İÇERIKLER “GEÇMİŞE AĞIR MÜEBBETLE CEZALANDIRILMIŞ BİR MAHKÛMUM” 4 “ACI, AKLIN İSYANIDIR” 8 “ZEVK; CEHENNEMİN KIZ KARDEŞİDİR” 11 “ONLAR, AYNI ELLERDİ” 20 “O SEVMEYİ TERCİH ETTİ”
26
“KANAYAN BİR YARADIR”
29
“NEDEN YALNIZIZ BURADA?” 34 “YALNIZLIKLARIN KATİLİ” 37 “NE ZAMAN UNUTTUK?” 43 “İMTİHAN BUNLAR HEP İMTİHAN”
48
“SUSMUŞTU BU CÜMLELER” 53 “ZAMAN YOKTU DÜNYADAN ÖNCE”
58
“TUHAF BİR DÜŞTÜ, UÇMUŞTU ÇÜNKÜ” 71 “HİÇ GÖRMEDİĞİ BİRİYMİŞ GİBİ” 74 “VE BİR KUKLA GİBİ…” 79 “ÇİFT DEMEK İKİ DEMEK DEĞİLDİR” 83 Mavi Öyküler -
2
“YİTEN BİR RUH İÇİN KOPARILAN YAKARIŞLAR” 89 “BEN VİRÜS DEĞİLİM, SENİN SEVGİLİNİM!..” 93 “YARATICI BİR ÖLÜM ŞEKLİ” 95 “SAHİ BU KADAR AZ MI YAŞADIN?”
102
Ücretsizdir 3
- Mavi Öyküler
p
“GEÇMİŞE AĞIR MÜEBBETLE CEZALANDIRILMIŞ BİR MAHKÛMUM” “İhanet” - Akın Olgun İhanet. Ne kadar küçük bir kelime... İnsan, bu küçük kelimenin yerle bir eden gücünü düşündüğünde iyice şaşırıyor. İhanet kelimesini her duyduğumda hep bunu düşünürüm. Yani bu küçük kelimenin, büyük gücünü. İnsanı yerle bir eden, yok eden, süründüren, çıldırtan, dengesini bozan, güvensizleştiren, hayata küstüren, rezil kepaze eden, katil yapan, toprağa gömen bu küçük kelime, hiç bitmeyen enerjisini ve gücünü acaba nereden alıyor diye düşünüyorum. Şu insanlara bak! Ne kadar mutlu görünüyorlar değil mi? Oysa her birinin içinde ihanet tohumu var. Milyonlarca tohum, büyük bir sabırla, filizleneceği ve olgunlaşacağı ânı bekliyor. Kimimiz ihanetin figüranı, kimimiz kurbanı, kimimiz ise kendisiyiz. Onu her yadırgadığımızda, içimizdeki ihanet beynimizi kamçılar. Adının geçtiği her yerde içimize bir şüphe düşmesinin tek nedeni, işte bu kamçılardır. Herkes içindeki ihaneti tanır. Tanıklık ettiğimiz her olay, duyduğumuz her hikâye, bizi içimizdeki ihanetle bir an buluşturur. İşte o an, işte o an ihanetin içimizde ilk filizlerini verdiği andır. Onun bir cinsiyeti yoktur. İhanet cinsiyetsiz doğar. İnsanlar onu bazen silah olarak kullanırlar, bazen bir motivasyon aracı... İhanet dedim ya, kelime olarak küçük; ama işlev olarak tıpkı bir atom bombası kadar güçlüdür. Savaşlarda kahramanlıklar bazen bu küçük kelimenin üzerine inşa edilir. Onu öldürmenin yolu, ölmek olarak gösterilir. Kahramanlıkla ihanet arasındaki çizginin, çok ince oluşunun sebebi işte burada yatar. Savaşlarda, ihanetin karşıtıdır kahramanlık ve kahramanlık ihanetin tetiklediği ölümcül bir andır. Kısacası, ihanet insanın olduğu her alanda yaşar, yaşatılır. Onun varlığını hayatın her anında hissedersin. Çok büyük aşkları, evliMavi Öyküler -
4
likleri, ilişkileri, sevgileri, dostlukları, ortaklıkları ve paylaşımları bir anda düşmanlıklara dönüştüren bu güç, kuvvetini insanın elde etme hırsından alır. Herkes birbirinin içindeki ihanetten kuşkuludur. Kuşkuludur, çünkü herkes içinde ihaneti bir başkasının kuşkusuyla besler. Yıllar önce, arkadaşım karısının kendisini aldattığını büyük bir soğukkanlılıkla bana anlatırken söyledikleri hep aklımdadır: “Karım beni aldatıyor. Ama ben hâlâ onu çok seviyorum. Ona zarar vermeyi hiç düşünmedim. Bu sana çok saçma gelebilir, ama o benim bu ihaneti öğrendiğimi duyduğunda, içindeki ihanet onu günbegün zaten öldürecek. Çünkü ihanetinin bilindiğini bilmek, ihanetin en büyük korkusudur.” demişti. Kendimi bir an onun yerine koymayı hiç düşünmek istemedim. Düşünmek bile insanın tüylerini diken diken ediyordu. Oysa bu, benim içimdeki ihaneti kapatmak için keşfetmiş olduğum bir yöntemdi. Onun söylediği her şey benim içimdeki ihaneti büyütüyordu. Duymak istemiyordum. Korkuyordum. İçimdeki ihanetin görülmesinden korkuyordum. Onun yakalanmasından korkuyordum. Yakalandığında başıma neler gelebileceğini düşünmekten korkuyordum. Sonuçlarından korkuyordum. Parmakla gösterilmekten ve herkesin kendi ihanetini benim ihanetim üzerinden aklamasından korkuyordum... Korkuyordum, çünkü ben de kendi ihanetimi henüz ihaneti yaşamayanların üzerinden aklayarak besliyordum. Beslediğim canavar eninde sonunda beni de yiyecekti. Onunla barışık yaşayarak, suç ortaklığı yaparak saklamaya çalıştım. Oysa sakladıkça ürüyor, üredikçe çoğalıyor, çoğaldıkça arsızlaşıyordu. Arkadaşımın karısı, arkadaşımı benimle aldatıyordu. Onun bana “İhanetinin bilindiğini bilmek, ihanetin en büyük korkusudur,” deyişinin tek sebebi, bugün sana bu olayı anlatmamın da sebebidir. Adamın son cümlesi Hasan’ı iliklerine dek sarsmıştı. Karşısında oturan bu gizemli adamla tanışalı daha yarım saat bile olmamıştı. Yürüyüşe çıkmıştı ki, dinlenmek için denizin kenarındaki 5
- Mavi Öyküler
banklardan birine rastgele oturmuş ve aynı bankta oturan kırk yaşlarındaki adamla, kendisini bir anda sohbetin içinde bulmuştu. Konu ihanete nasıl gelmişti hatırlamıyordu. Adamın sakin ama akıcı ve gizemli bir dille konuşması, galiba onu etkilemişti. Ne diyeceğini bilemeyen boş bakışlarıyla, bu şaşkınlığı fark eden bakışlar birbirini bulduğunda, adam yüzünü denize doğru çevirip derin bir nefes alarak, konuşmasına devam etti: “Her ihanetin bir ödeşmesi vardır. İhanet yine başka bir ihanetle ödeşir. Tıpkı bumerang gibi onu atarsın ve o geri gelir, seni bulur. ‘Koynumda yılan beslemişim’ demene fırsat kalmaz; çünkü o seni çoktan sokmuş olur. Bir daha arkadaşımı ve onun eşini görmedim. Aradan yıllar geçti. Vicdanım beni hep bu olayla karşı karşıya getirdi. Geri dönüşü ve tedavisi yoktu. Kendimle her baş başa kalışımda ihanetim ve arkadaşımın çifte ihaneti yüzüme vururken, o hisli bakışları canlanır gözlerimin önünde. Bu olaydan tam beş yıl sonra bir haziran akşamı gazetede okudum, arkadaşımın karısının kendini asarak öldürdüğünü.” Adamın sözleri ve kıyıdaki taşlara çarpan dalganın sesi, aynı anda yüzüne çarpmıştı Hasan’ın. İçi titremiş ve tüm vücudu bir an ürpermişti. Adam denize, Hasan ise adama bakıyordu. “Denizi sever misin? Ben çok severim. Arada sırada buraya gelir, onunla konuşurum. Dalgaların soruları ve cevapları vardır. Deniz bile, kendisine ait olmayanı dışarı atar. Biz insanlar ise ihaneti içimizden dışarı atamayız. Bir deniz kadar olamayız anlayacağın...” Adamın susuşunda bile, bir sesi olduğunu düşünüyordu Hasan. Gözlerini adamın alnından alamıyordu. Adamın alnındaki çizgiler birdenbire katlanarak çoğalıyor, sanki birdenbire de dümdüz oluyordu. Dalgaların kayalara çarpıp, başka bir dalgayı yeniden taşımak için çekilmesi gibiydi adamın alnındaki çizgilerin hareketliliği. Hasan “Dışarıda hayatını sürdüren, ama geçmişe ağır müebbetle cezalandırılmış bir mahkûm gibisiniz,” derken utanmış ve bu sözleri nasıl birdenbire ifade ettiğine kendisi de şaşırmıştı. Mavi Öyküler -
6
Karşısındaki gencin kendisine dair ortaya attığı bu tespit, adamın omuzlarının biraz daha çökmesine neden olmuştu. Adamın sırtındaki kambur adeta büyümüştü. Hasan’ın söylediklerini kendi kendine mırıldanıyor ve tekrar ediyordu, “Geçmişe ağır müebbetle cezalandırılmış bir mahkûmum. Geçmişe ağır müebbetle cezalandırılmış bir mahkûmummm…” Kayalara çarpan dalgalar mırıldanmalara eşlik ediyordu. Martılar da katılmıştı artık aynı koroya. Hasan, mırıldanmalara eşlik eden dalgalardan ve martıların sesinden bir an ürkmüştü. Sanki çevresindeki her şey, bu sözü bekliyormuş gibi harekete geçmişti. Ortalık ıssızlaşmış ve sahilde adamla baş başa kalmıştı. Kalkıp gitme duygusu içine oturmuştu, ama kendisinde kalkacak gücü bulamıyordu. Adam birden ayağa kalktı ve kahkahalarla gülmeye başladı. Artık dalgalar, martı çığlıkları ve kahkahalar üstüne üstüne geliyordu. Adamın kahkahalarla bağıra bağıra yanından ayrılışını, kaskatı kesildiği yerden seyrediyordu. Adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Geçmişe ağır müebbetle cezalandırılmış bir mahkûmum, mahkûmummmmmm!..” “Bu deliyle bir saattir sohbet ediyorsun kardeş. Sizi uzaktan seyrediyordum. Çok şaşırdın değil mi? Adamın deli olabileceğini hiç aklından geçirmedin, değil mi? Bu gördüğün adam, karısının ölümünün her yıl dönümünde buraya gelir, birilerinin yanına oturur ve hikâyesini anlatır. Bundan hiç bıkmaz, usanmaz. Karısı onu en yakın arkadaşıyla aldatmış. Çifte ihanet anlayacağın. Kimileri onun karısını kendi kendini asmaya zorladığını, kimisi ise kadının vicdan azabına dayanamayarak kendisini öldürdüğünü söylüyor. Karısı öldükten sonra adam iyice kafayı tırlatmış.” Hasan ne diyeceğini bilemiyordu. Oturduğu banktan hızlıca kalktı ve hiçbir şey söylemeden kaçarcasına uzaklaşmaya başladı. Adamın sesi hâlâ uzaklardan duyuluyordu. Kendi evlerine gelip giden en yakın arkadaşı Ali’yi düşünmeye başlamıştı. Böyle bir olayı hayal bile etmek istemiyordu. O evdeyken karısının 7
- Mavi Öyküler
davranışları gözlerinin önünden geçmeye başlamıştı. Evden uzakta olduğu günler, karısının arada sırada geç gelişleri… “Hayır! Hayır olamaz! Kafamda kuruyorum her şeyi. Böyle bir şey asla olmayacak. Olmamalı, olamaz!..” Adımlarını hızlandırmıştı, bir an önce eve ulaşmak için, adeta koşturuyordu. Evin önüne vardığında kapının zilini hızlı hızlı çalmaya başladı. Eşi kapıyı açtığında Hasan’ın nefes nefese halini görüp birden heyecanlandı ve “Ne oldu. Kötü bir şey mi var Hasan?” diyerek içeri aldı. Hasan karısının yüzüne bakarak, “Beni hâlâ çok seviyorsun değil mi?” sorusunu bir çırpıda sordu. Eşinin bu tuhaf sorusuna bir anlam veremeyen kadın, “Hasan nerden çıktı bu? Elbette ki seni çok seviyorum. Odaya geç otur hadi. Ben de çayları alıp geliyorum. Haa… İki saattir Ali seni bekliyor içeride.”
p
“ACI, AKLIN İSYANIDIR” “Âşıktım, Annem Aşağılamıştı Beni” - Mehmet Fidan Ozamana kadar kimin öyküsüne katıldım, kimin türkülerini tuttum, sen ne yaşadın, bilmiyorum. Hayat hakkında kurabildiğim cümlelerimin ancak bir satır ettiği çocukluğumdan bu yana neler değişti, şu an bunun ayrımına varmak biraz zor ve uzak. Pek çok şeyin ismi hâlâ konulamadı. Sanki her şey bir bardağın içinde duruyordu zamanla birlikte. Bu ismi olmayan hislerin; nesneler gibi zamanla deforme olduğu, bardağın içindeki suyun giderek bulanıklaştığı, koktuğu ve tadının değiştiği artık çok kesin. Ve bardağın betona düşerken çıkardığı o biçimsiz ses içimi hâlâ ürpertiyor. Üç bardaktan sonuncusu. Demek ki küçük veya büyük bir şekilde biraz etimin içinde kalıyor cam parçaları, biraz iz bırakıyor, bir şekilde biraz yurt ediniyor aklımı. Demek ki inançlardan yoksunluk, yoklukla başlıyor. Sonra o herif kulağımdan tutup aynı anda gayet şiddetle yüzüme patlattığında tokadı altıma kaçırdığımı, göz yaşlarımı saatlerce tutamadığımı, elimin ve yüzümün yandığını hayal meyal Mavi Öyküler -
8
hatırlıyor fakat hiç unutamıyorum. Saçları kısa mı kısa, peltek mi peltek bir adam. Dili yok, ağzı yok gibiydi, peltek de denilemezdi aslında. Kısa, sıska ve saçları kırdı. Sigarayı yıllardır dudağının sol tarafında tuttuğu ve sürekli tüttürdüğü için ağzı eğik ve konuşmaya çalışırken dudaklarının çizgileri kulağına kaçıyor. Kocaman elleri olan bir adamdı o. Bütün bu olanlar; üç bardak çay için, gıyabına izinsiz girip sesini sorduğum, dokunduğum için oldu. Bütün vücudu ellerinden ibaret ve dört duvar arasında yaşayan bir adam gerçekten var mıydı yoksa bu bir rüya mıydı yoksa deliliğine bahaneler mi buluyordum, bilemiyorum. Yerinde yoktu belki. Kapısı hiç yoktu. Olmayınca yoktu. Yoksa yoktu. Yokluğu kavrayışından belli varlığının var olduğu. Yani durup dururken sordu. Sende var dedi “var” yokluğu kavrayışından belli. İki yıl konuşamadım. Bardağı tutuşun, ince parmakların, beyaz ellerin sevgili. İki yıl diyorum, konuşmadım hiç. Ben Tokat´a gitmedim ama yemişim, ki unutamıyorum, ki senin ellerin öyle değil, ki bardağı tutuşun. Çok korkuyorum, bırakma beni n´olur. Sen öyle değilsin, sen vurmayacaksın yüzüme değil mi? Hiç yapar mıyım öyle şey. Yalancısın, yıkıl karşımdan! Gitmeee!!! N´olur. İş hanında öyle çok dükkân var ki. Bizimki en dipte, caddeye bakıyor, akvaryum işletiyoruz. Dayım üç çay söyle dedi. Gittim, çaycı yerinde yok. Kendim doldurayım dedim, üçüncü bardağı dolduruyordum ki ansızın yüzümde patlayan bir tokat. Ben bütün gücümle seviyorum insanları, şunun yaptığına bakın. Arkamdan sessizce yaklaşmış. İzinsiz ve patavatsız. Öyle bir tokat ki, yutkunamıyorum. Çay çok sıcak, ellerim bağırıyor. Kendimi tutuyor, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyorum çünkü onun önünde ağlamak istemiyorum fakat dayanamıyorum. Herkesin kalbinin söküldüğü bir an vardır, yoksa olmalıdır. En azından kalbinin söküldüğünü hissettiği 9
- Mavi Öyküler
bir an. * İşte öyle bir zaman dilimi. Liflerimin ne bileyim tenimin bu acıya dayanamayacağını ve yırtılacağını sandım. Sonra bardak düştü ve öpüşen iki dudak büyüklüğünde bir parçası kırıldı bardağın. Tam o anda bir şeyler kırıldı durmadan. İçimde kocaman bir parça. Sonra annem. Annem hiç öpmedi beni. Annem! En çok onun yokluğunu hissettim. Aynı bardak birkaç defa daha düştü gözümün önünde. Ağlamaya başladım fakat beni durdurabilene aşk olsun. Dudaklarımı ısırıyorum, gözlerim yanıyor, bağırmıyorum fakat öyle bir ağlıyorum ki... Sonra bulanık görmeye başladım. Aslında görmemeye başladım. Ellerim, elbiselerim ıslak, canım çok acıyor. On yaşındayım daha. Onun oğlu arkadaşım; o da biraz deli. Adı Murat ama iyi bir çocuk. Onu da bütün gücümle seviyorum ama şimdi canım yanıyor ama Murat´ı düşünüyorum ama böyle bir babanın oğlunun halini tasavvur edemiyorum. Ağlıyorum fakat o anda Murat´a acıyorum çok. Kendimden çok Murat´ı düşünüyor Murat´a ağlıyorum. Murat diyorum, bu tokattan kaç tane yedin? Bilmem: Çoktur. Benim babam senin babanı döver. Döver Murat, döver! Bu tokada kimse dayanamaz. Sen ne güzelsin sevgili. Güzel olan sensin. Şimdi seni düşünürken düşlerime karışan delilerin alınlarını, anlıyorum ki değil kargaların yüzleri hiçbir şey korkutamıyor. Korkutulan benim, korkutulan, korkunç çocukluğum. Nasılsın? İyiyim ben. Evlendiğimiz günü hatırlamıyorum. Neden hatırlayamıyorum beyaz gelinliğini. Giymedim ki hiç gelinlik. Biz yokuz ki, hiç olmadık ki, bir eşyanın, hiç olmadık bir zamanda yokluğu ansızın fark edilen fakat geç kalınan bir yerinde anlıyorum ki; acı, aklın isyanıdır sevgili, kirli ellerin suya yansıyan görüntün, sen şüphenin önde gidenisin. Mavi Öyküler -
10
Çocukları döven delidir. Beni bırakıp gidenler kötüdür. Saçlarımı çeken annem, burnumu kıran ağa beyimdir. Ya ben ya ben! Ben, öyle yalnızım ki. Aşıktım, annem aşağılamıştı beni. Hiç unutmuyorum Tanrım. * M. Can Doğan
p
“ZEVK; CEHENNEMİN KIZ KARDEŞİDİR” 7. mektup “sonunda” “Araf’tan Mektuplar” - Sultan Yavuz Beynimi kurtçuklar yiyor, hissedebiliyorum. Eskiden korkardım, ama artık zevk alıyorum. Yavaş yavaş yiyorlar. Ağrı ya da herhangi bir acı duymuyorum. Sadece, garip bir şekilde kalbim acıyor. Oysa onu yiyen bir şey yoktu. Belki de vardı. Onu ben yaratmış olmalıyım. En çok hamam böceğinden korkarım, ama sonunda, kalbimin üstüne koca bir tane kondurdum sanırım. İğrenç hayvan yedikçe, kalbim daha bir acı duyuyor, beynimse uyuşma halinde. Peki, neden keyif alıyorum? Çünkü kurtçukların beynimi ve hamam böceğinin kalbimi yemesini seviyorum. Kısa sürede alıştım. Yıllardır orada durduklarını fark etmem zaman aldı, ama artık biliyorum. Öldüğümü fark ettiğimde de korkmadım, anlayacağın. Ne zaman öldüğümü bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Ölü olduğumu bile anlamıyorlar. Oysa beni onlar öldürdü. İspatlayamam, ölüler bunu yapamaz. Ben sadece anlatabilirim. Çünkü ruhum lanetlendi ve sözcüklere hapsoldu. Sanırım sonsuza dek Araf’ta yaşayacağım ve bundan keyif alacağım. Zevk; cehennemin kız kardeşidir, sıkıcılıksa; cennetin. Ama yaşadığım bu keyif, acıdan aldığım hazdan kaynaklanıyor. 11
- Mavi Öyküler
Yaşadığımı sandığım günlerde bilmiyordum. Şimdi nasıl bir mazoşist olduğumu biliyorum. Bedenime zarar veremediğim için, ruhumunkiyle tatmin oluyorum. Dişlerim kamaşıyor, içim çatlıyor adeta. Korkunç bir donukluk. Sabit bir noktaya gözleri kilitleyip, duvar yemek gibi. Kireç. Canlı olsaydım, saçımı başımı yolup, ağlamak isterdim. Elbiselerimi parçalamak, eskiden olduğu gibi kırıp dökmek isterdim. Bu arada doktorları sevmiyorum. Hastanelerinse, duvarlarına kaka yapmak isterdim. Hâkimler, doktorlar, öğretmenlerin çoğu ve başbakanlar, cumhurbaşkanları kendilerini daima tanrı sanırlar ya da biz onları. Gördünüz mü? Nietzsche ne kadar da yanılmış. İnsan, Tanrısız yaşamayacak kadar kuldur. Bir tanrı ölür, öbürü doğar. Tapılacak, medet umulacak bir şeyler hep vardır bu yeryüzü arafında. Aklıma gelmişken, yeryüzü ve gökyüzünü düşündünüz mü? Neden yüzü? Götü olmadığı ne malum? Özellikle gök götü daha mantıklı geliyor. Kar ve yağmur dışkıdır belki ve gök gürültüsü de göğün gazı. Yüz daha sevimli olmalı. Masalcılığı hiç bırakmıyoruz belki? Her şeyi sevimli, küçük, sıcak hallere getirmeyi, saklamayı, isimler icat etmeyi seviyoruz galiba. Üzüldüğüm şu ki; ben Tanrımı kaybettim. Yerine koyacak bir şey bulamıyorum şimdilik. Nereye koydum ya da kime çaldırdım, bilmiyorum. Belki de sonunda benden o kadar sıkıldı ki, gitmeye karar verdi. Tanrı elimden kaçıverdi. Kapkaççılar tanrımı çaldı! Borçlarımı ödeyemeyince, haciz geldi öteki taraftan; Tanrıma el koydular. Varsayımlar sonsuza uzanabilir ve sonunda birleşip, tek olabilir. Sebeplerden biri ya da diğeri olması bir şeyi değiştirmez. Ben kapkaççıda karar kılıyorum. Böylece suç da kalkıyor üstümden. Sonunda anladınız mı? Tanrım olmadığı için hâlâ bu Araf’tayım. Gelen giden yok. Bu ceza çok büyük oldu. Beni asırlık bir çınar gibi kendi kendime bıraktılar; söylenmekten başka uğraşım kalmadı. Bir tanrı istiyorum yeniden. Ya da beni bulsun herhangi biri. Böylece, acılı ve lanetli ruhum da özgür kalabilsin. CehenMavi Öyküler -
12
neme ya da cennete gitmek istiyorum artık. Birileri öldüğümü anlasın, kendime ait bir mezar istiyorum ve çiçekler. 6. mektup “sondan önce” Beni bulduklarında, tanınmaz halde olduğumu söylediler. Ben bunu bir hafta sonra öğrendim. Hesapladığım gibi gitmedi. İki değil, beş günün sonunda anakaraya varmıştım. Cildim kırmızı bir rujla boyanmış gibiydi. Dudaklarımı anlatmıyorum bile. Üstümdeki döküntülerse adeta liflere ayrılmıştı. Beni hastaneye yatırdıktan tam dört gün sonra kimliğime ulaştılar. “Hayır, bu ‘Kelebek’ olamaz! Bunu başarması imkânsız!” dediler. Dövmem, aksini ispat edemeyecek kadar kişiliğim olmuştu. Neredeyse, hayatım boyunca ettiğim firarları, bu yaşıma rağmen tekrarlıyor oluşum, öfkeden çok hayret ve nedense saygı uyandırıyordu. Onları duygulandırmıştım anlaşılan. Adıma yazılan kitap, ömrümün son günlerini özgür geçirdiğimi söylüyor. Yalan! Hâlâ yaşıyorum ve hâlâ esirim. Şizofren olduğumu söylüyorlar, “Kelebek” olmadığımı anlatıyorlar, beni ben olmadığıma inandırmaya çalışıyorlar bu deli doktorlar! “Kelebek” olduğumu size ispat edebilirim. Bu pencereyi seviyorum. Yeşil palmiyenin kendiliğindenliğini seviyorum ve doğayı kıskanıyorum. Baktığım şu kiremitler, birbiri üstüne uzanmış dalgalara benziyorlar ve gökyüzü berrak bir mavi. Mavi ve yeşilin bir arada oluşundan doğan uyumu, sadece doğada görebiliyorum. Uzaktan gelen köpek havlamaları. Ama durmaksızın, saldırgan, rahatsız edici olanlardan değil. Bu, gördüğü yabancılara karşı duyduğu kuşkudan kaynaklanan bir-iki havlama sesi sadece. Uzaktan o ses ve yakındaki kuş seslerinin palmiye yaprakları ve gökyüzüyle oluşturduğu yaşam karesi, gerçekten huzur veriyor. Bazen en umulmadık anlarda gelen huzur, garip bir his. 13
- Mavi Öyküler
Esaret hiç bitmez. Sizi hiç bırakmazlar, her yerde takip ederler ve sonunda mutlaka yakalarlar. Esaretinizin verdiği tatminle özgür olduklarını sanırlar. “Ben Kelebeğim!” diyorum. Neden inanmıyorsunuz? Göğüslerimin olması bu gerçeği neden değiştiriyor? Kırmızı rujumla çizdiğim dövme, bir “Kelebek” değil mi? “Ben Kelebeğim!” diyorum size. Sizi kandırıyorlar; ben hâlâ esirim, hiçbir zaman özgür bırakmadılar. Anlatmamı istemiyorlar, bu yüzden kapatıyorlar. Sizi şizofren olduğuma inandırıyorlar. Ama daha kötüsü, sizi de uyutuyorlar; esir olduğunuzu sizden saklıyorlar! İnanmayın onlara! Güvenmeyin! 5. mektup “sadece bilinçaltımla savaşıyorum; bir canavar yaratacağım!” Hatırlıyor olmalısın o güzel günleri. Sen henüz yedi yıllık evliydin; güzel karın ve iki çocuğun vardı. İşlerin de kötü gitmiyordu o zamanlar. Genç sayılırdın, yakışıklı denemezdin, ama hilkat garibesi de değildin; yanlış hatırlamıyorum değil mi? Ah ne saadet günleriydi! Karınla seks yapardın, biz iki kız çocuğuyla da cinselliğini paylaşırdın. Kucağına bastırırdın, memişlerimizi ısırırdın, yanaklarımızı, dudaklarımızı acıtırdın; sesimizi çıkarmazdık. Severdik seni, böyle sevilir sanırdık. Arkadaşlarımıza da ilk biz öğrettik zaten; ben ve kızın. O şirin evin, sarı alacalı duvar kâğıdına sindi o korkuların ilk kokusu ve küçük kızların küçük çığlıkları. En çok göğüslerimiz acımaya başladığında ve sonra küçük birer erik olduğunda öptün onları. Peki, ama sonra neden tiksindik? Neden midemiz bulandı? Neden hâlâ ışıksız uyuyamıyor bu kadınlar? Bu kadınlar; içlerine sıkışmış o küçük kızları nasıl serbest bırakacak? Seçkin ensestin soylu prensleri, bunun cevabını bize söyleyin! Aksi takdirde bir canavar yaratacağım! Siz o günlerde ruhlarıMavi Öyküler -
14
mıza birer cenin bırakmıştınız; çirkin, küçük; hatta korkunçtu. Eğer cevabı söylemezseniz, doğuracağız onları! Doğurup, üstüne salacağım o bebeği. Önce, o dişsiz damak kulaklarını kemirecek. Sonra ağzına kusacak; senin bıraktıklarını. Tırmalarken o küçük eller bacaklarını, o mor dudaklı gülümseyen ağız, bacak arandaki vahşi hayvanı emmeye başlayacak. Evet, zevk alacaksın! Sonra “yeter!” diyeceksin. O bebek anlamayacak, bırakmayacak bir türlü. Acı çekeceksin, acı. İçime bıraktığın bebek, onu tamamen yediğinde sen artık olmayacaksın! Dur artık! Yeter, durun! Yoksa o ceninler sizi yiyecek bir gün. 4. mektup “hâlâ savaşçıyım; dışlanan, cezalandırılan, yok sayılan tüm kalem işçileri: birleşin!” “Çağlar, aykırılıklarıyla tarihe geçer.” Sevgili üstadımız haklıdır. Aynı sebeple, tarih yazıcıları her zaman iktidarı anlatsa da, es geçemez değişim yaratan devrimci kalemleri. Yazılı tarih yer verirken, onları ya göğe çıkarır, ya yerin dibine batırır. Ama zaman, doğru değeri biçmede geç kalmış da olsa, iyi bir belirleyicidir. Aynı yasa koyucu, bugün Marquis de Sade’ın şatosuna hapsolmuştur. Ahlakçılar, O. Wilde’ın dilinde erimişlerdir. Pazar ilişkileri Bukowski’yle utanırken, katil toplumlar Kafka’yla tokatlanmışlardır. Mevlana’nın kalemi Şems Tebrizi’yi ölümsüz kılarken, Nazım’ın sanatı “önce insan”ı öğretmiştir; at gözlüklü yoldaşlara. Çünkü anlamıştır egemen, sözcüklerin gücünü. O sözcükler ki satırlara, dizelere akıp kalabalığa karışınca dogmalar nasıl da sallanır korkuyla. Bunu bilir de, ondan sansür koyar. Ondan yok sayar, ondan cezalandırır. İşbirlikçi olmuşsa, kendi halkı da dışlar. Öldürmeye de isteklenebilir; adı “Şeytan Ayetleri” olmaya görsün. 15
- Mavi Öyküler
Hem çoğuz, hem azız. İşimiz çok zor yoldaşlar; öyle bir zamandayız ki bırak tepki almayı, ifade edebilmek bile güç. Kalın enseli kapı tutucular her yerde nöbette. Mevcut sanat ve edebiyat kalıplarını ezbere yürümelisin; yoksa yallah! “Sen de kimsin!” “Sen, gözlüğümün üstünden baktığım bir böceksin!” (Selam olsun Gregor Samsa’ya!) “İşte, burası bir kale ve biz krallar ne dersek, o olur!” Bizim yasaklarımız size oranla, daha yayınlanmadan konuyor ve değerimiz de o zaman belirleniyor dönem içinde. Kim bilir, belki daha zekiyiz diyedir? İşte tam da bu yüzden, artık harekete geçme vaktidir. Toplumumuz, dilimiz, dinimiz değil; sözcüklerimiz, fikirlerimiz ve duygularımızdır bizi birbirimize bağlayan! Geçmiş kalemlerin ruhları elimizdeki fenerler olsun ve bizler de geleceği aydınlatan ışıklar olalım! Uyanalım, direnelim ve devam edelim öyleyse. 3. mektup “direniyorum size; ılık sütün baş kaldırışı” Seni bir gün ele geçireceğim ve namus cinayeti işleyeceğim! Çünkü beni kandırdın pislik! Beynine yeniden diktirdiğin bekâret zarın, bir soğana ait. Yıllardır uyuttuğunu sanarak yaşadın, ben ve diğer kandırılmışlarla koyun koyuna. Bu ne ikiyüzlüce, ne korkakça! Artık biliyorum anlıyor musun? Sandığın kadar saf değilim; tahmin edersin payını. Yıllarca nasıl da oynadın bizimle! Eğlenmişsindir herhalde. Kendini nasıl ve nerede kaybettiğini sormayacağım. İçimize ettikten sonra, sakın merhamet bekleme! O kadar doğal bir oyuncusun ki, tebrik etmeden geçemeyeceğim elbette. Sözüm ona en politik, en entelektüel sofraların kraliçesi ediyorduk seni! Anlatıyordun boyuna “özgürlük, adalet, eşitlik, barış, sevgi…” Sahip olduğun mizaçsa; bağnazlık, kendine adalet, kralcılık, hırs ve kokuşmuş bir kibir. Hep o atıp tuttuğun “… Mavi Öyküler -
16
izm”lerden farklı değilsin, sen o karanlığın taşıyıcı bir giyotinisin; sayısız kestiğin fikirlerimiz, hiçe saydığın hayatlarımız. Ama öğretmendin sen, öğretmeyi severdi o koca kafalı cehaletin. Nasıl da küstürdün daha yolun başındakileri. Sebebini anlamadı kimse. Senin dokunulmazlığın, onlarınsa suskunluğu vardı çünkü. Sen ve senin gibi bilgi görgüsüzleri ve samimiyet yoksunları var oldukça, gün yüzü isteyen fikirler daha çok bekleyecek aydınlık günleri. Yazık! Sayınız az sayılmaz; kraliçe ve kralsınızdır siz. Kibirli kalkanlarınızı gizlemek için sıkça yapmacık bir gülüş takınırsınız. Sizi gerçekten görebilenlerse, o kokuşmuşluğu fark edip, sizden uzak dururlar. Onlara gösterirsiniz; küflü, köpek dişlerinizi. “Tanrı zulmünüzden korusun!” Az kaldı, bekle bu gözü açılmış çaylağı! Geleceğim ve önce zarını göstereceğim herkese. Sonra üzerini çizeceğim, karalayacağım. Seni noktalar kümesinde boğacağım! Sen nesin biliyor musun? “Pis!” Ilık, şekerli, bir bardak sütün içine düşen koca bir b.k sineği! Beynim seninle kirlenmeye başkaldırıyor artık! 2. mektup “tedavi yöntemleriniz beni öldüremeyecek; 301 günahı olanlar için” Aktif erkek politikacıların, mecliste herhangi bir koltuğu bulunanlarının yüzde doksan dokuzunun pipisinde türban olup, bunu kamufle edebilmek için siyasetçi peruğu takmaları bilinen bir gerçektir. Kanımca kadın olanlarının da kukularında var. Birçoğunun renksiz olup, tek uğraşlarının laf ebeliği olmasını buna bağlıyorum ve aynı sebepten, adeta bir katedrali andıran yüce kürsülerde ve meclis tapınaklarında, olmayan tanrılarına ibadet ediyorlar. Tıkılıp kaldıkları o yaşlılık kokan lanetli binada 17
- Mavi Öyküler
sağlıklı bir beyne sahip olan kimse oturmazdı aksi halde. Tabii ki sadece benim benzetmelerimden ibaret olmayan bu gerçeklik, dikilmiş bir fallus gibi öylece ortada duruyor. Ama bunu ne zaman dile getirmek istese biri ya da birileri, karşılarında o çirkin suratları, işkence taktiklerini ve demir parmaklıkları görüyor. Tabii tüm bunların da iktidarsızlıktan kaynaklandığını biliyoruz. Yani, baksanıza copun, topun, birçok silahın hep pipiye benzemeleri, sizce de kamufle edilmiş bir gerçeği göstermiyor mu? Yanılıyor olmayı inanın çok isterdim. Zannetmeyin ki, böyle konuşarak onları küçümseyen bir ukalayım. Hayır, ben sıradan biriyim ve onlar gibi olabilmeyi isterdim aslında. Ne de olsa, adı değişen birer engizisyon mahkemesinde ve sözüm ona yasa(k)larla belirlenen bir güce sahip olmak iyi de sayılabilir bazen. Çok da uzak olmayan bir zamandan çağımıza kadar gelen bu sahte din, hem size birçok mürit sağlıyor, hem de iyi kazanıyorsunuz. Hele de tanınmış peygamberlerdenseniz. Bu dinin dogmalarından olan ırkçılık öğretisini, tebaanıza iyi bir şekilde enjekte edebilir, ustalıklı söz sanatlarınızda kullanmayı başarabilirseniz, keyfinizce yaşar, kahraman dahi olabilirsiniz. Ama sayın bay ve bayanın iktidarsızlığı alenen ortaya çıkarsa, sadece tarihin lanetlemesine değil, o tahrik edici yağlı urganın boyunlarına sarılmasına da engel olamazlar. Tabii, bildiğimiz üzere yarınızdan çoğu ip cambazıdır. Dogmalarınız diyorduk sayın iktidarsızlar! Irkçılık, ceza yasalarınız veya sevgili yasaklarınız, savaşlarınız ve acımasızlığınız sizin viegralarınız olmalı. Her zaman tatmin olamamanız ne acı! Bu konuda size yararım dokunabilir mi peki? Belki. Hem bir halkım, hem soyum sopum belli değil, hem varlıklı değilim, hem sevişmeyi iyi beceririm, hem tehlikeli bir dile sahibim ve hem de tahrik ediciyim. Beni kullanarak tatmin olmayı çok istersiniz biliyorum. Ayrıksı otlarını yolmak, sizin av köpekleriniz için mastürbasyondur. Hadi, av köpeklerinizi genç kadın kokumun peşine sürün. Beni coplarıyla becersinler, elektrikle orgazm etsinler ve tokatMavi Öyküler -
18
lasınlar yasalarınızın aşkıyla. Ben sizin mazoşist müridinizim. Bir türlü doyamam işkencelerinize. Beni becerin, morartın her yanımı iyice! Hadi saldırın, saldırın bana! Karşı koymayacağım yüce haşmetlimize. Beni alsın, sarı saçlarımdan yakalayıp, kendi elleriyle ipe assın. Ama bağıracağım yine de: “Sizi gidi iktidarsız köpekler! Boşalmanıza katkım oldu mu bari?” 1. mektup “ilk gün; madalya ve kutlama istiyoruz!” Biz kahramanız; kendi topraklarımız için sürekli savaşıyoruz. O topraklar ki; düşlerle, hikâyelerle gün geçtikçe sınırlarını büyütüyor. Tam da istediğiniz gibi; yayılmacı, saldırgan ve çıkarlarımızı korumak için! Bizler haklıyız ve onurlu! Güzel kadınların ikiz kulelerine kâğıttan uçaklarımızla intihar saldırıları düzenler, işgalci yayınlarınızı mermi diye üstünüze boşaltırız. Çünkü biz her zaman haklıyız! Elbette kutsal topraklarımızı elinize bırakacak değiliz. Her gün düşman öldürürüz. Çocuklarsa bizim müttefiklerimizdir; hele de “hayır!” diyebilen ısrarcılar. Bizim kaza kurşunlarımız onları hedef almaz hiçbir zaman. Milli bayramlarda renkli giysilerle bayrağımızı taşırlar. Aziz dondurma lekelerinin ve erimiş çikolatanın kahverengi iştah açıcılığının, göz yaşartıcı birlikteliğinden oluşan çizgili tişörtler bizim kutsal bayrağımızdır. Uğruna her gün dondurma tüketiriz. Sevgili ülkemize girebilmek için, lanet olasıca vize uygulamaları bizde uygulanmaz. Elbette, nereye geldiğinizin farkında olmalısınız. Ne de olsa, bizler bu topraklar için çok kan ve gözyaşı döktük; gerçekti hepsi de. Madem yaptıklarımız kahramanlık sayılıyor ülkelerinizde; o halde madalya istiyoruz! Bize şeref madalyası takın ve dev bir kutlama düzenleyin! Ayakta alkış istiyoruz. Havayi fişekler atılsın istiyoruz. Büyük kameralarınızı getirin; minnetimiz için dil 19
- Mavi Öyküler
çıkarıp, tüküreceğiz medya patronlarınıza! Bir türlü karar veremediniz, kutlama tarihine! Eğer kutlama mekânı, üç tarafı denizlerle çevrili olup, Asya ve Avrupa Kıtası’nı birbirine bağlayan köprünün olduğu, jeopolitik ve stratejik öneminin dünyaca ünlü olduğu bir ülkede yapılacaksa, Eylül ayının on ikinci gününde, devlet radyo ve televizyon binasının önünde olmasını talep ediyoruz. Saygılarımızla; Kahramanlar.
p
“ONLAR, AYNI ELLERDİ” “Benim Kahramanım” - Hasan Uygun “Şu önündeki adamı görüyor musun?” “Hangisini?” “Tastamam önünde duruyor, kot montlu… Uzun saçları beyaza çalıyor, hani şurada canım; şu iki fingirdek hatun var ya, onların arasındaki adamı diyorum.” “Hımm, evet! İyi ama ne olmuş o adama?” “Hiçbir şey olduğu yok canım!” “Öyleyse?..” “…” “…” “Sen öykü yazıyordun değil mi?” “Yazmaya çalışıyorum. Ama demek istediklerini anlamadım doğrusu. Bu adamla benim öykücülüğüm arasında nasıl bir ilgi kurmaya çalışıyorsun Allah aşkına. Nasıl bir kurmacanın peşindesin?” “İlgi şu; sana tarif ettiğim adam var ya, mesela o adam senin öykü kahramanın olsun.” “Dostum sen şaka mı yapıyorsun? Sadece sırtını görebildiğim, yüzünü hayal bile edemediğim biri… Benim kahramanım. Çok ilginç. Yok yok bunu benden isteyemezsin! Adamı hiç tanımıyorum.” Mavi Öyküler -
20
‘Benim kahramanım!’ Beynime paslı bir çivi gibi saplandı bu cümle. Yüzünü doğru dürüst göremediğim bir insan nasıl benim kahramanım olacaktı? Arkadaşımın bu teşviki üzerine, önümdeki mahşeri kalabalığı yararak ‘kahramanıma’ yaklaşmaya çalıştım önce. Ama nerdeee? Değil yaklaşmak, bir süre sonra geri bir noktaya bile çekilmek zorunda kaldım, ön taraftaki taşkınlık yüzünden. Önümde duran iki metrelik çam yarması gibi herifin boyunu aşmak için ise sırıkla yüksek atlama antremanı yapmam gerekiyordu önce. Neyse, baktım olacak gibi değil bu çabamdan vazgeçtim ister istemez. Yüzlerce genç, sahnedeki rock grubunun hareketli parçalarıyla coşmuş, kabaran dalgalar halinde salınırken, onların arasındaki bu orta yaşlı, uzun saçları beyaza çalan adam gerçekten de biraz ilginç duruyordu sanki. Ama sadece bu. İlginç olması ‘kahramanım’ olması için yeterli miydi peki? “Şüphesiz değil,” dedi tedirginliğimi anlayan arkadaşım. “O zaman lütfen açıkla, bu işte nasıl bir çapanoğlu var benim bilmediğim! Yoksa benimle dalga mı geçiyorsun!” “Ben açıklarsam bu işin kadri kıymeti kalır mı sence? Önemli olan senin çözmendir.” ‘Önemli olan benim çözmemmiş’. Kendince kafa mı buluyordu benimle, yoksa benim gerçekten de göremediğim bir şey mi vardı bu adamda? Bu düşüncelerle ayrıldım, arkadaşımla gittiğim o konserden. Yolda bir türlü aklımdan çıkmadı. Minibüse binerken, evin yakınında inerken, aynı soru vardı kafamda: ‘Benim kahramanım’ kimdi? Yüzünü dahi görememiştim. Anahtarımla apartmanın kapısını açmaya çalışırken, buzlu camdan merdivenleri tırmanan bir gölge görür gibi oldum. Fakat içeri girdiğimde hiç ayak sesi duymadım… Sessizce, merdiven ışığının sönmesini bekledim bir süre; ama tekrar yakan olmadı. Olmadığı gibi herhangi bir kapı açılıp kapanma sesi de duymadım. Tekrar otomatın düğmesine bastım ve aynı sessiz hareketlerle merdivenleri tırmandım. Kaldığım dairenin kapısın açtım. Kapıdan içeri adımımı atacaktım ki, o da ne? Salondan ayak sesleri 21
- Mavi Öyküler
geliyordu. Işıkları açmadan Sherlock Holmes misali dinledim bir süre evin içini. Mutfaktan çıkan bir karaltı elinde parlak bir metalimsi ile oturma odasına yöneldi kaşla göz arasında. Heyecanım doruk noktasındaydı. Gözlerimle görmüştüm. Sessizliğimi koruyarak, oturma odasına yöneldim ben de. Sırtı kapıya dönük, salondaki kanepede bir adam oturuyordu. Aklaşmış saçları ensesini kapatıyordu. Kanepeye iyice gömülmüş olmasına rağmen kot montunu görebiliyordum. Onun orada öyle sessiz ve sinsi oturuşu beni kaygılandırdığı gibi gereksiz bir korkuya kapılmama da neden oldu. Ancak eninde sonunda kötü niyetli biri de olsa kendimi savunabilirdim. Çünkü üstün durumda olan bendim. “O adam benim kahramanım” diye düşündüm. Ama şimdi burada ne arıyordu? Kimseye kapının anahtarını verdiğimi hatırlamıyordum. Zira beşinci katta oturuyordum. Mutlaka camdan içeri girmiştir. Bu durumda bir örümcek adamla karşı karşıyaydım demek ki! Benim kahramanım bir örümcek adam ha! Bu kadar heyecanlı olacağını hiç düşünmemiştim. Kafayı mı yiyordum yoksa! Daha fazla dayanamayıp ani bir hareketle ‘şimdi’ diye bağırarak elektrik düğmesine bastım. Ama kanepenin üzerinde kimse yoktu. Gördüğümü sandığım şeyin etkisiyle bir süre şaşkın şaşkın dolandım durdum evin içinde. Bir süre sonra da kafamdaki bütün düşünceleri silip uyumaya karar verdim. Ama sadece karar verdim… Çünkü karar vermek ayrı bir şey, onu uygulamak apayrı. Keşke evde alkol olsaydı, belki o zaman daha rahat uyuyacaktım. Bir süre daha uykuya direndikten sonra göz kapaklarımın ağırlığı düşüncelerimi bastırdı. Uyumuşum… Uyumuşum diyorum; çünkü gecenin bir vaktinde kanepenin üzerinde hamamdan çıkmış gibi terlemiş bir halde uyandığımda anladım bunu. Duşun altında, gördüğüm kâbusu hatırlamaya çalıştım. Aynı adamdı… Yine yüzünü dahi görememiştim. Israrla saklıyordu benden yüzünü. Ama elleri, ellerini görebilmiştim bu kez. Boğazımı sıkan elleri hâlâ gözümün önündeydi. Bu elleri daha önceden, bir yerlerden hatırlıyor gibiydim. Derisi çatlamış, mavi damarları iyice belirginleşmiş, bir erkek eline göre oldukça küçük Mavi Öyküler -
22
ve fakat çevik ve nasırlı ellerdi bunlar. Boğazımı o kadar kararlı bir şekilde sıkıyordu ki, ölüm ânımın geldiğini hissetmiştim bir an. Çırpınıyor, canhıraş bağırtılarla kendimi kurtarmaya çalışıyor; ama bütün çabalarıma rağmen boğazımı bırakmıyordu o kerpeten gibi eller. Başımdan aşağıya süzülen suları banyo havlusuyla kurulamaya çalışırken, gördüğüm kâbusun etkisinden biraz olsun uzaklaştığımı hissettim. Saate baktım, daha sabaha çok vardı. Ama uykum kaçmıştı bir kere, kafamda bu düşüncelerle artık imkânı yok uyuyamazdım. Saate aldırmadan telefona uzandım, tuşlara dokundum, uzun uzun çaldı; tam kapatmak üzereydim ki karşıdan ahizenin kalktığını anladım. Tam olarak ne dediği anlaşılmayan uykulu bir ses, kelimeleri ağzında yuvarlayarak ‘Aloou, kimsin sen,” diye çıkıştı. Daha fazla konuşmasına ya da soru sormasına izin vermeden, verdim veriştirdim: “Allah belasını versin, al kahramanını başına çal, nereden musallat ettin başıma şu kahraman hikâyesini? Sen orada osura osura uyurken, ben burada kâbuslarla boğuşuyorum, senin yüzünden uykum bölük pörçük oldu.” Pat! diye telefonu yüzüne kapattım. Oh beee! Rahatlamıştım biraz. En azından onun da uykusunu kaçırmıştım. Şimdi yeniden uyumaya çalışsın bakalım. Ama arkadaşımın bu işte ne günahı vardı ki! O benimle belki de sadece bir oyun oynamak istemiş, besbelli ki ben de bunu kafamda büyütmüştüm. Kötü bir niyeti olamazdı arkadaşımın. O anda ona karşı yaptığımdan suçluluk duymaya başladım. Tekrar telefon edip özür dilemem gerekiyordu. Fakat incinen gururum buna engel oldu. Hem bu arada tekrar uyumuş bile olabilirdi. Hayır! Ondan özür dilemeyecektim! O bunu hak etmişti. Bir yandan onunla tekrar karşılaştığımda yapacağım savunmayı hazırlarken, bir yandan da tekrar uyumayı düşünüyordum. Bu kez yatak odasına geçip yatağıma uzandım. Tam olarak kestiremediğim, uzunca bir süre uyku ile uyanıklık arası yatakta debelenip durdum. Bir ara saate baktım. Neredeyse altı olmuştu. Dışarıda hava aydınlanmaya yüz tutuyordu. Kalkıp giyindim. Yatağımı bile düzeltme gereği duymadan kendimi sokağa attım. Nereye gideceğimi hiç düşünmeden kendimi 23
- Mavi Öyküler
ayaklarımın emrine bıraktım. Şimdi, ayaklarım nereye isterse oraya gidecektim. Beynim asla müdahale etmeyecekti ayaklarıma. Sokak başlarındaki çöp yığınlarını kaldırmaya çalışan çöpçüler ve fırınların önünde günün ilk simitlerini almak için sırada bekleyen simitçilerden başka kimse yoktu sokaklarda. İn cin top oynuyordu daha neredeyse. Bir süre sonra, gün ışıdıkça evlerden sokağa taşan insanlar çoğalmaya başladı. Önce birkaç kişi, sonra onlar, yüzler, binler hatta milyonlar çıkacaktı sokağa. Birkaç saat içinde korkunç bir hengame hâkim olacaktı şehrin sokaklarında. Sağa sola deli gibi koşturan, arabaların klakson sesleri arasında, aralarından kıvrılarak karşıdan karşıya geçmeye; işe, okula yetişmeye çalışan insanlar cehennemi olacaktı bu şehir. Peki ama ben nereye gitmeye çalışıyordum böyle karga bokunu yemeden! Arkamdan gelen minibüs tam omzumu sıyırıyordu ki, korkunç klaksonu ile toparladım vaziyeti. Sokağın neredeyse ortasından yürüdüğümü fark ederek son anda attım kendimi kaldırıma. Attım; ama minibüs şoförünün gazabından kurtulamadım. Bana iyice yaklaşarak öylesine okkalı bir küfür savurdu ki adam, neredeyse tükürüğü yüzüme geliyordu. Ona cevap veremedim. Belki haklıydı. Hatta tamamen haklıydı bile! Ya bana çarpsaydı, boşu boşuna ceza yiyecekti adam. Sonra evli, çoluk çocuk sahibi de olabilirdi… Ölmez sağ kalırsam, bir de ailesi için vicdan azabı çekemezdim. Neyse ki kazasız belasız atlatmıştım bu durumu ya, daha fazla da uzatmanın alemi yoktu. Önüme çıkan ilk otobüs durağında biraz bekledikten sonra bir halk otobüsü belirdi uzaktan. Otobüsün içi balık istifiydi. Durağa yaklaşıp kapısını açtığında, numarasına bile bakma gereği duymadan atladım ben de. Birkaç durak sonra otobüste kolumu kıpırdatacak yer kalmadı. Ancak bu duruma rağmen otobüs şoförü her uğradığı durakta, “Arka boş, beyler lütfen arkaya doğru ilerleyelim,” demekten kendini alamadı. Tıkış tıkış otobüste, henüz kahvaltı yapmamış bazı insanların iğrenç ağız kokuları birbirine karışıyor, ter ve parfüm burnumu sızlatıyordu. Daha fazla bu rezalete katlanamazdım. Büyük bir kahramanlık örneği sergileyerek orta kapıya doğru ilerledim ve düğmeye basMavi Öyküler -
24
tım. İlk durakta da kendimi zar zor yere attım. İndiğim yerde etrafıma bakındım. Tanıdık hiçbir şey yoktu caddede. Hangi semtteydim, daha önce buralara gelmiş miydim, evimden ne kadar uzaktaydım hiç bilmiyordum. Çaresizlik içinde, sokakta rastgele birine sormayı düşündüm, ancak sonra nedense vazgeçtim. Ne gereği vardı sanki, sonuçta yaşadığım kentin sınırları içindeydim. Nasıl olursa olsun elbet yolumu bulacaktım. İyi ama ben nereye gidiyordum? Galiba ‘kahramanımı’ arıyordum. Onu nerede bulacaktım peki? Hiçbir yerde! Elimde ne bir adres, ne bir fotoğraf… Sonra zaten yüzünü de hiç görmemiştim. Sadece elleri, beyaza çalan saçları, kot takımı geliyordu gözümün önüne. Hem sonra, bu adam ne yapmıştı da bir anda benim kahramanım olup çıkmıştı? Ya da kahramanım olması için bir şey mi yapması gerekiyordu? Adam mı öldürmeliydi mesela… Soygun mu yapmalıydı? Ölmek üzere olan birini kurtarıp bir dilenciye yüklü bir sadaka mı vermeliydi? Hayır! O hiçbir şey yapmamıştı… Yapmıyordu ve belki de hiç yapmayacaktı. Belki ben, böyle deli divane boşuna çırpınıyordum sokaklarda. Arkadaşımla izlemiş olduğum o rock konserinde, o coşkulu kalabalığa rağmen, önümde kazık gibi dikilmişti sadece. Evet, bütün marifeti buydu işte! Beynimi kemiren anlamsız soru yığınlarının saldırısı dur durak bilmiyor, sınır tanımıyordu kabaran iştahı merak duygularımın. Yürüyordum; ama gözlerime mil çekilmiş gibiydim. Yürümüyor adeta emekliyordum. İyice yorulduğumu hissettiğim bir ara, elimi cebime atıp paketimden bir sigara çıkardım. Çakmağımı arandım. Tamam! O da cebimdeydi. Cebimden çıkarıp sigaramı yakmaya çalıştım. Fakat kahretsin! Bir bu eksikti, çakmağımın gazı bitmişti. Biraz daha yürüdükten sonra bir parkın girişinde tezgâhını kurmuş bir çakmak tamircisi gördüm. Orada doldurabilirdim. Tamirciye yaklaştım, çakmağımı uzattım: “Abi şuna gaz doldurur musun?” Hiçbir şey söylemeden, hatta yüzüme bile bakmadan elimdeki çakmağı parmaklarımın arasından usulca çekti. Çakmak parmaklarımın arasından sıyrılıp tamircinin eline geçmişti ki, birden elleri dikkati çekti. Onlar, aynı ellerdi. Kendi kendime 25
- Mavi Öyküler
yemin edebilirdim. Rüyamda boğazıma sarılan, o küçük, çevik elleri… Hayır, yanılma ihtimalim yoktu. Sonra kot takımı… Daha yukarısına, saçlarına baktım çakmakçının. Beyazdı. Tamam, artık kâbus bitecekti, nihayet yüzünü görecektim adamın. “Abi zabıtaaa!” diye bağırdı çakmakçının yan tarafında simit satan çocuk. Adam tezgâhını kaptığı gibi kaş göz arasında eridi gitti. Harika! Şimdi çakmağımdan da oldum. Ve Allah kahretsin yine yüzünü görmemiştim. Ama artık büyü bozulmuştu benim için. ‘Benim kahramanım’ kaçıyordu. -… - Yok yaaa! İnan uydurmuyorum. Ama hatırladıkça kendi kendime gülüyorum sadece.
p
“O SEVMEYİ TERCİH ETTİ” “Miyav!” - Armağan Altay “Beni sevmeyen herkesin ölmesini isterdim” demişti bana, onu son gördüğümde. Masaya dayadığı dirseklerinin dirayetsiz direnci yetmiyordu, ucuz sigarayı tutan damarlı ellerinin titremesine. Anlam veremediğim bir biçimde ağırdı elleri, ama bedenimi okşarken değil. Arada bir şaka da olsa, vururdu bana; canımı acıtırdı; az da olsa. İşte o zaman ağırlaşırdı elleri. O zaman gerçekten onu sevmeyen herkesi öldürebileceğini düşünürdüm. Bunu yapabilecek güçte olduğunu hissettirirdi bana. Hani herkes hayatının bir yerinde, çatlak duvarlı sönük sokak lambalı bir yerdir bu, duyar ya, “Her şey sende bitiyor, kafanın içinde. Sorunları çözecek olan sensin, sen, her şey sensin, tanrısın, başkası değil, sen.” İşte bunu gerçekten hissettirirdi bana. Pahalı bir yerde yemek yerken bile, hiç uyum sağlamadan uyum sağlardı çevresine. Sanki halihazırda dünyanın bütün renklerini taşıyordu. Biraz gölgeli de olsa. Evet, onu sevmeyen herkesi öldürebilirdi. Mavi Öyküler -
26
Turuncu tüyleri olan bir kedisi vardı. Onu hiç görmemiştim. Ama onunla konuştuğunu söylerdi. Sadece kendi repliklerinden oluşan diyaloglar değildi üstelik bunlar. Benim gibi bir aptal için hayranlık uyandırıcıydı. Ben onu sevmiyordum aslında, sadece zaman zaman hayran oluyordum. Ama bu dünyanın bencil koltukları üzerinde gülümseyerek uyuklarken, bu hayranlık yok oluyordu, göz kırpan yıldızlar gibi. Ve o turuncu tüyleri olan kedisi, kayan onlarca yıldızdan birisiydi. Ona bunu anlatamadım. Ama onun bunu bildiğini biliyorum. O gece telefonum çaldığında pek sevinmedim. Yine kavga edecektik. Beni rahat bırakmıyordu bir türlü. Beni sevdiğinden emindim. Beni aldatmayacağından da emindim. Ona acı verdiğimi de biliyordum. Ona acı verdiğim halde benden uzaklaşmaması nedense hoşuma gidiyor, gururumu okşuyordu. Bencildim, ama umurumda değildi. Yüzü bembeyazdı. İyice zayıflamış, yüzündeki kemikler belirginleşmiş, görünüşüne farklı bir anlam katmıştı. Yuvalarına kaçmış gözlerinde hâlâ bir yaşama sevinci, bir parıltı vardı. Altındaki nefreti ve hüznü de görebiliyordum, ama onlar sönmek üzereydi, kahverenginin en solgun dönemleriydi onlar. Çok solgun. Bezgin. Çayını yudumluyordu. Ona aldığım poğaçaları yememişti. Midesi bulanıyordu. Yine dertlerinden dem vuracaktı bana. Bunu istemiyordum. Ona yardım etmek istiyordum ama bunu yapamayacağımı bilmek, bu isteğimi gizliyordu. Ayrıca bu yapamamazlık canımı acıtıyor, beni küçük düşürüyordu. Ben o koltukta mutluydum, onunla sevişmek istemiyordum. Bu halde yapamazdım. Güneş vuruyordu. Arada bir sinekler konuyordu ama önemli değildi. Ölüsü çok yakışıklı olacaktı. Belki birisi öldükten sonra onu keşfedecekti. Belki de hiç ölmeyecekti. Ama ben bütün bu ihtimallerden korkuyordum. Keşke biraz daha aptal olsaydı. Belki ondan korkmazdım. Zekasının ucu bucağı yoktu. Kalbinin de. O gece telefonu açmadım. Ertesi gün beni buldu. Yapayalnızken dikildi karşıma. Onun sevmediği şeyleri yapmayı planlıyordum. 27
- Mavi Öyküler
Yüzü bembeyazdı. İki elini de boynuna bastırmış, karşımda duruyor, bana bakıyordu. Gözlerimin içine. Beğeniyordu belki beni. Ama çok değil, karşı koyamayacak kadar çok değil. Ben karşı koymuyordum ama. Gerçekten. Köpük. Utandım. Korktum. Beni yine suçlayabilirdi. “Beni sevmeyen herkesi öldürdüm” dedi. Etrafıma baktım. Kimsecikler yoktu. “Nasıl başardın?” diye sordum. Cevap vermedi. Bir an için çok usandım ondan. Bıktım. Yok olmasını, hiç olmamasını istedim. Karşıma hiç çıkmamasını. “Oradaki ağaçlardan, yollardan, yıllardan falan değil bu. Her şey çok ayrı ve yalnız” dedi. Elleri hâlâ sımsıkı boynundaydı, sanki bir şeyi gizliyordu. “Ama ben hepsini aştım artık.” Kollarını gördüm. Kesik içindeydi. Jiletle, anahtarla, kalemle, bulduğu her şeyle kesmişti kollarını. Görünce içim acımıştı, yapma demiştim, ama engel olamıyordum. Yine de hoşuma gidiyordu kendisine zarar vermesi. Güçlü bir şeydi. Hoştu. “Sana kutsal kitabımı yolladım da inanmadın bana. Sevgilim” diye devam etti. “Sen de onlardan birisin, seni de öldürdüm.” Gülümsedim. Arada bir böyle gülümsemelerle onu küçümserdim. O da bundan etkilenirdi. Göz göre göre kendime yalan söylüyordum. O da bunu biliyordu, ama inanamıyordu. “Hâlâ yaşıyorum ama, bak” dedim, kollarımı iki yana açarak. “Hayır, yaşamıyorsun,” dedi. Boynuna bastırdığı ellerini çekti. Kollarını iki yana açarken, yüzüme fışkıran kanın sıcaklığını ve ezik kokusunu hissettim. Boynundan kan fışkırıyordu. Bana sarılırken ona bir kez daha hayran kaldım. Şah damarını kesmiş, kanı fışkırmasın diye ellerini boynuna bastırmış ve beni oturduğum koltukta, köpüklerin içinde bulmuştu. Çok ince düşünmüştü. Benden daha ince. Ve benim anlayamayacağım kadar çok. Üstüm başım kan oldu. Sırtımı sıvazlayan ellerin gücünü hissettim. Beni öldürecek kadar güçlüydü elleri, ama çok yumuşaktı, kırmaktan korkuyordu sanki, kelebek kanadıymışım gibi. Elleri güçten düştü. Yere devrildi. Ölüyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmış, bebekleri görünmez olmuştu. Ağzı hafifçe aralandı. Yutkunmaya çalıştı. Bir şeyler söyledi, Mavi Öyküler -
28
ama duyamadım. Boynundan akan kan küçük bir gölcük oluşturmuştu, eski sevgilerimi mahveden bir desenle. Ve turuncu tüylü bir kedi geldi, sahibinin ölü yüzünü yaladı. “Sadece seninle konuşmama izin verdi,” dedi kedi, şaşkın bakışlarıma aldırmadan. “Seni seviyordu. O farklı, özel bir insandı. Bunu anlaman için seni sevmesine de gerek yoktu üstelik. Ama o sevmeyi tercih etti. Yanlış bir tercihti sanırım.” “Sanırım,” dedim ve çığlık atmayı düşündüm. “Ha, unutmadan,” dedi kedi. “Ne?” diye sordum. Çığlık atmaktan vazgeçmiştim. Evime gidip ağlayacaktım. “Miyav” dedi kedi anlamlı anlamlı göz kırparak. “Miyav, miyav, miyav...” Boynundan akan kan beni eve kadar takip etti. Hep edecekti. Biliyorum. Edecek. Hem de o bilinmez renklerle, desenlerle.
p
“KANAYAN BİR YARADIR” “Beyin Fırtınası I” - Sultan Yavuz Anahtar sözcüklerimiz: pas, sandalye, kibrit, tilki. 1 “pas” Kalbim acıyor. Sanki paslı bir çivi batmış gibi acıyor. Hep dikkatsizliğimden. Hep benim suçum. Çocukken de böyleydim ben. Kendime verdiğim yaramaz zararlar yetmiyormuş gibi, erkek kardeşimi de belaya bulaştırırdım. Evimizin arkasında yığın halinde duran çivili keresteler olurdu. Ben henüz birinci sınıftaydım. Sonra beşinci sınıfa kadar öyle gitti zaten. Kerestelerin bittiği yerde, büyük bir tarla vardı. Buğdaylar, yazın güneş gibi olurdu. Henüz yeşillerken, aralarında 29
- Mavi Öyküler
saklambaç oynardım. En çok da yılandan korkardım; bir gün bacaklarıma dolanacak diye. Ama filmlerden biliyordum; hemen diş ısırığını kesip, kanımı emecek ve tükürecektim. O yüzden mi gitmekten vazgeçmedim? Sıkılınca, erkek kardeşimle birlikte kerestelerin üstüne çıkıp, zıplardık. Bazen tahterevalli de yapardık. Bazı günler birimize, bazı günler ikimize birden batardı paslı çiviler. Genelde ninem çıkarırdı çivileri ve yaptığı özel bir ev merhemiyle yaramızı sarardı. İlk batışında, kardeşim ve ben çok korkmuştuk. Zamanla eğlenceli oldu. Birbirimize gösterip, marifetmiş gibi: “baak! benim ki daha derin,” derdik. Sakatlanmadan büyüdük gitti işte. Hem o paslı çiviler küçük bütçelerimizi de oluşturdu zamanla. Topladık, kiloyla satın aldı eskiciler. Biz de top, misket, çikolata aldık. Ama o kozalak savaşları sokağın tüm çocuklarını sarınca, biz de gitmez olduk paslı çivilere. O paslı çivi battı mı, ayağınıza ekşi bir sızı verir. Bir gariptir. Kanayan bir yaradır, ama ayağınız acımaz; ağrır sadece. Hele o tarhanadan yapılmış, kaynar ilaç ayağımıza bastırılırken nasıl da ciyaklardık. Azarlar, yasaklar asla kâfi gelmezdi bizi eğitmeye. Biz ille de paslı çivileri severdik. Aynı acı. İşte bu sabah da kalbime battı o paslı çivi. Küçük kardeşimi o kadar kırdım ki, kırıklardan bir paslı çivi fırladı ve saplandı içime. Çok ağrıyor ve ninemin ilacı da fayda etmeyecek. Nicedir, ben paslı çivileri bıraktığımdan bu yana, onlar artık kalbe batar oldu. Hep benim yüzümden ama. 2 “sandalye” Bazı objeler çocukken kafamıza kazınırken, hep bir isimle beraber anımsanır. Ben ne zaman plastik, kahverengi, demir ayaklı sandalye görsem, aklıma Çerkez Mustafa gelir. Mavi Öyküler -
30
Yaşlıydı. Ölmeden önceki son yılı olmalı; bu kadar net hatırlıyorsam, altı yaşındaydım ve yedime basmadan bir tren kazasında ölmüştü. O zamanlar “Bulvar” gazetesinde haber olmuştu. Onu hiç sevmeyen karısı, hâlâ o haberi saklar küçük bir bohçada, eski fotoğrafların yanında. İşte o Mustafa öyle bir sandalyede otururdu. Nadir uğradığı evinde, kulakları ağır işittiğinden, o sandalyeyi televizyonun dibine dibine koyar, kulağını da hoparlöre yapıştırıp, haber dinlerdi. Çerkez Mustafa, oturma odasına girdi mi, herkes bir yana gidiverirdi. Çünkü kimse sevmezdi. Sanki her şeyin suçlusuydu. Ama bir gün demedi “neden bana böyle davranıyorsunuz?” diye. Çocuk aklımda kalanlar; akşam, ışık yanmıyor, televizyonun aydınlığı var sadece. Ben, tahta aralık kapıdan tek gözümle bakıyorum. Sandalyenin sol bacağına vuran ışık parlıyor. Gri ceketin tek kolu sandalyede, diğeri yerde. Kulakları da amma kepçe. O gidince, sandalye yine eski yerine konulacak. Çekiniyorum, ama bana kötülüğü yok. Eğer görürse, cebinden çıkardığı bir çikolatayı uzatır. Bazen de kâğıt bir para. Ama bakkala gidemiyorum, ninem alıyor bana badem kraker, cino ve çokomel. Belki de seviyorum; bu yabancıyı seviyorum evet. Taşınırken, tek ayağı kırılmış olan o sandalyeyi ninem eskiciye verdi. Eskici de nineme plastik kova verdi. Ne garipti eskiciler; şu kötü sandalyeye, güzelim mavi kovayı veriyordu. En hayretime giden; eskicilerdi çocukken. İşte o eskicilerden biri, bir gün Çerkez Mustafa’nın sandalyesini de götürdü. Öldüğünde de çok anlamadım. Ama yıllar sonra, “bir kez konuşabilseydim dedemle!” diyorum. 3 “kibrit” Bir kibritle ne yapılır? Ateş yakılır, evet. Başka? “Asker” diye bir oyun oynanır. İki kişi sırayla atarsınız “Kav” kibriti. “Kav”da üstümde hep “Vita” yağı etkisi yapar. Neyse, dik gelirse, yan dü31
- Mavi Öyküler
şerse ya da düz, ona göre puan alırsınız. Nedense, pek severdim ben. Boş kibrit kutularını birleştirip, tren yaparsınız. Evcilik oynarken, margarin yaparsınız mahsuscuktan. İçinde “top böceği” beslersiniz. Cebinize koyup, arkadaşlarınıza çalım atarsınız böceğinizle. Sonra, güzelce kitap kaplığıyla sararsınız, hediye kutusu olur. İçine plastik yüzük, kolye koyup, hediye edersiniz arkadaşınıza. Başka? Eğer yaramaz çocuklardansanız, kibritin ucunu emersiniz; ekşi olur, biraz da dil ucunu yakar. Sonra, kibritin ucunu tükürükle ıslatıp, kendinize sağlıksız bir dövme yaparsınız. İlk aşklar için mektup koyarsınız içine, fırlatıverirsiniz pencereden. Sonra, fal da bakılır. İki kibrit sıkıştırılır kutunun iki yanına ve aynı anda yakılır. Eğer, söndüklerinde ikisi de birbirine dönükse, sizi seviyordur. Birde terbiyesiz bir adı olan oyun vardır; kibrit çöpü nasıl da yukarı kalkar. Başka? İlkokul arkadaşlarıyla toplanılıp, ruh çağrılır. İki kişi karşılıklı, birbirine değdirir ikişer kibrit başını. Ruh geldiyse, hareket eder çöpler. Sonra, işaret ve orta parmağınızı kibritin kapağına sokar, başparmağı da altına koyarsınız. İşte bir kukla oldu, konuşturabilirsiniz artık. Küçüklerin çok hoşuna gider. Bebeklerse, sallayınca çıkan kibrit çöplerinin sesini sever. Sizse bir barda ritim tutarsınız o müzik aletinizle. İlk anda aklıma gelen tek şeyse, ne yazık ki sadece sigara yakmaya yaradığıydı. Şimdi inanılmaz çeşitlilikte kibrit var. En kocamanından, en küçüğüne, az çöplüsünden, çoğuna. Hele o değişik kutuları yok mu? Belki koleksiyon da yapılabilir evet. Başka? Belki sayıyı arttırmak mümkündür, ama benim aklıma gelen son şey; bir gece sevgilimin benim için yazdığı güzel sözcüklerin o kutuyu süslemesi ve hayatım boyunca saklayacağım bir hatıra olarak kalması. Mavi Öyküler -
32
4 “tilki” Siz hiç tilki adam gördünüz mü? Ben görmedim ama adını çokça duydum. “Tilki Ömer”diye biri. Köyde “Dilki Ömer” derlermiş. Anadolu’nun birçok köyünde olduğu gibi, o zamanlar Tokat’ın köylerinde de insanlara lakaplar takılırmış. “Dilki Ömer” de onlardan biriymiş işte. Belki de kurnaz biri olduğu için köyde bu adla anılmıştı, kim bilir? Sonraki nesiller bu adı devam ettirirlerken, sebebini kimse merak edip de sormamış. Ninem çocukken, Dilki Ömer “Saray” diye bir köyden gelir, ninemlerin köyü olan “Çermik”teki hamamda yıkanırmış; diğer birçok köylü gibi. Sonra da ninemlere gelip yemek yermiş. Anlattığına göre, yaşlı, ufak- tefek bir adammış. O zamanlar “külotlu pantolon” denen ve kadınlar tarafından elde dikilen bir pantolon, çarık, gömlek ve şapka giyermiş. Ne sakalı, ne de bıyığı varmış. Öyle bir adammış işte. Çocukken bize kızdı mı; hemen o lakapları sıralardı peşimizden. Erkek kardeşime de en çok “Dilki Ömer” diye kızardı. Yıllarca hayal ettim, merak ettim gerçek Dilki Ömer’i. Ama ninem bile hakkında pek bir şey bilmezken, yüzünün ayrıntılarını hatırlamazken, iş yine hayal gücüme düştü. Kestiremiyorum; ninemin anlattığı gibi giyinen, bulanık bir siluet duruyor sadece. Köyde. Bir çitin kenarında ayakta. Ah o lakaplar! Ninemin dediklerine bakılırsa, en çok bu “ Saray” ve “Tekke” denilen Türk köylerinde lakap takılırmış. Neler yok ki; “Gıdı Mıstık”, “Tokuç’un Memet”, “İt Yumurtası”, “Altı Parmak”, “Gödeğin Ali”, “Mucur’un Oğlu”, “Kedici’nin Durmuş”, “Teneke Ali”, nane satan ve “neneci geldi!” diye bağıran “Kız Sali(h)”, “ Yancı’nın Memed”, “Çök oğlan’ın Durmuş”, “Gözlüğün Mustafa”, “Halıcı’nın İsmail”, “Başı Açığın Ahmet”, “Kambur’un Ali”, “Tavar’ın Ahmet”, “Sümüklü Hacı…” Yaramazlığın çeşidine ve dozajına göre lakaplar alırdık o an. Bazen “kız Sali”, bazen “Dilki Ömer”, bazen “Sümüklü Hacı” 33
- Mavi Öyküler
oluverirdik. Bu lakaplardan, sahiplerinin de haberi olurmuş ve yüzlerine karşı söylenmesinde de hiçbir sakınca olmazmış. Büyüğünden küçüğüne herkes söyleyebilirmiş. Şimdi düşünüyorum da, garip geliyor. Genelde kusurlara göre verilen bu isimler, kimseyi kızdırmadığı gibi, tuhaf da gelmiyormuş. Belki de o günlerin ve o insanların hoş görüsünü belgelemek için kullanılmıştı?
p
“NEDEN YALNIZIZ BURADA?” “İki Dost: A ve B” - Ruhşen Doğan Nar Ayağa kalktı hızla. Kafası sert taşlarla dolu toprağa çarptı ve kıç üstü yerine oturdu. Bağırmaya başladı: “Aklından çıkar at artık şu saçma düşünceyi! İyilik diye bir şey yoktur. Bir yazarın da dediği gibi: Sanıyordu ki, iyilik yapmakla iyilik elde edilir. Oysa böyle bir şey varsa bile, olsa olsa rastlantıdır… “ Karşısındaki onu dinlemiyordu. Bir yerlere dalıp gitmişti. Tek yaptığı elindeki bira şişesine bakmaktı. A, tükürükler saçarak konuşmadan önce ekşi şarabından bir yudum daha aldı, sinirli yüzü buruştu: “Sadece kötülük vardır bu dünyada. Senin iyilik olarak tanımladığın her şey sadece kötülük seviyesi düşük kötülüklerdir. Yani onlar da kötülüktür sonunda.” B’nin gözleri hâlâ bira şişesindeydi. Elindeki bira şişesini karıştırdıkça biranın içindeki gözleri şişenin dibinde bir sağa bir sola yuvarlanıyordu. Sarı bira şişesinin içinde sapsarı gözüküyordu iki küçük gözü. A, B’nin onu dinlemediğini anladığında elindeki şarap şişesinden son bir yudum daha aldı ve şişeyi ona doğru fırlattı. Küfürler savurdu: Mavi Öyküler -
34
“Ağzına sıçtığım beni dinlesene. Burada duvarla mı konuşuyoruz! Yine daldın gittin.” B kafasına çarpan şarap şişesiyle hayallerinden sıyrıldı ve bira şişesindeki gözlerini alıp boş duran göz yuvalarına yerleştirdi. Ve isteksiz bir şekilde konuştu: “Artık düşünmek istemiyorum A. Anlamıyor musun, artık bıktım. Burada da mı zamanımızı aptal aptal düşünerek geçireceğiz? Boş ver iyiliği, kötülüğü… Hepsinin köküne kibrit suyu!” A, biraz önce arkadaşının kafasına attığı şişeyi yerden aldı ve içinde kalan son damlaları yaladı. Dili ekşi şarap tadıyla uyuşmuştu. Genzinde iğrenç bir posa tadı vardı. Şaraptan dolayı peltek peltek konuşuyordu: “Neden düşünmeyelim ki? Yaşamıyoruz diye düşünmememiz mi lazım? Sen yaşarken de hep böyle koftiydin. Aval aval gezerdin sokaklarda. Gözün kimseyi görmezdi. Sanki büyülenmiş gibi saf saf dolaşırdın insanların arasında. Etrafındaki mis gibi kızlara dönüp şöyle bir bakmazdın bile.” B, arkadaşının söylediklerinden dolayı kırılmıştı. Ama biraz düşündükten sonra arkadaşına hak verdi. Ömrü boyunca hiçbir işe yaramadan, amaçsızca yaşamıştı. Kendini bildiğinden beri canı sıkkındı ve mutsuzdu. Daha doğarken yaşamaktan bıkmıştı belki de. İnsanların arasında bir hayalet gibiydi. Hep canı sıkılırdı ve hayaller kurardı. Ve burada da canı sıkılıyordu. Leş kokan mezarında biraz doğruldu ve konuştu: “Ya sen nasıldın? Çok mu akıllıydın? Aptal gibi kızların peşinde koşardın ve salak salak fikirler üretirdin. Ne boka yaradı onlar? Ne boka yaradı düzdüğün kızlar ve saçma düşüncelerin? Seni ölümden kurtardı mı? Hayır. Bak sen de benim gibi mezarın altındasın ve çürüyorsun. Sonuçta ikimiz de aynı yere geldik. Bütün gün çürümüş yumurta kokan bu iğrenç yere…” A bir yandan kalan bir iki tutam etini kemiren kurtlardan kurtulmaya çalışırken bir yandan da can kulağıyla arkadaşını dinliyordu. Kurtları tek tek tırnaklarıyla etinden söküyordu. B konuşmayı bıraktığında, konuşmaya başladı bağırarak: 35
- Mavi Öyküler
“En azından günümü gün ettim lan. Senin gibi odama kapanmadım sabahtan akşama. Odanda bütün gün ne yaptığını Allah bilir. Daha milli olamadan öldün. Salak herif. O keyfi tatmadan çürüdün gittin burada. Hem senin yüzünden buradayız, unuttun herhalde. Arabayı adam gibi kullansaydın yine öyle dalıp gitmeseydin, uçuruma yuvarlanıp ölmeyecektik ve burada kurtlar götümüzü kemirmiyor olacaktı.” B, başını yere eğdi. O sırada yine gözleri yuvalarından çıkıp yere düştü ve eğimli arazide yuvarlanmaya başladı. İki küçük top gibi seke seke ilerliyordu gözler. Oradan geçen bir fare hemen koşup onları kaptı ve afiyetle midesine indirdi. B göz yuvalarından kurtlar fışkırırken konuşmaya çalıştı: “Özür dilerim A. Benim yüzümden buralardasın. Toprağın altı kat derinliğinde çile çekiyorsun boşu boşuna. Çok üzgünüm.” A sinirden köpürdü ve yerden aldığı ölü bir yılanı kamçı gibi kullanıp B’nin sırtına vurdu: “Kes lan, olan olmuş artık, ne desen boş. Üzülme enayi gibi. Asıl neden bizden başka kimse yok buralarda onu söyle. Bizden başka ölülerin de burada olması gerekir. Şu dünyada ölen tek insanlar biz değiliz herhalde. Neden yalnızız burada? Şöyle iki tane fıstık gibi iki ölü gelse de eğlensek, günümüzü gün etsek.” B korkmuştu. Aç kurtlar tarafından tertemiz edilmiş beyaz kemikleri titriyordu. Ya Tanrı yoksa ya kıyamete kadar yerin altında çürürsem diye düşünüyordu: “Ya Tanrı bizi unuttuysa burada? Cennet ve cehennem diye bir şey olmalıydı. Şu anda orada olmalıydık. Ya cennet ve cehennem yoksa? Sonsuza kadar yerin altında çürüyemeyiz. Buna dayanamam.” A sıkılmıştı yeraltının pis ve boğuk havasından; kurtlar, solucanlar ve fareler tarafından rahatsız edilmekten gına gelmişti. B’nin muhabbeti de gittikçe sıkmaya başlamıştı: “Takma kafaya kanka. Beni unutanı, asıl ben defterimden silerim. Boş ver! Burada da faaliyetler yaparız. Boş boş durmayız herhalde. Parti falan yapar eğleniriz. Sen meraklanma. Burayı Mavi Öyküler -
36
kendi cennetimiz yaparız gerekirse. Hadi gel yeryüzüne çıkıp biraz hava alalım. Sıkıldım buradan.” İki dost yeryüzüne çıktılar ve mezarlığın ağaçlarla dolu yolunda dolaşmaya ve muhabbet etmeye başladılar…
p
“YALNIZLIKLARIN KATİLİ” “Ve-Şaire” | Armağan Altay “Nasıl bir anlatım olmalı?” diye sordu kendine, alnını dayadığı camın soğuğunu, içtiği sütlü kahve ile yok etmeye çalışırken. Orman bugün huzursuzdu; ağaçlar yağmurun habercisi olan rutubetli rüzgârdan dolayı rahatsız olmuşçasına hızlı hızlı kımıldanıyor, tarih ile aynı sofrada oturmuş felsefecilere özgü bir ciddiyetle düşünüyordu. “Şiir gibi olmalı o halde” diye düşündü. “Öz, fakat ahmakların anlayabileceğinden daha anlamlı bir şekilde. Herkes anlarsa anlamsız olur. Sadece o ve ben anlamalıyız. Daha neye dair olduğunu bile bilmediğimiz sırrı öğrenmeliyiz. Bu sadece öğrenme, kavramayla sınırlı kalmalı. Ondan sonra benim sınırsızlığım başlayacak. Evet, öyle.” Kirli kupasındaki iyi pişmemiş kahvesinden bir yudum aldı. Uzaklarda, göğün grisinin tanrının tonunu aldığı yerde bir şimşek çaktı. Gök gürültüsünü bekledi, duyamadı. “Üç kişi olacak. Üçümüz de insanın ne demek olduğunu göreceğiz. Belki biraz korkutucu, fakat müthiş bir deneyim olacak. Anlamayan acınası bir hal alacak. Gerçekten. Öyle olmalı.” Kupasının dibindeki son yudumu da boğazından aşağı akıttıktan sonra oturduğu çürük sandalyeden kalktı. Düşündüklerini uygulamak için eyleme geçerken, arkasındaki kalorifer borusundan sırat köprüsü kadar ince bir ağ ile sarkan örümceğin onun ağzından çıkan buhara bir anlam veremediğini düşünerek, düşünemeyenlere kin ve merhamet duydu. *** 37
- Mavi Öyküler
“Evin burası mı?” dedi güzel yüzlü fahişe, yüzünde yapmacık ihtiras izleri ile. “İnsanlar hep böyle bir ev hayal eder.” “Nasıl?” diye sordu adam, verandanın merdivenlerinde sigarasını söndürerek. Yağmur hafifçe yağmış, sonra yerini yine o iç karartıcı rüzgâra bırakmıştı. Arada bir yine o insanı doğaya hayran bıraktıran ve korkutan şimşekler çakıyordu. “Böyle işte” dedi adının Simone olduğunu iddia eden fahişe. Adam onu ara sokak barlarından birinde bulmuş, para ile ikna etmiş ve evine getirmişti. “Şehirden uzakta, ormanın içinde, büyük, eski bir malikane.” Kapıyı açmak için siyah pardösüsünün cebinden anahtarını çıkaran adamın solgun, kemikli yüzünde bir sırıtış belirdi. Bir şey söylemedi, sadece karşısında cüretkâr tavırlar sergileyen bu kadının daha önce böyle bir sırıtış görüp görmediğini merak etti. Belki sigaradan sararmış dişleri çok görmüştü, fakat böyle bir gülüş? Sanmıyordu. Kadın da ona gülümsedi. Bahçede duran eski, boyaları kabarmış Cadillac’ı gösterip “Beni tekrar şehre bırakacaksın, değil mi?” diye sordu. Adam kapıyı açtı, ardına kadar. Eliyle buyur edercesine bir hareket yaptı. “Belki bırakmam” dedi. “Bu evin hasretle beklediği kadın olursun. Malikanenin kraliçesi…” Simone gülümsedi. Kırmızı, dolgun dudakları şehvetle kıvrılmasına rağmen, adam en ufak bir arzu, ihtiras bile hissetmedi. Aksine, tiksindi. Nitekim Simone evin içine girdiğinde artık gülümsemiyordu. *** Midesi tamamen boşalmıştı, artık kusamıyordu. Burnuna karanlık bodrumun kesif kokusu geldikçe midesi kasılıyor, ağzına sıkı sıkı bağlanan bezin arkasından boğuk boğuk öğürüyordu. Vücudu neredeyse tamamen uyuşmuştu, bağlı olduğu tahta kolonun üzerinde yürüyen böcekler ensesinden içine girmiş, sırtını ısırmıştı. Gözleri kan çanağıydı; gözyaşlarını da, naylon urganın kestiği bileklerinin tiz acısını hissetmeyen kirli bedeni içiyordu. Şehrin en pahalı mağazasından aldığı kazağını düşünmüyordu, ya da her gün özenle yıkayıp, taradığı saçlarını. Sadece o karanMavi Öyküler -
38
lık cehennemden kurtulmak, acı çekmeden nefes almak istiyordu. Gördüğü, tahta kapının altından sızan cılız ışığın aydınlattığı taş basamaklardı, sadece. Arkasından da fare tıkırtıları duyuluyordu. Acaba o kemirgenler onu ne zaman kemirmeye başlayacaklardı? Ne zaman acıkacaklardı? Derken kapı açıldı, genç kız yüzüne vuran ışığın etkisiyle gözlerini kıstı. Üzerine doğru yürüyen silueti zar zor seçebildi. “Prensesimiz bugün nasıllar acaba?” dedi, onu o mahzene hapseden adam. Adamın küçük, zarif ellerini saçlarında hissetti. “Hâlâ çok güzelsin, biliyor musun?” Parmaklar yüzünde dolaşmaya başladı, çok hafif, sanki kırmaktan korkuyormuşçasına. Ürkek. “Seni hâlâ çok seviyorum. Peki bu sana acı vermeme engel mi? Olmamalı. Acı olgunluktur. Olgunlaşacak ve benim seviyeme ereceksin.” Adamın yüzünü gördü; gözlerindeki çılgın parıltıyı. O parıltıların kendi gözlerine de yavaş yavaş yerleştiğinin farkında değildi. Sadece titredi ve ağlamaya, kusmaya çalıştı. “Şimdi göz kapaklarına bir krem süreceğim. Bir çeşit biberden yapılmış. Gözlerini kaparsan, çok acı çeker ve kör olursun. Bunu şunun için yapıyorum, birazdan buraya bir misafir getireceğim ve sen de olanları seyredeceksin. Çok romantik şeyler olacak, inan bana. Ve sesini çıkarmayacaksın, bundan emin olmam için de gırtlağına küçük bir iğne yapacağım. Birkaç saatliğine ses tellerin işlevini göremeyecek.” Adam elindeki teneke, daire biçimindeki kutucuktan parmağına bulaştırdığı kremi, alıkoyduğu kızın gözkapaklarına sürerken gülümsedi; fakat az önce o fahişeye gülümsediği gibi değildi. Çok farklı, çok gerçek ve çok güzeldi. Kulun çılgınlığının tanrısına bulaşması gibi. Muazzam. Genç kızın gırtlağına şırıngayı nazikçe sokup iğneyi yaptıktan sonra, bodrumun orasına burasına gelişigüzel bir şekilde atılmış eşyaları etrafına dizerek onu kamufle etti. Tabii kız, zavallı kız, önünü görebiliyordu. Görecekti. Adam, kızın önüne geçip yarattığı tabloya bakan bir ressam edasıyla başını hafifçe yana doğru eğdi. Kız, adamın gülümsediğini göremedi; gördüğü başını yana eğen, uzunca boylu bir deliydi. 39
- Mavi Öyküler
Belki deli değildi. Sadece alışılagelmişin dışındaydı. Toplumun yontamayacağı kadar sert bir ruhtu. Üstelik seviyordu. Âşıktı. “Ben gelene kadar uslu dur, siyah prensesim. Her şey çok güzel olacak. Bu sıkıntılar bitecek, güzel günler yaşayacağız seninle! Pis orospu, seni seviyorum!” *** “Sen şair misin?” diye sordu Simone, adam kâğıt kokan geniş salona geri geldiğinde. Elinde bir kitap vardı. “Adın Cenk Oğuz Alaca mı? Gerçek adın bu mu?” Adam sinirlenmedi. Bir ucuz fahişe tarafından olsa da, okunmak her zaman hoşuna giderdi. Yumuşak bir ses tonuyla “Hayır” dedi; “Adım o değil.” Simone kitabın arkasını çevirip adama doğru tuttu. “Arkasında resmin var ama.” Yüzünde hınzırca bir ifade vardı. Belki gerçekten seviniyordu. Ayyaşlar ile yatmaktan farkı olacağına inanabiliyordu belki, belki de… Belki de günün birinde bir insanla aşk için sevişebileceğine inanabiliyordu, hâlâ. Adam kitabı hemen tanıdı: “ Yalnızlıkların Katili “. Gençken yazdığı şiirlerin bulunduğu bir kitaptı. Aklına anıların doluşmasına izin vermeden, “Biliyorum, o benim kitabım. Fakat gerçek adım Cenk Oğuz Alaca değil” dedi. Nazik bir hareketle kitabı kadının elinden aldı, çalışma masasının üzerine bıraktı. “O isim bir rumuz. Yazarların çoğu kendisini ispatlayana dek takma isim kullanır.” “Yani sen şimdi meşhur bir şairsin.” Simone, adama usulca sokuldu, bir elini kalçasına, diğerini de omzuna koydu. Adam, fahişenin ağır parfümünün altındaki bulanık kokuyu duyabiliyordu; kirliliğin ve dayatmaların kokusu. “Pek meşhur sayılmam.” Simone’un bir zamanlar körpe, masum olan yüzü, yüzüne yaklaşıyordu. Yeşil gözleri gerçekten güzeldi. Dudakları… dudakları… Adamın dudaklarının önünde durdu ve hafifçe aralandı: “Bana da bir şiir yaz, olur mu?” Cevap beklemeden dudakları şairinkiyle birleşti. Derin derin nefes alarak, ağzını alabildiğine açarak, elleriyle adamı okşayarak öptü. Bu öpüşme bir dakika kadar sürdü. Sonra Simone yüzünü Mavi Öyküler -
40
adamdan uzaklaştırmadan, gözlerinin içine bakarak “Hadi, ne duruyorsun? Bir şiir yaz vücuduma” dedi. Şair adam “Yazacağım” dedi, “fakat burada değil.” Çalışma masasının üzerindeki gaz lambasını aldı. “Karanlık mabedime gideceğiz. Eski şiirlerimin beni görmesini istemiyorum, çünkü kıskanıp bana zarar vermeye çalışabilirler.” Simone güldü. “Peki , beni mabedine götür.” Dışarıda yağmur vardı, tüm hızıyla sahneye çıkmış, malikanenin çatısında damlacık orkestrası konserine başlamıştı. Şimşekler de gök gürültüleri ile barışmış olacak ki, televizyon konseptinde melankoliye hizmet veriyorlardı. Ve rüzgâr hâlâ tahtındaydı, fırtına orgazm olana kadar da orada kalacaktı. *** Kapı açıldı. Kızın kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Siluetler iki taneydi bu sefer; biri uzun saçlı, dolgun vücut hatlarını gösterecek dar elbiseler giymiş bir kadındı. Diğerini zaten tanıyordu. O adam onun için zalim bir tanrıydı. Tanrı âşık olunca böyle oluyordu işte. Ya da aşık olan tanrı oluyordu. Zulüm, zalim, mezalim! “Burası kötü kokuyor ama!” “Umurunda olmasın. Benim kokumu duy. Hisset, haydi!” Kapı kapandı. Şimdi bir gaz lambası, bodrumun giriş katını titrek aleviyle aydınlatıyordu. Kadın, adamı yavaş yavaş soymaya başladı. Ayaktaydılar. Adam kıpırdamadan duruyordu. Kadın, adamı okşayarak, öperek soyuyordu. Bir yandan soyunuyordu da. Üstündekileri çıkarıp, göğüslerini adamın kasıklarına sürttü. Elleriyle cinsel organını okşadı. Adam kıpırdamadan duruyordu. Penisi iyice büyüdü, uzadı, şişti. “Bununla mı şiir yazacaksın bana?” diye sordu kadın. Adam cevap vermedi, önünde çömelmiş olan kadına baktı sadece. Soluğunun hışırtısı duyuluyordu. Kadın kafasını adamın kasıklarına gömdü. Emme, yalama sesleri ile gidip gelmeler başladı. Adam hâlâ kıpırdamadan duruyordu; fakat inlemeye başlamıştı. Hızlandılar, körüklendiler, coştular. Dışarıda fırtına da öyleydi, hissediliyordu. 41
- Mavi Öyküler
Adam, kadının saçlarını eline dolamıştı. Kadın boynunu çeviriyor, kıvırıyordu. Arada bir başını çekiyor, şairin kaleminin ne halde olduğuna bakıyordu. Sonra devam ediyordu, şairin masa başındaki bunalımı : Gaz lambasında, eski bir kâğıda, saçlarını yolarak, sıkıntıyla inleyerek. Sonunda doruğa varıyorlardı, adamın inlemeleri haykırışlara dönmüştü. Arada bir bodrumun karanlığında kalan kıza bakıyordu. Gidip gelmeler hızlanıyordu, hızlanıyordu. Kız gördü. Adamın elinde bir bıçak vardı. Uzunca, hançer gibi kavisli bir bıçak. Adam! Adam başını arkaya atıp “Ben tanrıyım!” diye bağırdı, sonra bıçağı kasıklarında çırpınan kadının kafasına sapladı. Kafatasından yumurta kırılmasına benzer bir ses geldi kadının; gidip gelmeler durdu. Fırtına patladı, adam boşaldı, kadın can verdi. Sonra her şey duruldu, dindi, sakinleşti. Adam, kana ve meniye bulanmış penisini kadının ağzından çıkarmadı. Ölü kadın, adamın bacaklarına sıkıca sarılmıştı. Sanki ölmemişti. Sessizlik. Sessizliği şairin ünlemi bozdu: “Hayır! Bırak! Isırma ulan! Bırak ulan! Bırak onu, orospu!” Adam, kadının kafasındaki bıçağı tuttu, çekti, çıkardı. Acı acı haykırıyordu. Bıçağı telaşla kadının ensesine soktu, aynı telaşla karpuzu keser gibi ileri geri oynattı, yardı, kan fışkırttı. Kadın sessizdi, adam haykırıyordu. “Bırak ulan! Bıraksana! Bırak!” Kafası kadının bedeninden ayrıldı. Kanlar, alevin ışığında yer yer lav gibi parlıyordu. Bakırımsı koku da katıldı bodrumdaki sefil kokular tarikatına. “Bırak!” Kadın dişlerini kenetlemiş olmalıydı; kafasından ayrılan vücudu bir un çuvalı gibi yere serilirken, kesik başı hâlâ adamın kasıklarında asılı duruyordu. Metalik bir ses işitti karanlıktaki kız, onu oraya hapseden adam, elindeki bıçağı yere düşürmüştü. Yakına. Belki kurtuluş kadar yakına. Adam haykırarak kadının kafasını kasıklarından çekip, çıkardı. Mavi Öyküler -
42
Bunu yaparken bir yabani otun köklerinden koparıldığı anda çıkardığı o ritmik “çıt” sesleri duyuldu. Şair kalemine baktı; kökünden kırılmış, kirli sayfanın kanlı satırında kalmıştı. *** “Nasıl bir anlayış olmalı?” diye sordu kendine, alnına dayadığı camın soğuğunu, içtiği sütlü kahve ile yok etmeye çalışırken. Penisi (ya da bir zamanlar penisinin olduğu yer) kanıyordu. Üşüyordu. Başı dönüyordu. “Ben birazdan bilincimi yitirecek ve öleceğim. O fahişe zaten öldü. O kız da orada ölecek. Bu mutsuz bir son mu? Böyle mi olmalıydı? Sanırım evet. Son şiirim de diğerleri gibi şaşırtıcı, beklenmedik ve vurucu oldu. Sevdiğim insanın yanında olamadım, olamayacağım. Sonsuza dek acı çekeceğiz. Fakat onu çok seviyorum ve bu da sonsuz… Bu da sonsuz…” Şair kahvesini bitiremeden öldü. Örümcek onun cansız, kıpırtısız bedeninde dolaşmanın zevkini yaşadı. *** Bodrumdaki genç kız, ayağının ucundaki bıçağa ulaşamadı. Bağlarını kesip, özgürlüğe ve hayata kavuşamadı. Pislik içinde ölmeden önce, şairi ve onu çok sevdiğini anladı. Şairi çok seviyordu. Tanrısını çok seviyordu. Ölümden de çok.
p
“NE ZAMAN UNUTTUK?”
43
- Mavi Öyküler
“Beyin Fırtınası II” - Sultan Yavuz Anahtar sözcüklerimiz: odun, krep, pencere, karpuz, soğuk. 5 “odun” Odun denilince, aklıma gelen ilk şey masallardan olsa gerek, ormana odun toplamak için giden orta yaşlı bir adam ya da iki küçük çocuk; hani şu meşhur hikâye. Bir de sıcaklık. Ağaç değil, ama odun hemen ateşi ve ısıyı aklıma getiriyor. Garip bir şekilde, nedenini asla bilemediğim, ama çok istediğim bir şey. Çocukken en çok bir kütüğümün olmasını isterdim. Orta genişlikte bir ağacın, kusursuz bir düzlükle kesilmiş, kesilen yeri bembeyaz, pürüzsüz, kaymak gibi gözüken bir kütük. Bilmiyorum, ama çok istemiştim. Bazen geceleri bile hayalini kurardım; ben ve kütüğüm. Yanağımı o beyaz pürüzsüzlüğe sürecek, öpecek, sarılacaktım. Bazen üstüne de otururdum ve bazen de küçük bir masa yapabilirdim. Ormana gittiğimizde kesilmiş ağaçların kütüklerine dokunur, hasretle bakardım. Bilirdim ki oradan çıkaramam, hem çıkarsam da annem eve sokmayacaktı. Büyüdüğümde, babam bir gün şömine için odun getirmişti. Bizden, taşımamızı ve verandaya yerleştirmemizi istemişti. Tanrım ne mutluydum! O gördüğüm, koca bir kütük değil miydi? Ama kesilecek, odun yapılacakmış. “Hayır, sen benimsin!” diyerek kütüğe doğru yürüdüm. Bu iyi değildi; bu kütüğün kesildiği yer çamurlu ve pürüzlüydü. İstediğim, eskiden gördüğüm kütüklere hiç benzemiyordu. Kendimce, kimi cezalandırdığımı bilmeden, şömine de yanışını zaferle izledim. Artık, bir kütük sevdam yok ve özür dilerim yaşlı kütük; biliyorum senin de bir hikâyen vardı. Mavi Öyküler -
44
6 “krep” Krep sever misiniz? Ben “eh işte!” Ama çok sevdiğim bir krep var. Sizin? Ben size kendi krepimi anlatayım o zaman. Şeker pembesi bir boyaya sahip, iki katlı, altı pastane olan ve tepesinde de bir branda bulunan, kavşakta bir mekân. Özel, zarif görünümlü bir dondurma kâsesi var dış duvarda, pembe boya üstüne yapılmış, krem renginde. İştah açıyor ve mutlu bir huzur veriyor bakana. Pastanenin önünde bekleyen pembe bir Cadillac var; eski model. İçinden çıkıp, meyveli pasta almak için dükkâna doğru ilerleyen kızın, meltemle havalanan fırfırlı, kabarık, beyaz eteği, pembe puanlı iç çamaşırını herkese sunuyor. Pembe dudaklar gülerek; “aaa!” diyor. Caddeden pembeli kızlar geçiyor; dudakları pembe parlıyor. Pamuk şekeri pembe, şu süs köpeği pembeye boyanmış, ayakkabılar, çoraplar, saçlar hep pembe. Bebek arabası pembe, vitrindeki sabahlık pembe, nedimelerin kıyafeti pembe, kız çocuklarının tokaları pembe, holle hop pembe, çiklet pembe. Mutfaktaki aşçının başlığı pembe, ama elindeki tahta spatuladan yaladığı yapışkan ve esnek krema beyaz renkte. Sebebini bilmem, ama krep bana hep pembe bir dünyayı çağrıştırır. Söylemesini de çok severim. Krep, krep, krep… En korkuncu, her halde pembe tişörtlü bir marangoz çırağının, elini kaptırdığı tornadan sıçrayan kırmızı kanın, o güzelim tişörtü lekelemesi olurdu. Düşünmeyeceğim. 7 “pencere” Sanırım, kocaman bir duvar boyunca uzanan bir pencere isterdim. Okyanusa bakan devasa bir pencere. Açtığında, denizin kokusunu soluduğun, saçlarını uçuşturan, kâğıtları savuran bir rüzgâr. İnce, uzun tüller 45
- Mavi Öyküler
pencere açık bırakıldığında, geceleri ya da sabahları o rüzgârla dans edecek ve kanepede uzanan bedenimi gıdıklayacak. Yüzümü öpecek o beyaz tüller. En güzeliyse, loş ışıkla, geceleri kapalı pencerenin tülüne yansıyan çıplak gölgem olacak. Sonra bir sigara yakıp, yeniden açacağım ve gözlerimi kapayacağım karanlık okyanusa. O ses saçlarımın arasından akacak ve kulaklarıma “aşk” diye fısıldayacak. Bir an sen kalkacaksın yatağından ve yanıma geleceksin. Sevişeceğiz yumuşak, ama tutkulu. Pencerenin tam önünde ve okyanusun ve rüzgârla beraber. İçime kendi okyanusundan bir parça bırak o an; iç denizime karışsın. Gel gitlerini seviyorum. İçimden çıkacak o varlık, yine o pencerenin önünde doğsun. Bir deniz doğuracağım, bir gün büyüyecek ve okyanus olacak. Benim seni düşlediğim kadar, sen de beni düşlüyor olmalısın pencere. Manzaranı keşfettiğimden bu yana, içimdeki pencereyi denizime çevirdim. 8 “karpuz” Çocukluğumun sakızıydı; “big baboul”. Hele de sonradan çıkan karpuzlusu yok muydu; ne tatlı, ne hoş kokuluydu. Yıllardır görmüyorum, acaba neden kaldırdılar? Beşli paketlerde satılırdı. Daha sonra, tekli de satmaya başlamışlardı. Öbür çikletlerden nasıl da farklıydı. Zengin bir duruşu vardı. Ağırlığı vardı. Sertti sonra. Sanki öbür sakızları eziyordu varlığıyla. Birinin ağzında varsa, mutlaka siz de isterdiniz. Öyle tek başına çiğnenecek türden bir sakız değildi zaten. En az iki kişi çiğnemeli ve yarışmalıydılar. Kim daha çok şişirecek ya da iç içe şişirebilecek mi diye. Bir de kesinlikle yapışmazdı ele, dudağa. O yüzden patlatması da bir hoş olurdu. Hele reklamları yok muydu? O patlatma sesi güya tabanca sanılır, kovboylar balkonlardan aşağı düşüverirdi. Çocuğuz tabi, çokça Mavi Öyküler -
46
denemişizdir o numaraları. Birkaç çeşidi çıktı, galiba en son karpuzlusu. Çok sürmedi, sonra kaldırdılar. Halbuki çoksatardı. Acaba neden? Belki de merakımı tatmin etmek için biraz araştırmalıyım. Çocukluğumun özlemlerine ışık tutacağım, evet. Belki bu sonuç, beni yeniden karpuzlu big babouluma götürür. Ama kiminle paylaşmalı? O çocukları şimdi nereden bulacağım ben? Kaç zaman geçti, anımsarlar mı o meşhur sakızımızı? Görseler yine alırlar mı? Yarışır mıyız yine? Büyümüş olmalılar, yolda görsem tanımam her halde. Ben çocuk hallerini biliyorum, hâlâ öyleler sanıyorum o arkadaşları. Onlar da beni anımsıyor mudur, bazı? Bilmem. Ne zaman gitti big baboul? Ya biz ne zaman büyüdük? Ne zaman unuttuk? 9 “soğuk” Soğuklar geliyor yine. Sevmem soğuğu. Hadi en fazla bir hafta sürsün. Öyle aylarca kış mevsimini yaşamak, üşümek hiç benlik bir şey değil. Bazıları da kışı, soğuğu sever. Ben yaz çocuğuyumdur, en soğuğum sonbahardır. Sonbaharı severim. Sonbahar güzel şeyleri çağrıştırır, oysa kış sadece hayal gücümü dondurur. İyimserliğimi alıp karla örter; zaten kıt miktarda bulunan bu özelliğim de gidince iyice çekilmez olurum. Kara kış olurum. Amansız ve sevimsiz olurum. Aklıma tek gelen; çatlak dudaklar olur. Soğuk yakmış, sızlıyor dudaklar. Pul pul olmuş dudaklara kremler, rujlar da fayda etmez. Önce biraz yağlamalı. Acır, çok acır. Benim dudaklarım acırsa, sözcüklerim acıtır. Çektiğimi çekin isterim. Çok mu bencilim? Ama bir şey dediğiniz yok kışa. Neden onun sadistliğinden bahsetmiyorsunuz? O halde, kışı dokunulmazlığım ilan ediyorum ve acıdıkça, acıt47
- Mavi Öyküler
mayı sürdüreceğim.
p
“İMTİHAN BUNLAR HEP İMTİHAN” “Taksirat!” | Hüseyin Korkut -Yeni mi geldin? Nasıl? İyi haber var mı? - Evet, yeni geldim. İyi iyi. Güzel gelişmeler var sağlığıyla ilgili. Doktor bu sabah uzun uzun konuşmuş annemle. Ayrıca ben de kendisini çok iyi gördüm. - Aman iyi. Allah versin, daha iyi olsun. Ne oldu sahi, nasıl oldu, ne zaman hastalandı? - İşte. Perşembe gecesiydi, saat üç buçuk sularıydı sanırım. Gürültüden uyandım, baktım annemle ağabeyim ayaktalar ve konuşuyorlar. Annem sanki ağlar bir sesle bir şeyler anlatıyordu. Ayaklarının ağrıdığını ve belden aşağısının uyuştuğunu söylüyordu. Sonra ben de fırladım, baktım ama durum bana o kadar ciddi gelmedi. Neyse, sonra yatmak istediğini söyledi annem ve yattık. - Eee? Sonra? - Anlatıyorum işte! Sabah saat yedi sularında uyandık. Annem kahvaltı falan hazırlamış, bizi de kaldırdı. Hastaneye gidecektik. Taksi aradım. Bu arada ben taksiyi alıp gelene kadar ağabeyimle annem evde kaldılar. - Başın için anlat, sonra ne oldu? - Dediğim gibi, taksiyle eve geldiğimde annemi de alıp hastaneye götürdük. Sonra acile. Derken, orada ilk muayene ve bekleyiş oldu. - Eee, yanınızda başka biri yok muydu anacım? - Ha sahi! Vardı tabii. Unuttum bak, aklım karışık ya! - Olsun, sen anlat. Olur, tabii, kolay değil. - Buradan, yani evden çıktığımda aklıma yengeme haber vermek geldi. Nasıl olsa şehre taksiyle gidecektik, büyük dayımın hanımı yengem de bizimle gelir dedim. - Geldi mi? Mavi Öyküler -
48
- Evet. Telefon açıp durumu söyledim, “Tamam, ben mantomu giyer sizi beklerim” dedi. - Sonra? - Sonrası işte… Gittik. Annem, yengem ve ben. Dediğim gibi, acile gittik. Sonrasını biliyorsunuz. - Aaa aa! Neyi biliyoruz ki anacım? - Bilmem, belki duymuşsunuzdur diye dedim. - Yok, duymadık. Anlatsana. - Ya, ne anlatayım? Şimdi annemin durumu iyi, yani iyiye gidiyor. Hepsi bu! - Sen nasılsın kızım? Bak telaştan soramadım, kusura kalma. - İyiyiz be abla, Allah’a şükür tabii. - Öyle anam, ne gelirse Allah’tan! - Ben müsaadenizi istesem, içerde biraz kitap okumak istiyorum. Siz ablamla sohbet edersiniz artık. - Git anacım sen, oku kitabını. Eee tabii, zor. Ne yapsın çocuk, kafasını dağıtsın, lazım. - Eee, anlat anacım bakalım. Sen gördün mü anneni? Durumu nasıl? - Nasıl olsun işte abla, Allah’ın dediği olur! Allah daha kötüsünden saklasın. Ama ben iyi gördüm annemi. Tabii iyi gördüm dedimse de, bilirsin insanlar aldatırlar bazen sevdiklerini. İnsan iyi görünürmüş gibi yapar, sevenlerini kandırır. Mukadderat tabii, ben bilemem! - Yaaa! Demek o kadar kötü durumu? - Orasını Allah bilir tabii! Ama iyi, dediğim gibi. - Allah iyilik versin. Çok severiz birbirimizi bilirsin, bunca yıllık komşuyuz tabii. Lokmamız ayrı gitmedi. Bir yerde büyüdük. Sonra evlendik, yine komşu olduk. - Bilmez miyim abla? - Tabii, çocuklarını da çocuklarım gibi severim. Benim herif öldüğünde ateşi onlar yakmış, suyunu onlar ısıtmıştı. Tabii erkek evladı olmadığı için onlara düştü bu işler. Allah seni inandırsın. Kendi erkek çocuğum olmadığı için değil. Hani olsaydı, onları bile ancak bu kadar severdim yani. - Bilmez miyim abla? Onlar da seni çok severler. Kızlarına ‘abla’ derler, orada dururlar. Senin kızları bizden ayırmazlar. 49
- Mavi Öyküler
- Bilmez miyim? Ama benim kızlar da çok sever çocukları. Eee tabii! Karşılıklı her şey. - Büyüğü de çalışıyor işte, biraz önce geldi. Yorgun tabii, dinlensin biraz. - Dinlensin anam dinlensin. Eee kızım, başka ne var ne yok? Diğer kızların haberi var mı? Geldiler mi? Göremedim de? - Biliyorsun, benim küçüğümle annem konuşmuyorlardı. Duyunca hastaneye gelmiş. - Deme? Barıştılar mı yani? Onca laftan sonra… - Evet, barıştılar abla. Ana-kız tabii. Eee, durum da kötü. Kız kardeşim duyup gelmiş, annem de bir şey dememiş. - Öyle anam, öyle. Dilin kemiği yok ki pustasını(*) tutasın, unutulur tabii söylenenler. Dediğin gibi; ana-kız arasında olmaması gerekir, ama ne yapacan, olmuş bir kere. Diğerleri? - Valla, küçüğü gelmedi. Onun bir büyüğü bir gece kocasıyla gelip misafir gibi bakmış, kaçmış sonra. - Deme! Ah ah, Allah düşürmesin! Tabii zor! - Neymiş efendim, çalışıyormuş. İzin alsın. Ana bu! Sonra ölüsüne mi gelsin? Bir ben miyim anamın kızı? - Deme! Demek durumu o kadar kötü? Hayır, anan tabii. O kadar kötü ise hepinizin koşması gerekir. Başında kim kalıyor? En azından siz kızları kalsanız iyi olur. Zaten yakışanı da o değil mi? - Öyle abla da… Aman deşme beni! Teyzem kalıyor. Ben dedim teyzeme ben kalayım diye. Ama o bana, “Yok, sen evde kal. Ben ablamın yanında kalırım” dedi. Bir sinirim bozuldu teyzeme de. - Deme! Başın için! Neden? - Neden olacak abla! Ben sanki kuru ev için geldim ta oralardan. Ben annem için geldim. Burada ev temizliğiymiş, bilmem neymiş bunlar için değil. - Haklısın! - Haklıyım da, kim hakkımı söylüyor abla? Ama ben Allah için yapıyorum ne yapıyorsam. Allah bilsin, kul zaten bilmez, kul kulun hakkını vermez! Allah kulları ıslah etmek için verir bunca musibeti, ama anlayan kim? Allah bilir kullarını. Bu oruçlu canımla ve bu yaşımla bütün gün evde didindim durdum. - Öyle anam öyle, tabii sen de genç sayılmazsın. Yaş elliyi geçti Mavi Öyküler -
50
mi zor tabii. Ama yerden göğe kadar haklısın. Nerede diğer kızlar? Dediğin gibi, ananın bir kızı sen değilsin ki! - İşte ben de yarın gideceğim. Artık erkek kardeşlerim annem hastaneden çıkınca haber verirler. Zaten bayram da yakın, bayramda gelirim artık. Eee, benim de evim var abla! - Öyle anam öyle. Senin kız dul değil miydi? Sende kalmıyor muydu? Aslında o bakar abisine ama… - Kazın ayağı öyle değil abla! Sinirlerim bozuluyor. Söyleyecek çok sözüm var, ama ben Allah’a havale ediyorum tüm bunları, o bilir artık! Ya Rabbi sana çok şükür… - Öyle anam öyle. Boş ver, dediğin gibi. Herkesin evi var tabii. Zaten çocuklar da kendi başının çaresine bakarlar. Bilirim onları, her iş gelir ellerinden nasıl olsa. - Artık orasını ben bilemem abla! - Olsun olsun, becerirler onlar her bir şeyi! Sen yarın mı kaçacan? - Evet, Allah nasip ederse yarın giderim. Artık, bayramda inşallah gelirim. - İyi, ben de kaçayım anam. Odadan da hiç ses gelmiyor, çocuklar uyudu belki? Neyse, çok selam söylesinler komşuma, geçmiş olsun desinler. Aman sıkılıp üzülmesin, bir şey yokmuş işte. Hem olsa ne olur? Tabii, zor olmasına zor da, Allah’tan geldi ne yapacaksın? Dua etsin, başka çare yok! Neyse, ben kaçayım artık. Allah yardımcısı olsun komşumun. İyi insandı, ama neden bu illet oldu ki, onu da anlamadım? - Neden olacak abla, imtihan hep bunlar imtihan. Allah’ın işine akıl sır ermez! Ne gelirse Allah’tan gelir. Artık biz kullara sabretmekten, şükretmekten ve dua etmekten gayrisi olmaz Tabii anlayana! - Öyle anam öyle. Allah bilir işini! - Ama ben kötü bir şeyler olacağını biliyordum sanki. Malum oldu bana, birkaç gün önce rüyasını gördüm. - Senin kalbin temiz kız, malum olmuştur sana. Ne gördün? Hayır-olsun, anlat başın için. - Boş ver abla anlatmayayım. Ben gördüğümü bilirim, bu yeter bana! - Kız korkutma beni! Ne gördün? Başın için söyle! Ay ayakta 51
- Mavi Öyküler
kaldım, gidemedim bir türlü. - Yok, abla anlatmam! Ben gördüğümü gördüm, ne demiş âlimler: “Bilen bildim demedi!” - Neyse anacım, sen de ermiş gibi karısın hani. Tamam söyleme. Vardır bir bildiğin, okunuksun sen. Biz o kadarını bilemeyiz tabii. - Eşheduenlailaheillallah… - Ay deme kız öyle! Tüylerim diken diken oldu! - Her daim söyleyeceğiz abla. Olur mu hiç, ‘Deme’? - Yok, ondan demedim. Hep dilimizde de… İçim titredi sanki annenin durumu çok kötüymüş de onun için içini çektin şahadetle! Neyse, ben bu sefer kalkıyorum. Siz yine de konu komşuya bir şey demeyin. İnsanın dostu da var düşmanı da var! Milletin ağzı çuval değil ki büzesin, aklına geleni söylerler. ‘Allah, Bu hastalığı da iyi kuluna verir mi ki?’ diye laf ederler. - Kim ne söylerse söylesin abla. Dedim ya, kararı veren Allah. Gayrısı ondan öteye yok! Ben de sahura kadar tespih çekeyim bari. - Çek anacım çek. Senin gibilerin dualarıyla duruyor bu yerler gökler. Allah kabul etsin inşallah. Zor, ama Allah’tan ümit kesilmez. O ne mucizelere kadirdir… Kurban olduğum. - Hiç kuşkum yok buna! - Bilmez miyim? Çocuklar iyidir, hoştur da… Sen de bilirsin, itikatları biraz zayıf! Olsun ama senin duaların onları da karşılar. Eee, iyilikleri de var. Allah artık ayırır kayırır belki! - Orasını bilemem abla, Allah bilir! Peygamberimizin bile amcası kâfir gitti. Hidayeti kime nasip edeceği onun bileceği iş! - Öyle anam öyle. ‘Allah dağına göre kar verir’ dememişler boşuna, ama akıllı olan bunu anlar! Bakarsın bu hidayetlerine vesile olur. - Ah abla ah! Her namazda dua ederim, sadece onlar için değil, tüm aklı karışıklar; imanı olmayanlar için ki hidayete erdirdin diye koca Rabbim… Ah! Allah bilir ya kalbimi. Sonumuzu hayırlı etsin. Dedim ya, imtihan bunlar hep imtihan. Bakalım şükredecek miyiz yoksa isyan mı edeceğiz? Bakalım sonunda doğru yola gelecek miyiz diye. - Öyle anam öyle. Hadi beni geçir kapıya kadar da, ben eve gidip Mavi Öyküler -
52
yatayım. Yoksa sahura kalkamayacağım. Allah canını almasın tuttun beni lafa, bak saat kaç oldu! - Tamam, abla, Allah’a emanet ol. İyi geceler. - Sen de Allah’a emanet ol anam. Komşuma da Allah neyi hayırlı görüyorsa onu versin. Yatalak olmak zor tabii. Yatırıp da kapılara baktırmasın! Yine de Allah’ın bileceği iş tabii. Taksiratı varsa çeker, iyi bir komşumdu ama neyse… Allah çektirmesin! - Âmin! cümlesine, bize de. (*) Söylenmesi istenmeyen; lanetlenen kelimenin yerine kullanılan Türkçe ‘meret’ anlamına yakın, Arnavutça kelime. Cümlede ‘dil’ yerine kullanılmıştır.
p
“SUSMUŞTU BU CÜMLELER” “Pintihar (Son ya da Bitmeyiş)” | Armağan Altay “Canım yanıyor ama önemli değil!” Hiçbir şey istemiyorum. Varoluş sebebimiz de bir istek değil mi? Nedir peki? Uğrunda mistisizme kafa patlattığımız, soru sorma güdüsü olan felsefeye dalıp dalıp çıktığımızı sandığımız bu gaye, bu oluş, bu kılış nedir? Cevap yok, değil mi? Çünkü insan aklı ermez. O aklın erdiği yerlerde de sadece yalanlar, hayaller ve beden var. Başkası tarafından içine sokulduğunuz, layık kılındığınız beden. Evet, öyle olmalı. İyimser bakışlar çoğu yerde, arada bana da rastlamıyor değiller. “Sevmek” diyor bu bakışlar. “Sevgi.” Oysa düşünebilen insan için sevgi yoktur. İnsan için sevgi, bir yaydan çıkıp saplanmaya benzer. Oysa ok bir yere varmaz, yay da hiç var olmamıştır; insan ya sevmeyi ya da “seven kendisi”ni sever. Gerisini isteyen bedendir. Hani şu kirlenince çıkarıp atamadığımız, “ölü temizleme”ye vermeniz gereken malum elbise. Hiçbir şey istemiyorum. Elbiseyi de, kendimi de. Kendimi istemiyorum. Dünyayı, insanları değil, kendimi. 53
- Mavi Öyküler
- Elindeki kalın urganı ilmek yapıyordu. Fazla titremeden, terlemeden. Çok zor bir aşamayı geçmek gerekiyordu hâlâ. Uykusuz geceler, düşünce acısı, çaresizlik; bunların hiçbiri bu aşamayı aşmak için yeterli değildi. Cesaret de değildi bu. Hiç değildi. Tepesindeki lambanın çok uzaklardan gelen zırıltısını duydu. Masasını gördü. Gözünün ucu hâlâ odasındaki nesneleri görmek istiyordu; bağlı bulunduğu bedeni gerçeklere tutundurmak için. Sanki. Oturduğu sandalyenin ayağı titriyordu, korkudan. Belki. Defalarca üzerinde uykulara dalıp yersiz kaygılarını bilinçsizliğe geçici olarak sarkıttığı yatağın, arkasından ona çekingen bir ağızla “Yapma, hadi, gel uyu” deyişini duyumsuyordu. Duvarların da bir rengi vardı, yeni fark ediyordu. Şampanya mı? Ne? O an, artık izlerin güçsüzleştiği belliydi. Aklının yarattığı saldırılardan yine aklı koruyordu insanı. Savunma ve saldırı mekanizmaları aynıydı. “Sorunlar sende çözülür” mantığının bir başka varyantı. “Sorunlar sende düğümlenir.” Belki de çok fazla abartıyorsun. Bunda kendini öldürecek ne var? Alt tarafı maddi problemler. Yan tarafı insanların kokuşmuşluğu, öbür tarafta asalak Pollyanna’lar. Ortada sıçan.” Susmuştu bu cümleler. “Sana verilmiş bir emanettir ömür. Onu istediğin zaman bitiremez, yok edemezsin. Canını veren, alır.” Bunlar hâlâ konuşuyordu, ama inandırıcılıkları yoktu. Neden? Çünkü ortada bir hayat sözleşmesi de yoktu, salt haybeye bir belirsizlik. Kontratı olmayan, imzasını görmeyen bir kiracının, sürüyle “sınanma” adı altında “kandırmaca” bedeller ödeyip de, evden istediği zaman çıkmaya hakkının olduğunu düşünmemesini kimse bekleyemezdi. İnanç mı? Özgürdük hani? “İntihar edersen, yanarsın. Sonsuza dek.” Hiçbir şey istemiyorum. Bitti. O kadar. Sakinim. Belki hiç olmadığım kadar. Yetenekli ve zeki oluşların faydası, sadece bencil karakterlerde geçerli olabiliyor. Başkasında lanet gibi. Kim, ne sipariş etmiş tanrıdan? Olmayışlık gibi Mavi Öyküler -
54
rahatlığı mı tepmiş, olmuşluk gibi riskten oluşan bir ümit için? Yok canım! Bir düğüm sonra çözülecek muamma. Ne sert şeymiş bu urgan be! Bir ara başkalarından endişelenirdim. Acaba ailem üzülür mü? Acaba sevgilim de üzüntüsünden intihar eder mi? Hatta, acaba beni çabucak unuturlar mı? Ya arkamdan kimse ağlamazsa? Ah, intihar edenlerin bazıları bu hale getirmişti bunu. Anlık üzüntü patlamaları, beyinsel cinnetler, çaresizlikler, nedenler, falanlar, filanlar. İnsan kendisini öldürürken neden aradığında, bulursa mı ölür, bulamazsa mı? Mutluluktan ağlanır da mutluluktan ölünmez mi? Bak, gözlerim yaşardı. Gözümü yaşlar bürüdü. Sevecen kederler. Hiçbir şey istemiyorum. - Urganı hazır hale getirmişti. Boynuna geçirdi, ensesine dayadığı düğümü sıktı. Evet, oluyordu. Bu kolye ona tam oturmuş, tam yakışmış, tam “uymuştu”. İlmeği boynundan çıkarıp, üzerinde gelişigüzel fakat gidişi çirkin olan dünyevi cisimlerin bulunduğu masaya bıraktı. Afyon, bira kutusu, sigara, kül, kuru ekmek parçaları. Tanımlıyordu bazı şeyleri. Yeterli. Sonra içinde yayınlanmamış öykülerinin bulunduğu pek bir çiğ defterinden ham bir sayfa kopardı. Az önce kaderine yardım eden sol eline bir kalem aldı. Yazdı. “Vasiyetimdir. Eşyalarımı atomlarına ayırabiliyorsanız, yapın bunu. Yapın ve hemen uzaklaşın oradan. Kıyamet günü varsa ve gelirse, onlar tekrar birleşir. Kimseye söylemeye gerek yok. Yeterince dramatik anlar yaşanacak zaten. Cenaze. Ağıt. Bir boy. Alabildiğine. Diyeceğim odur ki, eğer eşyalarımı (hepsini) atomlarına ayırabiliyorsanız, siz de intihar edin. Beni tanıyan herkesin yaşamasını, diğerlerinin ölmesini istiyorum. Ölüm budur. Yalnızlık budur. Gerçek budur. İmza.” Vay canına! Hiç fena değil. Öykülerimden daha canlı, daha sanatsal oldu. Buna inanabiliyor musunuz? Belki de bir intihar 55
- Mavi Öyküler
salgını başlatacağım! Ne “nedenli, ne de “nedensiz”. Ötenazi hastanelerde olur. Üstelik ben gencim. Baksana nüfus kâğıdıma! Bakacaklar elbet! Beni hissedebilirler belki de. Evet, sen! Sen, beni duyan herhangi biri! Sen ile ben yok! Zamirler, sıfatlar, şahıslar; bunların hepsi suni şeyler. Senim, bensin. Birazdan öleceğiz. - Vasiyetini yazdığı kâğıdı yatağına koydu. Biraz kestirecekti o cümleler orada. Çok az. Sonra bir ham sayfa daha kopardı. Yine yazdı. “Hüküm: Kendisi tarafından bilinmeyen bir sebep, belki sebepsizlikle, ölüm ile cezalandırıldı ya da ödüllendirildi.” Bu da iyi oldu. Evet. Geldik bir filmin sonuna. Şimdi o çok merak ettiğim şeyi yaşayacağım. Ölme hissini. Canımın çıkmasını. Sonrasını. Ölümden sonrasını. Buradakilerin pek fazla düşünmediği “şeyi”. Orada olacağım. Oraya gideceğim. Nihayet ve yine mi? - Sandalyesinin üzerine çıkarak, urganı tavandan gelen kalorifer borusuna çapraz sargı ile bağlayıp, sabitleştirdi. Boyuna göre, uzunluğunu ayarladı. Kısa süren bir seremoniden sonra asıl ayin hazırdı. Şimdi. Başlamaya. Bitmeye. Merak edilen ölüm. Memnunlar mı yerlerinden, görülecek. Bu sefer, bir sefer amacıyla, seferber edilerek düzenlenecek. Şekilleri de düşündüm. Haplar. Garanti değil ve çok tatsız. İçsel. Bunalımlı genç kızlara göre. Gaz. Pek bir salakça. Başkasına zarar verme ihtimali de var. Bilekleri kesme. Bedene fazla zarar veriyor. Alçıdan bir heykel gibi bembeyaz oluyorsun. Tabanca, kumarda kaybeden mafya babalarına göre. Çok gürültülü. Üstelik hayli pahalı bir alet gerektirmekte. Yüksekten atlama, bir uçurumdan… Çok romantik. Yine bunalımlı ya da deli genç kadınlara göre. Tecavüze uğramış, kocasından ayrılmış, sonuç olarak “bir şeyler olan” genç kadınların tarzı. Onlar az daha hevesimi kaçırıyorlardı zaten. Sanki ölümü istermiş gibi öldürürler kendilerini, ancak çoğu düşerken bağırır. Hem de can havliyle. Mavi Öyküler -
56
Çığlık atar. Atmayan yoktur. Varsa atamayan vardır. Onun da nedeni korkudur; bedenin birkaç saniye sonra parçalanacağını, kemiklerin iç içe geçeceğini ve muazzam bir acı dalgasına maruz kalınacağını bilmenin verdiği korku. Çelişiyor. Samimi değil. İntihar değil ki. Böyleleri aslında hiçbir zaman bu acı çekme korkusunu yenemez. Yaşadıkları bir olay, bu korkuyu yenmelerine yardım eder. Ve… Elveda zalim dünya… En iyisi “adam asmaca”. Mazeretim de var, “hayat” sözcüğünü bir türlü tamamlayamadım. - Tavandan sessizce, usulca sarkan ilmeğin hizasına getirdiği sandalyesine tekrar, mahşer duruşu için çıkmadan önce, az evvel hükmünü yazdığı kâğıdı göğsünün üzerine bir toplu iğne ile tutturdu. Adnan Menderes geldi aklına. Çok iyiydi. Çok gerçekçiydi o. Tüyler ürpertici. Sayın Menderes. Şimdi ölü. İlmeği boynuna geçirdi. Son bir isteğim var mı? Hayır, yok. Aslında ölmemeyi istiyorum ama, galiba bunu kimseye söylemeyeceğim. - Ayaklarıyla sandalyeyi devirmeye çalışırken altına işemeye başlamıştı fakat, farkına varmadı. Sandalye sonunda devrildi, bütün ağırlığı boynundan ilmeğe çullandı. Derisi kesildi. Vebali boynuna. İp gerildi. Elleri isterik bir hareketle gırtlağına gömülen ilmeği tutmaya çalıştı. Nefesi kesilmişti, kanında oksijen hızla, panikle azalırken, maharetli elleri ip ile boynu arasına giremezdi. Nitekim öyle de oldu, sadece çırpındı. Uçurumdan düşerken bağıranlar gibi. Belki değil. O, hiçbirinin farkında değildi. Sadece gırtlağının tıkandığını, acıdığını hissediyordu. Ciğerleri alev almıştı sanki. Gözleri yaşarmıştı, görüşü bulanıklaşmış, odaya ecel dolu bir sis çökmüştü. Siyah karıncalar görüyordu. Yuvalarından uğramıştı, kim, ne? Kulakları uğulduyordu. Tüyleri ürpermişti, hepsi. Yer çekimi çok kuvvetli geldi birden. Çok. Çok ağırdı. Ölüyorum! Ölüyorum! Hissediyorum! Canım çok yanıyor ama 57
- Mavi Öyküler
önemli değil! Ölüyorum! Şimdi anlıyorum! Şimdi göreceğim! Ötesini bileceğim ve o kadar. Amaç, araç, yüz yok! Ölüyorum! Ölüyorum! Ölüyor… Ölü… Ö… - Düşüncesi yok oldu. Düşünüşü. Sonrasını ve ötesini bilemiyordu, herkesle birlikte. … - Ayaklarının titreyişi hayli uzun sürdü. -
p
“ZAMAN YOKTU DÜNYADAN ÖNCE” “Konsey ve Bacakomania*” | Ziya Alpay Bir gün doktorun muayenehanesinde: - Doktor bey hiç iyi değilim ben. - Neyiniz var anlatın. - Öğle tatilindeydim… - Evet. - Yemeğimi yedim, işyerine dönmeliydim. Masada bir yığın dosya beni bekliyordu. Arkadaşlarla bir kafede oturmuş çay içerken kısacık kot şort giymiş güzel mi güzel sarışın bir bayan gördüm. Tabii o güzelim bacakları görünce aklım da başımdan gitti. Kız oturduğu yerden kalkınca, arkadaşlara bir şey söylemeden ben de kalktım. Kız nereye ben oraya, gözlerim bacaklarda. O zaman rahatsızlığımı tüm boyutlarıyla anladım ve hatta bir isim bile koydum: Bacakomania! - Hımm! - İnanın ki hiç abartısız iki saat boyunca kızın peşinde dolaştım. Bacaklarına bakmaya doyamadım bir türlü. Ve de Sartre bir Ateist. -Var oluş özden önce gelir. Peki bu bacaklardan da mı önce? Camus bu bacakları görse ne yapardı merak ediyorum.- Her neyse doktor bey, işin garibi ne biliyor musunuz? Çevremde gördüğüm kadınları nedense tek parça olarak algılamıyorum; tersine bacaklarını, göğüslerini, sırtını, omuzlarını, boynunu ayrı ayrı algılıyor ve zihni bir çabayla bunları bir araya getirmeye çalışsam da muvaffak olamıyorum. Aslında bunlar benim esas meselelerim değil. Benim meselelerim; son olmasaydı sonMavi Öyküler -
58
suzluk olur muydu? Ölüm olmasa ölümsüzlük… Keder olmasa mutluluk olur muydu? Madde olmasa ruh… diye düşünürken ben, içimdeki sezgilerin yardımıyla o kızın bir orospu olduğunu anladım. Bu durumda o kıza olan ilgim büsbütün arttı. “Onun kadar güzel bir kız olarak dünyaya gelseydim ben de orospuluk yapardım” dedim kendi kendime. Hem zevk alırım hem zevk veririm, bir de üstüne para alırım. Nasıl olsa Tanrı da yok, öteki dünya da. Hem kötü bir şey yapmıyorum ki alan memnun veren memnun. Kainat zamanın parçalanamaz en küçük parçası içinde yokluk âleminden varlık alemine, varlık aleminden de yokluk alemine gitmektedir. Maddenin varlığı zamansız düşünülemez; bu sebeptendir ki madde ezeli ve ebedidir. - Evet, anlıyorum. - Hayır, anlamıyorsun! - İçimde öyle bir boşluk hissi var ki sanki dünyanın yaratılmasından önceki o korkunç boşluğa benziyor. - Hımm! Demek dünyanın yaratılmış olduğunu düşünüyorsun. Peki, dünya ne zaman yaratıldı biliyor musun ki? - (İçimden) Hay sizi doktor yapanın ben var ya…. Zaman yoktu dünyadan önce. Hiçbir şey yoktu, Tanrı bile. Büyük patlama; yani Bigbang teorisini biliyorsunuzdur elbette. Tanrının var olduğunu düşünenler bu teoriye sarılmış durumdalar. Ama benim sorularım bitmedi. Teoriyi tamamen doğru kabul edelim. Peki patlayan şey neydi? Neden patladı? Eğer patlamasa ne olurdu? Konuşmamız maksadının dışında mecralara akmaya başlamıştı. Başta anlattıklarıma döndüm. Bu defa da birtakım tavsiyelerde bulunmaya başladı. Doktorlardan falan bana fayda olmadığını anlamıştım. Kalkıp, kapıyı açtım ve gittim oradan. Ertesi gün: İkindi vakti uyandım. Kahvaltımı yaptıktan sonra çayla beraber ilaçlarımı içtim. Bilgisayarımda black metalden semaha kadar çeşitli türlerdeki sevdiğim parçaları dinledim. Don Kişot (evet, bizatihi kendisi) masamın üzerinde ayakta duruyor ve beni izliyordu. Üstümü giyinip yaz günü sebebiyle mini etek, şort veya tayt gibi kıyafetler giyen genç kızların bacaklarına zaman sınırlaması olmaksızın bakmak için dışarı çıktım. Evet, sırf bu amaçla dışarı çıktım, çünkü görevimdi bu benim. 59
- Mavi Öyküler
Sokakları bir bir arkamda bırakıp görev yerime, Kızılay’a, doğru yürümeye başladım. Cebeci Yokuşu’ndan aşağı inerken tayt giymiş bir kız gördüm. “Şimdiden göreve başlanır mı yahu!” diyerek görmezlikten geldim. Bir marketin yanından geçerken dondurma dolabının önünde duran üç kişi gördüm. Onların bu hali ilgimi çekti. İzlemeye başladım. Donmuşçasına hiçbir hareket yapmadan öylece dondurmalara bakıyorlardı. Yanlarına yaklaşıp kısık bir sesle “Merhaba” dedim. Bana cevap vermediler. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra “Ne yapıyorsunuz burada” diye sordum. Yanı başımdaki, gözünü dondurmalardan ayırmadan buz gibi bir sesle “Biz dondurma bakıcılarıyız. Bakkal-market dolaşıp gün boyu dondurmalara bakıyoruz” dedi. Onları çok yakından görmeme rağmen cinsiyetlerinin ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Üçünün de saçları kısaydı ve yüzleri öyle beyaz, garip ve ifadesizdi ki hiçbir şey anlaşılmıyordu. Giyimleri de öyle; sanki tek parçadan ibaret siyah bir elbise giymişlerdi. “Öyle bakıp duracağınıza satın alıp yesenize” dedim. “Hayır, olmaz” dedi en yakınımdaki. “Bizim görevimiz yaz mevsimi boyunca sadece dondurmalara bakmak; yememiz için izin yok.” “Anladım” dedim; “görev!” (Evet, yeryüzünde yaşamakta olan her insana ve insana benzeyen her türlü yaratığa mutlaka bir görev veriliyordu. Bugüne kadar insan benzeri birçok acayip yaratık görmüştüm, ama bunları ilk defa görüyordum.) Hayvan ve bitki alemine ilgili konseyler görev veriyordu. (Don Kişot’a ne oldu diye soracak olursanız şayet, merak etmeyin büyük bir olasılıkla o hâlâ masanın üzerinde ayakta duruyordur.) Onları orada bırakıp üstlendiğim görevi yerine getirmek üzere tekrar yola koyuldum. Aslında görevleri pek düzgün yerine getirdiğim söylenemez. Bu yüzden kaç defa çeşitli cezalara çarptırıldım. Örneğin bir defasında gün boyu loş bir koridorda tenis topu gibi oradan oraya gidip geldim. Dayanılmaz derecede sıkıcı bir cezaydı. Zevkli cezalar da vardı: Mesela akşamüzeri güneşin kızıllaşmasıyla başlayıp sabah şafak sökene kadar yine benim gibi cezalandırılmış bir kızın sağ memesini durmaksızın okşamak gibi. İstemediğim bir görevi yerine getirmektense verilecek cezaya katlanmaya razı oluyordum. Bugünkü gibi sevebileceğim bir görev verilirse de büyük bir istekle yerine geMavi Öyküler -
60
tiriyordum. Benim gibi insanlara verilen görevler o kadar ilginç veya saçma olabiliyordu ki tahmin etmek neredeyse olanaksızdı. Örnek verecek olursak; herhangi bir yuvarlak masanın üzerinde yatık halde konumlandırılan beyaz çerçeveli ve yuvarlak bir el aynasının önüne odamdaki bütün şiir kitaplarını önce tek tek sonra da üst üste koyarak bu aynada yansımalarını sağlamak; üç gün içinde Çankaya’daki bütün simitçilerin isimlerini öğrenip A4 ebatlarında beyaz, çizgisiz kâğıtlara yazmak ve hepsini ezberlemek; öğleden sonra 15:03’den akşam 18:47’ye kadar Maltepe’deki Peyami Safa-Akdere durağında otobüs beklemek ve gelen hiçbir otobüse binmeyerek eve yayan dönmek… Örnekler çoğaltılabilir ama gerek yok kanımca. (Don Kişot mu? Evet hâlâ orada duruyor) Bazen iç içe girmiş kompleks görevler de veriliyordu: Bir gün içerisinde sabah tam 9:00’dan akşam ezanı okunana kadar Yüksel Caddesi’nden geçen mini eteğinin altına baklava desenli külotlu çorap giymiş genç kızların sayımını yapıp ulaşılan sonucu küçük bir dikdörtgen şeklindeki kırmızı bir kâğıda siyah dolma kalemle yazarak Nietzsche’nin Türkiye’deki herhangi bir yayınevi tarafından yayımlanmış “Böyle buyurdu Zerdüşt” kitabının 9. sayfasının tam ortasına koymak ve o gün bu şartlara uygun biriyle karşılaşılmaması durumunda karşılaşılıncaya kadar her gün bu görevin yerine getirilmesini sağlamak. “Görev” yapılan herhangi bir hata yüzünden başarılamazsa veya görev tamamlanmadan bırakılırsa aynı görev, şartları ağırlaştırılarak yeniden veriliyordu. (Pek tabi bu kişi konsey’in ve cezalandırmanın farkında değil.) Mesela bir gün içinde hiç ara vermeden altı saat boyunca televizyon izlemekle görevlendirilen birisi dalgınlıkla, bir anlığına da olsa televizyondan başka bir yere bakarsa konsey tarafından seçilen tek bir kanalı izleyerek görevini yapmak zorunda bırakılıyordu. Eğer görev on üç defa verildiği halde o kişi başarılı olamazsa yapılması imkânsız bir görevle görevlendirilerek cezalandırılıyordu. Ayrıca birisi görevle dalga geçerek saygısızlık yaparsa veya isyan edip göreve hakaret ederse yani bir şekilde düzene karşı çıkıp başkaldırırsa ona “Mutlak Ölüm” görevi verilip iradesi elinden alınıyordu. Böylece bu görev zorlu bir yolla yaptırılarak yok ediliyordu. (Görev gereği birisi “Normal Ölüm”le ölürse tekrar dirilmekle görevlendirilerek hayata döndürüle61
- Mavi Öyküler
biliyordu. Yani herhangi birisi otomobilini yüksek alkollü ve hızlı bir şekilde kullanarak kaza yapıp ölmekle görevlendirilirse böyle bir şey mümkündü.) Daha önce de söylediğim gibi, konsey bu şehirde yaşayan bütün insanlara (bazı istisnalar dışında) mutlaka bir görev veriyordu ve bu görevlerin kimlere verileceği, türü (normal-sıra dışı), zorluğu, süresi gibi hususlar konsey tarafından saptanan bazı ölçütlere göre belirleniyordu. Konsey her şeyi insan beynindeki kimyasal ve elektrokimyasal reaksiyonların etrafa yaydığı (sebep olduğu) titreşimleri algılayan “büyük beyin” sayesinde yapıyordu. Konsey, normal insanlara normal, sıra dışı insanlara sıra dışı görevler veriyordu. Ama yine de konseyin hiçbir hususta uymak zorunda olduğu hiçbir kural yoktu. İstediği kişiye istediği bir görevi verebilirdi. Görevler genelde insanlar uykudayken bilinçaltına yazılıyordu. Bu yüzden normal görevler verilen insanların çoğu verilen görevleri bilincinde olmadan yerine getiriyor ve hatta her şeyi kendi özgür iradeleriyle yaptıklarını sanıyorlardı. Ayrıca Konsey birçok insana sırf gıcıklık olsun diye hemen her gün aynı görevi veriyordu. Bakkal esnafları, devlet memurları vs gibi… Konseyin işi gerçekten çok zordu. Karşılaşılan bazı güçlüklerden bazılarını söyleyecek olursak: Görevlerini unutanlar, yanlış anlayanlar, başkasının görevini kendisinin sananlar sonra görev çatışması: iki veya daha fazla kişiye verilen görevler bazen birbiriyle çatışabiliyordu. Mesela birisi bankayı korumakla görevliyken bir diğeri bankayı soymakla görevlendirilebiliyordu. Görevliler, görevsizler: Konsey’in görev vermediği istisnai kişiler de vardı. Görev dışındayken özgür olup olmama: Konsey genelde buna izin vermiyordu; çünkü görev dışındayken başkalarının görevlerini yerine getirmelerine mani olunabilirdi. Suçlu ve suçsuzun olmaması herkesin sadece görevini yapması bu yüzden mahkeme, cezaevleri gibi adalet kurumlarının anlamsızlığı. Görevini söyleyebilenler, söylemek zorunda olanlar, söyleyemeyenler. Gizli görevde olanlar. Güvenlik görevlileri. Görevleri alenen belli olan kişilerin durumu vs gibi. Yine daha önce yazdığım gibi, Konseyin farkında olan pek az müstesna insan vardı. Bununla birlikte her şehirde ayrı ayrı konseyler vardı ve bu konseyler arasında nöronların diğer nöronlarla iletişimi gibi güçlü ve hızlı bir iletişim vardı. Ne kadar kafa yorulsa da konseyin sırlarının bir insan tarafından öğrenilmesi mümkün değildi. Ancak başka türden bazı yaratıklar tümünü olmasa da bir kısmını öğrenebiliMavi Öyküler -
62
yorlardı. Bununla birlikte konseyin hükümranlığından çıkabilen kader işçileri denilen bir grup da vardı. Diyeceksiniz ki konsey bunların denetimden kurtulabilmelerine neden izin veriyordu. Evet konsey her ne kadar onların görev dışına çıkmalarına göz yumuyorsa da bu, konseyin bu tür insanları diğerlerinden ayrı tutması, sevmesi ve değer vermesindendi . Belki konseyin nasıl bir şey olduğunu merak edersiniz diye söylüyorum: Konseyi, bedeninden tamamen bağımsız olarak uzay boşluğunda asılı duran devasa bir beynin çekimiyle onun etrafında dönen ve enerji hatlarıyla birbirlerine bağlı olan, görünüşleri bakımından insan gibi ama asla insan olmayan, dünyada bilinen tüm zekâların çok üzerinde mekân ve zaman dışı bir zekâya sahip dokuz sayıda insan üstü birtakım canlıların oluşturduğu topluluk olarak düşünebilirsiniz. Ayrıca şunu da belirteyim. O beyin dünya zamanına göre saniyenin trilyonda birinde trilyonlarca işlemi gerçekleştirebiliyor. Ayrıca insanlara ve diğer beyni olan canlılara embriyo henüz zigot halindeyken kozmik enerji yoluyla sözüne ettiğim o beyin tarafından beyin tohumları diyebileceğimiz birbirinden farklı dizilimlerden sentezlenmiş parçacıklar halinde aktarılıyordu. Ya beyni veya sinir sistemi olmayan canlılar? Onlar da başka konseyler tarafından oluşturulup yönetiliyor. Şimdi bunları okuduktan sonra konseyin\konseylerin ilk defa nasıl oluştuğunu merak edebilirsiniz. İnanın bunu ben de bilmiyorum. Bu konuda sorduğum hiçbir soruya cevap alamadım. Bilmiyorum, ben sadece bana anlatılanları aktarmaya ve gördüklerimi tasvir etmeye çalıştım, hepsi bu. Ben bütün bunları nereden biliyorum diye merak edebilirsiniz. Açıklayayım: Yaptığım bazı başarılı görevlerin ödülü olarak konsey tarafından önce kader işçiliğine atandım ve sonra onların âlemine, âlem diyorum çünkü dünya dışı birtakım boyutlarda bulunuyorlardı. Evet, ne diyordum, onların âlemine davet edildim ve bilgilendirildim. Yaptığım, başarılı bulunan bu görevlerin içeriğini maalesef anlatamam. Konseyin bu hususta çok ciddi yaptırımları var. Ama şunu söyleyebilirim ki bacakomania gibi bir rahatsızlığın olması konsey üyelerinin bana sempati duymasını sağlıyor...
63
- Mavi Öyküler
Herhangi bir cumartesi günü: Görevimi yerine getirmek için Karanfil Sokak’ta bir apartman önüne oturdum. Sokaktan geçen birkaç kızın bacaklarına baktıktan sonra mini etek giymiş beyaz tenli, güneş gözlüklü bir kızın peşinden gittim. Bir yandan da kızın görevde olup olmadığını, görevdeyse görevinin ne olduğunu düşünüyordum. Karanfil Sokak’tan Ziya Gökalp Caddesi’ne oradan Atatürk Bulvarı’na, sonra Meşrutiyet Caddesi’ne dönüp tekrar Karanfil sokağa vararak bir daire çizdik. Sanki Kâbe’yi tavaf ediyorduk. Yedinci turu tamamladığımızda hemen sağdaki Dost Kitabevi’ne girdi. Ben de arkasından tabii. İngiliz edebiyatı reyonundan Fowles’in “Büyücü” romanını eline aldı ve kasaya parasını ödeyip dışarı çıktı. Dümdüz birkaç adım yürüyüp durdu. Ben peşinden dışarı çıktığımda birden geri döndü. Elindeki poşetten kitabı çıkartarak bana doğru uzattı: “Beyefendi bu kitabı sizin için aldım.” (Ben bunları size anlatırken Don Kişot kapıyı çekip gitti.) Hangisi olduğunu hatırlayamadığım bir gün. Ayrıca mekân da belirsiz: - Peki, dedim; verilen tüm görevleri başarıyla yerine getirirsem ne olacak? - Görevsizler mertebesine yükseleceksin. Bu mertebede insanlar ve görevleri arasındaki ilişkiler üzerine eğitim görüp staj yaptıktan sonra başarılı görülürsen konsey üyeliğine yükseleceksin. Bir perşembe günü saat 14:30 suları kümes gibi küçücük bir gecekondudaydım Kendi halinde bir kader işçisi olan dostumu gizemli intiharından iki gün önce görmüştüm. Sohbetimiz sırasında “Hastayım, dostum, çok hastayım, kaç gündür ne yaptıysam iyileşmek için fayda vermedi. Zamana bırakıyım dedim, bir şey değişmedi.” demişti. Ben de “İyileşemezsin tabii, açsana şu perdeyi, camı” diyerek yerimden kalktığımda kolumdan tutup çekerek oturttu beni. - Sakın ha, Selim. Açma. Hem senin buraya gelmemen gerekirdi. - Biliyorum, ama duramadım. Görevimi ihmal etsem de dayanamadım. - Konsey ajanlarından birinin seni izlemediğine emin misin? - Evet. Ama senin gibi konsey karşıtı birinin bu korkusu çok gereksiz Mavi Öyküler -
64
görünüyor bana. - Olsun yine de tedbiri elden bırakmamak lazım. - Söyler misin lütfen, beynindeki sinyallerin onlara ulaşmasını nasıl engelledin? - Hıh, bu da soru mu şimdi! Nasıl olacak, düşünce gücümle. Selim, artık git başımdan; çok önemli bir konu hakkında yazıyorum. Konsey bu yazıyı görünce yine küplere binecek hatta binmekle kalmayıp üstünde zıp zıp zıplayacak. - Çok merak ettim şimdi. Bir kopyasını versen de okusam. - Masanın üstünde bir kopyası duruyor. Onu al ve kaybol buradan! Kopyayı alıp çıktım. Yol boyunca okuyup durdum: Ruh Üzerine Düşünceler: Daha önceki yazımda insanı oluşturan moleküllerden, DNA’lardan falan bahsettim. Şimdi insanda olduğu düşünülen “RUH” üzerinde bir şeyler söyleyeceğim. İnsanda eğer ruh diye soyut bir varlık varsa ana rahminden itibaren onda olmalıdır. Bir bebek doğduğunda duyguları var mıdır? Sevebilir veya nefret edebilir mi? Sanmıyorum. Beyni yeteri kadar gelişmediği için ne yaptığının farkında bile değildir. Anlık tepkiler davranışlar gösterebilir, ama bunlar da bilinçli değildir. 0-2 yaş arası hayatını hatırlayabilen var mıdır? Demek istediğim sinir sistemi ve beyin oluşmadan ruh hiçbir şey yapamaz. Düşünemez, neyi algıladığını anlayamaz, isteyemez, sevemez… Yaş ilerledikçe beyin ve sinir sistemi gelişir. O zaman duygu ve davranış biçimleri ortaya çıkar. Her bir insan bu bakımdan eşsizdir. Onun aynısı yeryüzünde yoktur. Beyne veya sinir sistemine zarar veren herhangi bir hastalık (menenjit gibi) veya kaza (başın sert bir yere çarpması gibi) geri dönüşü imkânsız hasarlara neden olur. Buna karşı ruh hiçbir şey yapamaz. Hatta öyle vakalar vardır ki ileri yaşlarda beyin ameliyatı geçiren veya bir kazada kafasına aldığı darbeyle ağır travma geçiren insanlar adeta çocukluklarına geri dönmüşlerdir. Ruhun, bu durumda da eli kolu bağlı kalmıştır. Bütün bunları bırakalım bir kenara, normal bir insana çeşitli ilaçlar (psikoterapik) verelim. Bir insanı bu ilaçlar sayesinde duygusuz ve duyarsız, düşüncesiz ve kaygısız bir hale getirmemiz mümkündür. İnsan böylece yaşayan bir makine haline bile getirilebilir. Ruh dediğimiz şey bu kimyasallar karşısında da çaresizdir. Hormonal veya nöro65
- Mavi Öyküler
lojik sistemde oluşan hatalarda veya aksamalarda da ruhun yapabileceği bir şey yoktur. Böylece bedenden bağımsız soyut bir ruh düşüncesi bilime ve akla aykırı görünmektedir. Bununla beraber bedene bağımlı bir ruhun da ne kadar gücü ve etkisi vardır diye sorduğumuzda; bir insan oturup bir şişe 70’lik rakıyı içtiği takdirde, hangi ruh vücuda alınan o kadar alkolden sonra bedeninin (beyninin) duygu, düşünce ve davranışlarını kontrol edebilecektir. O insan alkolün etkisiyle herhangi önemsiz bir şeye beklenmedik bir şekilde tepkiler verebilir, kızabilir, normalde yapmadığı birçok davranışı sergileyebilir, ortalığı birbirine katabilir. Ya da hayatındaki bir olumsuzluğa çok üzülüp ağlayabilir. Hatta aldığı birtakım uyuşturucularla dünyayı birdenbire toz pembe görebilir; nedensiz yere mutluluktan uçabilir veya dehşetli bir şekilde sıkılabilir. Görüldüğü üzere bedene bağımlı bir ruh dahi olsa gözlemlenebilir herhangi bir etkisi yoktur. Etkisi olmayan bir şeyin olup olmaması neyi değiştirir ki? Gerçek şu ki; her şey beyinde olup bitmektedir. Günümüz bilimi hâlâ beynin sırlarını çözebilmiş değildir. Ölüm ve fizik ötesi birtakım parapsikolojik deneyimleri olan insanlar da vardır. Bu tip olaylar da beynin sırları keşfedildikçe anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Bundan yıllar yıllar önce Şeyh Bedrettin’in “Varidat”ında dediği gibi; bedenden bağımsız bir ruh yoktur ve beden ölünce ruh da onunla birlikte ölecektir. Öte dünya diye de bir yer yoktur. Ben tam bir materyalist sayılmam, ama elimden materyalizmin çürüttüğü ruh olgusuna katılmaktan başka bir şey gelmiyor. Dini öğretilere göre Tanrı insana kendi ruhundan üflemiştir. Bana pek mantıklı görünmüyor. Eğer öyleyse bir tek Tanrısal ruh olmalı ve her insanda bu ruhtan bir parça bulunmalı. Tabii ki her parça da birbirinin aynısı olmalı. Böyle bir durum insanların farklı farklı kişilik ve mizaçta olmalarını açıklayamıyor. Tanrının sonsuz çeşitlilikte ruha\ruhlara sahip olması Tanrı kavramıyla çelişki oluşturur. Çünkü Tanrı, Tanrı olandır. Onda çeşitlilik veya parçalılık söz konusu olamaz. Bununla birlikte zaten ben Tanrı’ya da inanmıyorum. Bizi yöneten Konseylerin varlığına inanıyorum. Aslında inanıyorum demek de doğru değil. Konseylerin varlığından son derece eminim. Genel olarak ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır deniyor. Hayır, bence ölüm olsa olsa vücut ve beyin fonksiyonlarının tamamen durmasından başka bir şey değildir. Kimi zaman duymuşsunuzdur: “Hastanın beyin ölümü gerçekleşti” derler. Otonom (yani başka bir deyişle otomatik Mavi Öyküler -
66
sistem) çalışmaktadır. Yani ruh bedenden henüz çıkmamıştır ama kişi parmağını bile kıpırdatamaz. Artık hayata dair en ufak bir eylemi gerçekleştirmesi hiçbir zaman mümkün değildir. O yaşayan bir ölüdür. Fişini çekersiniz ve tam bir ölü olur. Hiçbir gücü ve yetkinliği olmayan ruh ne yapmaktadır peki? Ne işe yarar bu ruh? diye sormaktan kendimizi alamayız. Sinir sistemi olmayan canlıları düşünelim (bakteriler, virüsler gibi) bu canlılarda acı diye bir şey olduğu gibi haz diye bir şey de olacaktır. Fakat ne var ki bilinç, duygu, akıl, düşünce gibi üst düzey kavramları aramak da saçma olacaktır. Ama gözle göremediğimiz bu canlılar o kadar çok iş yapmaktalar ki varlığımızı onlara borçlu olduğumuzu dahi rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün biliyoruz ki bu canlılar DNA’larına işlenen bilgiler doğrultusunda hareket etmektedirler. DNA’larının kopyalarını çıkartarak da çoğalmaktadırlar. Peki ama ilk olarak bu bilgiler kim tarafından, nasıl ve neden işlendi? Yoksa bu canlılar madde olarak başka bir (cansız) formdayken kendi kendilerine bu (canlı) forma mı geçiverdiler? Eğer öyleyse hangi nedenden dolayı bu forma geçtiler? Ya da fizik ötesi bir Tanrı böyle olmasını istedi de böyle mi oldu? Tanrının ruhu-hayat veren sonsuz gücü (HAYY) sayesinde cansız-inorganik âlemden önce basit yapılı canlılara (organik) sonra da kompleks canlılara doğru inanılmaz ve muhteşem bir ilerleme mi gerçekleşti? Hadi bu ilerleme sebepsizce, kendiliğinden ve durduk yere gerçekleşti diyelim bu ilerleme\değişim\evrim neden ve nasıl bir yerde martıyı ve pelikanı ortaya çıkarırken bir başka yerde kertenkeleyi ve kaplumbağayı çıkarttı? Her canlıya has olan DNA dizilişi nasıl ve kim tarafından, hangi amaçla değiştirildi? Asıl önemlisi nasıl oldu da bu değişimler, ortaya ucube bir yaratığı değil de gayet muntazam ve güzel bir yaratığın çıkmasına sebep oldu? Eğer söz konusu olan insansa durum daha bir içinden çıkılmaz hale geliyor. Öyle ya evrimle mütemadiyen değişen doğa hiçbir canlıya vermediği şuur ve akıl gibi yetenekleri neden insana veriyor? Evrenin ve doğanın kendisi yoktan hiçbir şey var etmediğine ve de asla var edemeyeceğine göre düşünce-akıl-zekâ-sevgi-nefret-arzu-özlem-mutluluk-mutsuzluk-yalnızlık-beraberlik-iyilik-kötülük-… vb insani olgulara sahipti ki bunları insana verebildi. (Ya da insana öyle bir meziyet verdi ki insanlık bütün bunları yaratabildi.) Böyle düşünecek olursak “bircilik” anlayışına ulaşmış oluruz. Doğa ve kainat Tanrı ile aynı şeydir. Zaten Tanrıdan başka bir şey yoktur. Bu durumda da kötülük sorunuyla karşı karşıya kalırız. Tanrı neden dünyada kötülüklerin olmasına izin veri67
- Mavi Öyküler
yor? Camus gibi düşünürler bu yoldan giderek Tanrı’nın inkârına ulaşmışlardır. Zira mutlak kemalde ve cemalde bir Tanrı olsaydı bunca kötülük olmazdı. Fakat ben bu düşüncede bir hata görüyorum. Zira bizim kötülük anlayışımızla Tanrının kötülük anlayışı farklı olabilir. Yani bizim gözümüzde kötü olan bir şey Tanrı tarafından iyi olarak görülebilir. Ben burada bilinemezcilerin yolunu tutarak Tanrı’nın insan gibi sınırlı bir canlı tarafından bilinemeyeceğini düşünüyorum. Hatta insan onun olup olmadığını dahi bilemez. Buradan Ruh’a geri dönecek olursak bazıları yukarıda sıraladığım kimi insani olguların Ruh’a has özellikler olduğunu öne sürebilir. Fakat dikkat edilecek olursa bunlar normal sağlıklı bir beyne sahip insanlarda bulunur. Beyni gelişmemiş bir bebekte, zihinsel özürlü birinde, akli dengesi son derece bozulmuş (şizofren, paranoyak… gibi) kişilerde bu özellikler ya hiç yoktur ya da değişime uğramış veya hastalıklıdır. Ayrıca bir başka hususta bu olguların yaşanışı algılanışı dahi kişiden kişiye göre değişir. Diyorum ki acaba ruh denilen mevhum sadece cansız (yaşamayan) varlıktan canlıya (yaşayana) geçmemizi sağlayan bir araç mıydı? Belki? Bize hayat vererek canlılar âlemine geçiriyor ve gerisini insana bırakıyor, karışmıyor, müdahale etmiyor. Bu ruhsuz insansa arasın dursun yıllarca ruhunu. Eğer bulabilirse, şayet bulduğunu düşünecek olursak neyi bulmuş olacaktır ki? Neyi olacak katışıksız ve tertemiz olan kendisini bulacaktır… Böylesi metafizik bir yaklaşım bana da güzel görünüyor açıkçası. Böylece “Kendini bilen Rabbini bilir” lafzından başka bir şeyi dikkate almayan gariban bir yolcu olur dünyada insan. Her insanı ve canlıyı kutsal ve değerli bilir onlara karşı tükenmez bir sevgi, saygı ve hoşgörü gösterir. İncinse de incitmez. Hacı Bektaş olur, Yunus olur, Nesimi olur derisi yüzülür; Mansur olup dara çıkarılır…Böyle düşünmekle birlikte her şeyin bu konseyler tarafından planlanıp hayata geçirildiğinden eminim. Yeniden konumuza dönecek olursak: Kimi yerlerde ruhu otomobili süren şoför olarak düşünmemiz istenebilir. Fakat şoförün yapacağı tüm hareketler (gaza basma, fren yapma, direksiyonu çevirme gibi) kullanılan otomobille doğrudan ilişkilidir ve karşılıklı etkileşim vardır. Şayet direksiyon bozuksa, motor arızalanmışsa veya benzin bitmişse şoförün yapabileceği hiçbir şey yoktur. Doğal olarak sanayiye veya benzinciye gider diyeceksiniz. İnsan olarak düşünecek olursak doktora gidecektir. Dikkatinizi çekiyorum sorun şoförde değil kullandığı otomobildedir. Bu benzetmeden yola çıkacak olursak, otomobilinden baMavi Öyküler -
68
ğımsız bir şoför şoför bile değildir. Onun şoför olması kullanacağı bir aracın var olmasını gerektirir. Ben bu şoförü “ruh” olarak değil de “beyin” olarak adlandırmaktan yanayım. Tamamen maddeden teşekkül etmiş bir varlığın madde ötesi bir varlıkla böyle bir bağlantı kurması bana göre olanaksız ve mantıksız görünüyor. (Evet otomobil inorganik maddeden şoför ise organik bir maddeden oluşmuştur; fakat ikisi de maddenin oluşturabileceği formlar dahilindedir. Madde bizim algılayamadığımız birtakım formlarda canlıların veya cansızların oluşmasını sağlamış mıdır? Bunu bilmiyoruz. Belki gelecekte bileceğiz.) Beden maddenin bir formu, beyin de maddenin çok üst seviyede başka bir formu ve bu ikisi arasında da çok güçlü, çok karmaşık ve çok hassas bir bağ\bağlantılar zinciri var. Bunun da içine ruh gibi soyut bir şeyi katmak kanımca saçma ve gereksiz. (Zaten Descartes gibi dualist [ikicil] filozoflar da bu sorunu bir türlü çözememişlerdir. Hem ayrıca bu soyut varlık beden dediğimiz somut varlığın neresindedir? Bu soyut varlığa herhangi bir mekân isnat edilebilir mi?) Şöyle bir düşünce bunu açıklayabilir: Platon’un sözünü ettiği idealar dünyası. Bu görüp yaşadığımız âlem sadece bir görüntüdür. Aynadaki bir yansıma ne kadar gerçekse bu âlem de ancak o kadar gerçektir. Asıl gerçek âlem saf enerjiden oluşan varlıkların, saf ruhların yaşadığı fizik ötesi âlemdir. İnsanın da amacı kendi somut varlığından (bedeninden ve bedeni arzularından) çıkıp görüntüler âleminden gerçeklik âlemine ulaşmaktır. İşte ancak o zaman kendi varoluşunu tamamlayacaktır. Tasavvufi deyişle kâmil insan olacaktır. Bilindiği üzere hemen hemen tüm (İslami olsun diğer dinlerin olsun) tarikatların öğretilerinde beden ve bedenin arzuları, dünya ve dünya işleri hor görülmüştür. Çile dedikleri ağır ibadetler, oruçlar, inzivaya çekilmeler gibi bedenlerini\nefislerini ıslah etmeye çalışmışlardır. (Yalnızca Bektaşilikte durum farklıdır. Beden hor görülmez çünkü o gerçeğe eren ruhun konağıdır. Oradan da başka bir konağa geçecektir.) Dervişler, erenler maddi bir yokluk içinde hayatlarını sürdürmüştür. Hiç saraylarda, konaklarda zenginlik içinde yaşayan bir derviş, bir evliya düşünebilir misiniz? Onlar yoklukta varlığı, sevgide hayatı, paylaşımda yüksek ahlakı bulmuş müstesna kişilerdir. Fakat bir bütün olarak doğuyu düşündüğümüzde; gerçektende günümüzde doğunun birçok insanı maddi bir yoksunluk içinde yaşamaktadır, fakat benim kanımca batının çok yüzlü ve sahte yaşamından daha gerçekçi ve daha erdemli bir hayattır bu. Burada tabii ki cehaleti, yokluğu ve yoksulluğu övüyor değilim. Keşke batı da bilimi ve tekno69
- Mavi Öyküler
lojiyi kendi çıkarlarına değil de topyekûn bir insanlığın çıkarına kullansaydı. Daha çok güç, daha çok para uğruna insanlığı ayaklar altına almasalardı. Doğunun insanını da biraz anlayıp sevselerdi. İşte o zaman madde ve ruh gerçekten birleşip tek vücut haline gelecekti. Görüldüğü üzere metafizikten materyalizme gidip gelen düşüncelerle ben hiçbirine yaranamayacağım galiba… Hani derler ya: Ne İsa’ya yarandı ne de Musa’ya; aynen öyle. Sanırım konseylerin de değer verip sevdiği insanlar bu tür insanlar olsa gerek. Ayrıca konseyler kendi varlıklarının bilinmesinden hiç rahatsız olmuyorlar. Yoksa benim bunları anlatmama kesinlikle müsaade etmezlerdi. Bu metni okuyunca kendimi bir garip hissettim. Dalgın dalgın sokaklarda gezdim saatlerce. Artık bu aşamadan sonra bana Konseyin görev verip vermeyeceğini eğer verecek olursa nasıl bir görev olacağını düşünerek ve hayaller kurarak yatağımda bir o yana bir bu yana dönüp durdum. Bakalım ne olacak? * Önemli Not 1: Sevgili okur, öykü denilen türde elbette olayların geçtiği bir zaman ve mekân vardır. Fakat burada yazılanlar ne bir olay örgüsü oluşturuyor ne de bir süreklilik. Zaman ve mekân kopuk kopuk. Baştan söyleyeyim öykünün kahramanı da normal biri değil. Rahatsızlık derecesinde fetişist. Kadın bacağı düşkünü. Hiçbir kadınla normal bir ilişki yaşayamamış biri. Böyle insanlar var mı, diye sorabilirsiniz belki. Olduğunu hayal edebilirsiniz gerçi, ama var. Ben kendimden biliyorum. Neyse işte kahramanımızın bu sapkınlığını mazur görürsünüz umarım. Bir de eklemem gerek ki öyküyü okurken veya okuduktan sonra “bu ne biçim öykü ya” demeyin. Olağan ve yaşanabilenden çok aykırılığa ve sıra dışı olana düşkünlüğüm ve hayranlığım sebebiyledir ki böyle şeyler yazıyorum.. (İlle de yazmam mı gerekiyor. Yoo hayır, gerekmiyor da. Ama işte her nasılsa kendimi masaya oturmuş yazarken buluyorum.) Pek tabii diyebilirsiniz ki “ben bu tür öykülerden falan hoşlanmıyorum”. Saygı duyarım efendim. Normal hayatı ve insanı merkezine alan Sait Faik’in, Sabahattin Ali’nin birbirinden güzel nice öyküleri var. (Bilhassa “Kürk Mantolu Madonna”.) Tomris Uyar’dan Vüs’at O. Bener’e nice yazarlarımız var… Efendim, bu yazarları okumaktan ben de büyük mutluluk duyuyorum. Ve okuma aşkına tutulanlara yukaMavi Öyküler -
70
rıdaki öykümü sunuyorum. Önemli Not 2: Bütün bu yazılanları kendi isteğinizle mi okuduğunuzu düşünüyorsunuz. Bence yanılıyorsunuz. Konsey sizi bunları okumakla görevlendirdi. Siz de okudunuz. Konsey bu metnin kimler tarafından okunacağını, okuyanların ne düşüneceğini biliyor.
p
“TUHAF BİR DÜŞTÜ, UÇMUŞTU ÇÜNKÜ” “Kurşun Harfler” | Aylin Parakos Kadına, gece yarısında, haftalardır ilk kez bir pazar gününde çalışmayacağı haberi verilmişti. Oysa geceler, mutlu haberlere alışkın değildi ki. O gecenin akşamında, bir protokol yemeğindeydi kadın; en azından görünürde öyleydi. Bitmek bilmeyen küçük hesapların (kendilerince ve hükümet hesaplarına göre pek büyük), sahte gülümsemelerin, zoraki el sıkışmaların, yan masadan uzatılan meraklı kulakların, yer yer küfüre varan öfkelenmelerin, inandırıcılığı şüphe uyandıran söz vermelerin, kadını hiç mi hiç ilgilendirmediği apaçık ortadaydı. Hem, bu adamlar valiliğin basın bültenlerinin yahut ajans haberlerinin metinlerindeki gibi konuşmuyorlardı. Demek ki, danışmanları olmayınca lügatleri pek bir kısır kalıyor veya kürkün altındaki canlıyı böylesi yerlerde gizlemiyorlardı. Bir ikisi dışında, birbirlerine bu kadar benzemeleri de şaşırtıcıydı. Fakat kadın, buharlaşıp gitmişti masadaki adamların arasından. Üstelik kozmik yolculuğunu fark ettirmemeyi de becermişti. O, başka bir yerdeydi. Bilinmeyen bir boşlukta; kokusu, izi, rengi olmayan bir yerde yollarının kesiştiği, ürkütücü bir benzerlikle beraber, zaman zaman sadece bir sanrı olduğunu hissettiği adamı düşünüyordu. Adamın kendi kendine verdiği sözü, telefonda son anda ağzından çıkan korku kelimesini… 71
- Mavi Öyküler
Korkuyordu adam. Korkuyordu kadın. Mandelshtam’ın dizesine denk düşecekti sanki: “Ancak bir benzerim öldürebilir beni”. Acaba insan kendi kendine kaç dakika katlanabilirdi? Birbirlerinden hiçbir şey beklememelerine karşın, belki sırf bu yüzden, birbirleriyle karşı karşıya gelme düşüncesi dönüşümlü olarak sürekli erteleniyordu. Sırf bu yüzden ertelenmeye de devam edecekti. Adam bunları anlatacaktı anlatmasına; hatta cesaretini bir iki kadeh içkiyle cilalamış, mesajlarının çoğuna yanıt vermediği kadını telefonla bile aramıştı. Tam da kadın artık onu zihninde yerleştirdiği tenha yerinden çıkarıp, kalabalığın arasına salmak üzereyken. Kadının birdenbire aldığı bu salıverme kararının nedeni ortadaydı. Adam, bilinmezliğinin verdiği bir güçle, her geçen gün, kendisine verilen alanda daha fazla dolaşıyordu. Dolaştıkça büyüyor, yerine sığmıyor, kadının zihnine daha fazla görüntü çağırıyordu. O yüzden, acilen yer değişikliğine karar verdi kadın. Adam kalabalıkta olursa, diğerlerinin arasında fark edilmesi güçleşirdi. Daha az tesadüf ederdi; şekillendirmez, ölçüp biçmezdi. Fakat, adamın telefondaki sesini duyunca hepsini unutuverdi. Önceki hafta, radyoda dinlediği Uzakdoğulu bir bilgenin, bir halk şarkısını mırıldandığı andaki ses tonunu anımsatıyordu bu ses: Yumuşak, duygulu, az biraz keyifli, az biraz telaşlı, az biraz yorgun ama bir o kadar da kararlı. Ve içeriğindeki her bir harfin, içinde yer ettiği bir ses… Nedense ilk telefon görüşmelerinde bunları hissetmemişti. O esnada, işyerinde yazım kontrolünü yaptığı bir metin geldi aklına: “Psikoloji normal düşkünüdür”. Kadın bu düşkünlüğe pek meyilli değildi herhalde. Ama muhtemelen adam da öyleydi. Eve dönüş yolunda, hafızası sık sık bir telefon numarasını yineleyip durdu. Oysa yanında yılların gazetecisi olan bir adam, büyük bir keyifle Babıâli günlerini anlatıyordu; hemen dibinde, göz mesafesinde. Yemek masasındaki uçuşunu, bu arabada gerçekleştirmesi doğru olmayabilirdi. Fakat birden, adamın ağzından “kurşun harfler” sözcüklerini duydu. Ne güzel bir tamlamaydı bu. Kurşun askerden sonra, kurşun harfler sözcükleri Mavi Öyküler -
72
ona, bir masaldan fırlamış gibi geldi. Tabii gazetecinin bahsettiği kurşun harfler, yıllar önce baskı için dizgi makinelerine yerleştirilen harflerdi. Gazeteci bunu öyle güzel anlatmıştı ki… Örneğin bir “a” harfi için kurşunun geçtiği yollardan söz etmişti. Gün boyunca dizilip sökülmekten perişan olan harflerin, gece olunca kocaman bir kazanda erimesini, sabahında sıcak metalin kalıba döküldüğü anı, pırıl pırıl yeni bir harfin bir gazetecinin gözünde, 40 Haramiler’in mağarasındaki gümüş sikkelerden farklı olmadığını, yine gazetecilerin dizgicinin başındaki didişmelerini keyifli keyifli anlatmıştı. Asıl gazetecilik o yıllardaydı adama göre. Holding patronlarının, gazete çalışanlarını bir ahtapot gibi kıskıvrak sarmadığı, sıkboğaz etmediği zamanları anlatırken, bir an başını arabanın camından uzaklara doğru çevirmişti. Kadın, bir kaç dakika süren bu sessizlikte adamın nereye baktığını çok merak etmişti; ama sorma cesaretini de bulamamıştı. Adam, çok sonra, yıllar sonra anlayabileceği bir yere bakmıştı belki de. Kadın, apartmanın kapısına geldiğinde, ayağında hiç alışık olmadığı topuklu ayakkabılarını çıkarmanın zamanı gelmişti. Yalınayak çıkmıştı merdivenleri. Alkollü değildi ama sarhoşluğa yakın bir hale bürünmüştü. Kımıldayan ama devinimsiz bir haldi bu. Tıpkı gazetede sabahladığı bir gecede, sandalyede uyuyakaldığında gördüğü düş gibi. Tuhaf bir düştü, uçmuştu çünkü. Uçmak istememekle beraber, defalarca havalanmıştı. (Zamansız bir uçuş, yoksa uçmanın vahim olduğu anlaşılmasın.) Yavaş yavaş havadan zemine inen bir beden; tekrar tekrar yükselen, boşluğa çarpıp yükselen, sağa sola yalpalayan, inmek isteyip bir türlü inemeyen. Acımayan, acıtan. Ya da tam tersi; acıyan, acıtmayan. İkincisi daha yakın, daha doğruydu aslında. Neyse ki uzun sürmemişti. Bir şarkı açıvermişti gözlerini: “Güneşin alevden saçları / Aşınca karşıki tepeden / Gölgeler sarar yamaçları / Ürkerim gelecek geceden…” Şarkı da zamansızdı; gün yüzünü sabaha sürmüştü bile. Kadının yol boyunca içine düşen telefon numarası, yatak odası73
- Mavi Öyküler
na geldiğinde zihninde tekrardan belirdi. Adamın numarasıydı bu. Rehberindeki bazı numaraları özellikle ezberinde tutardı kadın. Bunun nedenini adama da açıklamıştı. Teknolojiyi pek sevemediğinden, onun oyun bozanlıklarına hazır olma adına böyle bir yöntem geliştirmişti. Aramalıydı, aramak istemişti adamı. Geç bir zaman dilimiydi telefon görüşmesi için, ama onunla mutlaka konuşmalıydı. O saatte ne söyleyecekti ki? Yemek davetindeki sürrealist yolculuğundan mı bahsedecekti? Yarın için küçük bir plan yapabilirdi belki. Kurşun harfleri anlatırdı ya da. Ah ölü gelgitleri… Aniden ciddi bir coşkuya kapılıp, dünyaya koşar adımlarla çıkarak, “bu sefer başka olacak” edasıyla başladığı nice eylem hep başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Vazgeçmemişti yine de. Çantasına elini attığı anda, cep telefonunu en son işyerindeki masanın çekmecesine bıraktığı anı anımsadı. Neyse ki evinde bir de sabit telefon vardı. Pencerenin önünde ayakta durarak, hep sonunda bir denizin olduğunu düşlediği sokağa bakarak numarayı tuşladı. Ama açmadı adam telefonu. Arka arkaya üç kez denemesine karşın, ahizeden sadece çalan telefonun sesi duyuldu. Sözcükleri, beyaz kâğıtta alabora etmeyi pek bir seven kadının, hicaz peşrevi bu sefer içinde kalmıştı. Böylece, kurşun harflerin seslendirmesini başka bir zamana bıraktı kadın. Belki de “ertelenmekten tavsamış bir umudu” kendi haline bırakmak en iyisiydi.
p
“HİÇ GÖRMEDİĞİ BİRİYMİŞ GİBİ” “İlk ve Son” | Melik Çağrı Küçükyıldız Gri’ye… Hikâyecinin di-li geçti. Mavi Öyküler -
74
Senin hikâyeni yazmadan beni lütfen terk etme. Yoksa sonsuza kadar bizi yaşatabilir miyim? Arıyordu. Adımlarıyla yazıyordu. Başı öne eğik, elleri cebinde. Önüne ne çıkarsa çıksın yolundan çekilmeliydi. Önceliği vardı: hastaydı, suskundu. Bir tuvalin kanvasında değil de, çerçevesinde geziniyordu. Basket sahasının etrafını beyaz çizgisinden ayrılmadan kaç kez turlamıştı geleli? Biri bu soruyu sorsa kendine, “Çok kez!” yerine “Bilmem…” diye cevaplardı. Teneffüslerde okulun bahçesinde özgürlüğe balıklar gibi dalan çocuklar, tek derdi yürümek olan bu adamı pek de umursamıyordu. Çoğunun gözünde mahalleye yeni atanan bir deliyi rahatsız etmek büyük ayıptı zaten. Bu arayış ne zamana kadar sürmeliydi? Dört köşeli yolun bir sonu var mıydı? Bir an durdu. Vazgeçmedi aslında aramaktan; sadece durdu. Aklı fotoğrafa takıldı. İlkokul mezuniyet resmindeki halini hatırlıyordu. Taş binanın merdivenlerinde fotoğraf makinesine doğru gülümsüyordu. O gün “V-D” sınıfının öğrencileri mermer basamaklara dizilmişti. Öğretmen, hiç olmadık bir yere geçirmişti kendisini. İşte boy sırası kaderi olmaya devam ediyordu her zamanki gibi. O an keşke dudaklarını yer çekimine boyun eğdirip diyebilseydi: “Öğretmenim, bu fotoğrafa sadece Seçil’le yan yana olursam çıkarım!” Yıllardır çocukları büyüten emektar merdivenin en alttaki basamağına oturdu. Başını iki dizinin arasına sakladı. Titriyordu. Yağmurun yağdığını yere düştüğünde ayna gibi parlayan su damlalarını görünce anlayabildi. Mavi bez ayakkabılarını izlerken buldu kendini. Ne kadar da büyüktüler… Korkunç. Gerekmediği kadar iri. Çocukken ancak yarısı kadar küçüktüler halbuki… Ne önemliydi onun için? Daha derin mi yoksa daha fazla mı ayak izleri bırakmak ardında… Peki hangisini seçmişti bir denizci olup halatlarını ilk fora ettiğinde… Mavi yolda emekleyemeden yürümeyi öğretmişlerdi ona. Okulun ilk günü, kendini aşan dağ gibi ahşap ve gri sınıfın kapı75
- Mavi Öyküler
sını açabildiğinde ürperiyordu bedeni. Bu farklı bir yola sapmak için ilk teşebbüsüydü. Yaşam cevaben gülümsememişti; kükremişti. Aslında sonradan anlıyordu bunun kendisine zaman zaman oynanacak bir oyun olduğunu: Açacağı kapılar inleyecekti ve “Korkmuyorum, çünkü tüm kapılar yağlanmadığından öterler.” diyebilmeyi başaracaktı. Küçük, sarı kafasını bir civciv gibi sınıftan içeri soktuğunda gördüğü ilk şey bir çift gamzenin kendisini süzüşüydü… Orta sıranın arkalarında bir yerden; saçları özenle taranıp çilek tokayla bağlanmış, sade kahve kadar acı tenli bir kızın gamzeleri: ormandaki dört yapraklı yonca gibi. Dantelli yakası siyah önlüğüne orantılı, düzgünce ütülenmiş. Gecede hilal olmuş. … Yağmurun yüzünde gözyaşı gibi durmasına izin vermeden gri bulutlara baktı bir zaman, gülümseyerek. Başı dimdik. Gülüşü kahkahalara doğru büyüdü. Kendiyle gurur duyuyordu şimdi. Zoru derdi dışkılamak olan güvercinlere doğru hınzırca gözlerini kıstı. Hatırlıyordu: Fotoğrafçı diz üstü çökmüş, “Haydi çocuklar, artık kıpırdamayın! Çekiyoruuum…” derken, hemen önünde dikilen Okan’ı önlüğünden çekip yerine kendisi geçmişti. Okan neye uğradığına daha şaşıramadan “an” durdurulmuştu. Önce yüreğinin kafesine çarpan kanat sesleri ve sonra esen rüzgârdı kareye girmek isteyen ama geç kalan. “Tamamdır, işte oldu.” derken fotoğrafçı, her şeyin normale döndüğünü hissederek huzur buldu. Seçil’in durumu hiç garipsememiş ifadesine baktığında, yüzünde yıllarca solmayacak bir kızarıklık belirdi o günden hatıra. Gülümsediler birbirlerine sonra. … “Seçilcim köy somunuyla kuşburnu marmeladını buzdololabının alt gözüne yerleştirdim.” Emine Hanım’ın mutfaktaki uzun süreli yokluğunun izlerini dolabın içinde fark edebiliyordu. Üst kat dondurulmuş patates kızartması, pizzalar; orta kat hazır Adana kebap, İnegöl köfte. Alt katta ise pembe mumlar ve birkaç soğuk algınlığı hapı; suya karıştırılan “gazoz” vitaminler. Tabii bir de haftalardır yenmeMavi Öyküler -
76
yen soslu makarna. “Tamam annecim, sağol. Taa ordan buraya getirmişsin üşenmeden. Ankara’da yok mu sanki?” Seçil annesiyle birlikte çıktıkları alışverişten döner dönmez çantaları hevesle açıp; içinden çıkanları dolabına yerleştirmeye başlamıştı bile… Gri-pembe tonları hâkim bir kazak ve takım eşofman. Alışveriş, anne ve kızı arasındaki tuhaf ritüellerden biriydi aslında. Üniversitede okuyan biri olması bile Seçil’i annesinin gözünde bir genç kız yapmaya yetmiyordu. Onun büyüdüğünü görmek ve kıyafetlerini kendisine sormadan seçmesi annelik mertebesinin zarar gördüğü anlamına geliyordu. Aynı zamanda babalık… “Emine Hocam, anlatın bakalım okulda işler ne durumda, memnun musunuz hayatınızdan?” diye sordu Seçil, rolleri değişen tiyatrocular gibi. “Fena değil. Öğretmenler arasındaki eski sıkı fıkı ilişkiler kalmadı. Ama senin bir zamanlar ders gördüğün sınıflarda çocuklara bir şeyler anlatmak heyecan veriyor bana.” “Kadriye Öğretmenim nasıl? Hâlâ aynı okulda di mi anne?” “İyi iyi…” dedi Emine Hanım başını sallayarak, “Geçenlerde guatr ameliyatı oldu. Geçmiş olsunluk ara istersen.” Seçil bu durumlarda hep yaptığı gibi gözlerini annesinden öte çevirerek, “Öyle mi? İhmal ettim çok.” dedi mahzun. “Tabii ya kızım, onunla ne zaman öğretmenler odasında sohbete dalsak, illa seni soruyor. Ne de olsa kahrını çekti tam beş yıl.” “İlk fırsatta onu görmeye geleceğimi söyle.” Sesi coşkuluydu kızının bu sefer, “Galiba hâlâ emekli olmaya niyeti yok senin gibi…” Emine Hanım hışımla, “Şimdiki gençleri anlamak çok güç. Neden insanı bir an önce emekli edip çürüğe çıkarırsınız bilmem!” derken bir yandan yüzünü duvarda asılı aynada inceliyordu. “Anne kızma, sadece merak ettiğimden…” “Hem herkes senin gibi vefasız mı?” Emine Hanım saldırıda en güçlü silahını göstermişti: “Geçenlerde okulun bahçesinde sen 77
- Mavi Öyküler
yaşlarda bir delikanlıyla tanıştım. Denizciymiş…” Kızının odasından gelen dilini anlamadığı müziğe sinirlenmeden devam etmek istedi. “Çocuk mezun olduğu okulda nostalji yapmak için gelmiş. Hem de ne nostalji.” dedi iç geçirerek, “Saatlerce yağmurun altında yürüdü bahçede. Sonra bir ara ben aşağı indiğimde kendisinin fotoğrafını çekmemi istedi, tutuşturuverdi makineyi elime. Öyle komik ve ciddiydi ki…” “Hadi ya! Adama bak!” Hayalinde on türlü şekil belirdi çekmecesini alt üst eden Seçil’in, tırnak törpüsünü bulamıyordu. “Ne gibi?” “Çocuk öyle bir poz verdi ki bana, sanki yanında biri varmış da, bir elini onun omzuna atmış gibiydi. “ “Çok garip… Belki de denizde kafayı çizmiştir.” dedi Seçil ve aynı akordda ama bir oktav farkla bastılar kahkahayı. Seçil’in gözleri aynanın köşesine sıkıştırdığı ilkokul mezuniyet fotoğrafına hevesle kaydı; şimdiki haliyle o zamanki hali arasında aslında fark var mıydı acaba? Birazcık boyu uzamıştı o kadar… Resmi eline aldı. Hüzünlendi o günü bir kez daha yaşayamayacağı için. Siyah önlükleriyle öğrenciler, resmi siyah-beyazlaştırıyordu. “O yıllar demek ki insanların beyinleri renklere hâlâ alışamamış. “ dedi annesine dönüp. “Bu yüzden belki de siyahtı önlüklerimiz.” Bu kez kendine takıldı bakışları. Yine iki gamzesi onu yalnız bırakmamıştı, hemen hemen her resimde olduğu gibi. Çocukken ne kadar çok uğraşırdı yanağındaki bir türlü içlerini dolduramadığı bu iki çukurla. Resimde yanında gülümseyen çocuğu fark etti sanki daha önce hiç görmediği biriymiş gibi. Odadan gelen ecnebi müzik gittikçe zayıfladı. “Here without you baby…” Perde rüzgârı boş verip uçmayı bıraktı. Annesi naif bir mum ışığına dönüşüyordu. Kulaklarındaki büyük halka küpeler salınımlarını durdurdu. Pencerenin önünde gezinen güvercinler gözlerini içeri diktiler. İşaret parmağını yanındaki çocuğun altın sarısı saçlarında gezMavi Öyküler -
78
diriyordu Seçil. “Denizciymiş…” dedi mırıldanarak. Neden sonra annesinin şaşkın yüzüne dönüp, “Saç…” diyebildi bir tek. O sırada bir denizci Pasifik Okyanusu’nda geçirdiği on yedinci günün sabahında, üzeri palmiyelerle dolu bir adanın yakınlarından geçiyordu. Bu adanın adını merak etti ve haritaya baktı. Heceledi bu ismi. Kulağına pek hoş gelmedi. Hemen üstünü çizip, yerine “Seçil” yazdı kırmızı mürekkepli düzeltme kalemiyle.
p
“VE BİR KUKLA GİBİ…” “Kara Kafes” | Ruhşen Doğan Nar Kaç zamandır bu kafesteyim bilmiyorum. Belki de burada, beş adım genişliğindeki bu kara kafeste doğdum. Çünkü kendimi bildim bileli buradayım. Gözlerim kapalı bir halde bu küçük kafeste oturuyorum. Simsiyah bir dünyada yaşıyorum ve her şeyin kapkara olduğunu düşlüyorum. Bu kafesteki ilk günümden (belki bir ay belki de bir yıl önceydi) beri gözlerim kapalı, ince ellerimi gözlerimin üzerinde gezdirdiğimde bir şeylerin gözlerimi kapattığını fark ediyorum. Gözlerimi kapatan nesneyi çıkarmak istesem de başaramıyorum. Büyük ihtimal her gün kafesime gelip beni döven adamlar kapattılar gözlerimi. Ama neden? Bilmiyorum… Bundan dolayı benim için renkler sadece siyahtan ibaret. Siyah kafes, siyah kafes kapısı, siyah demir zemin, siyah işkenceci adamlar, siyah yumruklar, siyah tekmeler ve siyah bir dünya… Ama kör değilim ve bundan eminim. Bunu kanıtlayacak hiçbir şey yok elimde. Fakat içgüdülerim bana kör olmadığımı söylüyor. O adamların bir gün gözlerimi açacağını ve dünyaya yeni gelen bir çocuğun şaşkınlığıyla dünyayı izleyeceğimi umut ediyorum. Sadece umut ediyorum… Yeni doğmuş bir bebek gibi dünyayı yeniden öğreneceğim. Kırmızı, mavi, beyaz… Etrafımdakiler bana yeniden öğretecekler renkleri. Usanmadan, 79
- Mavi Öyküler
bıkmadan şöyle diyecekler ikide bir: “Bak mavi! Göğün ve denizin rengi... Neymiş, tekrarla bakıyım!” “Bak beyaz! Bulutların rengi. Neymiş, tekrarla bakıyım!” … Hâlâ aklımda sağ kalabilmiş bazı sözcükler var. Arada sırada aklımın karanlık köşelerinden gün yüzüne çıkıyorlar. Örneğin “kan kırmızısı”… Sadece bir sözcükten ibaret benim için. 12 harften oluşmuş bir sözcük… Çünkü kırmızının nasıl bir renk olduğunu unutalı çok oldu. Ha kırmızı ha siyah… Yine geliyorlar. Acaba yemek mi getirecekler? Gerçi en son ne zaman yemek yediğimi unuttum. Ama alışkanlık işte, insan bir şeyler çiğnemek istiyor. Bana ne verdiklerini bilmiyorum. Ne tat alabiliyorum ne de koku. Zaten bütün gün kan, iltihap ve sidik kokan (bir de bok) bir yerde yemek kokusu almak imkânsız. Her zamanki gibi koridorlarda yankılanan ayak sesleri… Bu seslere o kadar alışmışım ki sesleri duyar duymaz bir korkudur sarıyor bedenimi, kalbim hızlı hızlı atıyor göğsümden çıkmak istercesine. Cılız bedenim önceden kendini hazırlıyor dakikalarca sürecek işkencelere. Daha kabuk bağlamamış yaralarım daha bir fena sızlıyor ayak sesleri yaklaştıkça. Damarlarımda akan kan daha bir hızlı dolaşıyor bedenimi. Kafes kapısının kilidine anahtar giriyor ve tık sesi çıkıyor. Kapı gıcırdayarak yavaşça açılıyor. Hızlı hızlı nefes alış verişimin kestiği dayanılmaz sessizlik, gıcırtıyla parçalanıyor. Sonsuz sessizliğe alışmış kulaklarım ağrıyor. Dişlerim kamaşıyor… Yavaş adımlarla önüme geliyorlar. Her zamanki gibi sağ tarafımda şişman, sol tarafımda zayıf olanı duruyor. Ve şişman olan alıştığım üzere kafese girer girmez kocaman, kemikli elleriyle bana yumruklar atıyor. Kendimi savunmam boşuna. Ne kadar yüzümü saklamaya çalışsam da, uzun kirli saçlarımı çekiyor ve yüzümü ortaya çıkarıyor. Yüzümün ortasına ardı ardına yumruklar indiriyor. Daha kabuk bağlamaya bile zaman bulamamış yaralarım ilk önce sarı irin sonra kan boşaltıyor. Sımsıcak kanım yüzümden göğsüme doğru yavaş yavaş akıyor. Saçlarımı bıraktığında elinde bir tutam ince saç teli kalıyor. Her Mavi Öyküler -
80
zamanki gibi şişman adam işini bitirdiğinde yüzüme tükürüyor. Balgamlı tükürüğü alnıma yapışıyor. Elimle balgamı alıp kafesin zeminine sürüyorum. Şişman adamın bugünlük görevi bitti: Beni dövdü ve bana tükürdü. Asıl işkence biraz sonra başlıyor. Zayıf adam yanıma geliyor, yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Sigara ve alkol kokan nefesi yüzüme çarpıyor. Ve aniden çığlık atıyor. Saatlerce belki de günlerce nefesimin hırıltısı ve kalbimin çarpması dışında bir ses duymayan kulaklarım sızlıyor. Çığlık etrafımdaki ve beynimdeki sessizliği yırtıyor. Kulaklarımı kapatmak istiyorum, ama benden önce şişman adam kollarımı tutuyor. Çığlık beynimin karanlık mahzenlerinde yankılanıyor ve birkaç sağlam kalmış hatıramı da kendisiyle birlikte götürüyor. Çığlığın ardından bağırmaya başlıyor. Sesi kalın ve duygusuz, nefretten başka hiçbir şey yok o kalın sesinde. “Sen kimsin? Adın ne?” Cevap vermiyorum, veremiyorum. En son ne zaman “Bilmiyorum” dediğimi de hatırlamıyorum ve ne zaman konuşmayı bıraktığımı da. Ne de olsa konuşsam da konuşmasam da dövüyorlar beni. Cevap vermem durumumu değiştirmiyor. Zayıf adam kafama bir tekme atıyor ve sorularına devam ediyor: “Cevap ver bana hayvan! Sen kimsin? Adın ne?” Cevap alamayınca bir kez daha kafama tekme atıyor. Kafam kafesin zeminine çarpıyor ve yarılıyor. Yaralana yaralana saçların çıkmaz olduğu yerlerden kan sızıyor kafa derime. “Yine cevap vermiyorsun demek. Aklın sıra bize karşı direniyorsun. İyi bok ediyorsun hayvan oğlu hayvan. Direnmekle iyi bok ediyorsun…” Bir tekme daha… O kadar yorgun düşüyorum ki kafamı soğuk zeminden kaldıramıyorum. Açık yaralarım soğuk ve paslı demirin etkisiyle sızlıyor. Kafamı kaldıramadığımı gören şişman adam beni kaldırıyor ve bir kukla gibi beni dizlerimin üstüne dikiyor. Sallanıyorum, düşecek gibi oluyorum. “Şu haline bak! İnsanlıktan çıkmış bir haldesin. Her gün yediğin dayaktan ders alsan da buradan kurtulsan iyi olmaz mı? Tek yapman gereken o yazıları sana kim yazdırdığını söylemek. İşte o zaman bu sonu gelmez işkencelerden kurtulursun. İstemez 81
- Mavi Öyküler
misin? Son kez soruyorum: Neden o yazıları yazdın ve sana o yazıları kim yazdırdı? Daha doğrusu kimin emriyle, hangi örgüt için yazdın o yazıları?” Cevap yok. Bir tekme daha… “Senden adam olmayacak. Ölene kadar her gün benden dayak yiyeceksin boşu boşuna. Neden? Saçma sapan öyküler için… Hepsini okudum biliyor musun? Öykülerinin hepsini tek tek okudum. Bir bok anlamadım. Bu kadar yediğin dayağa değer mi o siktiri boktan öykülerin. Sana ne yararı oldu ki onların bu yediğin bir kamyon dolusu sopadan başka?” Neden bahsettiğini anlamıyordum. Benim öykülerim mi vardı? Ben bir yazar mıydım? Burada olmamın nedeni öyküler miydi? Öykü nasıl bir şeydi… Daha adımı bile hatırlamıyordum. Hafızam silinmişti sanki. Geçmişim hakkında hiçbir şey hatırlayamıyordum. Tek hatırladığım ve bildiğim şey burada, bu kara kafesin içinde olduğumdu. “Neden yazdın bu öyküleri? İnsanların aklını karıştırmak için değil mi? İnsanları devlete karşı isyan ettirmek için, devrim için değil mi? Öykülerinde bir de utanmadan Allah’la konuşuyorsun. Hâşâ! Sen kimsin ki Allah’la konuşuyorsun itoğlu it. Herkes senin gibi kafir mi olsun istiyorsun? Bir de her öykünün sonunda intihar var. Bizim temiz çocuklarımızı intihara mı özendiriyorsun şerefsiz?” Allah, intihar, öyküler… Hiçbir şey hatırlamıyorum. Her sorusunun sonunda bir tekme yiyordum ve şişman adam tarafından yerden kaldırılıyordum. “Neden yazıyorsun? Yaşasan be adam gibi, devletin, Allah’ın yolunda ilerlesene! Neden yeni hayatlar, yeni dünyalar yaratıyorsun yazılarınla? Yaratmak Allah’a özgüdür. Senin gibi kafirler yazılarında yeni dünyalar kurup çocuklarımızı kandırıyorlar, kanına giriyorlar. İzin verir miyiz size orospu çocukları? Hepinizi böyle hücrelerde öldürürüz gerekirse.” Son tekmesini de attıktan sonra şişman adamla kafesten dışarı çıktılar. Yavaş yavaş ayak sesleri uzaklaştı ve en sonunda yok oldu. Yine sessizlik, yine ölümcül sessizlik… Mavi Öyküler -
82
Öylece yattım düştüğüm yerde. Her yerim, özellikle başım çok ağrıyordu. Bedenimden akan kanla birlikte yaşam enerjim de azalıyordu. Yavaş yavaş, ağrılar içinde ölüyordum. Ölmekten korkmuyordum, ama bir daha dünyayı rengârenk görememekten dolayı üzülüyordum. Kanayan yaralarım paslı demirin soğuğuyla daha da fazla sızlıyordu. Sorular soruyordum kendime ölmeden önce: Ben kimim? Neden buradayım?... Cevap veremiyordum. Ve her saniye ölüme bir adım daha yaklaşıyordum. Bir dahaki işkenceye kadar yaşayamayacağımı biliyordum. Kör olmadığımı bildiğim gibi… Gözlerim kapanıyordu. Gözlerimin kapanmasını istemesem de kapanıyordu milim milim. Ve sonsuz karanlığa hapsolmaktan korkuyordum ve ağlıyordum. Belki de ilk kez ağlıyordum. Ya da son kez…
p
“ÇİFT DEMEK İKİ DEMEK DEĞİLDİR” “Neçare” | Halil Gökhan Neçare, şehrin elinde bu sabah uyanıyor. Uyandığı bütün sabahlar onunla birlikteydi bütün gece. Ona bu sabahı, bu bütün uyanılmış sabahların bileşkesi olan son sabahı armağan etmek için meme uçlarını birleştirerek uzun bir tünel kurdular. Neçare bunu uykusunda gördü. Tünelin saçlarını tarıyordu. Tünelde birbirlerinin üstüne ölmek için yürüyen, ak kubbeler giymiş insanlar var. Tünelde yeni bir cami inşaatı için sabun ve kurşun karılıyor. Az da nikel, demir para. Cami avlusu güvercin maviliği ortasına kurulacak. Camiden çok uzakta. Cemaat serinlikte toplanıp, uzun bir yürüyüşten sonra cehennem ateşinde namaz kılacak. Öteden beri Tanrı’nın avluları ve kubbesi çok yer değiştirdi. Avlu ve kubbe birbirinden ayrıldı. Avlu serinledi. Ama kubbe, yani gerçek ateş, uzaklaştı ve çapını en büyük imanda kurdu. İnanç, imandan ayrıldı aslında. Kimse nereye baş koyduğundan artık kuşku duymuyor. Serinlikte toplanıp eleniyorlar ve yalnızca dayanıksızlar, ateşi olamayanlar gidiyorlar ateşe. Bir ozanın 83
- Mavi Öyküler
dediğinin tam tersine, ateşi olanlar avluda, serinlikte kalıyorlar. Neçare’nin uyandığı tünelde, orada bulunmaması gereken taşlar da vardı. Neçare taşları sayıyor: Bir. Bir İskenderiye falcısı söylemiş. “En soylu sayı ikidir.” On gece önce, “İki, iki kişi demek değildir” denmesine gülmüştü Neçare. “İki çift değildir.” Buna da güldü. Üç. İskenderiye falcısı hiçbir zaman Neçare’nin kulağına bu sayıyı fısıldamadı. Çünkü soyluluk orada bitti. Dört. Soysuzluk başlıyor. Günün her saatinde şehri yıkamak zorunda olmalılar. Bu şehir iki şeyin üzerine kurulmuştur: Başka bir şehir ve bir köyün üzerine. Köyü artık hiç kimse bilmiyor. Garip... Köylü de bilmek istemiyor. Köy, şehir adına kopuşunu bitirmek istiyor. Bu yüzden şehre gitti ve yeniden yaptı şehrin burçlarını. Yeni ve daha basık kuleler kurdu. Şehrin kendinden nefret etmesini istediğinden, şehirde şehir olmak istemedi. Bu yüzden, bir nefreti yıkamak gereği yüzünden, günün her saati bu şehri yıkamalılar. Yeni gettoların parçalarından bu nefret akacakken, bu nefreti, yeni caddelerin katranı, zifti yapmak istemelerini anlıyor Neçare. On iki yıl önce bir cezaevi arabasında unutmuştu ailesini. Bir hacda dedesini. Neçare, bir köprüde uyanmak için tünelde uykuya dalıyor yeniden. Doğudan gelen ve batıya geçen tek yönlü bir köprü karabasanı onun en gözde düşü. Yine kurşun ve sabun karıyorlar. Yeni bir köprü asfaltı için. Köprüyü yeniden, bu kez çift yönlü kuracaklar. Batı-Doğu, Doğu-Batı. Çift demek iki demek değildir. Her iki soylu değildir. Neçare bu köprüde uyandığında, her iki yolun maddesinin aynı olmadığını, kurşun ve sabunun asla karışmadığını görüyor. Ayakları, beli, sırtı kurumamış bir sabun harcının yolu içinde. Dirseği yerde, eli şakağında. Yana doğru uzanmış bir uyanış. O Mavi Öyküler -
84
hep böyle uyanır. Onu hep böyle bulurlar. Kurşun yola bakıyor. Sert, kaygan, parlak ve yürünmez. Kurşun yolda uyanmak için yağmuru bekliyor Neçare. Düşünde sabun köpükleri içinde koşmak istiyor. Kurşun yolda uyanmak ve hep bir yere gitmek. Bu yer uyku. En sonunda, itişme ve kakışmanın günün ilk ışıklarını unutturduğu bir durakta uyanmış buluyor kendini Neçare. Duraktan az beride evi var. Eski bir kahvenin üstünde. Evin kapısını hiçbir zaman soluk soluğa terk etmedi. Hiçbir zaman sokağa çıkma heyecanı duymadı. Kalabalığa karışma zevkinin ne olduğunu hiç bilmiyor. Kalabalığa değil de aynı tadı mekanik bir biçimde taşıyan çuval içindeki on binlerce şeker zerresine karışır gibi geliyor ona. Bu şeker bile günü tatlandırmaya yetmiyor. Her adımda sanki bir ay çöreğini eziyor; ayağının altına fırlatılan kız çocuklarını, lekesiz mendilleri, sararmış çarşafları görmeden ay çöreği eziyor. Bir çörekten öbürüne, buruk bir kahvaltı sonrası esenliği içinde kapıyı buluyor. Bir otobüsün kapısı bu. Ayaktakiler hiçbir zaman sona yaklaşmak istemediler. Nereye gittiğini bilmediği bir dünyanın hangi durağıyla işi olabilirdi? Hangi duraktan sonra inme yerine yaklaşır ve basamaklara son bir kaç adım için tutunma demirine yapışırdı? Ayaktakiler yerlerini hiç kimseye vermek istemezler. Sıra oturanlardadır. Oturanlar dünyanın içini yadsırlar. Çünkü dünya değil mi ki nereye gittiğini bilmez; böyle içi boş bir dünyanın içinde göz göze gelecek kim olabilir ki? Ayakta kalan yaşlılar. Çocuklu kadınlar. Sakatlar. Başörtülü, çarşaflı kadınlar, hastalar ve yorgunlar. Yerkapıcılar. Yolu en uzun olanlar. Herkes bilir. Bu otobüsle dünya da bir yere gider aslında, ancak herkesin yolu uzundur. Tartışmasız herkesin yolu ötekinden uzundur, kendine göre. Kimse yerini vermek istemez. Ayaktakilere bu yüzden kimse bakmaz. Ayaktakiler de kaçan bakışların hedefi olmak istemezler. Yol uzundur. Ağaçları vardır. İlginç yapılar, uykulu insanlar vardır. Onları izlerler. Oturanlarsa hep ikinci katları, ağaçların tepelerini. Kırk yıldır çöküyor bu ülke. Herkes çöktükçe bakıyor. Baktıkça 85
- Mavi Öyküler
çöküyor. Hep bu yaşlılar. Ah, bu yaşlılar. Utanmazlar. Kırk yıldır süren çöküşün en büyük sorumlusu da bunlar işte. Bunlara niye yer vereceksin? Bir de oturanlar içinde hep gençlerdedir gözleri. Bir sorumluluk ararlar. Kendilerinde bulunmayan sorumlulukları. Kendilerinin olmayan. Duymadıkları sorumluluklar. Bu adamlara hiç yer vermeyeceksin. Hem bunlar otobüsle doğmadılar bile. Yürümeye, ayakta kalmaya alışkındırlar. Genç bir kız yana doğru kaçıyor. Tutunduğu yeri bırakmak istemiyor aslında. Yaşlı adam onun üstüne yapışmış bir durumda. Neredeyse aynı yerden tutuyorlar. Sanki yaşlı adamın arkasında çok kişi varmış, arada kalıp sıkışmış gibi. Ancak adamın arkası bomboş. Kız ikide bir adamın yüzüne bakmayı deniyor. Bir türlü bakışlarını yakalayamıyor adamın. Kötü niyetinden kuşku duymanın utanıldığı bir yaşlı adam bu. Giysisi kırık dökük. Belki bir dul. Hayır, niyeti kötü olamaz. Tutacak başka bir yer olmayabilir. Ama ya sapıksa? Olur böyleleri. Yok bu adam sapık bile olamaz. Rum Ortodoks kilisesi önündeki durakta iki kişi iniyor. Başları olduğunca yerde. Otobüsün arkasında ayakta duran ve gülüşen genç çocuklar arasından biri, “Şuraya iki molotof kokteyli atsak ne olur ortalık,” diyor. Ortalık ne olur? Yanar önce. Öleceği olan varsa ölür. Yaralılar kurtarılır. Sargılar. Yanıklar. Ağrılar. Ziyaretler. Ama hiçbir şey yanmayı izlemek kadar geçmiş olamaz. Ayaktakiler sona yaklaştılar artık. Neçare sonun başlangıcını tuttu ve gelen ilk durakta otobüsten indi. Evden çıkarken yanına aldığı siyah torbayı, inerken bir koltuğun altına itiverdi. Bırakılınca ağzı açılan torbadan yayılan mide bulandırıcı kokuyu duymalarını izledi Neçare, otobüste kalan yolcuların. Kimse duymuyor. Ağaçların tepeleri, ikinci katlar, camdaki yüzler var, ancak torbadaki üç gün önce ölmüş güvercin kafalarının yaydığı çürük kokusu kimseyi rahatsız etmiyor. Otobüsün arkasından bakakalıyor Neçare. Kimi yerlerinde çürüyen etleri bir kez daha sızlıyor. Sabunla yıkadıkça çıkmayan çürük rengi en sonunda çürükleri kurşunla sıvamaya götürüyor Neçare’yi. Bir kurşun dökmeci kadın, çürüklerin artmaması için yüreğinin de kurşunlanması, sıvanması gerektiğini söylemişti. Bir semti ikiye ayıran, pek de geniş olmayan bir kanala atılmış Mavi Öyküler -
86
insanlar arasında Neçare. Yürüyen bir sandık içinde. Neçare yürüyemiyor. Sandık, peşinden bir sandığı sürükleyerek, hafif yokuş boyunca tırmanıyor. Tramvay bu. Sabah evden iki kişi çıkmışlardı. Şehir dışına gidecek olan öteki, “Seni bir kasabadan ararım,” demişti Neçare’ye. Kasabalarda daha yalnızım ve oradan aramak o denli heyecan verici ki. Neçare her gün bir başka kasabada konaklayan çelik tencere pazarlamacısı arkadaşını uğurlarken aklından dev bir tencere geçirmişti. Elindeki kibritle ısıtmaya çalışıyordu tencereyi. Yağ, su (deniz suyu), heykel, cadde, köprü, kule, cami, kapı ne bulursa atmıştı tencerenin içine. Bütün bunlardan güzel, ağzına layık bir yemek çıkaracaktı. Ne var ki tencere bir türlü ısınmak bilmiyordu. Elinde kalan son kibriti çakmak üzereyken başka ateşler düşündü. Hastaların ateşi, örneğin. Yirmi beşine kadar eli kız eline değmemiş ve genelevlere de utancından gidememişlerin ateşini. Karşı balkonlarda perdenin altında, göbeğinin altını okşayan genç kızların ateşini; bilinmeyen ateşleri... Yakılmamışları. Gerekli ateş bulamayan Neçare, tramvaydan ikinci katları izliyor. Bu kez oturmuş. Ayakta kalanlar pek fazla değil. İşe yetişmek için acele etmiyor. Gerçekte işyerinde fazla işi olduğu söylenemez. Tramvay son durağa yaklaşırken arka kapıdan biletsiz bir genç adam bindi. Vatman yardımcısı onu görmedi. Şimdi gördü ve tartışıyorlar. Her ikisi de kendi yasalarının iktidarını kurmaya çabalıyor. Sonunda yumruğun iktidarına sıra geliyor ve vatman yardımcısının yüzünde patlayan kafa darbesi, iktidarı kaba güce teslim ediyor. Hiç kimse araya girmek islemiyor, ama oturan her kimse birilerine ayırmaları için bağırmak istiyor. Bağırdıkları kimsede kendilerini görüp susuyorlar. Bu arada genç adam yumruklarıyla hakkını savunuyor. Vatman yardımcısının burnundan, ağzından gelen kan, genç adamın açık renkli gömleğini kirletiyor. Bir daha vuruyor yaşlı adama. Sandık durduğunda polisler geliyor. Genç adam haklı, bağırıyor: “Bana küfretti, anama küfretti!” Neçare ancak bir hafta sonra yaşlı vatman yardımcısını görebilecek. Bu kez daha küskün adam, koyu kahverengi gözlüklerinin 87
- Mavi Öyküler
altından korkulu gözlerle bakıyor. Ancak gövdesi saldırgan. Bu kavga, tartaklamalı bir ayrılığı hatırlattı Neçare’ye. Kısa bir süre öncesine kadar evliydi. Kadın ona şöyle demişti: “Ben sana hainlik etmiyorum. Asıl beni bırakmakla hainlik eden sensin.” O kadın adet günlerinde kutsal kitaba elini süremezdi. Yaklaşamazdı bile. Neçare, onun odanın ortasında kalıvermesini görüyor. Bir süre tartışılıyor. Yazıyor mu yazmıyor mu? Kadın sinirlenince ayağa kalkıyor ve dolaba doğru yöneliyor. Sonra birden duruyor ve kaşlarını çatarak bakıyor ona. Orada ne yazıyor. Bir daha hiç bakmadılar. Kadın buna yeltenmedi bile. Kadına kalsa Neçare’yi vuracaklardı. Öldürürlerdi bile. Herkes boyun eğecek. Aynı kitaplarda yazdığı gibi. Hiç kimsenin bilmemesi, düşünmemesi gereken kör bir töz geliyor. İnsan çığırından çıktı. Göğün tözüyle insanı sularda boğmak gerek. Sinsi iktidar yaklaşıyor. Kimse kılını kıpırdatamayacak. Herkes boyun eğecek. Aynı kitaplarda yazıldığı gibi. Hiç kimsenin bilmemesi, düşünmemesi gereken kör bir töz. Denizde. İnsan çığırından çıktı. Onu sularda yeniden boğmak gerek. Deniz hiçbir zaman taşmadı aslında. Neçare, arada bir tufan beklediğini sanıyor. Köprülere kadar ne varsa alıp götürecek bir tufan. Onun ardından bir kuraklık. Çölün tufanı. Her zaman birkaç saniye geriden gelen çölün. Sonra bir başka tufan. Sabun köpürecek ve insanların boynundan aşağı akacak kurşun. Yürekler kabaracak ve herkes kendi ateşini alacak eline. Ateşi olmayanlar yakıcı bir vadiye götürülecek. Soykırım. Ateşin kırımı. Töz adına. Cehennem, kabuğunu kalıt olarak bırakacak insanın derisine. Tufandan en son insan uyanacak. Suyun kıyılarına çekildiğini tarihin başlangıcı sayacak. Yeni bir peygamber, yeni bir kitap. Yeni okullar, yeni saraylar, yeni savaşlar. Yeni boyunlar. Bir kez daha sularda boğmak gerekecek insanı. *Düşler Öyküler; Sayı 4, Mayıs 1997
p Mavi Öyküler -
88
“YİTEN BİR RUH İÇİN KOPARILAN YAKARIŞLAR” “Bugün Öldü” | James Hakan Dedeoğlu Bizim evin yan sokağında oturan ve adını bugüne dek öğrenemediğim genç kız iki gün önce öldü. Cesedini sabah ışığıyla birlikte sokağın girişindeki çınar ağacının dibinde buldular. Ölmek için güzel bir yer diye düşündüm. Bunu, kızın görülmemiş güzellikteki beyaz yüzünün ya da hayal dahi etmeye cüret edemediğim körpe bedeninin hiçbir tahribata uğramadığını duyduktan sonra düşünebildim elbette. Kızın bedeninde hiçbir darp ya da yara izine rastlanmamış… Uzun bir süre önce, sabahları erken kalkmam için bir sebepti o benim için… Adını hiç öğrenememiş olsam da. Hayaletlerin benden uykumu çaldıkları bir gecenin uykusuz sabahında, cam kenarında oturup şiş gözlerle sokağı gözetlerken görmüştüm onu ilk kez. İnce bacaklarını saran pileli eteğiyle okulun yolunu tutmuş hızla yürüyordu. Kötü bir geceye verilecek güzel bir cevaptı. Gözden kayboluşunu penceremizin açısının yettiği kadar izledim. Ve sonraki sabahlar da… ve sonraki aylar da. Birkaç kez daha yakından görebilmek için kapının önüne indiğim de oldu, ama hiçbir şey söylemedim; gözlerimi ona dikip süzemedim de. Herhangi bir daveti kabul edecek gibi değildi, hele benim henüz uyanmamış cılız kelimelerimi hiç değil. Birkaç mevsim sonra uyku, sabahları erken kalkmaktan daha önemli olmaya başlayınca onu dikizlemeyi bıraktım, belki o da bizim sokaktan geçmeyi bırakmıştı. Ondan sonra birkaç kere şehrin rasgele noktalarında gördüm onu, artık pileli etek giymiyordu. Ama narin bacaklarını gösteren eteklerden vazgeçmemişti. İki sabah önce, sokakta patlayan sesler üzerine dışarı fırladım. Annem benden önce çıkmış olacak ki sokak kapısı ardına kadar açıktı. Ayağımda terliklerim üstümde pijamamla, koşturan insanların aksine aylak adımlarla odak noktasına doğru yürüdüm. Kötü bir şeylerin cereyan ettiği kesindi; henüz tam olarak uyan89
- Mavi Öyküler
mamış olsam da uzaklardan gelen feryatları bulanık da olsa duyabiliyordum. Yiten bir ruh için koparılan yakarışlar. Yiten ruhu görebilmek için, çember oluşturmuş insanların arasından kafamı uzatmam yeterliydi… Güzelliğinden hiçbir şey yitirmemişti. Ayaları, onu günün ilk ışıklarından koruyan çınar ağacına doğru açılmıştı. Üzerinde pileli, lise yıllarınkinden daha kısa bir etek vardı. Gözleri büyülü bir huzurla kapanmış, dudaklarıysa heyecanla yaklaşmakta olan bir öpücüğü bekler gibi kabarmıştı. Kumral saçları, bir şeyler imgelemek istercesine kaldırıma saçılmıştı; sol gözünü çaprazlamasına örten bir tutam dışında. Teni yıllar öncesinden kalma, pürüzsüz ve günahsız, bembeyaz… belki de fazla beyazdı. Ölmüştü. Onun aksine bilinçsiz yaşamaya devam eden ama en az onun kadar güzel çınar ağacının altına bırakmıştı kendini. Çevremde dalgalanan kalabalığa aldırmamaya çalışarak kafamı kaldırdım. Çınar ağacı, binlerce dala ayrılarak hemen tepemizde bir yaşam pınarı gibi patlayarak bu ölü ve körpe bedeninin işlediği suçu gölgelemeye çalışıyor gibiydi. Hafif bir rüzgâr yaprakları hışırdattığında kızın ruhunun da hiçbir arabanın gidemeyeceği bir yere doğru yola koyulduğunu hissettim. Cesedi götürecek ambulansın gelmesi uzun sürmedi. Polisler ve mahalleli sinir krizi geçiren anne ve babayı sakinleştirmeye çalışırken genç doktorlar kızı sedyeye bindirmek üzere paketlediler. Eğer biraz cesaretim olsaydı, onlardan kızı orada bırakmalarını isteyebilir, bu çarpıcı kompozisyonu bozmamaları için ısrarcı olabilirdim. Ama onu götürdüler. Sedyeye konurken vücudu, kemiklerden arınmış gibi eğrilip büküldü. Genç yaşta emekliye ayrılan bu beden için üzülmem gerekirdi, ama havada dingince süzülen huzuru göz ardı edemiyordum. Her şey berraktı, bu ölümün ardında ve önünde karanlık bir perde göremiyordum… Her şey istenmiş ve önceden işlenmişti sanki. Birkaç yıl önce onunla aynı dolmuşa binmiştik. Aynı öldüğü günkü gibi, gökyüzü sonbaharın ilk güneşine dünyaya giriş izni vermişti. Günün birinde aynı yolları kendi arabamla gideceğiMavi Öyküler -
90
min hayalini kurmaktaydım. Neden sonra onun hemen yanımda oturduğunu fark ettim. Daha önce isim alışverişinde bulunmadığımız için iyi günler dileklerimi sunamadım; ama engel olamadığım bakışlarımın sonunda gözlerini yakaladığım anda, ezik bir “merhaba” sıkıştırabildim araya. Yanıt vermedi; söylediğimin farkına varıp varmadığından bile emin değilim; ama onun kulak zarına ulaşan tek kelimem bu olmuştu. Utangaç ama taze ve titrek bir merhaba… Kızın ölümünden sonraki birkaç gün eve dönüş yolumu bir sokaklık uzatarak, çınar ağacının önünden geçtim. Kaç yaşama bedel olduğunu kestiremediğim ağaca kızın ölümündeki rolünü sorgulayarak baktım. Alkolün başrolde olduğu bir gece ise, yine o sokaktan geçerken kendimi ağacın altına bıraktım; aynı o kız gibi sırt üstü yatarak ayalarımı ağaca doğru açarak dalları izledim. Kızın son nefesinde neler hissettiğini anlamaya çalıştım o akşam. Ama içime huzurdan başka bir şey dolmadı ve evime döndüm. Neden bu kadar dingin ve tekin bir yerde bırakmıştı ki bedenini? Sonuçta öldürülmüş olduğuna dair hiçbir kanıt da yoktu. Uzun bir zaman önce bir arkadaşımla giriştiğim konuşmayı hatırlıyorum. O da tanık olmuştu bize. Barın dışındaki ufak masalarda oturmayı tercih ettiğimiz yağmurlu bir akşamdı. Etraftaki onlarca tentenin üzerinden yere akan minik şelalelere ve altlarında içkilerine sığınmış biz insanlara bakarken neden istediğimiz zaman ölemediğimizi sordum arkadaşıma. Neden intihar etmek, bedenimizin bir tarafını havaya uçurmak ya da parçalamak ya da tabiatını bozmak zorundayız?.. İnatçıydım, soru bir anda aklıma takılmıştı ve sessiz, sakin, acısız ve tercihli bir ölümün olmamasından yakınıyordum. İnsanlar, sıkıldıkları zaman sadece dileyerek ölebilmeliydi… Arkadaşım benle aynı fikirde değildi… Ben de kendimle aynı fikirde olmayabilirdim eğer onu dinleseydim. Ama o konuştukça ben daha az dinlemeye başladım. Çünkü o karşı tentenin altında oturuyordu. Saçları ıslaktı; ufak bir masaya sığınmış yüzünü göremediğim arkadaşıyla konuşuyordu. Birkaç kez göz göze gelmiş olsak da onu fark eden bendim. Ve o gece daha uzun yıllar yaşamayı diledim. 91
- Mavi Öyküler
Kızın ölümünden bir hafta sonra ölüm nedeninin anlaşılamadığı haberi yayıldı mahalleye. Doktorlar ne bir kalp krizi, ne bir beyin kanaması ne de bir uyuşturucu izine rastlamıştı. Gerçi mahalle erbabı kızın uyuşturucudan öldüğüne kanaat getirmişti ve fikirleri değişecek gibi de değildi. Takip eden günlerde hiçbir şey değişmedi. Kızın sıfatı dışında… “Ağacın altında ölü bulunan genç kız” tamlaması “uyuşturucudan kaldırım köşesinde ölen zavallı kıza” terfi edebildi sadece. Gazeteler de bu gizemli ölüme ufak da olsa yer verecek kadar cömert çıktılar; iki üç günde bir soruşturma hakkında birkaç sütuna sıkışmış minik haberler çıktı. Annem bu haberleri mavi tükenmez kalemiyle çember içine alıp kahvaltı masasında suratıma sallıyordu. Ama ben çınar ağacının ve kızın muhteşem işbirliğini kafamdan atamıyordum. Yatağıma her uzanışımda vücuduma kızın o yatan bedeninin şeklini verip, uyuyakalana kadar kımıldamadan kalıyordum ve odamın tavanı bin bir dala dönüşüyordu. Rüyamda birçok kez kendimi onun yanına, kaldırıma uzanmış gördüm. Elini tutup neden burada yattığını sordum her defasında. Ama cevabı hep geç ve aynıydı: “Burası ne kadar güzel değil mi?” Orası gerçekten güzeldi ve o, orada ölmüştü. Yaşamaya değer pek bir şey bulamamıştı dünyamızda ve insanlara her gün yarı yarıya ölü muamelesi yapılmasına dayanamamıştı. Ve muhtemelen sadece isteyerek ve dileyerek hayatını acısız sona erdirmenin bir yolunu bulmuş olmalıydı. Bunu, kızın ölümünden üç hafta sonra bakkalda rastladığım kızın babasına anlatmaya çalıştım. Ona kızının kimseye verilmemiş bir tercihi kullandığını ve aramızdan ayrılmak için kendisine biçilen sınırlar içinde en güzel yeri seçtiğini söyledim. Bunu tüm içtenliğim ve ölümüne duyduğum hayranlıkla anlattım. Beni dinlediğini ya da anladığını sanmıyorum. Boğazıma sarılarak beni öldürmekle tehdit etti. Kendimi sımsıkı ellerinden kurtardım ve evime dönerek bedenimi yatağa bıraktım. Ayalarımı tepemde belirmeye başlayan binlerce dala açarak uykunun (huzurun) üstüme çökmesini bekledim. Mavi Öyküler -
92
p
“BEN VİRÜS DEĞİLİM, SENİN SEVGİLİNİM!..” “Grip” | Feridun Demir Grip salgınının ortaya çıkmasının üstünden henüz sadece bir hafta geçmişti… Ülkede 10 milyondan fazla insan ölmüştü. Bunlar hastanelere kabul edilen insanlardı. Milyonlarca hasta ise, hastalığın artık geri dönüşü olmayan son aşamasına geldiği için hastaneler tarafından tedaviye alınmıyordu bile… Tüm halka maskeler dağıtılmıştı. Okullar tatil edilmişti. Tiyatro ve sinema, spor müsabakaları yasaklanmıştı. İnsanlar toplu taşıma araçlarına binmiyorlardı. Yaşlı insanlar ve çocuklar evlerinden çıkmadıkları için, hastalık çoğunlukla gençlerde görülüyordu. Virüse ait aşı çalışmalarının sonuçlanmasını bekliyordu herkes umutla… Televizyondan savaş yayınları gibi; beyaz önlüklü adamların uzay üslerini andıran laboratuarlarda gerçekleştirdikleri virüs izolasyonu, virüs tiplendirmesi, serolojik testler gibi anlamadığımız konularda yaptıkları prosedürleri izliyorduk. Çekmeceyi çektim. Birden yerinden çıktı. Her şey olduğu gibi odanın zeminine dağıldı. Aradığım ilaç kutusunu yerdeki ıvır zıvır içinde bulup, diğer her şeyi toplamadan, öylece bırakıp çıktım odadan. İçeri girdiğimde penceredeydi. Tül perdeler kirden iyice kararmış, içerlemişler gibiydiler bana. Pencereden dışarı sarkıtmıştı kafasını, bağırıyordu: “Hey sen! Küçük, buraya bak, sana diyorum!..” “İçeri gir, çabuk!” Perdeleri açmayı seven kaç insan vardır… Onlardandı. Görmek istedi. Hastalık ortaya çıktığı günden beri evden çıkmamıştık. İhtiyaçlarımızı depoladıktan sonra kapımızı kilitlemiş kendimizi eve hapsetmiştik. Ve o günden beri ilk kez penceremiz açılıyordu. Paniğe kapıldım. Onu geriye çektim: “Sen ne yaptığını sanıyorsun böyle!” diye bağırarak kapattım hemen pencereyi. Ağlamaya başladı; bıkmış, sıkılmıştı artık. 93
- Mavi Öyküler
Ona grip ilacını verdim. Doktorlar bu ilacın değişikliğe uğramış virüse karşı koruyucu amaçla kullanılabileceğini söylüyorlardı televizyonda; bazı bilim adamları buna karşı çıkıyordu gerçi. Mutasyona uğramış virüsün bu ilaçla durdurulamayacağını ısrarla söylüyorlar; var olan aşı çalışmalarının daha da hızlandırılması gerektiğini, tek kurtuluşun bu olduğunu ısrarla belirtiyorlardı. İlacı içmesi için ona yalvarıyordum. Bunu kabul etti, ilacı yuttu. Birden ağlamaya başladı, hemen sonra. Bıkmış, sıkılmıştı artık. Onu sakinleştirmeye çalıştım… Buna izin vermiyordu!.. Gezmek, dolaşmak istiyordu eskisi gibi!.. Onu durdurabilirdim. Kendimi affetmiyorum. Kilidi açıp dışarı çıkmasına engel olamadım!.. Güneşten ve ‘temiz hava’dan başı döndü ilk anda, ama çabuk alıştı. Bu özgürlüktü onun için; dipsiz bir kuyuya düşüyordu bana sorarsanız!.. O neşeli, ben ise endişeliydim… Pencerede, camın arkasından ona baktım, bana el salladı!.. Birazdan, sokağın köşesinde gözden kaybolacaktı!.. Koltuğa çöktüm!.. Kanım çekilmişti sanki!.. Zaman geçmiyor, kalbim sıkışıyor, nefesim kesiliyordu!.. Onu düşünüyordum!.. Televizyonu açtım bir süre sonra… “Son dakika haberi!..” yazıyordu, televizyonun üst köşesinde… Aşıyı geliştirdiler mi yoksa sonunda, diyerek heyecanlandım!.. Spiker kadın terliyordu; gözleri kızarmıştı… Gözünün altında makyajla kapatılmaya çalışılmış morluklar belirgindi hâlâ… Burnu tıkalı olduğundan sesi her zamankinden daha boğuk, kırık çıkıyordu… Soluk borusunun içini dolduran sümüksü sıvı yüzünden konuşurken sık sık duraklıyor, konuşmasının bir ıslığa dönüşmesini engellemeye çalışıyordu… Virüs için koruyucu olarak gösterilen ilacın, hastalığın ortaya çıkmasını önlemekte kesin olarak etkisiz olduğunun yapılan çalışmalarla ortaya konduğunu söylüyordu!.. Bu haberi böylesine soğukkanlılıkla karşılayacağımı hiç ummazdım!.. Ayağa kalıktım, yan odaya gittim!.. Çekmeceyi yerine taktım… Yerdeki eşyaları toplayıp, çekmeceye tekrar yerleştirdim!.. Salona geçtim sonra tekrar, perdeleri çıkardım, çamaşır makinesine attım… Gecenin son saatleri de geçiyordu… Unutmamak Mavi Öyküler -
94
için bildiğim bir şiiri, aklımdan sürekli tekrarlar gibi; ağır ağır hüzünlendim!.. Sehpanın üstünde duran ilaç kutusunu çöpe attım… Yattım sonra da… Geç saatte kapı çalındı. Bi daha ve bi daha. Geri gelmişti!.. Biraz sonra bana seslenmeye başladı. Kapıyı açmamı istiyordu. Dakikalar geçti, ısrarla kapıyı yumrukluyordu. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, beni korkaklıkla suçluyordu. Daha fazla dayanamadım, kapının arkasından seslendim ona: “Beni anlamalısın! Virüsün eve girmesine izin veremem!..” “Virüs mü?.. Ben virüs değilim, senin sevgilinim!..” Sesi kesildi sonra; ayak seslerini duydum, gitmişti!..
p
“YARATICI BİR ÖLÜM ŞEKLİ” “Böcek” - Hasan Uygun Kafka’nın Gregor Samsa’sına sevgiyle… Harrrk-tuhhh! Sokağa düşen ilk balgamın sesi, mahalle camiinin minaresinden uykusuz kulaklara dolan saba makamındaki yakarışın ardından sabahleyin duyulan ilk insan sesi oluyordu genellikle o mahallenin sokaklarında. Tıpkı şehrin buraya benzer diğer pek çok mahallesinin sokaklarında olduğu gibi. Yine gündüz ile gece ayrımının tamamen ortadan kalktığı, uyku haliyle uykusuzluğun, yorgunlukla dinçliğin, hasta olmakla iyi olmanın iyice birbirine karıştığı, kısacası içinde bulunduğu hayatın en edilgen ruh hallerini yaşadığı günlerden birindeydi. Uyumak için yatağa her uzandığında, saatlerce dönenip duruyor, olmadık hayaller kuruyor, yaşanmadık korkulara gark oluyor, sonra güzel rüyalar görmek için umut ediyordu; ama bütün çabası nafileydi tabii ki; hatta bütün bunlar uykuyu belirsiz bir uzaklığa gönderirken kısa uyuma anlarında da boğuştuğu kâbuslardan kurtulamıyordu. Bir süredir, yapmak istediklerini 95
- Mavi Öyküler
kafasında belli bir düzene koymaya çalışmaktan, yapmaya daha sonra niye zaman bulamadığı konusunda olmadık hayretlerle saçını başını yolarken, bir yandan da daha sonra hiçbirine geri dönememenin ıstıraplı ruh hali içindeydi. Bir yandan en olmadık başarı özlemleriyle en olmadık hayalleri kurarken bir yandan da çalışma disiplini konusunda yüklendiği motivasyonunun, güneşe bırakılmış buz gibi anında eriyip gitmesine şaşırıyor, kendisine karşı olan saygısı konusunda derin şüphelere dalıyordu. Karşısında, üzerindeki kurumuş kan izlerinde kara sineklerin cirit attığı, yer yer küçük beyaz kurtçukların kaynaştığı ve günden güne büyüyen habis bir yara vardı. Öyle alelade bir yara değildi bu. Ne bir vücuda ne de nesneye aitti. Yatak odasının tavanında öylece boşlukta şişip duruyor, içinde irin biriktiriyordu durmadan. Belki de bu yüzden uykunun esaretinden korkuyor, üzerine her an boşalabilecek bu yaranın irininden korunmaya çalışıyordu. Uyumak için yattığında sabah saat altı sularıydı. O gün yine güneşin doğmasını beklemiş, sabah ezanını ve şehrin uğultusunun neredeyse diner gibi olduğu o saatlerde sanki bir kır evindeymişçesine serçelerin, kargaların, kumruların huzur veren seslerini dinlemiş ve otuz yıllık sigara tiryakisi Kahveci Salih’in ilk okkalı balgamının yere bir “iki buçuk”luk gibi yapışma sesini duymuştu. Kahveci Salih’ten sonra konfeksiyon işçisi Hamit’in, matbaa işçisi Mehmet’in, servis şoförü Mahmut’un balgam sesleri karışmıştı sokağa… Açılan kepenk seslerinin, arabaların motor seslerine karışmaya, sokakta ilk simitçi, poğaçacı seslerinin yükselmeye başladığı dakikalarda ise gözleri, göz kapaklarına yenilerek kapanmış esir düşmüştü uykunun avutucu kollarına. Uyandığında, ter içindeydi. Ama bu artık alışılagelmiş kâbuslarının sonucu oluşan bir ter değildi. Kavurucu ağustos güneşinin perdeleri delerek içeri girdiği, fırın gibi yanan duvarların evin içini neredeyse cehenneme çevirdiği öğle saatlerinin bunaltıcılığıydı, onun böyle duştan yeni çıkmışçasına ıslak bir şekilde uyanmasına neden olan. Mavi Öyküler -
96
Sokaktan belli belirsiz bağırtılar, küfür sesleri doluyordu açık olan pencereden evin içine. Sokak ortasında birileri kavga ediyordu yine anlaşılan. Ana, avrat, karı, kız, bacı; sik, göt, am; kokoş, pezevenk, yavşak, kahpe, kaltak, orospu çocuğu, göt veren kelimeleri havada uçuşuyordu adeta. Etrafta kadınların, kızların, küçük çocukların olması kimsenin umurunda değildi sanki. Belli ki sıcak beynine vurmuştu insanların. Patlamak için herkes küçük bir kıvılcım arıyordu herhalde. “Eyvah! Toplum olarak delirmenin eşiğine geldik galiba” diye düşündü elinde olmadan. Evin, bir sokak ötesinden ise bir gösteri yürüyüşünün sloganları duyuluyordu zaman zaman… Taze sıkılmış biber gazı kokusu genzini yakıyordu durmadan. Sokak satıcıları bütün pervasızlıklarını kuşanmış, megafonlarının seslerini sonuna kadar açıp bir şeyler satmaya çalışıyorlardı kavurucu güneşe aldırmadan. Tam bir curcunaydı yani dışarısı. Peki ya içerisi? Birkaç saat uyumuştu eni konu. O yüzden kalkmak konusunda kararsızlık içindeydi. Biraz daha uzanmak, dinlenmek istiyordu bir yandan da. Ama bunaltıcı sıcak yatmasına izin vermeyecek gibiydi. Kaç zamandır uyandığında bir yerlere yetişme telaşını unutmuş, sırf bu yüzden de yataktan çıkamaz olmuştu. Uyku değildi zaten onu yatağa bağlayan. Kendini en yorgun hissettiği anlarda, uyku eşiğini aşmaya yakın bir yerlerde biraz olsun gözlerini kapağında, hemen tavanda büyümekte olan irinli yara gözlerinin önüne geliyor, kurtulamıyordu bir türlü bu derin saplantıdan. Sadece biraz vücudunu dinlendirmek, düşünmek için güç toplamak istiyordu; o kadar. Bir çıkış yolu bulmak, yeniden sokağa dönmek istiyordu elinde olmadan. İstemsizliğin bulanık sularında kulaç atmaya çalışırken, neden hâlâ boğulmadığına da şaşırıyordu tabii bir yandan. Ve artık, olur olmaz zamanlarda içinde beliren o amansız bulantı; sanki bütün vücudu koca bir mideye dönüşmüş gibi öylesine katlanılmaz, öylesine boğazından ağzına dolacak boyuttaydı ki, kusacağı safranın evin içine sığmayacağından korkmaya başlamış, sırf bu yüzden sokağa çıkmanın kaçınılmazlığıyla yüzleşmek zorunda hissediyordu kendisini. 97
- Mavi Öyküler
O da pekâlâ sokaktaki herkes gibi ana avrat küfredebilir, yerlere tükürebilir, kaldırımda karşılaştığına omuz atabilir, kalabalık yerlerde önündekileri ite kaka yürüyebilir, çöplerini yerlere savurabilir, parklarda tek tük kalmış çiçeklerin taze goncaları fütursuzca koparabilir, bu yetmezmiş gibi hiç düşünmeden üzerine basıp çiğneyebilir, sokak lambalarına taş atabilir, üst geçitlerin camlarını kırabilir, asansörleri tekmeleyebilir ya da herhangi bir parkın kuytu bir köşesine sinip, birbirine sarılmış iki sevgilinin ne zaman iş bitireceğini dört gözle bekleyebilir, hatta yanından geçen kadınların hepsine potansiyel orospu muamelesi çekip; “Uff yavrum, nerde büyüttün o götü, herkese şapır şupur bize gelince yarabbi şükür” vb kelimeleri hiç düşünmeden ardı ardına sıralayabilir; bir gün kahvede, çifte jokerle okeye dönerken, oyun arkadaşlarından birisinin bacısı hakkındaki bir söylentiyi dillendirmesi üzerine, bıçağını çekip oracıkta arkadaşını hacamat ettikten sonra da eve gidip kız kardeşini de öldürerek namusunu temizleyebilirdi. Bütün bunları yapmak için herhangi bir erdem, ahlak kuralı, toplumsal aidiyetlik, arkadaşlık, vefa; ar, haya, utanma duygusu gerekmiyordu. Sadece yapmak yeterliydi. O zaman belki o da içindeki safrayı boşaltıp bulantısını giderebilir, hatta tavanında asılı duran irinli yarayı bir daha hiç görmeyebilirdi. Ama artık yataktan kalması gerekiyordu. Çünkü sıcak dayanılmazdı. Bir duş almak, kendine gelmek sonra da bir çalışma planı çıkarmak zorundaydı. Uğranılacak yerler, telefon edilecek arkadaşlar, selam verilecek şahsiyetler, önemlisi aylardır ödenmeyen kira, limiti dolmuş kredi kartları, tam takır olmuş bir buzdolabı ve mutfağın lavabosunda haftalardır biriktirdiği bulaşıklar vardı. Bütün bunların bir tanesi için bile hemen kalkmaya değmez miydi! Bırakın kalkmayı, kıçına iğne batmışçasına can havliyle fırlaması gerekiyordu yataktan ya, nereden başlayacağını bilemiyordu. Bir öyküye giriş yapabilirdi mesela, ama öykü için yeterince malzemesi birikmediğini, konunun henüz olgunlaşmadığını, karakterlerinin yerine oturmadığını, diyaloglarının belirginleşmediğini düşünüyor o yüzden erteliyordu kaç aydır öykü yazmayı. Mavi Öyküler -
98
Bir şiir olabilir miydi mesela? Şöyle içinde kıtır kıtır sevgi kırıntıları barındıran, vıcık vıcık aşk soslu, salya sümük ağlamaklı bir şiir. En isyankâr duygulara hitap eden, en uç noktalara götüren, en yardıran cinsinden… I-ıhh! Peki o zaman bir deneme yazısı. Ama ne üzerine yazacaktı. Konu bulmak bir yana nerede yayınlatacaktı. Hadi yayınlattı diyelim, peki para alabilecek miydi? Ya okunacak kitaplar, çıkarılacak notlar, gözden geçirilecek bilgiler… Offf! Nereden başlayacaktı. Son yıllarda roman iyi para kazandırıyordu mesela. En iyisi bir romana girişmekti. Şöyle birkaç yüz sayfalık, ele avuca gelir bir şey. Bol aksiyon, bol diyalog, sıfır duygu! Bir iki felsefi söylem, beylik birkaç alıntı, biraz bilgi kırıntısı, biraz da kelime oyunu… Bu düşünceler içinde duşun altına girdiğinde mutfaktan gelen hışırtıyı hiç işitmedi bile. Tam başını sabunladığı anda suyun kesilmesi ise artık bardağı taşıran son damlaydı. O anda içinde bulunduğu çaresizlikten ötürü neredeyse ağlayacak haldeyken, yine tüm olumsuz kurgular tekrar beynine üşüşmüş, kıstırıldığı çıkmazın paniğiyle en olmadık şeyler düşünmeye başlamıştı. Çokça kurguladığı bir şey vardı mesela. Eğer bir gün gerçekten bu sefil yaşamı sürdürmekten vazgeçerse, ki bu da çok sık düşündüğü konulardan biriydi, müthiş bir final yapmak istiyordu. Yaratıcı bir ölüm şekli. Ve alabildiğine şiddet yüklü. Ve bir o kadar da nefretle! Önce kafasını olabildiğince geriye doğru itip sonra da ani bir hareketle, alabildiğine bir kuvvetle ileri doğru iterek banyonun fayanslarında beynini patlatmak! Olmazsa bir daha. Bir daha… bir daha… Öylece kurulanmaktan başka çare yoktu. Bir daha belki saatlerce sonra gelebilirdi sular. Küresel ısınma diyorlardı. Barajlardaki su seviyesi azalıyormuş. Hatta tamtakır olmuş bazıları. Kesintiler olağandı. Bornozuyla kurulanırken, sağ kulağından gelen çınlamaya yoğunlaştı bir süre. Sağ kulak çınlarsa iyi, sol kulak çınlarsa kötü söz söyleniyormuş o kişi için bir yerlerde. Öyle duymuştu. İnanmasa da hoşuna gitti bu. Sağ kulağı çınladığına göre, o kadar 99
- Mavi Öyküler
kötü olmamalıydı durum. Belki aylar önce yazmış olduğu bir kitap eleştiri yazısı, bir editörün elinde şu anda yayına verilmek üzereydi. Hatta belki de aynı editör, muhasebeye de bir not bırakıp yazı için telif bile düşünmüş olabilirdi. Şu ana kadar yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen belki de güzel bir gün olacaktı bu gün. Hem zaten suların kesilmesi dışında herhangi bir olumsuzluk da yoktu henüz. Aynaya bakarken fark ettiği, sakalında kalmış son şampuan köpüğünü de havlusuyla iyice kuruladıktan sonra tekrar yatak odasına geçti. Bornozunu yatağın üzerine fırlatıp gardırobun karşısında durdu. Anadan doğma, sivil haline baktı bir süre gardırobun aynasında. Atletik bir vücudu vardı. Biraz da seksi olduğunu düşündü. Böyle bir vücudu arzulayabilecek kadınları düşündü sonra. Ve uzun süredir seks yapmadığı geldi aklına. “Seks” diye düşündü, “insanı sorunlarından gerçek anlamda uzaklaştıran en iyi eylem.” Cinsel birleşme ânının tutkusu, insanın kafasında seksin dışında bir duygu bırakmıyordu. “Tavşanlar gibi sık sık düzüşsek,” diye mırıldandı “daha az sorunumuz olurdu herhalde.” Hiç giyinmek gelmiyordu içinden. Hem zaten giyinmek için de temiz bir şeyler gerekiyordu ya, onun için de bir süre karıştırması gerekecekti gardırobu. Bir süre daha gardırobun karşısında öylece dikilip durdu; çıplaklığını izledi aynasında. Şimdi bu şekilde sokağa fırlasa, mahallede şöyle bir iki sokak turlasa, belki hâlâ devam etme ihtimali olan gösteriye katılsa, hatta daha sonra da ana caddeye çıkıp otobüse binmeye kalkışsa ne olurdu mesela! “Delirmiş mi,” diyeceklerdi. Evet evet kafayı sıyırmış. Vah zavallı vah! Ya da yuh sesleri… Korkarak, irkilerek kaçışan kadınlar, meraklı gözlerini dikmiş çocuklar; tekme tokat, karga tulumba, bin bir küfür arasında onu etkisiz hale getirmeye çalışacak olan erkekler. Ne cümbüş olurdu ama! Bir gün bunu da yapmayı çok istiyordu mesela. Karnının guruldadığını hissettiğinde bir şeyler yemesi gerektiği geldi aklına. Öyle ya, bir kahve suyu koyabilirdi mesela ocağa. Atıştırırdı bir şeyler kahveyle. Mavi Öyküler -
100
Zaten hava da sıcak olduğundan fazla teferruata gerek duymadan, eline ilk gelen şortunu geçirdi ayağına. Kafasında, hâlâ hamamdan fırlayan Arşimet misali sokağa çıplak fırlamanın fantezileriyle mutfağa yöneldi. İşte o zaman bir ses ilgisini çekti. Mutfağın lavabosundan geliyor olmalıydı. Kesik kesik bir hışırtı. Bir tırmalama sesi. Bir vızıltı gibi miydi yoksa! Açıkçası emin değildi. Daha çok bir cızırtı gibi. Meraklı bakışlarla lavabonun deliğine doğru bir göz attığında, lavabo deliğinden çıkmaya çalışan simsiyah bir hamamböceğini gördü. Doğal refleks olarak, eline geçen ilk cisimle vurup öldürmeyi geçirdi içinden. Sonra bir arkadaşının anlattığı bir hikâye geldi aklına. Hamamböcekleri, en çok kendi ölülerinin kokularına gelirlermiş. Nerede bir hamamböceği ölüsü varsa, civardaki bütün hamamböcekleri bunu algılar neredeyse istila etmeye çalışırlarmış orayı. Bu yüzden öldürmemek gerekiyormuş hamamböceklerini. Ama o bu tür hikâyelere de inanmıyordu. Bilimsel hiçbir gerçekliği olmayan safsatalardı bunlar. Ancak onun bu kısacık kararsızlık anında hamamböceği lavabonun deliğinden sıyrılmış, şimdi lavabonun içindeydi. Olağandan biraz irice miydi neydi! Yoksa gözleri mi yanılıyordu. Böcek simsiyah antenlerini ona doğru dikmiş sanki bir şeyler söylemek ister gibiydi. “En iyisi hemen öldürmeli,” diye geçirdi tekrar aklından. Ya peki arkadaşının anlattığı hikâye gerçekten doğruysa. Evin her tarafını sarmış kımıl kımıl dolaşan hamamböceklerini düşündü bir an. Fakat göz açıp kapama süresi denilecek bir süre içinde böceğin sanki biraz daha büyüdüğünü hissetti. Gözleri yanıltmıyordu evet, ânı anına, ama çok küçük gelişmelerle, hamamböceği parlak kara kabuğunun içine giderek sığamaz hale geliyor, boğum boğum karnı tombullaştıkça ayakları yerlerinden fırlayacakmış gibi oluyordu. Şimdi böcek içinde bulunduğu lavabodan taşmak üzereydi. Nasıl bir metaformoza tanık olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Ne olurdu sanki görür görmez indirseydi kaşığı hayvanın kafasına. Tıkasaydı lavabonun deliğini ya da. Yoksa halüsinasyon mu yaşıyordu. Tabii ya gözleri oyun oynuyordu işte onunla. Evet mutfak da yeterince kirliydi. Bulaşıklar birkaç haftadır yıkanmamıştı; yani bir böceğin gelmeyi seçeceği en uygun mekân burasıydı aslında. 101 - Mavi Öyküler
Artık böcek koca kütlesiyle lavaboya sığamıyor, mutfak tezgâhının üzerinden yere atlamaya hazırlanıyordu. Hangi süre içinde bu kadar büyümüştü bu hayvan! Bir türlü aklı almıyordu. Onunla konuşmayı denese, bir faydası olur muydu acaba! Belli ki bu alelade bir böcek değildi. Belki tanrı tarafından gönderilmiş bir işaret bile olabilirdi. Ama ne işaret! Kara korkunç bir işaret! Bir ortaçağ büyücüsü gibi, uğursuz, sefil! Yerdeki böceğin kütlesi neredeyse artık onun boyuna eriştiğinde belki çırılçıplak değil; ama korku ve tiksintiyle sokağa fırlamak istedi bir an. Fakat orada sabit bir şekilde durması için emredilmişçesine kımıldayamıyordu bir türlü. Zaten böcek kaşla göz arasında artık onun da boyunu aştıktan sonra olan bitene büsbütün tanıklık etmek adına, mutfakta kalmaya karar verdi. Belki de bu uykularını kaçıran, yatak odasının tavanında asılı duran yaradan başkası değildi. Peki hangi zaman dilimi içinde lavabonun deliğine akmış sonra da bir böceğe dönüşmüştü? Bu konuda da hiçbir fikri yoktu. Ve içinde beslediği yaranın patlamasına izin vermekten başka çare yoktu. Şu ya da bu şekilde. Zamanı gelmişti demek. İçinde boğulacağı irin belki düşlediği bir ölüm şekli değildi; ama ölmek ölmekti işte! Ne fark ederdi ki! *** Bir hafta sonra apartman sakinleri evin içinden dayanılmaz pis bir kokunun etrafa yayıldığını hissettiklerinde derhal polise haber verdiler. Polis kapıyı kırıp içeri girdiğinde ise evin mutfağında, boylu boyunca yerde, şişmiş mosmor bedeniyle yatan, üzerinde beyaz beyaz kurtçukların kaynaştığı ölüyü gördüler. Savcı yaptığı incelemede maktulün neden ve nasıl öldüğüne dair hiçbir ipucu bulamadı. Ortak kanı ise, maktulün doğal yollardan öldüğüydü.
p
“SAHİ BU KADAR AZ MI YAŞADIN?” Mavi Öyküler -
102
“Lady Lazarus” | Safa Fersal sylvia plath’e ve nur saçbüker’e Şimşek, bir şövalyenin yakut yüzüklü parmaklarının kuşattığı kılıç olmuş, deniz de biliyordu pırıltısını. ve gök, bir corvetin 24’lük toplarından çıkan o vahşi sesle püskürttüğü dumanın ardından gürlüyordu sanki. her yer toprak, iyot, tuz ve güherçile kokuyordu, karabulutlar güneşin gözlerini kapamışlardı. yağmur kiremitleri çınlatıyor; incir, erik ve kızarmış narların dallarını yıkıyor, üzüm salkımlarının tanelerini toprağa saçıyordu. fırtına damardan girmişti eylülün son günlerine ve karanlığın dengesi bozulmuştu. belki farkındasınız tabiatın da bir imlâsı var… bu belki bir idilin mısra diziminden anlaşılabilir… çünkü şiirin ritmini sağlayan beyaz köpüklü dalgalar adeta rüzgârın müziğinde dans ederler. şarabın kıvamıdır bu… *** hava durulmuştu, geldin. yağmurlu dudaklarınla öptün beni. toy ve inatçıydı güzelliğin; küçük göğüslerinin uçları ıslanmış gömleğini delercesine dışarı fırlamışlardı. kül rengi gözlerin baştan çıkarıcı bakışlarını besliyordu. tenin son yazın balkıyan rengiydi, diri bir kumral laleydi. boynunu öptüm, kulak memelerini; konur saçlarından birkaç yağmur tanesi damladı sırtıma. dişiliğinle övünürdün ve bunda haklıydın. rahminde gül besleyen periydin sanki. saatler sonra “hoş geldin” dedim sana. *** uyandığımda yanımda değildin. gitmiştin. kalktım. sararmış incir yapraklarının arasından sabahın denizini izledim. gri bulutlarla örtülmüştü ve sütlimandı; ufuk çizgisi (millerce ötede 103 - Mavi Öyküler
lacivert bir çizgiyle çizilmişti) dünyanın sınırını belirliyordu sanki. bir şiirin başlangıcındaki o şairane sessizlik. deniz; o dün geceki köpüren, savuran, kayaları haşlayan deniz, şimdi bağışlayıcıdır. bu dinginlikle balıkçılara ekmeklerini sunar, o yosunlu bağrı balık sürülerini esirgemez onlardan. ufuk, senin dudaklarına yayılan o belirsiz gülümsemelerin solgun çizgisidir. o sadece güneşi gördüğünde güler ve ay ışığında yakamozlarla kahkaha atar. italik M harfini andıracak kadar seçilebilen martılar ve kıyıdaki karabatakların çığlıkları. eylülün son günleri, mayısın ilk günlerine benziyor burada: doğanın en profesyonel olduğu zaman… *** masama bıraktığın şiirleri okudum, hepsi de kötüydü; ama hep söylerdim sana, bir kadın kolay kolay lady lazarus olamaz. onun intiharından sonra, “ele avuca sığmayan ölüm mü âşık oldu sana?” diye yazmış kocası edward hougs. bana sorarsan lady, dünya sadece senin yörüngende dönüyor. sarı makyajını yapıp süslenerek öldüğünde güneş olmuştun çünkü . gözyaşların kendine şair payesi biçilen kocanı boğdu. KAVANOZ: ilk ve son romanın. oysa bir sevgili bulacak ve sigaraya başlayacaktın. eksi bir kişilik olan sen değilsin işte; istediğin ne karanlık ne de sessizlik! sadece SEN olamadın, buna izin vermediler. yoluna devam et lady lazarus… hayallerini çöpe atma, kapın çalınıyor bak! algın mükemmel, düşlerin elektriğe bağlanmış: SINIRDASIN! ayak izlerin o kadar belli ki karda… mavi gözlerinse çığ gibi akıyor yardım çığlıklarınla. yine yalnızsın. Mavi Öyküler -
104
şairin terk etti seni; oysa delilik değil miydi şiir? okşa saçlarını aynaları kır, çocuklarını ay dedeye emanet et. şimdi bir koridorda yalnızsın; güzel bir düş ertesi, çocuklarının üstünü örtüyorsun. sahi bu kadar az mı yaşadın? bir odaya kilitliyorsun kendini… 11 şubat 1961… “çıkış yok” diyorsun. karda kırmızı bir tabuttasın ve sana haksızlık yapan şiir, öcünü alıyor hayattan. yalan bir ölüme gömmedin ya kendini!.. şiir seni boğmak istedi, kuşlar yuvalarını bozdu… ah sylvia… *** nerden nereye sevgilim… bu hayat senin yazdığın şiirlerden daha iyi değil ama kazanılmış. bir daha, giderken pembe öpücükler bırak kalbime, öldüğümde onları lady lazarus’a vereceğim.
p
105 - Mavi Öyküler
Mavi Öyküler -
106