DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 5

Page 1


İÇERIKLER “İÇİMİZDE AYNI YER YIRTILIYOR VE ACIYOR” 4 “BU CAMLARIN ARKASINDAKİ YERLER GERÇEK Mİ?..” 7 “GÖZYAŞLARI TOZLU ZEMİNE DAMLADI” 16 “ACI ÇEKMESİNİ İSTEMEDİM”

19

“BİR RUH ÇİFTÇİSİYİM” 21 “BUGÜN ÖLÜR MÜYÜM?”

24

“GÜNLERDİR İLK KEZ GÜLÜMSÜYORDU” 26 “ÖLÜ GİBİ”

29

“ÖLÜM DE ANLAMAMIŞTI ONU”

31

“ÇÜNKÜ YAZININ İÇİNDE ZAMAN YOK” 33 “KİLİSENİN BAHÇESİNDE NAMAZ KILIYORDUM” 34 “AMA BEN BOŞUM, ETKİSİZİM, HİSSİZİM, SİLİNİYORUM” 36 “NEREYE SINIR KONULURSA, SINIR ORASI OLUR” 43 Mavi Öyküler -

2


“TOPARLAK KONUKLAR VE ÖKÜZLERİ” 52 “İÇ DÜNYAM FALAN YOK!”

58

“CEHENNEME BİLETİN HAZIR DEDİM İÇİMDEN” 59 “KULE ZATEN YIKILIYORDU” 62 “ARTIK GİDEBİLİRİZ”

68

“DEFOSUZ BİR İNSAN” 72 “İYİ ÇOCUKLAR KURDU EVRENİ” 76

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“İÇİMİZDE AYNI YER YIRTILIYOR VE ACIYOR” “Yarın Yine Yağmurlu” | Mehmet Fidan Biraz daha gürültüye ihtiyacım olduğunu söylüyor; büyük diyor, kocaman diyor ve kalabalık kelimesini eklemeyi ihmal etmiyor. Bu ormanları, ağaçları, bulutlara yakın oluşumuzu, kuşları, sincapları, tırtılları, balıkları, yeşili, kemirgenleri artık sevmediğini, çocukluğunun bu tür bir yerde geçtiğini, artık dayanamadığını ve en geç iki gün içinde buradan gitmek istediğini fısıldıyor. Yatakta, nehrin kıyısında, balığı kılçıklarından temizlerken, saçlarını toplarken, gardırobunu toparlarken, hep yanında taşıdığı birkaç bibloyu gazete kâğıdına sararken, iç çamaşırlarını mandallarken en geç iki gün içinde gideceğini yineliyor. Onu izliyorum bütün dikkatimle. Ne güzelsin sevgili diyorum içimden. Ne güzelsin sen. Sonra duymuş gibi; ıspanakları yıkarken dönüp şöyle bir bakıp gülümsüyor. O an kalbimin söküldüğünü hissediyorum. Onu kaybedeceğimden korkuyorum ilk defa. Arkasından yaklaşıp sarılıyorum. Yanağını boynuma sürtüyorum, gözleri kapalı, ağzı açık. Boynumu teninden ayırdığım anda gözleri fal taşı gibi açılıyor. Seni seviyorum. “R”yi bastırarak söylüyor her zamanki gibi. Sonra bir daha. Seni seviyorrrum. İçimizde, aynı anda yırtılıyor bir yer. Acıyla tekrarlıyorum. Seni seviyorrrum. Tırnaklarını avuçlarıma geçiriyor. Neden içimizde aynı yer yırtılıyor ve acıyor, anlayamıyorum. Kötü bir acı değil, biliyorum. Kötü değil. Fakat söylerken birbirimize o iki kelimeyi, yırtılıyor. Başka bir kelime uyduramıyorum, başka bir kelime ile anlatamıyorum. Yırtılıyor diyebiliyorum sadece. Sonra yırtığın ilk defa bu kadar derin olduğunu hissediyorum. Kaybetmek korkusu dışında bir anlam veremiyorum bu acıya. Hiç kimsenin olmadığı ve hiç kimsenin olmamasının iyi olduğu, ruhlarımızın seviştiği, adına sonsuzluk dediğimiz o yerdeyiz yine. Öncesinden hiç tatmadığım bir histi bu. Eğilip öpüyorum saçlarından. Mavi Öyküler -

4


Musluk açık, su sesi garip bir şekilde sanki o yırtık yerden aşağıya dökülüyor. Şefkatin ne güzel sevgili diye tekrarlıyorum içimden. Yüzünü bana dönüyor sonra; uzun uzun öpüşüyoruz. Elimi sımsıkı tutuyor. Dudaklarımı ayırdığım anda yine gözleri büyüyor. Tıpkı, d ilimle dudaklarını ıslatarak onu uyandırdığım sabahlardaki gibi bakıyor. Gözleri parlıyor yine. Bana yıllar sonra da böyle bakmasını diliyorum içimden. Tanrım diyorum içimden… N’olur? Bizi birbirimize bağışla. Tanrım kelimesi çıkıyor sadece mırıldanarak ağzımdan. Gerisi içimden o yırtık yere gidiyor. Bizi birbirimize bağışla diyorum. Bir anlam veremiyorum bu acıya. Hayra yoruyorum. Uzun bir süre susuyoruz ve sonra her şeye rağmen diyor seni sevdiğim için. Karşıma çıktığın için. Şükredeceğim hep diyor. Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Beni, diyor hiçbir şey senin sevgin kadar onurlandırmadı. Seni tattığım ve tanıdığım için ve beni sevdiğin için ve bana sevildiğimi hissettirdiğin için diyor. Ve bunu bir bakışınla bir gülüşünle yaptığın için… Şükredeceğim hep. Ne madde diyor ne de başka bir şey bunun yerini tutamaz. En çok gülüşümü, gözlerimi ve kirpiklerimi beğendiğini bildiğim için gülümsüyorum. Gülme! Laf değil ha! diyor. Gerçekten… Ölürüm… Devamını getirmesine izin vermeden dudaklarını ısırıyorum. Yine sonsuzluğa gidiyoruz. Sonra ıspanaklara dönüyor, musluk hâlâ açık ve fısıldıyor yine. En geç iki gün içinde diyor. Gerçekten gideceğini anlamam uzun sürmüyor. En geç iki gün içinde gideceğini biliyorum. Buna dayanamayacağını da biliyor. Tamam diyorum. Tamam Bilge. Gideceğiz buralardan. Gülümseyerek, yıllık tatilimizin kalan on gününü başka şehirde geçirmemizin daha iyi olacağını tekrarlıyor ve nereye gitmek istediğini söylüyor. Kimsenin bizi tanımadığı ve kimsenin bizi tanımamasının iyi olduğu bir yere onu götüreceğimi söylüyorum. Bak! Bu sefer güveniyorum sana. Beni oraya götür diyor. Tamam diyorum. Ya sonra… Sonra o kahrolası kamyon çıkıyor karşılarına. O büyük ve kahrolası kamyon… Şirketimiz çalışanlarından Cem Ulaş’ın eşi Bilge Ulaş elim bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiştir. Cem Ulaş’a ve yakınlarına sabırlar diliyor… 5

- Mavi Öyküler


Devamını getiremedi. Büyük bir sessizlik sonrası. Büyük değil aslında, oldukça uzun. Kâğıdı küçük parçalara böldü. Mümkün olduğu kadar küçük parçalara… Bilge? Efendim. Bilgeee? Efendim. Efendi olasın aşkım, bana karşı saygıda kusur etmeyesin. Ha ha! Bıkmadın mı bu espriden? Hayır sevgilim. Bir kez olsun dayımın sesini çıkartamazdım telefonda. Telefonu “Efendim” diye açmaktan da vazgeçememiştim. Her seferinde bunu söyler sonra dakikalarca gülerdi dayım. Çok kızardım, ama çok da severdim dayımı. Yıllarca bu küçük oyuna maruz kaldım Bilge? Anlıyor musun? Tam üç defa mırıldandı. Bilgeee? Ses yok. Bilge? Bilge? Oğuz haklıydı Bilge. “Beklenen geç geliyor; geldiği sırada insan başka yerlerde oluyor.” Başka yerler mi? Neresi orası, burası neresi. Nerdeydin? Oradaydım. Çok küçüktüm Bilge. Seslerin hangi biçimlere karşılık geldiğini sezinliyor fakat yorumlayamıyordum. Şimdi kötü bir şey olacak diyebiliyordum ancak. Ya da galiba bu güzel bir şey. Öğrenmek yıllarımı aldı. Hayra yordum fakat yine de kötü bitti Bilge. - Neden gittin? - Gitmedim ki hiç. - Gittin işte. - Nerdesin? - Çok uzaktayım. Gözleri yanmaya başladı. Gözlerini yaklaşık kırk dakikadır diktiği Bilge’nin elbisesinden bir türlü ayıramıyordu. Elbisenin bütün renkleri birbirine karışıyor fakat gözlerini elbiseden alamıyordu. Renkler birbirine karıştıkça gözyaşları hızlanıyordu. Gözleri kocamandı artık. - Ne yapıyorsun Cem? - Ağlıyor musun yoksa? - Hayır aşkım. - Ben hep yanındayım. - Yalancı! Yanaklarından ağzına ulaşan bütün gözyaşlarını yavaşça emdi. Bilge olsaydı o da emerdi. Sonra öperdi ağzımı. Ben de ölseydim. Ben de ölseydim. Beni neden burada bıraktın. İnan, Mavi Öyküler -

6


ben bırakmadım. Üzülme sevgili. Hem her gece geleceğim yanına. Söz mü? Söz. Kendi soruyor, biraz bekliyor, ses etmeyince Bilge, kendisi cevaplıyordu. Yarın yağmur var Cem. Yağmur. Tamam Suat. Cem’in yakın arkadaşı İlhan ve Suat çukura toprak atıyordu. İlhan, yavaş. Suat, lütfen yavaş olun. Cem gözlerini çukurdan alamıyordu. Biraz daha yağmur yağdı, toprak yumuşadı, giderek katılaştı. Bilge’nin çıkması zorlaşıyor. Lütfen dur yağmur. Suat! dur lütfen. Üstü tümüyle toprakla kapanıncaya kadar Bilge’nin kımıldamasını, elleriyle toprağı delerek mezardan çıkmasını bekledi. Bir mucize bekledi. Bir gök gürültüsü, bir ışık, bir zaman deliği, bir ses… Kimse müdahale etmedi. Hayvansınız hepiniz diye olanca gücüyle bağırdı Cem. Boşuna kazma mezarcı Aşkımızı gömemezsin İkimiz de sevmiştik Bunu sen bilemezsin Uzaklardan yankılanan arabesk tınılar. Kulak arkasına almıştı, alabildiği kadarını. Bir şeylerin tamamlanamadan bitmesi ne kötüydü! Onu hep özleyecek olması, tüm eşyaların onun kokusunu ve sıcaklığını yayması, durmadan onu hatırlatması… - Üzgünüm Bilge? Çok üzgünüm. - Kendini suçlama aşkım. N’olur suçlama. - O kamyon dedi o büyük kahrolası… İçi titredi, gözleri karardı ve bayıldı. p

“BU CAMLARIN ARKASINDAKİ YERLER GERÇEK Mİ?..” “Barış Gök, Orada Bir Dünya Yok” | James Hakan Dedeoğlu

7

- Mavi Öyküler


Barış Gök bu soruyu kendine ilk sorduğunda Ankara-İstanbul arasında bir yerlerdeydi. Bu iki şehir arasında mekik dokumasına sebep olan işine yeni başlamıştı ve üçüncü seyahatini gerçekleştirmekteydi. Hayatında gerçekleşmeyen birçok şey vardı ve nedense gerçekleşenler hep önemsiz olanlardı. Yine de bunların hesabını yaparak zihnini meşgul tutmayı sevmezdi. Sürekli kendisini heyecanlandıran konular için zihninin açık olması gerektiğini bilir, bunlar üzerine kafa yormayı severdi. Bu yüzden de hayatındaki şansızlıklar aklına her geldiğinde hemen bir gazete açıp üzerine kafa yoracağı bir konu arardı gözleri. Kısık, puslu ve bir Uzakdoğulununki kadar olmasa da çekik gözleri vardı. Barış Gök, kendine bu soruyu ilk yönelttiğinde yolunda gitmeyen bir dizi hadiseyi hatırlamıştı. Bir süre onlarla boğuşmuş sonra onları savmak için bir gazete aramaya koyulmuştu. Almayı unuttuğunu fark edince yanındaki iyi giyimli yolcudan istedi. Yanlış bir istekti bu; zira kendisinde de gazete olmadığını, kendisinin de çok gazete okumak istediğini ancak bir dizi inanılmaz olay yüzünden otobüse son anda bindiğini ve gazete alamadığını anlatmaya başladığında Barış, tekrar canını sıkan bir dizi hadiseyi hatırlamaya döndü. Zihnini dağıtacak bir şey bulamadığı bu gibi durumlardan rahatsız olur, düşünceler onu boğazından yakalar yer kabuğunun içlerine doğru çekerdi. Kendini savunmasız ve zayıf hisseder, herkesin onu ezmek için ağlar ördüğüne emin, ölümünü beklerdi. Yanındaki adamın bir yere varmayan konuşmalarından kendi iyiliği için kurtulması gerektiğini biliyordu, bu yüzden adamın anlattıklarını umursamadan camdan dışarı bakmaya başladı. Otoban kenarında derme çatma bir iki yapı dışında hiçbir yapı göremedi. Ama yeşil yükseklikleri ve onları kaplayan ormanlıkları kestirdi gözüne. Orada olmayı düşledi o an. Otobüsü durdurup, inmeyi ve ağaçların arasına gidip, içinde ilginç konuların olacağı bir gazeteyle uzanmayı düşledi. İşte o zaman “Bu camların arkasındaki yerler gerçek mi?..” diye düşündü. “Bu yerler gerçekten var mı ki? Oralara ulaşmak imkânsız, sadece iki şehir arasında dokunamadığım, gözlerimin önünden geçen yerler buralar…” Aklını meşgul edecek konuyu bulmuştu. Yanındaki adam döndü: “Pardon, sizce şu gördüğünüz yerler gerçek mi?” Adam yorum yapMavi Öyküler -

8


maktan kaçınır gibiydi. “Size soruyorum, sizce bu yerler gerçekten var mı?” “Vardır herhalde görüyoruz ya…” “Görüyoruz ama neden orda olamıyoruz?” “Bilmem. Niye orda olalım ki? Orada işimiz ne?” “Neden orda hiç işimiz olmuyor peki?” “Ne bileyim…” Barış cevap peşinde değildi. Tam tersi, sorduğu sorunun cevabını almak değil, cevapsızlığına tanık olmak istiyordu. Ve yol boyunca aklını meşgul edecek, talihsiz olayları unutturacak meşguliyetini buldu. Ankara’ya varana kadar camın ardından gördüğü yerleri dikkatlice inceledi. Kıvrımlarını ayaklarıyla basarak hissetmek isteyeceği yer şekilleri, kızlarına sarkmak isteyeceği kasabalar, üzerinden orduların akın ettiği tepeler gördü. Neden ulaşılmaz olduklarını, neden hep otobüsün içinde olan kişinin kendisi olduğunu düşündü. Bir turist olduğunu düşündü, camekan arkasına sıkıştırılmış bilinmeyen bir dünyayı izleyen bir turist. Ankara’ya vardıktan sonra da iki gün boyunca bu düşünceyi aklından atmadı. Dönüş yolundaysa yanına gazete almadı ve pür dikkat yolu izledi. Gördüğü tüm yerleşim yerlerini inceledi, tabelalardaki isimleri bir bir ezberine indirmeye çalıştı. Ama içinde büyüyen meraka engel olamadı. Sanki bilinmeyen koca bir yasak vardı; “yolcular yol kenarındaki dünyaya adım atamazlar!” Kendisi dışında neredeyse tüm otobüsün de aynı şüphe ve merakla dışarıyı izlediğini fark ettiğinde izini sürmekte olduğu gizemin gerçekliğine biraz daha inanmaya başladı. Ama inanmak Barış için yeterli değildi. O bilmek istiyordu. Barış Gök aynı düşünceler, şüpheler ve meraklarla birlikte üst üste dört gidiş geliş daha gerçekleştirdi Ankara-İstanbul arası. Artık yol üstündeki neredeyse tüm kasabaları, münzevi evleri, ayrıksı ağaç öbeklerini, tepe kıvrımlarını biliyordu. Düşüncelerine iyice saplanmaya ve kanaat getirmeye başlamıştı; “oradaki dünyaya adım atmamız yasak ya da en tuhaf ihtimalle oradaki dünya biz yolcuların sıkılmaması için tasarlanmış yapay bir dünya.” Her ihtimalde de keşfedilmesi gerekilen bir sır vardı. Tehlikeli ya da tehlikesiz bunu gün ışığına çıkarma işi 9

- Mavi Öyküler


Barış Gök’e kalmıştı. Yolları daha iyi gözleyebilmek ve gözden bir şey kaçırmamak için gece yolculuk yapmamaya başladı. Elindeki kâğıda gördüğü yerler hakkında notlar alıyor, aklına gelen düşünceleri hızla yazıyordu. Her yolculukta dışarıdaki dünyanın gerçekliği üzerine şüpheleri giderek artıyor ama bu konudan kimseye bahsedecek cesareti bulamıyordu kendinde. Fikrin beynine çarpmasından iki ay sonra bir arkadaşına düşüncelerini iletmeye karar verdi. “Daha önce otobüsle gittiğin güzergâhtan sapıp yol üstende herhangi bir yere gittin mi?” “Yo, niye gideyim ki?” “Bilmem. Misal, otobüste giderken gördüğün bir köy çok hoşuna gitti. Otobüsten inip oraya gitmek istedin. Yapar mıydın böyle bir şey?” “Bilmem hiç düşünmedim. Yani uzaktan gözüme kestirdiğim yerler oluyor. Orda olmayı dilediğim de oluyor ama…” “Ama orada olamıyorsun. Çünkü mutlaka olman gereken, varman gereken bir yer var.” “E doğru… Ne demek istiyorsun oğlum?” “Demek istiyorum ki otobüsten atlayıp gördüğüm bir yere gitmek istiyorum. Ama gidemiyorum. Ve giden kimseyi de görmedim bugüne kadar. Haftalardır yolları gözlüyorum. Arabalar, otobüsler, kamyonlar otobanda tıkırında gidiyorlar. Ama sadece otobanda… ve dahası içindeki insanlar...” “Yani…” “Boş ver.” Barış Gök, İstanbul’a dönüş yolunda verilen bir molada, derme çatma tesisin mermer verandasında çayını yudumlayıp otobanının karşı tarafındaki araziye bakarken, hızla yerinden fırladı. Gündüzün sıcak, akşamların serin olduğu bir dönemdi ve güneş batmak üzereydi. Rüzgârın ona açtığı koridordan ilerleyerek tesisin arkasında uzanan, ne meyve verdiğini bilmediği ağaçların tarlasına yöneldi. Tarlanın sınırında bir süre durakladıktan sonra ağır ağır yaş toprakta adım atmaya başladı. Uzun zamandır varlığından şüphe ettiği dünyaya doğru varlığından hiç şüphe etmediği ayakkabılarıyla yürüyordu. Dizginleyemediği heyecanı dizlerinden başlayarak onu sarsmaya koyulduğunda Mavi Öyküler -

10


meyve ağaçlarının altından geçmekteydi… ama fazla ilerleyemedi. Tarlanın sahibi olduğunu düşündüğü adamla göz göze geldiğinde, sessizlik yerini sözlere bırakamadan tesisten yükselen anonsu duydu. Paslanmış vidalarla elektrik direğine biçimsizce tutturulmuş eski megafondan Ankara otobüsü için yapılan son çağrı birkaç kez boş arazide süzüldü; Barış Gök’ü umutsuz ve çaresiz bırakarak. Kendini meyve ağaçlarının altına gömmek istediği birkaç saniyelik hasarlı zamanın ardından koşar adımlarla otobüsüne geri döndü. Yarın sabaha Ankara’da olması gerektiğini biliyordu. Adını unuttuğu bir kıza, çocukluğunu anımsatan bir sıcaklıkla çırılçıplak sarıldığı bir sabah, güneşin ağaçların arasından kes yapıştır oynadığı günlerde, kendisine hazırladığı çayın neden demleme değil de poşet olduğuna saydırdığı zamanların hemen ardından ve tabii ki de şehirlerarası otobüste giderken bu hadiseyi birçok kez düşündü Barış. Yeni bir aşk ve kafa yoracak birkaç hadiseyle bu düşüncelerinden sıyrılmaya başladığını hissettiği bir gün ulaşılamayan topraklara olan şüphesi ve merakı yurtdışından dönen bir arkadaşının anlattıklarıyla yeniden gündemine yerleşti. “Uçak Berlin’den havalandıktan beş dakika sonra camdan aşağı baktım. Aslında çok korkuyordum bakmaya, çünkü uçaktayken tuhaf bir huzursuzluk kaplıyor içimi. Gözlerimi kapayıp kendimi birilerinin kucağında düşlediğim zaman sorun yok ama ufak bir zerre, küçük bir tıkırtı bile bana topraktan yüzlerce metre yukarda olduğumu hatırlatıyor ve sadece bir askıda asılı durduğumu hissediyorum. Sanki gözlerimi kapalı tutup yeterince yoğunlaşırsam uçağı havada tutabilecekmişim gibi geliyor; ama sonunda bu fikirden yoruluyorum ve uçağın düşüp düşmemesi bile umrumda olmuyor… Neyse, bir sebepten, hangi sebepten hatırlamıyorum, camdan dışarı baktım ve şehrin sınırlarının bittiği yerde muhteşem bir diyarın başladığını gördüm. Şehir sanki bir surun ardında gizlenmiş gibi bir anda bitiyor ve hemen ardında birilerinin elle yapmış olması muhtemel olan yeşil bir bütünlük başlıyor ve bütünlüğü bozan hiçbir şey yok. Orada olmak istedim, ama bunun söz konusu bile olmayacağını biliyordum. Asla orada olamam ve asla oraya gidemem… Ne kadar acı değil mi? O güzelliği görüp de gidememek, varlığından haberdar olup da onunla tanışamamak. O çok 11

- Mavi Öyküler


korktuğum uçağın içinde olmasaydım oranın varlığından haberdar bile olamayacaktım aslında. Sanki kendimi iyi hissetmem için oraya yerleştirilmiş bir resim gibiydi, sadece seyretmek ve takdir etmek için…” “Seni çok iyi anlıyorum ama neden asla orada olamayacağını ya da olamayacağımızı anlayamıyorum. Bunun bir sebebi olmalı…” “Bilmem ki, vardır herhalde…” “Ya yoksa?” Barış Gök artık şunu biliyordu; herkes yeryüzünde, şehirler arasında uzanan diyarların ve onun ulaşılmazlığının sessizce farkındaydı, ama bunu fısıldamak yasaktı ve bu insanların ormana gidip avlanmayı bırakmalardan beri süregelen bir anlaşmaydı. Sınırlar çizilmişti ve herkes buna ses çıkarmadan itaat ediyordu. Çünkü artık herkesin bulunması gereken bir yer vardı. Yolculuklar sadece bir noktadan başka bir noktayaydı, arada kalan mesafelerin, yerlerin bir önemi yoktu. Nerde olduğunun bilinmesi gerekiyordu, haritanda işaretlenmemiş bir yerde bulunmana izin yoktu. Zaten en baştan hep öyle öğretilmemiş miydi? X kentinden çıkan bir yolcu Y kentine saatte 80 km hızla kaç saatte varır ? Ya o yolcu Y kentine varmak yerine yoldan sapıp XTRS134SEFFY noktasına uğramak istiyorsa? Barış Gök haritasında işaretlenmemiş herhangi bir noktaya varmanın yeminiyle kendisini son kez Ankara’ya götüreceğine inandığı otobüsüne binmek üzere evinden çıktı. Merdivenlerden inerken apartmanındaki tüm komşuların eski ahşap kapılarını değiştirerek yerlerine dört anahtarlı, özel zincir sistemli çelik kapılardan taktırdığını fark etti ve kendi kapısının tekinsiz sesini hatırladı. Döndüğü zaman kapısını değiştirmesi gerektiğine dair bir not atmaya kalktı zihnine. Sonra bu notun geri dönmesi için kendi yarattığı bir bahaneden ibaret olduğunu düşündü ve onu geldiği yere geri gönderdi. Öğleden sonra otobüse atladığında artık yanına gazete almadığını ve ne zaman aklı, canını sıkan hadiselere takılsa gazete sayfalarını karıştırarak kafa yoracak bir konu aradığı zamanları geride bıraktığını anladı. Keyfinin bozuk olup yanına gazete almadığına küfrettiği ve camın öte tarafındaki dünyayı ayrımsadığı günü hatırladı… Çok yol kat etmişti beyninin içinde ve şimdi buna bir nokta koymanın vakti gelmişti. Mavi Öyküler -

12


Büyük bir sabırla apartmanların gecekondulara, gecekonduların fabrikalara, fabrikaların boş arazilere, insanların ağaçlara dönüşmesini izledi. Eski nişanlısının bir doğum gününde kendisine hediye ettiği pahalı saate baktı bir süre. Nedense sahte olabileceğine dair derin bir şüphe vardı hep içinde, ama o akşam her zamankinden daha sahte gözüküyordu. Saati çıkardı ve usulca oturduğu koltuğun arasına sıkıştırdı. Bir süre saati bulacak kişinin neler düşüneceğini hayal etti. Şehirden yeteri kadar uzaklaştığına kanaat getirdiğindeyse artık saati unutmuştu. Yanında oturan kadını rahatsız etmemeye çalışarak yerinden kalktı ve ağır adımlarla şoföre yöneldi. Dikiz aynasından kendisine bakan şoförün gözlerinden bakışlarını ayırmadan yanına yaklaştı. “Burada inmem gerekiyor.” “Burada mı?” “Evet şurda ilerde…” “Ankara yolcusu değil misiniz? Biletinizde öyle demiyor muydu? Bir şey mi oldu yoksa?” “Hayır hiçbir şey olmadı, sadece inmem gerek…” “Bunu iyice düşündünüz mü?” “Neyi?” “İnmek isteyip istemediğinizi?” “Aylardır düşünüyorum… şimdi lütfen beni indirir misin?” “Bundan gerçekten emin olup olmadığını bilmek istedim…” Barış Gök’ün daha fazla sorguya zamanı yoktu. Birkaç dakikaya inmezse Ankara’ya kadar koltuğundan kalkamayacağını biliyordu. Ama şoför tedirgindi ve her sorunun sonunda Barış Gök’ün gözlerinin içine bakıyordu ve gözlerinin içi titriyordu. “Eminim... Beni burada, şimdi indir yoksa otobüsü kendim durdururum”. “Peki…” Otobüsün kapılarının açılmasıyla birlikte Barış Gök basamaklardan atlayarak boş araziye doğru koşmaya başladı. Hiç durmadan, bir süre sonra yokuş olan arazide koşmaya devam etti. Yarım saat, belki de bir saat koştu, topraktaki engebelere takılıp birkaç kere düşmesi durdurmadı onu. Daha da ileri koşabilmek adına, biraz nefes almak için 13

- Mavi Öyküler


duraksadığında birkaç kilometre ilerdeki evleri seçebildi ve koşmaya devam etti ve koşarken ağlıyor olmayı diledi. Fonda ise yüz binlerce yaylının çaldığı bir zafer marşının dönüyor olmasını istedi. Ama ne zafer marşı vardı ne de sevinç gözyaşları. Sadece yorulan bacakları, kesilen nefesinin hırıltılı sesi ve yaklaşmakta olduğu evler vardı. Toprak yola ayak bastığında ölmüş olmayı dileyecek kadar yorulmuştu. Ceketini üstünden çıkartarak yol kenarına fırlattı. Güneş batmak üzereydi ve havada 80’lerden kalma cılız bir rüzgâr vardı. Yol boyunca dağınık olarak dizilmiş evlerin arasından geçerken içlerinin boş olduğunu fark etti. Hiçbirinde bir yaşam belirtisi yoktu; perdeler örtülmüş kapılar kapalıydı. Başıboş dolaşan köpeklere bir şey sormak için yeltendi ama oralı olmadılar. Kasabının çıkışına doğru ilerleyen yolun sonuna kadar yürümeye devam etti. Toprak yolun sonunda çıkmış olduğu uzun yokuşa tepeden bakan bir ev olduğunu seçebildi. Işıkları yanıyordu ve kapısı açıktı. Adımlarını hızlandırarak eve yöneldi, açık kapıdan içeri tereddütsüz girdi. Özenle yerleştirilmiş ahşap mobilyaların arasından, onlardan destek alarak yürümeye çalıştı. Evin arka tarafından sesler geldiğini duyabiliyordu şimdi. Arka verandaya açılan kapıyı açtığında neredeyse on metrelik bir masa etrafında yaklaşık 30 kişinin büyük bir ziyafete başlamak üzere oturduğunu gördü. “Hoş geldin.” “Hoş bulduk.” “Hadi kendine bir koltuk çek. Biz de seni bekliyorduk başlamak için. Yokuştan yukarı koşuşunu izledik hep beraber. Çok yorulmuş olmalısın. İkinci düşüşünden sonra hiçbirimiz senin kalkacağını tahmin etmiyorduk açıkçası, ama azimli adammışsın doğrusu. Bugüne kadar kimsenin o dik yokuşu öylesine bir deparla çıktığını görmedim. Haydi, haydi otur ve kendine bir tabak al.” “Peki…” Konuşan adam ellilerinde, beyaz gür sakallı, şehirli aksanlı, masanın başucunda oturan, Barış Gök’ün tabiriyle bir beyefendiydi. Barış Gök teklif üzerine masaya oturdu, hemen önünde parlayan karpuza çatalını batırdı. Bir süre hiç ağzını açmadan önündeki yemeklere dadandı ve çevresinde konuşulanlara kulak kabartmaya çalıştı. Etrafındaki suratları bir bir inceliyor, göz göze geldikleriyle kaçamak mimiklerle Mavi Öyküler -

14


selamlaşıyordu. Mutlu olup olmadığının farkında değildi; yorgundu ve başı ağrıyordu. Çevresindeki her yaştan insana sorular sormak, ne olup bittiğini çözmek isteyebilirdi ama olup bitenlerin olağanlığı karşısında soru sormasına gerek yoktu. Arkasına yaslandı ve yemeğin tadını çıkarttı. Sağından ve solundan gelen beylik sorulara cevap verdi; birçoğu gerçekti, kimileriniyse olmuş olmalarını dilediği gibi cevapladı. Masayı sessizlik içinde bırakan tek bir soru dışında: “Neden geldin buraya?” Ama soru sorma sırası ona ne zaman gelse susmayı yeğledi. Başını kaşıdı, önüne baktı, öksürdü, gözlerini ovuşturdu ama soru soramadı. Ziyafet bittiğinde masanın toplanmasına yardım etti, etrafta dönen esprilere bıyık altından gülümseyerek ayak uydurmaya çalıştı. Yemekten sonra verandada süren kasabanın günlük sorunlarıyla ilgili konuşmaları canı sıkılarak dinledi. Misafirler yavaş yavaş evden ayrılmaya başladıklarında beyefendi olarak nitelendirdiği adam ona geceyi geçireceği misafir odasına götürdü. Ahşap duvarları ve odayı neredeyse tamamen kaplayan iki kişilik dev yatağıyla şirin bir odaydı. Adama teşekkür edip kendini yorganların altına bıraktı. Sabah odanın ahşap duvarlarından içeri sızan soğuk havayla uyandı. Henüz erken saatlerdi ve güneş yeryüzünü aydınlatma işine yeni koyulmuştu. Boş evin içerisinde sessiz adımlarla yürümeye çalıştı. Duvarları boydan boya çevreleyen raflarda boşluk bırakmadan yerlerini almış olan kitapları isimlerine bakmaksızın gözden geçirdi. Sabah soğuğuyla nemlenen verandaya çıkarak üzerindeki mahmurluğu atmaya çalışıyormuş gibi gözüken geniş araziye izlemeye koyuldu. Gözlerinin önüne serilen her şey ona dün gecenin gerçekliğini ispatlamak için bir yarış içerisindeydi. Ama Barış Gök’ün aklında akıp durmakta olan düşüncelerle yarış edecek gücü yoktu. Kendisine biçilen haritanın dışına çıkmıştı ve burada da nefes alabiliyordu. Etrafındaki her şey en az iki gün önceki kadar gerçekti. Bir fark beklemişti; bir zafer marşı, bir renk takası, cesareti için bir ödül, keşfi için bir kucak dolusu öpücük… Hayal kırıklığı değildi yaşadığı, bunu sonradan birçok kez kendisine de saygınlıkla itiraf edecekti. “Şaşkınlık” diyecekti bir içki masasında, kendisini pür dikkat dinleyen arkadaşına “saf, batıl bir şaşkınlık ve gerçeklik, başka bir şey değil.” Otobüste gidip gelişlerini, şüphelerini anımsadı… İlerideki otobandan defalarca geçtiğini, buraları birçok 15

- Mavi Öyküler


kez uzaktan süzdüğünü hatırladı. Hayatının geri kalanını burada, otobanda gidip gelen hayaletini izleyerek geçirebilirdi. Bunu isteyebilirdi, gereken adımı atmıştı. Sonra kapısını, def ettiği notu hatırladı. Kapısının gıcırdısını duydu. Birkaç dakika sonra Barış Gök otoban kenarındaydı. Kendisini, yeni bir kapı almak için İstanbul’a götürecek arabanının en kısa zamanda durmasını umut ederek baş parmağını boş yola doğru kaldırdı. p

“GÖZYAŞLARI TOZLU ZEMİNE DAMLADI” “Yeni Bir Sözcük ve Ölmek İsteyen Adam” | Armağan Altay Ayak seslerine bile tahammül edemiyordu. Her adımında, burunları aşınmış kahverengi botlarının merdivene teması suretiyle çıkan sesi duyuyor ve yüzünü acıyla buruşturuyordu. Işığa ve harekete de katlanamıyordu artık. Bütün canlılık, varlık belirtilerine alerjisi vardı. Dayanmaya, kendi yarattığı sebeplere dayanarak devam etti. Birazdan hepsinin son bulacağına dair kendisine telkinlerde bulunuyordu. Sonunda en üst kata varmıştı. Terasa açılan kapının önünde durduğunda, dışarıdan, dünyadan gelen sesleri duydu ve ağlamamak için kendisini zor tuttu. Korna sesleri, insan uğultuları, ayrımına varılamayan bir hengâmenin lanetli ilahisi. Dayanamadı. Gözyaşları tozlu zemine damladı ve zemindeki tozları etkileyici olmaya çalışarak köpürttü. Burnundan sinirli karbondioksitler çıkartarak açılmamakta ısrar eden kapıyı zorladı. Sonra kapı aralığından yüzüne vuran ışığın içinde aheste aheste dağılan nefesini gördü. Biraz daha zorladıktan sonra kapı açıldı ve fiziksel gücün, beyin için kullanılabileceğini kanıtladı. O kanıtlama vakası esnasında nefesi dağılmış ve ciğerleri ansızın her yeri kaplayan ışığın içine yeni bir nefes bırakmıştı. Mağazaları, kafeleri bulunduran uzun işhanının terasında, yüzüne ışık Mavi Öyküler -

16


yollayan güçlü bir lamba vardı. Evet, lamba şimdi amacının dışında bir iş daha yapıyor ve kocaman harflerle insanlara sergilenen bir markanın haricinde, ölmeyi düşünen bir adamın solgun suratını da aydınlatıyordu. “Güven Sigorta” ve “Ölmek İsteyen Adam”. Ayak sesleri soğuk rüzgâra karışmış ve azalmıştı azalmasına, ama insan uğultuları ve makine sesleri daha da belirginleşmişti. Çatının kenarına yürürken az önce bahsi geçen soğuk rüzgârın ciğerlerini uyardığını hissetti. Bu rüzgâr denilen tanrı yaratığı, aynı zamanda tenini de uyarıyordu. Uyarısı sıfatıydı; soğuk. Kenara vardı. Beline kadar gelen duvarcığa çıktı. Aşağıya baktı. Bütün bu hareket, gürültü, ışık; algılarına tecavüz eden her şey, kariyerinin doruk noktasındaydı. * Ellerinde alkol barındıran içeceklerin şişelerini tutan bir sürü insan, şehrin meydanında toplanmış ve belediyenin organize ettiği yeni yılı karşılama festivalleri çerçevesinde salaklaşıyordu. Meydanda grup grup varlığını sürdüren, eğlendiğini düşünen, şarkı söyleyen, bağıran, çağıran, parlak giyimli insanların arasında, yüzünde telaşlı bir ifade barındıran birisi vardı ve o birisi hızlı hızlı yürüyordu. Etrafa gelişigüzel attığı bakışlarında bir arayış söz konusuydu, bu kısa boylu, genç görünen adamın birisini aradığı her halinden belliydi, gözlerini görmek şart değildi. Montunun dirseklerindeki aşınma belirtisi renk açıklıkları bile bu arayışı anlatıyordu. “Çekilin, çekilin!” diyordu, önüne çıkan insanlara. Beden denizi içinde yüzer gibi, insan dalgalarını geniş kulaçlar ile aşıyordu. Meydanın ortasındaki sahneden gelen son derece elektronik ve çirkin ses, onun “Çekilin!” emrinin etkileyici tonunu bozuyordu. Ve adam aradığını bulmuş olacak ki, rasgele attığı adımlarını bir yön ile baş göz etti. Heyecanlı hareketlerle karşısına çıkanı itti ve arkasından edilen küfürlere aldırmadı. Hatta arka cepten çalınan bir cüzdan ve izinsiz mıncıklanan bir popoya da aldırmadı. Bir cinayette öldüren kadar öldürülen de suçluydu çünkü. 17

- Mavi Öyküler


“Hey! Neredesin sen yahu! İki saattir seni arıyorum!” Konuştuğu turuncu tüylü bir kediydi. Kedi, bir çöp tenekesinin yanına oturmuş ve ilgisiz gözlerle, önünde olup bitmeyen olayları seyrediyordu. Kendisine müthiş bir heyecanla hitap eden adamı umursamıyor gibiydi; sivri kulakları, üzerine konan bir İspanyol sineğini küçük bir titremeyle kovdu ve bebeklerinin bir kılıç haline geldiği gözlerini ifadesizce kırptı. Adam, kedinin önünde birkaç sert jest ve mimikte bulundu. Yeni yıla girmenin coşkusunu yaşayan kalabalığın sedası, kazara dökülen ve üstüne bir bez bastırılmadığı takdirde bütün masayı kaplayacak olan kahveye benzetilebilirdi pekâlâ. Neyse ki adam, kedinin dikkatini çekmeyi başardı ve bu tuhaf benzetme dünyaya gelmeyip, varlığını başka yerlerde sürdürdü. Kedi bıyıklarını titretti ve adama dik dik baktı. “Ne? Yeni bir sözcük mü buldun?” “Evet! Dedim ya! Yepyeni bir sözcük buldum! Ve daha hiç söylenmedi! Yepyeni!” Kedi kuyruğunu ağır ağır salladı. “Hımm... Peki, ne yapmayı düşünüyorsun? Sırf birileri eğleniyor diye kendilerini eğlenmek zorunda hisseden bu kalabalığa mı söyleyeceksin bu sözcüğü? Eğer öyleyse, sanırım hiçbir şey olmayacak. Anladın mı? Bir şeyler yapacaksın, evet, ama hiçbir şey olmayacak.” “Tabii ki hayır!” Adam kollarını açtı. Yüzünde mağrur bir tebessüm vardı. “Sözcüğü sana söyleyeceğim ve artık bütün insanlar seni duyabilecek! Seni duyup çıldıran sadece ben olmayacağım!” “Bu iyi bir fikir. Nasıl bir kavramı karşılıyor peki bu sözcük?” Adam ağzını yamultup, kafasını kaşıdı; çok sevimliydi. “Eee, sanırım bir kavramı karşılamıyor. Ya da karşıladığı kavramı tam bilmiyorum. Ama her şey için kullanılabilir; evet evet, bütün kavramları karşılayabilir. Başka bir sözcük kullanmana gerek kalmaz. Üstelik sadece kediler için tasarımladım, ses tonunuz, ağız yapınız, hepsini düşündüm. Bu sözcük kısa sürede bütün kedilere yayılacak ve kediler bundan sonra sadece onu zikredecek.” Mavi Öyküler -

18


Kedi gülümsedi. “E hadi söyle o zaman, merak ettim.” * Ölmek isteyen adam mümkün olduğunca sessiz bir hareketle binadan atladı ve yeni yıl kutlamalarının yapıldığı meydana doğru düşmeye başladı. Bedenini taciz eden hava akımı ve yerçekiminin sesi çok fazla değildi, buna şükretti; fakat yere düştüğünde kemikleri bayağı bir ses çıkaracaktı. Neyse, diye düşündü düşerken, düşünme düşkünüydü zaten, o da bir son bulacak. Bedeni çarpılarak patladı ve iç organları asfalta yayıldığında düşme ve yaşama eylemi son bulmuş oluyordu. Sanılan oydu ki, ölmek isteyen adamın iç organları asfalta yayılırken korkunç bir rahatlığa bürünmüştü ve akan kanı da çok ferah bir kırmızıydı. Turuncu tüylü bir kedi ve karşısında duran kısa boylu bir adamın dibine düşmüştü. * “Peki, o zaman, söylüyorum,” Tam yanına bir şey düştü ve düşen şeyden sıcak şeyler fışkırıp, sıçradı. “Miyav!” Kedi, o an duyduğu ve gördüğü şeyleri hiç unutmayacak ve bir öyküye konu olacak şekilde bütün familyasına aktaracaktı. p

“ACI ÇEKMESİNİ İSTEMEDİM” “Gümüş Kemer” | Sibel Torunoğlu Sonra annesi küçük kızını göz doktoruna götürdü. Doktor muayene ettikten sonra, “Dört buçuk numara astigmat,” dedi. Sonra küçük kızın kolundaki çürüğün ne olduğunu sordu doktor. Bekleme salonundayken, etrafı inceleyip akvaryum, papağan ya da çıplak kadın resimleri gibi enteresan şeyler görememiş olan küçük 19

- Mavi Öyküler


kız, bir çizgi öykü bulmuştu bir dergide. Başına kesekâğıdı geçirerek çocukların arasına karışan çirkin kızı kendisiyle özdeşleştirmişti kitabı okuyunca. Diğer çocuklar yüzünü görmedikleri için ondan korkmamış, yalnızca birkaç taş atarak ilgilendiklerini belli etmişlerdi. Doktora önce duygularını anlattı. Sonra geceleri şehrin üzerinde uçtuğunu söyledi. Bu uçuşlardan birinde kolunu yakındaki evlerden birinin saçaklarına çarpmıştı, çürük bu yüzdendi. Doktor, annesine “Bu çocuğu dövmeyin,” dedi. Eve gelirken küçük kız, dolmuşta şiddetli bir orgazm yaşadı. Dolmuştakiler beyaz donunu keyifle elleyen küçük kıza sırtlarını dönmüş, fakat küçük kız yine yanlış bir şey yaptığını idrak edebilecek basireti gösterememişti. O gece uyku tutmadı kızı. Kalktı dışarı çıktı. Uzun bir zaman karanlıkta, kanal boyunca yürüdü. Orduevine vardı. İçeri girdi. Nöbetçi asker şaşırdı. “Nerden geldin sen,” dedi. Kız, erkek kardeşiyle aynı odada uyuduklarını, bir düğmeye bastığını, başka bir gezegendeyken kendini burada bulduğunu söyledi. “Sen kimsin ya, necisin,” dediler. “Ben bakireyim,” dedi. “Yani Meryem Ana mısın?” dediler. Kız çok mutsuz olduğunu daha önce iki kere intihara teşebbüs ettiğini anlattı. Asker birlikte intihar etmeyi teklif etti. Uyandığında birlikte intihar ettikleri asker yoktu. Onun öldüğünü, küçük kızın kurtulduğunu, takdiri ilahinin böyle olduğunu söylediler. O sıralarda Malatya’daydılar. Bütün askerler kızın sevgilisiydi. Yeşil askeri arabalarla pikniğe gidiyorlardı. Bir sevgilisinin daha ölmesi kızı çok üzdü. “Nerde?” diye sorduğunda, onu askeriyedeki bir fırına götürüp yaktıklarını söylediler. “Al bu da külleri,” dediler. Kız “külleri yutsam mı” diye düşünüyordu, ama başka bir teklif geldi sonra. Helikopterle dolaşacaklardı ve kız sevgilisinin küllerini helikopterden vatan toprağı üzerine serpecekti. Kız, küçücük boyuna bakmadan babasının kütüphanesinden “Ermiş Antonius ve Şeytan” adındaki kitabı incelemiş olduğundan, en yaygın sohbet konusunun şeytan olduğunu biliyordu. Ve o sıralarda bir başka sevgilisini bağlamış, kamçılıyor ve onun şeytan olduğunu söylüyorlardı. Her nedense kızın eline bir kılıç vermişlerdi. Kız punduna getirip koştu. Kılıcı bağlanmış sevgilisinin başına indirdi. Sevgilisini sürükleyerek götürdüler. Mavi Öyküler -

20


Neden böyle yaptığını sorduklarında kız, “Acı çekmesini istemedim,” dedi. Neyse sevgilisini artık görmüyordu, ama sevgilisinin arkadaşları acısını paylaşıyorlardı. Bir gün bu arkadaşlardan birisi küçük bir şişe verdi ona ve bu şişeyi yemek kazanının içine dökmesini söyledi. Sonra yine üç beş asker öldü. Çıkan karışıklıkta kız suçunu itiraf etti ve bir albaydan tokat yedi. Çok incinen küçük kız yere yattı, kalkmadı. Belki de ölmüştü. Albay, “Alın götürün bunu, bi daha içeri almayın,” dedi. Çok geçmeden Barış Manço ve Moğollar’ın konseri vardı. Yine orduevine gitmek zorunda kaldılar. Kız Moğolları ve müziklerini çok seviyordu ve belki de yeni sevgilisi Barış Manço’ydu. Kız bazen yaşadığı tecrübelerden yola çıkarak Barış Manço’yla “Sabahın yemişi bir tane kişniş / Uyandım baktım yar ellere gitmiş” şarkısını bestelediklerini düşündü. Barış Manço, kıza gümüş bir kemer hediye etti; ama Barış Manço’ya uygun olan kemer şişman bebeğe olmuyordu. p

“BİR RUH ÇİFTÇİSİYİM” sunay akın’a “Devrim” | Safa Fersal Bir gün tarçın’la bahçede oturuyoruz. güneşli bir akşamüstü şarap içiyorum. bir martı, gelip tam karşımdaki çeşmenin yalağına konuyor. tarçın huysuzlanıyor, tasmasından tutuyorum. “hişşt, martı kardeş!” diyorum, bir yanıt vermiyor. birkaç tüyünü bahçemde bırakarak uçup gidiyor. kanatları havayı yoluyor adeta; ama gagasından bir takvim yaprağı düşüyor. Tarih: 6 Mayıs 19… Süzülen yaprağı yakalıyorum. arkasından bir şiir. bildik, tanıdık, ustaca yazılmış dizelerin ördüğü, “DENİZ” şiiri. okyanusları yoran, rotası “devrim”e yönelmiş “YUNUS” şiiri. içiyorum, yağmur yağıyor; fark etmez… yağmur, doğanın en zarif sunuşudur, toprağın atasıdır. ki, beslesin umudun köklerini. 21

- Mavi Öyküler


onun için yazılan şiirlerde unutulur, edebi metinlerde de: yağmur dünyanın sevincidir. 5-10 damla su için mecnun leyla’sını terk edebilirdi çöllerde. çünkü su, “aşk”ın beslenme çantasındaki en gerekli duygu malzemesidir. kim ne derse desin, ben yağmurda hep mutlu olmuşumdur. bu yüzden bir ruh çiftçisiyim oldum olası. “tarçın, kalk limana gidelim” dedim, “bu şarap, tek başına içilmiyor yanında balık da ister” dedim. o da zaten dünden razı. gidip, kendimize bahar almalıyız. çiçeklerimiz olmalı saksılarda, hayal yangınlarından renk almış; o ırmak kenarında sevinçlerimizle yıkanmalıyız… havalar soğur, ağaçlar üşür ben kuzineyi yakarım, sen gidip bir köşede uyursun. iklim değişmiştir. sevgilimi beklerim, küçük memelerindeki iki zeytin çekirdeğini öperim gelirse… kirpiklerindeki hançerleri karnıma batırır… ürperirim, koynumda kan damlaları… bir kız geçer penceremin önünden, bir kez olsun bana bakmaz. senin için kurduğum alegoride tahrik olur şiirim, dizelerini ersuyumla göğüslerinin arasına boşalırım. parmak uçlarınla binlerce çocuğa dokunursun. “hadi kızım koyulalım yola.” hepimiz her şey tarafından sömürülmek için yaratılmışız. gökyüzü bizim değil aslında; deniz, avuçlarında balık pulları inciler gibi sıralanmış balıkçıların değil. annenin dün can çekişerek öldüğünü söyleyeceğim sana tarçın… seni bana emanet edip bir çöp kamyonunun arkasında gitti. ona bir isim bile bulamamıştım. limana inen merdivenlerin başındayız. yaprakları dökülmüş erik ağacının gövdesine yaslanıp sigara yakıyorum. birkaç karga buldukları cevizleri kırılsınlar diye taş merdivenlere atıyorlar. hava serin mi serin, hafiften keşişlemeye döndü rüzgâr. deniz sevdiğim kadının saçları gibi büklüm büklüm, karanlığın yanağına dökülmüş. “sahi ben kime âşığım?” mendirekteki iki çakarın ışıkları kırmızı ve yeşil süslüyor barınağı; son balıkçı teknelerinin sesleri pıt pıt yaklaşıyor. merdivenlerden aşağı iniyoruz. bir jandarma eri elinde 5-6 kiloluk balık poşetiyle yukarı çıkıyor. tarçın’dan ürküp şöyle bir kenara siniyor. “merhaba asker” diyorum. Mavi Öyküler -

22


keşke cemal süreya’nın şu dizesiyle yanıt verse: “ben asker değilim, nişanlıyım.” ama o, tedirgin bir sesle soruyor: “kirve ısırmaz di mi?” “hayır.” “cigaran var mı?” paketi uzatıyorum, içinden bir dal çekiyor, dudaklarının arasına yerleştiriyor; belli ki ateşi de yok. çakmağı uzatıyorum, avuçlarını perdeleyerek yakıyor cigarasını… benim paketi cebine atıyor. “memleket nere asker?” “geç kaldım” diyor. hızla merdivenleri çıkarken birden duraksıyor. “sen yakup’sun di mi?” ve yanıtı beklemeden koşar adım uzaklaşıyor. ben de, “evet, ‘çağrılmayan yakup’um” diyorum ve bir cansever şiiri okuyorum içimden. *** son balıkçı motoru da yanaşmış. tayfalar balıkları istifliyorlar. madrabazlar kıyıda, istiflenmiş sandıkları sayıyor. AVCI adlı tekneye bodoslama bağırıyorum: “cihan!..” ses yok (tarçın, çiçeklere konamayan hırsız arılar gibi huysuz). “cihan!” sonunda bir yanıt; sintinedeki suyu boşaltan balıkçının kafası görünüyor: “efendim kemal abi!” “az önce yakup değil miydim? belki de yakuplar çift yaratılmışlardır…” her neyse… “abi, mezgitle tekir var…” ağzına kadar balık dolu poşeti uzatıyor. “sağol kardeş” diyorum ve elimi cebime sokuyorum para vermek için. “yapma be abi” dercesine gözümün içine bakıyor. dişi bir köpekle oynaşan tarçın’a bağırıyorum: “haydi kızım!” takılıyor peşime. 23

- Mavi Öyküler


diri adımlarla merdivenleri çıkarken, balıkları yokluyorum, iri iri mezgitler ve tekirler. rüzgâr karayele dönüyor, iliklerime kadar titriyorum; aynı zamanda şunları düşünüyorum: tam şuraya 2- 3 mil açığa yüzeceksin, omuzlarına martılar konacak. Karanfil kokan gecenin sinesini kulaçlarken karşına dev gibi bir kâğıt gemi çıkacak. can yeleklerinde şair isimleri; güvertesine kar yağmış, huzmesinde ak-pak ışıklar. her yolcusunun bir şiir fısıldadığı, gelinlik giymiş umutların sancağında kızkulesi resmi zaferlerin soluğuyla dalgalanıyor. son yenilmiş ama hâlâ muzaffer komutan şöyle haykırıyor: “kim bilir kaç yunus görmüş kaç deniz gezmiş!” martin eden gibi, gökyüzünün AŞK incisini bulmak için, okyanus derinlerine dalan uğurböceği oluyorum. p

“BUGÜN ÖLÜR MÜYÜM?” “Somon” | Halil Acar Şimdi her zamankinden çok daha güçsüzüm. “İnsan sosyal bir varlıktır” genel doğrusunun, bendeki yansıması nedeniyle erinmedim, kalkıp attım o “haberleşme topları”nı. Bir kere değil hem de; belki 2 saat boyunca yaptım bunu. Ben, birazdan ölecek gibiyim. “Ölümü gülerek kucaklamak istiyorum.” Ölüm bu! Gülerek kucaklanır mı? Kusmaya başladım yine. Çocukken de kusardım, ama bu onlara benzemiyor. Safra kusuyorum. Ciğerimi kusuyorum. Parça parça hem de. Sırılsıklam oldum. Doktorun sözleri geliyor aklıma; “Dün bir arkadaşın daha, ciğer yetmezliğinden öldü.” Korkuyorum… Pis kokuyorum; tıpkı bir hayvan leşi gibi. Utanıyorum. Ne kadar yıkansam, temizlensem yine de pis kokuyorum. Belki de ölümün kokusu bu. Bileklerimdeki, ölü derileri, tırnaklarımla kazıyorum. Kalsiyumsuzluktan, kırılganlaşmış dişlerimi, bir bir kırıyorum. İlginçtir, bunu yapınca rahatlıyorum. Ağzımın içinde, iğrenç kokan yaralar var. “AFT” diyorlarmış tıp dilinde. Bütün düşmanlarımı bıraktım bir kenaMavi Öyküler -

24


ra, bunlarla boğuşuyorum. Bunlar karabasan; beni ölürken bile rahat bırakmıyorlar. Bugün ben öleceğim. Eminim öleceğim. Boğaz Köprüsü’nden atlayan çocuk geliyor aklıma. “Şov yapma” diyenlere inat; “Zeynep seni seviyorum” dedi ve atladı. Bu kadar kolay mı ölmek? Sevdiğimi düşünüyorum. Onu seviyorum. O da beni seviyor, biliyorum. Dokuz yıldır, söyleyememişiz birbirimize. Birazdan ölüp gideceğim, o sevdiğimi bilmeyecek. Ah bir görseydim, “21. yüzyılda aşk bitmiştir” diyenlere inat, haykıracağım yüzüne; “Saçının bir teli için dünyayı yakarım…” diyemeyeceğim… Ah bir telefon olsaydı; şu lanet mahpusta. Yatağa uzanmalıyım. Lanet olası ölüm! 28 yaşındayım, gidip yaşlılarla uğraşsana. Nasıl bir şey acaba? Gitsene başımdan, ben sevdiklerimi bırakamam. “Uğruna ölünesi değerler”le büyüdüm ben. Eee? Ama bugün ben öleceğim. Bencillikten kurtulmalıyım. Bilincim, maddi dünyayla Arafat arasında volta atıyor. 162 gündür açım. Ve gülüyorum. Anlatsan kimse inanmaz; güler geçer. Çocukları düşünüyorum. Niye bizim çocuklarımız 13.000 dolar borçla doğuyor? Yeğenimi düşünüyorum. Ufacıktı, mahpusluğum başladığında, şimdi koca kız oldu. Değer mi bunlara? Anam aklıma takıldı, ölüm haberimi alınca ne kadar üzülecek. Başımın etini yedi yıllarca, yattı kalktı, “senden bir torun istiyorum” dedi. Bilmiyorum ana, bilmiyorum… Hayatımı gönüllü sonlandırmalı mıyım? Sayıma gelecekler birazdan. Nedense yıllardır, bizi hep böyle, koyun gibi saydılar. Hiç eksik olmadık, ama onlar yine de saydılar. Gardiyan güruhu, yine diğerleriyle ilgilenmeyecek. Doğrudan üst kata çıkacaklar, benim olduğum yere. Bilincim kapanmamalı, motive olmalıyım. Sekiz saat kapalı kalan bilinç, vücudu yönetemez ve vücut ölür. Bilincin hükmettiği saltanata son vereceğim. Söz verdim, inandım, sevdiklerim için öleceğim. Bunlar garip tartışmalar. Onca sene oku, gel ölümün teorisini tartış. Korkuyorum, çok korkuyorum, öleceğim. Somon balıkları hakkında bir yazı okumuştum. Yumurtadan çıktıktan sonra, binlerce kilometre yol kat ediyor, açık denize ulaşıyor ve orada yaşıyor. Sonra?.. Oradan, gerisin geri, onca tehlikeyi göze alıyor ve tekrar doğduğu yere dönüyor. Yumurtasını bırakıyor ve ölüyor. Doğanın bir mucizesi mi bu? Yaşatmak için ölüyor. 25

- Mavi Öyküler


Ben somon değilim ki… Örnek mi almalıyım? Siz onu benim külâhıma anlatın. “Düştük mahpus damlarına, öğüt veren çok olur” diyor ve yeniden kederleniyorum. Bir sigara daha yakıyorum. Mahpusta sigara muazzam güzel ya… “az iç” diyordu arkadaşlarım. “Bu ne yaman çelişki böyle?” Hem öleceğim hem de az içeceğim… Çektikçe çekiyorum dumanı. Ben bir idam hükümlüsüyüm ve belki de bu son isteğim. Ellerim kasıldı, dişlerim kenetlendi, cümle kuramıyorum. Düşüncem bulanıklaştı, saçmalıyorum. Kapı açıldı, geldiler işte. Paldır-küldür yukarı çıkıyorlar. Azrail’i görüyorum, cezaevi müdürü bu. “Nasılsın?” diye soruyor. Konuşamıyorum, başımı sallıyorum sadece… Tutanak tutup gidiyorlar… Yataktan düşüyorum, titriyorum, kıvranıyorum. Bir soğukluk yayılıyor bedenime. Sanırım ölüm bu. “Hoşça kal dünya” diyebiliyorum… p

“GÜNLERDİR İLK KEZ GÜLÜMSÜYORDU” “Kum Taneleri ve Zaman” | Ruhşen Doğan Nar “Zamanın ellerinin arasından akıp gittiğini hissetmek… Avucunun içinden akıp giden kum taneleri gibi… Telaşlı… Umursamaz…” Derin bir nefes aldı oğlan. Sonra sakince geri verdi içini donduran soğuk havayı. Titriyordu; ama soğuktan değil, korkudan. Anın, zamanın durdurulamaz oluşundan ve elimizden akıp giden kum taneleri gibi zamanın döndürülemeyen gidişinden. Kız, karın üstünden kalktı ve oğlanın çıplak ellerini tuttu, ovuşturarak oğlanın ellerini ısıtmaya çalıştı. “Ellerin buz gibi. Niye eldivenlerini takmıyorsun?” Oğlan, az da olsa ısınmış ellerini kızın soğuktan pembeleşmiş yanaklarına götürdü. “Ya elimdeki kum taneleri biterse… Ya bir gün avucuma baktığımda birkaç tane kum tanesi görürsem… Belki şimdi elimde milyonlarca Mavi Öyküler -

26


kum tanesi var. Ama ya yarın…” Kıza sıkıca sarıldı, kalın montunun altından kızın vücudunun sıcaklığını ve teninin kokusunu alıyordu. Gözlerinden bir iki damla yaş aktı oğlanın. İki damla yaş buzlanmış zemine değdi ve değdiği yerde iki büyük çukur açtı. Yarın oradan iki güzel kardelen çıkacaktı. “Çok korkuyorum. Bir titreme başlıyor ayaklarımdan kafa derime kadar. Zaman bana dil çıkararak ellerimden kaçıyor. Her renkli anıyı karartarak ve yok ederek…” Donmuş bir gölün üstündeydiler. Etrafları inanılmaz bir beyazla sarılmıştı. Beyaz her tonuyla doğaya hâkim olmuştu. İlk başlarda karın beyazı insanı sevindirse de gün geçtikçe insanı sıkıyordu. Sanki diğer bütün renkler sürgündeydi. Ve beyaz darbeyle renkler dünyasının başına geçmişti. “Ağlama lütfen. Çok üzülüyorum. Neden böyle yapıyorsun?” dedi kız. Gözleri yaşarmıştı onun da. Cebinden çıkardığı mendille burnunu sildi oğlan ve içini dökmeye devam etti: “Anlamıyor musun beni? Yok oluyoruz, her dakika ve her saniye… Mezara doğru küçük adımlarla ilerliyoruz. Dayanamıyorum bu işkenceye. Zaman benle dalga geçiyor sanki. Kendini bir saniye gösterip ikinci saniye yok oluyor. Ve böyle devam ediyor saatler, günler… Ben de her yok olmuş saniyenin acısını kalbimde hissediyorum. Her biri kalbime bir bıçak gibi saplayıp gidiyor, yaram daha iyileşmeden yeniden açılıyor…” Günlerdir oğlan bu şekildeydi, karamsar ve mutsuz. Gözlerinden yaş eksik olmuyordu ve bu durum en çok da sevgilisini üzüyordu. “Hayatın kuralı bu ama sevgilim, zaman durdurulamaz biliyorsun.” “Evet, biliyorum ve evrenin bu saçma kurallarından nefret ediyorum.” “Elimizden gelen bir şey yok, ne yapalım. Bu kurallara alışmalısın ve sorgulamamalısın.” “Sen beni anlamıyorsun…” Oğlan yüzünü yere çevirdi ve buz tabakasının altındaki dondurucu suyu düşündü. “Anlıyorum seni. Kim seni benden iyi anlayabilir?” Kalbi kırılmıştı bir buz parçası gibi çatırdayarak. “Beni anlaman imkânsız. Beni anlasaydın sen de üzülürdün.” Oğlanın ellerini tuttu ve gözlerinin altına götürdü, kızın kirpiklerinde takılı kalmış yaş damlaları oğlanın eline değdi. Ve oğlan gözyaşlarına değen parmağından başlayarak donmaya başladı. Ta kalbine kadar… 27

- Mavi Öyküler


“Seni çok seviyorum. Seni üzmek istemem. Ama olmuyor, yok olan anı unutamıyorum. Her saniyenin acısını çekmekten bıktım, usandım.” “Ne yapabilirim senin için, üzüntünü dindirmek için?” Gözleri gözlerinde, dikkatle onu dinliyordu. Ağzından çıkacak sözleri bekliyordu. “Babanın şatosuna gittiğimiz günü hatırlıyor musun?”diye sordu oğlan ve kızın elini tutup gölün üzerinde yürümeye başladı. “Evet, hatırlamaz mıyım? Hayatımın en güzel günlerinden biriydi.” Bir gülücük kondu kızın çehresine şatoda onunla yaşadığı anıları düşününce. Oğlana baktı gülümseyerek, onun da gülüp gülmediğini görmek istiyordu. Ve gördü: oğlanın karamsar yüzünü… “Her şeyi hatırlıyor musun en küçük noktasına kadar? Görüntüleri, sesleri, kokuları…” Kız biraz düşündü ve gülümseyerek cevap verdi: “Evet, hatırlıyorum, nasıl unutabilirim ki!” “Ama ben unuttum. O mükemmel günden sadece birkaç renksiz görüntü kaldı aklımda. Görüntüler silikleşti, sesler ve kokular kayboldu. İşte buna dayanamıyorum. Anladın mı?” Kızın gülümseyen suratı aniden ciddileşti. “Âşıklar köprüsünü hatırlıyor musun? Bana aşkını itiraf ettiğin köprüyü…” Kızın elini bıraktı oğlan: “Hayır, hatırlamıyorum. Aklıma sıradan bir köprü geliyor. Sana söylediğim sözler ise bu sayfadaki harfler kadar cansız şu an beynimde. O anın bütün ruhu kayboldu içimde.” Bir şeyler söylemeye çalıştı kız, onu avutmak istiyordu. Ama kelimeler çıkmıyordu ağzından, takılıyordu boğazında birbirine geçmiş kelimeler. “Seni unutmaktan korkuyorum. Bir gün sabah uyandığımda yüzünü unutmaktan…” “Beni unutamazsın, bak gözlerime!” Oğlanın kafasını tuttu ve kendi suratına yaklaştırdı. O kadar yakındı ki yüzleri, burunları birbirine değiyordu. “Görüyorsun değil mi yüzümü… değil mi? Unutabilir misin bu yüzü?” Konuşurken bir yandan da ağlıyordu. “Unutmak istemiyorum. Gözlerimi her kapattığımda aynı yüzü, senin yüzünü görmek istiyorum. Ama yapamıyorum…” Gözlerini kapattı ve bir süre bekledi. “Görebiliyor musun beni sevgilim?” Mavi Öyküler -

28


“Hayır, sadece sonsuz bir karanlık görüyorum. Beni içine çeken ve anılarımı silip süpüren…” “Her istediğinde beni görebilirsin, ondan dolayı unutman önemli değil. Gerekirse her gün yeniden aklına kazırsın yüzümü.” “Ya bir gün ayrılırsak, o zaman ne yapacağız?” “O zaman… o zaman… biz hiçbir zaman ayrılmayacağız.” “Sen de biliyorsun ki gün gelecek ayrılacağız. Bu da dünyanın bir kuralı, saçma sapan bir kuralı… Neden hiçbir kural insanları mutlu etmez. Kurallar acı çektirmek için mi koyulmuştur.” “Güven bana hiçbir zaman ayrılmayacağız.” Gözlerini kaçırıyordu, söylediklerinden kendisinin de emin olmadığı apaçık belliydi. “Kurallar, kurallar, kurallar… Zamanın sınırlılığı, anıların silinip gidişi, duyguların yok oluşu, hayatın sona ermesi… Ve her hikâyenin bitmesi…” İkisi de hüngür hüngür ağlıyordu. Sırt sırta vermişlerdi ve sıcak gözyaşlarıyla buzu ısıtıyorlardı. Ellerinden bir şey gelmiyordu. Kurallar evren kurulurken koyulmuştu ve binlerce yıldır kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu ve bu iki sevgilinin de gözünün yaşına bakmayacaktı. Ama başlarına ne gelirse yine o döktükleri acı dolu gözyaşlarından olacaktı. Farkında değillerdi ama üzerlerinde durdukları buz çok inceydi ve kırıldı kırılacaktı. Her dökülen gözyaşı damlasıyla birlikte daha da zayıflıyordu buz tabakası. Ve ikisinin son anları bir kaplumbağa yavaşlığıyla onlara yaklaşıyordu. Ama farkında değildiler. Ve kader anı geldi: İkisinin de gözyaşı incelmiş buza aynı anda değdiğinde buz o kadar acıya dayanamadı, çatırdadı ve aniden suya gömüldü. Tabii iki sevgiliyle birlikte… Dondurucu suya giren iki sevgili suyun içinde birbirine tutundu ve yukarı çıkmaya çalıştı. Ama oğlan bunu engelledi. Kız yukarıya doğru kulaç atarken oğlan onu suyun derinliklerine doğru çekti. Kız birkaç saniye oğlanın elinden kurtulmaya çalıştı, ama başaramayacağını anlayınca ona sarıldı ve onu dudağından öptü. Oğlanın yüzüne baktı. Oğlan günlerdir ilk kez gülümsüyordu… p

“ÖLÜ GİBİ” 29

- Mavi Öyküler


“Zavallı Kız” | Feridun Demir Zavallı kız… Daha çok gençmiş. Küçücük elleri var. Küçücük bir burnu ve küçücük göğüsleri… Bugüne dek binlerce değişik ölü bedeni yıkadım. Parçalanmış cesetler gördüm; erimiş, derisi kemiklerine yapışmış, daha yaşarken çürümüş ölüler yıkadım… Ama hiçbiri düşlerime girmedi. Umursamadım bile tek bir tanesini. Ama şimdi asil bir genç kız yüzü çıkmıyor hiç düşlerimden; başı bedeninden ayrılmış bir genç kız yüzü… Başını bedenine ben diktim. Sen de diğer cesetlerden farksızdın artık… Akrabaların bana nefretle bakıyordu. Sanki seni ben öldürmüştüm. Sanki başını bedeninden ben ayırmıştım… Hiçbir kadın âşık olmadı bugüne kadar bana. Hiçbir kadın bir ölü yıkayıcısının ellerinin saçlarını okşamasına dayanamadı. Asil bir genç kız ölüsüyle uyanıyorum oysa şimdi her sabah. Donuk ölü gözlerinle bana bakıyorsun ve saçlarını okşamama izin veriyorsun, korkmuyorsun benden, iğrenmiyorsun… Ürkek bir gülümseme donup kalmış dudaklarında… Terinin ıslatmasını ne kadar isterdim şu an beni. Oysa ölü bir serçeye dönüşmüş yüzün. Ha ha ha!.. Zoraki gülüyorum. Aslında içimden gülmek gelmiyor hiç. Ağlamak bana şu an daha yakın bir eylem kesinlikle. Gülmeme gıcık oluyorsun, öyle sanırım ki… Boş ver sen beni. Uyu hadi… Çay olunca uyandırırım ben seni. Başka bir kente gitmeli belki. Kadınların sutyenlerinin görünmediği bir kente… Gömmem gerekecek ama o zaman seni. Nasıl ayrılabilirim, bu gülümseyen asil yüzden… Belli bir süre önceydi. Gözlerim yaşarırdı acıkınca her seferinde… Gözlerimdeki damlaları gördüklerinde karnımı doyurma uğraşına kapılırlardı nedense… Avuçlarıma ekmek dilimleri, kekler, börekler sıkıştırırlardı. Teşekkür etmek hakkında herhangi bir fikrim, nezaketim yoktu o zamanlar. Sadece bazen, tebessüm ederdim; afiyet olunca… Evet, yüzündeki bu gülümseme için sana minnettarım… Sağ olasın!.. Ama bilmelisin, yeterli bir vaat oluşturamaz bu bizim için. Karnınızı doyurmuşsunuz, buna yorarız biz bunu ancak. Bak yine çenem düştü. Olur olmaz konuşuyorum yine. Umarım kırmamışımdır seni… Mavi Öyküler -

30


Sizin birkaç akrabanız geldi bugün, mezarlık ziyareti için… Bu çiçekleri getirdiler… Alın, sizin bunlar… Vazoya koyayım isterseniz… Nazire olsun diye demiyorum inanın; solgun yapraklar gibi yere düştüğümü hissettim gerçekten, onları mezarınızın başında dua ederken gördüğümde… Sigarayı bıraktım biliyorsunuz. Kahrettim kendime, bu manzara karşısında bir sigara bile içemedikten sonra… Ya evet haklısınız!.. Büyük duygular bunlar… Bunları sana niye anlatıyorum ki… Sen konuşmuyorsun diye sanırım. Ölüsün işte… Nasıl konuşacaksın. Hiç yani, benimki de laf… Dediğim gibi, uyu istersen… Ben çay olunca uyandırırım seni… Çok yorgun görünüyorsun. Ölü gibi… Sonra adamı buldum. Cinayet tutanağını okudu bana: “Saldırganın elleri balık kokuyordu… Saldırgan, ‘ırzına geçilmemiş kaç kadın kaldı sanki bu kente?’ dedi savunmak için kendini… Kadının atkısız ve eldivensiz cesedi suçlunun balkonunda bulundu, üşümüştü…” p

“ÖLÜM DE ANLAMAMIŞTI ONU” “Cenaze” | Burak Furkan Mermer Ölüm gerçek mi ya da gerçek ölüm mü? “Vah vah, daha çok gençti. Yazık oldu adamcağıza.” Giden tabutun arkasından söylenen pervasız laflardan biriydi bu da. Kendini dünya nimetleriyle kandırmış olanlar, bu sözlerle teselli buluyorlardı benliklerinde. Yoksa ruh, vücutlarının içinde acı çektiriyordu onlara. Hava sisli ve soğuktu. Ölen adamın yakınlarından biri, yanındakinin kulağına doğru eğildi; “Merhum da tam ölecek zamanı buldu. Bir yaz günü ölse olmaz mıydı? Donuyorum ya!” Önüne gelen herkese anlatarak, kişisel sorunlarını evrenselleştirmeye çalışan insanımsılardandı bu adam da. Yanındaki ise başıyla onayladı, anlamını bildiği ama sonuçlarını bilemeyeceği bu sözleri. Tabutu taşımaya ağır ağır devam ettiler. Herkes bir şey söylüyordu ölen adam hakkında, herkes başka bir şey düşünüyordu. Belki de adam hayattayken yüzüne söyleyemediklerini, adamın arkasından söyleyerek huzur buluyorlardı. “Bana borcu vardı, onu da ödemeden gitti.” Bir diğeri onayladı bunu: “Evet evet. Benden de biraz para almıştı geçenlerde. 31

- Mavi Öyküler


Artık karısı verir herhalde.” “Nereden verecek kardeşim? Merhum bir şey mi bıraktı onlara? İyi adamdı, ama çok savurgandı.” Merhumun eşi ve çocukları, en önden takip ediyorlardı tabutu. Zavallı kadın, yüzünü hafifçe örtmüş ağlamaya çalışıyordu. Adamın büyük oğlu, hiçbir şey olmamış gibi bir soru sordu annesine: “Anne, şimdi ne yapacağız? Babam da yok artık.” Anne, ağlanılmaya zorlanılmaktan kızarmış gözlerle baktı oğluna. “Şimdi yeri mi eşek sıpası! Ağlamıyorsan bile üzgünmüş gibi görün. Millet ne der sonra?” Belki de tüm cenazeyi özetliyordu bu cümle: ‘Millet ne der sonra?’ İnsanlar artık kendi hayatlarını başkalarına göre şekillendirmeye öyle alışmışlardı ki, mayası cıvık bir hamura dönüşmüşlerdi adeta. Aldıkları şekillerse manasızdı, saçmaydı. Oğlan, biraz çabaladı, ama ağlayamadı. Sonra da ne zaman çaresiz kalsa, söyleyecek lafı olmasa yaptığı şeyi yaptı, başını önüne eğip sustu. Belki de en doğrusu buydu zaten. Adamın küçük oğlu ise hiçbir şeyin farkında bile değildi. Elindeki oyuncak tabancasını etrafa doğrultuyor, gelecek için alıştırma yapıyordu. Bir de kızı vardı merhumun. Ama o, çok meşgul olduğundan gelememişti cenazeye. Sonunda geldiler mezarlığa. Hayatın son bulduğu yerde bitti yolları. Tabutu taşıyanlardan biri seslice yakındı. “Merhum da amma ağırmış be! Yemek yemekten başka bir iş yapmamış mı bu adam?” Merhumun diğer arkadaşı, sanki kendini çok ilgilendiriyormuş gibi karıştı söze; “Ne işi, bir işe mi yarıyordu ki? Çok çektirdi ailesine. Ama neyse, ölünün arkasından konuşmayalım şimdi.” Bu uyarıyla sustu diğerleri. Ölünün arkasından konuşmak kime ne zarar verirdi, hiçbiri bilmiyordu. Ama olmazdı işte, konuşulmazdı. Kalıplaşmış bilgilerle daralttıkları hayatlarından ne kadar zevk alıyorlardı acaba? Tabutu, açılan çukurun yanına bıraktılar. Hatta attılar, bir yükten kurtulmak istercesine fırlattılar. Sonra imam başladı duaya. Birazdan aynı fasıl gelecekti ekranlara. Herkes şüphesiz helal edecekti hakkını merhuma ve yine herkes bir şey söyleyecekti bu faslın ardından. Ama kimse ne yaptığını bilmeyecekti, kimse anlayamayacaktı. Fakat bunlardan hiçbiri olmadı. İmam duasını okurken, tabut kımıldanmaya başladı. Bir anda çığlıklar sardı tüm mezarlığı. Gelenlerden birçoğu bayılmış, bayılmayanlar ise donup kalmışlardı. Tabuttaki hareketlilik arttı ve en sonunda kapak yavaşça açıldı. Ölüm bile huzur verememişti zavallı adama. Ölümünde bile bir sahtelik vardı. Tabutun içinde, zorlanarak doğruldu. Adam Mavi Öyküler -

32


kırk-kırk beş yaşlarındaydı. Teni bembeyaz, gözleri ise simsiyahtı. Ama ruhu ne renkti, düşünceleri ne renkti kimse bilmiyordu, bilemezdi. Herkesin bildiği kendi önyargılarıydı, hep kendi düşünceleriyle şekillendirmişlerdi karşılarındakini. Adam ayağa kalkınca sendeledi. Kalp krizinden ölmüştü; vücudunda bir hasar yoktu yani. Sonra yerde bulduğu bir tahta parçasına dayanarak yürümeye başladı. Kim bilir, ölümünde huzur bulacağı bir yere gidiyordu belki de. Arkasından gelen çığlıkları duymuyor ya da duymak istemiyordu. Veya ölüm onun tüm duyularını köreltmişti, hissizleştirmişti adamı. Ölüm de anlamamıştı onu. Yavaş yavaş ilerledi, ta ki gözden kaybolana kadar. p

“ÇÜNKÜ YAZININ İÇİNDE ZAMAN YOK” “Kupadan Vazgeçmek” | Murat Gülsoy Yuvarlak bir masada oturuyorum. Üzerinde kalın bir çuha var. Oyun masalarında olan cinsten, yeşil. Sağına soluna işlenmiş simgeler: Maça, Sinek, Karo… Fakat kupa yok! Masanın çevresinde dönüp duruyorum önce. Sonra da aydınlanıveriyorum; kumarda kazanan aşkta kaybeder. Kupa, kalp aşkı simgelediğine göre… Oyunda kazanmak için aşktan vazgeçmeli insan; bunu anlatmaya çalışmış bu çuhayı üretenler, diyorum kendi kendime. Sonra da bu aklıma gelenleri not etmek için masanın başına oturup defterimi açıyorum. Yazmaya başlıyorum. Lacivert mürekkep var kalemimin içinde. Her zaman olduğu gibi. Bir yandan ‘kupadan vazgeçmek’ başlıklı notu alırken bir yandan da düşünüyorum: Neden siyah mürekkep kullanmıyorum? Cevap kendiliğinden geliyor: Siyah bir renk değildir, boşluk demektir. Siyahla yazılan harfler hiç yazılmamış demektir. Harfler boşluğa açılan birer gözetleme deliği olur eğer siyahla yazarsak… Bu düşüncelerimi de yazmalıyım diye karar veriyorum. O sırada başımı kaldırıp masanın ortasında duran güllere bakıyorum. Kurumuşlar! Dehşete kapılıyorum. Bu kadar çok zaman geçmiş olamaz diye mırıldanıyorum. Rüyada olduğumu fark etmiyorum ama gerçekliğin içinde tuhaf bir şeyler olduğunu hissediyorum. Zamanın bu kadar çabuk geçmesi içimi burkuyor. 33

- Mavi Öyküler


Birbirinin zıddı düşünceler geçiyor aklımdan: Yazarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum (Bu çok doğal, çünkü yazının içinde zaman yok). Böyle giderse, birazdan ben de yaşlanarak öleceğim (Bunda da garip bir şey yok, herkes yaşlanıyor). Fakat hiçbir şey yaşamamış olacağım; sadece bu masada oturmuş deftere bir şeyler karalamış olacağım (Olsun senden geriye bir şeyler kalacak). Ama asıl yazmak istediklerimi daha yazamadım ki; bir sayfa yazıyorum günler geçmiş oluyor (Bunu okurlar bilemez ki). Okurlar mı? Evet, birileri okumalı yazdıklarımı. Bu defteri görünür bir yere koymalıyım. Bu düşünceler içindeyken ortam kalabalıklaşıyor. Bir uğultu var çevremde. Kafamı kaldırdığımda upuzun bir masada oturduğumu görüyorum. Bir otel burası. Lokanta kısmındayız. Beyaz uzun masalar var. Ama üzerlerinde hiçbir şey yok. Bomboş. Yanımda babam oturuyor. Amcalarım var. Çoktan ölmüş olan amcalarım. Onları görünce şaşırıyorum. Hatta dehşete kapılıyorum. Babamın kulağına eğiliyorum: Bak baba, amcalarım gelmiş… Babam oralı olmuyor. Ama onlar ölmemiş miydi, diyorum kısık sesle. Babam gülümsüyor. Beni duyup duymadığından emin olamıyorum. Herkes neşeli. İçimden düşünüyorum: Babam ölü amcalarımı gördüğüne şaşırmadığına göre bu babamın rüyası olmalı, bu benim rüyam olamaz, benim rüyam olsa ben de şaşırmazdım, ölü olduklarını hatırlamazdım. Ardından bunları not etmeliyim diyerek elimi cebime atıyorum. Defterim yok. Kaybetmişim. O anda buna çok üzülüyorum. Çok. Elimdeki mavi mürekkep lekelerine bakarken duygulanıyorum, gözlerimden yaşlar akıyor. Eyvah, diyorum içimden, babam amcalarımın ölü olduğunu anlayacak, ağlamamalıyım. Oysa ben onlar için ağlamıyorum ki… Kendi rüyamı, rüyamda defterimi, defterime yazdıklarımı kaybettiğim için ağlıyorum. Keşke kupadan vazgeçmeseymişim. O yüzden uyanır uyanmaz sana bu satırları yazdım. Beni affedebilecek misin? p

“KİLİSENİN BAHÇESİNDE NAMAZ KILIYORDUM”

Mavi Öyküler -

34


“Film Seti Diyalogları” | Sibel Torunoğlu Artık ağzını kapatabilirsin. Benimle evlenir misin? Çocuklarımın annesi olmanı istiyorum. Benimkini de imzalar mısınız? Umarım bana kızmadın. Hayır! Zirvede her zaman yer vardır. Sakın bana sevgilim deme, aşağılık domuz, rolümü kesmişsin! Tekrar görüşmek üzere. Biri kameraları çalmış! Dinle, ben bir şey buldum! Filmini çekemem başka birini bul. Kontratın var. Tek yapman gereken biraz rahatlaman. Ne yapacağım? Malikânenden ayrılıp gelip benimle yaşayabilirsin. Kadın erkek ilişkisi sıktı, senin karakteri eşcinsel yapacağız. Akıllıca bir şey söyle. Köpekler siyah beyaz gördükleri için renkli televizyon seyredemezler. Çok tatlısın, beni deli ediyorsun. Tina, “deja vu”nun ne olduğunu filmde yansıtmamız gerekiyor. Merih başrol oyuncumuz ama “deja vu” onun hayatıyla sınırlı değil. Al, bu deja vu adındaki kâinat ağacının tohumu! Ay ölüm çocuk şimdi de burada mısın? Hoş geldin Merih. Hoş geldin Merih! Hoş bulduk çocuklar. Kediyi getirdim. Berk, bu gece de kedinin iğnesini sen yap. Merih sigara böreği ister misin? İyi olur valla yerim. Bu karı, bütün kanallardaki yarışma programlarını seyrediyor başka bir şikâyetim yok. Bu kızlar devamlı aynı elbiseleri giyiyor, kokmuştur artık. İyi dedin değiştiriyorum kanalı. Tamam. Aman tanrım şu kızın güzelliğine bak! Esmer kadınları çok severim. Yok ya, cinsel organları da karadır onların. Zenci kadınları sevmez misin sen? 35

- Mavi Öyküler


Hiç sevmem, benim bu konuda tuhaf bir ırkçılığım var. Bana dün gece yazdıklarını okusana. Emrin olur. Geçen gün kilisenin bahçesinde namaz kılıyordum, şikâyet etmişler. Polis beni aldı eve getirdi. Memurun adı Mikael’miş bir tane elma verdim gitti. El-ma elmamı elmayı git git gitti gidi gidi… p

“AMA BEN BOŞUM, ETKİSİZİM, HİSSİZİM, SİLİNİYORUM” “Bir Adam ve Bir Hayaletin Rastlaşması ve Kayıp Ceset” | James Hakan Dedeoğlu “P ardon, bana yardım edebilir misiniz?” “Tabii, elimden gelen bir şeyse yardımcı olurum. N’oldu?” “Birkaç saattir sokaklarda dolaşıyorum ama cesedimi bulamıyorum. Ve vakit geçtikçe, neden bilmiyorum, hafızam siliniyor. Herhangi bir şeyi hatırlamak için zorluyorum kendimi ama nafile. Burası neresi, nasıl öldüm, buraya nasıl geldim bilmiyorum. Tek bildiğim yoluma devam etmek için cesedimi bulmam gerektiğim.” “Hmmm… Her gün cesedini arayan bir hayaletle karşılaşmıyorum ve bu koca şehirde cesedin nerede olabilir hiçbir fikrim yok… Yani, yardımcı olmak isterim tabii ki, yanlış anlama ama hatırladığın bir şeyler varsa işimizi kolaylaştırır.” “Gözlerden uzak bir yerlerde olduğunu hissedebiliyorum. Martılar uçuyor üstünde cesedimin, seslerini duyabiliyorum.” “Biraz daha çabala.” “Bunun dışında tek hissettiğim şey ıslak beyazlık ve köpükler.” “Aklıma deniz kenarından başka bir yer gelmiyor. Oralara baktın mı?” “Deniz kenarına nasıl inileceğini bilmiyorum. İnsanlarla iletişim kurmaya çalıştım ama beni göremiyorlar. Şu ana kadar kendimi gösterebildiğim tek kişi sen oldun.” “Tuhaf bir baht desene. N’oldu ki sana? Öldürüldün mü yoksa?” “Bilmem, belki de; ama bunun bir önemi var mı ki? Senden sadece bedenimi bulmamda yardımcı olmanı istiyorum. İyi birine benziyorMavi Öyküler -

36


sun.” “Evet, evet iyi biriyimdir denebilir, en azından aksini iddia eden kimse çıkmadı bugüne dek. Neyse hadi arayalım cesedini. Çok genç gözüküyorsun, bu yaşta nasıl oldu da ölmeyi başardın? Kaç yaşındasın ki sen?” “Yirmi dört.” “Bu kadar genç ölmene çok üzüldüm. Ben senin yaşlarındayken sürekli, ölümle nerede ve nasıl tanışacağımı, ardımdan kaç kişinin ağıt yakacağını düşlerdim. Siyahlar giyinmiş güzel bayanların teşrifleriyle şenlenen bir merasim hayal ederdim. Sonra fotoğrafçıların verdiği eşantiyon 30’luk albümlere doldurulmuş fotoğraflardan bir bir nasıl silineceğimi düşünürdüm; ölümü merak ederdim ve doğrusu, ölümü isterdim. Ama artık merak etmiyorum ölümü ve cenazemin nasıl olacağını biliyorum.” “Anlatsana…” “Ailemin yıkılıp tekrar dikileceği gerçeği bir yana, orada bana hayran kadınlar olmayacak ve tanıdığım bir sürü insan defnimi gün içerisinde bir saat aralığına sıkıştırmaya çalışacak. Üzgün olduklarını söyleyip, kendi sıralarının ne zaman geleceğini düşünmeye yarım saat ayıracaklar. Bir süreliğine, bu insanların aklında tedirginlik ve acı ünlemi gibi imgeye sahip olacağım, sonra da silineceğim. Belki arada bir arabanın benzin kadranına bakarlarken anımsayacaklar beni; ama arkadan sollamak için yaklaşan araba unutturacak yine beni. Umarım senin için böyle olmaz.” “Umarım. Fakat bunu asla bilemeyeceğim. Çünkü ne ailemi, ne de kim olduğumu hatırlayamıyorum. Birkaç saat önce kaldırımda gözümü açtığımda biliyordum ve anımsıyordum her şeyi, ama şimdi fiziki hayatıma dair tüm belirtiler silinirken yeni bir berraklık alıyor yerini. Biliyor musun? Bu yaşta ben de ölmek istemezdim ama bunu umursayamıyorum şimdi. Hayalet olduğumu ilk fark ettiğimde, içimi kudretli bir acı ve çığlık kapladı. Kendimi duvarlardan duvarlara vurdum, hiçbir şekilde bana o esnada hâkim olan acıyı ve kederi bastıramıyordum; ama şimdi eser kalmadı ondan. O acı çeken ben miydim, ondan bile emin değilim. Ne için acı çektiğimi dahi bilmiyorum. Ve şimdi ölümüm için kederlenmiyorum. Buraya tek bir aidatım kaldı, o da bedenim… Onu bulduktan sonra hiçbir ağırlığımın kalmayacağını hissedebiliyorum.” “Eminim öyledir. Yine de böyle bir olayı daha önce ne yaşadım ne de 37

- Mavi Öyküler


duydum. İlahi sistemde bir yerlerde aksilik oldu herhalde ve piyango da sana vurdu ki hâlâ aramızdasın. Gel şu taraftan gidelim.” “Az önce ilahi sistem dedin. Bu işin sonunda vardığın yerin ya da biçimlendiğin şeklin, ilahi bir yanı olduğunu sanmıyorum. Ona kutsal, ilahi ya da bunun gibi bir sıfatlandırma yerleştirmek, var olanın çok ufak bir parçasını yansıtıyor. Çünkü gitmekte olduğum yer büyük olduğu kadar ufak, ulu olduğu kadar adi ve ilahi olduğu kadar da şeytani olduğunu sezebiliyorum. Benimse bunun karşısında hissettiğim, algısal simetrilerden arınmış bir sadelik.” “Tamam, tamam. Kendi cenazem ile ilgili belki dört dörtlük hayallerim olmayabilir ama en azından öteye vardığımda kendimi hoş bir diyara emanet edeceğime inanmak içimi rahatlatıyor. Bu yüzden her şey nötr, her şey! Hiçlik boşluk vaazlarını bırak ve feylesofluk yapma, inan buna hiç ihtiyacım yok. İzin ver istediğim gibi düşleyeyim oranın nasıl bir yer olduğunu.” “Korkman doğal. Çünkü insan, hayatı boyunca hayallerini kurduğu ve gerçekleşmesine bu dünyada tanıklık edemediği masalların gerçekleşebileceği, soluduğu gerçekliğin kırılabileceği tek yerin ölüm olduğuna bel bağlamış durumda. Ama tüm bunları öğrenmenin tek yolu var ve bu kimsenin yüzleşmeyi göze alabileceği bir yol değil. İnsan titreyerek ve ödü patlayarak ama bir yandan umut ederek bekliyor ölümü; ama onu asıl bekleyen dehşet, öldüğü zaman karşılaşacaklarından memnun kalmaması olacak. Hayatın boyunca bu anı bekliyorsun ama prizi taktığında seni karşılayan tek şey karlı bir ekrandan başka bir şey değil; tüm kanallar kapatılmış, stüdyolar boşaltılmış, en sevilen talk-show’cular işsiz kalmış ve değiştirecek hiçbir kanalın olmadan elinde kumandayla oturuyorsun. İşte bunla karşılaşmaktan tırsıyor insan öte tarafta ve bu yüzden efsaneler ve ilahilerle süslüyor ölümü…” “Bir hayalet için sağlam çenen varmış! Senin bunları düşünmek yerine ölmüş olmana üzülüyor olman gerekmez mi?” “Hatırlamadığım bir hayat için niye üzüleyim? Sadece kendimi eksik, tamamlanmamış hissediyorum ve…” “Cesedin… Tamam, merak etme bulacağız onu. Peki, Tanrı var mı o tarafta? Hissedebiliyor musun onu?” “Ben de sana bunu soracaktım… O tarafta var mı Tanrı? Tanrı senin hayatında mı?” “Spilliaert’in bir çalışmasını hatırlıyorum. Aylinin altında ürkünç bir Mavi Öyküler -

38


karanlıkla dalgaları buyur eden bir kumsalı betimliyor. O resmi ilk gördüğümde tanrının orda, o kumsalda bir yerlerde yaşadığına inanmıştım. Tanrı’yı oraya Spilliaert koymuştu ve Tanrı onun hayatında vardı. Ama ben o kumsala hiç gitmedim ve Tanrı benim hayatıma hiç girmedi ya da ben fark edemedim. Her iki durumda da değişen bir şey yok….” “Deniz kenarına daha ne kadar yolumuz var?” “Az, beş dakika kadar. Neyi merak ettim biliyor musun?” “Hayır.” “Hiç, bir kızla yattın mı sen? Ben ilk kez senin yaşındayken birlikte olmuştum bir kızla, çok merak ettim o yüzden. Ah, hatırlamıyorsun ama değil mi! Pardon! Bunu anlatmam güç olacak ama anlatmam gerektiğini hissediyorum nedense, zaten bir hayaletten başka kime daha iyi günah çıkarılabilir ki? Neyse, senin yaşındaydım ve bir süredir görüştüğüm bir kız vardı. Ona âşık falan değildim ama birlikte olmak için her şeyi vermeye hazırdım. Sonunda, uzun uğraşlar sonunda onu eve çağırmayı başardım. O kadar heyecanlıydım ki, kız gelmeden evin her tarafını cifle temizlediğimi bile hatırlıyorum. Kısa keseyim. Sonuçta yatağa girdik ve sevişmeye başladık; sert gözükmeye çalışıyordum, bu şekilde onu kendime hayran bırakacağımı düşünmüştüm. Sevişirken saçlarını çekiyor, arada bir ısırıyor canını acıtmaya çalışıyordum. Kızın korktuğunu fark etmiştim ama sert davranmaya devam ettim. Kız ağlamaya başladı ama durmadım. Çok gençtim ve aklımdan geçen tek şey onu becermek ve kendimi ispat etmekti. Sanki odada bir idam mangası vardı ve başarısız olursam darağacına asılacaktım. Gözyaşlarına ve çektiği acıya aldırış etmeden işimi bitirine kadar devam ettim. İşin en acı tarafı, ölüm mangasını atlattığım için gururluydum, bir erkektim, sik kafalı bir erkek… Aslında onlar cezamı verip gitmişlerdi. Bir hafta sonra onun artık 24’lük bir hayalet olduğu haberi ulaştı okula. Bileklerini altı yerden kesmesini haklı gösterecek bir not da bırakmamıştı. Duyduğum korkudan ve dehşetten üzülüp üzülmediğimi bile hatırlamıyorum; kimseye bir şey söylemedim. Polisler beni sorguya çağırdığında “Mutlu biriydi, aramız da iyiydi. Asla unutamayacağım akik gözleri vardı” dedim ve sadece o zaman ağladım onun için. Şimdi seni görüyorum, her şeyi unutmuşsun ve onun da benim çirkinliğimi unutmuş olabileceğini umut edebiliyorum. Onu aklımdan çıkaramıyorum, on beş yıldır her sabah onun sesiyle açıyorum gözlerimi; ama en azından birimizin olanları unutmuş olabileceği39

- Mavi Öyküler


ni düşünmek rahatlattı beni.” “Şu tarafa doğru gidelim! Hissedebiliyorum onu, çok uzağında değiliz!” “Sana bakıyorum da, çok genç ve o kadar güzel görünüyorsun ki, ölmüş olmana inanamıyorum, bu… Bu çok üzücü. Kim, ya da ne yaptı bunu sana? Eğer bunu sana birileri yaptıysa, mutlaka hesabını sormalısın! Sen bir hayaletsin ve buna hakkın var! Öyle değil mi! Bir ejdere dönüşüp evlerini basabilir, duvarlardan kapılardan geçip hayatlarını zindan edebilir, arzın fersahlarından lanetli ruhları çağırıp üstlerine salabilirsin ve kendi hayalet öcünü alabilirsin… En azından benim burada durup ecdatlarına sövmemden daha iyi bir şeyler yapabileceğin ortada. Çünkü görünen o ki dostum, sen bir hayaletsin!” “Evet, ben bir hayaletim ama neden öldüğümü bilmiyorum; ayrıca öldürülmüş olsam bile bunu kimin ne için yapmış olduğu çok da umurumda değil. Yani çok istekliysen polise haber verirsin, onlar da işin icabına bakar. Ama senin aksine dünyanın döndüğünü hissedebiliyorum, bir saniye bile olsun yerinde durmuyor ve ben de duramam. Bedenimi görüp buradan gideceğim.” “İyi de yaşadığın hayatı hatırlamıyorsun bile… Sana bulunduğun yerde daha mutlu olduğunun garantisini veren ne?” “Çünkü insanı daha iyi anlayabiliyorum şimdi ve mutlu olup olmamam yaşamış olduğum hayatla ilgili değil. İnsanoğlunun ihanet ettiği kaynağı görebiliyorum şimdi ve ihanetinin büyüklüğünü de. O kaynak yoğun bir trafik gibi etrafımda ışıklar saçarak dönüyor. Ama insan o kaynaktan korkuyor ve eninde sonunda ona döneceğini bile bile onu yok etmeye çalışıyor.” “Off, boş ver insanı. Ben hiç günümde değilim bunları konuşmak için.” “Peki. O zaman sana belleğimde, hayatımdan geriye gelen tek bir anı kırıntısını anlatmama izin ver. Anı demek güç aslında çünkü isimlendiremiyorum. Elimde bir gofretle camın önünde oturuyorum, damlaların bıraktığı minyatür nehirleri izliyorum; annem beni dışarı çıkarmadığı için buruğum ve yağmurun kendimi iyi hissettirmesini umut ediyorum. Daha ufak bir çocuğum, beş yaşında, belki de altı, ne fark eder? Ve bir süre sonra umudum gerçek oluyor; yağmur üzüntümü söküp alıyor, kendimi harika hissediyorum, ufak parmaklarımı camda gezdiriyorum, bir yandan da gofretimi afiyetle yemeye devam ediyorum. Kendi zamanımı örüyorum çevreme, dışarıda yağmur göletleriMavi Öyküler -

40


nin içinde zıplayan çocuklara bakıyorum; ama artık aralarında olmadığım için mutsuz değilim. Hatırlayabildiğim kadar kalıyorum camın önünde. Neler düşünüyorum bilmiyorum ama henüz istenilen kalıplarda şekillenmemiş cümleler akıp gidiyor zihnimde. Arkamdan babamın “Bu çocuğun nesi var, saatlerdir camın önünde oturuyor” dediğini duyuyorum ama yüzü bulanık. Tekin bir huzur var içimde, bunu anlamasam da hissedebiliyorum. Hayatımdan geriye kalan tek kırıntı bu. Tuhaf değil mi sence de?” “Senin durumunda hiçbir şey tuhaf gelmiyor bana. Acaba, ben hangi anımı muhafaza ediyor olurdum? Düşünüyorum da buna değer bir anı var mı ki? Şimdi aklıma gelmiyor ama eminim öldükten sonra hepsine can havliyle sarılırdım. Ama her iş dönüşünde görmekten fevkalade sıkıldığım, mutfak ışığıyla aydınlanan salonun sokaktan gözüken iç sıkıcı görüntüsünü ve hecelere ayırıp havaya uçurmak için kendimi zor tuttuğum isimleri hatırlamak istemiyorum. Bunların sözünü verirsen yanına gelmeye razıyım!” “İşte bu yarını, bir sonra ki adımı, bir sonraki hamleyi garantileme dürtüsü bahsettiğim. Tüm insanlarda olduğu gibi sende de var. Bende de vardı muhtemelen ama işte buradayım. Bir hayaletim, bir ölüyüm.” “Birkaç yıl önce tanıştığım bir adam vardı. Hayatını ölülerle iletişim kurmaya adamıştı, onu anımsattın bana şimdi. Paralel evrenden sesler kaydettiğine inandığı, birçok kişiye de inandırdığı, şu babaannelerin evlerinde kalan dolaplı radyoları andıran bir cihazı vardı. Bu konuya adanmış odalar ve kutular dolusu kitapları, evini bir tetris oyunu gibi doldurmuştu. Ne zaman karşılaşsak ya da aynı masada bulunsak, bitmek bilmeyen araştırmalarından ve herkesin kanını dondurmayı başaran ürkünç deneyimlerinden bahsederdi. Birkaç kez televizyonlardaki şu tartışma programlarına bile katılmıştı. Birini izlemiştim; sunucunun ve konukların alaycı bakışları arasında, ölü babasından nasıl yemek tariflerini aldığını anlatmıştı. Manyak herif… Ona, bir keresinde neden ruhlar ve hayaletlerle uğraşıp durduğunu ve onları rahat bırakmadığını sorduğumda “Birilerinin de onlarla ilgilenmesi gerek, onların da alakaya ve arkadaşlığa ihtiyacı var” demişti. Her ne kadar dediklerine bir nebze bile olsa inanmasam da, cevabı mantıklı gelmişti. Ama şimdi dediğini düşününce, galiba o da sadece öte taraftaki yerini garantilemeye çalışıyordu; öte tarafta da hayatın devam ettiğinden emin olmak istiyordu. İki yıl önce karısını kanserden kaybettikten iki ay sonra, onu apartmanının önünde o radyoya benzeyen cihazını çöpe atarken gör41

- Mavi Öyküler


düm. Duyduğuma göre karısı öldükten sonra ölümden korkar olmuş. Seni onunla tanıştırmak isterdim, eminim kendini çok iyi hissederdi. Ama vaktimiz yok…” “İsterdim, ne kadar yardımcı olabilirdim bilmiyorum fakat… İyice yakınlaştığımızı hissediyorum, şuradan gidelim. Şu ilerideki kayalıklara doğru.” “Artık güzel bir ölümün kalmamış olması ne kadar acı değil mi? Cesedini, ya viagradan şişmiş penisin elinde ya da arabanın bagajıyla direksiyonu arasında sıkışmış buluyorlar ve “İşte böyle acı içinde öldü bu zavallı” diyerek herkesin takdir etmesi için fotoğrafını basıyorlar. Ve teşhir ediliyorsun ve insanlar izliyor ve izlerken yemek yiyorlar ve çocuklarının başını okşuyorlar ve bir zamanlar bunlara üzülen varlıklar olduklarını unutuyorlar. Ben böyle ölmek istemiyorum! Bir şansımın daha olacağını bilmek istiyorum. Neleri değiştirebilirdim, buna gücüm yeter miydi? Böyle bir şansım varsa bile, işimi şansa bırakmak istemezdim açıkçası. Rüşvet kabul ederler miydi dersin? Biliyor musun, Porto Rico’nun bir plajında, her sabah kendini dalgalara bırakan münzevi bir sörfçü olmak için her şeyimi verirdim. Rüzgâr estiğinde lanet bir servi ağacı gibi hışırdamayan palmiyelerin gölgesinde bir barakada, mulatto’larla, melezlere orada böyle diyorlar, yatıp kalkan piçin teki olduğumu düşleyebiliyorum. Ve ne radyom var, ne de televizyonum. Sadece oraya uğrayan turistlerden edindiğim, yeni ya da eski albümlerinden haberdar olmadığım grupların kopya albümlerini dinlediğim eski bir disc-man’im… Ve postacı kapıma faturalar yerine, önceki yaz yattığım turistlerden gelen mektupları bırakıyor. Evet, bunu isterdim. Sen?” “Senin için gerçek olmasını isterim doğrusu, ama ben boşum, etkisizim, hissizim, siliniyorum ve işlediğim günahları, sevapları hatırlamadığımdan bir kaygım yok. Bedenimin taşımakla yükümlü olduğu ağırlıklardan arındım, masum bir bebeğe ve cani bir katile aynı mesafedeyim; ne uzak ne de yakın. Bedenimde su yok, gözyaşı da… Keder ve pişmanlık akıp gitti. Kesilecek hesaplar, ödenecek bedeller ve bitirilecek işler yok. İşte burası dur! Bedenim burada bir yerde!” “Buna hazır mısın? Gerçekten de görmek istiyor musun? Ya parçalanmışsa, ne kadar hissiz olsan da böyle bir şeyi göğüsleyebilir misin?” “Onu bulmadan buradan gidemeyeceğimi biliyorum ve bir an önce gitmek istiyorum!” “Peki, sen burada bekle. Ben inip şu kayaların oraya bir bakayım.” Mavi Öyküler -

42


“N’oldu? Orada değil mi? Niye ağlıyorsun?” “Burada… Burada bir ceset var ama senin değil. Genç bir kız cesedi… Boğulmuş olmalı! Tanrım neden… neden ölmüş bu? Senin cesedin niye burada değil! Neler oluyor! Hani buradaydı senin cesedin! Bu kız kim!” “Buralarda olmalı… Eminim!” “Bu kız kim peki? Söylesene! “Bilmiyorum, hiçbir şey hatırlamıyorum ki…” “İşte buldum! Bu tarafta gel çabuk! Tanrım sen de boğulmuş olmalısın. Ne de masum gözüküyorsun. N’oldu acaba ikinize de, neden cesetleriniz burada, yan yana? Neredesin? Cevap versene! Hey, nereye kayboldun!” “İyi akşamlar… Bir bayan cesedi arıyordum, acaba rastladınız mı?” “Evet… Evet, az ilerde şurada… Ama… Affedersiniz hanımefendi siz kimsiniz?” “Akşam eve dönerken bir hayalete rastladım; genç bir kızın hayaletiydi, cesedini bulmamda yardımcı olmamı istedi. Buraya kadar geldik ama sonra kayboldu.” “Anlıyorum… O halde… İyi geceler.” “İyi geceler.” p

“NEREYE SINIR KONULURSA, SINIR ORASI OLUR” “Zaman Treninde Kötü Bir Taklitçi / Kendini Murat Gülsoy Sanan Adam” | Ziya Alpay Sayın Murat Gülsoy, İlk olarak burada okuyacağınız sizin hakkınızdaki bir yığın saçmalıktan dolayı özür diledikten sonra şunu söylemek istiyorum. Yazımın başlığı size bir hikâyenizin başlığını çağrıştıracaktır. Ben de zaten sırf bu amaçla böyle bir başlık koyarak yazmak istedim. (Bundan dolayı bu mektubumu bir hikâye olarak algılamamalısınız. Her ne kadar sizin hikâyenize çok benziyor olsa da) Bunun nedenini okuduktan sonra net 43

- Mavi Öyküler


bir şekilde anlayacaksınız. Burada yazdıklarım belki sizin canınızı sıkabilir, belki de hiç ilginizi çekmez veya görmezlikten gelirsiniz. Ama her ne olursa olsun size karşı olan beğeni ve saygımdan dolayı mazur görüleceğimi umuyorum. Anlatacağım olaylardan ziyade, alıntı yaparak aktaracağım. Kaldığımız hapishanedeki tek dostumun, günlüğünde tuttuğu sizinle ilgili olan notlarını okumanız gerektiğini düşündüm. İsterseniz daha fazla zamanınızı almadan konuya geçeyim. İlk tanıştığımız sıralarda, onun edebiyatla ilgilendiğini hiç bilmiyordum. Bir ara, yattığı ranzanın altından geniş dikdörtgen bir kutuyu çıkarıp açtığında, içerisinin kitaplarla dolu olduğunu görünce, onunla arkadaşlık kurmak istedim. Sessiz, içedönük kişiliğini kırmam çok zor olmadı doğrusu. Yanına gidip, ondan okumak için bir kitap istediğimde, beni coşkuyla karşıladı. Gün boyunca doğru dürüst bir şey konuşmayan bu arkadaşım (İsmini vermek istemiyorum, umarım anlayışla karşılarsınız) benimle saatlerce konuşarak kitaplar ve yazarları hakkında bilgiler verdi. Ben de, okuduğum kitaplardan bahsedince aramızda bir yakınlaşma başladı. O günden sonra, artık birbirimizle sık sık görüşüyor, zaman zaman edebiyat ve yazarlar hakkında konuşuyor, birbirimizden çok şey öğreniyorduk. Bu sohbetlerde ikimizin görüşlerinin kesiştiği birkaç ortak nokta vardı ki, ilginç olduğunu düşündüğüm ikisini söylemeden geçemeyeceğim: İlki hiçbir kadının asla gerçekten yazar olamayacağı, diğeri de Kafka’ya neden bu kadar önem verildiğine hiçbir anlam veremememizdi. Bize göre o çok duygusal bir salaktan, biraz sevgi koparmak için bir kadına yamanmaya çalışan bir dalkavuktan (Bunu Millena’ya yazdıklarından çıkarmıştık), akıl dışı olayları mantıklı göstermeye çalışan yalnız bir hayalperestten başka bir şey değildi. Neyse ki gerçekleri geç de olsa görebilmişti. İşte böylesi konuları, özellikle geceleri konuşmayı çok severdik. Off Allahım! Ne günlerdi. Koridorlarda boş boş gezen uykulu ve buruşuk suratlı gardiyanların haricinde herkes yattığında, aklımıza gelen bir sürü kaçış planları ile birlikte Dostoyevski’nin “Yer Altından Notlar”ı, Soljenitsin’in “İvan Denisoviç’in Bir Günü” ve benzeri şekilde mekânın hapishane olduğu eserler üzerine fısıltılarla konuştuğumuz geceler… Kimlerden geldiğini tespit edemediğimiz horultuların yanı Mavi Öyküler -

44


sıra, insan kaynaklı onlarca kokunun içinde, dilimizden döküldüğü anda değerini yitiren fikirlerimiz… Ve bizi dinlediğini hiç belli etmemeye çalışan, etrafımızı boydan boya kuşatan soğuk, gri duvarlar… Burada biraz konunun dışına çıkıp, onun kurduğu bir kaçış planını anlatacağım. Çoğu gece yaptığımız gibi yine bir kaçış planı hazırlıyorduk. Bana çok iyi bir planı olduğunu söyledi ve anlatmaya başladı: “Dostum, daha önceleri kurduğumuz kaçış planlarının mantıksızlığından anlıyorum ki buradan çıkmanın tek yolu ölmektir; gardiyanla anlaşıp, ilk ölen mahkûmun cesedinin yerine geçeceğim. Gömüldükten sonra akşam olduğunda gardiyan gelip mezarı kazacak ve ben artık serbest olacağım.” “Bu işi yapacak gardiyanı nasıl bulacaksın? Hadi buldun diyelim. Ya gardiyanın başına bir iş gelirse ya da daha kötüsü, seni kurtarmaya gelmezse? O zaman ne olacak?” dedim.” “O zaman, mezarın içinde ölürüm. Yazılan neyse o gelir başa. Değiştirmenin imkânı yok. Ne kadar değişse de hep aynı kalacak. Hem ne fark eder, zaten eninde sonunda ölmeyecek miyiz?” Konuşmanın akışı felsefi konulara doğru yöneldiğinde iyice uykum gelmişti. O gece yatağımın içinde dört dönerken, tabutun içinde olduğumu hayal ettim. Kapalı alan fobisi vardı bende. Hayatta böyle bir planı uygulamaya kalkışamazdım herhalde. Sanırım söyledikleri bu yüzden aklımda kalmıştı. Eminim bu kaçış planı size hiç yabancı gelmeyecektir. Neyse nerede kalmıştık? Dört beş hafta önceydi sanırım. (Sanırım diyorum, çünkü burada günler genellikle tekdüze geçtiği için, çıkış günlerini hesaplayanların köşe bucağa koydukları takvimlerin üzerindeki rakamların ve harflerin değişiminden öte, zamansal bir karışıklık yaşanabiliyor) Hapishanenin küçük ve sararmış kitaplarla dolu kütüphanesinde, birkaç kitapla masaya oturmuş vakit geçirmeye çalışıyorduk. O, zaman zaman yanında getirdiği siyah kaplı defterine bir şeyler yazıyordu. Bu esnada yüzünün donukluğundan belli olan bir keyifsizlik, daha doğrusu bir huzursuzluk içinde olduğu anlaşılıyordu. Havadaki kasveti dağıtmak için espriler yapmaya çalıştım. Fakat o hiç dinlemiyordu. Önce başını sağa sola birkaç defa salladı ve gözlerini köhne raflardaki kitaplara dikerek: “Aslında onların yaptığı nedir biliyor musun?” dedi. “Senin benim gibi insanların ruh yapısına uygun olarak, yaşanması muhtemel olan 45

- Mavi Öyküler


olayları ve durumları yazarlar. Fakat kendileri bunları bir hayal olarak zihinlerinde kurgularken, biz gerçekte bir benzerini yaşarız. Ve biz kendi hayatımızın mümkün olabilecek bir sürümünü zevk duyarak okurken, onlar da rahat koltuklarında yeni eserlerinin tasarılarını yaparlar. Biliyorsun değil mi? Onları bizden ayıran tek şey, onların kendi çemberlerini aşmış olmalarıdır. Bizse bir kısır döngü içinde dönüp durmaya mahkûmuz; aynı zamanda bu hapishaneye de mahkûm. Ne kadar kötü değil mi?” Evet, bu kısmen doğru olabilirdi. Fakat çok dar bir yargı olduğu da son derece aşikârdı. Belki de düpedüz saçmalıyordu. Tereddüt içinde kaldığım için, susmayı tercih ettim. Bana kalırsa insanların kişilik denen kabukları kırıldığında, içlerinden sızacak olan şeyin, birbirinin kabaca bir kopyası, taklidi olduğunu anlatsam, herkesteki “BEN”in birbirinin “BEN”zeri olduğunu söylesem, bana ne kadar inanırdı? Suskun durmama bozulmuş olacaktı ki, yumruklarını sıktı ve kütüphaneden hızlı adımlarla yürüyerek çıkıp gitti. O sıralarda bu hallerini pek garip bulmuyordum; çünkü bazen durduk yere bir şeylere canını sıkar, yalnız kalmak isterdi. Aynı zamanda, onun gerçekte böyle düşünmediğini de biliyordum. Karamsarlığa düştüğü anlarda, işlemiş olduğu sanılan suçun, (Size, şimdiye kadar onun ne yüzden hapse düştüğünü hiç anlatmadım. Beni maruz görün. O, bir yayınevinde çalışırken uğradığı korkunç bir iftira yüzünden suçlu bulunmuş. Güya, dizgi esnasında yayıma hazırlanan bütün kitapların yazarlarının ismini değiştirerek kendi ismini yazmış. Bunun bir komplo olduğunu, arkadaşlarından birinin şaka yapmak istemiş olabileceğini söylediyse de kimseyi inandıramamış. Nihayetinde verilen para cezasını da ödeyemeyince buraya getirilmiş) kendisinde bıraktığı bir nevi sinir bozukluğu yüzünden, bazen her şeye, en sevdiklerine bile umarsızca saldırdığını gözlemliyordum. Neyse şimdi tekrar konumuza dönelim. Son zamanlarda, sürekli sizin kitaplarınızı okurken görüyordum onu. Söylediğine göre bir yıl öncesinde sizi keşfetmiş; hikâyelerinizde adeta kendini bulmuş. Bununla birlikte, ara sıra ortaya çıkan öfkeli tavırları durulmuş ve yerini bir göl sakinliği almıştı. Hatta aşağıdaki televizyon odasında futbol karşılaşması izleyenlere kızıp, şikâyet bile etmiyordu. Onun, bu durumundan sıkılmaya başlamıştım. Ama sonrasında şaşırtıcı bir hırs ve arzuyla, karşılaştığı, kendi deyimiyle gömMavi Öyküler -

46


leğinde mürekkep lekesi olan herkese, sizin hikâyelerinizi gösterip okutarak (Gerçi okumak istemeyenler de oluyordu, ama onun şiddetli ısrarına karşı dayanamayıp pes ediyorlardı) kendisinin Murat Gülsoy olduğunu söylemeye başladı. Birkaç gün öncesinde de yazdığı birkaç hikâyeyi bana okuttuktan sonra: “Bak, görüyor musun?” dedi. “Onun hikâyeleri benimkilerin biraz daha iyi kurgulanmış, akıcılaştırılmış ve genişletilmiş bir şekli. Şöyle de düşünebilirsin, bu okudukların diğerlerinin gelişmemiş, henüz büyümemiş bir hali. Yani benim ileride ulaşacağım sanatsal yapıtlarımı, o şimdi yazıyor. Buradan da şöyle bir sonuç çıkıyor: Farklı zamanları yaşayan aynı kişileriz aslında. Zamanı bir tren olarak düşün. O benden birkaç vagon öndeki kompartımanda oturuyor. Hepsi bu.” Doğrusu, bu söyledikleri beni düşündürmeye başladı. Böylece, sizin hikâyelerinizle onunkileri karşılaştırma işine giriştim. Sizin anlatımınızı yakalayabilmek için çok çaba sarf ettiği görünüyordu. Fakat sözünü ettiği benzetmeden yola çıkarak, onun treninin farklı olduğunu ve karşılaşılan ilk makasta sizden ayrıldığını söylediğimde, yüzüme bir tuhaf bakarak: “Hadi oradan!” dedi. “Senin gibi istasyonda bekleyip duran birisi ne anlar makastan falan. Hem, o senin bekleyip durduğun eski istasyondan yıllardır tren geçmiyor. Farkında değilsin, ama güzergâh çoktan değişti. Etrafına iyice bir bak Allah aşkına! Kimseyi görebiliyor musun?” Ben de cevap olarak: “Senin bindiğin tren ise çoktan raydan çıkmış; uçuruma doğru hızla yol aldığının farkında bile değilsin.” dedim. Bana karşı iyiden iyiye öfkelenmeye başladığını görünce, konuyu zorlukla değiştirerek bir tartışmanın doğmasına engel oldum. Eninde sonunda haksız çıkacaktım nasılsa. Konuşmadan sonraki bütün zamanımızı birlikte geçirip odalarımıza ayrıldık. Fakat akşam yemeğine gelmeyince merak ettim. Gerçi zaman zaman gelmediği olurdu; nedense bu sefer içimde bir sıkıntı vardı. Yemekten sonra yukarı çıkıp koğuşa girdiğimde, onu göremedim. Ranzasının üzerinde sadece defteri duruyordu. İlerleyen saatler boyunca hapishanenin dört bir yanında onu aradığımı ve hiçbir yerde bulamadığımı söylememe gerek var mı? Kaçmıştı işte. Ona dair elimde kalan tek şey olan ve sonradan günlüğü olduğunu anladığım, ayrıca içinde 47

- Mavi Öyküler


onun tarafından yazılan çok sayıda hikâyenin bulunduğu defterin kapağını açtığımda sadece şu sözler yazıyordu: “Dostum, bu satırları okuduğunda ben çoktan gitmiş olacağım.” Aptalca bir intihar mektubunun başlangıç cümlelerine benzeyen satırların devamını getirmemişti. Biliyorum, her zaman gizemi çok severdi. Belki de günlüğünde yazdıklarını okuyup, nereye gitmiş olabileceğini bulmamı istiyordu. Benimse aklıma ilk siz geldiniz. Şimdi aşağıda sizinle ilgili olan bölümleri aktarıyorum: 7 Ekim 2002 Her şey bir kaç yıl öncesinde başladı ve etkileri halen devam ediyor. Bahar bütün güzelliğiyle kendini gösterdiği halde, ben ısrarla kendimi insanlara göstermekten kaçınarak, vaktimin çoğunu bilgisayarın karşısında geçiriyordum. İnternet sitelerinin mümkün mertebe sisli ve karanlık sokaklarını geziyor, karşıma çıkan değişik veya ilginç bulduğum bir şey olursa bir kopyasını çıktı olarak alıyordum. İşte bu sıralarda o hikâyelerle karşılaştım. Önceleri hiç şüphelenmedim. Sadece kendi kendime diyordum ki: Ben de bir gün hikâye falan yazacak olsam aynen böyle yazardım herhalde. Sonraları ben de yazmaya başlayınca, hikâyeleri birbirleri ile mukayese etme olanağına kavuştum. Ben giderek daha iyi yazarken, aradaki benzerliğin gittikçe arttığını dehşetle gördüm. İçimden bir his, sürekli onların da aslında bana ait olduğunu söylüyordu. Başlangıç olarak fena olmadı. Fakat devamını nasıl yazacağım… Kalemle yazı yazmak da, doğrusu klavye ile yazmaktan daha zor. Ama alışırım herhalde. Hem eskiden bilgisayar mı vardı ki! Teknoloji gelişti ve her şey gittikçe daha yapay bir hale dönüştü. Neyse devam edebilmek için yeni bir şeyler bulmam lazım. Yarın onunla daha uzun zaman geçireyim bari. Belki bana yardımcı olabilir. 14 Kasım 2002 Bu nasıl olur hiç anlamıyorum. Kesinlikle onu engellemem gerekli. Fakat buradan çıkmak için öyle zekice bir kurgu yapmalıyım ki. 20 Kasım 2002 Mavi Öyküler -

48


“Korkuyu Beklerken” gerçekten ilginç bir hikâye. Keşke benim de yanımda birkaç şişe şarap olsaydı. Belki de bu hikâyedeki gibi bir mektup yazıp gönderebilirim. Evet, şu andan itibaren radikal bir dinci ve hatta gizli mezhep mensubu birisiyim. UBOR METENGA. Sayın Murat Gülsoy, Bu bir uyarı mektubudur. Bir daha hikâye yazıp yayımlamamanız için uyarıyorum sizi. Neden, diye soracak olursanız. Size kısaca açıklamama izin verin. Şöyle ki: Hikâyelerinizin çoğunda bir dinsizlik politikası gizliden gizliye işleniyor ve bununla beraber insanları “gizemli bilimcilik” gibi bir dinin yerine konulmak istenen yola teşvik ediyorsunuz. Neymiş efendim “Mahşerin Otuz Beş Dakikası”… Hiç mahşeri gördünüz mü ki? Mahşerin dehşetinden kendi isminizi dahi zorlukla hatırlayacaksınız ve çekileceğiniz hesapta bu yazdıklarınız sizden sorulacak. Öyle hayalinizde canlandırdığınız bir hâkim ve şeytan olmayacak. Gerçek bir mahkeme-i kübra kurulacak. Otuz beş dakika öyle mi? Neden yirmi yedi ya da otuz sekiz dakika değil! Ne demek istiyorsunuz, anlaşılmıyor. Hem orada bizim anladığımız manada bir zamandan söz etmek olanaksızdır. Burada da gizli bir alay var… Hz. Süleyman’ın Hüt Hüt Kuşu ve Ashab-ı Kehf’in Köpeği Kıtmir’i hikâyelerinize başlık olarak seçmeniz, özellikle de kahramanın köpeğe Kıtmir ismini vermesi ve sonrasında onu yemek istemiş olması da son derece düşündürücü. Bir de Tanrının Adem peygambere dünyadaki her şeyin “isim”lerini öğretmesini bir hikâyenizde psikolojik vaka olarak konu edinmeniz, hakkınızdaki düşüncelerimi doğrular nitelikte olduğu kanısındayım. Ayrıca kozmik bir tanrı da ne demektir? Peygamber hayalinde düşsel bir tanrı yaratıyor, ona inanıyor ve inandırıyor da. Siz de bize kozmik bir tanrıya inanmamız gerektiğini mi söylüyorsunuz? Böyle kaç tane tanrı var daha; kozmik tanrı, düşsel tanrı, insanımsı tanrı, yarı tanrı… Her neyse, asıl önemli olan sizin neye inandığınız ya da inanmadığınız değil, sizin düşüncelerinizi açıkça beyan edip etmemenizdir. Okuyucular sizin ne düşüncede olduğunuzu tam olarak bilmediği için, gizliden 49

- Mavi Öyküler


gizliye onların manevi âlemlerinde sarsıntılar hatta depremler yaratıp bir yıkıma sebebiyet verme ihtimaliniz var. Baştan tedbirli olsalar, yani evrim teorisine inandığınızı ve dini bir mitolojik olgu olarak gördüğünüzü bilseler, hazırlıklı olur ve ona göre tavır alırlar. Edebiyatı adeta bir silah gibi kullanarak insanların mahremlerine ve yasaklarına nüfuz etmeye çalışmanız, hiç de af edilecek bir suç değil. Bunun için de edebiyatı seçtiniz. Çünkü yazılardan süzülüp gelen gerçeklerle hayallerin asla belirli bir sınırı yoktur. Nereye sınır konulursa, sınır orası olur. Fakat siz bütün sınırları, yasakları aşma çabasındasınız. Ben sizi görebiliyorum. Görmekle kalmıyor, içinizde mütemadiyen inanç ve bilimin birbiriyle savaştığını sanmanızdan dolayı, kalbinizde açılan yaraları hissedebiliyorum. Ah keşke, şeytanın bu yaralardan sızıp sizi ele geçirmesine mani olabilseydiniz. Ve gömüldüğünüz yapışkan karanlıktan, yolunuzu aydınlatan ilahi melekler eşliğinde Kuran’ın sonsuz ışıklı, nurani caddesine çıkabilseydiniz. Fakat siz, ısrarla kuşkucu ve kararsız tavrınızı sürdürmeye devam ediyorsunuz. Ciddiyetle söylüyorum: Durmalısınız. Ve şunu katiyetle bilmenizi isterim ki, benim sizinle oyun oynamadığım gibi mensubu olduğum mezhebin de hiç şakası yoktur. “Yasadışı Öyküler”de görünürde hikâyelerinizin tekrar okunmasını sağlamaya çalışmışsanız da, asıl niyetiniz yazdıklarınızın sebep vereceği her türlü kötü etkiden kendinizi temize çıkartıp masumiyetinizi ilan etmek. Ayrıca birkaç hikâyenizde görünüp kaybolan Mehmet’i, gerçek hayatta yaşayan sizsiniz. Bunları yazıyorum ki siz ve hikâyeleriniz arasındaki bağlantıları nasıl çözümlediğimi görün ve ne kadar ciddi bir gözlem içinde olduğumu anlayın. Ve bir gün 54 Numara’lı evinize yabancı birileri geldiğinde hiç şaşırmayın. Acaba bu yazdıklarımı bir mektup olarak göndersem nasıl bir tepki gösterir? Ben şahsen büyük bir zevkle okur ve gerçekten başarılı olduğumun bir kanıtı olarak çekmecemde saklardım. Sanki eski bir dosttan gelen mektup gibi. 18 Ocak 2002 Beni dışarıda bekleyen özel ve çılgın birisi yok. Aşk da zaten bir Mavi Öyküler -

50


zamanlar zevkle okunan bir şiir ya da görülen güzel bir rüyadan ibaretti. Sonuçta zaman geçti ve ben değiştim. Farklı birisi oldum. Farklılık… Kendimi ne kadar fazla farklı hissedersem o kadar yalnızım. Farklı hissedemiyorsam şayet yaşamanın bir anlamı kalmamış demektir. Demek ki Serap’ın asansöre binme fobisi vardı. Bu durumda ebediyen seninim yalnızlık. Yalnızca senin. Ya da bir başkasının. Ne fark eder ki. 20 Ocak 2002 O gün, tren, ineceğim istasyona vardığında hava yavaş yavaş ağarmaya başlıyordu. Basamaklardan inip yürümeye çalıştığımda kendimi çok yorgun hissettim. Tren sanki yol boyunca rayların değil de uzun uzun birbiri ardına konumlandırılmış cümlelerin üstünde yol almıştı. Birkaç adım daha yürüdükten sonra içimde bir eksiklik duygusu uyandı. Hikâyelerimi yazdığım defterimi trende, oturduğum kompartımanın deri ve kaygan koltuğunun üzerinde unutmuş olduğumu ya da birisinin ben uyurken onu çalmış olduğunu düşündüm. Geriye dönüp baktığımda ise tren çoktan gitmişti. Ve böylece hikâyelerim yoluna devam ederken ben burada, bu bomboş istasyonda öylece kalakalmıştım. Şimdi anlıyorum ki, o mutlaka trenin başka bir kompartımanında yolculuk ediyordu. Trenin koridorlarında dolaşırken bir rastlantı eseri benim siyah kaplı hikâye defterimi buldu ve okudu. Birkaç ay sonra hikâyelerimi çok iyi bulduğu için çevresindeki edebiyat eleştirmenlerine ya da dergi editörlerine gönderdi. Büyük bir beğeni kazandıktan sonra kendisine mal ederek yayınlatmaya devam ediyor. Tamamdır. Bunu hikâyemin sonuna eklerim artık. Aradaki boşlukları ilerleyen günlerde tamamlayabilsem bari. Aksi halde, gelişme bölümü olmayan bir hikâye olarak kalacak böyle. Doğan ve kısa bir süre sonra hiç gelişemeden ölen bir bebek gibi. Kim bilir, belki de zaten ölü doğan bir bebekti. 21 Ocak 2002 Neden bana hiç inanmıyor. Onu dahi inandıramıyorum. Kaldı ki hikâyemi okuyanlar inansın. Kaçmaktan başka bir çare görünmüyor. 51

- Mavi Öyküler


Alıntıladığım kısım burada bitiyor. O günden sonra nereye gittiğini bilen yok. Size gelip bir zarar vermesinden korkuyorum. O da mutlaka sizin “Kendini Orhan Pamuk Sanan Adam” adlı hikâyenizi okumuştur. Kendisini oradaki kahramanın yerine koymuş olabileceğini düşünüyorum. Artık bu mektubu hikâyenizin son paragrafıyla noktalamak istiyorum. “Bunları yazmak istedim, çünkü olayların bu şekilde akmasında biraz benim de payım olduğunu düşünüyorum. Vaktinizi aldığım için kusura bakmayın.” Saygılarımla… Not: Buradaki tek dostumun kaçışından sonra derin bir yalnızlığa gömüldüm. Hem beni teskin etmek hem de buradaki okurlarınıza şeref vermek için gelirsiniz ümidiyle, hapishanenin adresini zarfın arkasına yazdım. Ayrıca yeni hikâyelerinizi de heyecanla bekliyoruz. Eminim okurken dahi anladınız. Evet, bu mektubun yazarı ve kaçak mahkûm benim. Yani kısacası hapishanede canı sıkılan bir okurunuz. Sizin komplo teorilerinizin etkisi altında böyle bir mektup yazdım. Fakat bunları yazarken de size bir tuzak kurmuş olabilirim. Buraya geldiğinizde başınıza hiç beklenmedik bir şey gelebilir. Adresi biliyorsunuz. Biliyorum. Hiç korkmadınız. Öyleyse buyurun gelin. p

“TOPARLAK KONUKLAR VE ÖKÜZLERİ” “Çorba” | Ümit Karadağ Eklem bacaklı sevim, saklanacak yer arıyor yine. Şuur kaybı anlatılmaz şirretliğinde çeşni oluyor varolan kavganın lüle taşından oyulmuş kazanında kaynayan çorbaya. Kılcallarıma hakim frengi titremesi, sarartıyor parmak uçlarımı. Uykusuzluk, bedende devrimini tamamlamak üzere. Humma sancısı ruhun cidarına yapışmış. Kraterler açmış bucak bucak Mavi Öyküler -

52


içi jel kıvamında “güya hissetmiştim”le tavlanmış, az pişmiş pişmanlıkla dolu. Dul kadınların avazlarına bir şecere niyazı oturmuş. Ersizliklerine merhem olsun diye tükürüklerini yutmaktan vazgeçmişler. Kocalar ölmekte, devir ve arz dişilleşmekte. Yuğ ayinleri ölümün uğurlayıcıları. Girdaplar ve helezonlar, üzerimde gezinen bok böcekleri. Tetikteki mukayesem, trajedilerin gelgitlerini yadırgıyor. Çok önceden hüsran boyutları şekillenmiş tekrarlanan şuurlar, yenilik diye kıçlarını yırtıyor depresif agresifliklerde. Üremeye hevesli kamışımı, hüzünden imal edilmiş kaputuna yatırıyorum, her kerevet ertesi. Çilingir sıfatlı sorulara, örtülü ödeneklerle beslenen cevaplar yetiştiriyorum; cemre, dimağımın suyuna ekmek banarken. Ve nam kılıcın kınından fırlar. Toparlak konuklar, asma yaprakları çiğneyen öküzlerin çektiği kağnılarla, doluşurlar salonuma. Apartlar halinde istiflenmiş, telli pembe klasörlerin içinden, dize getirmek için mekanizmaları kurcalanmış organizmalar tebelleş olur koltuklarıma. Zaman, anasını katlettiği için damda. Gün, hafif alacalıkta takılı kalmış pencereme. Işığın parmakları, hücremin izbe duvarlarını karışlıyor. Koltuklarıma, bağdaş kurup tüneyen toparlak konukların, öküzlerinden şüpheleniyorum, durduk yere. Bızır neşriyatta köşe yazarı olan, cevval, atak araştırmacı gazeteci Haki Nambulur’u arıyorum, beni öküzler hakkında bilgilendirmesi için. Sekreteri çıkıyor. “Haki bey burada yoklar efendim, nasıl yardımcı olabilirim?” diyor, tatlı, fakat ağır aksak aksanıyla. Nerede olduğunu soruyorum. Geylere mutlak özgürlük mitingine, kolluk kuvvetleri tarafından tartaklanmaya gittiğini öğreniyorum. “Haki bey bayılır tartaklanmaya” diyor ve ilave ediyor, “Ben yardımcı olayım”. Kendisinin yardım teklifini kabul edip, öküzler hakkında ne bildiğini soruyorum. Anlamsız yerlere yönlendiriyor beni, yadırgıyorum, kopuyorum. Sekreter bayana, müsaitse ve de kabul ederse, az önceki laubali cümlesine dayanarak, kendisi hakkında vıcık vıcık düşüncelerim 53

- Mavi Öyküler


olduğunu ve ne zaman buluşabileceğimizi soruyorum. Sekreter,sektir çekip, kulağıma kulağıma kapatıyor telefonu. Bu başarısız girişimimden sonra, kapımın önünde beslediğim “si ay ey” ajanı aklıma geliyor. Çağırıyorum yanıma, gelirken terliklerimi de getirmesini tembihliyorum. Ajan, embesil adımlarla yanaşıyor yanıma. “Söyle bakayım kapımın iti! Öküzler hakkında ne biliyorsun?” “Söylerim ama, karnım aç, önce doyurun beni.” “Allahsız kapitalist, al bakalım!” Eser miktarda yel, bir tutam kakalak iffeti fırlatıyorum önüne, sevince yapıştırılmış korkuyla yemeye ve konuşmaya başlıyor. “Bu öküzler, DNA’sıyla oynanmış öküzlerdir, her boku bilen devletimin marifetidir bu. Öküzler ile insanda ortak bir gen bulduk, bu gen KYG (Kapitalizmi Yadırgama Geni). Amacımız bu geni yok edip, insanları katışıksız öküz haline getirmekti. Fakat deneyler başarısız oldu, geni değiştiremedik. Ama bir şey bulduk, asma yaprağı ile baskılanabiliyordu gen. Asma yaprağını değişik şekillerde kullanıyor burnu bokta devletim. Bildiklerim bunlardan ibaret.” “Si ay ey” ajanına tekme tokat dalıp, biraz sakinleştikten sonra, kendime de iki adet tokat atıp paranoyadan sıyrılıyorum. Ayaklarımın altında, kırıntıları toplayan karıncalar da bozuluyor bu anlamsız paranoyama. “Öküzle öküz oldun be kardeşim!” diyerek sırtlayıp mutfağa taşıyorlar beni. Öküzlere olan tiksintim, bu küçük kafadan bacaklıların cimri jestleriyle son buluyor. Karınca biraderlerimin, nispet dolu gösterilerini ayakta alkışlıyorum. Sonra, büyük işlevli, küçük alınlarından öpüyorum teker teker hepsinin. Faili meçhul izler beliriyor, çorbanın buharının değdiği yerlerde. Örtülerin altındaki insan siluetlerine benzer şekiller, ateşin kobalt rengine tutunarak gerisin geri düşüyor içine, fa’ile sitemli faili meçhulü karıştırırken çorbama. Çorbam kestane kokuyor, içine kış düşmüş, ben salondayken. Ağzı burnu kan içinde kalmış “si ay ey” ajanını çağırıyorum. Sesleniyorum Mavi Öyküler -

54


gelmiyor. Etrafa bakınıyorum, uzun arayışlar sonunda, yatak odamın kadife perdesine asılmış, bana el sallarken buluyorum ajanı. Allah ne verdiyse, sille tokat önüme katıp mutfağa götürüyorum. Yer misin yemez misin tarzı uçan tekmeyle, çorbanın içine atıyorum bunu. Geberiyor. Kış eriyor; an, belleğin çıkmaz sokaklarında kaybolurken, paranoyamın kıçı tavana vururken. Kapı çalınır, sorgusuz dalar içeri bir Roman karısı, apış aramdan. Salonumda fobisi, hobisi olmuş toparlak konuklar barbut atarken, kaşları kıvırcık Roman karısı bohçasını atar ortalarına. Öküzler üşüşür başına, toynaklarıyla açarlar düğümlerini. Oldu bittiye getirilmiş bebeler fırlar bohçanın içinden, iç güdüsel açlıklarını bastırmak için çekiştirmeye başlarlar analarının prime time’daki memelerini. Şehvetin masumiyeti doyurduğu ânı, teni yanık bebelerin ağız şapırtıları süsler. Çorbam pişmek üzere. Kokusu salondakileri de mest ediyor. İçeriğini bilmedikleri her şey gibi, bunu da yadırgamıyorlar. Karnım gurulduyor, burnumun üzerinde kokularla vals yapıyorum, açlığı hiç tatmamış kursakların önünde. Yaptırımdan döşemelerim üzerinde, salona adımlıyorum, çapraz ateş altında sürünerek. İçerde bir hengame kopmuş, itiş kakış uzuvların eylemi olmuş. Bilirim kafa yapar asma yaprağı. Kıvırcık kaşlı, şalvarlı, Roman karısıdır paylaşamadıkları. Ortamı yumuşatmak için bebeleri emziriyorum. Pantolonumun astarından, elbiseler dikiyorum onlara, büyütüyorum, okutuyorum, askere yolluyorum. Sonra, salonumda daima var olan, benliğimin neon ışıklı sahnesine çıkarıyorum onları, teşhir edip ilgilerini sahneye odaklıyorum kalabalığın. Kavga bitiyor… Gösteri bittiğinde, azmim ve zekâm için alkış beklerken, hayret ünlemleri çınlar kulaklarımda. Hayretlerin ve açık ağızların odaklandığı noktaya çeviririm kafamı. Kıvırcık kaşlı, absürd bakışlı Roman karısı, Madam Bovary oluvermiş, sol elinde arsenik şişesi bize temenna çekiyor. Evrensel el, otlanmış beyinlerin zevzek dillerini ısırtmıştır yine. Hiç bozuntuya vermeden, kuburun deliğine düşmüş 1 YTL’yi almak 55

- Mavi Öyküler


için uğraş veren takdir edilesi şahsiyeti alkışlarız, şaşırdığımızı sanmasın, kıçı kalkmasın diye Madam Bovary’nin. O ise esmer, dalgacı astarını sıyırıp çıkarmış, mucizeye aç gözlerimize varlığını sokmuş, alıngan yanakları kızarmış, bizim kubur kahramanına yönelttiğimiz anlamsız alkışlarımızı sindirmeye çalışıyor. Bununla da yetinmeyip, kubur kahramanına ilgimizi abartıyoruz, cepheden saygı duruşuyla, alkışlarımızı pekiştiriyoruz. Kalabalık coşuyor, Leydi’ye yönlendirilmiş küçümseyici mimiklerin dozu artıyor. Bazıları abartıp el kol hareketi çekiyor. Doğumu ve ölümü bir oluyor Madam Bovary’nin, bu tavrımıza çok bozuluyor, elindeki arsenik şişesini kafaya dikip, oracıkta dünya değiştiriyor, intihara meyilli leydi. Alkışlar, küçümseyici bakışlar, yerini soğuk terlerle donatılmış alınlara bırakır. Kalabalık “Ne bok yedik lan biz” deyimini içlerine sindirmeye çalışırken, öküzlerden biri “Sallayın zaten orospunun biriydi” der. Öküzün toparlak sahibi, “Hayır o bir azizeydi, haddini bil öküz!” der. Biz “orospu muydu, azize miydi” diyerek birbirimize girmişken, suç ve ceza mekanizması devreye girer, soğumadan cesedi. Kolluk kuvvetleri dalar içeri, cebren ve hile ile sorguya alır hepimizi. Öküz, insan demeden, sabaha dek, copları üzerimizde sektirirler. Sonunda bizi baştan çıkaran kubur kahramanını iteriz öne. Gömleği bileklerine kadar sıyrılmış, seyrek saçları terden birbirine düşmüş, fosseptik kokulu kahramanımız, suçu kabullenir. İntihara azmettirmekten, suç ve ceza kanunun, Jön Türkler maddesinin, kahve telvesi bendinin, laz fıkrasına göre; “Uyuz olmuş bir bite ısırtılarak uyuz olmasına karar verilmiştir” der, yüce suç ve ceza. Yüce suç ve cezaya temenna ederek ve bize bulaşmadığı için şükrederek, eve yollanırız. Çorbam gelir aklıma, muhtemelen dibi tutmuştur. Orta hararette sinirli tavrımla etrafımdakileri tartaklayarak, kapıya yönelirim. Ben anahtarı sokmadan deliğe, “dev”in sırtındaki Davut açar kapıyı. Es selam deyüp Davud’u selamlarım, arkamdaki ahali tırsar devden. “Korkmayın lan evcildir” derim. İnanırlar bana. İçeri gireriz. Çorbama Mavi Öyküler -

56


yönelirim sekerek. “Aaa dibi tutmamış”, Davut arkamda belirir, “Ben karıştırdım, biraz da us ilave ettim” der. Zenginlerin en zalimi Golyat’ı, sapan taşıyla yere sermiş Davut, kavminin dağlar ve kuşlardan ibaret olmasına yakınır. Dertleşiriz ayaküstü, kaynayan çorbanın başında. Davut’a, dev ile bir tur atma isteğimi söylerim. Alınır buna, “Beni dev’im için mi sevdin?” der. “Seni keskin zekân, yanık sesin ve büyük kütlelere hükmetme marifetin için sevdim” der, gönlünü alırım. Davut’un keyfi yerine gelir, dev homurdanır… Sefaletin harında tavlanan çorbam pişti en sonunda. Arılığına ne kadar özensem de, ellerimle kirlettiğim, içine kavgacı oluşları itelediğim, “Her kendi ile kavgalı bunalan kimlik, intihara meyillidir” önermesinden yola çıkarak, öz suyumla homojenize ettiğim çorbamı, dayatmacı ve bir o kadar da yetke mührü elinde olan toparlak konuklarıma tattırma zamanı geldi. Davut, devin sırtından iniyor. Beraberce devin sırtına çorba dolu kazanı yüklüyoruz. Davut yaya, ben yaya, dev arzulu, salona ilerliyoruz. İnek sütü ile, ana sütü arasındaki farkı tartışan, şamatacı konuklarıma, asma yapraklarından çanaklarda servis ediyorum çorbamı. Toparlak konuklar ve öküzleri, bayıla bayıla hüpletiyorlar rengi kana çalan çorbamı. Davut ve ben de katılıyoruz onlara. Dev homurdanıyor… Her kaşıkta bir şarkı peyda oluyor ağzımıza makamı belirsiz. Ey nesil nesin sen, çıbanımı patlatan şamar mı, kanımı emen sülük mü? Gelecek! Kemer altı çıkıntıların nezle ifrazatı mı? Ayrılıkçı evrenin hurdalığından devşirilmiş dünya, geviş getiren anlakların şalvarlarından sarkıyor. Kim öküz, kim dana? Neredesin eyyy nesil! Ey nesil, nesin sen? Taralalam kle kle trarlelli… p 57

- Mavi Öyküler


“İÇ DÜNYAM FALAN YOK!” “Sabah Olduğunu Gördü ve Sustu” | Arif Emrah Orak Biraz daha sabretseniz yazdıklarım etkisini gösterecekti. Ben, masallarla ilgili pek çok mektup yazdım; telefon elimde tüm gün T9 klavyenin hızından faydalanarak ve telefonun tuşlarını aşındırarak mesaj yazıp, masalları parça parça gönderiyordum. Bu yöntemin sağladığı kurgu imkânlarından memnundum. Eski büyük anlatıları kullandım, ismi şöyle bir geçen karakterleri kahramanlarım yaptım ve onun, kendini masalların içine gizlemesini, bana katılmasını çok istedim. En büyük masalı ikimiz için yazdım. Binbir Gece Masalları’ndaki, hiç açılmaması gereken o son kapıyla ilgili temayı işliyordum. İki farklı boyutu birbiriyle kesiştiren tek bir kapının arkasında, aynı kapıya yüklenen birbirinden habersiz iki kişi gibi şeyler… Bunları hiç yapmamış olmayı istemezdim. Sadece hatırlayınca çok acı veriyorlar ve bu bana, masalların doğasına aykırıymış gibi geliyor. Masallar, doğu masalları, ihaneti, çok fena aldatılmayı, bu korkuyu konu edinir; ama acı vermezler. Gözdağı veriyorum, beni asla sonuna kadar okuma! Çünkü hepsi tuzaktı; aklı başında görünmek istedim, senin görmek istediğin gibi olmak istedim ve bu uyarıyı bir daha yapmam. Çünkü gerçekten öfkeliyim ve karşıma kim çıkarsa çıksın zarar vermek istiyorum. Daha önce fark etmeliydin, ben “binbir gece” der demez anlamalı ve uzaklaşmalıydın; çünkü bu “sona doğru sıkılmışsın galiba” demeye benzemez. Darmadağınık odanın içinde oturuyordum ve eğer okuyorsan artık çok geç. Kitaplardan yükselen kuleler… Kitaplar… Her kitaba bakıyorum. Okumayı bilmiyorum. İşte acı bu. Yapıştırıcının kokusunu hatırlıyorum, öfkeyle sayfaları yapıştırırken yiyeceğim dayağın heyecanıyla kendimden geçiyorum. Çişim geliyor. Daktiloyu yine bozuyorum, çok korkuyorum; tüm harfler birbirine girdi, şerit kaydı. Tüm lanet üzerimde. Birazdan kapı açılacak, içeri perişan ve salak bir adam girecek. Benden kuvvetli bir adam. İçeride oynaşıyordu, tuvalete girerken kokuyu duydu. (Yapıştırıcının kokusu) Her şey apaçık olmaya başladı mı o evde, ben, gecenin bir yarısı ilk kez çizgi filmlerden bambaşka bir dilde “Alaaddin’in Sihirli Lambası’nı” okumaya başlıyorum. Sayfaları yapıştırdığım günden bir kaç ay sonra… Mavi Öyküler -

58


Üstüme yürüyor. Oda da işte bu yazılanlar gibi karışıktı. Kitaplar her yere dağılmıştı. Bir yanda sihirli lambanın bulunuşu, bir yanda uyumakta zorlandığım ve tahta kurularının beni yediği soğuk ev. Uyumak istemiyorum burada. Bana vuruyor korkum, doruğa ulaştı. Artık elimden bir şey gelmez. Başım sallanıyor isteğimin dışında, bazı yönlere sertçe savruluyorum. Bedenimin çeşitli bölgelerinde yanmalar ve ağrılar hissediliyor. Plastik terlikle dayak yemek aşağılayıcı. Ama zaten ağlamak için bir yol gerekliydi. Sakinliğimden hep nefret ettim. Asla bu kitabı, bu masalları sonuna kadar okuma! “Çocuğunuz çok akıllı”. O anaokulu öğretmenini, vatkalı iğrenç gömleğiyle götürmek için benimle ilgileniyor. Kibrit çöpünden saçma sapan figürler yapıyoruz. “Ah iç dünyasını ne güzel yansıtmış” oyunu… Düzeltiyorum Hansel ve Gratel’i. Benim dinlemeye alıştığım biçimiyle oynayacağız ve yanıma verdiğiniz şu salak kız için, sizden ayrıca nefret ediyorum. İç dünyam falan yok! Ve burnum giderek daha çok büyüyecek. Hayır, fiziksel bir durumdan bahsediyorum. Aklına gelen İtalyan masalıyla hiçbir ilgisi yok; ne kadar şartlanmışsın. İçerde onu çıplak gördüm. Sadece geçiyordum. “O sen değilsin” dediler. Başkasının başından geçenleri, kendi geçmişim gibi hatırlıyormuşum. Kimseye inanmıyorum. “Biz de sana” diyorlar. Öyle diyorsun; çünkü tahtakurusu sıcak iklimi sever. “Tahtakurularının beni yediği soğuk ev olmaz” diyorsun. Ben o evde üşüdüğümü ve tahta kurularının beni yediğini biliyorum. Bu sadece orada en az iki mevsim geçirdiğimi gösterir. Birbirimize güvenmediğimize göre geriye sadece iki dileğin kaldı… p

“CEHENNEME BİLETİN HAZIR DEDİM İÇİMDEN”

59

- Mavi Öyküler


“Başka Türlü Ölüm Bu” | Aylin Parakos Beyoğlu’ndaydım. Ayaklarım çıplak. Sokağın ortasında yürüyordum. Karanlıktı. Bir yandan yağmurun dansına eş oluyordum. Elimi cebime sokup, sigara aradım. Pakete baktım, bitmişti. Param da yoktu üstelik. Bir damla dudağımı yaladı. Buraya kadar nasıl gelmiştim onu bile bilmiyordum. Kaçmıştım. Koşa koşa kaçmıştım kırık heriflerin sandalyesinden. Sabahtan beri yürüyordum, sadece yürüyordum. Bir şeyi, hatta hiçbir şeyi düşünmedim. Benim deli olduğuma aldanıp, ruhlarını ıslah ettikleri o yere götürdükleri geceyi bile… Ama kaçmıştım. Üzerimde yemek arkadaşım Nietzsche’nin ceketiyle. Beni öldürecekler biliyorum, benimi öldürecekler. Başka türlü ölüm bu. Kaçsam bulacaklar; dostuma, Erdinç’e gitsem… Yok, hayır, o da ayaklarıma bakıp onlara verir beni. Öleceğim, öleceğim dedim yüksek sesle düşünerek… Müzik hızlanıyordu, dansımız da. Önceki zamanlarda saçak altına kaçıp, diğer zavallıları seyrederdim. Dans etmeyi bilmeyen aptalları. Nasıl duymazlardı o müziği anlamazdım. Ama kaçamıyordum o gece. Ucuz bir fahişe, sigarasının dumanını yüzüme üfledi. Geçip gitti sonra. Dönüp bakmadım. Onun baktığını biliyordum çünkü. Ayağıma taşlar batıyordu. Tırnaklarım çamura boyanmıştı, dükkânların vitrin ışıklarıyla ebruli. Lümpen bir barın kapısından geçerken, boktan bir müzik içimi gıcıkladı. Kapısına baktım bir vakit. Şuh kahkahalar atan bir kadın, göbekli bir herifin kolunda merdiveni çıkıyordu ya da iniyordu anlayamadım. Az ilerdeki Mercedes’e yürüdüler sonra. Kadın yanımdan geçerken “Ne bakıyon lan, hiç mi içmiş karı görmedin?” dedi kırmızı dudaklarıyla. Sustum. Sadece gözlerinin içine baktım. Gözbebeğinde saçlarımın uzadığını gördüm. Yüzümü seçemedim. Elimi uzatıp saçına dokunacakken, yanındaki herif, incecik bileğinden çekip arabaya itti onu. “Aşağılık!” diye haykırdı kadın. “Hayvan mıyım ben, söylesene hayvan mıyım, söylesene, söyle?” Adam hiçbir şey söylemeden geçti şoför koltuğuna. Arabayı çalıştıramıyordu nedense. Kadın, arabanın camını açtı bu kez. Çıplak, beyaz kollarıyla birlikte, başını aşağıya doğru bıraktı. Simsiyah saçları çamurun ellerine yapıştı. Mırıldanmaya başladı yüzüme bakmadan. Bir şeyler anlattı. “Bu Mavi Öyküler -

60


erkeklere kanca bağlanmaz tamam mı? Bunları hep sömüreceksin, donsuz kalana dek soyacaksın!” Bir kahkaha, ağlamaklı bu kez. “Bu arada, sen hep donsuz olacaksın zaten!”. Daha fazla konuşamadan kustu caddeye. Elinle ağzını silip tekrar düşürdü başını. Adam “Sus, kaltak, gir içeri!” diye kadının saçlarından tutup hızla içeriye çekti. Bana baktı. “Allah Allah” deyip bastı gaza. Cehenneme biletin hazır dedim içimden… Yürümeye devam ettim. Aralık sokakların birine daldım farkında olmadan. Yorulmuştum. Kanım çekiliyordu. Beyaz bir duvarın dibine çöktüm. Karşıdaki evin kırmızı gece lambası, yağmurun yüzünü boyuyordu. Gözlerimi ovuşturdum ıslak ellerimle. Ayaklarıma baktım uzun uzun. Başparmağım hâlâ diktatör havalarındaydı. Ne olursa olsun, en büyük benim işte deyip, çamurlu dişleriyle sırıtıyordu yanındakine. Onunsa umurunda değildi. Geceyle derin bir sohbetteydi çünkü. Orta parmağım, her zamanki nevrotik hatlarına girmek üzereydi. Benimle konuşmak istiyordu; deliliğine görgü şahidi yapacaktı aklınca. Dördüncüsü şairdi benimkilerin. Kalem, kâğıt elinde, yağmuru yazıyordu gölgesine. Sonuncusu, en küçük olanı, oyun oynuyordu çamurla. Hiçbir zaman da büyüyemedi zaten. Hep oyunlar istedi benden, küçük, masumane oyunlar… Ayakkabının içindeyken bile duramazdı yerinde. Çocuğum, oynayamam şimdi senle dedim. Az sonra bulacaklar beni. Öldürecekler. Başka türlü ölüm bu… Sol omzuma sivri bir şey battı aniden. Nietzsche’nin ceketini deliyordu döne döne. Hiç kımıldamadım. Nefes bile almadım. İkinci parmağım geceden başını kaldırıp yüzüme baktı. Diktatör “Şimdi boku yedin” dedi kötü gözlerle. Psikonevrotik dilini çıkarıp, yüzüme tükürdü. Ufaklık, anlamadı hiçbir şeyi. Çamurdan yaptığı kalesinde, prensesin yatağında uyuyordu çünkü… Bıçaktı bu… Ciğerime giriyordu. Ölüyordum herhalde. Kaçmıştım, bulamamışlardı; ama bu değildi beklediğim ölümün adı. Elimi omzuma götürüp, yarama dokundum. Sıcacık kan parmaklarıma giyindi. Evet, ölüyordum. Ölümün o pek mağrur ve müphem, muğlak sessizliği beni püsküllü yatağına çağırıyordu. Seni düşündüm o yataktayken. Sen neredeydin, kimlerdeydin? Hangi 61

- Mavi Öyküler


hali bilmezin yatağındaydı düşlerin? Saçlarına kan bulaştı, gözlerine deniz. Öylece gülümsedin son kez. Niye öldürüyorlardı beni? Bunu bile bilmedin, bilemedin. Çünkü sen beni hiç sevmedin, sevemedin… p

“KULE ZATEN YIKILIYORDU” “Sinek Kızı” | Armağan Altay Önceleri bu maceranın sonunu merak ederdim. Şimdi, ılık bir akşamüstü, güzel gibi görünen bir günün içinde, gitmem gereken bir yere giderken, sonun neden böyle olduğunu merak ediyorum. Her şey nasıl bu hale gelmişti? Yüzüme bakanlar dalgın olduğumu fark edebilirdi. Kendimi iyi hissetmediğimi anlayabilirlerdi. Hatta kaybedecek hiçbir şeyim olmadığını da tahmin edebilirlerdi. Adımlarımın hayatım boyunca bu kadar emin olmamasının nedeni, herhalde kaybetme korkusuydu. Artık korkularım da yoktu. Sadece yürüyordum. Öğrenciler çimenlere serilmişler, güzel havanın tadını çıkarıyorlardı. Yüksek sesli kahkahalar duyuyordum. Ben burada, bırakın böyle kahkahalar atmayı, dişlerim görünecek şekilde ağzımı açıp, gülmemiştim bile. Anımsadığım sadece acı tebessümler... Filmlere yakışacak cinsten. Adımlarımı hızlandırdım. Fakülteye girerken, aklıma dışarıda sabahladığım bir gece geldi. Gündüz vakti öğrencilerin yürüdüğü, oturup sohbet ettikleri bu yerleri sevdiğimi o gece fark etmiştim. Ben insanları sevmiyordum. İnsanları sevmek, iskambil kâğıtlarından kule yapmaya benziyordu; iyi yerleşmemiş yamuk bir kâğıt, bütün kulenin yıkılmasına sebep olabiliyordu. Asıl ilginç olan da, istediğiniz yükseklikte bir kule inşa ettiğiniz zaman, içinizde peydahlanan o yıkma isteğiydi. Elinizin bir hareketiyle bütün kâğıtları yerle bir edebilirdiniz. Bunu biliyor olmak, bunu istemek, nedenini bilmiyorum ama sanırım özel insanlara ait bir histi. Bir kule inşa etmiştim. Ama sinek kızı… Sinek kızı… Mavi Öyküler -

62


Yanımdan geçenleri fark ediyor ama görmüyordum. Kimisinin bakışları benim üzerimdeydi; gözümün ucuyla görebiliyordum. Umurumda değildi, olmamalıydı. Çok düşük bir ihtimaldi ama her şey mahvolabilirdi. Sinek kızı hain bir şekilde çekilmiş ve yanında birkaç kâğıdı daha götürmüştü. Kule zaten yıkılıyordu ve ben, o yıkma hazzımın elimden alınmasına izin vermeyecektim. Gireceğim odayı çok iyi biliyordum. Günlerce prova etmiştim. Kapılardaki güvenlik görevlileri beni az çok tanırlardı. Hal ve hareketlerimi birazcık kontrol edebilirsem, olan bitenden sonra benimle kesinlikle ilgilenmeyeceklerdi. Yani zamanım çok olacaktı. Aklıma bir şey geldi. Gülümsedim. Bu okulda çok şey öğrenmiştim. Bazılarını öğrenmek istiyor, öğrenmeyi bekliyordum. Bazıları ise, buraya gelmeden önce, aklımın ucundan bile geçmeyen şeylerdi: Bir susturucu, bir milyar Yeni Türk Lirası değerindeydi. *** Merhaba falan demedim. Döner koltuğunda oturan ve burnunun ucundaki gözlükle, önündeki bir şeyleri okumaya çalışan kadın, başını kaldırıp bana baktı. Göz göze geldik. Gözlerimi kaçırmak için arkamı döndüm ve yavaşça kapıyı kapattım. Mavi, sulu gözleri. Kırışıklıklarla dolu gözleri. “Sana kapı çalma, içeri girme adabı…” diye başlayacak oldu. “Kes lan!” diye bağırarak sözünü kestim. Yüzündeki şaşkınlığı görünce, peygamber görmüş kadar sevindim. Önce ne diyeceğimi bilemedim. Her şey çok etkileyici olsun istiyordum. Ama bu isteğim elimi ayağımı dolaştırıyordu. Bilincimin sahnesini, içimde giderek büyüyen ve çılgınlaşan öfkeme bıraktım. “Sen ne yaptığını sanıyor…” Bu sefer onu susturan, alnına dayanmış bir namluydu. “Sus! Bir kelime daha edecek olursan, seni hiç umursamayan ve senin de umursamadığın Allah’ına kavuşursun. Gerçi ondan da emin değilim ya, neyse. Sadece sus, ben konuşacağım!” Koyu kahverengi bir ceket, yırtmaçsız bir etek giymişti. Saçlarının sidik sarısı boyası silinmeye başlamış, diplerindeki griler, iğrenç bir şekilde ortaya çıkmıştı. Sarkık yanaklarını, iyice sulanan gözlerini ve 63

- Mavi Öyküler


titreyen dudaklarını görünce, tiksintim bir kat daha artmıştı. Kadının içinde kıvranıp bükülen, yılansı, kapkara ruhunu görebiliyordum. “Gerçi Allah’ına kavuşursun dedim ama sen kendini Allah sanıyorsun sanırım. Kapı açma, içeri girme adabı ha?” Namluyu kafasına iyice bastırdım, ağzını açtı, çığlık atacak gibi oldu. “Şşşşt!” Diğer elimin işaret parmağını dudağıma götürdüm. “Ölmek istemiyorsan sesini çıkarma!” Odasına baktım. Daha önce bu odaya hiç girmemiştim. Sanırım bu da son girişimdi. “Sen kendini Allah sanıyorsun ama burası yedinci katın üstüne falan benzemiyor. Üstelik bir bok yarattığın da yok. Tek sıfatın not vermek. Onu da öğrencileri aşağılamak, buruşuk götündeki egolarını tatmin etmek için kullanıyorsun. Sen Allah’ın boku bile olamazsın. Duydun mu, hocam! Sen Allah’ın boku olamazsın boku!” Korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Dişlerimi sıktım. Hayatımda hiç bu kadar öfkelenmemiştim. Dayanamadım. Suratına tükürdüm. “Haydi! Şimdi de konuşsana! Dilini yuttun şimdi değil mi? Senin Allahlığın bir namluya bakıyor işte. Konuşsana lan kaltak!” Hıçkırmaya başladı. Ağlıyordu. Konuşmak istediğini hissedebiliyordum. Ama konuşmadı. Kesileceğini anlayan bir kurbanlık gibiydi. “Seni yaratanla beni yaratan aynı ya, işte benim gücüme giden o. Sırf bu yüzden evrim teorisine inanmak istiyorum. Sen ve senin gibi insanlar yüzünden.” Gözlerimi kapadım. İçimden tanrıma beni affetmesini söyledim. Tetiği çektim. “Cıv” diye bir ses duyuldu. Yüzüme sıçrayan kanın sıcaklığını hissettim. Gözlerimi açmadan arkamı döndüm. Bakamazdım. Silahı belime soktum. Kâğıt mendille yüzümü sildim. Kupa karısını çekip almıştım ama hala çok öfkeliydim. Kule hızla düşüyordu, acele etmeliydim. *** “Nerede?” diye sordum önümdeki kıza. Konuşurken “r”leri söyleyemiyordu. Dilindeki piercing, akşam güneşiyle kızıl kızıl parlıyordu. Kırmızı ruju dişine bulaşmıştı. Saçlarının bazı telleri maviydi. Soruma cevap verdi. Sonra başka bir şeyler söyledi. Ama ben dinlemiMavi Öyküler -

64


yordum; cevaptan sonra çoktan yola koyulmuştum. Alttaki kâğıtlara doğru ilerliyordum. *** Takibim fazla uzun sürmedi. Üç numara saçıyla, küpeli ve keçi sakallı çocuk, sonunda tuvalete girdi. O an, bundan daha güzel bir şey olamazdı benim için. Tanrının benimle olduğunu hissettim. O da benim istediklerimi istiyordu belki. Hatta onun kiraladığı bir katil olabilirdim. Neden olmasın? Oldum. Kafeterya tamamen boş değildi. Gürültü yapan ve sigara içen birkaç öğrenci vardı. Ayrıca müziğin sesi de gayet yüksekti. Bütün bunlar işimi kolaylaştırıyordu. Ben de tuvalete girdim. Üç kabin vardı. İki de pisuvar. Kabinlerin ikisinin kapısı açıktı. Benden başka kimse de yoktu. Kapısı kapalı olan kabinin yanındakine girdim. Klozetin üstüne çıktım. Bir ayağımı, sifonun borusu üzerine atarak yerden yükseldim. Kollarımı kabinin plastik duvarına dayadım. Onu görebiliyordum. Kıllı, zayıf bacaklarını, ölü bir solucana benzeyen penisini. Sesi duymuştu. Korku dolu gözlerle bana baktı. Gülümsedim. “Herkese annene yapılan muameleyi yapamazsın. Evet, annen orospu olabilir, bu yüzden babanı tanımıyor da olabilirsin. Ama buradaki dişi insanların hepsi (aslında çoğu yaptığını hak ediyor) fahişe değil. Aileleri onları buraya okumaya yolluyor, ama sen annenin inleyerek kazandığı parayı, onları kandırmak için kullanıyorsun.” Silahımı çektim. “Büyük ihtimalle Allahsızsın. Olsun. Ben yine de onun elçisi olduğumu sana söylüyorum. Bu elimde gördüğün de mucizem oluyor.” Gözlerimi kapadım. Tetiği çektim. Bakamazdım. Bakmamaya özen göstererek, yüzümü buruşturarak sifonu çektim. “Temizlik imandandır.” Maça valesi de devrilmişti. Hâlâ öfkeliydim. *** 65

- Mavi Öyküler


Karo kralı babamdı. Çoktan ölmüştü. * * * Sinek kızı… Bütün kulenin yıkılmasına sebep olan hain kâğıt. Yanında başkalarını da götürmüştü. Sevgilerimi, inançlarımı çalmıştı. Ah, aptalca bir iyimserlikle, bütün bunları bilmeden, istemeyerek yaptığını düşünüp, uzun bir süre onu sevmeye devam etmiştim. Biraz daha dursaydı, çok değil, birazcık; kule bitecekti. Sinek kızı… Onu hâlâ seviyordum. Bu kötüydü, üzücüydü. Ama içimde bir yer, sevgiyi, aşkı, güzel inançları, anlamlı işleri istiyordu. Küçük bir çocuğun masum hayat planlarını istiyordu. Sinek kızı… Hepsini almıştı. Sinek kızını, zengin piçlerinin şımardığı bir kafeteryada bulduğumda, polisin beni arıyor olabileceğini düşündüm. Ama onun haberi yoktu. Beni görünce şaşırdı, yüzündeki kevaşe gülüşü, yerini öfkeli bir somurtmaya bıraktı; ama nedeni benim bir “çok seri” katil oluşum değildi. Henüz bilmiyordu. Nedeni benden nefret etmesiydi. Beni görmek istememesiydi. Oysa ben onu seviyordum. Yanında arkadaşları vardı. Kolundan tuttum. Gözlerinin içine baktım. Benden korkmuşlardı. En çok da sinek kızı. Gözlerimdeki çılgınlığı görüyor olmalıydılar. Yanında oturan tipik üniversite öğrencisi kılıklı (uzun kafa ve yüz kılları, küpe, kolye, rock grubu tişörtü, çizik kaş) çocuk bir şey diyecek, yapacak gibi oldu. Ona baktım. Sinek kızı ona “Bir şey yok, tamam” dercesine bir işaret yaptı. Çok sinirlendim. “Bir şey yok değil, bir şey var. Az sonra çok şey olacak. Sizin de şahit olmanızı isterdim ama çok özel. Gerçekten çok özel.” Dışarı çıkarken “Ne var?” diye sordu. “Yine ne var?” “Bir şey yok” dedim. “Burası tanışmamızın ilk zamanlarında, saatlerce öpüştüğümüz, mıncıklaştığımız yer değil mi? Özlemişim. Cidden. Özledim.” Dışarı çıktık. Hava iyice kararmıştı. Sokak tenhaydı. Kolundan nazikçe çektim. “Dışarıda konuşmayalım, arabayı şuraya park ettim.” Pis pis gülümsedi. “Aaa, araba mı aldın? Paran yok sanıyordum.” Mavi Öyküler -

66


“Yakın bir arkadaşımdan bugün için ödünç aldım. Senin o baba parası yiyen ibne arkadaşlarının arabaları kadar lüks değil. Ama eğer çok istersen, arka koltuğunda sevişebiliriz. Bu yapılabilir. Bu imkâna sahibiz.” “Haddini aşma istersen.” “Olur”. Ön kapıyı açtım. Oturdu. Ben de şoför koltuğuna geçtim. Arabayı çalıştırdım. “Hey, nereye ya?” dedi. “Ne söyleyeceksen burada söyle.” “Peki” dedim. Kontağı kapadım. Bir süre dışarı baktım. Söyleyeceklerimi toparlamaya çalışıyordum. “Eee?” dedi. Yüzüne baktım. Alaylı bir gülümsemeyle elini ampul takar gibi salladı. “Ne var?” “Sen… Her şeyi mahvettin. Ama sanırım bunların ilahi bir anlamı var. Bundan öncesinde ne olduğunu biliyorum ve bundan sonra da ne olacağını kestirebiliyorum. Hiçbir şeysin. Zaten bozulmuş, deforme olmuş bu varlığa zarar veriyorsun. Küçük zevklerinden, anlamsız isteklerinden, iflah olmaz zayıflığından ve körlüğünden tiksiniyorum. Seni tanımasaydım, sevmeseydim de bunu yapacaktım.” “Artık bu saçmalıkları dinlemek…” diye başladı, bir yandan da kapıyı açmaya yeltendi. Hızla ensesinden tuttum ve son gücümle bastırdım. Kafasını torpido gözünün altına kadar soktum ve çığlık atmasına fırsat vermeden tetiği çektim. Bakamazdım. Çok değil, birkaç ay önce, uğruna sahip olduğum ve olacağım her şeyi feda edebilirim dediğim, hayatımdaki birçok arzuyu ve başarıyı anlamlandıran insan, boş zamanlarında aynı şarkıları dinleyip duran ve uyurken dişlerini gıcırdatan bir arkadaşımın arabasında, ön panele domalmış ve ölmüştü. Onu ben öldürmüştüm. Gerçekten bu maceranın sonunu merak etmiyordum artık. Önemli olan neden böyle olduğuydu? Neden? Nasıl? Niçin? Sinek kızı da devrilmişti. Ve ben hâlâ çok öfkeliydim. *** Arabayı, geçen bahar piknik yaptığımız ormana sürdüm. Orada se67

- Mavi Öyküler


vişmiştik. Yapraklarını dökmüş upuzun servilerin arasında. Kızıl ve kahverengi tonlardaki yaprakların içinde. Arabayı oraya sokamazdım. Ama aynı yerde olsun istiyordum Sinek kızını kucağımda taşırken çok zorlandım. Bakmak istemiyordum. Midem bulanıyordu, titriyordum. Acıyı hissetmeme engel olan, narkoza benzeyen öfkemin etkisinin yavaş yavaş geçmeye başladığını duyumsayabiliyordum. Yine de taşıdım, başardım. Soğumaya başlayan bedenine girip çıkarken ağaçlara bakıyordum: Geceye uzanan, yıldızların arasına sokulmuş gibi görünen, saçak saçak dallar, doğa… Dünya. Siren sesleri geliyordu. Sonunda beni bulmuşlardı. Polisler gelene dek işimi bitirdim. Her zamanki gibi içine boşalmadım. Ama bu sefer diğerlerinde olduğu gibi sağa sola da boşalmadım. Yüzüne. Parçalanmış, kana bulanmış yüzüne. Bakamadım. Bakamazdım. Kuru yaprakları çıtırdatan ayak seslerini ve kısa melodilerle cızırdayan telsiz seslerini duyduğumda, bir keyif sigarası yakmıştım; ormanın derinliklerindeydim, tabancam/mucizem elimdeydi ve bekliyordum. Sinek üçlü, maça beşli, karo altılı… Diğer kâğıtları da dağıtacaktım. Yapabildiğim kadar. Doğal olarak en sona sinek ası kalıyordu. Yani, Ben. p

“ARTIK GİDEBİLİRİZ” “Bekleyiş” | Emre Güçdemir Ağlama sesleri yakınımda, kucağımda hatta. Birkaç dakikalığına kendimden geçişlerim oluyor, sıklaşmaya başladı bu sıralar. Pek iyi hissedemiyorum artık kendimi. Korkuyla yaşamak iyi hissetmemi engelliyor. Korkum ölüm korkusu. “Kendim olamayacaksam ölürüm daha iyi” şeklindeki Layne Staley patentli vecizeyi kendime şiar edinmişken, içinde yaşamakta olduğum yalan bana “Artık yapmalısın!” diyor, yapamıyorum. Korkuyorum. Mavi Öyküler -

68


Sanırım şu anda otuz sekiz yaşındayım. İnanın tam olarak bilmiyorum. Daha açık anlatmam gerekirse yirmi yaşımdan sonrasında ne yaşadığımı bilmiyorum. Yalan yaşadım diyebilirim sadece. Bir kızım var altı aylık, bir de oğlum altı yaşında. Oğlumun adını, o yirmili yaşlarımdan gelen hevesimle Yavuz Demir koydum. Kızımsa dalıp gitmelerime sebep belki de. Adı Ece. Şu anda temel anlamda yatağında yatmakta, mecaza inmeye kalktığımızda ise kendimden geçişlerimin temelinde yatıyor kendisi. Adı yankılandığında, koca evimde başka bir boyuta sürüklenmeye başlıyorum. Ben istedim bu ismi, ben üzülüyorum her söylenişinde. Adını lanetledim kızımın, aptalca bir tavırla. Sekiz sene oldu evleneli. Yalnızlıktan bıkacağımı sanmıyordum fakat bıktım. Anlık bir bıkıştı bu belki de ama evlenmeme ve büyük bir yalana dahil olmama sebep oldu bu şizofrenik değişkenlik. Eşim, benden onu sevdiğimi söylememi bekliyor. Söylüyorum. Sevmesem de… Son günlerde ise soyutladım kendimi ondan. Küçük kızım Ece, büyük yanlışlarımı görmemde yardımcı oldu bana. Şimdi, bu büyük yanlışları onarmaya çalışmam imkânsız. Tek şansım kaçmak. Kaçmak içinse artık tek bir yol var önümde: İç çamaşırlarımın bulunduğu çekmecemdeki silah! On sekiz yaşımda tarif, tasvir edemeyeceğim bir aşk yaşadım. Başlarda karşılıklı olan bu duygu, zamanla sadece benim kalbimde yaşamına devam etti. Şimdi adını, hatırasını kızımda yaşattığım Ece ile önce ayrıldık, sonra karışık bir dönem oldu. Yeniden birleştik ama en ufak açıklamada bulunmadan yine terk etti beni. En sonunda da selam sabah tamamıyla kesildi. Yirmi yaşındaydım ve bir bahar akşamıydı. Bu acıya dayanamadığımdan İstanbul’a geldim. Boğazla sevişerek acımı dindirmekti amacım. Yirmi bir yaşındaydım ve bir kış gecesiydi. Artık aynı havayı solumuyorduk, artık yabancıydık. Amacım dahilinde boğazla da seviştim ama hep sarhoştum, alkolüm ve uyuşturucu haplarım zırhımdı artık bu şehirde. Ayrılığımın sızısını dindirmek için çaba harcayan dostlarımdı onlar. Dostlarınız, her zaman size iyi davranacak diye bir kaide yok; sanırım onlar da bunu biliyorlar ki ben sarhoşken, en savunmasız halimdeyken benimle dalga geçip durdular. Sabahları yatağımda yabancı insanlar bulmaktan bir 69

- Mavi Öyküler


hal oldum. İşin kötü tarafı yatağımdan erkek topladığım da oluyordu. İşin iyi tarafıysa hiçbir şey hatırlamayışımdı. Ben hep Ece’ye sadık kaldım, ondan başkasına hiçbir şey hissetmedim. Ne nefret, ne utanç, ne de başka bir şey. Tüm duygularımı ona sakladım. Ona yaşadım. Her nefesimi ona adadım. Bu şehre geldiğimden bu yana ilk defa bu kadar cesurum. Hissediyorum. O silaha uzanmanın o kadar da zor olmadığını düşünüyorum en azından. Arkamda kalacak çocuklarımı aklıma getirmek istemiyorum, zira ilk defa bu kadar yaklaştım biraz olsun huzura. Şu anda yapacak daha önemli işlerim var. Ece’nin telefonu değişmiş midir acaba? Arıyorum. Sesini duyar duymaz kapatacağım. Evet, bu o! Şimdi bir mesaj göndermeliyim. Yaklaşıyorum. Ankara’da yaşadığım zamanlarda Ece ve birkaç özel arkadaşım “Kara kutu” diye adlandırdığım yazılarımın, notlarımın, vasiyetimin nerede olduğunu biliyorlardı. Şimdi ise sadece Gizem biliyor bunu. Ece, yarın sabah bu evde olmalı, kafama sıkmış olmalıyım ben de o gelmeden. Mesaj gir, yeni mesaj gir: “Tari, bu ismi hatırlıyorsan senden bir ricam olacak. Yarın mutlaka İstanbul’a gelmen gerekiyor. Sana yalvarıyorum, sabah saat 9 civarında aşağıda yazacağım adrese gel ve çalışma odamdaki ansiklopedinin E cildinin içindeki tüm notları al. Hepsi senin. Dizlerim üzerinde gözlerimdeki yaşları tutamayarak yalvarıyorum, sadece dediğim saatte burada ol. Seni seviyorum… Cihangir mahallesi, Ali Çavuş sokak, Külhan Apartmanı Kat: 3, No:7 Beyoğlu/ İSTANBUL” Ansiklopedinin E cildinin içini maket bıçağıyla oydum ve kendime küçük bir sandık yarattım. Ece’den ayrı kaldığım on yedi sene içerisinde, ona dokuz kitap yazdım. Bu kitapların hiçbiri ciltlenmedi. Teknolojiden faydalanarak bunları CD’ ye aktardım ve sandığıma yerleştirdim. Şimdiyse dışarıya çıkmalıyım, ansiklopedinin arkasına en sevdiği çiçeklerden bırakmak istiyorum: Şebboy. Eşim, bu çiçekleri kendisine aldığımı zannetti. Ona yarın özel bir hediyem olacağını fakat bu çiçeklerin benim çalışma odama ait olduğunu söyledim. Gözleri parladı ve mutfağa gitti. Saat artık akşam 10’u gösMavi Öyküler -

70


teriyor. İki çocuğumla da vedalaşmak istiyorum ama bunu annelerinin fark etmesini istemiyorum. Bu nedenle eşimi yanıma çağırıp yatması için “Birazdan geliyorum ben de.” diyerek ikna ettim. Demir’in odası. Hayal ettiğim gibi büyüttüm onu bu yaşa kadar. Dinlediği müzik, giydiği kıyafetler, kullandığı eşyalar ve dünya görüşü hep imrendiğim gibi oldu. Çok güçlü bir çocuk o; babasının hiç olamayacağı kadar güçlü… Ve şimdi uyuyor, onun için yazmış olduğum mektuplar silsilesini yastığının altına sokuşturdum. Galiba ağlıyorum. Yukarıya çıktığımda, oradan izlemek isteyeceğim dört kişiden biri de o. Hep yanında olmayı isterdim ama bu halde değil oğlum. Bu halimle kendime bile yardım edemiyorum zaten. Hıçkırıklarım duyulmadan odadan çıkmam gerekli. Oğlumu son defa öpüyorum. Midem ağrıyor. Kızım Ece. Beni gaflet uykusundan uyandıran dünyalar güzeli. Yarın adaşın burada olacak. (Eğer eşime saygım olmasa iki çocuğumu da Ece’ye verirdim ama bir anneye bunu yapamam.) Kızım, seninle çok şey paylaşamadık ama ben hep yanında olacağım. Fotoğraf çektirmekten nefret ettiğim için, yüzümü bile, en iyi hâliyle yirmi yaşımdaki hâlimden hayal etmeye çalışıyor olacaksın belki, ama imkânım olduğu takdirde sık sık rüyalarına gireceğim, seni hiç yalnız bırakmayacağım. Sırf adından dolayı bile o kadar seviyorum ki seni… Umarım, yarın yapacağımdan dolayı beni ya da kendini suçlamazsın. Bu mektuplar da senin için, henüz okuyamayacağını biliyorum. Annene ve Gizem’e yazdığım mektuplarda, kaç yaşında bunları okumanı istediğimi belirttim. Gitmem lazım. Seni her zaman koruyacağım. Yatak odamıza ışığı söndürüp öyle girdim, zira Demir’in odasında geçirdiğim salya sümük vakitlerin izini gözlerimde taşımaya devam ediyor olabilirdim. Eşim onu erken yatırmamı, bir sevişme isteği olarak algılamış olacak ki, her gece giymediği saten iç çamaşırlarını üzerine geçirmiş. İstemeden böyle bir yanlış anlamaya sebebiyet vermiştim, istemeden seviştim dünya gözüyle son defa. Aslında iyi de oldu, eşim yoruldu ve uykusu her zamankinden daha ağır şimdi. Saat 8 oldu. Bugün cumartesi. 17 Mayıs cumartesi. Çalışma odamdayım. Demir ve Ece’nin gürültüden irkilmemeleri, korkmamaları için, dün dışarı çıktığımda almış olduğum susturucuyu takıyorum silahımın 71

- Mavi Öyküler


ucuna. Hazırım. Kapı çaldı ve Ece’nin sesi kulaklarımda çınlıyor yıllar sonra. Bitirmeliyim içeri adımını atmadan. Her şey tamam. Acımayacak. Sigaramdan son bir nefes, yaprak kaplı deftere son bir bakış. Fotoğrafına son bir öpücük konduruyorum. Artık gidebiliriz. Fonda Dying çalar. Ben yukarı çıkarım. p

“DEFOSUZ BİR İNSAN” “Şehirde” - Sultan Yavuz 1 Herkesin acelesinin olduğunu gösteren bir kroki; üstgeçitler gözlemevi, çizense kuru gözlerim. Gözlerimde kuruluk var, bana rahatsızlık veren şeyin bu olması oldukça şaşırtmıştı ve güldürmüştü de. Damlasız günlerde sık sık kırpıştırdığımdan krokiden çok, üstten çekilmiş fotoğraf karelerine benziyor aslında. Kalabalıklar her yere hareket halinde akıyor ve trafik ve binalar. O sesler, o yüzler… Klaksonlar, polisler, simitçiler, bunalımlı liseli kızlar; dudaklarında mutlaka kırmızı ruju olan, perçemli, mavi-siyah düz saçlar, converseler ve kotları. Sokağa büzüşüp, bazen ağlaşan ama genelde hırçın hırçın etrafa bakanlar kategorisine giren kızlar. Sonra uzun saçlı oğlanlar. Pasaklı, düz ve çok uzun saçlılarını ve rastalıları sevmiyorum artık. Konuşma şekilleri, ses tonları nereye gitmiş? Neyin aynılığı? Sıkılıyorum. Bir de kel kafalı ve çok uzun sakallı adamlardan. Ağızlarını yayarak çıkardıkları o garip seslerle iletişim kuran kızlı erkekli diğer kategori. Suratsız, topuzlu, sarı saçlı, topuklu ayakkabılı ve gözlüklü kadınlar, memur adamlar (genç olanlarının içinde kırmızı başlıklı kızdaki aç kurt yaşıyor); bond çantaları, parlak siyah ayakkabılar ve briyantinli saçlar. Mavi Öyküler -

72


Şehre benzeyen seyyar satıcılar. Bir satıcının arabasında “Hamur yemeyin, fındık yiyin. Enerji versin.” yazıyor ve simitçiler adına gülüyorum. Üniversite öğrencilerine af için imza standları. İmzalıyorum, mesleği; işsiz. Bazen kendimi bir şey sanmak istediğimde, ki bu zamanla bir savunma mekanizması haline geldi. İşsiz imzasını atarken, bir beat kuşağı yazarının edasıyla davranıyorum. Önemliyim, işsizim ve önemliymişim gibi. Öyle olmadığımı biliyorum, ama öyle davranmak hoşuma gidiyor. Belki de bir ortaklık arıyorum; memur olsaydım da Kafka ve Orhan Veli’yle bağ kuracaktım, sesim değişecek, sigarayı tutuşum başkalaşacaktı “memurum derken”. Ve reklamlar reklamlar reklamlar… Onlar her yerdeler. Memelerimin üstüne küçük bir ilan panosu yapıştırsam para kazanabilir miyim? Sonra gazetenin ilan sayfasının sağladığı bir algıda seçicilikle, o çirkin binalardan birinin bilmem kaça kaç no’lu dairesinde buluveriyorum kendimi. Herkes işe almak istiyor. Evimi geçindirme zorunluluğum var “Bakın kiram” diyorum. Hak veriyorlar ve hemen piyasayı, işverenlerin acımasızlığını anlatıyorlar. Bir anda tüm patronlar Marksist oluyor ve “Yemek parası ve yol parası, ne dersin?” diyorlar bense gözümün içine içine bakılarak söylenen bu sözlerin netliğinden ve kendine has güveninden etkilenerek öylece bakakalıyorum. Dondurduğum bir filmde, dikkat etme zorunluluğumun olduğunu düşündüğüm aktörün tek bakışı ya da gülüşü gibi donduruyorum bakışlarımı. O ses yinelenerek beynimde yankılanıyor. Süre uzarsa kendi kendime “iyiyim” diyorum. “Ararım” deyip kendimi dışarı atıyorum. Nefes almak istiyorum yine de, yürüme devamlılığım ilanlara bağlı. Umut etmek ve inancını kaybetmemek. Kabul ama belirsizliklerden korkuyorum, çok korkuyorum, bilmediğim bir şehirde, bilmediğim bir dilde ve bilmediğim insanların ortasında duruyor gibiyim. Etrafa bakınıyorum; hangi yöne gitmeliyim der gibi? Önüm o kadar açık ki, o sınırsızlıktan korkuyorum. Hiçbir şeyin kolay olmayacağını hep biliyordum ama ürkek bir alınganlık edindim. İş görüşmeleri için gidilen her odanın girişinde “Evet ya da hayır” diyorum hislerime güvenerek. Çıkışta bazen kendime yenildiğimi görüyorum; “Evet sarktı, hayır bana asla sarkmadı. Beni götürmek istiyor, istemiyor” diye. O kadar hayret verici şeylerle karşılaşıyor ki insan, bir an filmlerin, romanların en fantastiklerinin bile ne 73

- Mavi Öyküler


kadar olağan olduğunu görüyor insan. Bu aylar içinde güzel olan neydi? Gireceğim bir tiyatro grubu. Tanıştığım biri yeteneğe inanmadığını, sanatın da bir ihtiyaçtan doğduğunu (nefes alma ihtiyacı) söylüyor. Uzun sayılabilecek bir tartışmadan sonra o tiyatro anlayışını edebiyatla nasıl birleştirebilirim diye düşündüm. Hayallerimizin bittiği yer neresiydi? Ne kadar özne, ne kadar nesneydik? Ben de eskiden kaldırıma oturup, hırçın bakışlar atar mıydım insanlara? Uzun saçlı küçük götlü oğlanlar favorim miydi? Sesim ve konuşma tarzımın rengi olmadığı olmuş muydu? Bir krokide çizilmiş miydim? Aynılığıma vurgu yapılmış mıydı? Seyyar satıcılık yapmış mıydım? İçimde aç kurda yer var mıydı? Bir gün sarı saçlı, topuzlu ve topuklu ayakkabılı olacak mıydım? Bir gün defosuz bir insan olup kalabalıkla akacak mıydım? Hayata seyirci olmakla katılmak nerede başlayıp bitiyordu. Farkındalık bir film gibi kararınca, sonunda emeği geçenlere teşekkür etmek gerekiyor muydu? 2 Günün sonuna vardığında ne kadar uğraşırsan uğraş, herkes ve her şey tarafından nasıl da sıkı sıkıya kuşatılmış olduğunu anlıyorsun. Bir yolu yok gibi hissediyorsun. Yatağında, rüyalı ya da rüyasız gecelerinde. Biliyorsun; sana ait değiller. Hiçbir şeyin senin olmadığını gördüğünde, çareler aramaya başlıyorsun; kendi küçük barınağını yaratmak için. Bazen kısa bir çiş molasında, sigaran ve klozetle baş başa kaldığında, o tuvalet senin sıcak, gizli yerin olabiliyor. Kalabalığın içinde, bir süper markette eğildiğin an, işte orası da barınağın oluyor. Gözler fark etmiyor, sense sadece ayakları görüyorsun ve ayak sahipleri de sanki seni o kadar görüyormuş gibi hissediyorsun. Çocukluğunda ve bazen büyüdüğünde, her yerini kapadığın örtün de güvenli yerin olabiliyor. Aynen şimdi olduğu gibi. Atom bombası bile yıkamazmış gibi ve görünmez adam kadar görünmezmiş gibi. Bazen ne kadar da dışarıda olduğunu, yazarken fark ediyorsun. Bu eziklik duymanı sağlıyor. Kendine eziksin! Sadece kendini anlama Mavi Öyküler -

74


yolu değil yazmak, dışarısında kaldığın yaşamın insanlarını da anlamaya yarıyor gibi. Belki de anlamak için biraz disarda kalmak gerekiyordur. Bu anlama surecini pozitif bilimin yasalarına bağladığında, bilim adamı oluyor ve para alıyorsun; sırf anlamaya devam et diye. Oysa ifadelerin o kadar arı ya da anlaşılmaz değilse ve büyük bir masan yoksa, o zaman da tam tersine bir isimsiz oluyorsun ve açlıktan ölmen bir şey ifade etmiyor. Belki şanslı piçlerden olursan, işler değişebilir? Düşüncelerinizin ve kendi küçük buluşlarınızın inandırıcılık özelliği taşıyabilmesi için unvanınız olmalı. Günümüz dünyası unvanlarla yasıyor. Hayatınız ya unvanınızı korumakla, ya unvan almak için çabalamakla geçiyor. Eğer ikisi de değilseniz, “beş para etmezler kategorisine” hoş geldiniz. Artık, bir sınıfınız var, size “işsiz, işçi sınıfı, ezilen, fakir” demelerine aldanmayın. Sizin dahil olduğunuz sınıf ve asil niteleme sıfatınız “beş para etmezler.” Bunu ben uydurmadım; unvanlıların kendi aralarında size taktıkları isim bu. Dersleri geçmemde yardım eden sevgili Marx Baba, aşırı dozda yanlış bilinç, sınıf bilincimi yerle bir etti. Bana kızma, bize kızma. Yerinden hortla ve bugünü anlat bana. Yine, yeniden. Yine, yeniden.Yine, yeniden… 3 O tiyatro binasından çıktığımda bedenim o kadar çok küçük bacağa sahipti ki, eve gelme sürecinin nasıl sancılı olduğunu sen tahmin et. Her şeyin “piyasa” olduğunu söylediğim günleri anımsıyorum. Şimdi iki dudak arasındaki harflerin bir araya gelmesinden ibaret olmayan bir gerçekliğin sarmalamasındayım. Alyuvarlarının, o piyasanın kan dolaşımında attığını hissettiğin an başlayan bir gerçeklikte. Ve ben o gerçeklikten nefret ediyorum; “nefret ediyorum” dediğim varoluşçuluğa yakınlaşırken. “Bir yer yok mu?” diye için için ağlayıp yakaranlar kervanında ağızdan öylece atılmış bir sövgü gibiyim. “Son Kuşlar” gibi içimin piyasasız tarafı, aşk bildiğim temaşa yerinde sıkıldı kurşunu da. “Ben martıyım, hayır değilim. Ben martıyım, hayır değilim” diye yankılanırdı ses beyninde. Sense bilirdin; tüfek olan Nina’ydı. En başından beri ölmekte olan, martı olan Treplev’di. 75

- Mavi Öyküler


Gandi gibi olabilmeyi isterdim. Benim susuşumsa o kadar temelli değil. Bazen aptallık gibi geliyor. Peki hangi akla karşılık? Sabrın gücüne ve erdemine inanmak istiyorum. Bana yeniden zeytin dalı uzat cesaret! p

“İYİ ÇOCUKLAR KURDU EVRENİ” “Kuklacı-Pinokyo” | Sibel Torunoğlu Kuklacı Şeref’in tozlu, eski bir dükkânı vardı. Kuklaları orada yaratıyordu. Kimisine pazen, kimisine naylon gecelikler giydiriyordu. Bir sürü kuklası vardı. Kimisi anne, kimisi baba, kimisi çocuk, kimisi savcı, kimisi polisti. Dükkânın üstü eviydi. Ama üst kata hiç çıkmıyordu. Tıkış tıkış eski püsküsüyle dolu alt katta yaşıyordu. İyi kalpli peri Pinokyo’yu insan yaptıktan sonra sırrını şöyle anlattı: Şeref öyle güzel kuklalar yapmış ki gölgesi insan. Kuklalar insan gölgelerini, insan gölgeleri kukla bedenlerini takip ediyor, dedi. İyi kalpli perinin bir başka sırrı biz kuklalara yemek yemeyi öğretmekti. Keskin dişlerle açılan ağzım eski matematik ve dünyadaki toplam canlıların toplam sayısının iki olduğunu öğrenince sordu: Peki ben kimi yiyorum, nedir bu kadar tatlı olan, ağzıma uyan lezzet? Kuklacı Şeref hem bizi konuşturuyor hem kendini. Biz onun söylediklerini söylüyorduk. Şeref Abi, ben kadınım öteki erkek mi, diyordum. O bir kadın ama sen kadın değilsin, diyordu. Dişi örümcek erkeğini yer diyordu örümcekgiller hep bir ağızdan. Dişi akrep seviştikten sonra erkeğini yer diyordu akrepgiller. Bir çift kumru vardı penceremde birbirine âşık ve mutlu. Ben küçüktüm. Abim de küçüktü. Annem bir gün bir kuş tuzağı hazırladı, bıldırcın yakalayacaktık. Bir tane bıldırcın yakaladık. Bir sürü bıldırcın geldi yemlere, ama yalnızca zayıf olan biri yakalandı. Annem bıçağı abimin eline verdi. Abim bir kuşa baktı bir de açıp kapadığı Mavi Öyküler -

76


gözlerine. Sen benim erkekliğime o kadar güvenme, dedi anneme. Annem güldü. Bıldırcını saldık, gitti. Yengem kasabadan gelmişti o kış. Sonunda bizim penceredeki kumrulardan birini yine yakaladık. Annem yengeme kestirdi, Ayasofya rengi kumruyu. Sanki içimdeki aşkı yedim. Ben çok açtım. Kimse yemedi, ben yedim yalnızca erkek kumruyu: Kumru rengi suyuna ekmek bandırarak. Sonra dişi kumru yıllarca ağladı penceremde. Kumru çiftler eşleri ölünce ömür boyu tek kalırmış. Ben de ağladım ömür boyu. Başka bir alemde sevgilimi bekleyerek. Tüm evren bir kişi kaldı. Öteki nerede? Şeref! diye bağırdı kuklalar. İnsan gölgeleri bağırdı. Acıdan ruhları bağırdı. Şeref susuyordu. Eşcinsel oldum, zevk için kumru yedim. Zevk için eşcinsel oldum ve bütün matematiğin hem içindeyim hem dışında. Şeref adındaki kuklacı senaryoyu böyle yazdı. Senaryo et yenilen bir evrende geçiyordu. Modayı yarattık biz kuklalar. Eşcinsel modası yarattık. Yeni bir arz talep ilişkisi. Kuklacı Şeref doksan iki yaşında öldü. Tahta bacağını gazlamış. Kibrit yakıp atmış üzerine. Kuklalar kuklacıyı bulamıyorlar artık. Başıboş bir oyun sürüyor. Hatırla Şeref, hatırla, diye bağırıyorlar hep bir ağızdan. Büyük bir ormanda kuklaların sesi acı bir şarkıya eşlik eder gibi yankılanıyor, ağaçlar sessiz. Ben tahta olayım öteki marangoz. Ben kadın olayım öteki sen ol Şeref. Beni kes, benden bir ev yap. Benden bir kafes, benden bir tabut yap. - Sen bir yel değirmenisin Pinokyo, rüzgâr senin sevgilin. - Ben Dulcinea olayım, sen Donkişot ol. - Rüzgârla sevişiyorsun ruhundan gelen coşkuyla, ama yaşamıyorsun. - Sen de mi Şeref? - Evet Dulcinea. 77

- Mavi Öyküler


Kör çocukların annesi renktir Sağırların ses Ağaçların ekmek Yalnızların kedi İyi çocuklar kurdu evreni Benimkini de rüzgâr. Çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayım: HAYAT! Ama insanın hayatı sorun olarak algılamadığı zamanlarda beyni ne işe yarıyor? Bir gün intikam alacaksın diye kandırdığımız zayıf varlığın aklı ne işe yarıyor. Geçenlerde bir boğayı üç gün kovalayıp yakalayamamışlar. Sonunda dişisini gösterince boğa gelip teslim olmuş. İşte hayat bu! Bu kadar! p

Mavi Öyküler -

78


79

- Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

80


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.