kaç liradan satılıyor, faiz nasıl iniyor, nasıl çıkıyor, Amerika’daki emlak piyasası istatistiklerine göre bilgisayar ekranları nasıl kırmızıya, yeşile boyanıyor, o boyaların her bir zerresinin bir istatistiği vardır, her bir noktanın bir kâğıt para cinsinden değeri… Senin çıkarıp sağdan saydığında 1,75 kuruş, soldan saydığında 1,75 kuruşun o televizyon ekranlarındaki renk zerreciklerinin zerresi bile olamıyor oysa… “Ya senin adın neydi cidden? Kaç kardeşsiniz? Hangi işlerde çalıştın? ‘İstihdam’daki yerin nedir abi senin? ‘Temsilde adalet, yönetimde istikrar’ı duydun mu sen? Hani oy verdin daha birkaç gün önce, inkâr etme, parmağına baktım, namuslu seçmenlerin gururla gösterdikleri o boyalardan vardı işte parmağında. Sen ‘sıkı maliye politikası’sın abi… Ki kalkıp, ‘sıkı maliye politikasını da bilmiyorum’ deme şimdi bana. Sıkı maliye politikası vatandır kardeşim. Vatan, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Askere gittin mi sen? Hayır, tamam işte, bu ‘BÜTÜN’ için çarpışacaksın daha sen… Hani şu bir yerini incitmeden atlayıp zıpladığın bizim balkonun parmaklıkları ne ki; daha ne sarp kayalardan, geçit vermez dağlardan, koyaklardan, kayalıklardan geçeceksin… Karda, kışta, çığda, kavurucu sıcaklarda, uçurum zirvelerinde tetik çekeceksin, pusu atacaksın oralarda; kardeşlerini vuracak, kardeşlerinin elindeki namlulardan çıkan mermilerle vurulaMavi Öyküler -

64


caksın, tabutlara konacaksın sonra, al kırmızı bir tabutta, önce üniformalı sırtlarda, sonra melodik bir borazan eşliğinde, ritmik adımların taşıdığı omuzlarda getirileceksin buraya, gecekondudaki ailene teslim edileceksin. “Ayrıca bir şeyi merak ettim ben. Daha ben uyku sarhoşu, rüya arasında, şok halinde sana, ‘bir dakika’ dediğimde, hemen bıçağını çektin ya bana, bunu niye yaptın abi? Tehdit etmedim ki ben seni, henüz tanımıyordum ki, tesisatçı sanıyordum seni, belki de ev eşyasını taşıyan bir tanıdık… Ama sen bıçağını çektin tek hamlede? Dur söyleme… Niye çektiğini biliyorum ben. İki korkun vardı. İlki, seni vurabileceğim korkusuydu. Elimde hiçbir şey olmadığını, bir atlet, bir şort dışında üzerimde bir şey taşımadığımı gördün sonra… Görmüştün beni, ama bıçağını çekmiştin işte, çünkü ikinci korkun, polise vermemdi seni… 1,75’ini, hani o borsa tahtasındaki renklerin noktaları arasında nokta olmayan servetini teklif ettin bana… Seni uyanık seni… Kendini masum göstermek istedin değil mi, ahhh şu polis korkusu nelere kadir… Ah şu hırsızların, kapkaççıların, soyguncuların korkulu rüyası, kâbusu güvenlik kuvvetleri, karakollar, hücreler, mahzenler, adliyeler, mahkemeler, duruşma salonları… Onlar olmasa korkmayacaktın benden, çekmeyecektin bıçağını, katil olma korkusunu duymadığın o dehşetli ruh halin, o dehşet verici tedirginliğin, o imansız, atik, çevik hareketin, o kendini ateşe atan refleksin olmayacaktı bu korku olmasa sende. “Ama korkuyorsun adaletten sen. Davadan korkuyorsun, buydu sana bıçağı çektiren. Korkuyorsun, çünkü adalet, sana, başkasının mülkiyetine tecavüz etmeyi yasaklıyor, bunun için cezalandırıyor seni, bu cezadan korkak bir tavuk gibi kaçıyorsun, işte o ceza dehşete düşürüyor seni. Karakola çekildiğinde başına nelerin geleceğini biliyorsun çünkü. Adliyeye, hâkimin, savcının karşısına çıktığında seni nelerin beklediğini biliyorsun. Hadi itiraf et, daha önce girdin sen o karakollardan bir kaçına. Hiç girmediysen en az bir kez girdin, inkâr etme… Yoksa bu kollarındaki jilet kesiklerinden birkaçını da orada mı attın kendine? Dayanamadığın bir sıkıntı mı çektin yoksa o hücrelerin birinde? Gardiyanın biri kötü mü davrandı yoksa sana? Yoksa şefkat mi bekliyordun sen? 65

- Mavi Öyküler


Hayal kırıklığına mı uğradın yoksa? Kaldıramadın mı yoksa sana yapılan muameleyi? Ne yaptılar sana? Çekinme, konuş, hepimiz erkeğiz, erkek erkeğe konuşuyorum bak seninle… Ben hırsızıyla konuşan ilk kişi değilim ayrıca… Bugüne kadar seninle kim konuştuysa, onların hepsi benim gibidir… Her birinin herhangi bir şeyini çalabilirsin sen değil mi?!… Vicdan temizlemiyoruz burada, sadece hırsızın da bir ahlakı vardır ve belki de bunun tek ilkesi cesarettir. İşte şimdi adam akıllı bir hırsızsan, cesaretini topla ve itiraf et, ne yaptı o gardiyanlar sana?.. Bak bilmez değilim, çok gardiyanla konuştum ben. Amcamın oğlu da gardiyandır ve o, bir keresinde, hani ben gazeteci oldum diye, kıskançlıktan, o da cezaevindeki çocukları nasıl dövdüğüyle övünmüştü karşımda. Daha böyle birçoğunu tanıyorum. Birçoğunun itirafından söz etmeyeceğim bile sana; sadece övünçlerini dile getirirken açık ettikleri maceraları bile onların içeri düşen senin gibi gençlere neler yaptığını sezmemize yeter de artar bile. Sen söylemesen de biliyorum ben… “Ceza dediğin de işte budur. Suçun bir daha olmaması içindir ceza, bunu sen de ben de biliyoruz. Oysa biliyorum, sen ne kadar akıllı görünsen de, akıllanmamışsın, bu gardiyanlar, bu mahkemeler, hücreler, mahzenler, hâkimlerin kararları kâr etmemişe benziyor sana. Uslanmamışsın, ama elbette uslanacaksın, çünkü suç oldukça, şu içinde yaşadığımız dünyadaki mülkiyetlere tecavüz edildikçe, yani suç işledikçe senin gibi insanlar, ceza da olacak… Cezanı bulacaksın… Ya sen cezalandırılmazsan, ya mülkiyet hakkı korunmazsa, nasıl sağlanır ki adalet? Kolay mı sandın yoksa? Bu mahkemeleri, kanunları, nizamın sağlanması için ayrılan bütçeleri, hükümetlere bunun için yardımcı olan IMF’leri, uluslararası düzeni çocuk oyuncağı mı sandın? “Nizam namustur devletler için ve devlet bile borçlanıyor biliyor musun sen bu nizam için. Tıpkı gırtlağa kadar borca boğulan senin baban, benim anam, sen, ben gibi… Devletin parası orduya, işte bu senin gibi hırsızları yakalayıp adalete teslim edecek olan güvenlik güçlerine, yollara, borsa binasına ve cezaevleri inşaatına yetmediğinde, o da borçlanıyor. Ama gelip senin gibi evimize girmiyor devlet, her namuslu insanın yapacağı gibi gidip banMavi Öyküler -

66


kalardan, uluslararası sermaye sahiplerinden, elin gavurundan bile borç alıyor. Diyeceksin ki şimdi, bu bankalar, bu sermaye sahipleri, dev kurumlar devlete borç verdiğinde bunun karşılığını almıyor mu? Elbette alacak kardeşim! Hem de son kuruşuna kadar… Yeter ki kanuni olsun… Kanuna uygun olsun, kitapta yeri olsun… Evet alıyorlar, hem de senin aklının alamayacağı kadar alıyorlar karşılığını. Elbette bir iyilik yaptığında bunun bir karşılığı vardır. Ne yapıyorlar? Devlete borç vererek karşılığında faiz alıyorlar. Bu faizleri kanunsuz, keyfi olarak belirlenmiş oranlar olarak düşünüyorsan yanılıyorsun. Allah bilir, sen, ‘serbest piyasa’ denen şeyi bile bilmiyorsundur. Nedir biliyor musun serbest piyasa? Parası olan herkesin, serveti olan herkesin, bu servetini, parasını yatırdığı şeye karşı bir gelir elde etmesidir. Bu işin, yani bu servetlerin karşılığını bulması meselesinin, kendi kendine işleyen, kimsenin namusuna dokunmadan, kimsenin boğazına bıçak dayamadan işleyen bir mekanizması vardır. “Eğer devletin, daha çok paraya ihtiyacı varsa, o zaman ne yapacak, daha çok faiz ödeyecektir. Eğer ilerde daha da çok ihtiyacı olursa, o zaman ha bire yükselecektir faizler. Bu faizlere de hakkı vardır elbette servet sahiplerinin; çünkü servetini yatırıyor adam sonuçta; devlet de kanunsuz, hırsız değil ya, eşkıya değil ya, buna bir bedel ödeyecektir; mesela ne yapacaktır, daha çok istiyorsan, o zaman sadece daha çok faiz ödemekle kalmayacaksın, o servet sahibini vergi vermemekle ödüllendireceksin. Burada kimse kimsenin boğazını kesmez, aklın kuralları işler… Vergi vermedikçe, faizi çok kazandıkça ne oluyor peki? Serveti büyüyor adamın. Serveti büyüyünce ne oluyor? Toplam servetin paylaşımında daha avantajlı konuma geçiyor. Diyelim ki işte bu vatanımızda, bu bölünmez bütünümüzde 100 liralık toplam servet varsa, her seferinde bunun daha büyük bir kısmı bu yüksek faiz alan ve vergi ödemeyenin elinde birikiyor. O da ne yapıyor peki bu serveti? Devlet ihtiyaç duydukça yeniden ona veriyor, devlet de orduyu, mahkemeleri, halkın huzur ve güvenini sağlamakla görevli güvenlik birimlerini ayakta tutuyor. Neden? Çünkü huzur ve güven olmadan hiçbir şey olmaz. “Çünkü mülkiyet hakkı korunmazsa, hırsızlık yaptığında sen 67

- Mavi Öyküler


cezalandırılmazsan, mağazayı soyan biri cezalandırılmazsa, çekilmezse karakollara kapkaççılar, bir güzel pataklanmazsa cepçiler, nasıl korunacak bütün bu düzen? Bankalar nasıl çalışacak o zaman? Mahkemelerin harçları nasıl yatacak? Fabrikaların çarkı nasıl güven içinde işleyecek? İşçilerin ücretleri, sendikaların aidatları, bakanlıkların büroları, şirket kasalarının güvenliği, finans kurumlarının işleyişi nasıl sağlanacak kardeşim?!.. Eğer bunlar, bu sistem güvenlik içinde, saadet içinde çalışmazsa, istikrar olmazsa bir ülkede, nasıl toplanacak o zaman vergiler? Ne sanıyorsun sen? Peki bu vergiler toplanmazsa, nasıl korunacak bu ülke? Bu ülkeyi koruyan askerler, ordu, onların uçakları, topları, silahları ve mühimmatları, iaşeleri, istihkamları, füzeleri ve binaları, araçları ve ordugâhları nasıl var olacak? Bütün bunlara aklım ermez mi diyorsun yoksa? Sadece hangi eve nasıl girileceğini, demir parmaklıkların nasıl kesileceğini, düz duvara nasıl tırmanılacağını, parmak uçlarında yürüyerek yarı uykulu insanların arasında nasıl dolaşılıp yükte hafif pahada ağır eşyaların nasıl çalınacağını bilirim de başka bir şey bilmem mi diyorsun? Bırak bunları… Biliyorsun, anlıyorsun ne demek istediğimi, hem de bal gibi anlıyorsun. Bu kadar zekice hırsızlık yapan sen, söylediklerimi de anlıyorsun pekâlâ. Anlamamazlıktan gelme, inandıramayacaksın beni. Ki biliyorsun işte, bütün bu güvenliğin, adaletin, kanunun gereklerinin sağlanması, her suçun karşılığında mutlaka bir ceza konmasıyla mümkündür. Böyle olması gerekir. Gerekir, çünkü bu hırsızlıkların önünün alınmaması durumunda, sen de biliyorsun ki işte o zaman bütün bu sistem bozulur ve adalet işlemez hale gelir. Hukuku tanımaz kimse o zaman… Mahkemeleri sallamazsın o zaman, adım gibi eminim bundan. Ve işte bu türden, yani senin işlediğin türden suçların cezalandırılması gerekir ki, bu sistem çalışsın, devlet işini yapsın, ordular görevlerini yapabilsin, böylece bankalar rahat çalışabilsin. “Hani benim küçük hırsızlıktan başka bir şeye aklım ermez diyorsun; ama gözlerime bakışından, bu bankaların sahiplerinin, bono alıp satanların, faize para yatıranların, kasalarında tonlarca döviz bulunduranların bile senin gibi sabahın şafağında kalkıp işe çıkmadığını söyleyeceksin neredeyse. Az daha sesimi çıkarmasam, izin versem, neredeyse onları suçlamaya kalkışacaksın. Mavi Öyküler -

68


Onların şimdi, şu saatte, güzel bir tatil kasabasında, lüks bir eğlence yerinde ya da bilmem kaç yıldızlı bir otelde, banka kartlarındaki elektronik işlemlerle ödemeler yaparak eğlendiklerini söyleyeceksin. “Ama kardeşim, şunu unutuyorsun ki, senin gibi küçük hırsızlıkların cezalandırılması, bu rejimin selametle işlemesi içindir. “Bir yerde duyarsan sakın kulak asma ama, işte benim söylediğim bu sözü, kimileri şöyle de söyleyebilir: ‘Küçük hırsızların cezalandırılması, büyük hırsızlıkların meşru yollardan gerçekleşebilmesi içindir.’ Ama sen de görüyorsun ki, bu ifade, son derece karmaşık ve ne dediği anlaşılmayan garip bir ifadedir.”

p

“SULUKULE ISSIZLIĞIN KUCAĞINDA BUGÜN...” “Sulukule” | Jale Sancak Ben Sulukule’de doğdum Babam Sulukule’de doğdu Dedem Sulukule’de doğdu Çocuklarım Sulukule’de doğdu Burada benim tarihim var Sizin için ara olan yerde İstanbul var. Hepimiz Sulukuleliyiz, Sulukule İstanbul’dur. (Sulukule’deki bir duvar afişinden) Yuh olsun be! Ruhum hâlâ acı çekiyor be! Nasıl bir ruh bu anlamadım yahu! Terk-i dünya ettim güya, hâlâ Sulukule’de Roman inadıyla dolaşmakta ruhum! Ah be mezarda da başıma bela be! Gırnatacı Sami’nin ruhu bir vakitler yaşadığı evin önüne dek geldi. Bahçede yalnız bir incir ağacı, incirin dibinde Sami’nin 69

- Mavi Öyküler


oğluna miras bıraktığı, kırk yıllık yayları pırtlamış koltuk, ayağı kırık ceviz sehpa, sehpanın üstünde üç şarap şişesi, yeşermemiş, kalık toprağın üstüne bırakılmış birkaç bira kutusu, kediler hafiften kafayı bulmuş olmalı, şişelerle sevişmekte… Yani her şey Sami’nin bıraktığı gibi. Ah bu tuhaf, sancılı ruh, ah! Sokaklarda iplere asılmış çamaşır manzarası, ahşap ve kâgirlerin, yani numaralanmış evlerin üzgün hafızası ve çocukları bekleyen asırlık çınar ağacı, hani bir dokunsan bin ah işiteceksin, az ötede terk edilmiş bir at arabası, kapı önlerinde sigara tüttüren, vaktinden önce kocamış, saçları oksijen sarısı gacılar, küfür kıyamet çocuklarına bağıranlar, öte yanda çocukların yaygarasını umursamayan gamsız analar, dövülüp de cami duvarına serilmiş yıprak halılar, salına salına dolanan badem gözlü, taş gibi kızlar, odalardan sokaklara taşan arabesk şarkılar, arada bir uyuntu bir tef sesi, hevesi kaçmış bir zil, ağlamaklı bir pandele,(1) bakma bu dokuz sekizlik gezintiye, o eski cümbüşler şimdi hayal, neşe-i muhabbet desen aynen öyle, yağmur hafiften, pabuçlara sarı bir çamur sırnaşmakta, Romanlar aslında yıkıma mıkıma pabuç bırakmamaktan yana. Belediyeye de, başkabakana da ateş püskürmeler gırla. Seçim yakın, baksınlar bakalım onlardan oy alabilecekler mi bu defa? Yok öyle köfte abicim, hem bizi Sulukule’den et, hem de oy iste, o ne âlâ! Nurgül Pembegül, kimseye çaktırmadan gözyaşlarıyla çıktı evden. Bugün günlerden ne? Mayısın ikinci pazarı, yani anneler günü! Şıpıdık terliklerini sürüye sürüye yürüdü, gelip geçen kimseye bakmadı, yüz vermedi birine bile, omuzlarını çökertmiş yüküyle birlikte bitişik evin bahçe duvarına çöktü. Anam öleli üç yıl oldu mu? Oldu. Ona Topraktepe’de bir mezar yaptırdık mı? Yaptırdık. Adasını paftasını parselini aldık mı? Aldık. Tapusunu? Onu da. Sonra mezarı başkasına sattılar mı? Sattılar. Anamın üstüne başkası gömüldü mü? Gömüldü. Anamın mezarı kayıp mı? Kayıp. Kıytırık bir yağmurun altında Sulukule vallahi ve billahi de Mavi Öyküler -

70


hüzün deryası. Tırnak Memet, “ekmek yok, para yok, iş yok, sokakta kalıyorum” diyerek yoldan geçen yabancılara sarkmakta, hüznü yırtsa yırtsa plastik bidonda ritm tutan küçük kız yırtar, amma velakin o da ritmin içinde kaybolup kaybolmamakta henüz kararsız. Saksılardaki sardunyalar, begonyalar, camgüzelleri kararsız. Şarapcı meyhanesinin sarmaşığı… belkisi yok o da öyle. Bu yıl ilkyaz enikonu hayırsız. Kemancı Ali, yedi göbek Sulukuleli ve gözleri dumanlı gri, aynı zamanda şimdiki dernek başkanının babası, çok uğraştı kurtarsın diye mahallesini, hani nerdeyse çalmadık kapı bırakmadı, dil dökmedik muhterem zat, lâkin nafile. Sulukule yıkılacak ya da kaldırılacak, ikisi de aynı kapıya çıkıyor zaten, eski Sulukule yok olacak, Romanlar Taşoluk denilen cehennemin bir bucağına alenen sürülecek. Sulukule yağmurun altında bir kuş kafesi. Kemancı Ali havayı koklayarak derneğin bahçesine girdi. Tuhaf ruh Sami, hayattayken olduğu gibi aksayan sol bacağını sürüye sürüye üst sokağa doğru seğirtti. 3645… 3643… 3562… Pandeleci kıllı Sami’nin evi değil mi bu? 3557… 3558… Bu da tepsi kıçlı Zarife’ninki. Yuh ulan, hepsini numaralamışlar evlerin. Yollayacaklar bizimkileri buradan. Ne yapar be bu çileli millet oralarda? Zati dokuzyüz doksaniki’de teşkilat bastı buraları, kırdılar evlerin kapılarını, sazları kırdılar, eğlenceyi engellediler, ekmek parasını. Güya fuhuş yaparmışız evlerde be. Ne fuhuşu be! Amirim, biz müzisyeniz be, canavar değiliz. Hem de yedi sülaleden be. Dedem ud çalardı, halam cümbüş, amcam namlı klarnetçi, babam has darbukacı… Ben amcama benzemişim, na şuncacık çocuğum, klarnete yazıldım. İstanbul bizi bilir be. Bizden sorulurdu gazinolar. Adnan Pekak’a, Adnan Şenses’e çok çaldık be, çok! Sonracığıma Sibel Can da buralardan çıkmıştır. Karagümrük iki adım, Karagümrük dedin mi Türkan Şoray bir, Sibel Can iki. Fuhuş bunun neresinde? Kuru Çınar, Çalı Çıkmazı, Neslişah, Zuhuri, surdipleri… Yıkılmaya hazır tapulu tapusuz evler, kirli sokaklar, kapkaç, tokar, diğer adıyla esrar, yoksunluğun katlanılmaz kokusu, parya mua71

- Mavi Öyküler


melesi görmekten yorgun Sulukule ahalisi, usanık, ezgin ve olup bitenlerin sonucunda kindar. Aralarında yıkım olacak diye ruh halleri bozulup hastaneye düşenler, mal paylaşımı yüzünden birbirine girenler, cinayet işlemeye yeltenenler var. Anlayacağınız bizi birbirimize kırdıracaklar. Hüzün birdenbire dağılıveriyor. Beyaz gelinliğiyle incecik, esmer güzeli bir kız evinden çıkıyor. Damat alesta, kapıda süslü mü süslü fiyakalı bir araba; gelinin anası, kardeşleri camda, çocuklar bahçeye üşüşmüş, akrabalar sokağa dizilmiş; zurna yaman mı yaman, oynak, kıvrak bir hava serpiliyor üstlerine; kız babası biraz alarga, belki yüzünü saklıyor, kaygılarını belki… Büyüdü de kızanı gelin oluverdi ne çabuk! Ne çabuk karışıverdi ele! Vay başıma! Gelin arabasının kornası sabırsız, şoför abi, yani damadın kardeşi mutluluktan esri, sıkıyor havaya üç eli, şakası yok tabanca sahici, para zarfları atılıyor çocuklara, bir sevinç bir neşe; pembe ibikli horozun teki böbürlenerek dolaşıyor; biri çift kâğıtlı sarıyor, küçük bir kız çalmadan oynuyor; sen dur da namın yürüsün be Sultan Mahallesi, ayrı gayrı yok herkes düğüne davetli. Bir kadın eli uzanıyor usulca… Sulukule yağmurdan kaçırılan bir kuş kafesi. Kemancı Ali dumanlı gözleriyle kahveyi şöyle bir taradı. Allah vere de bir gazeteci ya da bir televizyoncu düşmüş olsun… Yok, yabancı yok aralarında, oğlan bizim kız bizim, hem dernek hem kahve burası, pişpirikciler, tavlacılar azınlıkta, okeye sardırmış delikanlılar, çayların biri geliyor biri gidiyor, iki orta kahve, köpüklü olsun, bir de sade, Kemancı Ali gibi çoğu işsiz artık, çaresizlikten bir rivayete kanıp define bile aradılar su kuyularında, ne ki bir şey çıkmadı. Şimdi umut derme çatma evleri satıp buradan bir an önce fıymakta. Elli metre kare yeri iki yüz bin liraya satıyorlar, tapuların nereye, kime gittiği belirsiz. Ola ki yakında milyarlık apartmanları dikecekler buralara. Bıçkın bir kadın dalıyor içeriye, dernek başkanına hesap sormaya gelmiş. Kahvenin bitişiğindeki top sahası kıraç, sol bekler, forvetler, kaleciler keşMavi Öyküler -

72


fedilme derdinde. Ali çok istemişti oraya okul yapılsın, çocuklar okusun, okusun da Sulukule’nin yazgısı değişsin, yoksulluk, cehalet bitsin. Kemancı Ali’yle gırnatacı Sami’nin ağzı neredeyse bir: Tamam bilinçli değiliz, ama kabadayı da değiliz be cancağazım, müzisyeniz biz, müzisyen! Bir gazeteci gelmiş olsaydı, Ali ilkin bir türlü kapanmayan yarasını gösterecekti elbette. Nurgül Pembegül bir sigara yakıp kahırla soluklandı. Annem Neziha Erdem’in mezar yeri Tokmaktepe / 4907. Cilt 33, sayfa 3. Sıra no’su 264 olarak kayıt düşüldü. Mezarın eni 1.20, boyu 2 metre. İsmail Bey, yani mezarlıklar müdürü, onu her defasında kapısından çevirdi. Ah keltroş İsmail Bey, Romanım diye, di mi? Romanım, on çocukluyum, okuma yazmam yok, mangırım yok, kocamdan dayak yerim diye, di mi? İyi de ben de senin gibi insan değil miyim? Ha? Anamın başında dua edip içimi dökemez miyim? Dalgın bakışları köşede çalmadan oynayan kız çocuklarına takıldı, efelenmeye hazır civanım delikanlılar, işsizlikten sararıp solmuş herifler… Yarın diye bir şey var mı bizim için? Yeşile boyanmış tarihi çeşmenin tatlı mı tatlı suyunu da kestiler. Kahrol emi mezarlıklar müdürü! Bak sur duvarları da ağıt dokumakta be ablam, binlerce yıldır neler gördüler, kimler geldi kimler geçti, kimler kovuldu bu şehirden, kimler hırstan, hınçtan delirdi, kimler ayaklar altında ezildi kim bilir? Biz ne ilkiz ne de sonuncuyuz be ablacım. Yaz bak, sen bunu aynen böyle yaz. Ah bir gazeteci düşecekti ki bu gün, Ali iyice bir döktürsün. Sulukule ıssızlığın kucağında bugün. Zuhuri sokak, Kuru Çınar, Çalı Çıkmazı, Neslişah… Ne arayan ne soran. İnsan hayatı pilaçka,(2) üstüne üstlük sipali nakka.(3) Mahalleli topyekûn düğüne hazırlanmaktaydı ki, Sami’nin ruhu incir ağacının dibine, yayları pırtlamış koltuğa bir güzel ku73

- Mavi Öyküler


ruldu, 3558… 3681… 3713… on üç uğursuzdur malum… 3721, 3722… bir süre evlerin, sofaların, kırık camların çığlıklarını dinledi, şişenin dibinde birkaç damla şarap kalmıştı, şişeyi başına dikti, anılar ayaklandığında ruhların içip ağlayacağına kimse inanmazdı, sonra masada uyuklayan klarneti dudaklarına dayadı, şu bahçede ne cümbüşler, ne muhabbetler yaşanmış, yürekler nasıl da yıkanmıştı nağmelerle. Kediler kuyruklarını havaya dikip dikkat kesildi, çınar ağacı ürperdi, güvercinler takla üstüne takla, si bemoller uzayıp sokaklara dağıldı, Nurgül Pembegül bir an duraksadı, kemancı Ali yerinden sıçradı… Bu ses, bu klarnet, bu hovarda üfleyiş Sami ağabeyin üfleyişi değil mi? Bu coşturan ve yürek yakan hava! Ali besmele çekti, oynatıyor muyum ne? Evvel zamanda Sulukule sokaklarında, annem Neziha Erdem’in bu üfleyişe âşık olduğu rivayeti dolaşırdı. Klarnet turlamaya çıktığında babam öfkeden kudururdu da, imansız klarnet gene de bizim kapının önünde nöbete dururdu. Aşk mıydı? Rivayete göre aşktı. Aşk, ayrılıktı. Öyle de olsa annem Neziha Erdem hiçbir vakit sevdaya kıydı mı? Kıymadı? Kocam beni alsın diye kapılarda yattığında, ona acımadı mı? Acıdı. “Ben mesut olamadım, bari kızım olsun” diye güçbela razı etmedi mi babamı? Etti. Eee annem Neziha Erdem’e nasıl kıydılar peki? Taşlar silkindi, yıkıldı yıkılacak ahşaplar gidip geldi, rakamlar ayaklandı, 3721 güney batıya kanat açtı, 3722 kuzey doğuya, 3546 kıbleye indi, 3548 avazı çıktığı kadar bağırdı, ardına dek açık kapılar, pencereler çarpıp çarpıp kapandı, saksılar devrildi, sakız çamaşırlar iplere dolandı… yalnızca sokak soluğunu tutup dinledi. Nurgül Pembegül apacı inledi, “Sami amca hortladı mı ne?” Düğüne gidiyoruz, düğüne! Kimi evlerde bir telaş, kravat bağlamayı beceremeyenler, dudağına ruj beğenmeyenler, gözlerine sürme çekenler, yeşil, mavi, mor, allı güllü giysiler, erkenden kafayı tütsüleyenler… Umurunda mı? Oturamaz, yerinde duramaz oldu kemancı Ali. Baktı, kahvede kimsede tık yok. Her şey Mavi Öyküler -

74


olağan, yani her zamanki höpürtüler, pul şakırtıları, acaba bizim iki göz haneyi kaça okuturuz hülyaları... Öyleyse bu sesi ondan başka duyan da yok. Öyleyse keçileri kaçırıyor usuldan usuldan. Bir ölü klarnet çalsın… Yok, daha neler! Ondan başka biri çıkıp da klarneti böyle çalsın… onun da mümkünü yok. Ne ki aldanması da imkânsız, kulağının pası ilk bu sesle silindiydi çünkü. Esmer güzeli gelinle, mahcup damat salona girdiler, düğün Trakya karşılaması ile açıldı. Sami, kıvırta kıvırta, göbeceğini ata ata yürüyen Nurgül Pembegül’ün ardından hüzünle baktı. Ahh ah, anasının tıpkısının aynısı! Nurgül ayırdına varmadan adımlarını ve bedeninin her yanını Sulukule göğünü tutan ezgiye uydurmuştu, öylece de yürüyüp ağlaya oynaya kahveye yollandı. Onun bu halini gören kemancı Ali, şaşkınlıkla uzun bir destur çekti, bu da mı oynattı ne? “Kız dur!” dedi, “sıyırdın mı balataları?” Anlamadan baktı ona Nurgül Pembegül, “Şey… şu şey var ya Ali abi, şu…” Gözyaşı sağanağı, durmak bilmeyen, durmadan kıvrılan kalçalar, üzüntüsünü öfkeye dönüştürdü, sigarasını hırsla atıp Ali, pabucunun ucuyla ezdi, “Bak mezar lafı falan etme, çekemem bu gün, zırnık çekemem! Zaten kafayı yiyecem be bacım! Soluğu alan burada!” “Yok be” dedi Nurgül, “onun için gelmedim. Sesi duyuyor musun, sesi?” Gırnatacı Sami üflemenin en hasında almış başını gidiyordu. Haziran 2007 ~~~ Pandele: Roman dilinde darbuka. Pilaçka: Bedava. (3) Sipali nakka: Para yok. (1)

(2)

~~~ Jale Sancak, İstabul’da doğdu, Bebek İlkokulu’nu, ardından 75

- Mavi Öyküler


Behçet Kemal Çağlar Lisesi’ni bitirdi. 1985’te TRT İstanbul Radyosu’nda seslendirilen Yitik Sesler adlı oyunuyla yazarlık yaşamına adım attı. Öyküleri Argos, Adam Öykü ve Varlık dergilerinde yayımlandı. 1998’de TRT’ye Ateşi Çalmak adlı televizyon programını hazırladı. “Mırıl Mırıl Münevver” adlı öyküsü yine TRT’ye televizyon filmi olarak çekildi. TRT radyolarında 20’ye yakın oyunu yayımlandı. “Bu Gece Pera’da” adlı öyküsü Finceye çevrildi. “Bıçkın Melek ve Küçük, Önemsiz Bir Kayboluş” adlı öyküsü ile 2002’de Haldun Taner Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülünü aldı. Öykülerinden bir derleme Seçilmiş Öyküler adıyla Bulgaristan’da, Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar ise Almanya’da yayımlandı. Öykülerinde Jale Sancak, kalabalıklaşan kentte yalnızlaşan insanların birbirleriyle olan çatışmaları ve kendi içlerinde duyumsadıkları açmazları anlatır. Yanı sıra şehrin surları, kuleleri, sokakları da dile gelir, kaybettikleri sevdalarını anlatır. Öykülerinin kahramanları hem çok yakın hem de çok uzak olduğu gibi kimi zaman da birbirlerinin zıddı olur; geçen zamana tanıklık eder. Genel olarak öykülerde iyilik ve kötülüğü farklı biçimlerde görebilmekteyiz. Eserleri: Bu Gece Pera’da (1989); Aynadaki Yüzler (1991); Bahçedeki Tuhaf Adam (1993); Ansızın Gelen (1998); Hayatın Bu Yakası (1999); Aşka Dayanmak (2000); Surdibi’nde Çilingir Muhabbeti (2002); Üç Aşk, Toplu Öyküler (1989-1993); Kenti Dinlemek,Büyülü Kent İstanbul’dan Öyküler (2004); Sürgün Melekler (Ekim 2004); Yaşamdan Sahneye (Ekim 2005).

p

“BİR FOTOĞRAFTI SADECE…” “Kaçış” - Hasan Uygun Ara Güler’e sevgiler... Mavi Öyküler -

76


Onu orada göremiyorlardı... Ama o her şeyi seçebiliyor ve hazırlıklıydı yakınlaşan adımlara. Dar, koridor gibi uzayan sokakta esnaflar nefesini tutmuş, kendi aralarında fısıldaşarak biraz sonra tanık olacakları sahnenin olası gelişim ve sonuç hesaplarını yapıyorlardı. Kulağını kabarttığı tedirginlik, toprağın üstünde gümbürdeyen topuk tıkırtıları, hızlı nefes alış verişleri, tuzlu ter kokuları karışıyordu kadının soluğuna. Kadın, nefes alıp verirken, göğsü belirgin bir şekilde inip kalkıyor, sıkıca bastırıyordu her şeyden habersiz kundaktaki bebeğini kucağına. Gözbebekleri büyümüş, şimşekler patlayan gözlerinin elektrik yükü, en az zararla boşalacağı paratonerin arayışıyla seğirtiyordu; önündeki kalabalığa. Kadın korkuyordu; ama korkusunu belli etmek istemiyordu. Kucağına bastırdığı bebeğin, mum gibi ışıldayan küçük iki boncuk iriliğinde zeytin gözleri vardı.. Bebeğin bana yönelttiği bakışlarında, annesinin kucağında olmanın rahatlığı ve güveni okunuyordu. Ancak bu güvene rağmen, gizleyemediği şaşkınlık ifadesinde, annesinin göremediği ve sadece onun şahit olduğu başka bir tehlikenin sinyalleri okunuyordu. Annesi ise, sırtını yasladığı duvarın köşesinde, bürgüsüne bürünmüş kara yüzüyle, kollarını bebeğine sıkıca bastırarak onun içgüdüsel yaklaşımını boşa çıkarmamaya çalışıyordu. Annesi beni göremedi. Çocuk da göremedi aslında. Zaten istese de göremezdi… Orada onu göremeyeceklerini düşünerek, kendini güvende hissetmeye çalışıyordu. Yorgunluk ve korkunun ilk bakışta okunduğu yüzüne bir daha, ama bu sefer daha dikkatlice bakınca, birbirine çok yakın, yay gibi gür kaşlarını, gözlerinin üzerine siperlik gibi inen uzun kirpiklerini, minnacık burnunu, dolgun dudaklarını gördüm. Yüz ifadesindeki korkuya yakın tedirginlik, her şeye rağmen, kucağında bastırdığı bebeğini koruma içgüdüsüne dönüşüyordu. Neden kaçıyordu acaba? Peşindeki insanlar kimdi? Bu soruyu hiçbir zaman soramadım. Oysa sorabilmeyi o kadar çok istiyor77

- Mavi Öyküler


dum ki… Hayır, yardım edebileceğimden değil, sadece merak işte! İyice yaklaşmışlardı. Birazdan onu görebilir ve azgınca saldırabilirlerdi. Kadın, yavrusu elinden alınmaya çalışılan bir panterin, her an karşısındaki canlının bedenine dişlerini geçirmeye hazır bakışlarıyla bekliyordu onları. Kadın kaçıyordu… Sırtını yasladığı duvarın üzerindeki yazılar oranın kutsal bir yer, büyük bir ihtimalle bir cami duvarı, olduğunu gösteriyordu. Bir cami… ve duvarı. Onun can güvenliğinin teminatı olabilir miydi? Ya da o yerin kutsallığına kendi çaresizliğini koymayı düşünmüş müydü? Belki de sırtını dayadığı duvarın nereye ait olduğuna bakmaya dahi zamanı olmamıştı. Her şey onun aleyhindeydi… O ise kendi çaresizliğini yaşıyordu. Ben onları gördüm; yaklaşan adamları… Kalabalık, öfkeli bir gruptu. Onların lideri olduğu, ateşli kışkırtmalarından belli olan gençten biri, baş parmağını ileri uzatarak belli belirsiz bir mesafeyi gösteriyordu; onu takip eden güruha. Hepsinin ellerinde kocaman sopalar vardı. Sopaları havada sallıyor, gözdağı veriyorlardı yolda rastladıklarına. Dükkânlarının kapısından başlarını uzatıp ortalığı gözlemeye çalışan meraklı birkaç esnaf, kalabalığın onlara yaklaşmasıyla içeri doğru kaçıyor, sıkıca kilitliyorlardı kapılarını ardından. Biliyorum, onlar onun peşindeydi. Asla yanılmam tahminlerimde. Ve o da biliyordu. Ama pes etmeye hiç niyetli görünmüyordu. Belki de, daha hızlı koşabilmek için oraya yaslamıştı yorgun bedenini. Bir soluk arası vermişti kendine. Kendini toparladığında hızla fırlayacak, sonra da kaçacak, kaçacaktı… Başka çaresi var mıydı? Kimdi onlar, neden kaçıyordu kadın? Bunu hiçbir zaman soramadım kadına. Çünkü o, bir fotoğraf albümünde rastladığım, sonra da anlamlı bulup odamın duvarına astığım bir fotoğraftı sadece.

p Mavi Öyküler -

78


“OMUZLARINDA YENİLGİLERE İNAT BİR DURUŞ...” “Şeytan Beni Ele Geçiremez!” - Leyla Süslü Beni rahat bırak seni dişi şeytan! Defol git başımdan! Fütursuzca salınan memelerin beni ele geçiremez anladın mı? Boşuna kıvranma arsız bedeninle. Offf Tanrım! Şimdi de bedenini duvara yasladı. Elleri duvarda. Kısa kırmızı elbisesinin altında beliren beyaz bacaklarını açtı. İki büyük çıkıntı belirginleşti avuç içi kadar elbisenin altından. Göğüslerini duvara iyice yasladı. Güzel boynuna yapışmış saçlarını arkaya doğru savurdu. Topuklu ayakkabılarının içerisinde minicik ayakları. Kıvranıyor şeytan! Kıvranıyor! Kıvran! … Seni ucuz fahişe! Hayır! Hayır! Kontrolü kaybetmemeliyim. Gücün kimde olduğunu anlasın o sürtük. Offf! Kalçalarını görmek istiyorum. Evet! Evet! Onları görmek istiyorum. Hatta dokunmak, yumuşaklığını hissetmek. Hayır! Hayır! Hayırrr! Saçmalıyorum. Beni rahat bırak seni sürtük! Kontrolü kaybetmemeliyim. Şu ucuz fahişe mi beni yoldan çıkaracak? Offf! 79

- Mavi Öyküler


Ter bastı. Bakmayacağım işte. Oturup adam gibi biramı içeceğim sonra çıkıp gideceğim. Offf! Yapamıyorum! Bana doğru yürüyor! Ağır yenilgiler ile yamulmuş omuzlarında yenilgilere inat bir duruş. Sanki her adımı bir savaş. Kan ve gözyaşı ile kaybedilmiş dudaklarında derin çatlaklar. Gözlerine bakıyorum. Ateşlerin en derini beliriyor gözbebeklerinde. Beni içine alıyor. Alevler sarıyor bedenimi. Hayır! Hayır! Çantasından sigara paketini nasıl da özenle çıkarıyor. Minicik ellerini tutsam. Bir sigara çıkarıyor. Paketi özenle çantasına yerleştiriyor. Gözlerime bakıyor. Sigarayı çatlak dudaklarına yerleştiriyor. “Sigaramı yakar mısın?” diyor en tiz sesiyle. Öne doğru eğiliyor. Memelerinin yarısı meydanda. Ört memelerini! diyesim geliyor. Aciz kalmış dilim tutuluyor. Ellerim titriyor. Şaşkın parmaklarım, pantolonumun ceplerinde geziniyor. Çakmak kurtuluşum oluyor. Parmaklarımın arasında sıkıştırıyorum. Kırmızı çakmağım patlıyor parmaklarımın arasından. Alevler taşıyor ceplerimden. Gövdemi teslim ediyorum, geceye bir kurban gibi. Tüm hakimiyetimle çakmağı kavrıyorum. Ellerim titreyerek sigarasını yakıyorum. İlk dumanı derince çekiyor ciğerlerine. Yüzüme doğru üflüyor. Sesi kulaklarımda aksediyor. “Kahve içmeye ne dersin?” Çaresiz bir bakışla yüzüne bakıyorum. Şimdi çıkıp gitsem. İyice aptal konumuna düşerim. Kontrol hâlâ bende. Ne olacak ki alt tarafı bir kahve. “Neden olmasın?” diyorum heyecanla. Birlikte çıkıyoruz. Ne olduğunu anlamıyorum. Birden takside beliriyor o ve ben. Hayır! Hayır! Mavi Öyküler -

80


Hayırrr! Başka bir odada uyur, bu iş biter. Kapıdan giriyoruz. Topuklu ayakkabılarını kenara fırlatıyor. Önden koşuyorum. Tanrım ne budalayım. Acaba fark etti mi? “Şey benim çok uykum var. Sen diğer odada uyursun.” “Rahatsız olduysan gidebilirim. Fark etmez.” “Saçmalama! Hiçbir yere gidemezsin!” diyorum öne doğru atağa geçerek. Sırıtıyor arsız bakışlarıyla. “O zaman uyuyacağım yeri göster.” Bir ses fışkırıyor boğazımdan bana ait olmayan, yoksa bana mı ait? “Yatak büyük. İstersen yanımda uyuyabilirsin.” “Fark etmez.” diyor kayıtsızca. Yatak büyükmüş aman Allah’ım! Aklımı kaçırmış olmalıyım. Sakin ol oğlum. Aman sen de. Ne olacak canım, yatak gerçekten büyük. Bir tarafta o uyur diğer tarafta ben. Birbirimize sırtımızı da döndük mü bu durumu atlatırım. Nasıl olsa yarın ayılmış olacağım. Sessizce arkamdan geliyor. Işığı açmasam iyi olacak. Karanlık her şeyi kolaylaştırır. O her şeyi anlayan bakışlarını yüzümde hissetmem hiç olmazsa. Sırtını dönüyor. Bacaklarını öne doğru çekiyor. Hayır! Hayır! Neden yaptın? Ağzıma sıçtın seni fahişe demek istiyorum. Kelimeler büyüyor boğazımda. Kocaman oluyor, nefes alamıyorum. “Ağzıma sıçtın” diyebiliyorum, gerisi boğazımda dağılıyor. Beyaz teni, diri göğüsleri beliriyor gözlerimin önünde. Tenine dokunduğum an kontrolü kaybediyorum. Bana sarılıyor sıkıca. Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrrrr! 81

- Mavi Öyküler


p

“BEN UZUN ZAMAN ÖNCE ÖLDÜM…” “Kırmızı Nehir” - Mehmet Fidan “sen yoktun, ellerimle dokundum sana, ellerim yüzümdeydi.” N. Hikmet Sözünün bittiğini belirterek kendimle; kendi iç sesimle konuşmaya devam ettim. Dedim ki; şimdi tırnaklarını yiyorsun, birazdan masaya dayadığın kollarını kaldırarak bardağa uzanacak ve biraz su içeceksin. Sonra bir sigara daha yakarak yılgınlığını artıracak ve biraz daha sıkılacaksın ve şimdi onunla konuştuğun için biraz daha iyi olduğunu, iyileştiğini, seslerin seni yatıştırdığını anımsayacaksın. Kütüphanelere düşen bombalardan sonra sırtı ve sayfaları yanık ve kirli kitaplar arasından birini, kurşun sesleri ve gri gökyüzü altında seçerek boş zamanlarda kitap okunmayacağını onlara göstereceksin. Çünkü içindeki bu hüzün insanların katledildiğini, savaşların olanca gürültüsüyle devam ettiğini ve gemilerin böyle bir keman sesi eşliğinde battığını anımsadığın içindir. İçindeki o sevinç o uzak ülkeye her gün biraz daha yaklaştığını… - Bizi dinlemiyorlar değil mi? - Bu camlar sesi geçirmiyor sevgili. - Ama acı geçiyor aşkım, bak nasıl boğulduk! En sevdiği kitabı ellerinin arasından usulca yere bıraktı. Ne yapıyorsun, diye sormuştu. İki kere sormuştu. Ne yapıyorsun Cem. İçimden bir kez daha Cem dedim. Cem. C’yi ç gibi okudum. M harfini bastırarak okudum. Cemmm! E harfini uzatarak: Ceeem! Hayır. Onun gibi söyleyemiyordum, sevecen değildi bir kere. Duymuyor musun? Duyuyorum. Yüzüme eğilip kulaklarımın altından öptü. Mavi Öyküler -

82


Saçlarını topluyordum onun. Kitap aralarına her şey sığar. Bilmem, sığar mı dersin, demişti. Kitap aralarında saçların, sigaran, fotoğraf ayraçlarım, sinema biletleri, kuru kuru yapraklar, küçük küçük notlar, cümle başı ve sonu işaretli konuşmalar, otobüs biletleri, kâğıt mendiller, sessizlik, nerede kaldığımı, neden ilerleyemediğimi, neden çok az ilerleyebildiğimi hatırlatan olaylar, imzalar; tümü beyaz haliyle Suavi’nin bana gülümsediği cümleler. Tükenme! Olur. Deneyeceğim. Bir çığlık sesiyle uyandılar. N’oldu? N’oldu aşkım? Bir kâbus gördüm; çok kötüydü, çok kötü, çok. Az kalsın ölüyordum. Ölme aşkım. Lafın gelişi söyledim sevgili. Lafın gelişi de olsa ölme aşkım. Seni seviyorum. Seni Seviyorum. Pencereden giren rüzgâr yerdeki kitabın arasından sızan saçları sallıyordu. Parmaklarıyla piyano çalar gibi halıya dokundu. “Red River Falling” şarkısından sızan piyano sesini parmaklarıyla tekrar ve tekrar çaldı. Saçları hâlâ kokuyor. Kokuyu bir alıp bir bırakıyordu. Nerdesin? Başka bir şehirdeyim. Nasıl izin alabildin küçüğüm? Yakın bir arkadaşımın babası vefat etti. Ben ölsem nereye gideceğini bile bilmezsin. Ölme aşkım. Peki, senin için yaşayacağım. Yaşayamadım. Belli bir yoğunluğu olan hatıraları terk etti kalbim. Zamanla tozlandı, insan ne çabuk eskiyor. İyi misin canım? Bu başka bir canım kişisi. Farklı bir tonda söyledi. Kimden bahsediyorsun sen. Sana söylüyorum aşkım. Ben uzun zaman önce öldüm. Eski yaşantılarla bir yere gidilemiyormuş. Yalan söylüyorsun. Bu canım kim? Doğruyu söyle kızmayacağım. Kızdım. Çok kızdım. Haydi kaçalım aşkım. Nereye kadar sevgili, nereye kadar kaçabiliriz? Bak! Bu kış hiç yağmur yağmadı. Yine yaz geldi. Sıcak, buhar, sıcak. Sıcak, buhar, sıcak. Bu kabaran göğsüme; biraz yatak, uyku, yatak…

p

“ÖLMEK SAÇMAYDI, KALIP TEKERRÜRLERE YENİLMEK DE…” 83

- Mavi Öyküler


“Bitmeyen Aşk Yanılsamalarımdan Birinci Atık” - Leyla Süslü Aylardan ekim. Dağların arasında kıvrılan ince yollarda içim dışıma çıkarcasına savrularak yaptığım yolculuk sonrası gece yarısı elimde valizim bilmediğim bir kasabaya girdim. Belediyenin aydınlatmalarının yetersiz olduğu sokaklarda tek dikkatimi çeken başıboş kediler ve köpekler. Deniz kapkara. Gökyüzü yıldız kaynıyor. Hiç bu kadar yıldızı bir arada görmemiştim. Ellerimi açtım tüm yıldızları kucaklarcasına. Gözlerimi yumdum. İnsanı çıldırtacak kadar sükûnetli duruşun, yanaklarında beliren gamzelerin ve hiçbir insanın derinliklerine inmesine izin vermediğin kara gözlerin belirdi. Denizin kara gözleri, gözlerin oldu. Aklımdan bir saniye çıkmayışın beni tüketti. Anılar hızla aktı zihnimde. Karlı bir kış günü terasta ateş yakışımız, alevleri izleyişimiz. Birlikte söylediğimiz şarkılar beraber dinlediğimiz müzikler. Sevişmelerimiz. Kapıyı çarpıp çıkışlarım ve üzgün bir kedi gibi yanına sokuluşlarım. İçtiğimiz şaraplar. Çizim yaparken uyuma diyen sesin, uyuduğum zaman beni kucaklayıp yatağa götürüşlerin. Kısa yolculuklarımız. Keskin çatışmalarımız. Sonra Serap’ın varlığını öğrendiğim o kara gece… Seni o an neden terk etmemiştim? Bu kadar kolay bir terk edilişi hak etmeyecek kadar diplerdeydi nefretimin kökleri. Sonra o kök büyüdü kavrulan zihnimde. İncecik bir sızı kolladı yüreğimi. Nefretim savuşturdu tüm ince duyguları. Sorularıma kaçamak yanıtlarını ve kıvranışını izledim tüm gece. Ardından sabahın erken saatlerinde seninle son kez seviştim. Karadulun öpücüğünden keskin bir zehir dolaştı dudaklarımda. Hırsla öptüm dudaklarından. Karadulun zehri aktı dudaklarımdan dudaklarına. Anladın gideceğimi. Gözlerinde ilk defa çaresizliği gördüm. Ellerimi alnına dayadım. Ateşin yükselmişti. İronik bir ses zihnimden odanın tüm duvarlarında hayat bulan Mavi Öyküler -

84


bir çığlığa dönüştü. “Ateşin yükselmiş şekerim!” Ellerini nereye koyacağını bilemeyen küçük bir oğlan çocuğunun telaşı ile dört döndü ellerin. En sonunda yüzünde bağdaştırdın. Üzerimi giyinirken sükûnetini korudun. Tek kelime söylemeden evden çıktım. Sabahın erken saatleriydi. Caddenin iki tarafındaki ağaçlarda bir sürü serçe cıvıldıyordu ve ben ölüyordum. İki ay sonra Serap’ın intihar haberini duydum. Bir gecekonduda Ankara’nın ayazında kirişte sallanan bedeni günlerce gözümde canlandı. Ölümü çok düşündüm, mutlak bir son olduğunu bilerekten. Var oluş problemleriyle cebelleşirken ansızın fırlayan bu duygunun içimi kemirip hallaç pamuğu gibi darmadağın ettiği günler oldu. Ölmek ile yaşamak arasındaki o ince çizgide çok sektim. Ölmek saçmaydı, kalıp tekerrürlere yenilmek de. Sen neden yapmıştın Serap? Hiç bilemeyeceğim bu soruyu günlerce gecelerce düşündüm. Ahmet için her şeyini terk etmişti. Ailesini, işini hatta yaşadığı kenti. Bunu biri için yapabilir miydim? Sanırım hiçbir erkeği bu kadar sevmemiştim. Bu kadar yüce bir fedakârlığın bedeli ne idi? Aldatılmak ve büyük bir yıkım. Denizin kara gözlerine nefretle baktım. Poseidon üç dişli yabası ile denizin dibine vurdu. Lacivert saçlarını savurdu. Nefretinden köpürdü deniz. Karanlığın içinden fırlayan köpükler üzerime doğru savruldu. Baştan ayağa köpüklere sarılmış bedenimi denizin kalbine bastırdım. Zeus kıskançlıkla baktı denizin kara gözlerine. Yeraltından bağırdı Hades kasabanın ıssızlığına. Praksidike çekti beni Poseidon’un koca ellerinden. İnce kumlara bıraktı yorgun bedenimi. 85

- Mavi Öyküler


Rüzgâr saçlarımda dolaştı. Alıp beni götürdü ıssızlığın ortasındaki kaldırıma. Gözlerimi açtım. Yıldızlar bana gülümsüyordu. Yeniye merhaba dedim. Valizimi yerden aldım.

p

“KÜFRETMEDEN SÜRDÜRÜLEN BİR YAŞAMDAN KİM RAHATSIZ OLUR?” “Aksi Bir Gün” | Onur Güner Bir anda canınız küfretmek istese, hani öyle basit bir küfür değil ama? Ağız dolusu, gün yüzü görmemiş, bir küfür gelse dilinizin ucuna kime edersiniz bu güzelim kelimeleri? Ya da durup dururken, hiçbir kötü olay başınıza gelmemişken, bir anda beyninizden güzel bir küfür geçiverse kim daha çok hak eder bu sözleri? Ayağınıza takılan taşa ettiğiniz veya uykusuzluktan kıvrandığınız bir gecede ağrıyan dişinize ettiğinizden de değil. Tüm güzel yaşantınız içinde, hastalıklı bir şekilde dudaklarınızı titreten ve yutmak zorunda kaldığımız küfürlerdir benim merak ettiğim… Nereden aklıma geldi durup dururken? Bilmem! Bildiğim tek şey çoğu insanın zaman zaman bu durum içinde kaldığıdır -en azından benim başıma gelir. Fakat insan bunu konduramaz kendisine bile. “Ben küfretmem” der. “Ayıp yahu!” derler. “Başka kelimeler mi yok niye o pis kelimeler çıksın ağzımdan” dedikleri de olur. Ben de böyle kibar geçinen -sözüm ona- adamlardan biriyim. Ağzımdan asla kaba bir söz çıkmamıştır. Gerek duymadığımdan değil elbette. Sadece çekindiğimden, belki de beceremediğimden edemiyorumdur. Siz şimdi bana hemen küfretmenin becerilemeyecek nesi var ki diyeceksiniz. Öyle sandığınız kadar kolay değildir sövmek. Onun vurgulaması vardır. Kinayesi vardır. Hak edilmiş birine edilen küfür vardır. Sırf pislik olsun diye söyleneni vardır. Bunların hepsinin tonlamaları farkMavi Öyküler -

86


lıdır. Ayrıca küfrü doğru edemeyip yüzüne gözüne bulaştırmak vardır. İsterseniz deneyin de görün. Benim de ayna karşısında bir-iki denemem olmuştur zamanında. Ama yüzüm kızarırdı hemen. Sonra hem zaten iyi bir şey değil ki eksikliğini hissedeyim. Küfretmeden sürdürülen bir yaşamdan kim rahatsız olur? Ailem beni terbiye içinde büyüttü. Fakat yine imrenmişimdir hakkıyla söven adama. Neye sövdüğünü bilen ve küfrettikten sonra gururla çevresini süzüp, boğazını temizleyen adama. Her neyse… Geçenlerde bir gün adaya gideyim dedim. İşten bir günlük bir boşluk yakalamıştım. Bostancı’dan adalar vapuruna bindim. İstanbul’dan henüz ayrılmıştım ki bir anda dilimin ucuna okkalı bir küfür geldi. Nedensiz, birdenbire! Çevreme bakındım; deniz kâğıt gibi, hava gayet güzel, vapurun üst katında dışarıdayım. Çevremde neşeli, mutlu insanlar var. Martılar takılmış vapurun peşine. Hep hayret etmişimdir; bizle birlikte yolculuk eden bu hayvanlara. Kısacası hiçbir neden yok küfretmek için. Sırtımdan soğuk terler boşandı ve sessizce, çevremdeki kibar insanlara gülümsemeye çalışarak yuttum ağzımdaki küfrü. Ama işte insan beyni rahat durmaz ki. Dudaklarımın ucuna kadar gelen bu küfür de beni meşgul etmeye başladı. Ne denizi görüyorum ne de martıları. Beynimde aynı ayıp kelime dolaşıp duruyordu. Kafamı dağıtmak için vapurun içinde gezindim biraz. Bir süre sonra başka düşünceler beni tekrar eski huzuruma kavuşturdu. Fakat çok uzun bir süre geçmemişti ki tekrar dudaklarım titremeye başladı. Belki asla duymadığım iğrenç bir kelime beynimde gezindi bir süre. Tam dilim harekete geçmeye hazırlanıyordu ki. Mani oldum bu pis eyleme! Bu kadar güzel, sakin yere ayıp olurdu. Ve hiç gereği yoktu! Kafamı dinlemek için çıkmıştım yola. Cep telefonum kapalı, tamamen huzur içinde geçirmeyi planladığım bir gün, vapurdayım –çok severim vapur yolculuklarını- hava güzel, martılar takılmış gemimize. Daha ne olsun! Nerden aklıma geliyor bu pis kelimeler? Delireceğim. Başladım tekrar vapurun içinde turlamaya. Bir-iki çocuğu sevdim. Bir bayanın sigarasını yaktım, martılara simit atan insanları seyrettim. Sonunda tekrar yatıştırdım kendimi. Neden ve nereden geliyordu aklıma bu kelimeler, çıldıracak gibiydim. Başımı ellerimin arasına aldım, geminin korkuluklarına yaslandım. Kendi 87

- Mavi Öyküler


kendime neşeli, eski bir şarkı mırıldanmaya başladım. Kendimi daha doğrusu beynimi bir şeyle meşgul etmeliydim. Yoksa bitmeyecekti bu aksi gün. Evet bu günde var bir aksilik. Tüm bu güzelliklerin arasında göremediğim, duyumsayamadığım bir aksilik olmalı; beni rahatsız eden, bu iğrenç kelimeleri beynime sokan. Yoksa insan nedensiz, durduk yere küfretmek istemez ki! Şarkı da işe yaramadı. Rahatlayamadım. Hemen boş bir yere oturdum, çantamdan bir kitap çıkarıp okumaya başladım. İnsan boş kalınca sanıldığından da tehlikeli oluyormuş. Gerçekten de bir süre sonra kitap iyi geldi. Vapur Büyükada’ya yanaştı. Kimi insanlar indi, yenileri bindi, keyfim yavaşça geri gelmeye başladı. Hangi adaya gitsem diye düşünmeye başlamıştım ki yanıma biri oturdu. Sessizce yanıma yaklaşırken, başıyla selam verip yanımdaki boşluğa iliştirdi koca götünü. Evet aynen bu kelime geçti beynimden. Biraz iri, uzun boylu, kilolu biriydi. Normalde de böyle iri insan çok görmüşümdür. Fakat hiçbir zaman bu şekilde nitelendirmezdim. En kaba haliyle yarma ya da insan azmanı derdim. Hadi bilemedin iri kıyım olsun. Yok yok bugün kesin bende bir şey var! Ya da günün kendisinde bir şey var. Şu kadın nasıl? Fahişe besbelli! Nereden belli? Bacaklarını nasıl da açmış. Elindeki dergiyle yüzünü yelliyor! Kesin fahişe ya da o yolun yolcusu! Neler oluyor bana, neler diyorum ben! Karşımda duran sevimli çocuk? O da kesin piç! Ulan nereden biliyorsun anasını babasını! Baksana yere tükürdü! Yok yok kesin piç canım! Çıldıracağım! Nereden çıktım bu yola? Vapur iyi gelirmiş, rahatlatırmış. Yalan! Hepsi yalan bunların! Bir kere huzur dediğinin insanın beyninde olması gerekir. Sen hayatın boyunca küfretmeden yaşa, sonra da aman deniz güzel, baksana martı ne kadar alçaktan uçuyor gibi hayatın güzelliklerini ara dur. Ya martılar? Onlar zaten yavşak… Ulan hangi hayvan bir lokma simit için Bostancı’dan Adaya gidip gelir? Alıştırmışız kendi çıkarcılığımıza hayvanları da. Vapur biraz boş olsun ya da biraz ilerlesin ve simit atanlar çok olmasın; hemen gerisin geri Bostancı iskelesine dönüyor namussuzlar! Orada iskelenin çatısında bir sonraki -simidi bol olan- vapuru bekliyorlar. Deliriyorum galiba. Ellerim başımın arasında, bakışlarımla beynimden insanlara küfrediyorum. Neye baksam, neyi görsem hemen akMavi Öyküler -

88


lımdan onunla ilgi argo değil daha ağır kelimeler geçiyor. Küfür bunlar canım. Hem de ne küfür! Başım çatlıyor, çatladıkça daha çok sıkıyorum ellerimle. Vapur son adadan da ayrıldı. Geri dönüyor Bostancı’ya. Hiçbir yere bakmamam lazım. Gözlerimi kapadım, ellerim başımın arasında zangır zangır titriyorum. Belki geçmiştir saplantım diye hafifçe gözlerimi açıyorum. Fahişe hâlâ kalkmamış, karşımda sigara içiyor! Piç de korkulukta duran can simitleriyle oynuyor. Tekrar gözlerimi kapadım. Bekledim bir süre. Ter içinde kalmışım. Bari gidip, elimi yüzümü yıkayım kendime geleyim. Zaten Bostancı’ya da az kaldı. İnerim ve bu lanet günü unuturum. Korka korka ayağa kalktım. Kimseye bakmamam lazım… Gözlerim kısık bir biçimde tuvalete doğru yürüdüm. Yol boyunca pezevenklerin, fahişelerin, piçlerin yanından geçtim, yavşak martı sesleri arasında. Tuvaletin kapısını açıp içeri girdim. Bir anda rahatladım. Tüm pis kelimeler boşaldı beynimden. Ama ne kelimeler! Günyüzü görmemiş, en kaşarlanmış kulakları bile titretecek kelimeler… 5-10 dakika tuvalette aynanın karşısında bekledikten sonra elimi yüzümü yıkayıp çıktım. Vapur da Bostancı’ya yanaştı. Önümde duran bir bayana nazikçe yer verip vapurdan indim. - Pardon beyefendi valizimi taşımama yardım eder misin? - Ah tabii ki! Kusuruma bakmayın görmedim ellerinizin dolu olduğu… Ne tarafa gidiyorsunuz? - …’e - Ben de o tarafa gidiyorum. - Çok teşekkür ederim. - Ne demek. Rica ederim, insanlık öldü mü!

p

“HEP BERABER EVİN BACASINDAKİ KARALTIYA KADEH KALDIRDIK” 89

- Mavi Öyküler


“Baykuş” - O.Gönenç “Yazlık site!” Nefret ettiğim kavram. Bir kere “kışlık site” mi var ki yazlığı olsun? Site sitedir. Sanayi sitesi, hırdavatçılar sitesi, perakendeciler sitesi tamam da, ki buralarda aynı işi yapan esnafı, dükkânı yan yana buluyorsunuz, o olmazsa öteki, ama yazlık site? Birbirinin içinde bir sürü güvercin yuvası gibi mekân. Kimseye görünmeden bir iş yapmanın olanağı yok. Ne bir şey pişirebilirsin, ne dikkati çekmeden bir şey yiyebilirsin. Balık alsan ızgara yapmak için, ihtiyacın iki misli gerek. Cızlamaya başlayıp dumanı da çıktı mı, “Komşu, afiyet olsun!” Teşekkür edip baş çevirmek yakışıksız, yarım ağız, “buyurun” demek de öyle. Ya gerçekten buyur edeceksiniz ya da öncelikle bir tabak onlara yollanacak. Hangisine? Yandakilere? Alttakine mi, yoksa üsttekine mi? Yoksa o gün duman en çok kimin tarafına gidiyorsa ona mı? Hanım elektrik süpürgesini çalıştıracak olsa düşünmek gerek, Ahmet Bey’ler akşam Bodrum’dan geç dönmüşlerdi, acaba uyandılar mı? Gürültü olmasın! Sacide Hanım’ın kaynanası gece otobüsle İstanbul’dan gelmişti, kadıncağız belki şimdi azıcık kestiriyordur. Belkıs Hanım, “Karnım ve başım çok ağrıyor,” diyordu dün. Aybaşı hali olmalı, ağrısını arttırmayalım! Efendim, kek yapamazsınız, ızgara yapmak için kömür yakamazsınız, tavada bir şey pişiremezsiniz, elektrikli süpürge çalıştıramazsınız, duvara çivi çakamazsınız, liste böyle uzar gider. Ayrıca bir yere gidecek olsanız komşulara önceden haber vermeniz gerekir; “Hanımla niyet ettik, şöyle arabaya atlayıp Kaş’a kadar gidip gelelim diyoruz.” Karışırlar: “Azizim, şimdi oralar sıcaktır, siz en iyisi Karadeniz’e gidin!” Haber vermezseniz dönüşte fırçayı yersiniz. “Ayol merak ettik, nerelerdeydiniz?” Detaylı bilgi vermediniz mi de yandınız. Gelen misafir ilk fırsatta komşulara da tanıştırılacak; “Nazmi Beyciğim, bu benim Almanya’da çalıştığım zamanlardan arkadaşım Hans, karısıyla beraber Efes’i ziyaretten geliyorlar, üç gün bizdeler.” “Komşucuğum, söyle Hans’a, mutlaka Konya’ya da gitsin. Mevlana’yı ziyaret etmeden olmaz!” Mavi Öyküler -

90


Eğer gelen misafirinizin kim olduğunu önceden veya geldikten sonra en kısa zamanda komşularınıza bildirmezseniz bu sefer onlar bahaneler uydurup anlamak için birer birer damlamaya başlarlar. “Müjgân Hanımcım, biz Turgutreis’e gidiyoruz, oradan bir şeye ihtiyacınız var mı? A, misafiriniz varmış, hoş geldiniz efendim!” Halbuki daha önceki Turgutreis gidişlerinde bir kere bile sormamışlardır. Bu böyle sürer gider. “Site” denilen bu yerlere hiç gitmek istemem. Belki sakin ve uzak bir yerde yaşamanın verdiği rahatlık, belki de bütün mantık kurallarına aykırı yapılmış bu sitelerden duyduğum rahatsızlık beni böyle yapar. Gel gelelim kimi zaman zorunluluklar insanı zora koşar, istemediğiniz halde yine de hatır için bazı şeyleri yaparsınız. Şelçuk’la Betül benim plaj arkadaşlarım. İkisi de genç emekli olmuş, yaşamın tadını çıkarmasını bilen hanımı güzel, kocası yakışıklı bir çift. Aynı yerde denize girdiğimizden karşılaştıkça selamlaşıp birkaç çift laf ediyoruz, gazetelerimizi değişiyoruz veya kalabalıkta birbirimizin şezlonguna göz kulak oluyoruz. Birkaç kez evlerine davet ettiler, bugün yarın derken gidemedim. Doğrusu kendimi de pek zorlamadım buna. Zira onlar hemen plajın ardındaki bir sitede yaşıyorlar! Davetlerine daha fazla direnmek kabalık olacağı için sonunda sıcak bir yaz akşamında onlardayım. Herkes gibi biz de ilk misafir gidilen yerlerdeki alışılagelmiş muhabbeti uyguluyoruz. Evlerini bana baştan aşağı gezdiriyorlar, aldıklarında nasıl yarım yamalakken bir sürü emek ve para harcandıktan sonra nasıl bu hale getirdiklerini anlatıyorlar. Gözüme meraklı amatör elinden çıkmış çalışmalar takılıyor; “Sen yapmış olmalısın Selçuk?” “Evet, Metro’da iki yüz bin lira, ben demircide elli bine mal ettim.” Bir yere bağlanmadan, kendi ayaklarına asılan bir hamak bu. Altına buyur edildiğim pergola da öyle, biraz yapım hataları var ama işlevini görüyor. O da öyle hamak gibi, marangoza yaptırılsa ödenecek paranın dörtte birine mal olurmuş. Sonunda evi gezmekten, yapılan işlerin muhabbetinden hepimiz 91

- Mavi Öyküler


yorulduk, pergolanın altında, arkadaşlarımın özenle hazırladıkları masada biz Selçuk’la yerlerimizi aldık. İçeriden kadeh şıngırtıları, buzdolabı açılıp kapanışı ve buzluk boşaltma sesi, ne olduğunu anlayamadığım, tavada bir şeyin ve de ayrıca fırından başka bir şeyin kokusu geliyor. Bu sonuncusu sanırım balık, tavadakini anlayamadım. Anlamak da istemiyorum ama yine de sormak iyi olacak: “Ne lezzetli şeyler hazırladın Betül?” “Bir şey yok vallahi, bir iki meze, sen balık seversin biliyoruz, Selçuk kâğıtta çipura yapıyor demiştim ya, sana ondan hazırladı. Ama önce rakılarımız!” Etrafa çok hafiften bir akşam serinliği çökerken ben ve dostlarım Selçuk’un yaptığı ve gerçek değerinin dörtte birine mal ettiği pergolanın altında, güzel ve şık örtülü bir masanın çevresinde buluşmuştuk işte. Her şey çok güzeldi, ben uzun zamandan beri ihmal ettiğim dostlarımın bu ziyaretle gönüllerini aldığım gibi, hep beraber güzel bir akşam da geçirmiş olacaktık. Yalnız bir şey unutulmuştu, buranın bir site olduğu. Selçuk buranın bir site olduğunu herhalde çok alıştığından unutup yakın komşularına bu akşam kimin geleceğini anlatmamış, benim hakkımda gereken bilgileri vermemişti. Bu ihmal belki de sitede yaşayanların plaja indiklerinde bizi yazın başından beri nerdeyse her gün birlikte gördükleri düşüncesinden kaynaklanmış olabilirdi. Ama ihmal ihmaldi, ihmal eden de ihmalinin sonuçlarına katlanırdı. Bu ihmalin sonucu olarak fazla hoşlanmadığım için plajda gördüğümde başımı başka yere çevirerek tanışmaktan kaçındığım, Selçuk’ların karşılarındaki evlerden birinde yaşayan komşuları, kendisinin kelleşmiş başının önündeki saçları arkaya taradığında Atatürk’e benzediğini (!) iddia eden adam, ilk kadehlerimizi elimize aldığımızda ve benim: “Güzel evinizdeki mutluğunuza!” diyerek kadehimi kaldırdığım anda bahçenin demir kapısında belirdi. Hani misafir misafiri, ev sahibi hiçbirisini istemezmiş ya, her Mavi Öyküler -

92


lafın bir hikmeti vardır. “Merhaba Sacit Bey,” dedi Selçuk, ve kapıyı açmak üzere yerinden pek de gönüllü olmayan biçimde kalktı. Sacit Bey, akşamın herkesin duş alıp temiz bir şeyler giydiği, eşi dostuyla, çoluk çocuğuyla sofraya oturmaya veya dışarıda yemeğe gitmek üzere evden çıkmaya hazırlandığı bu saatte hâlâ ayağına sabahtan giydiği soluk ve lekeli şortlaydı ve üstü çıplaktı. Ben sahte Atatürk’e Selçuk’un zorunlu tanıştırmasında soğuk bir el sıkma sundum, o ise aldırmadan yüzüme bakarak: “Zaten plajdan tanışıyoruz,” dedi. Arkadan da hiç utanmadan, davet edilmeden, nasıl olsa davet edileceğinden emin, benim yanımdaki demir sandalyeye biraz da arkası bana dönük olarak oturdu. Selçuk’un az önce suladığı çiçeklerden yükselen koku, çevremizi sarmış evlerin ardında da olsa güzel bir manzarayla battığı anlaşılan güneşin keyfi, dostlarla şerefe kaldırılacak birkaç kadehin vereceği güzellik, hepsi piç olmuştu. Yirmi dakika kadar Çıplak Sacit’in sabahtan akşama kadar beraber olduğu karşı komşusu Selçuk’a günün ben olmadığım herhangi bir saatinde aktarabileceği site sorunlarını, dedikodularını ve haberlerini dinledik. Selçuk, eminim ki bunların çoğunu zaten biliyor, veya ikinci, üçüncü kez dinliyordu. Belki benim gibi birisi olsa Sacit’e rakı da ikram etmez, kısa zamanda gitmesini sağlardı ama Selçuk öyle yapmayınca o sıkıcı yirmi dakika bütün uzunluğuyla yaşandı. Neyse sonunda adam benim hiç konuşmamamdan, konuşmaya katılmamamdan mıdır nedir, biraz da bozularak gitti. Bu bozulmada sağ olsun, ona mezelerden ikram etmeyen Betül’ün de payı vardı ya, neyse. Sonunda adam gitti, güneş de batmıştı zaten, Selçuk pergolanın aynı zamanda sivrisinek kaçıran ışığını yaktı, müzik setine uygun bir CD koydu, içeriden çoktan hazır olduğu halde Sacit’in yüzünden bir türlü sofraya getirilemeyen kâğıtta fırınlanmış çipuralar da geldi, ben tadını tam alamadığım güzel mezeleri çatallamayı sürdürürken rakılarımızı da tazeledik. “Seni merak etti de ondan geldi,” dedi Selçuk. “Efendim?” “Seni merak etti,” dedi yeniden. “Benim neyimi merak edebilir ki, zaten biliyor plajdan?” “Ondan değil, ona hiç yüz vermediğin halde bize yemeğe gelişini 93

- Mavi Öyküler


kıskandı.” “?” Diyecek bir şey yoktu. Yazlık bir siteydi burası. On beş dakika kadar sakinlik içinde yemeğimizi yedik. Selçuk, Betül’le beraber turistik geziye gittikleri Prag’ı, Budapeşte’yi kendi açısından, yani en pahalı yerler ve işleri, örneğin lokantalar, lüks mağazalar, şehir turlarını en ucuza nasıl mal ettiğinin inceliklerini anlattı. Ben de yanıt olarak bu yaşımda eğer bir yere gezmeye gitmişsem para endişesinden uzak dolaşmak isteyeceğimi, param azsa hiç gitmemeyi seçeceğimi söyledim. Biz böyle tam sohbeti kıvamına getirirken, benim oturduğum yerin bir metre gerisindeki komşu evin tam tepeme gelen üst balkonundan bir çığlık koptu ki, ne çığlık! Eh, bu kadar insanın toplandığı yerler her türlü olaya gebedir değil mi? İnsanlar bayılır, kavga eder, aniden hastalanır vb. vb. Ama hepsinde önceden bir “ön ses” duyulmaz mı? Bu öyle değil, sanki deminden beri bizi tepeden gözetliyorken tam konuşmanın orta yerinde isteyerek ve zamanını seçerek atılmış bir kadın çığlığı. Hepimiz yukarı baktık, çığlığı atan yandaki komşunun hanımıydı ve bizim konuşmayı keserek yukarı bakmamızdan memnun ki, başka çığlıklarla devam etmiyordu. Selçuk sanıyorum kadının önceki davranışlarından bilgili, yerinden kalkmadan sordu: “Seciya’nım, ne oldu?” Öteki yine de baktı ki sadece bir çığlıkla olmayacak, birkaç “Ay!”, “Ay ay!”, “Aman Allah’ım!”dan sonra: “Yine geldi Selçuk Bey!” “Ne geldi Seciya’nım?” “O geldi o, yine geldi!” Bizim masa keyfinin ikinci kez içine edilmişti affedersiniz. Hepimiz Seciya’nıma o korkunç çığlığı attıranın ne olduğunu merak ederek yukarıya doğru bakıyorduk. O ise kendisini göreceğimiz şekilde durmaya dikkat ederek yarattığı olayın bizi etkileme derecesini anlamak için bir aşağıya, bir yandan da terastan yükselen bacaya bakıyordu. Mavi Öyküler -

94


“Geldi gene bacaya Selçuk Bey!” “Ne geldi bacaya?” “Baykuş geldi, baykuş!” “?” “Uğursuz hayvan, dün gece de gelmişti. Bak bu gece yine geldi. N’apıcaz şimdi? Ay ben uyuyamam şimdi. Kışt pis hayvan, kışt…” Betül: “Korkmayın canım bir şey yapmaz…” “Ay nasıl korkmayayım, baksanıza gözleri de kocaman, insanın yüzüne yüzüne bakıyor. Kışt! Gitmiyor da…” Karşı komşu Çıplak Sacit Bey’in az önceki ziyaretinde söz konusu edilmediğine göre Seciya’nım baykuşun dün geceki gelişinde ortalığı velveleye vermemişti. Benim şerefimeydi bu akşamki çığlıklar. Sabrım yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Selçuk ve Betül çok uygar ve nazik iki insandı ama böylesi nezaketten ne anlardı ki? Acaba şu kadına haddini bildirsem arkadaşlarıma kabalık etmiş olur muydum? O şimdi eline bir yer silme aleti sapı bulmuş, baykuşun konmuş olduğu bacaya vuruyordu. Neyse ki terastaki baca onun yetişebileceğinden çok yüksek olduğundan vurmaları çok aşağıda kalıyor, bacanın içinde siyah bir leke olarak görünen baykuş da hiç aldırış etmiyordu. Artık dayanamazdım, kadının vurmalar arasında aşağıya bakmalarından birinde olaya karıştım: “Hanımefendi!” Kadın muradına ermişlerin yüz ifadesiyle aşağıya, bana doğru baktı. Elli metre ötedeki sokak lambasının ışığında bile bunu açıkça görebiliyordum. İstediği olmuş, yan komşusunun akşam keyfini damdan düşer gibi bozmuş, beni dahi konuşturmuştu. “Yemek sırasında sizi rahatsız ettim,” bile demiyordu. “Ay beyefendi, çok uğursuz hayvan bu…” “Hanımefendi, bu baykuşların ne kadar önceden buraya geldiklerinden haberiniz var mıydı?” 95

- Mavi Öyküler


“Ay, daha önce hiç yoktular. Dün gece bu bir tane geldi…” Bir kere bu baykuşun dün geceki olduğunu nereden biliyordu? Dün gecekini gördüğünde niye az önceki gibi çığlık atmamıştı? İyice anlaşılmıştı ki dün Selçuk’larda misafir yoktu da ondan. Birden bu kadına karşı içim hiddetle doldu. “Öyle değil, ondan çok daha önce?” “Bu sene bu ilk. Ha, biz bu siteye geldiğimiz geçen yıl bir tane daha vardı, kovduk gittiydi. Bu gitmiyor da baksanıza.” “Buraya baykuşlar tam elli bin yıl önce geldi Seciya’nım. Bakın tekrarlıyorum, elli bin yıl. Sizin atalarınız o sıralar dört ayak üzerinde bile değildi. Şimdi bu sizin bacanın içindeki baykuşun ataları ki bundan çok daha büyüktüler, yani birkaç metre boyunda, o zamanlar göklerde tek hâkimdiler. Her yer onlardan sorulurdu. Sizin gibi geçen sene değil, buraya, bu evlerinizin yapıldığı yerlere ilk defa elli bin yıl önce geldi onlar. Gitmesi gereken sakın siz olmayasınız?” Yukarıdaki sessiz, donmuş kalmış, Selçuk ve Betül ise biraz şaşırmışlardı. Onlara bir göz kırptım, yukarı doğru bakarak konuşmaya devam ettim. Şimdi artık biraz abartmak gerekiyordu: “Baykuşların yüz otuz ayrı türü vardır Seciya’nım, Kutuplardan Amerika’ya, Ekvator’dan Tibet’e kadar her yerdedirler. Kısaca siz nereye girseniz onlardan kurtulamazsınız!” Yukarıdan, “Ay, hık!” diye bir ses geldi, ben devam ettim: “Ülkemizde en çok ishakkuşu, kukumav, kulaklı, kır, peçeli, alaca, balık, puhu olarak sekiz tür baykuş bulunur. Bu puhu olanı altmış, yetmiş santim boyundadır. Kendisinden büyük avlara, geyiklere, kuzulara bile saldırır!” Hıncımı almaya başlamıştım, keyifle rakımdan bir yudum içerek devam ettim. Ne yazık ki balıklarımız soğumuştu. “Baykuş, avının yerini tespit ettiği anda saniyenin üç yüz binde biri kadar zaman içinde saldırır. Uçarken kanatları kesinlikle ses çıkarmaz, pır pır yapmaz. Böylece şikârı onun geldiğinden Mavi Öyküler -

96


haberi bile olmadan gafil avlanır, yani dikkatli olun derim!” Tam bu sırada Betül’den bastırılmış bir kıkırdama sesi geldi. Anlaşılan onlar da durumdan keyiflenmeye başlamışlardı. Yukarıdakinin sadece kafası görünüyordu şimdi. Anlaşılan yere çökmüştü. Devam ettim: “Baykuşun kafasındaki tüyler göz şeklinde görünüm verir, aslında gözleri o tüylerin altında gizlidir. Yavru baykuş bile tüylerini kabartarak korkunç bir görünüm alabilir. Baykuşun boynundaki on dört omur, başını iki yüz yetmiş derece döndürmesini sağlar. Böylelikle avını rahatça izler. Oysa biz insanlar sadece yüz elli dereceyle görürüz. Baykuşların gözlerinde göz kırpma zarı denen üçüncü bir göz kapağı vardır. Bu zar saydamdır ve bir yandan diğer yana hareket eder. Böylelikle kuşlar gözlerini tamamıyla kapatmadan gözlerini kırpabilir, suya bile dalsalar avlarını yine yakalarlar.” Yukarıdan bu sefer “Ayyy!” diye bir inleme sesi geldi. Son vuruşu yaparak bu işi bitirmeliydi artık. “Baykuş avlanacağı yeri gündüzün seçer, fakat gece avlanır. Bunun nedeni diğer yaratıklar gece iyi görmezken baykuşların çok iyi görmeleridir. Gündüz aldıkları kokuyu takip edip bulurlar, avı gece yaparlar. Bu demektir ki, sizin evde baykuşa yem olacak bir şey var. Mesela bir yerlerde gizlenmiş bir yılan, bir kocaman fare, belki de fare leşi. Hatta belki çok kocaman bir örümcek. Belki de siz!” “Ne, ben mi?” “Tabii ya, baykuşların kendilerinden çok daha büyük avlara saldırdıklarını söyledim ya, hele avına kızgınsa. Biliyorsunuz bütün hayvanlarda sezi çok kuvvetlidir, hele baykuşlarda. Demin sopayla vurmadınız mı? Siz en iyisi bu gece daha biz buradayken her tarafı kapatıp içeri saklanın. Belki bizim yanımızda saldırmayacaktır. Ayrıca ben derim ki, bu gece yatağınızdan başka bir yerde uyuyun. Yani baykuşu kandırmak için!” 97

- Mavi Öyküler


Bu sefer yukarıdan koşarak uzaklaşan ayak seslerini, kapanıp sürgülenen bir kapının sesini, ardından da bu sıcak temmuz akşamında kapanan kepenkleri duyduk. Oh be! Artık rahatça yemeğimizi yiyebilirdik. “Betülcüm,” dedim, “Fırını yine yak da şu çipuraları bir sokup çıkaralım. Soğudular, lezzeti kalmadı.” “Alem adamsın be,” dedi Selçuk, “nereden öğrendin baykuş hakkında bu kadar bilgiyi?” “İnternetten.” Hep beraber yukarıya, yandaki evin bacasındaki karaltıya doğru kadehleri kaldırdık.

p

“KENDİ HAYATIMI KENDİM KURACAĞIM” “Saliha Evinden Güpegündüz Çıkıyor” - Leyla Süslü Saliha evinden güpegündüz çıktı; hem de gizlice. Kocası duysa bacaklarından ikiye ayırır. Eşarbını özenle düzeltti. Bir perçem saç görünmemeliydi. Abisinin saçlarından sürüyerek kapı dışarı ettiği günler canlandı gözünde. İçinde bir öfke ateşi yandı, kor gibi. Küçük bir gecekonduda başlayan yaşamında, tek gördüğü televizyon kanallarındaki o kadınlardı. O kadınlardan nesi eksikti. Gençti güzeldi. Bu hödükle evlenmesi ise çaresizliğinin resmiydi. Çok direnmişti, ama neye yarar. İzbandut gibi ağabeyleri olduktan sonra ne yapabilirdi ki. İlkokulu okuduktan sonra kız kısmısı okumaz diye okula da göndermemişlerdi. Ah o dayısı olmasa okula gidecekti. Babasının aklını çelen de oydu. Günlerce ağlamıştı. Direncini kaybetmemeliydi. Bu hayatı daha fazla sürdürmemeye kararlıydı. Ama nasıl? İş güç yok! Mavi Öyküler -

98


Para yok! Tüm aile ona karşı! Bir çıkış olmalıydı. Sokağın sonundaki apartmanın ikinci katının zilini çaldı. Otomatın sesini duyunca kapıyı itip içeri girdi. Hızla merdivenleri çıktı. Kapıda beliren adamın boynuna atladı. “Geciktin.” “Sorma, Hasan bugün dışarıya geç çıktı.” “Senin o adamla olmana dayanamıyorum Saliha.” “Biliyorum Memet. Ben de dayanamıyorum. Ama ne yapabiliriz ki?” “Aslında benim aklıma bir fikir geliyor, ama bilmem sen ne dersin?” “Kaçalım.” “Delirdin mi? Nereye kaçarız! Abimler iki günde bulur bizi, ne seni ne de beni yaşatırlar.” Memet, Saliha’nın ellerini tuttu. “Biz zaten böyle yaşamıyoruz ki!” Saliha derin düşüncelere daldı. “Haklısın!” “Sürmeli gözlüm, merak etme her şeyi planlayacağız. Bak her şey çok güzel olacak.” Saliha kafasını Memet’in geniş omuzlarına dayadı. “Sen olmasan ben yaşayamam.” “Ben de.” Saliha’nın saçlarını okşadı. “Yarına ne dersin?” “Yarın mı?” “Evet.Yarın.” “Bu kadar hızlı mı?” “Neyi bekleyeceğiz?” Saliha bir süre düşündü. “Tamam. Bu gece hazırlığımı yaparım. Şimdi gitmem gerekiyor.” 99

- Mavi Öyküler


Memet sıkıca Saliha’ya sarıldı. Saliha’nın içi cız etti. Hızla merdivenleri indi. Eve geldiğinde Hasan işten yeni gelmişti. “Nerdeydin kız?” “Komşuya gitmiştim.” “Bana bak bu komşuya gitmeler çok sıklaştı. Artık istemem.” Eliyle Saliha’nın kafasına vurdu. “Anladın mı beyinsiz!” “Çabuk yemek hazırla. Karnım çok aç.” “Zıkkımın kökünü ye. İnşallah sabahı bulmazsın” diye mırıldandı. Sofrayı hazırladı. Tabağındakilerle oyalandı. “Niye yemiyon kız?” “Canım istemiyo.” “Senin canın zaten bi tek dayak istiyor. Karı olamadın ki! Yok şuramı elleme yok burama dokunma. Bıktım senden. Madem beni sevmiyodun ne diye evlendin?” “Sankim çok istedim.” “Bana bak Saliha kapa gaganı.” “Kapamazsam ne olur?” Hasan’ın gözlerinde şimşek çaktı. “Demek bana tersleniyorsun. Ben sana ne dedim Saliha? Uysal olacaksın. Lafıma laf eklemeyeceksin.” “Yok ya!” demesiyle Saliha’nın gözlerinde yıldızlar uçuştu. Hasan delirmiş gibi üzerine saldırdı. Tüm giysilerini parçaladı. Çırılçıplak kalan Saliha’yı yatağa yatırdı. “Sana erkeğin kim olduğunu gösterecem!” Karşı koyması işe yaramadı. Hasan vücuduna her dokunduğunda midesi kalktı. İşi biten Hasan sırtını dönüp horlamaya başladı. Saliha tüm gece uyuyamadı. Kalkıp mutfaktan bıçağı alıp bu adamı delik deşik etmeyi çok düşündü. Sonra ağabeylerini, babasını, anasını tüm soyunun üstüne kibrit suyu dökmeyi düşündü. Onu bir tek Memet sevmişti. Tüm ailesinin sevgisi yalandı. Hangi fikrini dinlemişlerdi ki. Her şeyi onlar bilirdi zati. Valizini hazırladı. Sessizce evden çıktı. Memet’in ziline iki kez Mavi Öyküler -

100


bastı. Kapı açıldı. Koşarak merdivenleri çıktı. Kapıyı genç bir kadın açtı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Bu kadında kimdi? Memet’in evinde ne arıyordu? Bir süre şaşkın kadının yüzüne baktı. “Şey… Ben Memet’i aramıştım.” “Memet gitti.” “Gitti mi?” “Evet bu gece İstanbul’a gitti.” “Yanlışınız var. Memet beni bekliyecekti.” “Kardeşim anlamıyor musun? Memet gitti.” “Memet gidemez!” diye bağırdı Saliha. “Gitti işte. Orda bir iş bulmuş.” Saliha’nın gözleri karardı. Merdivenlerin tırabzanlarına tutundu. Tüm dünyası yıkılmıştı. Alnında biriken terleri sildi. Ağır ağır merdivenleri indi. Demek Memet gitti. Dakikalardır biriktirdiği gözyaşları sel gibi akmaya başladı “Memet gidemez!” “Beni almadan gidemez!” Karanlıkta bir başına kalmıştı. Elinde bavul çaresizlikle sokakları dolaştı. “Allah’ım bana yardım et! Şimdi ben ne yapacağım. Nereye gideceğim?” Parkın karanlıklarına daldı. Sarhoşları görünce çok ürktü. Bir iki tanesi ona seslendi: “Gelsene güzelim!” Saliha koşarak parktan çıktı. Gözyaşları saatlerce aktı. “Yeterrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!” Başındaki eşarbı fırlatıp attı. 101 - Mavi Öyküler


“Artık hiç kimse bana ne yapmam gerektiğini söyleyemeyecek. Her ne olursa olsun kendi hayatımı kendim kuracağım.” Gözyaşlarını sildi. Tüm korkularına rağmen karanlığa daldı.

p

“BAŞKA BİR PASAPORTU YOKTU HAYATIN” “Metruk Evde Cinayet” | Hasan Uygun Ogün sıradan bir gündü. Yani herkes için olduğu kadar. Aslında o günlerde, günlerin de bir anlamı yoktu. ‘Cumartesiyi pazardan pazartesi salıdan ayıran en belirgin fark ne?’ diye sorsanız, hiç kimse cevap veremezdi. Hatta onun için hiçbir zaman günlerin anlamı olmamıştı. Her şey sıradan bir döngünün isli kara parçası, evrende birbirini çekip iten milyarlarca, belki de milyar katı milyarlarca atomun ateş dansıydı sadece. Bir anda birbirlerinin çekim gücüne kapılıp yaklaşan, ancak yakıcı bir ateşin itmesiyle uzaklaşan biçare atom yığınları. Küçük bir birleşme anının yaratacağı güçten kendileri de korkuyor olacak ki alabildiğine birbirlerinden uzak... Ve sıradanlığın mikrobu yayılmak için herkesin kapısındaydı sanki… Neyse uzatmayalım. Metin de o sıradan günlerin sıradan bir insanı olduğu için etrafında olup biten şeylere pek aldırmazdı. Hafta sonu mahmurluğunu henüz üzerinden atamamıştı ki pazartesi olmuştu. Varsa yoksa sevmediği, gıcık olduğu, hatta kıl kaptığı tek şey pazartesi günüydü. Bir tek bunu sindiremiyordu içine. Ona kalsa pazartesi günlerini takvimden çıkaracaktı. Ancak dedim ya, biçare kendi yolunu yürürdü. Ona çizilen labirentin dehlizlerinde çıkış yolu aramaktan sıkılmış, olduğu yerde yaşlılığını süren bir çınar gibi yapraklarının dökülmesini, dallarının kurumasını bekliyordu. Bazen de içinde bir şeylerin devindiğini, devinen şeylerin bir anlamı olduğunu düşünmüyor değildi ya, yorulmuştu. Daha önce çıkardığı anlamlar onu çıkışa götürmemişti. Belki o an beliren şeyler de, yalancı bir bahardı ve onu erken yakalayıp tüm çıplaklığıyla vücudunu yakacaktı. Bu Mavi Öyküler -

102


durumda o da yüz yıllık bir çınar olmanın ihtiyatıyla gelen şeyin suretini iyice görmeye çalışacak, emin olduktan sonra onunla ahbaplık kuracaktı. Oturaklı bir insandı Metin. Herkes onu sert mizacı, kararlı görünümüyle tanırdı. Ona şaka yapılmazdı. O da kimseye yapmazdı. Metin, o gün yine küçük dünyasının hayal aleminde, kurulmamış daha sonra kurulmak üzere ertelenen düşleri eşliğinde, ‘bozulan görüntümü bir anten yardımıyla düzeltebilir miyim’ düşüncesiyle işyerinde bütün gün uyuklamış önüne konan işleri ise bir robotun mekanik devinimiyle bitirmeye çalışmıştı. Ama dünya hali işte, iş bitmiyordu. Gerçi o da elinden geleni yapıyordu, ama o kadardı işte. Makine değildi ya! Onun da bir canı vardı. Akşam saat 7.30 gibi işyerinden çıktı. Evine gidecekti. Karısı bekliyordu. Evliydi anlayacağınız. Henüz çocukları yoktu, ama kısmetse olacaktı. Allah kime vermemiş ki? İstedikten sonra... İstemeyi ve mütevazı olmayı bilmekti aslında her şey. Metin’in düşündüğü tam da buydu işte. Asansörde inerken saçını başını düzeltmeyi de ihmal etmedi. Malum, insanlar ne derdi sonra? Her şey bir suret değil miydi hayatta? Kim kendi suretini daha iyi sunabilirse o kazanmıyor muydu? Bu düşüncelerle sokağa çıktı. Kafasını kaldırdı, önünde sarmaş dolaş ilerleyen bir çift kumru gördü. Bunlar büyük bir ihtimalle üniversite öğrencileriydi. Çünkü giyimleri ancak bir üniversitelinin olabileceği türden hırpaniydi. Yani okul bittikten sonra asla takınılmayacak bir suret... Özgürlüğün son günleri. Kravat-ceket ya da tayyör uzun topuk ayakkabı diktatörlüğünün arifesi, ana rahminden çıkacak uysal çocuğun gebelik hali. Aralarında bir şeyler fısıldanarak minibüs durağına doğru hızlı adımlarla yürüyorlardı. Metin, tekrar kafasını kaldırıp onlara arkadan baktığında, kadında değil de erkekte bir çekiciliğin büyüsünü fark etti. Tam ara sokağa sapıp gözden kaybolacaklardı 103 - Mavi Öyküler


ki, Metin adımlarını hızlandırdı. Caddenin orda, trafik ışıklarında, hem de kırmızıda yakaladı onları. Erkek olanın kadından daha uzun, beline doğru arkadan lastik tokayla toplanmış gür ve siyah saçlarının altında yine siyah bir tişört, daha da altında ise rengi iyice beyaza çalan bir kot pantolon vardı. Genç kızın üzerinde ise rengi griye çalan batik işi bir elbise vardı. Yayalar için yeşil ışık yandığında onlar yine önden yürüyordu. Hayret, galiba aynı minibüse bineceklerdi. Halbuki onun evine giderken kullandığı minibüs hattında bu tiplere daha önce hiç rastlamamıştı. Kaç yıldır bu yolu kullanırdı. Tabii canım, bunlar yeniydi. Metin, bir ara nasıl olduysa onların yanından sıyrılıp öne geçti. Neyse ki minibüs vardı. Ve henüz kimse binmemişti. Her zaman olduğu gibi hemen arka koltuğa, en sola, cam kenarına oturdu. Tabii oturmadan önce parasını şoföre uzatmayı da ihmal etmedi. Daha sonra hiç uğraşamazdı. Ne gariptir ki çoğunlukla da bindiği bütün minibüslerin arka tarafına kimse oturmazdı. Sanki orası kendisine ayrılmış bir makam koltuğu gibiydi. Uğraşamazdı canım. Orta taraflarda oturup başına iş mi açacıktı. Parayı şoföre uzat. Para üstünü geri gönder. Arada birilerinin arkadan dürtüklemelerine maruz kal. Ya da sen dürtüklemek zorunda kal. Zaten herkesin işi başından aşkındı. Bütün günün yorgunluğu üzerine bir de bu çekilmezdi canım! Sanki bütün tesadüfler bu güne toplanmıştı. Derken öğrenci tipli çift onun tam önüne, ikili koltuğa oturdu. Şimdi gencin tam arkasındaydı. Simsiyah gür saçlarına bir daha baktı. ‘Ulan bizdeki de saç mı!’ diyerek iç çekti. Ancak minibüs hareket edince genç adamın büyüsünden sıyrılıp dışarıyı seyre daldı. Kent güne yorgun düşmüş, dağılan pazar yerlerinin telaşıyla herkes bir yerlere, güvenli sığınaklarına gitmeye hazırlanıyordu. Fakat yine sabah olacak. Yine herkes dışarı çıkmak zorunda kalacak. Yine akşam olduğunda herkes sığınağına koşacaktı. Bu ne kadar sürecekti? Bir dahaki bombardımana kadar. Minibüs sıkışan trafikte dura kalka ilerlerken, bir anda yolda Mavi Öyküler -

104


yürüyen insanların yüz ifadeleri dikkatini çekti Metin’in. Ve sonra fark etti ki herkesin bir bakışı vardı. Hiçbirinin bakışı öteki birine benzemiyordu. Kendinden emin, her şeyi ben bilirim havasında; zavallı, paranoyak; gülümseyen, sırıtan, somurtan, bütün maskelerin ardında; küçücük renkli ya da kocaman siyah gözler... Ortalık yerde öylece savunmasız. Her yere oradan girilir, oradan çıkılırdı. Başka bir pasaportu yoktu aslında hayatın. Bazen pasaporta bile gerek duyulmaz, ısrarcı bir bakış gözlerinin derinliğinden beyninin kıvrımlarına kadar kafanda olan biten her şeyi kendi egemenliğine alır, diktatörlüğünün keyfini çıkarırdı. Kendi bakışını merak etti Metin. Acaba onunki nasıldı. Aynada gördüğü bakış kendisine mi aitti? Tabii canım bundan kuşkusu yoktu. Aynalar yalan söyler miydi? Söylemezdi tabii. Onunki en iyisiydi. Bir bakışı evrendeki tüm nesneleri eritebilirdi. Değil bir beynin hududunu yarıp başka bir beyne girmek, binaları bile delip geçebilirdi. Metin, kafasında gezinen tilkilerin beyninin kıvrımlarını ezen fillere dönüştüğünü hissettiğinde inmesi gereken durağa yaklaştığını gördü. Oturduğu yerden kalkıp kapıya yaklaştı. Söylemesi gereken cümleyi düşündü bir an. Öyle ya klişe cümleler sıkardı onu. Mesela, şoföre müsait bir yerde inmek istediğini söylese acaba şoför onu hangi müsait yerde indirirdi. Belki son durak şoför için daha müsaitti. İnmesi gereken durağın adını düşündü bir an. Neyse ki imdadına üniversiteli genç sevgililer yetişti. Erkek olanı ‘müsait bir yerde’ inmek istediklerini söyleyince şoför yolun sağına yanaştı. Doğal olarak önce onların inmesini bekledi. Metin’in bir ayağı asfalta değdiğinde şoförün de gazladığını gördü. Az kalsın yere yığılıyordu. Gerçi ilk kez başına gelmiyordu. Hemen hemen her akşam aynı sahneyi yaşıyordu. Tam ağzını açıp ana avrat düz gidecekti ki indikleri yerde etrafa şaşkın ördekler gibi bakınan gençleri fark etti tekrar. Sözcükler çiğnenmemiş bir lokma gibi boğazına oturdu. Sokağın aşağısına doğru adımını atmıştı ki erkek olanı elinde tuttuğu bir kâğıdı Metin’in burnuna dayayarak bir adresi ara105 - Mavi Öyküler


dıklarını ve bilip bilmediğini, eğer biliyorsa tarif etmesini rica etti. Önce çocuğun yüzüne sonra da elindeki kâğıda baktı. Ah evet, burayı biliyordu. Oturduğu evin bir sokak aşağısındaydı. Ama hayret, gitmek istedikleri yer mahallede adı pek de iyi anılmayan şaibeli metruk bir evdi. İki yıldır o eve giren çıkan kimseyi görmemişti. Ama geceleri el ayak çekildikten sonra evin içinden birtakım garip seslerin geldiğini, hatta ara sıra da ışıkların yandığını yine mahalleliden duymuştu. Netameli bir yerdi sonuçta, adresini sordukları. Bir an için ürperdi Metin. ‘Hadi hayırlısı,’ dedi içinden ve belli belirsiz bir el hareketiyle onu takip etmelerini işaret etti. O önde, gençler peşi sıra eve yaklaştılar. Kısacık yolda gençlere karşı iş çıkışından beri duyduğu gizli ilginin anlamını çözmeye çalışırken, şimdi onlardan kurtulacağına seviniyordu. “Gençler ev burası, hadi bana eyvallah!” diyecekti ki bu kez kız cilveli bir edayla, “İçeri buyurup bir kahvemizi içmez misiniz?” şeklinde garip bir soru yöneltti. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırarak, “Ama burası terk edilmiş bir ev, iki yıldır buraya kimsenin girip çıktığını görmedim. Hem şimdi siz sanki yıllardır burayı kullanıyorsunuz gibi sakin bir ifadeyle beni kahve içmeye davet ediyorsunuz. Bunu anlamını çıkaramadım. Sonra, madem siz evin yolunu biliyordunuz, niye bana tarif ettirdiniz?” diye soruya soruyla karşılık verdi Metin. Bunun üzerine erkek olanı araya girip açıklama yapma gereği duydu: “Affedersiniz beyefendi, bizi yanlış anlamayın bu evde birkaç gün öncesine kadar yatalak durumdaki dayım kalıyordu. Ancak ölünce ev bize miras kaldı. Hani kahve dediysek de belki evde hiçbir şey yoktur. Bizimki sadece medeni bir teklifti. Siz bilirsiniz.” “Tabii,” diye destekledi kız arkadaşı. “Zamanınızdan çalmak istemiyoruz. Düşündük ki belki bu mahalle hakkında bize biraz bilgi verirsiniz.” Hayatta kimseye ‘hayır’ diyemediği için gençlerin bu ısrarına Mavi Öyküler -

106


boyun eğen Metin, “Peki ama sadece beş dakikalığına, karım merak eder sonra,” diyerek yıllardır etrafında bir sürü entrikanın döndüğüne inandığı evin taş merdivenlerini gençlerle birlikte tırmanarak kilidi pas tutmuş kapıdan içeri girdi. Daha kapıdan içeri adımını atar atmaz kesif bir koku burnunu sızlattı. Salona girdiklerinde üzerlerine örtü geçirilmiş mobilyalar dikkatini çekti. Sanki yıllardır kimse girmiyordu içeri. Etrafı örümcek ağları kaplamıştı. “Dayım,” dedi genç kız, durumu açıklamak istercesine “son on yılını yatalak geçirdiği için aslında evin sadece yatak odasını kullanırdı.” Metin, üzerindeki örtülerden birini çektiği koltuğa oturmaya çalışırken kafasına takılan soruyu kıza sormadan edemedi: “Peki ama bahsettiğiniz adam sizin değil arkadaşınızın dayısıydı hani?” “Amaan beyefendi, ne fark eder ki, kocamın dayısı benim de dayım olur. Siz karınızın dayısını dayı olarak kabul etmiyor musunuz?” “Ah tabii, özür dilerim,” diye düzeltti Metin böyle düşündüğü için kendinden utanırcasına. Aslında bütün açıklamalara rağmen ikna olmak da istemiyordu. Bir ara cüzdanını yokladı Metin. Maaşını yeni almıştı. Ortama bir anlık bir sessizlik çöktü. Genç adamın ne zaman arkasına geçtiğini görmediği için sırtına inen bıçağın ışıltısını da göremedi Metin. Sadece acı bir çığlık çıkabildi ağzından. Bir hafta boyunca çalmadık kapı bırakmayan zavallı karısı, sekizinci günün sabahında günlük bir gazetenin üçüncü sayfasında manşete çıkarılmış bir haberi okuyunca anladı acı gerçeği. “Yıllardır kimsenin kullanmadığı metruk evde bulunan bir cesedin kimliği araştırılıyor. Mahalle sakinle107 - Mavi Öyküler


rinin evin içinden duydukları garip kokunun nedenini araştırmak için kapıyı kırıp içeri girmeleriyle ortaya çıkarılan esrarengiz cinayetin failleri...”

p

Mavi Öyküler -

108


109 - Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

110


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.