İÇERIKLER “BİR KIZ GİBİDİR UÇURTMA” 4 “HAYAT, ANLATILADURAN KOCAMAN BİR YALAN” 6 “KALEM ÖPÜCÜK ATTI DEFTERE” 13 “SEVGİLİM OL BE!” 16 “BUNDAN DAHA FAZLA UZAKLAŞMA BENDEN” 19 “DÜNYA SENİN OYUN BAHÇEN”
22
“ÖLÜMÜN KOLLARINA UZANMAK” “SENİ SEVMEK ŞÖLENDİR”
26
34
“TUTSAK BİR BALIK GİBİ…” 37 “O KADAR APTAL BİRİ MİYİM SENCE?” 41 “KENDİ İŞİNİ KENDİN YAP BABA!” 45 “KAN GÖLÜNÜN ETRAFINDA DEBELENİYORUZ” 49 “ÇÖPÇÜLER DE GELDİ İŞTE…”
53
“BİRLİKTE CENNETE GİDELİM”
54
“KORKUYLA BEKLEMEM GEREKECEK” 60 Mavi Öyküler -
2
“ZAMAN BOŞLUKTA DURAMAZ”
63
“GÜNDÜZLERİ YAŞAMIYORDUM” 70 “HERKES KENDİSİ İÇİN YAŞIYORDU”
73
“KİRLİ GÖĞSÜMÜZDE MAHŞERİ BEKLER BİR MELEK…” 77 “ZEHİRLENMEYE CAN ATIYORDUM”
86
Ücretsizdir 3
- Mavi Öyküler
p
“BİR KIZ GİBİDİR UÇURTMA” “Uçurtma Günlüğü” | Mithat Gülsoy Kendimi hiç sevmediğim, nefret ettiğim zamanlar çok oluyor. Yaptıklarımdan, yazdıklarımdan, küfürlerimden, hakaretlerimden utanıyorum. Kendime, herkese zorum, katlanılmazım… Elimde değil, güzel şeyler söylemek, iltifatlar etmek… Pek beceremiyorum, bir şeyler söylesem, “Hocam, hayırdır bugün çok neşelisin”lerle karşılaşıyorum. Hiç sevmem bu mart ayını, hele Anadolu’da, dağ şartlarında pek zorlu geçiyor mart. Bugünlerde kocakarı soğukları yaşanıyor buralarda. Herkes gergin, hasta, halsiz, asabi, delişmen. Zorlanarak gittim okula, çocuklar da benim gibi yorgun, isteksiz, çoğunluk hasta. Biliyorum ne anlatsam anlamayacaklar, daha da sinirleneceğim. Sinirlenirsem öfkemi sevdiklerimden çıkartacağım, en çok da sen çektin bu çileyi kanatsız kuşum. Çocuklar da biliyor bu huyumu. Çenem açılıyor, bir anda başlayan sürekli konuşma isteği… Bilmiyorum bu kelimeler nereden aklıma geliyor, dakikalar nasıl geçiyor, anlamıyorum. Konumuz “Hayalimdeki Uçurtma”, Ali Yüce’nin saçma şiiri. Okundu. Açıkladı çocuklar bilmeden, sormadan, meraksızca yıldızlara, aya gezegenlere yolculuklar yaptılar. Nasıl olsa muavinleri de Metin’di. Hiçbiri samimi, içten değil ki… Müfredat değil ki, bu dağın çocukları samimi olsun. Sinirlendim. Ne suçları var? Bu çocuklar birkaç dersten sonra açlıktan, yorgunluktan derslerde uyuyacaklar, nasılda küçülecek göz bebekleri. Şimdiye kadar, hiçbirini uyandırmadım, hayallerini bölmeyi göze alamadım. Gözlerine baktım; çekingenler, içimden sırt ağrıma küfür edip kalktım. Uçurtma bu mu lan, senin uçurtman bu mu? Yıldızlara, aylara, taşıma aracı mı bu lan dedim. Çocuklarım sus pus. Kapattırdım gözlerini, dinleyin dedim. Uçurtmalar sakin havaları sevmezler, uçma isteği oluşmaz böyle günlerde. Sakinlikte kim kime meydan okumuş ki! Uçurtmayı uçurtan rüzgârdır, fırtınadır. Gökyüzünde soylu süzülüşleri Mavi Öyküler -
4
fırtınalarladır, rüzgârlarladır. Yüzünüzü okşayan, içinizi ısıtan, sevgiyi çağrıştıran rüzgârlarda, narin, genç, güzel, bir kız gibidir uçurtma. Nazlanır gökyüzünde, çiçeklere, kuşlara, derelere, ırmaklara, çocuklara göz kırpar. İdare etmesi kolaydır. Fırtınalar nasıldır? 100 yıllık çınarları devirir, arabaları sürükler, çatıları, tenekeleri, kâğıtları, naylonları… katar önüne takla attırır, yırtar, parçalar, başlarını döndürür, kan kusturur onlara, sizler korkudan titrersiniz; hele akşamları, annem biz çocukken hep dualar okurdu. Uyku tutmaz, delirticidir ıslıkları, saplanır kulaklarınıza, çatılarınız yeryüzünün en uyumsuz orkestrasıdır, en kötü müziği çalar. Alın uçurtmanızı, salın gökyüzüne, o fırtınalara meydan okuyacak birileri var: Bizim uçurtmalarımız. Dans eder, süzülür, fırtına çıldırdıkça daha da yukarılaradır onun yolculuğu, tepeden bakar fırtınaya. Benim kollarım yeryüzünün en kırılgan otlarından, kamıştandır, kâğıtlarla, naylonlarla kollarımı bağlattırdım çocuklara, bir suçlu gibi değil. Bak insanlar sana suçlu gibi bakıyorlar. Ya bana? Saf, masum, tertemiz, dereler, çiçekler gibiyiz çocuklarla. Bantla, yapıştırıcıyla kollarımı gerdiler. Saldılar gökyüzüne, sen öfkelendikçe yukarılara çıktım, bırakmadın peşimi, deliye döndün tepene çıktım, azgın ıslıklarını saldın, köpükler saçtın, hiç yaralanmadım. Sana teslim olmayacağım, senin karşında gökyüzünün asi çocuğuyum, deliliklerimi söylüyorum sana, gel teslim al beni, ne duruyorsun. Senin gücün arabalaradır, zavallı. Savunmasız çınarlaradır. Saçını yolduğun yetmedi, kökünü kazıdın, çalılara yeter gücün, güçsüz kâğıtlara, zavallı poşetlere. Ben deliliğimi, asiliğimi çocukların hayallerinden alıyorum, o hayalleri parçalatmayacağım. Nerde heybetin kudretin, kırılgan kollarıma, naylon kanatlarıma gücün yetmedi mi? Tüm çocuklar tanır beni, mutlulukla gülümsetirim onları, hayallerini çoğaltırım, Tanrıyı, sevgiyi, özgürlüğü, gökyüzünü anlatırım onlara. Kıramadığın kollarıma, kanatlarıma, gücü işte bunlardan alırım. İnsanlara çok benziyorsun, kırıp, yırtıp, söküp, yok edip atıyorsun, bu çocuklara bir şey bırakmıyorsun. İnsanlar izin verdi, ben çocukların hayallerini yıkmana izin vermeyeceğim. Gücün bana yetmediyse, çok da güçlü değilsin. 5
- Mavi Öyküler
Özdeşin insanlara git sen. Açtırdım çocuklara gözlerini. Ahh Dilek, kurşunkalem karası kızım, gözlerin ne güzel parlıyordu, sen ki sınıfın en yoksulu, en umutsuzusun, hayat seni bir daha böyle, karalığınla ışıldatır mı? Gözlerine bakınca nasıl hüzünlendim. Ya diğer yoksul çocuklarım, hepsinin gözlerinde aynı ışıltıyı görmek. Eşşekoğlu eşşekler, beni ağlattınız ya sınıfta, neye ağladığımı bilmiyorum. Hepsi hüzünlendi. Nasıl, nereden geldi aklıma bu kelimeler bu öfkeli günümde, bilemiyorum. Ben de şaşırdım, böyle konuşmaya alışık değilim oysa. Biz haftaya sınıfta uçurtma yapacağız. Dostlar, herkesin uçurtmasından bir dileği olacak, kimse kimseye söylemeyecek. Okul bahçesinden gökyüzüne salacağız. Aç, dayak yemiş, azarlanmış, mutsuz çocuklara selamlarımızı göndereceğiz, onları gülümseteceğiz. Filistin’de, Irak’ta umutsuz çocuklara yüreğimizi göndereceğiz, gözyaşlarımızı. Onlar bilirler uçurtmaların dilini. Ne olur küsme fırtına kardeşim. Bir ağabeylik yap şu çocuklara, uçurtmalarımızı hiç uçurtma görmeyen çocuklara taşı…
p
“HAYAT, ANLATILADURAN KOCAMAN BİR YALAN” Erdal Can’a “Sessiz Ölüm” | Orhan Erbeyi Sabah annesi becerikli bir hırsız özeniyle yavaşça kapısını açtı. Oysa, amacı uyuyan oğlunu rahatsız etmemek değil, uyandırmaktı. Odanın içine sessizce dalan anne oğlunun sıcak gülümseyişiyle karşılandı. Bir an oğlunun onu kucakladığını sandı. İçi huzur doldu. Anne, bu huzurlu âna şefkat dolu bir gülümseyiş de ekledi ve başlayan yeni günlerine ilk sözcüklerini sundu: “Uyandın mı oğlum? Ben de seni uyandırmaya gelmiştim. Sen kalkana kadar kahvaltı da hazır olur.” Oğlu hâlâ gülümsüyordu annesine. Sonra çıktı odadan annesi. O Mavi Öyküler -
6
da tembel hareketlerle yatağından çıkabildi. Odanın her köşesine yayılmış huzurlu havayı bedeninin her yerinde hissediyordu şimdi. Anne denen bir varlığın sabahları, sırrını çözemediği bir fedakârlıkla çocuğunu yeni güne çağırmasının, hayatın bakılıp da görülemeyen masum ve kutsal güzelliklerinden biri olduğunu uzun süredir düşünüyordu. Kelimelerle ifade edememe telaşını yaşadığı anne sevgisini sıcak gülümseyişiyle annesine hissettirdiğinin farkında değildi ama. Üzerinde tatlı bir hafiflik taşıyordu bu sabah. Buna emindi. Bu hafifliğin nedeni artık “ben geldim” demeye başlayan bahar olmalı diye düşündü. Her sabahki ezberlenmiş hareketlerini tamamladı. İyice kurulayamadığı yüzünün serin ıslaklığıyla kahvaltıya oturdu. Karşısında annesi oturuyordu. Pek konuşmadılar. Sadece birbirlerine gülümseyip akan zamanı yavaşlatmaya çalıştılar. Daha uzun bir süre böylece oturabileceğini biliyordu. Gerçek mutluluğun böyle bir ânı yaşamaktan ibaret olacağını düşündü. Hayattan daha fazlasını beklemenin aç gözlülük ve bencillik olacağına kanaat getirdi sonra. Tatlı sesiyle annesine kahvaltı için teşekkür ederek hazırlanmak için odasına geçti. Pencereyi açtı. Baharın yeşil ve serin kokusunu içine çekti. Rahatladı. Dönüp dolabını açtı. Bu huzurlu güne kül rengi takım elbisesini uygun gördü. Özenle giyindi. Uzun ve düz saçlarını her zamanki gibi arkaya doğru iyice yasladı. İçinde tuhaf bir şekilde ıslık çalma isteği uyandı. Hangi şarkının ıslığını çalacağına karar veremeyen dili, ezgileri birbirine karıştırdı. Islık çalmayı, dışarıda onu beklediğini hissettiği baharın içine karışına kadar erteledi. Masasına yaklaştı. Ders notlarının üstünde iki gün önce yazdığı şiiri gördü. Sevimsiz bir şiirdi bu. Bu hafif güne bu şiir çok ağırdı. Bir yerlere saklamak istedi bu kâğıt parçasını. Odada hiçbir yeri saklamaya uygun bir yer olarak görmedi nedense. Saatine baktı. Oyalanırsa derse geç kalabilirdi. Düşündü ve şimdilik ceketinin cebine koymaya karar verdi. Sonrasını düşünmek istemedi. Bu güzel havada böyle bir şiir yazmak da nerden girmişti aklına? Bir an kızdı içine kapanık haline. “Hayat çok değerli” diye mırıldandı. O an içinden güzel bir başka cümlenin geçtiğini hissetti. Kaybetmek istemedi bu cümleyi. Panik halinde ders kitabının üstüne not aldı bu cümlesini. Kurduğu cümleyi tekrar tekrar okudu. Gülümsedi. 7
- Mavi Öyküler
Sonra da açık duran pencereye dayandı yine: Hava, kendisine hayır denemeyecek bir sevgili kadar güzeldi ve onu kendisine çağırıyordu. Okula yürüyerek gitmeyi düşündü bu yüzden. Evet, bugün mütevazı arabasına binmemeye karar verdi. Ama arabaları olmayan öğretmen arkadaşlarını hatırladı sonra. Okul çıkışı onun arabasına binerlerdi. Düşündü hızlıca. Hayır, bugün okula giderken de ve okuldan dönerken de yürüyecekti. Bu yeşil kokulu havayı arabasıyla kirletmeye kıyamayacaktı. Böylece teselli oldu. Yürüyerek gidebilmesi için acele etmesi gerekti. Hızlandı. Gülümsedi sonra kendine. Çünkü aklına yeni bir fikir gelmişti şimdi. Bugün, öğrencilerine en mutlu şiirleri okumalıydı. Kitaplığa yaklaştı. Kitaplık, sayıları sürekli artan kitapları taşıyacak güçte değildi artık. Fedakâr kitaplığın karşısında hangi şiir kitabını alacağına bir süre karar veremedi. Ona göre, en güzel şiirler içinde en yalan cümleleri taşıyan şiirlerdi. Öyle ya, hayat, anlatıladuran kocaman bir yalan değil miydi? Hayatı tahammül edilir kılan yalanlarla süslenmesi değil miydi? İnsanları, diğer varlıklardan ayıran üstünlükleri, hayatın çirkin yüzünü yalanlarla makyaj edebilmeleri değil miydi? Balıkçıyı heyecanlandıran deniz kızının kendisi değil de hayali değil miydi? Nihayet buldu en yalancı şairi. Keyifle kitabı raftan çekti. Bolca okuyacaktı öğrencilerine bu kitabı. İçinde acele bir yerlere varma hissi oluştu birden. Panikledi. Çıkarken annesini öpmek istedi. Aslında annesinin onu öpmesini ve her zamanki gibi saçlarını okşamasını istiyordu, ama nedense annesi yoktu içerde. Üzüldü biraz. Gitmeliydi. Merdivenlerden inerken erkek kardeşini anımsadı. Kardeşi, odanın içinde derin bir uykudaydı muhtemelen. Onunla yeteri kadar ilgilenemediğini düşünerek suçluluk hissetti yine. Kardeşinin üniversiteye girememesine çok canı sıkılırdı. Artık dışarıdaydı. Yeşil kokulu yeni günün yanaklarına serin öpücükler kondurduğunu sandı bir an. İçinde tarifsiz bir heyecan hissetti. Arabayı almamakla da iyi bir karar verdiğine inandı. Hem yolda belki öğrencileriyle karşılaşır ve beraber okula yürürlerdi. Bu düşünce ona öğrencilerinin sınav notlarını hatırlattı. Öğretmenler Mavi Öyküler -
8
odasında, düşük not alan öğrencilerinin notlarını yükseltmeyi tasarladı. Yürüyordu ve sürekli düşünüyordu. Son yıllarda sabahları yaşamayı ihmal ettiğini hatırladı. Oysa yurtta kaldığı lise yıllarında arkadaşlarıyla daha gün doğmadan ders çalışırlardı. Sabahlar bereketliydi. Bu sabah da bereketli olacaktı. Bu bereketten kendisi de nasiplenecek ve öğrencilerine daha faydalı olacaktı. Öğrencilerini hayatta başarılı kılmak için çok çabalardı. Öğrencilerinden çok ısrarcı olduğu bir isteği vardı: “Ne olur, hangi işi yaparsanız yapın en iyisini yapmaya özen gösterin. Lütfen yılmadan çalışın.” Bu isteğini bugün de tekrarlayacaktı. Tam bu sırada asfaltı çatlamış yolda ayağı burkuldu. Daldı sonra, unuttu acısını. Belki bazı öğrencileri, insana dışlanmışlık hissi veren bu bozuk yolları en iyi şekilde yeniden yapabilecek bir meslek edineceklerdi. Yaşadığı toplumun ve coğrafyanın sorunları hızlıca hafızasında canlandı. Hep acı çekilmişti bu topraklarda. Unutulmuş ya da istenmemiş bir coğrafyanın çocuğuydu o. Bu yüzden “ben kırılgan bir çocuğum” cümlesinin geçtiği şiiri okumayı severdi. Burada herkes ve her şey kırılgandı. İnsanların gözlerinden her mevsim mutsuzluk yansırdı. Barutun kokusu hiç eksik olmazdı. Aşk, anlattıkları sakıncalı bulunup toplatılan çaresiz bir kitap gibi yasaklıydı. Sevişmekse elleri kolları zincirlerle bağlanmış, zindanın en kuytu yerine atılmış, etrafı zalim muhafızlarla çevrilmiş ve “ya kurtulursa” diye kendisinden çok korkulan bir hükümlü gibiydi. İnsanlar, içlerine gömülürcesine kapalıydılar hayata. Yaşam, bu topraklarda bilinmeyen ya da tanınmayan bir el tarafından hep yokluğa, ezikliğe, gözyaşlarına, keyifsiz yağmurlara, fakirliğe ve ölüme sürüklenmişti. Hastanenin önünden geçerken doktorsuzluktan ölen ya da sakat kalan insanları hatırladı. Canı sıkıldı. Doktorsuzluk iki yıl önce ölen babasını hatırlattı ona. Yürüyordu ve kollarına düşüp ölen babasının hayali ona eşlik ediyordu. Babasını yetiştirememişti doktora. Çok sevdiği bir varlığı kaybeden herkes gibi kendisini suçlamıştı. Oysa babası hemen ölmüştü. Vücudu titredi bu düşüncelerle. Sonra babasının ölümünden duyduğu acıyı öğrencilerinin samimice paylaşmasını anımsadı. Kendisini öğrencilerinin ve kitaplarının sayesinde daha çabuk toparlamıştı. Öğrencilerini de kitaplarını da çok seviyordu. Öğrencilerini de tıpkı 9
- Mavi Öyküler
kitapları gibi, raflardaymış gibi görürdü. Tuhaf bir istekle daha önce okuduğu kitapları raftan çeker ve altını çizdiği yerleri okuyup kitabı tekrar yaşamış olurdu. Derslerde de raflardaki yerleri belli kitapları gibi daha önce sözlerinden etkilendiği öğrencilere söz verip, yaşamaya ve bazen ölmeye dair görüşlerini sorardı. Yürüyordu; ama umduğu gibi öğrencileriyle karşılaşmamıştı. Biraz erken çıkmıştı. Bu sabah hissettiği huzurlu hafifliği öğrencileriyle paylaşmak geçti aklından. Bu düşünce içinde sabırsız bir mutluluğun uyanmasını sağladı. Yürüyordu ve yoluna çarşıdan devam etmeye karar verdi. İşbaşı yapan esnaflarla göz göze gelmek istiyordu çünkü. Her birinin hikâyesini aklında kuracağını ve bundan çok keyif alacağını biliyordu. Hikâyeler, romanlar, şiirler… Her şeyi kelimelerden ibaret görüyordu. “Ah şu kitabı tamamlayabilsem!” diye mırıldandı. İçini dökercesine yazdığı bir kitap dosyası vardı. O da, kendi kullanacağı kelimelerin sihrini hayata katacaktı. Dosyasını tamamladığında çok rahatlayacağını biliyordu. Gökyüzüne baktı. Masmaviydi gökyüzü ve cıvıl cıvıldı kuşlar. Derin bir nefes daha çaldı hayattan. Sağ kolunun taşıdığı ders notlarından dolayı yorulduğunu fark etti. Ellerinde hep çok yorulacağı kadar kitap, notlar ve şiir parçaları taşırdı. Hayat ya da edebiyatla ilgili ona sorulan her soruya elinde taşıdıkları sayesinde cevap verebiliyordu böylece. Çareyi elindekileri sol eline almakta buldu. Ceketinin cebine değmeye başlayan sol kolu bir hışırtıya neden oldu. Bu hışırtı, sabah ceketinin sol cebine bıraktığı sevimsiz şiiri yazdığı kâğıttan geliyordu. Kâğıt düşmanca hışırdıyordu. “Neden yanıma aldım ki?” diye geçirdi içinden. Şiirini yok etmeyi tasarladı birden. Sonra bu tasarısından hemen vazgeçti. Çünkü içinden “hiçbir umutsuz şiir güzelim hayatı lekeleyecek kadar güçlü olamaz” diye düşündü ve güneşin artan sıcaklığını hissederek bakkallara yoğurt satmaya çalışan yaşlı kadını gördü. Yaşlı kadın için derin bir acı duydu ve hüzünlenerek içini çekti. Bir romana benzediğini kabul ettiği hayatın, yaşlı kadına böyle bir yaşamı layık gördüğüne inandı. Sonra “Romanının bu yaşlı kadınla karşılaştığım sayfası acaba kaçıncı sayfasıdır?” diye ütopik bir merak düştü içine. Yaşlı kadını arkada bırakmıştı artık. Romanın paragrafMavi Öyküler -
10
larındaki ilerleyişine devam ediyordu. Yürüyordu ve artık yaşlı kadını anlatan paragraf bitmişti. Şimdi bu yaşlı kadının bir gölgesiymiş gibi annesinin hayali belirdi gözlerinde. Babası öldüğünden beri annesinin yarım yaşadığını düşünürdü. Yine bunu düşündü ve hüzünlü bir soluk saldı havaya. Saatine baktı. Dersin başlamasına daha vardı. Aklından hüzünlü düşünceleri atmaya çalıştı. Edebiyat fakültesini okuduğu yedi tepeli şehri hatırladı. Bazen erken uyanıp sahilde yürüyüşler yapardı. Sahiller her sabah serindi. Martıları, bu serin sabahların ev sahibi kendini onların misafiri gibi hayal ederdi. Doğduğu şehirde denizin olmayışı canını sıkardı. Deniz olmayan yerlerde gökyüzünün yalnız kaldığını ve acıklı bir çehre aldığını sanırdı. Çünkü kendi şehrinde sonsuz gökyüzünün, denizin eşsiz maviliği ile birleşemediğini düşünür ve gökyüzü kendisiymiş gibi üzülürdü. Oysa bu yedi tepeli şehirde deniz ve gökyüzü bir bütündü. Bu hatıralar kulağına martı çığlığını ve denizin hışırtısını getirdi. Yürüyordu ve arkasında yaşadığı şehrin merkezinin üzerine kurulduğu uzunca tepeyi -ya da dağı- hissediyordu. Kendisini bu tepenin bir parçası sanırdı. Arkasında hissettiği bu tepe, esnafların karmaşık sesleri ve yoğurt satan yaşlı kadın yüreğine güven yaydı. Kendinden emindi şimdi ve öğrencilerine bu sabah neler hissettiklerini soracaktı. Baharı soracaktı onlara. Serinliği, maviyi soracaktı. Daha önceleri zaman, yalnızlık, ölüm gibi kavramları sormuştu öğrencilerine. Oysa bu sabah gülümseyen bir iyimserliğin içinde kıpırdandığını hissediyordu. İyimserdi bu sabah ve bu sabah öğrencilerine aşkı da soracaktı. Kim bilir “aşk” denince kaç öğrencisinin yüzü kızaracaktı. Hem daha üç gün önce, nöbetçi öğretmenken rahatça konuşmak istediklerini sezdiği iki öğrencisini, kimsenin aklına gelmeyecek bir sınıfa yerleştirmişti. Yüzlerine yansıyan aşklarını dile de dökmelerini istemişti çünkü. “Sahi, ilan-ı aşk edebilmişler miydi acaba?” diye fısıldadı kulağında hissettiği martılara. Sınıfta aşkı sorduğunda onların yüz ifadelerinden bu merakının cevabını alacağını umut etti. Yürüyordu hâlâ ve gülümsüyordu şimdi. Tekrar saatine baktı. Derse geç kalmayacağı kadar zamanı vardı 11
- Mavi Öyküler
daha ama; nedense derse yetişemeyecek sanıyordu. Panikledi biraz. Hızlanmak istedi. Bu sırada geçmek üzere olduğu sağındaki sokaktan birinin ona yaklaştığını gördü. Bir de sokağın başındaki büyük çöp kutusunun etrafına saçılmış çöpleri, üstünde yırtık elbiseleriyle öfkeli bir halde sigarasını emen bir hamalı gördü. Ona yaklaşan adamın önünden geçip gideceğini sanıp yavaşladı. Hayat bir mırıldanma gibi kulaklarında uğulduyordu. “Ne hoştur hayatı bir bütün olarak duymak” diye içinden geçirirken, yol vermek istediği adamın karşısında nefretle durduğunu fark etti. Telaşlandı biraz. Nedense bu duruş ona ceketinin sol cebindeki şiiri hatırlattı. Bu sırada adam ona biraz daha yaklaştı. Yürümüyordu artık. Bu sırada zihninde betimleyemediği ama sadece nefret dolu olduğunu sezdiği adam ona biraz daha yaklaşmıştı. Adam elini beline götürdü yavaşça. Gözleri bele giden ele kaydı. Her şeyin sessizleştiğini sandı bir an. Kulağındaki uğultunun derdini anlatamayan bir fısıltıya dönüştüğünü fark etti. Hayat denen romanın kim bilir kaçıncı sayfasındaydı bu soğuk ve sessiz adamla karşılaştığı bu anda? Romanın bu sayfası hızlı okunamıyordu. Zaman bu sayfada geçmek istemiyor gibiydi. Bele giden el ve cebinde taşıdığı şiir: İkisi de sessizdi. Ürperdi birden. Çünkü şiirin başlığı “Sessiz Ölüm”dü. Bele giden elde bir tabanca vardı artık. Birden, kaybetmemek için sabah ders kitabının üzerine not aldığı cümlesini hatırladı: “Yaşam, ölümü tarif edememek kadar güzeldir”. Bu cümleyi hatırlayarak rahatladı biraz. Tabanca, onu tutan el kadar nefretle bakıyordu ona. Yutkundu. Sonra konuşmak istedi. O an konuşabilmek, karşısındaki tabancaya aşkı, baharı, martıları, yoğurt satan yaşlı kadını, denizi, maviyi anlatmak istedi. Anlatabilse bütün bunları belki bu acımasız sessizliğin dilini çözebilirdi. Belki kulağında hayatın uğultusunu yine duyabilirdi. Ama meçhul tabanca dinlemek istemedi hiçbir şeyi ve içinden öfkeyle ittiği ilk kurşunla ölümün soğukluğunu savurdu karşısındaki esirine. İlk kurşunla vücudunun buz tuttuğunu sandı. Vücudunda şaşkınlık dolu bir titreme başladı. Kafasını kaldırıp öfkeli tabancaya bakmak istedi; ama korktu, yapamadı bunu. Ellerindeki Mavi Öyküler -
12
notlarla yere yığıldı sonra. Notlar ve kitapların ıslandığını, kirlendiğini gördü. İçini ezen bir sıkıntı hissetti. Yerler neden ıslaktı? Akşam yağmur mu yağmıştı? Nedense, ona yağmurdan nefret ettiğini anlatan içine kapanık bir öğrencisini hatırladı. Hiç yeri ve zamanı değilken, önceleri hiç düşünmediği bir soru takıldı aklına: “Peki ya ben? Ben yağmuru sever miyim?” Hâlâ ölmeyeceğine inanıyordu. Bu sabahın serinliğini öğrencilerine anlatma arzusunun sıcaklığı ilk kurşunun soğukluğunu eritiyordu biraz. Yerdeydi artık. Ve ders kitabı ile en yalancı şairin kitabı elinde idi hâlâ. Bu kitaptan ilk “Beni bu havalar mahvetti” diyen şiiri okuyacaktı bu sabah öğrencilerine. İkinci kurşun da tüm soğukluğuyla bedenindeydi şimdi. “Ölecek miyim?” diye zor bir telaşa kapıldı. Derken üçüncü kurşun geldi. Cebinden gelen hışırtıdan başka her şey çok sessizdi artık. Babası, annesi kardeşleri, öğrencileri; hayatında ilk kez aklına takılan yağmur sıkıntısı; aşk, yedi tepeli şehir, kitapları, yaşadıkları ve yaşamayı hayal ettikleri acele bir şekilde sıralandı gözlerinde. Gevşeyen zihniyle “meğer doğruymuş ölüm anında hafızanın canlandığı” diye düşünebildi. Ölüyordu artık, emindi bundan. Derin bir nefes daha almak istedi vedalaşmak üzere olduğu hayattan. Zorlandı bunu yaparken. Kan içinde kaldığını da hissedebiliyordu artık. Midesi bulandı. “Neden?” diye sormak istedi bir an. Sesini katili tabancaya duyuracak gücü yoktu artık. Dördüncü kurşunun başına saplandığını bile fark edemedi. Artık iyice zayıflayan bilinciyle “Ah, annem hiç bilmese öldüğümü?” diye çaresiz bir son dilekte bulundu hayattan. Beşinci kurşun tam da bu arzusuna nişan alır gibi bilincini parçalara ayırdı. Dayanabilecek gücü kalmadı ve roman denen hayatın bu numarasını merak ettiği sayfasından sonrasını bir daha hiç bilmedi.
p
“KALEM ÖPÜCÜK ATTI DEFTERE” Bugüne en uzak gün, dün. Özdemir Asaf 13
- Mavi Öyküler
“Günlük Tutmayalım” | Ruhşen Doğan Nar Masanın başına geçti ve düşünmeye başladı. Gözlerinin önünden hızla insanlar, olaylar, mekânlar ve anılar geçti. Sanki hızlı çekimde bir film izliyordu. İnsanlar hızlı hızlı hareket ediyor, bir anda güneş doğuyor, sonra akşam oluyor. Bir bakıyor evde, bir bakıyor sokakta ya da kafede. Masanın üstündeki silgi tozlarını eliyle temizlerken sakince aklından geçenleri izledi. Bir hafta içinde yaşadığı önemli anlar, saatler, dakikalar, hatta saniyeler geldi aklına. Günlük tutmalıyım, diye düşündü ve dolabından boş bir defter çıkardı. Dolaptan çıkardığı defteri zamanında gitmeyi planladığı Fransızca kursu için almıştı, ama kursa gitmek nasip olmamıştı. Ve defter yıllarca dolapta kullanılmayı beklemişti. Defter, dolaptan çıkarılıp masaya bırakıldığında sevinçten sayfalarını sallıyordu deli gibi. Bugün günlerden ne, diye sordu kendi kendine. Hiçbir zaman hangi günde yaşadığına önem vermemişti. Çoğu kez etrafındakilere sorardı günü, hatta bazen ayı. Yanında soru soracak kimse yoktu. Belki deftere sorabilirdi, ama defter bırakın günü, hangi yılda olduklarından bile bihaberdi. Kaç yıldır o karanlık dolapta bugünü beklediğini unutmuştu. Takvime baktı. “Bir ay daha bitiyor demek,” diye fısıldadı. Bir ay, bir yıl, on yıl, elli yıl, bir ömür… Acaba daha kaç ayın sonunu görebileceğim? Kim bilir! Günlük tutmalıyım, diye tekrarladı. Hafızam berbat ve daha beş dakika önce öğlen yemeğinde ne yediğimi hatırlayamıyorum. Günlük tutmalıyım, diye bir kez daha yineledi. Dün yaşadığım olaylar bir asır önce geçmiş gibi. O kadar soluk ve karanlıklar ki! Dalından kopup kaldırımlara düşmüş kupkuru, soluk yapraklar gibi yaşadıklarım zihnimde. Eğer günlük tutmazsam, elimde kalan bu kuru yaprakları da kaybedebilirim. Çünkü herkes çocukluğunu mükemmel hatırlarken ben daha beş dakika önce öğlen yemeğinde ne yediğimi hatırlayamıyorum. Günlük tutmalıyım, dedi ve kalemi eline aldı. Kalem, deftere göz kırptı. Nereden başlasam? Çocukluğum hakkında hiçbir şey hatırlayamıyorum. Gençliğimden ise zihnimde bir iki siyah-beyaz Mavi Öyküler -
14
görüntüden fazla bir şey yok. Oysa arkadaşlarım bilgisayar gibi her şeyi hatırlıyor ve ikide bir geçmişte yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar yanımda. Ben ise Fransız kalıyorum yanlarında. Bu arada Fransızca kursuna katılacaktım, diye düşündü ve masadan kalktı. Dolabını açtı ve Fransızca kursu için aldığı defteri aradı dolabın içinde. Tabii ki bulamadı. Nereye bıraktım, diye düşündü bir süre. Bu arada kalem ile defter muhabbet ediyordu masanın üstünde. Masanın başına bir kez daha geçti. Kalemi eline aldı ve “Günlük tutmalıyım,” dedi. Kalem öpücük attı deftere. Günlük tutmak zorundayım, çünkü hafızam berbat ve daha beş dakika önce öğlen yemeğinde ne yediğimi hatırlayamıyorum. Akşam yemeğinde ne yesem, diye sordu kendine. Kalemi defterin arasına bıraktı ve ayağa kalktı. Kalemle defter sohbetlerine kaldığı yerden devam ederken mutfağa gitti ve buzdolabını açtı. Dolap tamtakırdı. O zaman bugün Fransız restoranında akşam yemeği yiyeyim, diye düşündü. Bu arada Fransızca kursuna katılacaktım, dedi içinden. Ve çalışma odasına geçti, boşu boşuna Fransızca kursu için aldığı defteri bulmaya çalıştı dolapta. Tabii yine bulamadı. O sırada gözü masanın üstündeki deftere takıldı. “A, burada mısın,” diye sordu deftere. Defter duymazlıktan geldi ve kalemle konuşmaya devam etti. Defteri masanın üstünden aldı ve dolaba koydu. Nasıl geldi masanın üstüne, diye sordu kaleme. Sonra “Neden almıştım ki bu defteri,” diye sordu kendine. Ve en sonunda Fransızca kursu için aldığı o ünlü defteri bulmak için tekrar dolabın yanına gitti… *** Balık çığlıklar atarak uyandı uykusundan. Akvaryumdaki diğer balıklar telaşla yanına geldi balığın ve ne olduğunu sordu. Balık, “Kâbus gördüm,” dedi. “Çok korktum. O kadar çok korktum ki az daha kalp krizinden ölecektim.” Meraklı balıklar, “Hadi anlat bize de rüyanı!” diye bağırdı. Balık birkaç saniye düşündükten sonra “Unuttum!” dedi. Etrafındaki balıklar ise “Neyi?” diye sordu ve akvaryumdaki hayat kaldığı yerden devam etti. 15
- Mavi Öyküler
p
“SEVGİLİM OL BE!” “Turuncu…” | Umut Demir Osman Amca babasının en yakın arkadaşıdır Umut’un. Aile mensuplarının neredeyse hepsi Osman Amcayı tanır, sadece Umut tanımaz. Çünkü Osman Amca bir misafir, misafir ise bir öcüdür Umut’un gözünde. Eve misafir geldiğini sezdiği anda Umut, hantal görüntüsünün altındaki atletik yapıyı ortaya çıkararak bulduğu en yakın deliğe koşar adımlarla gider ve sığınır-saklanır. Hayatta en çok misafirden korkar. Gerçi korkmadığı şey yoktur; sinekten bile korkar ama en çok misafirden korkar. Umut, o gün her şeyden habersiz bir şekilde, yataktan kalktığı gibi salona yönelir ve uykulu bir şekilde televizyonu açar ve her zaman oturduğu koltuğa çömelir. Bir ses “Lan oğlum üstüme oturdun!” der. Umut korkuyla irkilir. Gözlerini ovuşturarak sesin kaynağına bakar, tanıyamaz… Gözlerini bir daha ovuşturur. Babası “Ulan Osman Amcana hoş geldin desene” der. Misafirin de bir insan olduğu gerçeğine varan Umut korkmanın yersiz olduğunu anlar. Umut, Osman Amcaya “Hoş geldiniz” diyerek yavşamaya başlar. Bu yavşamadan hoşlanan Osman Amca konuyu ona göre evlenme çağı gelen kızından açar ve Umut’u da müstakbel damat adaylarının başında gördüğünü söyler. Genelde alaycı söylemlerde bulunan Osman Amcanın ciddi olup olmadığını anlamak hiç kolay değildir. Ve tereddütte kalan Umut da bunu işine gelir şekilde yorumlar. Ertesi sabah Umut karga bokunu yemeden Osman Amcayı çaldırır. Onu aramasını bekler. Böyle saatlerce çağrı atıp durur ama Osman Amca aramaz. Telefonun şarjı bitince arama işine ara verir ve telefonu şarja takıp beklemeye başlar. Gözleri kan yumağına dönmüştür. Sabaha kadar uyumamış ve çocuğuna vereceği ismi düşünmüştür. Bir ara içi geçer; uyur. Telefonun Mavi Öyküler -
16
sesi ile uyanır. Nihayet Osman Amcanın aklına çağrı atmak gelmiştir. Umut da ona çağrı atar ve bir süre çağrılaşırlar. Sonunda Umut sıkılıp Osman Amcayı arar. Osman Amca ise çocuk çağrı atarken telefonu kapamayı unuttu da böyle uzun uzun çaldırıyor diye düşünüp telefonu açmaz. Bunun böyle olmayacağını anlayan Umut da aramaktan vazgeçer. Osman Amca bir iki çağrı daha atar ama Umut karşılık vermeyince vazgeçer, aramaz. Umut’un bu işin peşini bırakmaya niyeti yoktur. Ertesi gün Umut, takım elbiseyi üstüne çeker. Bir demet çiçek ve bir paket çikolata ile Osman Amcalara gider, kapıyı çalar. Kapıyı Osman Amca açar ve Umut’u içeri buyur eder. “Hayrola” der Osman Amca. Umut da boynunu bükerek çiçeği uzatır. Osman Amca “Siktir lan benim alerjim var!” diyerek hapşırmaya başlar. Umut’un eli ayağına dolaşır, ne yapacağını şaşırır. “At lan şunu” der Osman Amca. Umut da alelacele balkondan dışarı atar çiçeği. Dışarıda kafasına çiçek gelen adam küfrederken Umut içeri kaçar. “Abi kusura bakma parktan topladıydım, bilmiyordum…” der. “Tamam lan” diyerek sözünü keser Osman Amca. Sonra Umut’un aklına aldığı çikolata gelir ve cebinde dura dura biraz erimiş olan çikolatayı Osman Amcanın eline tutuşturur. Osman Amca da “Aaa Hobi, en sevdiğimden” der ve ağzına burnuna bulaştırarak çikolatayı yer. Sonra “Geç şuraya otur” der Osman Amca ve bulmaca çözmeye başlar. Osman Amca “Japonların ulusal giysisi, altı harfli…” der. Umut biraz düşündükten sonra “Peştamal…” diye yanıt verir. Osman Amca sol gözünü kısıp, sağ kaşını da kaldırarak “Peştamal… Peştamal…” diye sayıklamaya başlar. “Lan Umut sen okuyordun demi?” diye sorar Osman Amca. “He abi okuyorum” diye yanıt verir Umut. “Ulan kafana sıçam ben senin kafana…” der Osman Amca. Umut da aşağılandığını anlayarak boynunu büker. Osman Amca “Eskiden okullarda uygulanan bir dayak cezası, bu da altı harfli…” der. Umut da çok yediğinden olsa gerek “falaka” der. Osman Amca gülümseyerek “Hakket lan aferim” der. Umut’un da morali bir nebze olsun düzelir. Böyle bir süre bulmaca çözerler. 17
- Mavi Öyküler
Sonra Umut niye geldiğini hatırlar ve konuya ucundan bir giriş yapar. “Abi yenge yok muydu?” diye sorar. Osman Amca da “Ha yok, kızla beraber sürtüyolar” der. “Yahu Osman Amca bu böyle görmeden-görüşmeden olmaz” der Umut. Osman Amca anlamaz. “Kızını bana vereceksin ya, diyorum ki önce bir görseydim” der Umut. O Osman Amcanın gülümseyen yüzü birden asılır.Umut da inceden tırsmaya başlar. Osman Amca “Lan oğlum manyak mısın, beni godoş mu belledin?” diyerek Umut’a çıkışır. Umut “Yok abi estağrufurullah mestağfurullah…” dese de Osman Amca hiç tınmaz ve Umut’u kapının önüne koyar-kovar. Bir süre sonra da Osman Amcanın kızının düğün davetiyesi gelir ve Umut’un yüreğine sanki bir bıçak saplanır. Umut seviyor eller alıyordu. Artık buna dayanamaz. Atağa geçmesi gerektiğini düşünür. Tanıdığı tüm kızları teker teker arayıp, yüz yüze konuşmaları gerektiğini söylemek için, içinde tanıdığı tüm kızların bulunduğu bir liste yapar. İlk olarak ilk göz ağrısı olan Gülten’i arar.”Yaşanmış eski günlerin hatırına…” diye başladığı cümleyi Gülten tamamlar. “Umut ben nişanlandım!” der. Listedeki ikinci isme geçer; Aynur. Ama o da telefonu açmaz. Artık hiç umudu kalmaz Umut’un. Çünkü başka kız tanımıyordur. Kemal’i arar ve Gizem’in neler yaptığını sorar. Kemal “Hadi lan dalga mı geçiyon Gizem de kim lan!” der ve telefonu yüzüne kapatır Umut’ un. Umut, Kemal’in Gizem’i tanımadığına elbette inanmaz. Çünkü Gizem’in Umut’u sevdiğini Kemal söylemiştir ona. Kemal’i bir daha arar. Şaka yaptığını, önemli bir iş için kendisi ile konuşması gerektiğini söyler. Kemal de bir saat sonra geleceğini söyler ve iki saat sonra gelir. Umut “Parka gidelim orada konuşuruz” der. Parka doğru yürümeye başlarlar. Saf Kemal oltaya gelmiştir. Oysa parkta Umut’un arkadaşlarının onu dövmek için beklediklerini bilse gelir mi hiç? Parka varılır. Umut’un önceden belirlediği banka oturulur. Kemal “Anlat bakalım neymiş bu önemli şey?” diye sorar. Umut da biraz beklemesini, elbet anlatacağını belirten bir bakış atar. Kemal anlamaz “Ne yapıyon lan?” der. Umut aynı bakışı tekrarlar. Kemal yine Mavi Öyküler -
18
anlamaz. Umut da “Tamam bekle anlatacam ama önce bir telefon etmem gerek” der. Arkadaşlarını tek tek arayıp niye gelmediklerini sorar Umut. Birisinin annesi ev hapsi vermiş, birinin babası gelmiş o yüzden çıkamıyormuş, diğer yedi kişinin de halı saha maçı varmış ona gidiyorlarmış. Umut hepsine küfreder içinden. İş başa düşer. Kemal’in yanına gidip “Gizem benim oğlum kimseye kaptırmam” deyip girişir Kemal’e. Ama Kemal’deki kuvvet ve teknik Umut’ta mevcut olmadığından, Kemal bunun ağzını burnunu dağıtır. Umut ağlayarak kaçar: Ha bir de Kemal’e küfreder kaçarken. Umut yolda oturmuş ağlarken turuncular içinde bir kız gelir. “Yazık yahu kim yaptı bunu?” der kız acıyarak. Umut da bakar kız güzel, ağlamayı keser ve kızın söylediğiyle alakasız bir cümle sarf ederek şöyle der: “Sevgilim ol be!” Umut’un sol gözü şiştiği için kızın yanında duran sevgilisini görmemiştir. Bir de o döver Umut’u…
p
“BUNDAN DAHA FAZLA UZAKLAŞMA BENDEN” “Postmatürenin Prematüre Hayatı” | Emre Güçdemir Öyle bir güneş var ki tepede, aldığı nefesten bezdiriyor insanı. Annem, babam ve kız kardeşimin mensubu olduğu çekirdek ailemle Serçe model arabamızda güneye akıyoruz. Antalya’ya… Arka koltukta oturan NY Yankees şapkalı, bir elinde beyzbol topu diğerinde beyzbol eldiveni olan; sarı saçlı mavi gözlü, az biraz çilli, şirin mi şirin bir çocuk olsun da onun hikâyesini anlatayım size isterdim. Ama maalesef boynu kirden halkalarla dolmuş, yenik tırnakları olan, çırpı kollarını ve bacaklarını bir vücut geliştirme sporcusu edasıyla kasten avdet-i afişe maksatlı açıkta bırakan tam yer bezi yapmalık atlet ve şort giyen, üstünde moda sayılabilecek tek şey topuklarındaki ışıkları yanan spor ayakkabılar olan, kesintisiz bir halde sümüğü burun deliği ile 19
- Mavi Öyküler
dudak arasında asılı duran benim hikâyemi okuyacaksınız. Yıl 1993… Arabada “Güneye giderken” değil, o zamanın popüler şarkısı “Nankör Kedi” çalıyor. Bense, altı senelik ömrümde acıların en katmerlilerini yaşamışım gibi uzaklara dalarak eşlik ediyorum şarkıya. Bir müddet sonraysa salya akıta akıta dalıyorum uykuya. Czirrie de czirrie sesi uyandırıyor beni. Gözümü açtığımda ilk gördüğüm şey yapraklı dizaynıyla bozuk 2.500 TL oluyor. Amcam gülerek parayla cama vuruyor. İniyorum arabadan, amcam beni kucağına alıyor. “Nasılsın?” sorusunu beklerken “Kamışa su yürüdü mü?”yle karşılaşıyorum. Alık bir halde “Pipet!” diyebiliyorum. Fırçamtrak bıyıkları arasından dudaklarını uzanıyor, şakaklarıma konduruyor busesini. Tükürükleri terime karışıyor. Kamp kapısındaki karşılama faslından sonra kalacağımız odaya gitmek üzere kampın içine geçiyoruz. İşte o anda ilk aşkım geçiyor bisikletiyle yanımdan. Bağıl hızdan umumiyetle tiksindiğim için hangi hızda geçip gittiğini çözemiyorum, ama tüm detayıyla kazıyorum beynime bu güzelliği. Ömrümde ilk defa midemde garip şeyler hissediyorum. Güzel gibi, değil gibi. Akşam yemeğinden sonra durduğum yerde duramıyorum; hep bir kıpırtı, bir titreme halindeyim. Aşkın etkisinden oluyor galiba diye düşünüp önemsemiyorum. Gerçeğiyse gece anlıyorum. Aşkın tetiklediğini sandığım tüm bu fonksiyonlar meğer ishal belirtisiymiş. Ankara-Antalya yolu boyunca incir-su ikilisini beraber tüketmemin sonucu götümden işiyorum sabaha dek. Ertesi gün de değişen bir şey olmuyor maalesef. Tuvalet ile yatak odası arasında mekik dokuyarak geçiriyorum tüm günü. Sonraki gün ise iyileşiyorum ve atıyorum kendimi dışarı. Amacım ilk defa aşk denen olguyu hissetmeme sebep kızı bulmak. Çok geçmeden de buluyorum. Sahilde, denizin sığ kısmında “Heidi”li çocuk bikinisiyle çimiyor. Beni fark etmesi için mal varlığımı olanca haşmetiyle sergileyen slip mayomla çopada çopada koşuyorum denize doğru. Tam yanından geçip bırakıyorum kendimi çelik gibi suya. Mavi Öyküler -
20
Kızı merkez alarak yarıçapı beş metre olan bir dairenin çapı üzerinde bir sağa bir sola kulaçlar atıyorum. Tam merkeze geldiğim sıralarda dalış denemeleri yapıyorum. Çapın uç noktalarında ağzımın yarısını suya sokup priuffu prriuu sesleri çıkarıyorum. Ama ne yaparsam yapayım bir türlü dikkatini çekemiyorum. Ben suyun içinde maymun olmuşken babası geliyor, kızını alıp gidiyor. Bakakalıyorum ardından. Kafama yemiş olduğum güneşin haddi hesabı şaştığından yarı sütlaç modunda terk ediyorum denizi. Akşam yemeğinde amacıma ulaşabiliyorum ancak. Açık havada piyanist şantörümüz yemek müziği icra ededursun, biz de ordövrmüş, ara sıcakmış, ana sıcakmış ne gelirse “günah olmasın” desturuyla tabağı sıyırana dek yiyoruz. İsmini dahi bilmediğim dilber ise iki yan masada ebeveynleriyle oturuyor. Ne zaman ki yemek faslı bitiyor, insanlar tatlı ve meyve servisi öncesinde yemiş olduklarını yakma maksatlı atıyorlar kendilerini dans pistine. Ben de amcam tarafından zorla kaldırılıyorum oynamaya. Fidayda eşliğinde mal mal el çırpıyorum. O sırada sol tarafımdan uzun ve hızlı bir halay üzerime doğru geliyor. Kaçamıyorum. Ailemle arama sonu gözükmeyen bir halay giriyor. Bizimkilerle irtibat kuramıyorum. Rabbime bana yol göstermesi için duacı bir halde kafamı kaldırıp yalvarıyorum. Bu sefer de disko topu giriyor araya. Rabbimle de irtibat kuramıyorum… Arkama döndüğümde pistin orta yerinde mahsur kalmış, benim gibi halay mağduru tahminen yaşıtım bir kızın poposu çarpıyor gözüme. “Bari onunla irtibat kurmayı deneyeyim” diyerek yanına gidip eğiliyorum. “Bir şey mi düşürdün?” diye soruyorum. Kız doğruluyor, hakeza ben de öyle. Ve o poponun ilk aşkıma ait olduğunu öğreniyorum. Bir şey düşürmediğini, sadece disko topundan yere vuran renkli ışıkları eli ve ayağıyla tutmaya çalıştığını söylüyor. “Yar” diyip sineme sarmaya hazır olduğum kızın zekâ özürlü olduğunu düşünemiyorum. Çocuğum çünkü, yetmezmiş gibi bir de âşığım. Halay ortasında mahsur kaldığımız anlarda tanışıyoruz. Onun da benle aynı yaşta olduğunu, benim gibi Ankara’da oturduğunu ve Yonca Evcimik’ten ölesiye tiksinirken Burak Kut’a derin bir sevgi ve saygı beslediğini öğreniyorum. Arkadaş oluyoruz. Halay 21
- Mavi Öyküler
dağılmaya başladığı sırada ertesi gün için sözleşerek ayrılıyoruz. İki haftalık tatil boyunca “yaz-buz”lar yazdırıyorum amcamın hesabına. Biri bana, diğeri ona. Arı Maya’nın ne kadar ulvi bir canlı olduğunu anlatıyoruz birbirimize. Öğlen sıcağında, herkesin güzellik uykusuna yattığı saatlerde ben, TRT 2’de rahmetli kıvırcık Bob Ross’un “Resim Sevinci” programını izliyordum. İlk aşkıma hediye edebilmek için resim yapıyorum Bob’un öğütleri çerçevesinde. Yalnız işin kötü tarafı “Gel bak, şuradaki yalnız minik çalılığın harikulade gölgesinde oturalım”, “Hadi kumdan kalemizin yanına gizli, sessiz, şirin bir havuzcuk yapalım,” şeklinde gay gay tümceler dökülüyor ağzımdan. Bob Ross kanımda, kasıklarımda… Her tatil biter. İnsan o iki haftayı hiç bitmeyecekmiş gibi yaşar ama biter işte. Onun tatili de bitiyordu. Sonraki gün Ankara’ya dönecekti. Bense Ankara’da da ifade edebileceğim duygularımı bekletemedim. Tatilinin son gecesinde dile geldim. “Seni seviyorum” dedim, “Ben de…” dedi ama iki adım da uzaklaştı. “Gel!” dedim, gelmedi. “Bari gitme…” dedim “…bundan daha fazla uzaklaşma benden.” Gitti! Böylece normalinden çok erken bir şekilde çocukluğum bitti. Bir daha kimse bu şekilde mantıksız, sebepsiz çıkıp gitmez hayatımdan sanıyordum. Yanılmışım. Yirmi bir yaşına geldiğimde karşımda duran kişiye “Seni seviyorum” dedim, “Ben de…” dedi ama bakışlarını uzaklara yönlendirdi; iki adım da uzaklaştı. “Gel!” dedim, gelmedi. “Bari gitme, bundan daha fazla uzaklaşma benden” dedim Gitti! Böylece de normalinden çok erken bir şekilde gençlik dönemim bitti.
p
“DÜNYA SENİN OYUN BAHÇEN” Mavi Öyküler -
22
“Dön Dünya” | Aylin Parakos Bazılarına garip gelecek ama çıplak uyuyorum ben. Ellerim hariç. Her gece siyah eldivenlerimi giyip öyle giriyorum yatağa. Göğsümü saçlarımla örtüp sırtüstü uzanarak, ellerimi göğsümün üzerinde birleştiriyorum; sağ ayağımı sol ayağımın üzerine atıyorum sonra. Başucumdaki sokak lambasına benzeyen ayaklı lambayı kısıp öylece uyuyorum. Psikolojide buna obsesif kompülsif bozukluk diyorlar sanırım. Yani kafanızdaki takıntılı durumu eyleme çevirdiğiniz anda artık siz de müdahale edilmesi gereken bir vaka oluyorsunuz. Umurumda bile değil ne dedikleri. Hem o eldivenlerin kime ait olduğunu bilmiyorlar ki. Ama dün gece ilk kez eldivensiz uyudum; istemeden, bilmeden. Ve ilk kez eldivensiz bir düş gördüm. Yazlık bir sinemadaydım. Muhtemelen adadaki Lale Sineması’nda. Zaten orada tek bir sinema var. Geceydi, iklimsiz bir gece. Film arasıydı ama nedense tüm seyirciler birbirleriyle sözleşmişçesine eve dönmeye karar vermişti. Öyle söylüyorlardı. Nitekim yavaş yavaş, sırayla kalkıp gittiler. Bense, tahta sandalyelerin birinde ayaklarımı öndeki sandalyenin arkasına dayamış vaziyette, öylece kala kalmıştım. Nasılsa birileri gelir, beni de kaldırır diye düşünüyordum. Film bitmiş miydi yoksa? Ama hayır. Ara verilmişti. Gerçeğe dönüş molasıydı. Yoksa tam tersi miydi? Sandalyenin sırtımı dayadığım sert arkalığına boynumu yerleştirip, başımı göğe doğru uzattım. O an, orada, çok uzaklarda bir yerlerde, o göğün üstünde, gecenin kahraman yüzünde, bir sürü oyun içinde, ama dik, ama gururlu bir bakışla onun da (Eldivenlerin sahibi) yeryüzüne baktığını düşledim. Küçük prens demiştim ya ona yıllar önce, “Exupery beni affetsin” diye ekleyerek. Ama sanırım affetmedi. Gitmeli dedim. 23
- Mavi Öyküler
Kafamı salladım gülümseyerek. Şimdi bu düş müydü, gerçek mi diye sormadan edemedim o an. Ahh o yaz gecesi dedim. O yaz gecesi ve üçüncü sınıf bir otel yalnızlığındaki finali. Ben bunları söylerken beyaz perde aydınlandı birden bire. Ne olduğunu anlayamadım. Kalkacaktım oysa. Onlarca, yüzlerce gölge belirdi sahnede. Sağa sola doğru, bir yürüyüp bir duruyorlardı. Ama ürkütücü filan değildiler. Yani hiç korkutmadılar, korkmadım. Yine de gitmeliyim diyordum. Tam ayağa kalktığım an, arkamdan iki el, omuzlarıma usulca dokunarak sandalyeye tekrar oturttu beni. İtiraz etmedim nedense. Aynı eller, saçlarımı enseme topladı bu sefer. Usulca fısıldadı kulağıma: “Dünya senin oyun bahçen.” Ve kulakları sağır edebilecek bir tonda bir şarkı yükseldi beyaz perdeden. Gölgelerin hepsi kenara çekildiler. Uğultulu sesler, el kaldırmalar, yere çökmeler, zıplamalar, kol kola girmeler. Perdede dönen bir plak görüntüsüyle, hepsi birbirine karıştı. Kalkacaktım oysa. Ama film yeniden başlıyordu. Ama bu film o film değildi ki. Tavan arasında, mışıl mışıl uyuyan küçük bir kız çocuğu belirdi perdede. Sayıklıyordu: “Uyusam yüzyıl, yüzyıl uyusam” diye. Sonra. Uyudu, uyudu, uyudu. Yüz yıl geçti aradan. Yüz birinci gün kendiliğinden uyandı. Akşamüzeriydi, yağmur yağmıştı o uyanmadan önce. Pencereden üzerine sızan güneşin sonuna vardı gözleri. Yatağından doğrulup, dışarıya baktı. Ve terk etti tavan arasını. Kapıyı çarptığı an, duvardaki guguklu saatin kuşu, pencereden dışarıya uçtu. Kız bu sahneyi göremedi. Bu esnada, perdenin önündeki tüm gölgeler sustu nedense. Susmakla kalmadılar. Yüzsüz gölgeler topluluğu bedenlerini sahneye çevirdiler. Onlar da izlemeye başladılar filmi. Kocaman bir bahçedeydi kız. Devasa büyüklükte, onlarca resim vardı yürüdüğü bahçede. Mavi Öyküler -
24
Her tabloda başka başka yüzler, sokaklar, caddeler, şehirler. Başka başka günler, geceler. Kızın bir seçim yapması gerekiyordu. Ünlem işaretli bir göç resmi seçti. Öyle yazıyordu üzerinde: “Göç!” Oysa resimlerin üzerine ismi yazılmazdı ki. Boyundan en az üç kat büyük olan bu resmin önünde bir süre bekledi kız. Filmi izleyen gölgelerden biri, bir alkış patlattı bu görüntüye. Arkasından diğer gölgeler. Bu toplu alkış gürültüsüyle ortalık tekrar karıştı. Kız, resmin içine adım atmadan önce kafasını çevirip bana baktı. Ardından gölgeler. Onlar da varlığımı yeni fark etmişçesine bana döndüler. Herkes, her şey, tüm evren bana bakıyordu sanki. Oturduğum sandalyeden ayağa kalktım bunun üzerine. Gitmeli dedim. Çıkmalı bu düşten. Ve kısa süren bir sessizlik. Sessizliği bozan bahçede aniden ortaya çıkan, cıvıldayan çocuk sesleri. Görünmeyen, sayılarını tahmin edemediğim, sadece oyun oynadıklarını düşündüğüm onlarca çocuk sesi. Gitmekten vazgeçtim o an. Hem, geride kalanları merak ettikten sonra, terk etmenin ne anlamı kalıyordu da? Gülümsedi o an kız. Daha fazla beklemeden, sırtını dönüp ilk adımını atıverdi göç resminin içine. Böğürtlenlerin, çalılıkların, eğrelti otlarının içindeydi artık. Sisten görünmüyordu bir kaç adım ötesi. Görünen sadece, ayaklarının dibindeki adını bilmediğim, bembeyaz, tüy yapraklı çiçekler. Fakat kız aniden durdu. Eski zaman elbiselerini, usulca çıkarıp ıslak toprağın üzerine bıraktı. Çıplaktı artık. Bu esnada gölgelerin birinden bir ıslık yükseldi. Ardından yine toplu bir alkış. Çığlıklar, el ele vurmalar. Sanki bir karnaval 25
- Mavi Öyküler
şenliği. Hatta birisi durumu iyice abartıp, sahneye doğru iyice yaklaştı. Diğerleri de, yüzsüz gölgeler topluluğu olmanın avuntusuyla peşinden gitti. Ama… Ama sırtında hiç elenmemiş, sık dokunmamış bir zamanın izleriyle, kan içindeydi bu küçük beden. Yüz yıllık bir uyku, onulmaz yaralara el sürmemişti meğer. Dayanamayıp çöküverdim sandalyeye. Artık izlemek istemiyordum. Gözlerimi kapatıp, sadece sesleri dinledim. Uyanıkken de yapmıyor muydum bunu? Yani sesler, geçmiş, gelecek ve olmazsa olmaz o an dinletisini. Arada yapıyordum, herkes gibi. Ve o şarkı. Kulakları sağır eden o şarkı tekrar başladı. Sanırım film bitiyordu. Bir son yakalamanın umuduyla gözlerimi açıverdim. Dönüyordu kız. Ayaklarının dibinden topladığı o beyaz çiçekleri avuç avuç basıp yaralarına, kendi etrafında hızla dönüyordu. İhtiraslı bir sevişmeydi kan ve çiçeğinki. Yüzsüz gölgeler topluluğu hep bir ağızdan, alkışla ritim tutarak haykırıyorlardı: “Dön, dön, dön!” Şarkı dönüyordu bir daha, bir daha. Kız dönüyordu, dünya dönüyordu, bir daha, bir daha. “Dön dünya. Dön de…” diye ağzımdan yarım bir cümle çıkıverdi. Uyandım sonra. Ter kokuyordu, ıslaktı, yapış yapıştı ellerim. Eldivensiz görülen ilk düşümden tek soru düştü dilime: Acaba kimlerin adı geçmişti jenerikte?
p
“ÖLÜMÜN KOLLARINA UZANMAK”
Mavi Öyküler -
26
“Tutunamayanlar Ansiklopedisinden” | Ziya Alpay Birkaç ay önce Selim Işık’ın yazmış olduğu günlüğün eksik yayınlandığını hissine kapıldım. Bir “Tutunamayan”ın romanın bütünlüğünü bozmamak için kitaba alınmadığını düşündüm. “Tutunamayan” kişileri öncelikle çok sevdiğim için, sonra onlardan birisi olduğum için eksik olduğunu düşündüğüm “Tutunamayan”ı yazdım… Oğuz Atay’ın evine dün gece gittiğimde ona “Geniş Mezhepliler” adlı öykümü verdim. Öyküm diyorum ama aslında bana ait olduğunu söylemem güç. Çünkü “Tutunamayan”ları okuduktan sonra Selim Işık’ın kimliğine girerek yazmaya çalıştım. Zaten büyük ölçüde benzeştiğim için fazla zor olmadı. Biliyorum, belki birçok insan kendisini “Selim Işık”la özdeşleştirmiştir. Fakat ben kendimi onun ikinci kez dünyaya gelmiş hali olduğumu sanıyorum uzun zamandır. Atay’a bunları söylediğimde bana güldü. “Geniş Mezheplileri” de başarısız bulduğunu söyledi. Ben de bunun üzerine, edebi olarak başarılı olup olmamasının, yayınlanıp yayınlanmasının pek de önemli olmadığını, söylemek istediklerimi bir şekilde söyleyebilmiş olmanın bana yettiğini, zaten okumasını istediğim kişilerin yazdıklarımı okuduğunu söyledim. Sustu. Uzun bir sessizlik oldu. Sonra ona Muzaffer Sakin’i verdim. Birkaç dakikada okudu hemen. Daha önce eline geçse bunu kitaba alabileceğini, artık çok geç olduğunu söyledi. Beni kapıya doğru uğurlarken gözlerime bakarak “İçinden geldiği gibi yaşa” dedi. Ben de bir müddet öylece kaldım. Ve ayrıldım. *** Muzaffer Sakin: 19..’de bir varoş semtinde küçük bir gecekonduda dünyaya geldi. Annesi ona hamile olduğunu anladığında düşürmek istemiş, fakat çevresindeki eş-dost’un baskıları ve hamileliğinin dördüncü veyahut bilemediniz 5. ayını doldurmuş olması sebebiyle vazgeçmek zorunda kaldı. Muzaffer, annesinin 7 numaralı çocuğu olarak dünyaya geldiğinde, EGO’da işçi olan babası yeni emekli oldu. Muzaffer, kırk yaşını aşmış olan annesinin sütü kesilmesi sebebiyle altı yedi aylıkken inek sütü 27
- Mavi Öyküler
içmeye mecbur kaldı. Vücudu zayıf ve hastalıklara karşı dirençsiz olduğu için terli terli su içtikten sonra boğazlarının şişmesi sebebiyle küçük yaşlarından itibaren babasıyla birlikte hastane ile ev arasında mekik dokudu. Bu yüzden otobüsleri ve dolmuşları hastaneye götüren araçlar sandı uzun bir zaman. Fiziksek rahatsızlıkları yetmiyormuş gibi bir de bilinmeyen bir sinirsel hastalık sebebiyle, ağlama krizleri geçirdi. Böylece ruhsuz ve duygusuz psikiyatristlerle ilk o zamanlar tanıştı. Muzaffer Sakin iyi bir eğitim görmedi. Kalabalık sınıflarda zaten güçsüz olan sesi hep gürültüye geldi. Başkalarından kalan önlüklerle ve kitaplarla okula gitti. İlkokulu, yaramaz arkadaşlarının kavgalarını izleyerek, ön sıralarda öğretmenin sevdiği uslu ve çalışkan bir öğrenci olarak geçirdi. Gelecek vaat eden zeki bir çocuk olduğu düşünülüyordu o zamanlar. Fakat girdiği Anadolu Liseleri giriş sınavında başarılı olamadı. 23 Nisan’da yapılan bir müsamerede öğretmeni ona da bir rol verdi; ama o çekingenliğinden ve korkaklığından dolayı çıkamadı. Bir yaz tatilinde çantacı eniştesinin yanına çalışmak üzere gönderildi. Orada yakın bir camiye giderek kuran kursuna başladı. Fakat bir hafta geçmedi ki yeğeni Hasan’la birlikte merdivenlerden inerken düştü ve alnını mermere çarptı. Bu olaydan sonra bir daha işe göndermediler. İki ay alnından inen şişlik sebebiyle gözleri mosmor dolaştı. Bunların sebebinin annesinin “oğlum öğlenleri camiye mi gönderiyor seni enişten” sorusuna “hayır” diyerek yalan söylemesi olduğu düşünülüyor… Ortaokulu ise teşekkür belgeleri alarak oturduğu sıradan hiç kalkmayıp kimseyle fazla konuşmadan tamamladı. Sinirsel rahatsızlığı birkaç kere tekrarladı. Arkadaşları onunla “ruh” diyerek dalga geçti. Birileriyle karşılaştığında ona hep “Hasan”ı gördün mü?” ya da “Hüseyin gelmedi mi?” gibisinden sorular soruldu. Mahalle maçlarında, oyunlarda başarısızdı. Takım seçilirken “Muzaffer’i siz alın, ya biz almayız” şeklinde tartışmalara sebep oldu. Çoğu yaşıtı atari salonlarında, “üç film birden”lerde zaman harcarken o kendisine yakın bulduğu bir arkadaşıyla civcivlerin, kedilerin, köpeklerin, kuşların peşinde koştu. Hayvan Mavi Öyküler -
28
sevgisi gelişmiş olsa gerek. Ama bundan pek emin değiliz. Ve ayrıca ağabeylerinin verdiği dini kitapları, romanları okudu. Bir zamanlar balkona salıncak kurarak Robinson Crouse’u okuduğu da görüldü. Lisede de aynı gidişat devam etti. Muzaffer sessiz ama çalışkan bir öğrenciydi. Üniversite sınavlarında başarılı olması bekleniyordu. Fakat olamadı. Son sınıfta çocukluğundan beri yakasını bırakmayan hastalığı nüksetti. Ergenlik çağının problemleri de buna eklenince durum içinden çıkılmaz bir hale geldi. Bir şizofren gibi yaşamaya başladı. Zaten pek dışarıya açık değilken iyiden iyiye içine kapandı. Ailesi onun yalnız kalmaması için yaşça ona yakın olan yeğenlerini seferber etti. Muzaffer o zamanlar çareyi dinde aradı. Her gün her gece “Rabbine” yalvardı durdu, kurtar beni bu dertten diye… Beş vakit namaz kıldı. Oruç tuttu. Nafile ibadetleri dahi yerine getirdi. Kış günlerinde bile sabahın ayazlarında camiye gitti. Yaşadığı psikolojik kâbus dolu günleri atlatmak için ders çalışmak yerine romanlar, hikâyeler okudu. Alt kattaki komşularının güzel kızına âşık oldu. Onunla giriş çıkışlarda karşılaşınca heyecanlandı. Fakat konuşamadı. Liseye giderken de hiç kız arkadaşı olmadı. Hatta erkek arkadaşı da yoktu diyebiliriz. Bir ara fena şekilde basketbole dadandı. Kendini öldüresiye basket oynadı. Bu sayede yeni arkadaşlar edindi. Hayatına “Süleyman” diye birisi girdi. Bu onun hayatındaki dönüm noktalarından biri olarak kaydedildi. Muzaffer hem psikolojik hem de fizyolojik olarak çok yıprandığı için “sinüzit” denilen berbat bir hastalığa tutuldu. Tam içindeki sinirsel rahatsızlığı, ergenlik bunalımlarını geride bırakıp ders çalışarak iyi bir okul kazanmak için çalışmaya başladığı sıralarda sık sık üst solunum yolu hastalıklarına yakalandı. Hayatından bezdi. Ne yapacağını şaşırdı. Allah’a isyan ederek namazı bıraktı. Süleyman’la birlikte ilk defa içki içmeye başladı… Onunla birlikte olmaktan mutluluk duydu. Her istediğinin tersine veren Allah’a “Süleyman” gibi bir dost verdiği için şükretti. Yaşamaya devam etti. Üniversite sınavına üçüncü girişinde Ankara’da bir bölüm kazandı fakat beğenmedi. Çünkü bilgisayar bölümünde okumak 29
- Mavi Öyküler
istiyordu hep. Dördüncü kez sınava girdi ve Kıbrıs’ta bir üniversitede bilgisayarla ilgili bir bölümü kazandı. Tabii ki tahmin edileceği gibi orada onu çoğunluğunu zengin babalarının parasıyla gelerek diploma denilen kâğıt parçasını alıp gitmek için gelen insanların oluşturduğu güruhtan birkaç kişinin haricinde pek adam yerine koyan çıkmadı. Çömezdi, insanlarla nasıl ilişki kurulacağını, nasıl geçinileceğini bilmiyordu. Ev temizliği, bulaşık gibi işlerden hiç anlamıyordu. Hastalıklarından sıcak bir şehirde kurtulacağını sanıyordu. Kurtulamadı. Burada anlatmaya gerek duymadığımız bir yığın rezillik ve sefillik yaşadı. Örnek vermek gerekirse: Muzaffer girdiği arkadaş grubunda (bu gruptakilerin onu adam yerine koymayıp dalga geçtiklerini neden sonra anlamıştı) bir arkadaşının kız kardeşinden çok kısa ve masum olarak kısaca bahsettiği bir mektubu Ankara’daki yeğenine göndermekten vazgeçip, “zaten Ankara’ya gidiyorum ne gerek var göndermeye” diyerek evde bırakır. Bu mektup da oraya gelen kızın abisi tarafından görülür ve okunur. Muzaffer geri döndüğünde Kıbrıs’a, kızın abisi tarafından sorguya çekilir, ifadesi alınır. Muzaffer bu olaydan sonra kızlardan uzak durmaya karar verir. Okulda başarı sağlayıp Ankara’ya yatay geçiş yapmanın hayallerini kurar. Başaramaz. Kıbrıs’ta sosyal gelişimini tamamlamaya çalışır. Kimlerin kendisine yakın kimlerin kendisine uzak olduğunun ciddi analizlerini yapar… Ekonomik ve sosyal sorunlarını çözmeye çalışır. İnsanlarla sıcak ve dostane ilişkiler kurmak için çabalar. Yine de ortama ayak uyduramaz, hep dışarıda kalır. Sanki herkes ait olduğu grubu bulmuştur da bir tek o bulamamıştır. Tatillerde Ankara’ya döndüğünde Süleyman’la ve onun vesilesiyle tanıştığı iki insanla güzel zamanlar geçirdi, onları gerçekten sevdi, değer verdi. Böylece içinde biraz olsun yaşama sevinci duydu. SSK hastanelerinde hastalıklarına şifa aradı fakat aradığı çareyi hiçbir zaman bulamadı. Üçüncü sınıfa geldiğinde artık bir çömez değildi. Kendisine güzel bir ortam kurdu. Ailesini daha önceki yıllarda kaldığı dini cemaatte olduğuna inandırdı. Ama yine de ender anların haricinde Kıbrıs’taki hayatından memnun olamadı. Hiçbir zaman ailesinin yeterli sevgiyi, desteği ve güveni vermediğini düşündü. İyi geçineceğini düşündüğü insanlarla ev Mavi Öyküler -
30
tutarak, kendi halinde yuvarlanarak, ders çalışarak, hayata tutunmaya çalıştı bir zaman. Ancak üçüncü sınıfta sahip olabildiği bilgisayarının başında müziklerle, programlarla uğraşırken İnternet’e de bağlanmaya karar verdi. Bir sitede tanıştığı İstanbullu bir kızla yazışmaya başladı. Zaten gerçekte birisiyle tanışması ve arkadaşlık kurması mümkün değildi. İlerleyen zamanlarda birbirlerine aşklarını itiraf ettiler yazılarla… Muzaffer derslere boş verip şiirlerle, hikâyelerle, deneme yazılarıyla meşgul oldu. Oldukça mutluydu. Sevdiğini ve sevildiğini hissediyordu. Kıbrıs sonrası tatilde Ankara’ya döndü. O yıl ev arkadaşlarından beklediği yakınlığı, dostluğu göremedi. Kalbi onlara karşı kırık fakat nette tanıştığı kıza karşı sevgi dolu olarak ayrıldı. O yaz büyük ölçüde güzel geçmişti onun için. Sevgilisiyle mesajlaşıp konuşabilmek için cep telefonu aldı. Kendini bir rüya aleminde yaşıyor gibi hissediyordu. Tanımadığı duyguları tatmış, değer verildiğini, önemsendiğini düşünerek mutlu oldu. Fakat diğer taraftan buna inanamıyor ve bu ilişkinin bir gün mutlaka biteceğini düşünmekten de kendini alamadı. Fakat bununla beraber, o zamanlar hiç olmadığı kadar sağlıklı hissediyordu kendini. Buna rağmen çocukluğundaki sinirsel rahatsızlığı kendini göstermeye başladı. Muzafferin zihninde “bir daha eskisi olmayacak”, “zekâmı kaybedeceğim” gibi paranoyalar gelişmeye başladı. Duyduğu şiddetli bir sesten sonra bütün bildiklerini unutacağını, içtiği biradan sonra eskisi olmayacağını sanıyordu. Tam bir obsesyon ve paranoya belirtileri gösteriyordu. Bu haldeyken İstanbul’a gitti ve onunla görüştü. Hemen ardından Kıbrıs’a gitti… Orada, birlikte ev tuttuğu arkadaşının ihanetine uğradığını düşündü. Büyük ölçüde yalnız başına kaldığı evde obsesyonları ve paranoyalarıyla yaşadı bir zaman. Sevgilisi ise artık ona antolojide mesaj yazmaz, cep telefonuna çağrı bırakmaz oldu. Sevginin gerçekliği sınanmış ve sonuçta bir anlamsızlık ortaya çıkmıştı. Sevilmeyi seven insanlarla işi olmazdı artık. Kendisini son sınıfta, her geçen günün o berbat memleketten kurtaracağı, arkadaşlarıyla güzel zamanlar geçireceğini düşünürken, terk edilmiş ve unutulmuş hissetti. Anladı ki orada onu anlayacak kimse yoktu. Kitaplara sarıldı. Teselli bulmaya çalıştı. 31
- Mavi Öyküler
İntihar hayallerinin sayısını artırdı. Bir türlü uygulamaya geçiremedi. Diploma törenin yapıldığı günde cübbe ve kep giymedi. Arkadaşı yüzünden verilemeyen ev kirası, ödenemeyen bakkal borcu yatakta bir o yana bir bu yana dönmesine neden oldu, ama yine de arkadaşına şey diyemedi. Kızamadı yüzüne karşı. Kendi kendini yedi. Olmadı. Diplomasını alıp da alelacele vardığı Mersin-Taşucu limanında son Taşucu-Ankara biletini aldı. Fakat zaman geçsin diye dolaşırken, otobüsün kalkış saatini kaçırdığı için sabaha kadar dolaşmak zorunda kaldı. Denize karşı ağladı. Kendine bakıp acıdı. Ankara’ya geldiğinde kötü günlerin geride kalacağını, güzel günlerin başlayacağını sandı. Yine aldandı. Obsesyon ve paranoyalar devam ediyordu. Vücut direnci çok düşmüştü. İkide bir hastalanıyor, tüm keyfini ve neşesini kaybediyordu. Parası sigaraya bile yetmiyordu. Anladı ki bütün çabaları boşunaydı. Kıbrıs denilen cehenneme boşuna katlanmış, boşu boşuna oradaki insanların arasında bir yer edinmeye çalışmıştı. Hastalıklarından kurtulacağını, güzel günlerin geleceğini boşuna ümit etmişti. İçinde büyüttüğü sevgisi de bir boşluğa çarpıp dağılmıştı. Her şey kendisini tekrar ediyor, ne yaparsa yapsın hiçbir şey değişmiyordu… Ailesinin desteksiz desteğiyle İzmir’e gitti, formasyon eğitimi alıp öğretmen olabilmek için. Orada da umduğunu bulamadı. Sosyal fobi ve bitmez tükenmez solunum yolu hastalıkları ve kaldığı yerdeki rezillikten dolayı, ağlayarak ve intihar etmeyi kafaya koyarak Ankara’ya geri dönerken bindiği otobüs kaza yaptı. Ama ona bir şey olmadı. Otobüsün kırık camından dışarı çıktığı sırada karanlığın içinde beliren iki farı geç fark etti. Ona çarpan şoför olay yerinden hemen uzaklaştı. Cenaze töreninde ailesi ve sevenleri gözyaşlarını tutamadılar. Bilgisayarında onun tarafından yazılan on beş şiir ve on kadar da hikâyesi bulundu. Dostunun eserlerini bastırma teşebbüsü sonuç vermedi. Aşağıda ona ait bir şiiri, anısı hürmetine sunuyorum. Bu, şiirden çok arabesk bir parçaya benzeyen satırlardan onun nasıl bir “tuMavi Öyküler -
32
tunamayan” olduğu daha iyi anlaşılacaktır… *** Ve sonra ölmek dedim. Kendini öldürmek ve acılara çaresizliklere, kâbuslara Bir son vermek. Son vermek. Zaten her gün biraz daha az duyumsuyorken kendimi bu dünyada Ve her gün biraz daha anlam kaybına uğruyorken yaşadıklarım. Duygularım. Ardımda boş sigara paketleri ve bardaklar, dolmuş küllükler Kirli çamaşırlar, dağınık bir yatak bırakarak, Kitaplar bırakarak yarıda kalmış, ve dergiler, birazcık karıştırılmış Acılı bir anne bırakarak, yaşanmış talihsiz bir kader bırakarak. Kırılmış hayaller, tükenmiş umutlar, yaşanmış dertler Ve kendimi bırakarak geride çekip gitmek. Yazılmış öyküler, yazılabilecek öyküler bırakarak… Hiçliğimi bırakarak.. Halılara düşmüş yanaklarımdan süzülmüş gözyaşları bırakarak, Bitmek tükenmek bilmeyen hastalıklar, işlenmiş günahlar Avutulmuş arzular bırakarak… Aman be işte saçma düşünceler bırakarak… İntihar hayallerini bırakarak. Bırakıp gitmek işte böyle Son gitmek. “Bu kadar da olmaz ki” “yaşanmaz ki böyle be” demelerimi bırakarak. Bırakarak işte bırakmayı da bırakarak.. Başka değil bu boşu boşunalık duygusu parçalar Parçalar artık önüne ne gelirse… içimi parçalar. Ve derim hep boşu boşuna. 33
- Mavi Öyküler
Aman be unut gitsen hep boşu boşuna. Ölümün kollarına uzanmak…
p
“SENİ SEVMEK ŞÖLENDİR” “aşktan başka aşk ve bu aşkta görülen olanaktan başka olanak yoktur.” J.-P. Sartre “İlkyazı Bekleyen Adam” | Safa Fersal Sabahları kalktığımda eğer hava güneşliyse ufuk çizgisine bakarım; dünyanın düz olduğunu sansaydım, denizin bittiği yer diyebilirdim bu çizgiye. lodoslu havalarda açıklarda köpüren dalgalar dionysos’un saçlarıdır; ama burada kıbrıs açıkları değil, karadeniz’dir söz konusu olan. bu sular kaküllerinde şarap taşır balıkçılara. ayrıca bir sütdenizdir ki, yıldız karayelin duvağını taşır kıyılara… biri kırmızı diğeri yeşil iki çakar göz kırpıp durur birbirlerine. aykız’ın fistanında mavi, kırmızı çiçekler, perdemde solgun yapraklar, duvar köşelerinde örümcek ağları, ağzımda sigara, şarabımda göktaşının bakıra çalan kekre tat… her mekânın yalnızlığı değişik bir acı veriyor insana; yalnızlığı seviyorum diyenlere bakmayın siz, onların söyleyemedikleri şey aslında, “başkasızlık”tır. “peki ne mi arıyorum bu köyde?” “kendimi” desem, sıradan, beylik bir laf olur. kitap okudum, çok sigara içtim; bırakmam gerek. ama sigara içmeyecek kadar mutlu değilim. sadece bu kıyıda şimşeklerden kaçıyorum, bir paratonerin altına gizleniyorum: ŞARAP! fırtınaların beyaz tüllerini örtüyorum kahrıma, gökyüzünde bir kalp çırpıntısı; cephem kuş denizi. bu köy kendine hazır değil daha, bakir bir trakya prensi gibi ıstrancaların ortasına kurmuş şatosunu. lafı nereye mi getireceğim? biraz sabredin… öyküye güneşli bir Mavi Öyküler -
34
cümleyle başladık; ama ben bunları gece yazıyorum. karayelin eşliğinde kar taneleri camları dövüyor. sessizliğe bu müzik yakışır. fırtına ve karın konçertantı. dengesi bozulmuş bu dünyayı seviyorum. sevgilim kadar, ekmek ve şarap kadar. denizden döndükleri gibi kahvelerden birine girip batak oynayan balıkçıların ağızlarındaki küfürler, soba başlarında bastonlarına dayayıp çenelerini uyuyakalmış yaşlılardan miras palamut sezonu, hepsinin yüzü gülüyor. recep abi, “koz sinek” diyor. batmaması için 9 el alması lazım. eğer empası tutarsa kız da iş yapacak. bütün dünyası bu. yalnızlığı küçük bir kazanma hırsının yenilgisi olacak koltukaltındaki adam as çıkarırsa. ya da başka bir yerde, bir ormancı evinde ömer abi kavga etmemişse, eşi gülsüm ablayla anılarını anlatacak rakı kokan ağzıyla; sıkılacak kız; işte aykız’ın yalnızlığı. gecenin atardamarı kopmuş, yalnızlık alışkanlık olmuş; iklim kan kaybediyor, yanımda yoksun. nevresimlere sinmiş o yanık kokun ve terin… en çok, göğüslerine başımı koyup uyuduğum yaz akşamlarını özledim. gelsen, karnımdaki tüylere dilinin buğusunu hissettirsen; ve kasıklarıma doğru… ve… yenildim ve besledim kimsesizliği. ruhumda o en masum kuş kanat çırpıyor ve kalbimi gagalıyor: SERÇE! benim en savunmasız hüznüm. (ertesi gün) “ne mi arıyorum bu köyde?” tabii ki ilkyazı; hatta aramıyorum bekliyorum, picasso’nun şu sözünü unutmadan: “benim için aramanın önemi yoktur, önemli olan bulmaktır.” anlayacağınız, denizin dibini boylamış susam tanesiyim, beni ancak kır çiçekleri çıkarabilir oradan; bir de vurgun yememiş bir denizkızı. derken, yoldan bir aralık güneşi geçiyor, ardından bulutlar ve gündoğrusu. karlar eriyor, sobamda meşe odunları çıtırdıyor. kapı çalınıyor, açıyorum. elinde bir çift palamut, naci: “hoca, balık getirdim sana.” “ikisi bana fazla naci” diyorum. 35
- Mavi Öyküler
“beraber yeriz be ya, mangalı yakarım bahçede, sen rakı al gel.” bol limonlu marul salatası, soğan ve turşuyla beraber bir 70’lik rakıyı götürdük, rumeli türküleri söyledik. sonunda üşüdük; laf aramızda bu roman çocuk naci, bizim aykız’a hasta. “astayım abi ona” diyor on-on beş cümlede bir. “ama kızın aberinde yok!” “h”leri yutuyor konuşurken. “hadi naci üşüdüm, ayaz yaptı hava” diyorum. aykız’ın şerefine kadeh kaldırıyoruz. “yarın hava poyrazlayacak” diyor ve kalkıyor masadan. “rastgele naci.” sokak sessiz. bahçe kapısının önünde tarçın yoldan geçen köpeklere havlıyor. kediler, saçak altında onlara yaptığım derme çatma bir yuvada uyuyor. yalnızım, seni düşünüyorum; yıldırımlardan gizleniyorum, çünkü deniz sana çekiyor beni şimşeğin tuzuyla… sevgim gecemin gücü. bir gün bu evren yutacak dünyamızı. hazırlamalıyız kendimizi öte hayatlara, ama bu kez gerçek aşklarla. rakının verdiği sarhoşluk yüzünden üstüme bir ağırlık çöktü. tam ayağa kalkıp yukarıda portakal renkli ışıyan venüs’e bir selam çakıp, iyi uykular dileyecektim ki, dışarıda koşuşturan, haykıran, yardım dileyen insanların uğultulu sesleri geldi kulağıma. ben de fırladım dışarı… her kafadan bir ses; ama gerçek olan bir şey varsa o da ateşti. yangının kendi evlerine sıçrayabileceği korkusuyla insanlar eşyalarını dışarıya taşıyorlar. neyse ki anında yetişen itfaiye arabası alevler fazla yükselmeden yangını söndürüyor. eve döndüğümde iki bardak su içiyorum, ama içimdeki yangın sönmüyor, aksine ateşi besliyorum; yüreğimden bir kıvılcım sıçrasa dünyayı yakacak. “burada ne mi arıyorum?” hayır aramaya değil bulmaya karar verdim, ressamın öğüdüne uyarak. istanbul’un o sperm, aybaşı, kusmuk kokan; loş, kanlı, yüksek Mavi Öyküler -
36
sesli barlarında, mekanik ve esrik duygusallığın yarattığı gündelik aşk ilişkilerinde dostoyevski’nin GOLYABNİKOV’u olmuştum. öteki; benimizin zehrini yeterince kusmuştum artık. gerçek benim burada açığa çıkacak ve onu bulacağım diyorum tarçın’a. “bihter gelecek, aha şu ormanın altında oturacak, kedilerimi sevecek, senden ürkecek, rakı içip yıldız saymaca oynayacak ve sonra kirden, çiçekleri sararmış nevresimin örtülü olduğu yatakta sevişeceğiz.” tarçın’ın bir şey anlamadığını bile bile attığım tirat işe yaradı. odama girdim, yatağa uzandım, kareli defterimi dizlerimin üstüne koydum ve bihter’e şu şiiri yazdım: bir daha bir daha gelirsen sokağın olacağım diri göğüslerinde fundalık ya da sırtından aşağı patika seni sevmeyi seviyorum çünkü seni sevmek şölendir!..
p
“TUTSAK BİR BALIK GİBİ…” “Leyleği Havada Gördüm” | A. Kadir Konuk Otuz beş yıldır aynı evde oturuyor komşum. Öyle olduğunu övünerek söylemişti, benimle konuşma inceliğini gösterdiği bir günde. O-tuz-beş-yıl! Dile kolay. Üşenmedim, saydım; otuz beş yılda altı köy, on iki kent, on bir cezaevi ve iki ülke değiştirmişim, kırk bir evim olmuş, yine de gözüm hep yollarda. Çocukken de öyleydim zaten, yerimde duramazdım, “Senin kıçında kurtlar var” derdi annem. Belli, bu adamın böyle bir sorunu yok, otuz beş yıldır aynı ağacın gölgesine tünemiş, ama kendi çapında mutlu. Çevresinde sadece dikenli teller olan geniş bir bahçesi, o bah37
- Mavi Öyküler
çenin içinde küçücük bir gölü, gölün içinde balıkları var -daha doğrusu vardı- komşumun. Bahçenin içinde bir tek meyve ağacı yok. Dikenli tellerin kenarlarında ağacımsı ama asla ağaç olamayan, biraz özgürlük diye bağırarak uzayan dalları anında kesilerek disipline edilen, boyları iki metreye ulaşmayan bitki türleri, çiçekler süslüyorlar bahçeyi. Bir de alçıdan yapılmış köpek… Çiçekler kokmuyor burada. Ne kadar güzel renkli, ne kadar iri yapraklı olsalar da kokmuyorlar. Annemin bahçemize ektiği yediveren güller, hanımelleri kokudan delirtirlerdi bizleri ve arıları. Sabah erkenden onları koklamadan, içi meyve ağaçlarıyla dolu bahçemizin sonundaki musluktan akan suyla yüzümü yıkamaya gitmezdim. Yediveren gülleri koklayınca unuturdum çoğu zaman yüzümü yıkamayı, öyle ayılıverirdim uykudan. Bazen ben gülleri öperken, bal arıları da beni öper, şişirirlerdi yanaklarımı. Kara kargalar, alaca kargalar, serçeler, arada bir nereden geldikleri belli olmayan saka kuşları, isketeler meyvelere hücum ederlerdi de bir tekine bile “Hişt” demezdik. Komşunun meyve ağaçları yok, çiçekleri de kokmuyor zaten. O çiçekleri, kokmasalar da koklama hakkım yok. Apartmanın üçüncü katındaki odamdan bakıyorum bahçeye ve ne zaman pencereden bahçeye baksam köy kökenli bir arkadaşımın kentliler için söylediği “Bahçeyi balkondan gören hıyarlar” sözü aklıma geliyor, gülüyorum. Koca bahçe, her yan çimen sadece. Ne zaman baksam, “Benim olsaydı bu bahçe…” diyerek iç çekiyorum. Adam soğan ekmiyor, maydanoz, nane, hıyar, domates, mısır, ayçiçeği hiç ekmiyor. Bahçenin kenarında bir kümesi, kümesinde koca ibikli horozu, bir yumurta yumurtlayınca yaygarayı koparan tavukları bile yok. Ama ne zaman güneşi görse kendini bahçeye atıyor. Haklı, güneş öyle her zaman görünmüyor buralarda. Bazen bulutların arasından “Ci” deyip kaçıyor. Saklambaç oynuyor bizlerle. Güneşi gören komşum, toprağı eşerek yaptığı gölcüğün yanına koşuyor, ellerini beline koyuyor, dikkatle inceliyor o su dolu çukuru. Bazen saatlerce o çukurun başında duruyor, yorulmuyor, bıkmıyor, ben ona bakarken sinirden kuduruyorum. Sanki koca bir denizi seyrediyor. Bir kez kâğıttan kayık yapıp yüzdürmedi o Mavi Öyküler -
38
gölcükte. O su dolu çukurdan çıkıp gelen sivrisineklerin geceleri beni deli ettiklerini asla söylemedim ona. Adamın bir tek zevki var, şikâyet etsem aynı gün gelir götürürler balıklarını. Yani izin almadıysa gelir götürürler demek istiyorum. Ben ki insanlık için nelere katlanmışım, bir iki sivrisinek ısırığı yüzünden bir insanı mı kıracaktım? Hem ben ihbarcı mıyım? Ama gün geçtikçe gıcık oluyorum bu adama. Aslında bu ülkenin insanlarının hepsine gıcığım. Köpekleri, kedileri kısırlaştırıyorlar, köpekler havlamayı, kediler miyavlamayı, bir de mart gelince dama çıkmayı, sokak ortasında toplu seks yapmayı unutuyorlar. Bu da getirmiş balıkları tıkmış o küçücük çukura. Bir balık nehirlerde yüzemiyorsa, denizlere doğru açılamıyorsa onun her yanı balık olsa ne yazar? Balıkları akvaryumlara, vahşi hayvanları hayvanat bahçelerine, kuşları kafeslere tıkıp, karşılarına geçen ve “Aaa, bak bak” diye bağıran insanları sevmiyorum. Adam her gün saatlerce elleri belinde, o çukurun başında duruyor. Kıpırdamıyor bile. Yetmiş yaşını geçeli çok olmuş, emekli yani. Çalıştığı yıllarda çok hareket etmiş belli, bedeni yağlı değil, sadece yaşlılıktan kaynaklanan küçük bir göbek taşıyor ve bahçeye bermuda pantolon giyinerek çıkıyor her zaman. Bacakları çarpık, kılsız, derisi sarı. Varisler fırlamış bacaklarının her yanından. Belli zor bir işte çalışmış emekli oluncaya kadar. Varisli bacakları, küçük göbeği ve çukura kaçmış gözleriyle dikiliyor çukurun önüne, bakıyor ha bakıyor. Bana hiç böyle bakmadı. Ne zaman karşılaşsak yüzünü öte yana çeviriyor hemen. Bahçesindeki çukuru, o çukurdaki balıkları seviyor, ama yabancıları sevmediği her davranışından belli. Orada, onun baktığı çukurun içinde balıkların olduğunu görmesem de biliyorum, daha doğrusu bu gün öğlene kadar balıklar vardı orada, ama daha hiçbirini görmedim. O bahçeye girme hakkım yok. Kocaman bir tahtanın üzerine “Özel mülkiyet, girilmez” yazısı yazılıp, asılmış kapının yanına. Yazının tam altına da alçıdan kocaman bir köpek yerleştirilmiş, uzaktan bakınca sahici sanılıyor. Adam o mülkiyeti otuz beş yılda elde etmiş. Önceleri kiracısı olduğu evin sahibi olmuş birkaç yıl önce. Kolay iş mi bu? Benim gezdiğim, yaşadığım ülkelerin, köylerin, kentlerin 39
- Mavi Öyküler
hiçbirinde bir metrekare toprağım yok. Yıllardır komşuyuz, ama öyle samimi değiliz. Bazen çocukları, torunları geliyor ziyaretine, onlara mangal yakıyor, etleri kızartıyorlar, biraları açıyorlar, tıkınıyorlar. Hep pencereden seyrediyorum onları. Mangal kebap yaparken ellerine naylon eldivenler takıyorlar ve asla parmaklarını yalamıyorlar. Pencereden sarkıp, onları seyrettiğimi görüyorlar, ama daha bir kez olsun davet etmediler beni. Kızaran etler de kokmuyor burada, kokuyu almayınca canım et de çekmiyor. Bu gün öğlene doğruydu, mutfakta bulaşıkları yıkıyordum. Komşum her gün yaptığı gibi erkenden öğle uykusuna çekilmişti. O sırada gördüm leyleği havada. Leyleği havada görmek iyiymiş, öyle derlerdi büyüklerimiz. Yolculuğa çıkarmış insan, kısmeti açılırmış, güzel haberler alırmış. Kocamandı leylek, hormonla büyütülmüş gibi kocaman. O kocamanlıktan şaşırıp niyet bile tutamadım. Leylek bahçenin üzerinde bir süre daireler çizerek uçtu, giderek alçaldı, yumuşak inişe geçti, bağıramadım. Komşumun küçük gölünün tam ortasına inmişti. Su boyunu aşmamıştı leyleğin, böylece çukurun derinliği de öğrenmiştim. Leylek çukurun içine iner inmez suya saplamıştı gagasını. Neşesi yerindeydi. Böylesine boktan bir kentin orta yerinde balık bulabileceği nereden aklına gelebilirdi? Çok sürmedi, bir süre daha baktı suya leylek, sonra çırptı kanatlarını, havalandı, ikinci kez gördüm leyleği havada. “Leylek leylek havada/yumurtası tavada” tekerlemesi geldi dilimin ucuna, pencereyi açıp “Hey Hacı Baba, nereden geliyor, nereye gidiyorsun” diye soramadım. Bulaşık yıkamayı bırakıp, pencerenin önünde dikildim, komşumun bahçeye çıkmasını bekledim. Derken çıktı evden komşum, doğru çukurun başına gitti, çukurun etrafında dolaştı, eğildi, doğruldu, baktı, sonra çukurdaki suyun üzerine biriken pislikleri temizlediği süzgeci aldı eline, bir süre uğraştı suyla, başını salladı ve gitti. Ne bağırdı, ne sövdü, ne de eşini dışarıya çağırdı. Oysa ben kıyamet kopacak, biraz eğleneceğim diye seviniyordum. Sevincim gırtlağımda kaldı. Mavi Öyküler -
40
Yok, asla anlatmayacağım ona leyleği. Düşünsün dursun balıkların nereye gittiklerini. Değer mi leylekler dünyasında ihbarcı damgası yemeye? Hem ben ona leyleği anlatsam, neden bana haber vermediniz, neden bağırmadınız diye beni azarlayacağını, neden polis çağırmadığımı soracağını gözüm gibi biliyorum. Leylek kendisine yakışan en doğal davranışı göstermişti. Kimsenin kapısını zorlamamış, kimsenin kilitli kasasını açmamış, kimsenin bankasını hortumlamamıştı. Doğa ona bir sürpriz hazırlamış, önüne balık dolu bir çukur çıkarmıştı ve o beslenmek zorundaydı. Uzun yoldan gelmişti. Üstelik yuva kuracaktı daha. Yumurtlayacak, yavru büyütecekti. Balık, kurbağa, yılan yemeyen leylek bütün bunları nasıl yapsın? Ayrıca bir kaç deniz görmemiş tutsak balık hepsi, leylek onları yedi de dünya mı battı? Leyleği ihbar etmememin başka nedenleri de var elbette. Kader yoldaşı sayılırız birazcık. İkimiz de yabancıyız bu ülkede. Leylek çekip gidecek bir gün, ben artık hiçbir yere gidemeyeceğim günleri, ucu asla denizlere açılamayacak bir çukurda, tutsak bir balık gibi yaşıyorum.
p
“O KADAR APTAL BİRİ MİYİM SENCE?” “Blöf” | Fatih Kaynak Yine bildik bir akşamüstüydü. İnsanlar işten, evden okuldan ve daha bir sürü yerden çıkmış, ortalıkta sevimsizce dolanıyordu. Satıcı, korna, dilenci ve kuş sesleri birbirine karışıyor ve bu uyumsuz gürültü orkestrası insanı yoruyordu. “Ne yapabilirim?” diye düşündüm. Ceplerimi yokladım, beş on gün daha iş bulamadan geçerse iflas bayrağını çekmem yakındı. Gidip iyi bir lokantada mönüyü karıştıramaz ya da kendime yeni bir ceket alamazdım; ama yine de gidip bir yerlerde ucuza birkaç bira içebilirdim. Fena değildi… İşsiz biri için durumu kurtarabilmek, ertesi güne bir parça da olsa umut bırakırdı. Bazıları içinse umut hiç yoktur. Bir şirkette genel müdür olmak ya da bir sokak arasında çırılçıp41
- Mavi Öyküler
lak ölmek… “Biraz dolaşmalı,” diye düşündüm. Canım katlanılmaz derecede sıkılıyordu. Sıkıntımın sebebi, ertesi gün yeniden alabileceğim ret cevapları değildi. Duru, yalın, anlamsız, kuru bir sıkıntıydı. Hatta hiçbir sebebi yoktu da diyebilirim. Dolaşmak istememin de bir sebebi yoktu. Aslında bu saatlerde çatı katımda şarap içip sarı leblebi yiyor ve intihara dair bir şeyler yazıyor olmalıydım. Tüm bunlar kafamdan geçerken, farkında olmadan caddedeki kalabalığa karışmış olduğumu fark ettim. Kalabalıklar; şehrin her köşesinde durmadan oraya buraya koşuşturan, işyerlerinden çıkan, alışveriş yapan, eğlenmeye giden, otomobil kullanan, doyumsuz, mutsuz yüzler sergisi. İnsan kendini bu hengamenin bir parçası gibi hissettiğinde, daha da rahatsız oluyordu. Üşümüştüm. Parmağımın ucuna takıp sırtımdan sallandırdığım ceketi giydim ve bir sigara yaktım.Yürümeye devam ediyordum ve tüm rahatsızlığıma rağmen ben de bu kalabalığın içinden biriydim. İşte sigaramı agresifce tüttürüp, onlarla beraber bilmediğim bir yere doğru gidiyordum. Kalabalıkta herkes birbirinin aynı gibi görünüyordu. Şu karşıdan gelen adamla ne kadar da benziyorduk birbirimize; orta boylu, sakallı, yakışıklıca bir adam. Şu kadının bakışları tıpkı benim gibi keskin ve düşünceli. Bir an için içimdeki sıkıntıyı tekrar çok güçlü bir şekilde duyumsadım. Bir şeyler, vakit öldürecek bir şeyler bulmalıydım. Yarın yine sabahın köründe kıçımı kaldırıp, kapı kapı iş dilenecektim nasılsa. Ne garipti, yaşamımız boyunca zamanın büyük bir kısmını istemesek de kurtulup rahatlamak zorunda olduğumuz bir bela gibi savuşturmak, öldürmek zorundaydık. İyiydi aslında. Zaten, kazanmayı düşündüğümüz zaferlerin ilk ışıkları hep o öldürmeye çalıştığımız anlarda çarpmaz mıydı yüzümüze? Cebimdeki parayı tekrar kontrol ettim ve caddenin yukarısındaki bara gitmeye karar verdim. Pek sevmezdim orayı. Şehrin en artık ve en sorunlu tipleri düşerdi bu bara. Niteliksiz, kişiliksiz, tiksindirici… Aynı zamanda, kötü niyetli birinin geceyi bir kadınla geçirme rüşveti karşılığında şehrin içme suyuna siyanür Mavi Öyküler -
42
atma teklifini kabul edebilecek ölçüde kontrolden çıkmış adamlardı; ama arada bir iyi parçalar da düşerdi. Geri döndüm ve yukarı doğru yürümeye koyuldum. Dönerken iyi giyimli, tıraşlı, gençten bir herifle çarpıştık. Herif kesif kokulu bir parfüm sürmüştü. Daha çok, salatalık kokusuna benziyordu. Maydanoz ya da havuç da olabilirdi. Nedenini bilmiyordum, ama birden herifi yüz parçaya ayırmak geldi içimden. “Pardon!” diyerek yoluma devam ettim. Midem bulanmıştı, adamın kokusu hâlâ burnumdaydı. İçten içe kızıyordum kendime; ne zaman işler yolunda gitmese o kahrolası işleri yoluna koymak yerine, zor da olsa, saçma da gelse, ayakta kalabilmek için birtakım kararlar almak formüller bulmak yerine, kendimi şehrin en kalabalık köşelerinden birine atıyordum. Böyle durumlarda insanların arasına dalmanın, her şeyin daha da içinden çıkılmaz bir duruma dönüşmesinden başka hiçbir işe yaramadığını daha önce defalarca görmüştüm. İnsanlar birbirlerinin kompleksleriyle besleniyor, aralarındaki iletişimi de eziklik ve başarısızlık duygusuyla kuruyorlardı. Birbirilerinden nefret etmiyorlardı, ama birbirilerini kıskanıyorlardı. Askerde, işyerinde, hisse senetleri alırken, otomobil kullanırken, makyaj yaparken, sörf yaparken… Amaç hep bir üstte olmaktı. İçlerindeki eziklik duygusunu bastırabilmek için sürekli yeni şeyler, yeni zevkler yaratmaya çalışıyorlardı. Kredi kartları, ithal süs köpekleri, fast foodlar, defileler, müzayedeler hep bu yüzden vardı sanki. Oysa ben insanlara karşı nefret duyuyordum. Farklı olduğuna gerçekten inanıyorsan nefret güzeldir. İnsanın kendisini iyi hissetmesini sağlar. Büyük başarıların ilk adımları hep nefret duygusuyla atılır. Hava kararmaya yüz tutmuştu ve daha serindi. Bara yaklaşmıştım, adımlarımı hızlandırarak bir sigara daha yaktım. On beş, yirmi adım daha yürüdükten sonra içerideydim. İçerisi tenhaydı. Dolu bir barda içmek, semt pazarında kötü müzik yapan bir orkestrayı dinlemek zorunda kalmak gibi bir şeydir. Eski solcular, mistikler, küçük orospular, metalciler, delikanlı ayağına yatanlar, feministler, ibneler, para dilenenler, şairler, fortçular, gevezeler, varoluşçular, acemi içiciler, ha babam çerez götüren müzmin yalnızlar… Bütün gece üzerinden, sağından solundan 43
- Mavi Öyküler
geçen bu güruha katlanmak zordur. Sabır, kondisyon ve para ister. Biramı aldıktan sonra kıyıda köşede bir yere geçip oturdum. Üç beş kişi televizyondaki futbol maçını seyrediyor, bir iki yeni yetme kız ortalıkta kıç sallıyor ve müzik insanın kafasını tepeliyordu. Bir süre öylece oturdum. Beş on dakika sonra tuvalete gidip döndüğümde, çirkin ama seksi bir kadın çarptı gözüme. Kadın da beni fark etti, birkaç kere göz göze geldik. Sonra daha uzun ve sık bakışmaya başladık. Bakışlarımız giderek daha anlam kazanmış, belki de anlamsızlaşmıştı; fakat aramızda güçlü bir çekimin olduğu kesindi. Uyarıldığımı hissediyor, buna engel olmaya çalışıyor fakat engel olamıyordum. Bütün gücümle kadının içinde patlamak istiyordum. Onun bakışları da benimkinden farklı sayılmazdı. Onunla konuşmaya karar verdim. Biramı dipledikten sonra yanına gidip kulağına eğilerek “Seninle sevişmek istiyorum,” dedim. Kulağına eğilirken kokusunu duymak beni daha da heyecanlandırmıştı ve zannedersem benim nefesim de onu uyarmıştı. Ne diyeceğini bilemez bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. Karşı koymak ister gibi bir hali vardı, ama karşı koyamayacağını seziyordum. Cesaretim içini kıpırdatmıştı. “Ne dedin?.. Anlayamadım” dedi, kendini toparlamaya çalışarak. Yineledim, “Seninle sevişmek istiyorum.” “Seni hayatımda ilk defa görüyorum ve bir merhaba bile demeden, gelip benimle sevişmek istediğini söylüyorsun. Bunu sürekli yapar mısın sen?” “Hayır.” “Peki iki insanın sevişmesi bu kadar kolay mı sence?” “Elbette hayır… Ne demek istediğini anlıyorum ama sadece dürüst olmaya çalışıyordum. İnan, uzun zamandır bir kadına karşı böylesine cesur olabilecek denli bir şeyler hissetmemiştim. Hem, herkesin yaptığı gibi önce bir iki yapay cümle bulup, sonra tanrıdan ve siyasetten bahsedip, lafı yine sevişmeye getirebilirdim değil mi?” “Dürüst olman seni haklı çıkarmaz ki.” “Kadınların çoğu senin gibi biliyor musun… Size gerçeği değil, duymak istediklerinizi söylememizi bekliyorsunuz. Herkesle yatağa girilmez kabul ediyorum, ama hep âşık olmayı bekleyeMavi Öyküler -
44
meyiz ki.” Blöf yapıyordum. O da anlıyordu aslında. Bir tür oyun oynuyorduk sanki. Birasından bir yudum aldı. “Ben sana bana âşık ol demiyorum, ama biliyorum ki, bu akşam sevişsek ve birkaç gün sonra burada tekrar karşılaşsak beni tanımayacaksın belki de.” “O kadar aptal biri miyim sence?” “Bilmem, seni tanımıyorum ki.” Yerime dönmeye karar verdim. “Belki de sen haklısın ama seni gerçekten istemiştim. Merak etmiştim.” Blöfün blöfünü yapıyordum bu sefer. Yerime geçip, ona doğru hiç bakmadan içmeye devam ettim. Beni düşündüğünü ve hâlâ beni izlediğini biliyordum. Deli gibi sevişmek istiyordu benimle. Gelecekti… Gelecekti… Gelecekti… Ona yatakta neler yapacağımı düşlüyordu belki de. Nasıl öpeceğimi, içine nasıl gireceğimi… Yanılmamıştım yarım saat sonra yerinden kalktı ve yanıma geldi. Gülümsüyordu. Bu sefer o kulağıma eğilerek, “Hadi gidelim” dedi. Yerimden kalktım. Belime sarıldı ve çıktık. Gece seviştik… Sabah olduğunda her şey yine eskisi gibiydi. İnsanlar sokaklara dönmeye başlamışlardı.
p
“KENDİ İŞİNİ KENDİN YAP BABA!” “İnatçı Peygamber” | Ruhşen Doğan Nar Bulutların üstünden O’nun ortalığı sarsan sesi geldi: “Merhaba, Za! Nasılsın görmeyeli?” Za, isteksizce kafasını göğe kaldırdı ve O’nu bulutların üstünde uzanırken gördü, burun kıvırarak cevap verdi: “Gördüğün gibi sürünüyoruz.” O, şaşırmış gibi gözlerini sonuna kadar açtı ve sordu: “Neden? Ne oldu? Anlat bakalım babana.” Senin gibi babam olmasaydı keşke, diye düşündü Za. 45
- Mavi Öyküler
“Baba, göklerin ve yerin hâkimi, bir şikâyetim var.” “Söyle oğlum!” Yine neler zırvalayacak, diye sordu kendi kendine. “Ben senin peygamberin olmak istemiyorum. İnsanların günahları beni deli ediyor. Onlara yol gösteremem ben. Hepsi burunlarının dikine gidiyor. Sana bile karşı geliyorlar. Sana karşı gelen, beni neden izlesin?” O sinirlendi, bulutlardan aşağı atladı ve küçük çapta bir deprem yarattı. “Bunları duymamış olayım Za. Ben seni oğlum olarak seçtim. Sana güvendim. Hâlâ da güveniyorum. Beni yarı yolda bırakma!” “Neden ben? Dünyada milyonlarca insan var. Neden onlar değil de, ben?” “Çünkü sen özelsin oğlum. Sende peygamber ışığı gördüm ve seni seçtim. Sen insanlara doğru yolu anlatacaksın ve onları imana getireceksin.” “Sen ki yüzlerce peygamber gönderdin Âdem’den beri ve onları, günahlıları imana getiremedin. Ben nasıl onları doğru yola çekeceğim tek başıma?” “Diğerleri bu işi beceremedi diye sen de mi başaramayacaksın? Ben sana sonuna kadar güveniyorum. Ne de olsa arkanda ben varım. Arkanda her şeyin hâkimi var.” “Diğerlerinin arkasında da sen vardın. Sonuçta ne oldu? Ben anlatıyım…” O, elini bir dağa vurdu ve dağ bir anda ikiye ayrıldı: “Sen kimsin ki bana insanlık tarihini anlatıyorsun? Biliyorum her şeyi. Çünkü ben her şeyi gören ve bilenim. Hatta aklınızdakileri bile önceden bilebilirim.” Za güldü ve şöyle dedi: “O zaman söyle bakalım, şu anda ne düşünüyorum?” Za içinden, “Sen çok beceriksizsin. Sen çok beceriksizsin…” diyordu. Za’nın aklını okuyan O, nefretle ona baktı ve üzüntülü bir sesle: “Sen de mi Za? Şu dünyada sadece sana güveniyordum. Sen de mi beni yüz üstü bırakacaksın?” diye sordu. “Babacığım, bence sen çok büyük bir yanlış yapmışsın.” Mavi Öyküler -
46
O, merakla Za’ya baktı. “Ne yanlışı?” “Senin en büyük hatan insanları yaratmak. İnsanları yaratmasaydın dünyada ne günah olacaktı ne de kargaşa.” “Öyle deme, insanlar ne kadar kötü olsa da aralarında iyi olanları da var.” “Bir örnek ver!” O biraz düşündü. Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovaladı… “Şu anda aklıma gelmiyor, ama kesin vardır iyi birileri.” “Hayır, babacığım. Kabul et. İnsanlar iflah olmaz. En iyisi sen bir Nuh Tufanı daha yarat ve bütün insanları yok et! Ama bunları ben öldükten sonra yap!” “Evet. Bir kez bütün insanları yok etmek istedim. Ama insanlar olmadan evrenin keyfi çıkmıyor, biliyor musun? İnsanlar olmazsa ben kimi izleyeceğim? Kuşları böcekleri mi? Onlar o kadar sıkıcı ki, Tufan’dan birkaç gün geçtikten sonra sıkıntıdan öldüm ve yaptığım şeyden pişman oldum. Ve insanları tekrar yarattım.” “Demek öyle. Yani insanları sırf canının sıkılmaması için mi yarattın?” “Evet, öyle de denilebilir.” “E, o zaman neden benden onları temiz kılmamı istiyorsun? Ben peygamber olmak istemiyorum. Kutsal kitapları okudum. Peygamberlerin hayatı aşırı sıkıcı. Bütün ömürlerini insanları ikna etmekle geçiriyorlar. Ben diğerlerini takmıyorum. İstediklerini yapsınlar bana ne! O senin sorunun. Sen yarattın, sen kolla!” “Ama düşün eğer peygamber olursan sen de tarih sayfalarına geçeceksin. Bir düşün ölümsüz olacaksın.” Za kahkaha attı ve yeri tekmeledi sinirden. “Ben ölümsüz olmak istemiyorum. Ben mutlu olmak istiyorum.” “Sana muhteşem özellikler vereceğim. Suyun üstünde yürüyeceksin, suyu şaraba çevireceksin, hastaları temiz kılacaksın… Bunun gibi bir sürü özellik.” Za kafasını salladı ve şöyle dedi: “Hayır, mucizelerini al da kafana çal! Ben hayatımı adam gibi yaşamak istiyorum. İnsanların günahlarını tek başıma taşımak 47
- Mavi Öyküler
istemiyorum. Onların işlediği günahlardan dolayı neden ben acı çekeyim ki?” “Ama gün gelecek sağımda oturacaksın ve insanları sen yargılayacaksın. Bütün gücümü sana vereceğim.” “Çok komiksin. Kendi işini kendin yap baba! Onları sen yarattın, o zaman sen yargıla! Sorumluluğu üstlen! Korkak olma!” “Hayır, ben seni seçtim ve sen bütün insanları kurtaracak peygamber olacaksın. İşte o kadar!” “Tamam, o zaman şimdi gör!” Za koşa koşa bir uçurumun kenarına gitti ve O’na dönüp konuştu: “Bak, atlarım. O zaman seçilmiş meçilmiş kalmaz.” “Ben de seni yeniden yaratırım.” “Ben de yeniden intihar ederim.” “Öf, amma da inatçısın.” “Kabul mü? Beni artık seçilmişler listesinden sil! Ben ölene kadar bir daha görüşmeyelim. İnsanların günahlarını da sırtımdan al!” “Tamam tamam. Zorla yaptıracak değilim ya sana, fırsatı sen kaçırırsın. Ben değil. Ben başka birini bulurum peygamber olmak için. Dışarıda bir sürü işsiz güçsüz insan var. Onlardan biri kesinlikle peygamber olmak ister.” “Tamam o zaman. Hadi kendine iyi bak!” O, yeniden bulutların üstündeki şatosuna gitti. Za ise hayatına normal bir insan olarak devam etti. *** O, bir hafta sonra Za’nın yanına tekrar gitti. O’nu gören Za somurttu ve sordu: “Hani söz vermiştin, benim peşimi bırakacaktın.” “Senin zaten peşini bıraktım çoktan. Ama yeni bir peygamber bulamıyorum. Bana yardımcı olur musun? Etrafında peygamber olacak kadar iyi bir insan var mı? Önerdiğin biri…” “Bir düşüneyim,” dedi Za. Beş dakika düşündükten sonra tam peygamberliğe uygun biri aklına geldi. “Buldum kimin peygamber olacağını.” “Söyle!” Mavi Öyküler -
48
“Bizim mahallede bir çocuk var. Adı İsa. Kendi halinde sessiz sakin bir çocuk. O bence peygamberliğe uygun biri. Ne de olsa buraların en saf kişisi.” “Emin misin? O da beni senin gibi yarı yolda bırakmasın sonra?” “Telaşlanma, o seni bırakacak kadar akıllı değil. Güven bana! O tam sana göre. Sömürebileceğin dört dörtlük bir adam.” “Sağ ol Za. Bu iyiliğini unutmayacağım.” “Tamam tamam. Hadi görüşürüz.” Ve hikâyenin bundan sonrasını siz de çok iyi biliyorsunuz: Filistin’de İsa adlı biri çıkar ve olaylar gelişir…
p
“KAN GÖLÜNÜN ETRAFINDA DEBELENİYORUZ” “Knives Out” | Arif Emrah Orak İşte savaş boyalarımı sürüp geldim. İşte bu boyalar bana hiç yakışmadı. Ne yapacağımı tam olarak zihnimde canlandırmadım, ama uzun zamandır ben bu ânı bekliyordum. Fakat hiç ummadığım kadar korkuyorum şimdi. Yine de her şeyi akışına bırakacağım birazdan. Ve bu benim canımı acıtacak. Yaralar, bereler, ezikler, çürükler, beceriksizliğimden kaynaklanacak pek çok zarar. Daha fenası aşağılanmak, komik durumlara düşmek. Az önce bana tedirgin bir sesle bu savaşın başlangıcını fısıldayan kız da oldukça zor bir durumda. Çünkü öfkemden payını fazlasıyla alacak birazdan. İçimde tuttuğum, hiçbir şeye dönüştüremediğim öfkemi ikisinin üzerine dökeceğim. Yanımdaki kızın yerinde olmak istemezdi kimse. Ben hiç istemezdim. Onun için hayat oldukça zor ve birkaç saniye içinde iyiden iyiye zorlaşacak. Hiçbir şeyi tam olarak anlayamadan sadece birtakım duygulara maruz kalmak; bu zavallı aptal kızın elinden gelen sadece bu. Ve bu gerçekten çok aptalca, fakat bundan kurtulmak için bir şeyler yapmayı ısrarla reddetti -sanırım halini fark edemeyecek kadar 49
- Mavi Öyküler
ahmak. Küfürleri sonraya saklıyorum. Birden boşalmak istemiyorum. Ağır ağır gelecek. Gazap taşlarımı yavaş yavaş boşaltacağım iğrenç bedenleri üzerine. Bu kız ağzını ne zaman açsa. Ama gerçekten açacak olsa, ben üzüldüm. Bir erkek için çok üzücü şeyler. Kabul etmeliyim ki öyle. Ama bugün uzun zamandır gelmesini beklediğim kıyamet günü gelip çattı ve ben savaş boyalarımla hazırım. Adaletin gereği olarak öteki, bunlardan habersiz yemeğini yiyor. Fiziksel bir ihtiyacı yalnız gideriyor. Korkusuz. Böyle şeyler başınıza her gün gelmez. Etrafta savaş boyaları sürmüş bir katil sizi böyle şirin lokantalarda pataklamak için, canınıza ot tıkamak için beklemez. Ve inanın bugün tek yapacağım bu. Yanımdaki zavallı gözlerimin ateşini çoktan hissedip titremeye, sonu kendinden geçmeye varacak fiziksel süreçleri yaşamaya başladı. O kadar kolay kurtulamayacağını bilmeli. Çünkü uzun zaman önce buralarda tehlikeli heyecanlar için sonu zevkli titremelere varacak fiziksel süreçleri istekle yaşamaya koyulmuştu ve ben bunlardan hiç kurtulamadım. Ben orada değildim ve tek kelime edecek vaktim olmamıştı. Bunlar hatırlanması zor şeyler. Bunlar öfkemi besleyen şeyler. Bunlar beynime büyük hasarlar verip beni bir gün yok edecek olan şeyler. Kafamda paralel kurgular tasarlıyorum, neler yaptığımı nerede olduğumu hayal ediyorum. Bir eşzaman hattına oturtuyorum tüm olayları. Görüntüler birlikte akıyor. Komik ve üzücü olaylar. Şimdi aklımı bulandırmamalıyım; korkumun beni ele geçirip bana erdemliymiş gibi görünen saçma sapan kararlar aldırmasına engel olmalıyım. Belki sesim çıkmayacak; fakat bugün kaçmayacağım bir kere başlayacağım ve hayatımda ilk kez birilerini çok rahatsız edeceğim ve bunu yaparken utanç duymayacağım. İşte savaş boyalarım tamam, bir tek savaş çığlığım kaldı. Bekliyorum… Şu sandalye gerçekten de iyi fikir. Ama tek başına yetersiz. Acı sosla Dijon hardalı arasında kaldım. Çok acı olması için dua ediyorum. O şaşkınlık anından yeterince yararlanabilmeyi diliyorum. Yanımdaki salak konuşmaya çalışacak galiba ve sanırım işaretim bu olacak. Zihnimde netleştiriyorum hareketlerimi. Hamleleri tasarlıyorum. Hep eksik düşünürüm; yine de bugün Mavi Öyküler -
50
inceliğe gerek yok, tek kelimeyle vahşilik olacak. Kötü tesadüfler gereksiz fizik kuralları engel olmasın bana yeter ki. İçerideki müzikten nefret ettim bu kötü işaret olabilir. Belki önce garsonu çağırıp bir istekte bulunmalı, atmosferi hazırlamalıyım. Onu tanımak için biraz daha zaman veriyorum kendime. Başkaları bir şey anladı mı? Etrafı kolaçan ediyorum. Birazdan çok pis şeyler olacak, sevgili konuklar hepinizden özür diliyorum. Tatlım bunları görmeni istemezdim. Biraz yavaş hareket ediyor, etrafından soyutlanmış gibi. Sadece biraz ileride oturan bir kadına bakıp gülümsüyor hafifçe. Burnuma yanık kokusu ve kan kokusu geliyor. Kadın pek ilgilenmedi. Senden de özür dilerim tatlım. Bunları görmek zorunda değildin; çünkü çok güzelsin. Belki garsondan onu uyarmasını rica etmeliyim. Yanımdaki pislik çok hızlı solumaya başladı nefretimle doldurup ağırlaştırdığım havayı. Gerçekten de korkuyor ama sakin biri olduğuma inanıyor. Ya da korkak. Aşağılık olma derecesine göre değişir ve ben bu hesabı yapamayacak kadar meşgulüm. Belki daha iyi bir şarkı çıkar. Ben kendimi daha güçlü hissederim ve göz açıp kapayıncaya kadar kendimi rahatlamış bulurum. Fakat her şey hızlanacak ve yanımdaki beyinsize defalarca anlatmak zorunda kaldığım gibi, zaman böyle anlarda uzayıp genişler. Öfkemin zamanı dünyanın zamanını geçecek. Herkes yavaşlayacak sesler, yere düşen kırıntılar, barsak hareketleri, uçuşan saçlar, gizlice salınan barsak gazları, işletmenin özenle tasarım dergilerinden seçtiği kapların içinde oradan oraya taşınan yemeklerin kokusu… bacağımı sallıyorum. Bir bana bir bacağıma bakıyor. Gerçekten de acınacak halde. Ben bir savaşçı değilim. Ben hep savaşçı olanların hikâyelerini nefesim kesilerek okudum. Etkileniyordum; çünkü ben öyle değildim. Keşke parmaklarım donmasaydı, keşke kanım çekilmeseydi. Keşke sabırlı olmayan atalarım olsaydı. Atalarımdan nefret ediyorum. Yine de savaş boyalarımı sürüp geldim. İşte bugün zaman doluyor. Biz başka birine dönüşüyoruz. Çok pis şeyler olacak. Terliyorum. Ellerim karıncalanıyor. “Canım sakin ol.” Salak konuştu!!! Sakin olmadım. Sandalye hafifmiş. Ben hızlıymışım. Bir adımda 51
- Mavi Öyküler
yeterince yaklaştım. Güvenli sandalye savurma mesafesi. Fark etmedi bile. Sinsiymişim. Arka ayaklar yüzüne çarpmadan önce şaşkınlıkla ahşap cilasının parlaklığına baktı. Aynı anda daha da hızlandı her şey. Çığlıklar. Herkes çok uzak. Yerde acıyla ve kendi kanını ilk kez görüyor gibi kıvranıyor. Avaz avaz küfür ediyorum. İkinci kez sandalyeyle diz kapaklarına vuruyorum. Bu çok acıtır. İnliyor. Bir şeyler söyleyecek. Burnunu kopartacağım. İçinde henüz tavuk butları duran tabağı alıp yüzünde parçalıyorum. İşte acı sos. Gerçekten acı. Çünkü öyle kokuyor. Gözleri gerçekten de çok yanmış olmalı. Birilerinin elini omuzlarımda hissediyorum. Çok hızlıyım, yüzlerce kez vuruyorum. Saçlarını kafa derisinden ayırıyorum. Kan gölünün etrafında debeleniyoruz. Gerçekten de bu kadar kanıyor. Yüzümde kırmızı boyalar. Acıları dindi; çünkü bayıldı artık. Garson beni ittiriyor, güçlü bir adam belime yapıştı. Beni koparıyorlar. Hoş bir görüntü değil. Garsonu çatalla yaralıyorum. Ürküp geriliyor. Çünkü sizin işiniz yemek getirmek sipariş almak filan, beni ittirip kaktırmak değil. Bu beni çok kızdırıyor. Küstahlığa kızıyorum. “Polisi arayın… ambulans çağırın.. aman Allah’ım.. parçaladı. Ayyy bakamıyorum!..” Gözlerimden yaşlar akıyor. Öyle mutluyum ki. İşim bitmediği halde mutluyum. Şokta olan aptalı saçlarından yakalayıp masaya sertçe kafasını vuruyorum. Bu onu kendine getirir. Tam da sakinleştim sanmışlardı. Sakinleşmenin yakınından bile geçmiyordum; çünkü tehlikeli bir şekilde sakindim uzun zamandır. Ağlayarak sersemlemiş suratını tokatlıyorum. Başını tutup öptüğüm günlerden ne kadar da farklı! Saçlarını okşayamamış olmaktan şikâyet ederdim. Şimdi yüzündeki acı dolu ifadeye bakmaya utanıyorum. Elim acıyor, tekmeyle bacaklarının arkasına vuruyorum. İnsanlar şaşkın, benim hareketim onları yordu. Sadece yemek yiyeceklerdi. Huzurunuzu bozdum. Canınız cehenneme. Siz hep buralardaydınız. Uzun zaman önce de. Buradan uzaklaşmalıyım. Saçları ellerimin arasında. Polislerle mücadele edemem. Az önce parçaladığım adamla yeniden konuşamam. Beni nasıl olsa bulurlar, ama onlar bulana Mavi Öyküler -
52
kadar mutlu bir adam olacağım. Yanımdaki geri zekâlıyı dışarı sürüklüyorum insanlar; “Kaçıyor, engel olun, tutun şunu!” gibi bir şeyler söylüyor. Durup hepsine öfkeyle bakıyorum. Hele bir deneyin. Yüzüm kan içinde olmalı. Korkuyorlar. Hızla kapıya doğru yürüyorum. Garson merakla üstüme geliyor. Paralarımı üstüne fırlatıyorum. Savaş alanının sessizliği. Yaralıyla ilgileniyor onu daha da sakatlıyorlar. Müzik ne zaman durmuştu? Tam kapıdan çıkarken başlıyor… “I want you to know, he’s not coming back, look into my eyes I’m not coming back…” Radiohead “Knives Out” çalıyor. Ve ben bu şarkıyı çok seviyorum.
p
“ÇÖPÇÜLER DE GELDİ İŞTE…” “Hı Hı” | Muhammet Demir Ani bir sesle uyanıverdim. Hemen elimi alışkanlıkla sol yanıma uzattım. İşte sen oradaydın, yanımdaydın, okşadım sımsıcaktın. Senin gül yüzüne daldım. Çillerini saymaya başladım. Tam on bininci çilini sayarken sıcacık bir uykunun kollarına attım kendimi. Sana sarılmıştım. İçim kıpır kıpırdı. Rüyamda seni görüyordum. “Lütfen bana bir öykü anlat” diyordun. Sana bir öykü anlatmaya başlayacaktım ki telefonun sesiyle uyandım. Kalkıp telefonu açtım. Telefondaki ses senin sesindi. Ama hayır, sen biraz önce yatağımızda, yanımda kollarımın arasında değil miydin? “Lütfen” diyordun; “lütfen hemencecik buraya gel.” “Tamam, bekle geliyorum” diyerek telefonu kapattım. Mutfağa gidip su içtim. Odamıza girdiğimde sen hâlâ yataktaydın, dokundum sımsıcaktın. Yatağa yanına uzandım. Bir süre sonra uyuyakalmışım. Yine aynı rüyayı görüyordum. “Bana bir öykü anlat” diyordun. “Sana bir öykü anlatacağım, ama şimdi değil. Önce bana bir kahve yap, sonra da bir falıma bak, ondan sonra” diyordum. “Peki” diyerek kahve yapmak için mutfağa yöneldin. Senin mutfakta bana kahve yapmanı beklerken ben de balkona yöneldim. Ve sandalyeye oturup gecenin karanlığında şehrin ışıklarını seyre daldım. Bir el beni dürtüyordu. Birden uyan53
- Mavi Öyküler
dım. “Hadi kalk da şu kahveyi iç” diyordun. O anda kanepede olduğumu fark ettim. Kanepede ne işim var diye düşünüyordum. Çünkü ben şu anda odamızda ve balkonda olmalıydım. “Eline sağlık” diyerek kahvemi yudumlamaya başladım. Beni yanağımdan öptün. Kahvemden bir yudum daha aldım. Biraz önce yanağımdan öptüğün tarafa baktığımda sen yoktun. Birden kapının zili çaldı. Kapıyı açtığımda hayretten küçük dilimi yutacaktım. Çünkü kapının önünde duran kişi sendin. Elinde bir sürü öteberi vardı. Annen, baban, kardeşlerin ve en sevdiğin arkadaşın. Öteberileri yere bırakıp boynuma sarıldın. Hep birlikte “sürpriz!” diye bağırdınız. Bu sesle irkilmişim. Benim apartmanın kapısında ne işim var. AA… Üstümde hiçbir şey yok, adeta çırılçıplağım. Hemencecik üst sıradan üçüncü düğmeye, evimizin ziline basıyorum. Saatlerce zile basıyorum. Hiç kimse kapıyı açmıyor. Üşüyorum, utanıyorum, panikliyorum. Çöpçüler de geldi işte. Çöpçüler çöpleri toplarken çöplükte geçmişime ait binlerce ıvır zıvırın da çöplerin arasında olduğunu fark ediyorum. O anda tatlı ve acı anılarıma dalıyorum. Çöpçüler ise sanki ben orada yokmuşum gibi davranıyorlar. Çöplerin arasından bir zamanlar en çok sevdiğim şarkının ıslık sesini almak istiyorum. Ama alamıyorum. Sanki aramızda sonsuz bir boşluk var. Çöp kamyonu hareket ettiğinde yolun karşısından sen çıkıyorsun. Bana doğru gülümseyerek geliyorsun. “Hadi” diyorsun. Beni bir küçük bir çocukmuşum gibi okşuyorsun. Ve işte o anda yatakta olduğumuzu fark ediyorum. Bedenimi sımsıcacık ellerinle incitmeden okşuyorsun. Bedenim gibi adeta içim de ısınıyor. Beni sımsıcacık yorganın altına sokarak yorganı örtüyor ve alnımdan öpüyorsun. “Seni seviyorum” diyorsun. “Ben de seni seviyorum” diyorum. “Hı hı” diyorsun. “Hiç ayrılmayalım” diyorum. Yine “Hı hı” diyorsun.
p
“BİRLİKTE CENNETE GİDELİM”
Mavi Öyküler -
54
“Feriha” | Leyla Süslü Sedat kısa kesilmiş kahverengi saçlarını yana doğru taramış, tüm kötü niyetini saklayan donuk bir bakışla yanındaki kadına yarım dönüşlük bir mesafeden kimsenin görmemesine itina göstererek hafifçe tebessüm etti. Kadın önündeki dergiye odaklanmış ara ara ona mı bakıyordu yoksa ona mı öyle geliyordu anlayamadı önce. Filozofça bir bakışla tekrar baktığında kadın dergi sayfaları arasında kaybolmuş gibiydi. Israrla bakmaya devam etti Sedat. Bir süre sonra kadın yüzünü dergiden kaldırdı. “Evettt, şimdi oldu. Bana bakıyor.” Kadın gözlerini gizleyen siyah camlı gözlüklerini çıkardı. Sarı saçlarını arkaya doğru savurarak adama göz kırptı. Sonra yüzünde şeytani bir tebessümle tekrar dergiye döndü. O kadar keyiflenmişti ki hanfendi; ayak ayak üstüne attı. Hafifçe sıyrılmış eteğinin farkında değilmiş gibi o kahrolası ne idiğü belirsiz derginin içine gömülüverdi. “Tabii ne kadar güzel olduğunun farkında, bu yüzden naz yapacak. Ah güzelim… Ah ah!” Kadının hafif dekolte siyah bluzunun önündeki düğmelerden biri açıktı. Hafifçe öne doğru fırlamış göğüslerini görünce kalp atışları hızlandı Sedat’ın. “Onu şöyle masaya yatırıp o bluzunun düğmelerini teker teker açmayı o kadar çok arzu ederdim ki! Sonra ellerimi bacaklarında gezdirip kasıklarında sonlandırmak. Orada dakikalarca oyalanmak. “Tanrım nasıl da sarhoş edici! Bu duygu değil midir ki beni böylesine o kadından bu kadına sürükleyen. Annem ve babam her ne kadar cennetin çok uzaklarda olduğunu söylese de geceler boyu uykusuz, onların göğüsleri arasında sabahlamak. Cennet buradan başka bir yerde olamazdı doğrusu.” Kadınların ten kokusuyla baygın bir halde işyerine her sabah koşarak giderdi Sedat. Saçı başı dağınık olsa da işyerinde saçlarını düzeltecek bir iki bayan bulmakta hiç zorlanmıyordu doğru55
- Mavi Öyküler
su. Yarım yamalak yaptığı işler nedeniyle bay Zamazingodan da az fırça yememişti. “Zamazingo’nun canı cehenneme! Budala, bu kadar çalışmanın ardından koşarak evine gidiyor. 0 yılışık karısının kapıyı suratsız bir şekilde açışından başka ne bulacaksa! Her akşam aynı şeyler. Yenilen yemekler ve dizi başında geçirilen saatlerden sonra yatakta malak gibi yatan bir kadın! Ah ne gaflet!” Sarışın nihayet dergiyi kapattı. Garsonun önüne koyduğu ince belli bardağı kavradı. Öpülesi dudaklarını bardağa dayadı. Koca bir yudum alırken ona bakmayı ihmal etmedi. “Şimdi gidip desem hanfendi bu oyunu bırakalım. Son perdeye ulaşalım. Birlikte cennete gidelim.” Aldığı çanta darbeleri yüzünden kafasından şişler hiç inmiyordu adamın. O yüzden temkini elden bırakmamaya da kararlıydı. “Bu kadın ne yapar acaba? Denemekten ne çıkar. Belki az sonra kalkıp gidecek ve ben bu nadide çiçeği doya doya öpemeyeceğim.” Soğukkanlılığını koruyarak kadına yaklaştı. Kadın hiç de şaşırmış gibi görünmedi. “Hanımefendi cüretimi mazur görün! Yemin ederim orada öylece can sıkıntısıyla oturuyordum ki siz geldiniz. Dünyam sizinle anlam kazandı.” Kadın şuh bir kahkaha attı. “Sahi mi?” “Elbette sahi” “Klişeleri geçelim bayım, benden ne istiyorsunuz?” “Şey…” Hiç böylesini de görmemişti. “Tatlım senden ne isteyebilirim ki, biraz sevip okşamak” demek geçti içinden. Ama böylesi bir atağın uygunsuz kaçacağını düşündü. “Şey, diyecektim ki birlikte sahilde bir yemek yesek.” “Sonra?” “Sonraaa, canım yapacak bir şeyler buluruz işte.” “Mesela ne yaparız?” “İçeriz…” “Ben içmeye alışkın değilim. Peki, içtikten sonra ne yapacağız?” Mavi Öyküler -
56
“Ölünün körünü yapacağız” diye bağırmak geldi içinden. Sinirden kızarmaya başlamıştı. “Siz ne isterseniz onu yapacağız hanfendi.” Kadın bir süre düşündü. “Ama daha sizin adınızı bile bilmiyorum.” “Ben Sedat. Siz?” “Feriha.” “Şimdi adlarımızı biliyoruz,” dedi Sedat, pişkin pişkin sırıtarak. “Aramızda bir engel kalmadı,” diye de ekledi sonra zafer kazanmışçasına. “Şey bilmem ki,” dedi Feriha, biraz tereddütlü. Bu tereddüdü fark eden Sedat atağa geçti hemen. “Daha sonra sizi evinize bırakırım Feriha Hanım. Birbirimizi yakından tanımış oluruz bu vesileyle.” “Peki, ama çok geç saatlere kalmayalım. Annem merak eder sonra.” “Anneniz mi?” “Doğrusu bu yaşta bir kadının hâlâ ana kuzusu olması hayret verici,” diye geçirdi içinden Sedat. Sonra da teminat verme gereği duydu: “Peki, Feriha Hanım. Hiç merak etmeyin, erken döneriz.” “Ah Feriha ahhh! Bana on takla attırıyorsun ya sana helal olsun. Akşam gününü görürsün.” İçinden söylemişti tabii bunları. Gerçek duygularını ortaya koyacak kadar da salak değildi hani. “Hadi gidelim.” Feriha yavaşça yerinden kalktı. Sedat ise hızla masayı toparlamaya başladı. Feriha, sahilde yenen yemeğin ardından, kendisini eve bırakmasını istedi Sedat’tan. Fakat eve doğru yaklaşırlarken, hâlâ umudunu koruyan Sedat, son bir hamlede bulundu. “Bir kahve içseydik Feriha Hanım.” “Ama biliyorsunuz ki annem!” “Bilmez miyim?” diye mırıldandı Sedat. “Efendim, duyamadım,” dedi Feriha. “Bana gidelim Feriha Hanım. Size kendi elimle şöyle bol köpüklü bir kahve yaparım.” 57
- Mavi Öyküler
“Şeyyy… Bilmem ki nasıl olur?” “Çok güzel olur Feriha Hanım. Çooook! Hadi arabaya binin.” “Ama sanki biraz sarhoş oldum Sedat Bey.” “İşte ne güzel kahve sizi kendinize getirir.” Nihayet eve geldiler. Feriha koltuğa oturdu. Sedat ise hemen A planını uygulamaya geçti. “Ah Feriha Hanımcığım bende 20 yıllık bir şarap var uzun süredir bekliyor. Kaç zamandır kıymetli bir misafirle paylaşmak istedim. Kahve öncesi ne dersiniz?” Feriha’nın cevabını beklemeden şarabı göz açıp kapayıncaya kadar bir hızla açıverdi. İki bardağa doldurup birini Feriha’nın eline tutuşturdu. Feriha da içtikçe içti. Sedat ise, Feriha’nın üstüne sarhoş kadınların rehaveti çökünceye kadar pusuda bekledi. Sonra da plan B’ye geçti. “Yanınıza oturmamın bir sakıncası var mı Feriha Hanım? Size gezdiğim yerlerin fotoğraflarını göstermek istiyorum.” Feriha’nın “hayır” diyecek hali kalmamış, tam kıvama gelmişti zaten. Sedat, cevabını bile beklemeden hemen yanına oturdu Feriha’nın. Elinde defalarca açıp baktığı fotoğrafları gösterirken, bir yandan da yakınlaştıkça yakınlaştı Sedat. Fakat tam dudakları boynuna doğru uzanmış beklerken, hiç beklenmeyen bir şey yaptı Feriha. “Bakın, Sedat Bey.” “Artık şu bey lafını ortadan kaldırsak Feriha?” “Özür dilerim alışkanlık işte; ama ben bakireyim.” Beyninden vurulmuş bir vaziyette Feriha’ya baktı, Sedat. “Kendimi evleneceğim erkeğe saklıyorum. Bugüne kadar bekledim. İffetimle evlenip çoluk çocuk sahibi olmak istiyorum.” “Eyvahhhh!” diye bir çığlık koptu Sedat’ın içinden. Şaşkın bir şekilde Feriha’ya bir bakış attıktan sonra, “En iyisi ben sizi evinize bırakayım Feriha,” dedi. “Olur mu canım, ne güzel eğleniyoruz. Hem şu şaraptan bir bardak daha koysaydınız.” Mavi Öyküler -
58
Feriha şarabı içtikçe ona yaslanmaya başladı. Hatta işi ileri götürüp dudaklarına bir öpücük bile kondurdu. Kadının nefesi kulaklarında dolaşırken tüm vücudu karıncalanmaya başladı. “Aldın oğlum başına bir bela,” diye düşündündü pişmanlıkla. “Feriha Hanımcım geç oldu anneniz sizi merak etmesin!” “Aman boş ver annemi!” “Ama Feriha Hanımcım!” Feriha azmış bir vaziyette üzerine çullanmıştı Sedat’ın. Ama Sedat direniyordu: “Hayır, olmaz Feriha!” “Neden olmasın Sedat?” Feriha yaklaştıkça ter içinde kaçacak delik arıyordu şimdi Sedat. “Ben sizden çok hoşlandım Sedat. Size kendimi teslim etmek istiyorum.” “Şey beni çok onurlandırdın Feriha! Ama bunu yapamam!” “Ama ben çok istiyorum. Bıktım. Yıllardır bekliyorum. Yaşım oldu 37. Şu seks ne menem bir şey anlamak istiyorum. Hayatıma giren ilk erkek siz olacaksınız.” Feriha’nın gözleri uzaklara daldı. İlk aşkı Berkant aklına geldi. Kaç kez deliler gibi istemişti Berkant’ı. Ama Berkant ona her yaklaştığında kaçmıştı. Tüm ailesi sanki onu gözlüyordu. Ona ne kadar iffetsiz şeyler hissettiğini ve bu hislerinden dolayı cehenneme gideceğini söyleyen annesi, babası, abisi dikiliyordu önüne. Gözyaşları ile yatağına gömülüp çaresiz bir kıvranışla geçen günlerin ardından Berkant çekip gitmişti. 18 yıllık hırsla Sedat’ın yasak bölgelerine daldı Feriha. Kendini kaybetmiş gibiydi. “Yapma oraya dokunma Ferihaaaaa! Bak sonu kötü olur söylemedi deme!” Hafif bir iniltiyle kıvranmaya başlayan Feriha, tüm karşı koyuşlarını alıp götürdü Sedat’ın. Feriha’yı yatağa yatırıp üstündeki siyah bluzun düğmelerini tek tek açtı. Güzel göğüslerinden öptü sonra uzun uzun. “Ah Feriha! Kokun baş döndürücü.” “Senin de Sedat.” Tek vücut olmuşlardı. Feriha’nın çığlıklarına aldırmadan en derine daldı Sedat. 59
- Mavi Öyküler
Feriha kendinden geçmiş yatakta kıvranırken o da zevkin doruğunda, üzerinde sabahlamaya adaydı artık. Uzun bir sevişmenin ardından derin bir uykuya daldılar. Sabah Feriha’nın çığlığıyla uyandı Sedat. “Seni şerefsiz demek benden faydalandın!” “Ama Feriha Hanım, dün akşam siz istediniz? Unuttunuz mu?” “Bir de yalan söylüyor. Ben senin bildiğin kadınlardan değilim, anladın mı? Şerefimi kirlettin adi herif. Bunun hesabını vereceksin. Seni tecavüzden içeri tıktıracağım.” Feriha, bir hışımla evden çıktı. Evde tek başına kalan Sedat ise çaresizdi. “Of bu da mı gelecekti başıma…” Aradan bir saat geçmedi ki kapı hızla çalındı. Feriha yanında iki polisle içeri daldı. “İşte bu adam polis bey! Lütfen iffetimi kurtarın!” “Bu kadına tecavüz mü ettin? Seni adi herif!” “Hayır, efendim olay bildiğiniz gibi değil. Kendisi istedi. Hatta kendisi bana asıldı.” “Peki, istediyse neden şikâyetçi. Yürü bakalım karakola!” “Yapmayın efendim! Olay bildiğiniz gibi değil! Valla o istedi…” Polisler Sedat’ı ite kaka götürürken Feriha’nın yüzünde aynı şeytani pırıltı vardı. Ve Sedat, Feriha’nın ardından avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Ah Ferihaaaaaaaaaaaaaaaaa! Yaktın beni!”
p
“KORKUYLA BEKLEMEM GEREKECEK” “Cinayet Gözetmeni” | İlkay Kefeli Bir tepede durmuş karşı tepedeki evi gözetliyorum. Gökyüzü kopkoyu oldu birkaç dakika içinde, öğle vakti ve yaz olmasına rağmen hava neredeyse tamamen kararıyor. Bu çok nadir rastlanan bir olay, sanki neden şimdi oldu? Evi görmekte zorlanıyorum. Birazdan yıldırımlar ve aşırı sıcağın etkisiyle şişmanlayan Mavi Öyküler -
60
su damlaları yeryüzünü dövmeye başlayacak belli. Fakat üzerinde durduğum tepe öyle çorak ki yıldırımlara hedef olabilirim. Aslında görüş mesafesi içinde bu evden başka bir cisim yok; sadece tepeler var ve tepelerin üzerinde yumuşak ve ince bir toprak tabakasından başka hiçbir şey yok, en ufak bir çakıl taşı bile çarpmıyor gözüme. Acaba yıldırımlardan korunmak için yere uzanmanın bir faydası olur mu diye düşünüyorum. Bunu ilkokulda öğretmişlerdi fakat arazinin çıplaklığı bu düşüncemi uygulamaya geçirmemi olanaksız kılıyor. Her halükarda yıldırımlar ya benim ya da evin üzerinden bağlantı kuracaklar yer ve gök arasında. Aklıma üzerimdeki metaller geliyor korkuyla, ne varsa çıkarıp daha sonra alabileceğim bir mesafeye bırakıyorum. Çocukluğumdan beri taktığım artık demode olmasına rağmen annem verdiği için çok sevdiğim altın kaplama saatimi, gümüş şövalye yüzüğümü, metal tükenmez kalemimi ve kot pantolonumdaki metal düğmeleri de tek tek koparttıktan sonra cebimde bulduğum beyaz bir kâğıda sarıp öylece yere bırakıyorum. Tepeden bakınca beyaz kâğıt havanın tüm kapalılığına rağmen görülebiliyor. Evi tekrar gözetlemeye başladığımda yıldırım korkusu tekrar geliyor aklıma fakat çok eskiden izlediğim bir TV programını hatırlıyorum. Programda yıldırım çarpmalarından sağ kurtulan insanlar deneyimlerini anlatıyorlardı. Bunlar aklıma gelince biraz rahatlar gibi oluyorum ancak bazılarının kolu ya da bacağının kesik olduğunu hatırlayınca bu umut dalgası da yerini yeni bir korkuya ve umutsuzluğa bırakıyor, ta ki gözetlediğim evin ışıkları yanana kadar. Evin içindeki gölgelerin hareketlerini takip etmeye başlayınca biraz daha rahatlıyorum. Bunaltıcı hava hafifçe esmeye başlayan serin rüzgârla birlikte dağılınca iyice bir kendime geliyorum amma ve lakin serin rüzgâr yağmurun pek de uzak olmadığını aklıma getiriyor; zaten birkaç dakika sonra gökyüzünün uzak bir ucunda aydınlanma olunca tekrar korku dalgaları bedenimde dolanmaya başlıyor. Daha önce defalarca buna benzer görevlere çıkmıştım ve hepsinin üstesinden başarıyla gelmiştim fakat nedense bu sefer çok korkuyordum. Zaten insan büyük bir başarısızlık yaşamadan önce korkuya kapılırmış; belki de korku, 61
- Mavi Öyküler
başarısızlığın asıl nedenidir. Bu türden bir mantık yürütme her olaya uygulanabilir ki çok saçmadır bu, olay son derece basit; korkuyorum çünkü bunlar korkulması gereken kişiler. Daha önce bu göreve getirilen iki Gözetmen ortadan kayboldu, uzun süredir ikisinden de haber alınamadı. Kim bilir başlarına ne geldi? Büyük bir ihtimalle fark edildiler ve bu çorak arazide kaçmaya fırsat bulamadan yakalanıp öldürüldüler. Pürdikkat evi gözetlemeyi sürdürürken sokak kapısının üstündeki ışık yanıyor. Dikkatimi iyice yoğunlaştırıyorum. Ev elli metre kadar ötemde olmasına rağmen lambanın altında duran uzun sarı saçlı genç kadını görebiliyorum. Oldukça diri bir bedeni var ve çok sağlıklı görünüyor. Kadın sabırsızlanmış gibi demir kapının motiflerinin aralığından elini sokup tahta iç kapıya vuruyor. Kapı gıcırtıyla açılıyor. Bir erkek ve kadın görünüyor. Demir kapıyı açmadan konuşuyorlar bir süre sinirli bir şekilde. Neden sonra aniden erkek, genç kadını boynundan yakalayıp demir kapıya doğru hızla çekiyor. Kadının yüzü öyle bir sert çarpıyor ki kapıya birkaç kemiğinin kırılma sesini duyduğumu sanıyorum. Kadın kendini kurtarmaya çalışırken bir yandan da bağırıyor ama birkaç kilometre içinde ona yardım edecek kimse yok. Bu sırada hareketsiz ve sessiz duran diğer kadın büyük bir bıçağı genç kadının boğazına yavaşça sokuyor. Genç kadının boğazından çıkan hırıltılar bana kadar geliyor. Nedense beni görmüşler gibi bir hisse kapılıyor ve hemen kendimi yere atıyorum. Sürüne sürüne eşyalarımı bıraktığım yere ulaşıyorum. Yerimden kalkmadan sürünerek ilerlemeye devam ediyorum. Bu sırada genç kızın boğazından çıkan hırıltılar mı yoksa kalbimin aşırı çalışmasından dolayı sadece kendi kanımın sesi mi duyduğum pek anlayamıyordum. Peşimden geliyorlar diye öyle hızlı sürünüyordum ki çok geçmeden arabamı bıraktığım diğer bir tepenin önüne gelmiştim. Arabama binip hareket ettiğimde bile takip edilme hissim geçmedi. Cinayet Gözetmeni olmak daha önce hiç bu kadar yorucu ve korkutucu olmamıştı benim için. Her cinayetten sonra rapor hazırlamak dışında beni yoran herhangi bir iş çıkmıyordu. İşim artık çok sıkıcı bir hal almaya başlamıştı ama bu seferki görev gerçekten dönüm noktası olmuştu. Belki ucuz atlatmıştım, belki Mavi Öyküler -
62
de hâlâ hayatım tehlike altındaydı. Bunu öğrenmek için korkuyla beklemem gerekecek belirsiz bir süre…
p
“ZAMAN BOŞLUKTA DURAMAZ” “Biz Aykırıya Ayrıntıya Ayrıksıya Azınlığa tutkunuz.” “İnsanın insandan başka dayanağı yok. Yalnızlık bile başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşuyor.” Edip Cansever I. “Parti” | Ziya Alpay Hep zamanımın çoktan dolduğuna inanarak yaşadım. Yani şimdiye kadar yaşamamalı ve çok önceki bir zamanda diğer tarafın saflarına katılmalıydım. Zaten 70-80 yaşlarına kadar yaşayan insanlar hep tuhafıma gitmiştir. Nasıl olup da dünyada bu kadar uzun süre durabildiler acaba diye düşünüp durmuşumdur. Ya hayat onlara bana davrandığından çok iyi davranmış ya da ben meseleleri gözümde fazla büyütmüştüm. Bilmiyorum. Neyin doğru neyin yanlış olduğunun analizini yapma yeteneğimi kaybettiğimden beri her şeye şaşırıyordum zaten. Bir gün zincir kopacaktı, ruhumu ve bedenimi saran, kıpırdamama dahi izin vermeyen düşünceler zinciri bir yerinden kopacaktı. Bunu biliyor ve o zaman gelmeden önce “zaman”, “ruh”, “ölüm” ve “Tanrı” denilen kavramların sırrını keşfetmek istiyordum. Sıradan bir keşmekeş içinde, sıradan işlerle ömrümü tüketmek bana çok sefil bir hayat olarak görünüyordu. Diğer insanların nasıl bu konular üzerinde fazla durmadıklarına da anlam veremiyordum. Benim ise hayatımın anlamıydı bu sorular. “Hayatı anlamlı 63
- Mavi Öyküler
kılmak” kilit cümle buydu işte zihnimdeki. Geçip giden hayatın monoton döngüsünün bir yerinde boşluğunu yakalayıp sırrını çözmek. Kendimi bilmek, kim olduğumu anlamak. Evet, biliyordum ki bu sorular çok zor, cevaplar ise çeşitli ve karmaşıktı. Tasavvufçulardan materyalistlere kadar düşünce renklerinden oluşan yelpazenin her sallanışında yüzüme çarpan havanın beni serinletmesini beklerken daha çok yanıyor ve bunalıyordum. Benim için başka bütün işler teferruattan ibaretti. Giyim kuşamdan para kazanmaya kadar. Bu yüzden diğer insanlarla olan münasebetlerimde çok sorunlar yaşadım. Bana hep tuhaf gözlerle baktılar. Onlara aldırmadım. Sonuçta bu benim hayatımdı. Yalnızca benim hayatım. Sonsuza dek yalnızlık diye de yorumlayabiliriz bunu. Çok defalar üzüldüm ağladım kendi halime. Ne yalan söyleyeyim umutsuzluk zehri damarlarımda yüksek dozda gezindi çoğu zaman. Ama bırakıp da gidemedim bu dünyadan. Yapamadım bunu. Gördüğüm rüyalardan bahsetmek istiyorum biraz. Ateist bir arkadaşıma diyorum ki rüyamda; zaman boşlukta duramaz, mutlaka bir dayanağı olmalı. Bu dayanak ise Tanrı’dır. Bakalım buna ne diyeceksin? Bana cevap veremeden rüyam bitmişti. Uzun yıllar önce rahmetli olan babam gelip, dünyanın bir an için durduğunu ve sonra yeniden hareketine başladığını anlatmıştı. Başka bir rüyamda ise, bir Tanrı’nın varlığına inanan fakat tüm dinleri reddeden bir arkadaşım okullardaki kara tahtanın üzerine Arapça yazılar yazmıştı ve bana okutuyordu. Orada Ahura Mazda’nın tek Tanrı olduğunu ve ondan önce de Ali’nin gerçek Tanrı olduğunu okumuştum. Nasıl ürperdiğimi anlatamam. Ben de ona dedim ki: Hani gelecekte, geçen yüzyıllarda Freud’un dediği gibi, artık insanlar dinin değil de bilimin kurallarına göre yaşacaklardı? Bana cevap vermemişti. Ya da vermişti de ben hatırlayamıyordum. Ah Tanrım sorularım rüyalarda bile cevapsız kalıyordu. II. “Bir zamansızlığın bir zamansızlığa doğru içinde Yakup’un YaMavi Öyküler -
64
kup’a doğru içinde. Neredesin Yakup?” Aklıma bazen Edip ustadan yarım yamalak hatırladığım dizeler geliyor, ben bu dizeleri söyledikçe sanki ruhum daha bir genişliyor, yaşadığım zaman parçasını değişik bir anlama dönüştürüyordu. Mutlu olduğum anlardı bunlar. Kendimi biraz iyi hissettiğim dakikalar… Gölgemi yakaladığımı sandığım zamansızlıklar. Ama gerçek öyle bir şeydi ki güneşli günde gölgesini yakalamaya çalışan bir deli gibi oluyordu insan. Yaklaştıkça uzaklaşan gölge: Gerçek. Yağmurlu bir günde arkadaşlarımdan biri geldi. O hiç benim gibi değildi. Hayatın tadını çıkarmayı seven, daima neşeli ve canlı biriydi. Adı Umut’tu. Tabii yine beni her zamanki düşüncelerimde kaybolmuş bir şekilde bulmuştu. “Napıyon oğlum bu saate kadar evde? Hadi gidiyoruz, Emellerde parti veriliyor. Biraz insan içine karışmalısın olum. Bu böyle gitmez, gitmez” dedi. “Valla Umut, hiç keyfim yok. Sen git. Benim partiyle martiyle işim olmaz.” Aynen Oblomov’un Stolz’a verdiği cevapları veriyor onu başımdan savmaya çalışıyordum. “Bir sürü boş laf dinleyeceğim orada. Yok Banu Hasan’la çıkmaya başlamış, yok Mustafa’nın yeni aldığı gömlek çok pahalıymış. İnan hiç beni ilgilendiren şeyler değil. Çok sıkılır kendimi içkiye veririm sonra beni taşıyarak eve getirmek zorunda kalırsın.” “Boş yere kapris yapıyorsun var ya. Sen kendini ne sanıyorsun ya! Sen de bizim gibi sıradan bir insansın işte. İçeceksin, dans edeceksin, eğleneceksin. Bunlara da ihtiyacın var. Kendini dışarı kapatmakla çok kötü yapıyorsun. Sonra psikiyatristleri dolaşmaya başlarsan hiç şaşırmayacağım.” Umut’un söyledikleri beni etkilemişti. Kendimi büyük görmenin ve içime kapanmamın sonu pskiyatrist koltuğunda oturup çocukluğumu anlatmaya başlamakla sonuçlanabilirdi. “Tamam” dedim. “Ben de geliyorum ama çok sıkılır da gidersem bana engel olmayacaksın söz mü?” “Tamam sen hele gel de gerisini düşünürüz.” Üzerimi giyindim. Siyah kot pantolonum ve siyah deri montumla bir metalci görünümü veriyordum. Gerçi metal müziği seve65
- Mavi Öyküler
rim ama onlar gibi hayata bakmıyorum. Hem ayrıca siyah asil bir renkti benim için. Umutsuzluğumun rengiydi belki. Belki dünyada olduğum için yas tutuyordum. Neyse. Kime neydi ki. Benim tarzım da böyleydi işte. Emellere vardığımızda daha erkendi. Sadece birkaç kişi gelmiş, koltuklarda oturuyor ellerinde birer bardak bira ile havadan sudan konuşuyorlardı. Emel’le merhabalaştıktan sonra en köşelerdeki bir yerdeki koltuğa bıraktım kendimi. Umut da yanıma oturdu. “Yani ben de olmasam o mezarda diri diri gömüleceksin de kimsenin haberi olmayacak. Dua et ki benim gibi bir arkadaşın var.” “Teşekkür ederim Umut. Sayende ben de kendimi yargılamaya başladım. Toplum içinde bir yer sahibi olmanın önemini kavramaya başladım diyebilirim.” “Şşşt sana bir sır vereceğim ama sakın kimseye söyleme. Seni buraya çağırmamı isteyen aslında Seçil’di. Seni çok merak ediyormuş. Seninle tanışmak istiyormuş. Gerçi o istemese de ben seni yine çağıracaktım. Ama fazla ısrar etmezdim. Anlıyor musun?” “Hımmm, Seçil?” Demek ki birileri beni merak ediyor benimle tanışmak istiyordu. Ne yalan söyleyeyim gururum okşanmıştı. Heyecanlanmaya başladım. Her gün iş yerinde beni gördüğü halde doğru dürüst bir selam bile vermeyen Seçil, beni tanımak istiyordu. Umut yanımdan kalktı, yeni gelenlerle selamlaşmaya başladı. Ben de kalkarak onun yanında yerimi aldım. Sonra tokalaşmalar, öpücükler vs… Savaşı kaybetmiş bir komutan gibi geri çekilerek koltuğuma çöktüm. Bir bira istedim. Hemen getirdiler. Ben biramın dibini görmeye başlarken içerisi adam akıllı dolmuş konuşmalar gürültüye dönüşmüştü. Fakat hani Seçil? Seçil neredeydi… Onun üzerinde düşünmeye başladım. Sıradan bir kıza benziyordu; giyim tarzıyla, konuşmasıyla diğer kızlardan ayırıcı bir özelliği olduğunu söyleyemem. Beni merak etmesi ise gerçekten ilginç geliyordu şimdi bana. Derken kapı çalındı. Gelen Seçildi. Sanki ev sahibiymişim gibi kalktım yerimden, yanına gittim. “Hoş geldiniz.” Mavi Öyküler -
66
“Aa sen, sen de mi geldin? Hoş bulduk. Bu ne güzel sürpriz. Biz senin kitaplardan başını kaldırıp da etrafına bakacağını hiç ummuyorduk.” “Şey, doğrusu, Umut geldi. Yoksa benim partiden falan haberim yoktu. İlle de geleceksin deyince kıramadım ben de.” “Hımmm.” Beni orada bırakıp ilerledi ve diğerleriyle de selamlaştı, tokalaştı, öpüştü. Ben ise orada öylece pazarda kaybolmuş bir çocuk gibi ortada kalıverdim. Bir müddet ne yapacağımı bilemedim. Tekrar yanına mı gitsem yoksa bir koltuğa oturup ikinci biramı mı yudumlasam diye düşünürken yanımda Umut belirdi. “Bak, işte seninki geldi.” “Evet, görüyorum ama hiç benimle ilgili görünmüyor.” “Bakma sen şimdi, içerisi kalabalık. Biraz tenhalaştığında yanına gelir. Muhabbet edersiniz.” “Peki.” dedim ve koltuğuma döndüm. İkinci ve üçüncü biramı da bitirirken müzik setinde çalan Britney Spears parçalarıyla başım dönmeye başlamıştı. Kendimce hayaller kurmaya başladım: Birden içeriye polisler giriyor. Müziği susturuyor ve, “Yeni çıkan 18. maddenin 2789. fıkrasına göre Britney Spears’in parti ortamlarında çalınması yasak. Sadece Metallica ve Limp Bizkit gruplarının ve Türkçe olarak İsmail YK salağının ya da Hande Yener şıllığının çalınmasına izin veriliyor. Anlaşıldı mı?” Herkes şaşkın gözlerle polislere bakıp “Tamam” diyor ve polisler çekip gidiyor.” “Birden müzik değişiyor Britney, Oğuz Yılmaz’dan “Bas bas paraları Leyla’ya” parçasını söylemeye başlıyor. Herkes önce garipsiyor sonra halay çekmeye başlıyor. Ben de halayın başına geçerek, “Teeey”, “Teeeeyyy” diye bağırıyorum. Sonra da Britney’in söylediği Zuhal Olcay’ın “Ankara’da aşık olmak” parçası eşliğinde Seçil’le dans etmeye başlıyorum. Herkes de bizi izliyor, arada sırada alkışlıyor ve bağırıyorlar. Salonun köşesinde duran su bardağının yere düşüp parçalanmasıyla bir büyü oluyor: “Ruh değişimi”… Herkes birbirinin bedeninde buluyor kendini. Erkekler kızların, kızlar da erkeklerin bedenine. Erkekler girdikleri kız bedenlerinin erojen yerlerini büyük bir zevkle okşarlarken, kızlar “Dur yapma” diyerek, çığ67
- Mavi Öyküler
lıklar atarak saldırıya geçiyorlar kendi bedenlerine. Böylece parti kavgaya dönüşüyor. Herkes farklı bir bedende partiyi terk ediyor. Birden on sekizinci yüzyıldan bir tango çalmaya başlıyor. İnsanların üzerindeki kıyafetler de o çağa ait. Önce hiç kimse bunun farkına varmıyor. Bir müddet yapılan tangodan sonra Arap ezgileri eşliğinde kızlar birer dansöze dönüşüyor. Erkekler ise başlarında fesleri, ellerinde nargileleri ile onları izliyor. Parti bitip dışarıya çıktıklarında durumlarının farkına varıp bağrışarak sağa sola kaçışıyorlar. Üzerlerindekileri çıkarmaya çalışıyorlar fakat sanki derilerine zımba ile birleştirilmişçesine elbiselerinden kurtulamıyorlar. Ben tam bu saçma sapan hayallerin içine dalıp gitmişken yanıma birisinin oturduğunu fark ettim. Başımı çevirdim. Seçil’di. Heyecanlandım birden. “Şey, nasılsın?” diye kekeleyerek konuştum. O da “İyiyim, sen neden bize katılmıyorsun? Ne güzel dans ediyoruz” dedi. “Ben dans etmeyi beceremem” dedim. “Zarar yok canım ayakta bir iki sallanırsın elini kolunu kaldırırsın işte sana dans. Ne olur yani.” “Evet” dedim, “Haklı olabilirsin. Ama hiç adetim değildir.” O sırada sanki içime bir ilham gelmişçesine “ Ben gerçek sevgiyi arıyorum” dedim. Konumuzla hiç ilgisi olmadığı halde. O da şöyle bir baktı bana. Başını öne eğdi ve konuşmaya başladı: “Her insan yalnız kendisini sever, yalnız kendisini anlar, yalnız kendisini arar, yalnız kendisi ile meşguldür. Ve diğerleri… Ondan başkası mutlak olarak ona yabancıdır. Yabancı… Bir başkasını tanıyıp sevdiğimizde farkında olmadan yine kendimize olan sevgimizi ortaya çıkarmış oluyoruz. Eline, arkadaşlarınla dostlarınla, sevgilinle vs birlikte çektirdiğin bir fotoğrafı aldığında yaptığın ilk iş nedir? Kendini aramak. Nasıl çıkmışım, nasıl görünüyorum diye bakmaktır. Ancak ondan sonra diğerlerine bakarız. Bu basit örnek dahi çok şeyi anlatıyor kanısındayım.” Bu sözleri ondan duymak beni çok şaşırtmıştı, diyecek bir kelime bulamadım. Neden sonra “Kalkalım mı?” dedim, “Balkona çıkar bir iki sigara yakar temiz hava alırız.” O da “Peki” dedi. Balkondaydık. Uzun bir süre sessizce sigaralarımızı içtik. İki kişinin birlikte olduğu durumlarda sessizlik beni hep tedirgin Mavi Öyküler -
68
etmiştir. Bu durumdan kurtulmak için beynim sürekli çalışır, konuşacak bir şey bulmaya çalışır. Ve işte konuşacak bir şey buldum sonunda. “Kitap okur musun? Mesela Türk Edebiyatından okur musun?” “Evet okurum. Elimden geldiğince okudum. Tabii hepsini okumak mümkün değil.” “Hımmm, o zaman seninle iyi anlaşabiliriz gibime geliyor. Umut söyledi. Beni tanımak istemişsin. Doğru mu bu?” “Evet, doğru. Umut da ne geveze ya. Ben öylesine gırgır olsun diye söylemiştim. Ciddiye almış demek beni.” O anda buz gibi bir su dökülmüştü sanki üstüme. Canım sıkıldı. Eminim Seçil de yalan söylüyordu. Anladım ki öyle bir şeyden hiç bahsedilmedi. Umut’un beni kandırmak için düzenlediği bir komploydu bu. Fena halde sinirlenmiştim. “Demek beni tanımak istiyorsun. Ben her gün intiharını geciktiren Selim Işık’ım. Bir işte çalışıyor gibi görünen Aylak Adam’ım. Sürekli ilmeği boynunda, can çekişen Zebercet’im. Anlıyor musun? Ne ölüyüm ne sağ. Beni tanıdığına memnun oldun mu şimdi?” Gözüme tuhaf ve çekingen bir şeklide baktıktan sonra mahçup bir edayla: “Yani aslında yoksun. Yalnızca hayal kahramanlarının çeşitli parçalarından oluşan hayali birisisin.” dedi. “Evet, yokum. Sizin gibi var olmaktansa, hep yok olmayı tercih etmişimdir.” Seçil bu son sözlerimi duyduktan sonra hemen ayrıldı yanımdan. Ben de bir sigara daha yakarak dumanın havada dağılışını izledim. Ne bileyim aslında akıllı birine benziyordu. Yok yere kızın kalbini kırdım diye yüreğim burkuldu. İçeriye girip bir bardak daha bira doldurmak için arkamı döndüğümde Seçil karşımdaydı. Hiç konuşmuyor öylece gözlerime bakıyordu. Sanırım sözleriyle değil de gözleriyle cevap vermeyi uygun bulmuştu. Sonunda dayanamadım: “Niye bakıyorsun öyle?” diye, sordum. Cevap vermedi. Sanırım beni yok olarak kabul ediyordu. Yanından geçip salona girdim. Bir bira alıp koltuğa oturup içmeye başladım. Umut kızların arasında konuşuyor gülüyor el hareketleriyle bütün neşesini etrafa yayıyordu. “Ahh!” dedim, kendi 69
- Mavi Öyküler
kendime, “Ben neden böyleyim?” Belki Seçil gerçekten beni tanımak istemişti. Baktım hâlâ balkonda durmuş uzak bir noktaya bakıyordu. Ya da bakmıyordu hiçbir şeye. Biramı bitirince yanına gittim. Tam yanında durup onun baktığı yeri tespit etmeye çalıştım. Seçil konuşmaya başladı: “Onlar için hayat bir partidir biliyor musun? Gürültülü, içkili, şakalı, gülüşmeli, müzikli bir parti. Fakat benim için öyle değil. Aslında hep bu partinin dışında kalmayı istemişimdir. Ama nedense bir türlü beceremedim. Evet, balkona çıkmak partiden bir anlamda kaçmaktı. Bunu senden öğrendim. Bunun için sana teşekkür ederim. Sen o partidekiler için yoksun. Fakat benim için daima var olacaksın. Anlıyor musun?” Gözlerim doldu, kalbim hızla çarpmaya başladı. “Anlıyorum. Daha başka bir şey söylemene gerek yok.” Ve sustuk birlikte. Dokuzuncu kattaki balkondan şehri izledik. Dışarıda yağmur devam ediyor, çatıların kiremitlerini dövüyordu. Çeşitli yerlerde su birikintileri oluşmuştu. Biz de içeriye baktık zaman zaman. Gökyüzüne baktık. Binalara ve ışıklarına, sokak lambalarına baktık. Biz sanki zamanı durdurmuşçasına hep oradaydık, hep oradaydık, hep oradaydık da sanki Yakup “Buradayım buradayım, beni mi çağırdınız? Buradayım” diye bağırıyordu. Ya da bana öyle geliyordu.
p
“GÜNDÜZLERİ YAŞAMIYORDUM” “Bir Yudum Sevgi” | Zuhal Özden Biz büyük bir aileyiz. Dedem, nenem, annem, babam ve kardeşlerimle hepimiz bir arada şehirlilerin varoş dedikleri bir yerde oturuyoruz. Benim şehrimin dört bir yanı deniz ama ben hiç görmedim. İlkokul beşinci sınıfa kadar okudum. Öğretmenimiz bize şehrimizin en büyük üç metropolden biri olduğunu söylemişti. Sinemalar ve tiyatrolar vardı. Ben hiçbirine gitmedim. Benim babam inşaatlarda çalışıyor, o da iş bulduğu zaman. Onlar şehre geldiği zaman dedem de inşaatlarda çalışırmış. Babam Mavi Öyküler -
70
babasının mesleğini devam ettiriyor. Ailenin nadir bir araya geldiği ve birbirini dinler göründüğü anlarda dedem hangi büyük otellerin mermer basamaklarını döşediğini, çalıştığı büyük iş hanının cömert ustabaşısını anlatıyor. Babam, dedem konuşurken onu saygı ile dinliyor. Dedem babamı her zaman azarlıyor. Onun kendisi kadar usta bir işçi olamadığından yakınıyor. Onun yaşında çocuklarına iyi hayat yaşattığından dem vuruyor. Babam ise dedemin olmadığı zamanlarda annemi aşağılıyor. Onunla evlenmekle hayatını kurtardığını, onun ve ailesinin yatıp kalkıp kendisine dua etmesini salık veriyor. Bazen dedemin olmadığı sofralarda yemeğin tuzunu ya da soğukluğunu bahane edip sofrayı al aşağı ediyor. Ardından annemi günlerce yataktan çıkamayacak hale gelinceye kadar dövüyor. Annem iyileşip kendine geldiği zaman sessizliği bozuyor (ve ilk iş olarak) babamın olmadığı saatlerde kardeşlerimden birini ya da beni ayaklarımızın kiri ya da oturduğumuz koltuk yüzünden bayıltana kadar dövüyor. Bizim evimiz söylem değil eylem ocağı. Ben küçük kardeşimden çıkarıyorum öfkemi, küçük kardeşim sokakta oynarken kimsesiz hayvanların canını yakarak kendini rahatlatıyor. Kimse yaptıklarının farkında değil aslında, bu eylem zinciri kiminle başlamış bilinmez. Ben artık geceleri sokağa çıkıyorum. Bu çıkışım bir yılanın kovuğundan süzülüşü gibi sessiz ve sır gibi kimsesiz oluyor. Elimde genelde dedemin köyden beri yanından ayırmadığı av tüfeği oluyor. Sokaklarda kendimi bu tüfekle hiç olmadığım kadar güçlü hissediyorum. Bir hafta önce evimizden çok uzakta, yolda gördüğüm sarhoş adamın benden para istemesi sinirimi bozdu. O an onun ne kadar işe yaramaz ve gereksiz bir ömür yaşadığını düşündüm. Şayet babamın bizim gibi bir ailesi olmasaydı ve dedem başında olmasaydı eminim o da içer ve böyle sokaklarda para dilenirdi. Sanki babamın geleceğini yok etmek ister gibi onu öldürme isteği uyandı içimde. Sonrasında bedenim aklımın kontrolüne geçti. Ayaklarım beni eve getirdiği zaman önce babamın uyuyup uyumadığını kontrol ettim. Onun sakin nefes alışları beni şaşırtsa da yaptıklarımdan asla pişman değilim. O günden sonra her 71
- Mavi Öyküler
akşam sokak gezmelerime devam ettim. Tüm günün geçmesini gece ile baş başa kalmayı sabırsızlıkla bekler oldum. Ben gündüzleri yaşamıyordum. Dayak yiyen azar işiten o çocuk ben değildim artık. Ben elinde silahı geceleri yaşayan, yaşatandım. Evimde, gündüzleri gittiğim kahvehanede insanlar bir seri katilden bahseder olmuştu. Geceleri yoluna çıkan masum insanları öldüren acımasız bir caniydi bahsettikleri. Onların bahsettikleri insanı tanımıyordum, onlar da kendilerini tanımıyorlardı. Kahvede sürekli caniden bahseden, onu gördüğü yerde sorgulamadan asmak gerektiğini söyleyen mahalle kasabı kedilerin gözünde bir caniydi. Kazara kapısının önünden geçen her kedi onun ayağının güçlü tekmesini mutlaka karnında hissetmişti. Diğer mahallelerdeki gibi bizim kasabın önünde hiç kedi barınmazdı. Karısı artık doğal makyajı olan mor göz altları ile mahallenin görmeye alışık olduğu bir kadındı. Ayağının aksaması konusunda türlü dedikodular vardı. Kimisi kasabın evine iş götürdüğü, elindeki satırla kadının ayağını doğradığını söylerdi. Kimi mahalle kadınları ise kocasından daha nemrut olan kayınvalidesinin yeni gelin iken ona attığı dayağın bir eseri olduğunu söylerdi. Kadının gençliğini bilen yaşlılar ise sağlam ve güzel bir kadın olduğu konusunda hemfikirdi. Kasabın söylediklerine olduğu gibi katılan mahalle imamı ise cehennemin ne menem bir yer olduğundan söze girer bu gibi cani ruhlu insanların cehennemde bile ayrı bir yerleri olacağından bahsederdi. Oysa yüzlerini hiçbir erkeğin görmediği kızları ve karısının dışında o en samimi arkadaşının karısını kendisine metres tutmuştu. Her gece birbirlerinin evlerinde akşam yemekleri yer, yatsı namazından sonra eşlerini uyutup sabaha kadar gönüllerini eğlendirirlerdi. İçlerinde Allah korkusu taşıyan bazı mahalleliler onun arkasında namaz kılmaktansa, en uzak camide namaz kılmayı tercih ederlerdi. Anlatmak ya da düşünmekle işin içinden çıkamayacağım kadar çoktu çevremdeki katiller. Yakalanmam uzun sürmedi, mahkememin yapıldığı binanın önünde taşkınlık yapan bir sürü katil kendi içlerindeki cani yerine benim kurban edilmem için uzun yaygaralar kopardılar. Mavi Öyküler -
72
Henüz 16 yaşındaydım. Benim bir ıslahevine mi yoksa bir tımarhaneye mi kapatılmam konusunda kanun adamları kararsız kalıp uzun süre düşündüler. Sonunda bir akıl hastanesine yatırılmama karar verildi. Öldürdüğüm insan sayısı yaklaşık yaşam yılıma denk düşüyordu. Tedavim bittikten sonra bir hücrede tamamlayacaktım geri kalan ömrümü. Şimdi kardeşlerimi özlüyorum. Tedavi gördüğüm hastanede küçük bir kız ile tanıştım. Onu kardeşim gibi seviyorum ama onu anlamıyorum. Karnındaki ütü izlerini, kolundaki sigara yanıklarını anlamıyorum. Her yanık burada kaldığım geceyi bana dayanılmaz hale getiriyor. Yine gecelere, sokaklara sığınmak elime dedemin silahını almak istiyorum. Onun hele annesini özlemesini, onu dağlayan kadının kendisini sevdiğini sanmasını bir türlü bu hasta, yarım aklım kabul etmiyor. Sevgi, öğretilendir diyorum kendime, yolunu biz seçmeyiz bize gösterileni kabul ederiz.
p
“HERKES KENDİSİ İÇİN YAŞIYORDU” “Kısa Yol” | Ruhşen Doğan Nar Nefret ediyorum lan hepinizden. Yapmacık gülüşlerinizden, bir boka benzemeyen esprilerinizden, her şeyinizden nefret ediyorum. Ve beni sizin aranızda yaşamaya zorlayan Tanrı’dan nefret ediyorum. Çünkü kendi isteğimle gelmedim ben bu bok çukuruna. Ne annemi ne de babamı ben seçtim. Nasıl bir yüzüm, nasıl bir zekâm olacağını da bilmiyordum. Düşünmeye başladığımda bana adımı söylediler, kimin annem kimin babam olduğunu, hangi ülkede yaşadığımı, hangi Tanrı’ya inanacağımı ve neden doğduğumu ve neden yaşayacağımı anlattılar. Ve ben çocuk aklımla söylenen her yalana inandım. Nesillerden nesillere geçen yalanlar toplumun en vazgeçilmez doğruları haline gelmişti. Kimse bu doğrulara karşı çıkamazdı. Çıkanlar da yalanın koruyucuları tarafından kapı dışarı edilirdi. Hepinizden nefret 73
- Mavi Öyküler
ettiğim kadar kendimden de nefret ediyorum. Çünkü size katlanacak kadar sabırlı değilim. Bu hayata katlanacak kadar sabra sahip değilim. Evet, tahmin ettiğiniz gibi çocukluktan gençliğe ulaştığımda doğru kabul ettiklerimin hiç de o kadar doğru olmadığını gördüm. Doğru dedikleri şeylerin çoğu palavraydı ve sömürgen toplum anlayışının bel kemiğiydi bu yalanlar. Eğer bu yalanlar -onlara göre doğrular- olmazsa onların o yüzyıllarca didinip kurdukları inanılmaz güzellikteki(!) toplum yapıları yıkılırdı. O sözde kusursuz yapıları bir anda tuzla buz olurdu. Onlar kendilerine bir korku ve yalan imparatorluğu kurmuşlardı. Eğer insanlar yalanlara inanmaz ve korkmazsa imparatorluk diye bir şey kalmazdı. Ayrıca kendilerine fazla güveniyordu bu yalancı korkaklar. Kendilerini bir bok zannediyorlardı kısacası. Sanki en önemli insanlar onlardı. Sanki onlar Tanrı’nın tek çocuklarıydı. Sanki onların devleti, onların milleti en güçlü ve en namuslu devletti bu dünyada. Sanki diğer bütün milletler alçakken biz namusluyduk. Biz binlerce insan öldürdüğümüzde zafer, onlar binlerce insan öldürdüğünde vahşet oluyordu. Gözlerimi açtığımda gördüm ki, dünyadaki insanların hiçbir farkı yok birbirinden. Hepsi acı çekiyor, hepsi seviniyor, hepsi doğuyor ve hepsi ölüyor, hepsi bir şeylere inanıyor, hepsi bir şeyler için birbirleriyle savaşıyor. Ama birileri hep birini eziyor ve toplum bunu normal görüyor. Çünkü toplumların ayakta durması için her zaman bir kesimin -ki bu nüfusun çoğunluğudur- ezilmesi gerekiyor. Bu kural dünyanın her yerinde işliyor. Hiçbir yerde bu kuralın işleyişi aksamıyor. Bu durumu gördüğümde umutsuzluğa düşmedim ilk önce. Kendime ve kendim gibi olanlara sonuna kadar güveniyordum. Dünyada bir şeyler değiştirilebilirdi. Sömürülenler sömürenlerden öcünü alabilirdi. Dünyada herkes kardeşçe ve özgürce yaşayabilirdi. Bir süre bütün kalbimle bu görüşe inandım. Evet, hatta benim gibi düşünen insanlar buldum. Ama bir süre sonra şunu fark ettim: Herkes kendisi için yaşıyordu. Sözde toplum için, halk için, özgürlük için savaşanlar da kendileri için savaşıyordu. Tarih bana dersimi vermişti: Devrimler sadece sömüren Mavi Öyküler -
74
kesimin değişmesini sağlıyordu. Yine çoğu insan bu sefer başka kişiler tarafından sömürülüyordu. Halklar, aslında aralarında hiçbir fark olmayan halklar, kamplaştırılıyor ve birbirine saldırtılıyordu. İşte bunu anladığımda bütün umudum kırıldı. Kendime duyduğum azıcık güven de paramparça oldu. Ne yaparsam yapıyım, ya da ne yapılırsa yapılsın bu durum değişmeyecekti. Bazı insanlar acı çekerken bazı insanlar gülecekti. Bazı insanlar açlıktan ölürken bazıları aşırı kilodan ölecekti. Neden diye sordum, neden insanlar bu kadar bencil? Ve Tanrı’yı aradım. Bütün dinleri araştırdım ve gördüm ki insanlar kendilerini kandırmak için saçma sapan batıl inanışlar yaratmışlar. Ve bu yalanlara inanarak köle oluyorlardı din takımına. Ve mutlu mutlu veriyorlardı son nefeslerini. Uzun süren araştırmalarımdan sonra şunu öğrendim: İnsanlıktan bazı bilgiler saklanmıştı. Yani Tanrı’nın olup olmadığı, diğer dünyanın olup olmadığını insanlar ölene kadar bilemezdi. Gerçek bu kadar basit ve acımasızdı. İşte bu gerçeği saklamak için dolusuyla din yaratılmıştı. İnsanlar gerçeklerle uğraşmak yerine yalanlara inanmayı yeğliyordu. Kafalarını kullanmak yerine doğru denilenleri kabul edip hiç düşünmüyorlardı. Omuzlarında taşıdıklarının emirlerine uygun yaşıyorlardı: düşünmeden yaşamak. Tanrı’dan nefret ediyordum. Eğer varsa neden kötüleri cezalandırmadığını düşünüyordum. Neden bu kadar saklandığını ve kendini belli etmediğini merak ediyordum. Sonunda ona olan güvenim yok oldu. İster olsun ister olmasın bana ne, dedim bir süre sonra. Olup olmaması dünyada hiçbir şeyi değiştirmiyordu ne de olsa. Ve tahmin edeceğiniz gibi delirdim. Aslında dahi sayılırdım. İnsanlara yalan atmayı becerseydim belki bilge ya da din adamı bile olabilirdim. Ama ne yazık ki yalan atmaktan hoşlanmam. Ne pahasına olursa olsun gerçekleri anlattım etrafımdakilere. Ve tahmin edeceğiniz gibi etrafımdakiler gerçeklerden ve ben75
- Mavi Öyküler
den uzaklaştı. Körlerdi hepsi ve kör olmaktan mutluydular. Ben ise onların gözüne ışığı sokuyordum. Düzenli ve huzurlu hayatlarını değiştirmek istiyordum. Ama yine uzun uğraşlarımdan sonra ben de onlar gibi olmak istediğimi fark ettim. Ben de kör ve mutlu olmak istiyordum. Ben de bilgisiz ve mutlu olmak istiyordum. Ben de yalanlara inanmak istiyordum. Ama kendime bile yüzde yüz inanamıyordum. Nasıl kendime bir ömür boyu yalan atardım! Diğerleri gibi rol yapamıyordum. Aklıma sürekli hayat hakkında önemli sorular geliyordu: Neden bu dünyadayım? Neden yaşıyorum? Tanrı var mı? Diğer dünya var mı?… Ve bu sorularla her gün her saat her dakika uğraşan beynim bir süre sonra pes etti ve şu sonucu çıkardı: Yaşamanın hiçbir amacı yok. Ya kendine bir amaç bulup ölene kadar yaşayacaktın ya da kısa yolu seçecektin. Ben bir süre hangi amacı seçsem diye kafa yordum. Ama kendime hiçbir amacı layık görmedim. Herhalde rol yapma becerisinden yoksun olduğum için belirli bir amaca sarılamadım. O zaman elimde tek bir seçenek kalıyordu: Kısa yol, intihar. Ve bu hayata karşı tek başıma direnmeye karar verdim. İnsanların acaba bu çocuk neden intihar etti diye sormalarını istedim kendilerine. Ve arkamdan bu mektubu yazdım -yazıyorum- bu mektubu bitirdikten sonra evimin penceresinden dışarı atlayacağım ve hayatıma son vereceğim. Yıllardır kendime her an sorduğum soruların cevabını bulmuş olacağım. Tanrı’nın ve diğer dünyanın olup olmadığını biraz sonra öğreneceğim. Kalbim küt küt atıyor. Çok heyecanlanıyorum. Gerçeğe birkaç adım uzaklıktayım. Demek ölüm bu kadar yakınmış. Parmaklarım yoruldu. Benden bu kadar! Anne, baba sakın üzülmeyin benim için. Ben doğruyu bulmaya gidiyorum. Bir gün siz de geleceksiniz doğruya. Ama ben birkaç yıl daha erken gidiyorum hepimizin gideceği yere. Bundan dolayı ağlamayın sakın! Hoşçakal dünya! Kıçımı yiyin insanlar! Nefretle Dour Mavi Öyküler -
76
* Dour, mektubunu yazdıktan sonra koşa koşa açık pencereden dışarı atladı. Havada birkaç saniye süzüldükten sonra yere çakıldı. Ölmedi; çünkü Dour’un evi ikinci kattaydı. Kafasında o kadar çok soru vardı ki evinin kaçıncı katta olduğunu unutmuştu. Sonuçta ne mi oldu? Ayağı kırıldı, bir hafta hastanede kaldı. Tabii ailesi bu mektubu gördü ve onu deli hastanesine gönderdi. Şimdi ülkemizin en ünlü deli hastanesinde ömrünün geri kalanını geçiriyor. Yoğun güvenlik önlemleri olduğu için intihar edemiyor. Bütün gün kendine aynı soruları tekrar tekrar soruyor ve küfürler saçıyor ortalığa. En son ötenazi istedi; ama yetkililer kabul etmedi. Şimdi kim bilir hangi hücrede hangi beyaz fayansın hangi karesine bakıp kendine aynı soruları bir daha soruyordur…
p
“KİRLİ GÖĞSÜMÜZDE MAHŞERİ BEKLER BİR MELEK…” “Araf” | Çiğdem Aldatmaz Durdu ve gökyüzüne baktı bir an. Kalabalık silindi, sesler sustu. Sadece rüzgâr vardı. Rüzgârın yalnızlık büyüten acı çığlığı sessiz sessiz içine işledi. Zaman yalanlardan örülü bir perde gibi üzerindeydi şehrin. Perde yırtıldı. Cevza’nın düşü gerçek oluyordu sanki. Bir tüy gibi, hatta daha hafif oluyordu. Hissediyordu. Zaman ve ağırlık gitmiş, nefes ve derinlik kalmıştı. Geriye sadece acıyı bir bıçakla kesip atmak kalmıştı. Kolaydı, sanki o anda her şey yapılabilirdi, mümkündü. Birden gözlerine usulca bir perde indi, her yer karardı. Sonra bir bahçeye girdi. Burada bütün ağaçlar ters duruyordu. Kökleri havada ve yeryüzüne hesap vermeye borcu olmayan ağaçlar… Çiçeklerden ışıklı bir sel akıyordu toprağa. Bu bahçede geçmiş ve gelecek yoktu. Sadece varoluş vardı. İleride akan bir nehir gördü. Kenarına eğildi, su o kadar berraktı ki önce bir çift göz 77
- Mavi Öyküler
gördü. Yüzünü emercesine ona bakan sıcacık bir yüz. O bakışı bir daha kaybetmek istemedi lâkin rüzgâr suyu süpürdü. Ve tekrar durulduğunda bir yüz daha gördü; acı nedir bilmeyen bir yüz. Yabancı fakat mutlu bir yüz… Eliyle kendi yüzüne dokunduğu an fark etti; bu oydu, kendisiydi. Her şey geçmiş, bütün sızılar geride kalmış, bütün yaralarını iyileştirmiş bu yüz kendisine aitti. İnanamadı. Bu bir rüya olmalıydı. Rüzgâr yavaş yavaş fırtınaya döndü ve sesler ve renkler ve şehrin kire bulaşmış yüzü teker teker yerine gelmeye başladı. Gözlerini hafifçe araladığında kendisini bir sedyeye konmuş, bir ambülansın içine sokulurken buldu. Başucunda ağlayan ve çırpınan birini gördü o an. Gözkapaklarını güçlükle kaldırıp bir çift gözü kendisine bakıp ağlarken buldu. Kayra’nın gözleriydi… “Yapma” dedi ve her şey tekrar ve aynı hızla karanlığa dönmeye başladı. Bazen sadece geçmişe gömülü yaşarız. Eğer eski acıları ve eski güzellikleri hep saklarsak, şimdinin anlamsızlığına dayanmak kolaymış gibi gelir. Yeni yüzleri, ileride nasılsa anı olacak yaşantıları sırtlamaktan da kurtuluruz böylece. Kim bilir, bizi biz yapan acılarımızdır aslında. İçimizde köklerini gökyüzüne salmış bir ağaçla yurtsuz, içimizde kimsenin anlayamadığı bir acıyla kimsesiz olmak, kalabalıkların içinde anlamsız olmaktan yeğdir. Siren sesleri içinden geçerken Cevza kendini köksüz ve mutlu hissetti ilk defa. Çekip gitmek istemişti. Biliyordu. Kendisini hep çağıran bir şehir, dünyanın bütün yollarını kat etse de ulaşamayacağı bir mabet gibiydi. Denemişti. Aslolan varmak değil gitmekti. Bilmek değil aramaktı, sevmek değil incinmekti hayat. Bavulunu hazırlarken, bu şehre veda edip denizine karşı son sigarasını yakarken ilk defa üzülmedi yapayalnız olduğuna. İşte ne bir karşılayan, ne bir uğurlayan vardı. Ne bekleyeni ne durduranı vardı. Ailesi ölmüş, dostları unutmuş, aşkları yok olmuş, kurduğu tüm düşleri ise hayatın dar geçitlerinde parçalanıp gitmişti çoktan. Acınacak haldeydi ama bunu yapmayacaktı artık. Kimse ona acımıyorsa kendi kendine acıyan o olmayacaktı. Yapayalnız kaldığı anda bile dimdik duracaktı. Bunu geç de olsa öğrenmişti. Bunu ona Kayra öğretmişti. Kayra son duraktı; karanlıkta gerçekle boğuşmayı öğreten son sığınaktı. Bu yolculukMavi Öyküler -
78
tan vazgeçse herkes gibi mutlu ve herkes kadar mutsuz olup yetinmeye karar verse, kendini tekrar doğmaya ikna etse bu ancak Kayra’nın sayesinde olurdu. Ama artık çok geçti, gitmişti. Geride sadece bir veda notu bırakmıştı. Her şey ne kadar sıradan gözüküyordu. İşte herkesin başına gelebilecek bir aşk hikâyesiydi alt tarafı. Artık sıradan olan hiçbir şeyi kaldıramıyordu. Bu yüzden olacak, içindeki boşluğu doldurmanın yolunu yasadışı işlere bulaşmakta görmüştü. Memleketin hatırı sayılır(!) bir mafya babasına casusluk yapıyordu. Kendine bunu sık sık itiraf etmese de güzel bir kadındı. Bilgi almak istediği erkekler er ya da geç tuzağa düşüyorlardı. Bazen iş tehlikeli boyutlara varıyor, ölümle burun buruna geldikçe bundan gizli bir haz duymaya başlıyordu. Günler süren kaçma kovalamacalar, tehlikeyle burun buruna yaşamak, işlerin sarpa sarması, kirli ilişkiler hepsinde başa çıkılmaz bir cazibe buluyordu. Bazen bir zamanlar inandığı temiz şeylerin, insani duyguların tamamen kaybolması korkusu içini sardığında, bu işlerden kazandığı paraların büyük bölümünü hayır işlerine yatırıyordu. Böyle şeylerin sadece filmlerde olduğunu sanırdı. Oysa hepsi gerçekti. Vicdan azabı, kirlenmiş hayatlar, sonu gelmez yalnızlık duygusu; hepsi sadece gerçekti ve sadece gerçek, hiçbir zaman işine yaramazdı insanın. Bizi sadece mutsuz ederdi. Oysa hayal kurmak, düş olmak, hiç gidilmemiş ülkelerin, hiç kullanılmamış göklerin, bir gün mutlaka gelecek beyaz atlı prenslerin varlığına inanmak, kendini uçsuz bucaksız bir beyazlıkta bir ve bütün hissetmek demekti. Orada söylenmemiş sözlerin mutsuzluğu, yaşanmamış düşlerin kirli sarhoşluğu olmazdı hiç. Hele içimizi her gün biraz daha fazla kemiren o yok olma korkusu… Ve her gün biraz daha uykularımıza işleyen karabasanlar… Hiç… Sirenler sustu. Cevza bir müddet kendisini nereye götürdüklerini anlamaya çalıştı. “Nabız düşük’’, “Taşikardi gözlenmiyor.’’, “Elektroşok verin.’’ diye bağıran seslerin arasından geçip çocukluğunun geçtiği evin kapısından içeri girdi. Annesi mutfak camının önünde kederli bir yağmuru seyrediyordu. Ocakta pişen yemeğin kokusu, evin içinde yıllardır süren bir kederin ağırlığı vardı. “Baban seni aradı mı?” dedi annesi Cevza’ya. “Hayır, ne 79
- Mavi Öyküler
var?” derdi Cevza. Oysa o kadar iyi biliyordu ki… Babası yine haber vermeden ortalıklardan kaybolmuştu. Büyük bir ihtimalle iki gün sonra gizemli bir telefondan arar, “Beni merak etmeyin işim var, hafta sonu dönerim.” der, soru sorulmasına izin vermeden telefonu kapatırdı. Sofraya onun için koyulan tabak bir kez daha kaldırılır ve insanın içini paramparça eden bir sessizlikle yemek yenir ve yine herkes gözyaşlarını içine akıtırdı. Cevza bu konuyla ilgili hiç konuşmazdı. Annesinin serzenişlerini kestirip atar, pervasızca gülüşerek geçiştirirdi. Babasının içindeki huzursuzluk, annesinin içindeki mutsuzlukla birleşir kendisinde toplanırdı. Hayatı boyunca annesi gibi ilgi ve şefkat, babası gibi huzur ve sükûnet isteyecek fakat yine her ikisi gibi ikisini de bulamayacaktı. Şimdi burada, bu iki dünya arasında öylece gezinirken bile şimdiye dek gördüğü yüzler, duyduğu sesler, tattığı zevkler, tanıdığı kokular, hep gitmek isteyip gidemediği yerler, yapmak isteyip de yapamadığı şeyler yakasını bırakmıyordu Cevza’nın. Cahil hayaller kuruyordu sokaklarda. Her gün kat edip bir türlü bitiremediği yollarda yanında hep birileri vardı. Bir gün bir yerlerde görüp sevdiği, ruhunun en ince süzgecinden geçirip en günahsız haliyle bedensiz seviştiği birileri, ömrünün bir yerinde durup tam ruhuna dokunacakken uzaklaşıp giden birileri, hiç bilmediği şarkılar söyletiyordu Cevza’ya. Hep yolculuk halinde olmak istedi. Sonu nerede ve ne zaman bilmeden öylece gitmek… Gitmek yazgı gibi boynuna asılıydı. Böyle daha mutluydu. İnsanların hesap kitap dolu ilişkilerinde asılsız bir piyon olmaktan daha iyiydi. Belki bir gün durmak isteyecekti. Tüm köprüleri atmak ve huzurlu bir denizin sessizliğinde bütün savaşları bitirmek… Ama şimdi değildi o an. Şimdi öylece geçip gitmek vaktiydi. Bir korna sesi duyar gibiydi. Bir siren, hiç kesilmeyen çığlıklar ve bağrışmalar. Feryadın acımasız çaresizliği tüm bedenine işlemek üzereydi. Biri serum verin diye bağırdı. Ne oluyordu, neredeydi? Bilmek istemiyordu. Gerçeğin sancılı kucağına teslim olmak istemiyordu. Geçip gitti Cevza. Deniz, gece ve tren içinden geçip gitti. Tren: Vagonların sır yükü, rayların biteviye şarkıları ve gecenin Mavi Öyküler -
80
içinde infilak eden yüreklerimizin attırdığı tren çığlıkları… Hepsi birleşip mükemmel rüyalara yatırıyordu kalbini. “Hep bir tren yolculuğu yapmak istedim, olmadı.’’ dedi bir gün. Yanında Kayra vardı. “Olmadı” dedi. İç geçiriyordu. Hep isteyip hiç yapamadığı her şeye, yalnızlığına, bir yolculuğun büyüsüne iç geçiriyordu. “O zaman bir tren yolculuğuna çıkarız seninle.’’ dedi. Sesi samimiydi. Aralarındaki tüm duygusal harbe, bir arada olmanın tüm mutsuzluğuna ve birbirlerine yabancı tenlerinin uzak arayışlarına inat sesi samimiydi Kayra’nın. Sanki birden ıssız bir istasyonda bulacaklardı kendilerini. Sanki uzun bir yola birlikte çıkmak isteyecek kadar kendisini sevecek ve o yolculukta kendi kalbini bulmasına izin verecek kadar onu sahiplenmeyecek, sanki sonsuza kadar mutlu ve sonsuza kadar önce kendilerine ait olacaklardı. Bu aşk, sonunu kimsenin tahayyül edemeyeceği fakat ayrılıkta mutlu son getirecek bir masal olacaktı her ikisi için. Biliyordu, inanmamıştı. O yolculuğa hiç çıkılmayacak, o huzur hiç gelmeyecek, trenler sahipsiz çığlıklar atacaktı gecelerde, sonsuza kadar. Sadece kendilerine ait, tüm yorgunlukların ve tüm arayışlarının ardından dönüp gelecekleri, rüzgârın bedenlerini ince ince sızlattığı, bir eve dönüş sıcaklığı taşıyan istasyonları olmayacaktı hiçbir zaman. Kendilerini aramaktan yorgun düştüklerinde sığınabilecekleri o istasyon belki de sadece masallarda vardı. O halde hep bir masalın içinde kalmalıydı insan. Gündelik hayatın kirli kabuğundan sıyrılıp, kaçacak bir masal, herkes için gerekliydi sanki. Burada iyiydi. Bu neresi olduğunu bilmediği ve belki de bu yüzden nerede olmak istiyorsa oraya dönüştürebileceği ebruli bir zarla çevrili âlemde sonsuza dek kalabilirdi. Siren seslerini ve bitimsiz çığlıkları susturdu, dönmeyecekti. ____000___ O gece bir hastanenin acil servis kapısında, gözlerinde keder ve içinde ne olacağını bilememenin korkusunu taşıyan bir adam başını gökyüzüne kaldırıp, içinden ömrünün en iyi niyetli ve en temiz dileğini tuttu. Yokluk diledi. Daha fazla yokluk. Tam olarak nerede ve ne kadar olduğunu anlayamadığı sızılı bir hayattansa, hiçbir yerde ve hiç kadar olmak daha güzeldi. Bu yaşanan 81
- Mavi Öyküler
uzun masalların el yordamıyla ve tamamen aklımızın hâkimiyetiyle sonlandırılamayacağı ve herkes için bir mutlu son yazacak kadar mutlak bir kalemin olmadığı aşinayken, güzel bir dilek tutup, rüzgâra savurmak ve bundan sonra olacak her şeyi rüzgârın akıbetine savurmak en güzeliydi. Ne kadar zor zamanlardan geçmişti. Herkes gibi, belki biraz daha fazla. Ama yine de kimse kimsenin acısını küçümsememeliydi. Geçmişi kirli bir sabıkalı olması ve bunu hayatının en sancılı zamanında tanıyıp sevdiği birine açıkça söyleyememesi içini acıtıyordu. Fakat yapacak ne vardı ki. İki düşman mafya liderinin casuslarıydı her ikisi de. Birleşmeleri ikisinin de hayatının sonu olacaktı. Başta her şey bir sırdan ibaretti. Fakat şimdi en azından kendisi biliyordu. Bu saatten sonra tüm işleri yarım bırakıp birlikte kaçamazlardı. Kaçsalar da geçmiş yakalarını bırakmayacaktı. Şimdi acil kapısının önünde tüm acılarının üzerinden geçerek yüzündeki çizgileri derinleştiren bu adamın tek isteği, Cevza’nın bu buz gibi duvarların arasından sapasağlam çıkışını görmekti. Geçmiş acısı ve gelecek kaygısı arasından süzüp çıkardığı her anı parçası, Cevza’yı anlatıyordu ona. Cevza’nın gülüşü, Cevza’nın elleri, Cevza’nın sürekli sorular soran gözleri her yeri kuşatmıştı. Kaçmalı, kurtulmalıydı bundan. Ama önce bu kapalı kapıların ardından sağ salim çıkmalıydı Cevza. Ne yapardı? Eğer Cevza ölürse, eğer bir daha aynı rengi kuşanmazsa gökyüzü, varlığın anlamını yitirdiği o korkunç anda ne söylenecek bir söz, ne dökülecek bir gözyaşı ne de bir kez daha göze alınacak bir yol vardı. Ne böyle bir son planlamışlardı hayatları için ne de masmavi bir sonsuzluk. İkisi için sadece yalnızlığın berrak bir su gibi açılıp içlerinde kayboluşu vardı. Bütün gerçeği, birbirlerinin aslında kim olduklarını öğrendikleri o ana kadar, birbirleri için sadece fırtınanın sustuğu birer limandılar. Büyülü ve ölümsüz bir liman, karanlığı yırtıp geçen asi bir geminin usul şarkılara sokulup ağladığı birer korunaktı bu aşk… Bu bir aşk bile değildi, sonsuzluk yoktu. Elbet sabah olacak, elbet demir alınacak, elbet dalgaların serseri çığlığı akıllarını çelecek ve yepyeni bir renge alarga edeceklerdi yüreklerini. Ama o korunaklı liman tutuştu bir gece. Umulmadık bir anda Mavi Öyküler -
82
gelen bir telefon, bütün gerçekleri açığa çıkardığında, Cevza sığındığı limanın, hastane kapısında bekleyen adamın demirlediği koyun aslında yılardır içinde savruldukları fırtınanın ta kendisi olduğunu öğrendiğinde patlayan silah, bütün limanı ateşe verdi. Yazgı, kör kuyuya atılan bir taşın dibe vurmasını beklerken başımızdan geçenlerdi aslında. Taşı niye attık, atarken ne umduk, karanlığın içinde gözlediğimiz sona hazır mıydık gerçekten, kimse bilemezdi. O kuyudan başımızı kaldırıp gökyüzüne dikseydik eğer bakışlarımızı görecektik. Aslolan yoldu. Varmak, seçtiğimiz yolların en kötüsüydü. Ama taş, o taş bizi yolumuzdan eden, kendimizden alıkoyan o taş, yüreğimizden başka neydi ki? İşte bu soğuk İstanbul gecesinde dört duvar arasında, yaşam kablolarına ve serumlara bağlı yatan ve varoluşu anlamaya başlayan Cevza, belki de ilk defa taşı yolundan etmiş, başını dünya üstünde ömür tüketen bizlerin henüz hiç görmediği bir yerde hiç kullanılmamış bir gökyüzünü arşınlamaktaydı. Sebep olduğu bu yolcuktan dehşetli bir şekilde ürken bu adam, çektiği çilenin son bulması için yalvarırken ve suçluluk duygusu hiç son bulmayacak bir azap gibi içine otururken ve gözyaşlarını tutmayı becerirse eğer, sabah olup karanlık dağıldığında her şeyin normale döneceğine inanırken, hayatında ilk kez bedeninin ağırlığından kurtulup, salt bir nefese dönüşen Cevza, iki nokta arasında, Araf’ta ışıklı bir bahçenin tam ortasında gülünesi düşler topluyor olacaktı. ----0000---Araf… İki nokta arasındaki en kısa yol nedir? Doğru. Peki, doğru nedir ve nerededir? Mademki bu kadar keskin ve yalın hayatlarımıza hükmeder bu doğrular, neden bize istediğimiz cevapları vermemektedir? Bazen inandığımız masallar, inanmak istediklerimizi bastırıp geçerdi. Cevza, Araf yolunda son bir kez yaşadıklarını süzdü. Ürkek çocukluğu, kırgın aşkları ve mutsuzluğunu büyüttüğü saksıdaki solgun çiçekten başka hatırlamaya değer güzel bir anı aradı. Kayra ile karşılaştığı gün ve ilk kez onun kollarında uyuduğu huzurlu uykunun, ömrünün en güzel anısı olduğunu fark etti. Büyük bir iş için kilit adam olan birini takip 83
- Mavi Öyküler
ederken, ona rastladığı o günü düşündü. İkisi de aynı adamın peşindeydiler oysa. Tanışmalarının basit bir tesadüften ibaret olduğunu düşünmeleri uzun süre kim olduklarını anlamalarına engel olmuştu. Doğru, iki nokta arasındaki en kısa yoldu ve tanımsızdı. Aşikâr olan ve o yolu tamamlayan tek şey ise yalandı. Birlikte bir yalanı büyütmüş ve o yalan üzerine dünyanın en zor duygusunu, güveni yerleştirmişlerdi. Zıtlıkların peşine düşmüş bu ilişki, sonunda kendi kaosunu kırıp geçmiş ve her şey tek bir kurşunla açığa çıkmıştı. “Neden yalan söyledin?” sorusunun ardından kısa süren bir boğuşma ve patlayan silah sesi. Ardından karmakarışık sesler ve görüntüler… Ambülans sesleri, sirenler ve hastane… Hayır, dönmeyecekti Cevza. Araf güzeldi. Siyah ve beyaz, yalan ve gerçek, iyi ve kötü yoktu burada. Keskin çizgilere veda edip, o ışıklı bahçeye bir kez daha daldı. Çocukluğunda oturdukları evin merdivenleri belirdi önünde. Merdivene koştu. Merdivenin sonunda babası elinde çocukken yaptıkları şeytan uçurtması ile bekliyordu. Yine uçurtma uçuracaklardı. Yine gökyüzüne mutluluk bağışlayacak kadar cömert ve aydınlık bir düş kuracaklardı babasıyla. Çok uzak ülkelere gidip, hiç dönmemeyi, sonsuza dek özgür ve mutlu olmayı dileyeceklerdi uçurtmadan. O uçurtma olmasaydı, babasının onu ne kadar çok sevdiğini hiç anlayamayacaktı Cevza. Çünkü babası bunu tek bir gün bile söylememiş, tek bir gün bile saçlarını okşayıp sevdiğini belli etmemişti. Ama o hep bilirdi. Yıllar geçse de, büyüse de o uçurtma içinin tenha göğünde uçup durmaktaydı. Babası bir gün habersizce çekip gittiğinde bile, o kendini hiç belli edemeyen sevgisine hep inandı. Şimdi o ışıklı bahçede babası yıllar önceki ürkek sevgisi ile karşısında onu beklemekteydi. Durdu Cevza, bekleyen biri daha vardı sanki. Şimdi, buralarda bir yerde, telaş içinde kendisini bekleyen biri… Oydu. Kayra’ydı, onu çağırıyordu. Cevap vermeli miydi Cevza? İyileşip yanına koşsa bile her şey anlaşıldıktan sonra… ------------00000----------Hep derin ve hep ince olmalıydı dünya ile kalp arasındaki çizgi. Kalın çizgilerden usanırdı insan. Zamanın gelip geçtiği o meşum âlem, kalın çizgileri yok sayardı ne de olsa. Durdu. Tepenin arMavi Öyküler -
84
dında dikilmiş kocaman bir ev gördü. Dünya, tepenin ardında dikilmiş onu bekleyen çelimsiz bir evdi. Çizginin çok ötesindeydi ışık. Hadi geri gel. Hiç olmamış, bundan sonra hiç olamayacakmış gibi sırra kadem bas bu korkunç grilikten. Gideceğimiz yer, döndüğümüz harabeden daha uzak, daha kirli, daha güzel… İçimizdeki görünmeyen çizgi, hadi geri gel, yüzün çiçeklerini söndürsün. Suya muhtaç bir güzellik yakışır mı ketum yalnızlığımıza? Bize tüm utançları süpürmüş, darağacında salınmaktan utanmayan o mahşeri isyan yeter. Biz gölgeler rüzgârla bir olsun diye yaratıldık. Ellerimiz bunun için kirli, kalbimiz bunun için güzel ve biz bunun için sarhoşuz geceden. Tüm günahlar işlenirken biz tuttuk defterleri. Tanrı harflerimizi görmesin diye sakladık ve kimse görmesin içimizdeki cinneti. Madem onlar gibi ve onlar kadar olacaktık, neden yazıldık ilk gönüllü karanlığa? Bu sabahı bulduran sessiz ve deli rüzgâr madem hiç susmayacaktı ve madem şarkılar beklemeyecekti sevdamızın başını, neden girdik o dönüşsüz yola? O ince, ipince çizgiyi çekerken içimizden göğe doğru, biliyorduk denize açılan sokakları vardı bu dünyanın. Biliyorduk, kirli göğsümüzde mahşerini bekleyen bir melek bize söyletiyordu bu masalları. Mutlu masalların sonu olmazdı. Onlar gökyüzü kadar geniş bir son biçerlerdi kendilerine her gece. Biz her gece yeniden o masallarda biz olurduk. Kırmızı çatıları olan o küçük kentin yüreğine yağmur yağardı her gece; öfkesi biz olurduk yağmurun. Her acı anı, bir kurban arardı kendine; bitirip yok etmek için bekleyişi, gönüllüsü biz olurduk. Sonsuzluktan çıkıp gelen, dualarımızı büyütüp masum dileklerin üzerini örten bir derviş vardı. Ben hep o dileklerden biriydim, sen hep üzeri örtülendin. Hangimiz daha çok üşüdük? Hangimiz daha çok ağladık, çocukluğumuzu bıraktığımız mor kaldırımlardan geçip giderken? Cevabı yok mu bunların? Dünya sandığımızdan da küçük, yollar sandığımızdan da kısa mı? Biz sandığımızdan da çocuk muyuz her geçen gün? Hep ince olmalı dünya ile kalp arasındaki çizgi. İnce olmalı ki bir gün bırakıp gitmesi ve bir sabah ansızın dönüp gelmesi şimdiki gibi zor olmasın. Söyle Cevza, kalbin eğri bir demir gibi göğsünü yırtmakta mı geceleri? Kötü rüyalardan kaçarken yakalandığın o çırılçıplak anda, yanında kim var? Dünya ellerinde 85
- Mavi Öyküler
mi yanıp sönerken için? Yalanların, sızıların, kötülüklerin ve günahların, inadı keskin bir bıçak gibi boğazında duruyor mu hâlâ? Şimdi dönersen, çizgiyi aşacaksın. Kalırsan, anlayacaksın. Hangisi daha cazibeli? Eğer gidersen, bir daha kayalıklara tutunmaya çalışan bir yosun olma dünyada; sular soğuk. Kalırsan, bir gün geri dönmek hayalinin hikmetidir özlem; sorgulama. Şimdi hastane kapısının önünde seni bekleyen şu adama bir kez daha bak. Gözleri gözlerin oluncaya dek bak… Gördüğünden utanma. Göğsündeki kirli melek de arınır bir gün. Sıkı sıkı sarılacaksan eğer, hep vardır yol. Oradadır. Elini uzatsan, yanındadır ve uzaktır elinin ardından. Değil mi ki hep ince olmalıdır kalp ile dünya arasıdaki çizgi? ------------------000000-----------------Durdu Cevza. Siren seslerinin sustuğu yerde durdu. Sessizlik bütün delirmişlerin attığı yegâne çığlıktı. Ve Araf bir ömrün şahit olabileceği en derin ve en muhteşem âlemdi. Artık ne siyah ne de beyaz, ne gece ne de gündüz, ne hayat ne de ölüm vardı. Durdu hastane kapısında bekleyen adam. Artık ne varmak ne de gitmek, ne kavuşmak ne yitirmek, ne kaybetmek ne de kazanmak vardı. Saatine baktı. Zaman hükmünü yendiği yerde kıstırıyordu hepimizi. Gökyüzünden uzak yoldan gelen bir yağmur damlası düştü yüzüne. Cevza’nın ellerini düşündü yıllardır geçtiği yolda öylece duran ve kendisini bekleyen nadide bir taş vardı ellerinde küçücük… İçinde Cevza’nın kalbini taşıyan bir taş… Usulca fısıldadı: Daima ince olmalıdır kalp ile dünya arasındaki çizgi. Dudaklarından ağır ağır bir dua gibi döküldü, ARAF dedi. Durdu zaman. Artık yol almanın varmaktan kutsal olduğunu bilen hiçbir yürek, kendini temizlemeden, buradan öteye geçemezdi.
p
“ZEHİRLENMEYE CAN ATIYORDUM” Mavi Öyküler -
86
“Vişne Nektarı” | Feridun Demir 1 “Başını hafif kaldır, gülümse, tamam…” Geri zekalı herif, gözlerini yumdu… Bok gibi çıkacak, 24 adet vesikalık fotoğrafın hepsi de… “12 tane vesikalık fotoğraf istiyorlar… Ayrıca ikametgâh kağıdı ve nüfus cüzdanı sureti… Diğerlerini halletmek kolay da, kahretsin hiç fotoğrafım kalmamış…” Ucuz bir fotoğrafçı bulurlar… Fazla çektirirler; daha sonra da lazım olur diye… Hepsi geri zekalı gibi çıkar fotoğraflarda… Gerçekte; sahiden de geri zekâlıdır hepsi… Ama onlar kendilerini kandırırlar tabi: “Salak herif… Bırak ya sen de, nesine bakıcan!.. Şebek gibi çekmiş herif… Senin bildiğin adam gibi bi fotoğrafçı var mı?..” “Ne zaman alabilirim acaba?..” Seni gerçekten o bol maaşlı işe kabul edeceklerini mi sanıyorsun yoksa?.. Peki ya sen, sınavı kazanabileceğine ciddi ciddi inanmıyorsun umarım… “Askerlik şubesinden yazı geldi bugün… Askere alacaklarmış… Giderim abi; n’olucak… Hemen giderim, beklemem hiç…” Kravat verdim, gülümsettim… Objektife bakmasını söyledim. Fonda kırmızı renk kullandım… Vesikalık fotoğrafta en iyi fon rengi kırmızıdır kesinlikle… 2 Vesikalık çektirmek için gelmemiş… Çıplak poz vermek istedi… Garipsedim ama yadırgamadım… Yargılamak bana düşmez, özenmiş işte… Vücudu pek bir şey değildi, ama yine de çıplak bir kadın karşısında garip oluyor insan… Görselliğin sahteliğine kaptırdım kendimi, bedeninin bir şeyler ifade etmesine izin verdim… Doğrusu kendi çıplaklığımdan çekinmişimdir hep… Benim için gerekli olan, giyinik kalabilmektir sadece… Ama bu kızın çıplaklığı, saflığı huzur verdi bana… Benimle konuşurken ve objektifin karşısında poz verirken sanki saydammış gibi içini, 87
- Mavi Öyküler
tüm ruhunu da gösteriyordu bana aynı zamanda… Böylesi bir fırsat nadiren geçerdi insanın eline… Talep etsem, gönlümü eğlendirir miydi acaba?.. Şahsiyetli davrandım, ilişmedim… Giyindi… Kapıdan çıkarken: “Kimseye söylemezsin değil mi?..” diye sakince sordu, rica etti… Cevabımı dinlemeden kapıyı kapatıp gitti… Kolumdaki ‘dijital’ saate baktım… Bir günü daha öldürmüştük… Dükkânın kepengini indirdim… Kafayı öne eğip, kamburumu çıkardım. Yürümeye başladım. İlginç, ayaklarım ezberlemişti yolu… Kafamı kaldırdığımda, her zamanki yerde buldum kendimi… Masadakileri fark ettim. Bu; kız kardeşi, akıllı kızdır… Abisinin çalışmıyor olması üzüyor onu. Merhabalaştık, kız kardeşiyle el sıkıştık… Bir sandalye çekip oturdum yanlarına… “Ben de kalkayım abi artık, geç oldu!..” “Nasıl arzu edersen… Bu arada unuttum, ‘eşiniz’ beyefendi nasıllar?..” “Abi lütfen, benimle alay etmekten vazgeç artık!..” “Ne dedim ben şimdi ya?.. Tanıştırmayacak mısın bizi?..” “O da seninle tanışmak istiyor aslında…” “Bekleriz, buradayız biz hep…” “Hoşçakalın!..” “Yeni bir elemanla çıkmaya başlamış; denyonun tekidir yine.” “Çok kötüsün abi, yeter artık ben gidiyorum!.. Şuraya oturdun oturalı laf sokmaktan, dalga geçmekten başka bir şey yapmadın… Çok gıcıksın!..” Abisi, kız kardeşinin ardından bakarken, cılız bir sesle konuşmaya başladı benimle… “Biliyor musun, annem toz bezi yapmış tişörtümü… En sevdiğim tişörtümdü, eskiydi ama en sevdiğim tişörtümdü o…” “Ne diyim, astım krizine tutulmuş gibi, soluksuz kalakaldım bak… Hadi ama, düşüncesizce davranmış ama abartmaya gerek yok… Sen haklısın, ama senden yana olamıyorum…” Bizimki ayağa kalktı… Kızdı, gidecek sandım. Yapmadığı şey değildi lavuğun… Ama yanılmışım, elini cebine daldırdı. Cebindeki ‘içeriği’ olduğu gibi masaya yığdı. Bozuk paraları ayırdı özenle… “Bu gerçek bir mucize… İki çay parası var. İçer misin?” Mavi Öyküler -
88
“Eyvallah!..” Çay söyledik… Bir ara ufuğa bakıp, “Güneşin battığı yerlere gidicem!..” dedi… Parmak kaldırdım; izin aldım sonra konuştum, sordum: “Neden ki?” “Bilmem, öylesine!..” “Amaçsız yolculuk olmaz; bir anlam uydurmalısın kendine…” “Kendin için bir anlam bulduğunu ‘zannedenler’ gibi konuştun.” “Aramadım, denk geldi… Yürürken ayağıma takıldı… Tökezledim, düşecektim az daha…” “Eee, amacın neymiş bakalım; söyle de bilelim…” “Söylersem; ‘kabana iğne yemiş gibi olursun…’ Betin benzin atar… Hem kardeşim, bu iki kişilik toplulukta bir yere göç etme düşüncesi olan kişi sensin… Benim amacımı n’apıcaksın…” “Ne gitmesi be oğlum… Gitsem; tatile gidicem!.. Küçük bir iş çevirip para bulsam, kendimi o dakka denize vurucam, ‘gönlümce’…” Çayları içtikten sonra kalktım. İş yerine dönecektim, vazgeçtim; eve gittim… Yatak, odanın penceresiz üç duvarından birinin dibindeydi… Her zamanki gibi dağınıktı. Beni bekliyordu… Bir süredir eve uğramıyordum… Dükkânda kalıyordum. O gün güçlükle, bin bir zorlukla, boğuşarak, yatağın kollarının arasından kurtulduktan sonra geri gelmeyi göze alamamıştım… Merhametsiz bir büyü gibi sarıyordu yatak beni her gece… ‘Mahmurluk’ zehrini, ağır ağır tüm bedenime şırınga ederek yaşantıdan alıkoyuyordu. Bu zehirden kaçmayı başarmıştım bir zaman için… Didinmiş, çabalamış, hayaller kurmuş, karşı çıkmış, biçimlendirmeye uğraşmıştım. Ama işte kendimi yeniden yatağın içine bırakıyordum. Zehirlenmeye can atıyordum. Yüzüstü bıraktım yine her şeyi; daha doğrusu yüzüme gözüme bulaştırdım. Günlerce ‘uyuklayacaktım’ şimdi sadece… Soyunmadan yatağa girdiğimi fark ettiğimde iş işten geçmişti artık… Sabah olmuş, uyanmıştım… Oysa şimdi; şu kızın çektiğim çıplak fotoğraflarına bakarken, yıllardır elbiselerimi çıkarmadan yattığımı anımsıyorum apansız…
p 89
- Mavi Öyküler
Mavi Öyküler -
90