DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 8

Page 1


İÇERIKLER “BİRİNİ Mİ ARADINIZ?” 4 “YOKSULLUK ÖLÜM MÜ KOKARDI?”

10

“KIÇIMIZA TAKILAN BİR SORUN” 16 “HEP BÖYLE OLMAMIŞ MIYDI?”

21

“ÜMİT ÖZGÜRKEN BÜYÜR” 25 “ANILARINI DOLDURUYORDU AÇILAN BOŞLUĞA” 29 “HAYAT UYANDI ÇÜNKÜ”

31

“BU CEHENNEMDEN UZAK HER YERE” 37 “DÜNYA YENİDEN BAŞLASIN OYUNLARINA…” 41 “ZAMAN BİR OLASILIKLAR ZİNCİRİYDİ” 47 “SİZİN DE BİR TUĞLANIZ OLSUN” 55 “HERKES BİRAZ YARINDAN ALACAKLI” 58 “BAŞKA BAŞKA DÜŞLER GÖRDÜM”

64

“BİRLİKTE ÖLMEDİLER HİÇ” 71 “BİR YAĞMURLA GELDİM BURAYA” Mavi Öyküler -

2

75


“SÖZCÜKLER DÜŞTÜ ORTAYA”

82

“BU EVİN TANRISIYIM” 85 “İĞRETİ BİR YARAYDI ŞİMDİ BU DUDAKLAR” 86 “ÖZÜR DİLER GİBİ YAPTIM” 95 “SAYDAM CİSİM UÇTU UÇTU” 103

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“BİRİNİ Mİ ARADINIZ?” “Bir Gezginle Buluşma” | Sultan Yavuz Akşam. Yine kasaba. Kasabanın Arnavut kaldırımlı, dar yollarının sonu tahminlerinin ötesinde bir enginliğe vardı. O enginlik, kırklı yaşların sonunda, zayıf, orta boylu bir gezgin ermişin içinden, eski bir taş kilise yıkıntısının penceresinden, adeta fışkıran bir incir ağacı gibi yeşerdi. Yeşil iyidir. Her zaman kökü vardır ve beslemeyi sever. Çok nadir gittiği, hemen her gidişinde tek müşterisi kendisinin olduğu o ahşap yeri her zaman severdi. Ama merak etmiyor da değildi; “Peki burası nasıl para kazanıyordu?” Sanki birisi sırf keyif olsun diye burayı yapmış ve müşteri olup olmamasını da umursamıyormuş gibiydi. İlginç bir şekilde, uzun aralıklarla geldiği bu yerde her seferinde garip insanlarla karşılaşırdı. Ya orada çalışan yeni biri ya da balkonda O.’yu görüp de gelen birkaç İtalyan. Gariptir; İngiliz ağırlıklı turistlerin tercih ettiği bu kasabadaki tüm İtalyanlar sanki mutlaka O.’ya rastlıyor ve İngilizce konuşmaları sayesinde, O.’yla diyalog kurabiliyorlardı. Genelde gezgin gruplar, kaptanlar ya da ilginç bir sessizliği olan tasavvuf düşünürleri. Eğer iletişim kurmuyorsa, muhakkak oradan ayrılırken sıra dışı bir şeyle karşılaşırdı. En son, aylar önce geldiği bu yerin adı “Home”; yani ev’di. Mekân, gerçekten ismin verdiği bir aitlik hissi yaratıyordu sanki insanda. İstediğin müziği açabilir, az parayla içebilir, pişirilen balıklardan bazen ikram niyetine yenilebilirdi. Hemen her zaman loş olan bu yer, yoğun bir karmaşanın izlerini de taşıyordu aslında. Her yer tıka basa birbirinden farklı objelerle doluydu. Duvarlarda eski siyah beyaz resimler, Buddha heykelleri, Kızılderili aletleri, kitaplar… Yer yer küçük sehpalar ve mutlaka satranç takımları, yatabileceğiniz büyüklükte tahta sedirler üzerindeki minderler, bilardo masası, karışık bir bar, tavandan sarkan süs eşyaları, rüzgâr çanları, üstü yine çok dolu olan bir şömine Mavi Öyküler -

4


ve O.’nun en sevdiği küçük, ahşap balkon. Balkonda saksı içlerinde onlarca çiçek, üç küçük masa ve kafesteki kuşlar. Müzik de daha çok kuş seslerine aitti zaten. O gün gitmeye karar verdiğinde küçük defterini, kitabını, kalemini ve sigarasını da alarak, orada sakince okuyup, yazacağını düşünüyordu. Evet, kesinlikle ihtiyacı olan şey tam da buydu. O.’nun işi, daha doğrusu hayatta olma amacı sanki sadece değişik hikâyeleri olan insanlarla tanışmak, ara sıra bir şeyler çiziktirmek ve beklemekti. Yıllardır bekliyordu O. Sanki bir gün biri gelecek yahut bir şey olacak ve O. da hayatta asıl yapması gereken şeyi keşfedecekti. Belki O.’yu bir yazar adayı sanabilirsiniz. Ama hayır, O. iyi yazamazdı. Ama ara sıra bir şeyler karalamak O.’yu rahatlatır; bu, hayatta bir şeyler yapmaya çalıştığının kanıtı olurdu sanki. Ya da O. böyle düşünmek isterdi. Kapıya yöneldiğinde kapının kilitli olduğunu gördü. Oysa loş ışıkları görebiliyordu. “Home ve garip sahibi işte!” diye düşündü ki, sahibini de tanımıyordu. Etrafa bakınıp, yan dükkânlardaki birilerine sorduğunda, kendisine bakan garip gözlerle karşılaştı. Çekimser cevaplar, “bilmiyorum”du. Pes ettiği anda, bir adamın seslendiğini duydu. “Bayan, bir şey mi arıyorsunuz?” Mekânın alt katında, çaprazında kalan, kapalı bir kapıdan geliyordu ses. Beyaz saçlı, orta boylu, zayıf, sağ omzunda garip bir dövme olan adam dışarı çıktığında O., “Sanırım, burası kapalı?” dedi umutsuzca. Adam, “Birini mi aradınız?” diye sordu. O. ise, “Hayır. Ben sadece burayı severim ve uzun zamandır gelmiyorum,” dedi. Adam, “Gelin, size kapıyı açayım” deyince, peşi sıra kapıya yöneldi. Garip adam cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açarken, “Buyurun!” diyerek yol verdi. O., “Şey, henüz açmadınız sanırım. Zorluk çıkarmak istemem,” dedi çekingenlikle hâlâ kapının önünde beklerken. Adam, “Evet, aslında her şey eskisinden daha karışık. Dağınıklığın kusuruna bakmayın,” diyerek girmesinde bir sakınca olmadığına ısrar etti. Birlikte balkona yöneldiklerinde, adam tozlu masalardan birini, 5

- Mavi Öyküler


O.’nun önüne çekti ve daha alçak, tahta bir sandalyeyi de alarak, O.’ya uzattı. O. otururken, bira söyledi. İki dakika sonra gelen adam, kendi için de bir bira almış ve karşısına oturmuştu. “Umarım rahatsız etmiyorum, oturabilir miyim?” “Tabii, oturabilirsiniz.” O. masanın üzerine çıkardığı defterine ve kitabına bakarak “Sanırım, sizinle vakit geçiremeyeceğim” diye iç geçirdi. Garip garip O.’ya bakan adam, “Ne kadar sıklıkla geliyorsunuz?” diye sordu. “Aslında, nadiren. Ama burası benim için özeldir. Garip bir huzur veriyor. Galiba biraz ihtiyacım vardı… Peki, siz burada mı çalışıyorsunuz?” diye cevap verdi O. Adam, “Aslında, iki ay oldu. Biraz karışık. Kusura bakmayın, ben çok bunaldım burada. Nedense, sizi görünce konuşabileceğimi düşündüm. Buradakilerle iyi anlaşabildiğimi söyleyemem,” dedi. Koyu bir sohbete daldılar bir süre sonra. Ama konuşan adam, dinleyen O.’ydu. Adam günlerdir bir şey yememiş ya da su içmemiş gibi kana kana ya da tıka basa konuşuyordu. Anlaşılan, bugün O.’nun dinleme günüydü. Ama sık sık kesilen konuşmalar, alt kattaki kapıyı açmaya yarıyordu. Küçük bir çocuk ve Latin kadınlarına benzeyen hoş bir anne, sürekli içerde bir şeylerle uğraşıyordu. Kadının O.’ya attığı hırçın bakış, kadının adama olan hisleri olabilir miydi? Çocuk da, kadın da birini bekliyor olmalıydılar ve kadın sanki O.’nun gelmesinden rahatsızmış gibiydi. Sık sık konuşmalarının dinlendiğini hissetti O. Çok hareketli olan yedi-sekiz yaşlarındaki çocuk, bir ara balkondaki kuşun yanına geldi ve “Kafesini açıp, seveyim mi?” diye sordu. O., “Bilmem,” dedi kafasını umarsızca sallayarak. Çocuk, “Peki açsam, kaçar mı kuş?” diye üsteledi. O., “Kaçabilir,” dedi bu kez kendinden emin bir şekilde. “Peki bu kuş neden hiç ses çıkarmıyor?” Çocuğun soruları bitmiyordu. “Bilmem, belki canı sıkılıyordur. Onunla konuşmayı denesene,” dedi O., çocuğun ilgisini kendisinden uzaklaştırmaya çalışarak. Mavi Öyküler -

6


Çocuk, “Ama hiç kuşlar konuşur mu be?” dedi bilgiççe. “Tabii ki,” dedi O., “Sen konuşursan, o da seninle konuşur. Ama eline almaya devam edersen, kuşu kaçırabilirsin. Hem baksana avuçlarında nasıl da korkuyor. Bence yerine koymalısın.” Çocuk kuşu bırakıp içeriye girdiğinde, adam nargile içerek karşısında duruyordu. Bölük pörçük konuşmaların nereye bağlanacağını merak eden O. adamın birçok ülke gezen, müzisyen olmak için evden kaçan, ama şimdi müzikle hobi olarak ilgilenen biri olduğunu öğrenmişti. Aslında çocukken pilot olmayı istemiş, ama olamamıştı. Mühendislik okumuş ve nefret etmişti bu işten. Abisi ise pilot olmuştu ve mutsuzdu. Çünkü o da mühendis olmak istiyordu. Garip bir hikâyesi olan bu adamın, artık bir kimliği de yoktu. Çeçen direnişçilerden, Fransız bohemlerine kadar farklı kültürlerle tanışmıştı. Şimdiyse, neden burada olduğu muğlaktı. Ama gideceğini söylüyordu. Bir ara masadan kalkan adam, uzun süre gelmedi. Adam giderken, kadın ve çocuk da gitti. Adamın söylediklerini düşünürken, yoğun kuş seslerini fark etti. Oysa görünürdeki tek kuş, şu an hiç ötmeyen sarı kanaryaydı. Balkonun sonunda üstü kalın bir kumaşla örtülmüş bir sandalye vardı. “Herhalde kuşlar onun altında” diye düşündü. İkinci birasından bir yudum daha almıştı ki, aşağıdan balkona doğru bakan sarışın, uzun boylu bir adam gördü. Adam, O.’ya gülen gözlerle bakıyor ve balkonu inceliyordu. Kendini tutamadığı, kaçamak bir gülümseyiş attı O. Bunun üzerine gülümseyen adam, İngilizce bir şeyler söyledi. O. duymakta güçlük çekti ve anlamayan gözlerle adama bakınca, adam elleriyle kanat yaparak, kuş sesi çıkardı. O. gülerek ayağa kalktı ve kuş kafesini eline alarak, sarışın adama gösterdi. Adam bunun üzerine, sesin bir kayıttan mı geldiğini sordu. O., dili iyi bilmediğini söyleyerek, parmağıyla sandalyeyi işaret etti. O yöne doğru bakan adam, O.’nun yanına nasıl gelebileceğini arıyormuşçasına etrafa baktı. O. eliyle aşağıyı işaret etti. Kafa sallayan adam, kapıya yöneldi. Ama kapı kilitliydi ve bunun üzerine O. da şaşırdı. Kapı neden üstüne kilitlenmiş olabilirdi? Sonra sarışın adamı fark eden diğer adam geldi, kapıyı açtı ve 7

- Mavi Öyküler


birlikte yukarı çıktılar. O. balkon penceresinden onlara bakarken, sarışın adamın kendisine gülümsediğini ve etrafa garip garip baktığını gördü. Anlaşılan bir an önce balkona gelmek istiyordu ve ikisi balkona geldiler. Sarışın adam, masada duran iki birayı görünce çekingen bir tavırla, O.’ya elini uzatarak, ismini söyledi. O. da kendi adını söyleyerek elini uzattığında, sarışın adam nazikçe elini öperek tanıştığına memnun olduğunu söyledi. Sarışın adam konuşurken, bir İtalyan ve kaptan olduğunu ve dünya turu yaptıklarını söyledi. Aynı zamanda saksofon çalıyordu ve yarın akşam, acaba buraya dostlarıyla gelip, bir şeyler yiyebilirler miydi? Diğer adam da müzisyen olduğunu, birçok enstrüman çalabildiğini ve bir caz âşığı olduğunu söyledi. Bir su isteyen sarışın adam, O.’nun elini tekrar öperek, aslında kur yapıyordu. O.’nun burada yaşadığını sanmış olabilirdi. Çünkü konuşulurken, O. garip bir şey fark etmişti. Adam, İtalyan’a burada yaşadığını, buranın özel bir yer olduğunu, o yüzden isminin de Home olduğunu söylemişti. Birazdan aşağı inen İtalyan, biraz uzaklaşınca öpücüklü bir el sallayıp, gülümseyerek “Yarın görüşürüz” diyordu. O., hınzır hınzır gülümseyerek, “Tabii” dedi içinden. Çünkü biliyordu ki, uzun zaman buraya uğramayacaktı. Adam, O.’nun yanına geri döndükten sonra, bu kez uzun boylu, esmer, iri bir adam daha içeri girdi. Bir ara yanlarına gelerek, çakmağı aldı. Anlaşılan, konuşmaya kulak vermek istiyordu. Olup biteni sadece izleyen O., sonunda adama kafasındaki soruyu sordu. Burası kime aitti ve neden kilitleniyordu? Hem nasıl para kazanılıyordu? Adam etrafa şüpheyle bakarak, masaya iyice yaklaştı ve “Anlattıklarım aramızda kalmalı, içimden bir his güvenilir olduğunu söylüyor,” dedi. Kafa sallayan O. merakla adamı dinlemeye başladı. Sık sık nargilesinden derin nefes çeken adam, oldukça keyif alıyor olmalıydı. Adam, konudan konuya atlıyor, bazen yarım bırakıyor, O. ise zaman zaman adamın hızına yetişmekte zorlanıyordu. Bazen öyle garip şeyler anlatıyordu ki; “Acaba palavra mı atıyor?” diye düşünmeden edemedi O. Buranın asıl sahibi, az önce çakmak Mavi Öyküler -

8


isteme bahanesiyle gelen adamdı ve aslen bu kasabalı olmasına rağmen, uzun yıllar başka ülkelerde yaşamak, hatta kaçmak zorunda kalmıştı. Sebebi mi? İki kelimeyle, uyuşturucu işi. Filipinlerde bile yaşamıştı. Aynı zamanda bir bağımlıydı ve inanılmaz boyutta bir paranoyaya sahipti o dumanlı kafa. Her an birilerinin onu ispiyonlayacağından ya da öldüreceğinden korkuyordu. O. kasabalılarla samimi olmadığından ve pek ortalarda gözükmediğinden dedikodulardan habersizdi. Konuştuğu adam ise aynı zamanda cezaevinde yatmıştı; adam yaralamaktan. Ama neden yaraladığını ya da ne kadar yattığını sormadı O. Nargilenin neden bu kadar keyif verdiğini de anlamaya başladı O. Üst düzey paranoya sahibi olan adam, aynı sebepten O.’dan şüpheleniyor olmalıydı ve sonunda zararsız olduğuna kanaat getirmiş olabilirdi. “Burası benim sarayımdır. Sen satranç bilir misin?” diye sordu büyük patron. O., “Hayır,” dedi hiç düşünmeden. O.’nun saatlerdir konuştuğu diğer adam ise sessizce ikisine bakıyordu. “Satrançta taşlar vardır. Ben iyi satranç oynarım. İşte burası kalem ve ben bir şahım. Buranın adı, işte bu yüzden Home. Korunaklıdır da. Ama sen benden izin almadan girdin ve kapıyı açık bıraktın. Ya birileri girseydi? Sana izin verirsem, diğerleri de ister. O zaman nasıl başa çıkarım söylesene?” O., mahcup gözlerle büyük adama bakarken, diğer adam “Ama kız bir şey bilmiyordu. Ben hemen gidip kapattım zaten. Sen de dert etme artık bunu,” dedi. Bunun üzerine O., “Evet, ben sadece müşteriyim ve burayı seviyorum. Hem, belki senin gibi saklanmak isteyenler vardır. Onlar n’apsın peki? Hem madem kralsın, o zaman söyle bana, sen adil bir kral mısın?” diye sordu. Büyük patron ise söylenmeye devam ediyordu; “Evet, ben çok adil bir kralım ve sen benim sarayıma öylece girdin işte!” Bunun üzerine, “Bak sevgili kral,” dedi O., oturduğu tahta sandalyeden kalkmaya hazırlanarak, “seni asla rahatsız etmek istemezdim. Bunun için senden özür dilerim. Ben bira paramı ödeyip gideceğim. Umarım düşmanların seni alt edemezler. Hoşçakal…” Sonra da diğer adama parayı uzatarak dışarı çıktı. 9

- Mavi Öyküler


“Demek, bu yerin gizemi buymuş. Demek, insanlar o yüzden garip davranmış ve demek ki burayı huzurlu yapan şey, sihirli dumanmış!” Kendi kendine söylenerek uzaklaşırken, bir ara arkadan birinin seslendiğini duydu. Arkasına döndüğünde, yolun karşı tarafında adamı gördü. Adam koşarak geldi ve O.’nun az önce bıraktığı parayı uzatarak, “Bunu sana geri yolladı kral,” dedi. O. ise, “Hayır, sağol. Bunu alamam, bu içtiğim biraların parası ve istemiyorum,” dedi mağrur bir ifadeyle. Adam üstelemedi; parayı geri çekti ve mahcup bir ifadeyle, “Üzgünüm, bazen böyle yapar. Ama sen ne zaman istersen gelebilirsin,” dedi. “Hayır, sanırım gelmem, ama güzel bir akşam geçirdim. İkinize de teşekkür etmek isterim,” dedi O., kabalıklarını umursamıyormuş gibi görünerek. Adam, “Tahmin ettiğim gibi, gelmeyeceksin,” dedi umutsuzca; “Bugün bana çok garip şeyler hissettirdin ve seni asla unutmayacağım. Sana söylemek istediğim şey şu ki, buradan gitmelisin. Dünyayla tanışmalı, başka kültürleri, insanları görmelisin. Hiçbir zaman inancını kaybetme ve en çok kendine inan!” Teşekkür eden O., minnetle adama baktı, söyledikleri için çabalayacağını ama adamın da aslında anlattığı kadar cesur olmadığını ve daha cesur olması gerektiğini söyledi. Bunca yıl biriktirdiği fotoğraflar, yazılar… Belki artık yayımlatma yollarını aramalıydı. Dostça tokalaştılar ve O. uzaklaşırken, adam arkasından bağırdı: “Bir gün mutlaka beni bul! Beni bul!” O. ise sadece el salladı ve bir tebessümle olan biteni düşünerek; “Evet, hayat hediyelerle dolu ama ne kadar cömertsen, o kadarını alabilirsin,” diye mırıldandı.

p

“YOKSULLUK ÖLÜM MÜ KOKARDI?”

Mavi Öyküler -

10


“Bir Pera Masalı” | Erinç Büyükaşık Birinci Ses (Ali’nin Öyküsü) Uyandı. Nem ve küf kokan deponun hava boşluğunda günlerdir yataktan başını her kaldırışında yıkanamamanın ağır kokusunu duyuyordu. Tiksindi birden kendisinden. Korktu cılız, zavallı vücudundan. Kendisini bir o kadar yabancı buldu o an, kırık ayna parçasında siyahlaşmış yüzüne bakmak istedi. Mardin’den dört yıl önce buralara geldiğinde kendisini yıllarca avutan o boş düşlere kızdı içten içe. Beyoğlu’nun dip dibe apartmanlarının arasında günlerdir kaldığı bu deponun bahçe boşluğunda rengi kirden grileşmiş yatağın üzerinde dönüp durdu uyanmamak isteğiyle. Depoda onun gibi yatıp kalkan diğer arkadaşı küflenmiş, kirli ve nemli yatakta, apartmanın lağım sularının aktığı deponun içinde uyuyordu. Artık ne bu deponun ağır, mide bulandırıcı kokusundan ne de depoda biriktirdikleri çöp yığınağından tiksinti duyar olmuşlardı. Mahalledekilerin kendilerinden hiç mi hiç hazzetmedikleri, belli aralıklarla polisi aradıkları, polislerin olağan bir kimlik kontrolünden sonra, “Buralarda dolanmayın!” tehditleriyle yüz yüze geldikleri de bir gerçekti. Polisler geldiği gün birkaç saat depodan uzaklaşırlar, sonrasında yine akşamın karanlığında dönerlerdi bu izbe yere. Gece topladıkları çöpleri depoda tutuyorlar, sabaha doğru bu çöpler arasında işe yarayanları, plastik şişeleri, kimi zaman da hırdavatçıların üç beş kuruş verdikleri atılmış elektronik eşyaları ayırırlardı. Çöplerden üstlerine başlarına uygun giysilerin çıktığı da olurdu hani. Erdoğan Ağabey sayesinde karınları doyar olmuştu. Bu depoyu da o ayarlamıştı onlara. Arada bir bira ve esrar da getirir olmuştu. Kendilerinden geçmek, yaşadıkları dünyanın acımasız somutluğundan çıkmak için her tür uyuşturucuyu denemişlerdi on beşinden beri. Bedenleri uyuşunca ruhları da uyuşuyordu belli ki. Geceleri polislerin depoya dadanmalarından, süreklileşen GBT kontrolünden bunaldıklarında o da arada bir küfrü patlatıyor, 11

- Mavi Öyküler


dumanlı kafasıyla “… koyayım, sokakta mı gebereceğiz bu şerefsiz aynasızlar yüzünden?” diye öfkelenirdi. Yüzündeki bu öfkeye rağmen çocuksu bir ifadesi vardı hep. İçinde yitip giden bir çocuk… Anası babasıyla Dolapdere’ye taşındığından bu yana o çocuk hali gitmiş, o da daha onlu yaşlarda erken büyümüşlerin dünyasına katılmıştı. Mardin’den gelince okulu bırakıp bir iki atölyede çıraklığı denediyse de buralarda dikiş tutturamamış, hele de esrar meretine sardırdığından bu yana evle de arası bozulmuş, artık sokaklarda yaşamayı yeğler olmuştu. Hani polisler arada bir rahatını bozmasa, kışın soğuklarında geberecek kadar üşümese alışmıştı da sokağa. Hele de Tepebaşı’nda bu bodrumu depo olarak belledikten sonra burada yatmaya başlamış, başını koyacağı bir yastık bulmuş; burada midesine bir şeyler girer olmuştu. İkinci Ses (Murat’ın Öyküsü) Her zaman kendisini güzel, alımlı bir kadın gibi düşlerdi çocukluğundan bu yana. Anası kız diye doğurmuş; ama oğlan bedeniyle çıkıvermişti sanki. Çocukluğunda amcasının sarkıntılıkları, ondan faydalanması, bu küçük oğlancığın ses çıkaramayışı ve “Sus, bak seni güzel bir kız yapmak için büyük şehre götüreceğim, istersen yengenin üstüne de alırım seni,” türü sıkıştırmaları. Amcasının vaatleri geçiverdi zihninden. Gece boyunca içtiği biranın da etkisiyle depodaki yatağın üzerinde sızıp kalmıştı yarı çıplak. Aylardır da yıkanmıyordu, sabahları su şişesine doldurdukları kirli depo suyuyla yüzlerini yıkamaları sayılmazsa. Çöp toplayanın yıkanmaya ne ihtiyacı olsun ki, yine sabahtan itibaren Tarlabaşı Caddesi boyunca çöp toplamaya devam edeceklerdi. Depoda kaldığı günler boyunca üç beş kuruş karşılığı düşüp kalktığı oluyordu çevredeki adamlarla. Özellikle karılarından memnun olmayan kırk yaşlarındaki adamlarla. “Balamozlardan” başka kimse de rağbet etmezdi ona zaten. Onun da alıcısı vardı muhakkak. Kirli, kokan teni için bedeni de çoktan parayla, içkiyle, esrarla alınır satılır bir mal olmuştu. Mavi Öyküler -

12


Tarlabaşı’ndaki ablaları gibi piyasası yoktu muhakkak. En azından onlar ameliyat olmuşlar; daha fazla kadın muamelesi görüyorlardı. O ise yüzüyle çekici bir kadın, bedeniyle zayıf, kemikleri yerinden fırlamış zavallı bir oğlandı. Mahalledekiler “Fuhuş var!” diye öfkelenirler; ama Erdoğan Ağabey’den çekindikleri için pek ses çıkarmazlar; bulaşmazlardı onlara. Yattığı yatağın sidik ve küf kokusuna rağmen başını grileşmiş yastığa koydu. Alışmıştı artık burada uyumaya, sokakta taş merdivenlerde veya banklarda uyumaya çalışmaktan iyiydi. Depoda onlarla birlikte yaşayan köpek ve üç yavrusu da alışmıştı onun yatağında yatmaya. Sevildiğini hissediyordu yavru köpekler ve anasının yanı başına yattığını görünce. Bu depoda kimse kimseyi yargılamazdı. Nasıl olsa her biri aynı kokuşmuş yazgının bir parçası gibiydi. Sıklıkla dinledikleri Ferdi ve Orhan Baba şarkılarına benzetirlerdi yaşamlarını. Hani acı çekmeye alışmış, hatta bundan haz duyan o garip ruh hali içerisindeydiler. Bir gece önce ne de keyifle mırıldanıyordu otun da verdiği coşkuyla “Hatasız kul olmaz, hatamla sev beni” diye. Çocukluğunda yaşadığı tacizin yaşamının yönünü değiştireceğini bilemezdi kuşkusuz. Ailesi hâlâ köydeydi. Babası, “Benim öyle karı kılıklı oğlum yok,” diyerek çoktan evlatlıktan çıkarmıştı onu. Gece topladıkları çöpleri depoya yığdıklarında onun müdavimi olan orta yaşlı temizlik işçisi de takılmıştı peşlerine. Yılışık, aslında kendisi gibi pis kokan, dişleri sararmış, göbekli; tüm bu iğrenç görünüşüne rağmen uysal, sevecen sayılabilecek bir adamdı. Bazen ruhundaki kadın onun gibi bir kocası olmasını arzulardı. Belki bu deponun küflü, nemli, pis kokan duvarlarından onu çıkarıp “evinin hanımı” da yapardı bu adam onu. Aptalca bir düştü sadece, adam evliydi. Belediyede çalışıyordu. O da çöp toplardı; ama o topladığı çöplerden dolayı maaş alırdı, belediyede kadrolu işçi olarak belli bir forsu vardı. Halbuki o ve arkadaşı çoğunlukla bu izbe depolarda biriktirdikleri çöplerden dolayı yine belediye ekipleri tarafından sokağa atılırlardı. Tüm bu düşüncelerin ortasında çocukken izlediği “Zeki Müren” filmini anımsadı. Viranşehir’in tek sinemasında Zeki Müren’i sahnede şarkı söylerken izlediğinde, bir gün onun gibi “artist” 13

- Mavi Öyküler


olmayı düşlemişti. Amcası da söz vermişti onu gazinocularla tanıştıracağına İstanbul’a gider gitmez. Geldiklerinde ise apar topar Erdoğan Ağabey’e emanet edilmişti. Erdoğan çöp toplayıcılığı, esrar satıcılığı dışında mahareti olan biri değildi. Arada bir iki müşteriye de sattığı olmuştu onu. Şunu anlıyordu artık; bu koca şehir onun gideceği yolu çizmişti çoktan. Adamın getirdiği bira şişeleri yatağın köşesinde duruyordu. Depodaki arkadaşı havalandırmadaki diğer yatakta uyuyordu. Gece dörde kadar sohbet etmişlerdi. Kendisi Urfalı, arkadaşı Mardinliydi. Hemşeri sayılırlardı. “Toprak” derdi arkadaşı ona. Gülerek “Sizinkiler oğlansız yatamaz, seninle de az olmamıştır hani yatan” derdi. Sabah gözlerinin altı iyice şişmiş, gece topladıkları çöplerin kokusu üzerine sinmiş, kendisinden tiksinerek uyanmıştı. Depoda biriktirdikleri bira şişelerine çarparak; yalpalaya yalpalaya yürümeye ve kovadaki pek de temiz sayılmayacak suyla yüzünü yıkamaya çalıştı. Günlerdir sabahları ayılmakta zorlanır olmuştu. Birkaç gün öncesinde zührevi hastalıklarda muayene edilmesi de zoruna gitmişti bir hayli. Bu şehirden başka gidecek bir şehir olamazdı onun için; ama bu şehirde bu hayattan başka bir hayat mümkün olabilir miydi? Sabah sabah gözünden anlaşılmaz bir yaşın döküldüğünü fark etmişti yüzünü yıkamaya yöneldiğinde. Zaten kimseye de açılamaz, içindeki korkunç sıkıntıyı anlatamaz olmuştu. Yan komşuları Zehra Abla bile anlayamazdı onu. Aslında Zehra Abla’nın az iyiliği dokunmamıştı onlara. Arada bir kap sıcak yemek onun sayesinde girerdi boğazlarından. Üçüncü Ses (Zehra’nın Öyküsü) Onlar da Mardin’den gelmişlerdi ailecek. On yıl önce Beyoğlu’nda bu eski viran apartmana yerleşmişler, asıl ev sahipleri yıllar önce zorunlu göçle Yunanistan’a dönünce uzak akrabaları aracılığıyla boş kalan bu evde yaşamaya başlamışlardı. Kocası elektrik işlerine bakardı. Depoya bu çocuklar geldiğinden bu yana içindeki acıma duygusuyla kendisinden başka acınası hayatların Mavi Öyküler -

14


olduğuna inanır olmuştu. Onların öyküsü biraz da kendi göç öyküsünü çağrıştırıyordu ona. Okuma yazma bilmez, toprak ve ev işlerinden başka bir işten de anlamazdı. Koca şehirde ev temizliğine giderek yardımcı oluyordu aile bütçesine. Yıllar önce kış kıyamette, karın sulu sepken yağdığı o aralık soğuklarında sığınmışlardı bu eve bir bohça ve bir iki ufak eşyayla. Bu çocukların da öyküleri ona yakın gelmişti bu nedenle. Hele içlerinde en çok “biraz kız gibi” olanını çok severdi. Adamlarla yattığını düşüp kalktığını söylüyordu mahalleliler geceleri bu çocuğun. Toz kondurmazdı bu oğlana. Her defasında pencereden “Abla, abla! Dünkü verdiğin yemek ne güzeldi öyle.” dediğinde keyifleniverirdi kadıncağız. Acıyordu elbette onlara; ama bir anaç yanı da vardı bu acımanın. Her akşam yediği dayağın, ağza alınmaz lafları aksak kocasından işitmenin ezikliğiyle bu çocukların yoksunluk içindeki dünyalarını karşılaştırır; karnı her gün doyduğu, eve her gün ekmek girdiği için mutlu olurdu. Mahalledekiler yine şikâyet etmişlerdi bu oğlanları. Söylediklerine göre çöp kokusundan durulmaz olmuştu mahallede. Ne isterlerdi ki bu gariplerden? Üstelik o küçük oğlunun onlarla arkadaşlık etmesine bile bir şey demezdi. İyi çocuklardı aslında ve aç kalmamak için çöp topluyorlardı. Şu mereti içiyorlardı evet, alkol almadıkları gün de yoktu. İçsinlerdi. Mahalledeki nice ergen de kullanıyordu esrar meretini. Alkolse, kocası da içerdi her gün. Üstelik bir küçüğü de bitirirdi bir gecede. Ardından da bir bahane bulur, döverdi bu kadıncağızı. “Aslında iyi herif benimkisi” derdi içinden. En azından evine ekmeğini getirmeyi unutmaz. Bu garip oğlanlara da acımış, kaçak elektrik de çekmişti depoya. İyi yanları vardı yani herifin. Ama onun göz bebeği olan oğlanı kocası pek sevmezdi, “fazla karı kılıklı” derdi onun için ilenerek; yine de acırdı onun da hallerine. Arada kocası inşaatların moloz işlerini de ayarlamaya çalışırdı bu oğlanlara. Geceler kadar uyumamalarına, çalışmayı çok da sevmemelerine içerlerdi yine de. Çoğu kez hemşerilik damarı kabarıyordu tüm bu kızgınlığına rağmen. Mardin, Urfa… Komşu 15

- Mavi Öyküler


memleketlerdi bunlar. Aynı toprak sayılırlardı. Aynı topraktan benzer sürgünler… Hele de anasının kasıklarından zorla çekilen, yüzü sapsarı, cılız oğlunun bu acayip oğlanları sevmesi de rahatsız etmezdi kocasını. İç Ses Yoksulluk ölüm mü kokardı, lağımlar arasındaki yaşam göçle yollarını kesiştirir miydi? Bu soruya yanıt arıyordu bu öyküyü yazan. Beyoğlu’nun yüzyıllardır değişmeyen çok sesliliğinde sesini duyuramayan, sesini çoğaltamayan yoksulluğun öyküsü zaten bu sokaklara çoktan sinmişti. Etler, bedenler, ruhlar pazarlanırken sokaklarda; yasalar gücün koruyuculuğundan yanaydı. Pera’dan artakalan yıkılmaya yüz tutmuş yapılar dünden bugüne tanıktı. Bu sokakların kirine, pasına, gecesine ve gündüzüne… Ali, Murat, Zehra ve kocası; çöp, lağım kokuyordu belki; yoksulluk ve miskinlik kokarlardı. Ama bir hayli İstanbul’du yüzlerinden yansıyan. Her yol öyküsünün kesiştiği bu acılar kentini tarif ediyordu bu iki çocuğun yorgun ve bitkin yüzü. Öykünün yazarı ise artık bu şehrin ses vermesini istiyordu bir trajedi kahramanı olarak.

p

“KIÇIMIZA TAKILAN BİR SORUN” “İnek Gazı” | A. Kadir Konuk “Ulusal inek hakları konferansının sayın delegeleri” diye söze başladı elinde mikrofon olan montafon inek. “Aylardır bir konu hakkında görüşmeye çalışıyor olmamıza karşın iç açıcı bir ilerleme sağlayabilmiş değiliz. Bu kez sizleri daha sakin, daha akılcı bir toplantı yapmamız için elinizden gelen çabayı göstermeye davet ediyorum.” Mavi Öyküler -

16


“Önce kasaplarda kesilen ve şu anda kesilmeyi bekleyen arkadaşlarımız için saygı duruşu yapılmasını istiyoruz!” diye bağırdı arka sıralarda oturan bir kırmızı inek. “Başlamayın ulan yine teraneye!” diyen bir beyaz inek sinirle ayağa kalktı. Onun yanındaki inek arkadaşının kuyruğunu tuttu, “Sen de başlama” diye fısıldadı. “Her söze yanıt vermek zorunda mısın? Kürsüde yöneticiler var, bırak onlar halletsinler şu işi.” “Yürü lan inek” dedi öteki inek; “Kürsüye tapınmaktan geldik buralara. Kürsü kürsü olsa bu güne kadar çözmüştük biz bu sorunu. İhtilalse ihtilal, darbeyse darbe…” “Bırak bu anarşist ayaklarını da beğenmiyorsan kendin çık kürsüye” dedi öteki inek. “Bıraksalar… Ulan bir tutmuş pir tutmuşlar masayı. Japon yapıştırıcıyla yapışmış gibiler. Biz tarlalarda özgürce otlarken de bunlar yöneticiydi, ahırlara kapatıldık yine bunlar, yan yana kürek mahkûmu gibi dizildik, memelerimiz inek sever insan elinin sevgisini, yumuşaklığını unuttu, makinelerin hoyrat emiciliği iliklerimizi kuruttu, yine bunlar.” “Sevgili inek kardeşlerim!” diye bağırdı montafon inek, “Her kafadan bir ses çıkarsa nasıl sürdürebiliriz bu toplantıyı? İzin verirseniz önce toplantıyı yönetecek divan üyelerini seçmek istiyoruz.” “Neyi seçeceksiniz be!” diye bağırdı gerilerden kırmızı bir inek. “Her seferinde nasıl olsa sizin istediğiniz inekler oturuyorlar divana. En iyisi okuyun isimlerini, çağırın, otursunlar. Bizi de boşuna uğraştırıp zamanımızı çalmayın!” “Arkadaşa aynen katılıyorum” dedi sarı bir inek; “Bırakın bu demokrasi ayaklarını da başlatın toplantıyı.” “Saygı duruşu istiyoruz!” diye bağırdı kırmızı inek burnundan soluyarak. “Neyin saygı duruşu be? Ne zaman bir araya gelmeye kalkışsak hemen saygı duruşu, arkasından da al sana halay. Biz buraya birilerini anmak için toplanmadık, kıçımızı kurtarmak için toplandık, kimin için saygı duruşu yapacakmışız? Bu uğurda can verenleri gerçek biçimde anmak, onların uğruna can verdikleri düşüncelerini gerçekleştirmekle olur. Bıktık sizin bu çağı geçmiş, şekilci sosyalist düşüncelerinizden” dedi alaca bir inek. 17

- Mavi Öyküler


“Terbiyeli ol, alçak işbirlikçi alaca inek!” diye bağırdı kırmızı inek ve yanında oturanları itekleyerek hücuma geçti, yaşlı kahverengi bir inek onu yakaladı kuyruğundan. “İşbirlikçi senin gibi kırmızısı yüzüne vurmuşlardır!” diye bağırdı alaca inek. “Benim içim nasılsa dışım da aynı!” “Sevgili delegeler…” diye bağırdı montafon inek, “Lütfen sevgili delegeler…” “Ne lütfeni be!” diye bağırdı sarı bir inek; “Birbirlerine bile saygısı olmayan bu saygısızlarla hangi sorunu çözecekmişiz? Hem o balkonda oturan kameralı, rütbeli inekler, kapının ağzında biriken tosunlar, boğalar kim? Onlar dışarıya çıkarılmadan bu toplantının başlamasına biz feminist inekler olarak temelden karşıyız.” “Kahrolsun boğa egemenliği, kahrolsun tosunlar!” diye bağırdı birkaç inek. “Sayın delegeler, sevgili sayın delegeler…” diye bağırdı montafon inek; “Biliyorsunuz biz yasal bir toplantı yapıyoruz, kameralı inekler de yasaları temsil edenlerin temsilcileri olarak burada görevlerini yapıyorlar..” “Peki bu alçak boğaların, tosunların burada ne işleri var!” diye bağırıştı ineklerden bazıları. “Terbiyeli olunuz sayın inekler” dedi yaşlı bir boğa; “Bizler emansipe olmuş boğalar olarak siz sayın ineklerin sorununun çözümünde güç birliği için burada bulunuyoruz. Size dayatılan bir gün bize de dayatılacaktır.” “Dayatılan değil, takılan!” diye bağırdı bir başka inek. “Evet, arkadaş doğruyu söyledi” diye birkaç inek onu desteklediler. “Dayatılan değil, kıçımıza takılan bir sorun.” “Ama henüz hepimize takılmış değil, bu anlamda dayatma sözcüğü daha doğru” dedi montafon. “Yumuşatma sorunu haspa!” diye bağırdı bir başka inek. “Neye boğalara kur yapıyorsun? Kimden yanasın, önce onu söyle!” “Ben yıllardır İHSD, yani İnek Haklarını Savunma Derneği’nin başkanıyım, bilmiyor musun bunu?” dedi montafon. “Biliyoruz elbette. Egemen boğa sistemine her zaman bizi satan birini nasıl tanımayız?” “Benimle böyle konuşamazsınız. Sözünüzü geri almanızı istiyoMavi Öyküler -

18


rum.” “Biz ne zamandan beri sıçtığımızı yeniden kıçımıza soktuk!” “Burada yapılan bu terbiyesiz sözlerle sorunumuzun çözümlenebileceğini düşünemiyorum” dedi süslü bir inek. “Yürü, sosyete ineği sen de!” diye bağırdı genç bir dana öteden. “Küçük burjuva çiftlik inekleri ne zamandan beri halk ineklerinin arasına karışmaya başladılar?” “Saygı duruşu istiyoruz!” diye bağırdı kırmızı inek yeniden. “Tamam, divanı seçelim…” dedi montafon. *** İki saat süren hır gürün ardından, önceden belirlenen divan üyeleri demokratik bir biçimde delegelere seçtirildikten ve saygı duruşu yapıldıktan sonra ilk sözü saygı duruşunun yapılmasında direten kırmızı inek aldı. “Sevgili inek halkı! Bin yıllardır hoyrat biçimde sütü sağılan proleter inek kardeşlerim! Sorunu tüm detaylarıyla anlayabilmemiz için öncelikle ineklerin tarihi olarak gelişmelerine bir göz atmak gerekir. “Bildiğiniz gibi ilkel komün toplumunda biz inekler özgürce yaşıyorduk. Sonra uygarlık adına bizleri ahırlara soktular. Çağımız emperyalizmin dördüncü bunalım dönemine girdiği ve globalleştiği bir çağ. Bu çağda komprador boğa ve tosun egemenliği tüm zulmüyle devam etmektedir. Bu zulme bir son vermenin zamanı geldi de geçti bile. Tüm inekleri ayaklanmaya bu zulüm düzenine bir son vermeye davet eden partimiz…” “Kes be!” diye bağırdı büyük boynuzlu bir inek. “Buraya parti propagandası yapmaya mı geldin?” “Konuşma özgürlüğümü engelleyemezsiniz!” diye bağırdı kırmızı inek. Arka sıralarda oturan bir genç boğa, “Ama sizin kıçınıza takmak istedikleri o şeyin biz boğalarla hiçbir ilgisi yok, bu işi yapmak isteyenler, insanlar olduğu halde bizi neden suçladığınızı anlayamadım” dedi. Kırmızı inek boğaya verecek bir yanıt ararken yaşlılığı her halinden, özellikle de dizlerine kadar sarkan gerdan derisinden belli olan bir inek, kırmızı ineğin elinden mikrofonu aldı ve “Şışşşt” diye seslendi. Birden bütün sesler kesildi. Yaşlı inek uzunca sayılabilecek bir süre konuşmadan sonra 19

- Mavi Öyküler


salonda oturan ineklere baktı, “Sevgili inekler, sevgili emansipe olmuş tosun ve boğalar” diye söze başladı. “Sevgili canlarım! Gerekçesi ne olursa olsun, ister dayatılsın ister takılsın, önemli bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. Bizler Mısır’ın ünlü Küçük Kral’ı ‘İNEK’in ve APİS ÖKÜZÜ’nün torunlarının torunları ve Hindistan’da ilahi özgürlüklerini ve canları istediği gibi osurma haklarını yakalamış kutsal ineklerin akrabaları olarak elbette sorunumuzu birlik beraberlik içinde çözmek zorundayız. Birçok alanda düşüncelerimizin farklılığı bizim yoksulluğumuzu değil zenginliğimizi gösterir. Ama önce saygı. Birbirimize saygı. Düşüncelere saygı. Atalarımız boşuna ‘İki dinle bir söyle’ dememişlerdir. “Biliyorsunuz, biz inekler atalarımızın özdeyişine uygun biçimde konuşmaktan çok geviş getirirken düşünmeyi severiz. Kim bizim yerli yersiz ‘Muu’ dediğimizi duydu şimdiye kadar? Ama artık hep bir ağızdan bunu yapmak zorundayız. Yakın zamana kadar insanların bizlerle bir sorunu yoktu. Sütümüzü sağıyor, etimizi yiyor, derimizi ayakkabı, çanta yapıyor, bokumuzdan yaptıkları tezekleri yakarken hem mis gibi kokuları kokluyor hem ısınıyorlardı. Ama ne zaman insanlık tek amacı kâr olan toplu üretime girişti, biz asıl o zaman kaybettik. Tarlalardan, çayırlardan koparılıp zindanlara tıkıldık. Birçoğumuz önümüze hazır gelen yemden hoşlanıp, elimizden alınan özgürlüğü düşünmedik. Sonra o makineleri icat ettiler. Artık türkü söyleyerek bizi sağan kadınlar kayboldu, o fışır fışır ses çıkaran makineler yapıştı memelerimize. O günlerde de sesimiz çıkmadı. Daracık, göt göte, kafadan bağlı tutulduğumuz yerlerde önümüze konulan hormonlu yemlerle şiştikçe şiştik. İnsanların istemleriyle büyüyen memelerimizi taşıyamaz hale geldik, gezmek bir işkence haline geldi. Biz katlandıkça uygulamalar ağırlaştı, biz sustukça baskılar yoğunlaştı. Şimdi de bir ‘İnek gazı küresel ısınmaya yol açıyor’ sözü çıkardılar. “Ey inek milleti! Biz mi gönderdik uzay araçlarını Mars’ta inek aramaya, biz mi deldik ozonu, biz mi çıkardık bunca savaşı, biz mi kullandık o kadar zehirli bombayı, biz mi üretiyoruz spreyleri, kokuları? Yeryüzünde yaşayan milyarlarca insandan daha fazla mı osuruyoruz? Onlardan daha fazla mı bok çıkarıyoruz? Mavi Öyküler -

20


“İnsanlık kendi pisliğini örtebilecek başka bir pislik ararken aklı geldi bizim kıçımıza takıldı. Küresel ısınmayı engelleyeceğiz, inek gazının zararlarından kurtulacağız ayağına tüp şeklindeki balonları kıçlarımıza bağlamak istiyorlar şimdi. Osuruğumuzu kesecekler, tıpkı sesimizi kestikleri gibi. Rezil edecekler bizi hayvanlar alemine, rezil! “Bütün haklarımız elimizden alındı, en doğal haklarımıza saldırıya geçtiler. Buna karşı sessiz kalmak, geviş getirerek düşünmek, yaşama hakkımızdan gönüllü olarak vazgeçmek demektir. Ne yapacağız yani, içimizde mi biriktireceğiz? İçimizde biriksin de dert mi olsun? Kıçımıza balon takacaklarmış bundan böyle. Anasının dini! Nasıl çıkarız bu balonlarla biz hayvan içine? “Bir söyleme göre Amerika’nın tropikal bölgelerinde yetişen ve özsuyu süt niteliği taşıyan, üstelik adı da “İNEK AĞACI” olan bir ağaç cinsini geliştirerek biz inekleri yeryüzünden kaldıracaklarmış. “Durum bu kadar vahimken siz burada yok boğa egemenliği, yok tosun egemenliği, yok grupsal farklılıklar, parti ayrılıkları gibi tezekten işlerle uğraşıyorsunuz. Gün birlik günü, gün mücadele günü, gün kasaplık olmadan inekçe ve özgürce yaşama günü. Gün her şeyden önce kıçı kurtarma günü. Kalkın ey inek milleti, yürüyün!” Sonra ne mi oldu? Onu da “Özgür İnek ve Boğa Cumhuriyeti” yöneticileri anlatırlar artık.

p

“HEP BÖYLE OLMAMIŞ MIYDI?” “Bir Tutam Umut” | Didem Zengin Gözlerini yavaşça açtığında avluyu kahve kokusu sarmıştı. Anası kahvaltısını etmiş, avludaki karadutun altında günün ilk kahvesini içiyordu. Harput Kalesi sisin altında bir masaldan yeryüzüne düşmüş gibi 21

- Mavi Öyküler


gözüküyordu. Anasını yanağından öpüp, Ayşe’nin evinin önünden geçmek için yolu uzatarak kahveye yöneldi. Cingöz Recep, Dursun’un kahveye geldiğini gördü, içeri girer girmez sandalyeyi çekip oturttu. Dursun anlamıştı bir derdi olduğunu. Tepeden tırnağa süzdü Cingöz’ü. “Ne var Recep, hayırdır? Selamsız çekiverdin beni.” “Hele dinle bak Dursun, fabrika inşaatına neredeyse tır kadar büyük bir kamyon gelmiş İstanbul’dan, kum yüklüymüş onu boşaltacak adam arıyorlarmış.” “Koskoca fabrika inşaatında kamyonu boşaltacak adam mı kalmamış köydekileri gözlerine kestirmişler?” “Pazar ya bugün, izinliymiş çoğu, orada kalanlar da mırın kırın etmişler. Ne dersin biz indirelim mi çuvalları? İyi para verecek adam. İkimiz bir olduktan sonra üç beş saatlik iş.” Düşündü Dursun sigarasından bir nefes alırken. Haftaya bayramdı, aldığı parayla şöyle güzel bir gömlek alırdı yeni, bir de pantolon çekerdi altına. Ayşelerin evinin önünden geçerdi, saçlarını eliyle şöyle bir düzeltir bir göz atardı bahçeye. Ama zamanı iyi ayarlamalıydı. Akşamüstü Ayşe’nin dantelini alıp çardağın altına oturduğu saatte geçmeliydi ki görsün onu, görsün de istemeye gittiklerinde kızın yanakları kızarsın, gönlü olduğunu belli etsin. Cingöz’ün kolunu dürtmesiyle kendine geldi Dursun. “Amma nazlandın Dursun, ne diyorsun gidelim mi?” “Gidelim ya Cingöz, varıp gidelim, iş iştir.” Beraberce fabrikanın yolunu tuttular. İnşaata ulaştıklarında, yaz ikindisinin serinliği karşı dağlardan esen rüzgârla köye iniyordu yavaş yavaş… Dursun, fabrikaya doğru yürürken alacağı parayı düşünüyordu. Bayram için alacağı gömlek ve pantolondan artan parayla, Ayşe’ye yazlık çiçekli bir basma alırdı şehirden, bir de kenarları boncuklu bir yazma. Ne kadar sevinirdi kim bilir? Gülüverirdi inceden. O gülünce gamzelerinde açan günebakan çiçekleri… Hele bir istetsin de anasına, sonra verirdi hediyeleri, aksi uygun düşmezdi zaten köy yerinde. Fabrika inşaatına gelmeleriyle Mavi Öyküler -

22


Dursun da hayallerine ara vermek zorunda kaldı. Kamyon şoförü uzaktan onları görmüş, sigarasını ayağının altında ezmiş, kamyonun kapaklarını açmıştı. İş bir an evvel bitseydi de evine gidebilseydi, üç gündür direksiyon sallıyordu. Bu işten alacağı parayla karısına söz verdiği çamaşır makinesini alacaktı. Kadının ses ettiği yoktu ama deterjanın parçaladığı ellerini, tırnaklarının kenarındaki kızarıklıkları gördüğünde içi acıyor, karısının gözlerine minnetle bakmaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Dursun, Cingöz Recep’in peşi sıra kamyona yaklaştı. Sessiz bir iş bölümü yaptılar aralarında, önce Dursun çıktı kamyonun üstüne. Cingöz ilk çuvalın sırtına konulmasıyla sendeler gibi oldu, sonra dengeledi vücudunu. İlk çuvalı taşıdıktan sonra alışacağını biliyordu. Hep böyle olmamış mıydı? Çuvallar yirmi beş kilodan fazla olmalıydı. İki üç saat içinde kamyonun yarısına yakını boşalmıştı. Bir mola vermenin zamanı gelmişti artık. Dursun gömleğinin cebinden çıkardığı Maltepe paketini önce Recep’e uzattı, sonra da kendine bir tane sigara yaktı. İkisi de hiç konuşmadan sigaralarını içtiler. Taşıma sırası Dursun’daydı şimdi; Cingöz Recep çıktı bu sefer kamyona, Dursun eğdi sırtını. Recep gibi Dursun da sendeledi ilk çuvalın sırtına konulmasıyla. Dursun, her geçen dakika ağır çuvalların altında ezilen sırtının ağrısını, dişlerini sıkarak hafifletmeye çalışırken, Ayşe el işini alıp bahçedeki sedirin altına oturdu. Harput Kalesi’nin arkasında yeni bir ay doğuyordu köyün üstüne. Kamyon tamamen boşaldığında ikisinin de konuşacak gücü kalmamıştı. Ay ışığında, ter içinde kalan yüzleri daha da parlak gözüküyordu. Vakit kaybetmeden yazıhanenin yolunu tuttular, paralarını almak için. İkisi de sabırsızlanıyor, adımlarını daha da hızlandırıyorlardı. Hayalleri yorgunluklarına galebe çalmıştı. Kamyon şoförü, boşalan kamyonun daha hızlı gideceğini, çok değil iki gün sonra karısının çamaşır makinesine bakarak nasıl da mutlu olacağını düşünerek direksiyonun başına geçerken, Dursun’un aklında Ayşe’ye alacağı yazma vardı, mavi mi almalıydı yoksa al mı? Nereden aklına gelmişti şimdi al yazma almak, yazlık sinema23

- Mavi Öyküler


da her yaz seyrettiği Selvi Boylum Al Yazmalım filminden aklında kalmıştı muhakkak, ama onun Ayşe’si Türkan Şoray’dan daha güzeldi. Cingöz Recep ise aldığı paranın büyük bölümünü at yarışına yatıracaktı. Bu sefer altılıyı tutturursa, altına bir Mercedes çekecekti, Almanya’dan yazın her izne gelişlerinde sanki belediye reisi gelmiş gibi karşılanan gurbetçilerin altındaki gibi bir Mercedes. Bir de iş kuracaktı, şehirde bir kebap dükkânı mesela ya da İstanbul’daki kadınların giydiği gibi elbiseler getirip satacaktı. Sonra köyün en güzel kızını Ayşe’yi istemeye gidecekti. İsteme lafı sözün gelişi tabii, altında Mercedes olan adama hayır diyecek değiller ya. Dursun’un aklında al yazma, Recep’in aklındaysa Mercedes, girdiler yazıhanenin kapısından içeri. Şantiye şefi kırk yaşlarında orta boylu göbekli bir adamdı. Cin gibi bakıyordu Dursun’la Recep’e. “Bütün çuvalları indirdik, paramızı almaya geldik” dedi Cingöz. Dursun da evet anlamında başını salladı. O kadar yorgundu ki bir an önce parasını almak, eve gidip anasının sabun kokulu yastıklarına başını koymak istiyordu. Şantiye şefi oturduğu masanın çekmecesini açtı, gıcır gıcır iki tane yüzlük çekti. Dursun, bir an evvel parayı almak, eve gidip deliksiz bir uyku çekmek için sabırsızlanıyordu. Yazıhanenin kapısından boş cüzdanlarını doldurarak çıktılar. Çok yorulmuşlardı, ama değmişti. İnşaatın önünden geçtiler, kamyondan indirdikleri çuvallar ay ışığının altında daha da çok göründü gözlerine. Kulübedeki bekçi, gecenin kim bilir kaçıncı çayını içiyordu. “Hadi bakalım Dursun kardeş, bu işi de bitirdik aldık parayı, söyle bakalım ne yapacaksın aldığın parayla?” Güldü Dursun, Ayşe’yi düşündü. Ayşe’ye alacağı basmadaki çiçeklerin renklerini, al yazmadan taşacak saçlarının gözlerine dökülüşünü, kuyudan su çekerken elbisenin kollarının açıkta bıraktığı incecik bileklerini, geçen yıl üzüm festivalinde düşmek üzereyken tuttuğunda avucunun içindeki elinin sıcaklığını… Dursun’un güldüğünü gören Cingöz sorularına devam etti: “Sevdiğin varsa alırsın bir hediye şehirden.” “Almam mı Recep, hem de en güzelinden alırım.” Mavi Öyküler -

24


Aklında al yazmanın çerçevelediği Ayşe’nin güzel yüzü, kulaklarında Selvi Boylum Al Yazmalım’dan bir replik: “Elini tuttum sıcacıktı, sanki yüreği elimdeymiş gibi.” Islık çalarak karıştı gecenin karanlığına, köyün üzerindeki sis biraz daha koyulaşmıştı…

p

“ÜMİT ÖZGÜRKEN BÜYÜR” “Fikir Adamı” | Dağhan Irak “Tamam kardeşim, bugünlük bu kadar. Başka fikir almıyoruz, yeteri kadar aldık bugün. Hadi kardeşim, yarın denersiniz şansınızı. Yavaş yavaş boşaltalım dükkânı. Hadi canım, bizim de işlerimiz var. Bu işlerin yarını da var, sabah gelirsiniz. Hadi güzel kardeşim.” Fikirleri toplayan adam, kucağı dolu bir şekilde içeri geçmeye hazırlanırken böyle kışkışladı parlak fikir sahiplerini. Dinamoyla çalışan vantilatör fikrinin sahibini dükkândan dışarı itiş kakış yöntemiyle yolcularken, (adamcağız çıkmamak için ayağını kapının kenarına koymuştu) kucağındaki fikirlerden biri yere düştü, cıvaya dönüştü, gri küçük boncuklar olup ışık hızıyla kayıplara karıştı. Böylelikle, ısıya göre renk değiştirerek yoldan geçen araba yoğunluğunu, trafik durumunu ilerideki kilometrelerde haber verecek asfalt fikri yoktu artık. Kırılan fikrin sesi, tezgâhın arkasındaki fikir ustasını irkiltti. Kafasını uzatıp, renkli asfalt fikrinin tuzla buz oluşunu izledi, içinden “Bu herifin sakarlığı yüzünden ziyan olan kaçıncı fikir” diye geçirdi. Daha geçen hafta biri ta Feriköy’den onca yolu tepip “fikir sepeti” fikrini getirmişti, gerçekleşseydi fikirleri düşürüp kırma endişesi olmayacaktı artık, ama sakar kalfa onu da kırıvermişti işte. Bu işe bu kadar inanan başka birini bulsa dakikasında kapının önüne koyacaktı ya, tüm eski zanaatlar gibi fikir işçiliğinin de sonu tükeniyordu. Ve şimdilik, ümit tacirinden yel değirmenleriyle ilgili iki fikir karşılığında aldığı sakar kalfanın, bir gün adam olacağı ümidini besliyordu. Neyse ki boş vaktinde 25

- Mavi Öyküler


bir fikir üretip (Evet fikir işlerken, ham fikir üretmeyi de öğrenmişti, ama yalnızca hobi olarak yapıyordu) bu ümidin fikir artıklarıyla beslenmesini sağlayan bir düzenek icat etmişti. Zaten sakar kalfanın adam olması zayıf bir ümitti, fazla yemiyordu. Fikir kalfası, kucağından başka fikir düşürmemeye dair yoğun fakat nafile bir dikkatle tezgâhın arkasına doğru yaklaştı. Fikirleri ustasının çalışma masasına zor bela bıraktı, o sırada eski aşkların yeni arkadaşlıklar olmasına dair bir fikir masanın kenarına doğru kaydı. Fikir ustası alışkanlıktan gelen bir çeviklikle fikre uzandı, tam yakalayacaktı ki ne olduğunu anladı ve bıraktı. Zaten, demin getiren herifi bırakırken görmüş ve baştan mimlemişti bu fikri, ama işte salak kalfa hevesle atlayıvermişti bu kendisinden bile salak fikrin üstüne. Neyse ki çaktırmadan kırmıştı işte şimdi, kalfa görse onun üzerine atacaktı suçu, lâkin kalfa bunu göremeyecek kadar alıktı, salak olmasının yanı sıra. Fikir ustası çaktırmadan kendi fikirlerinden birini koydu kırılan fikrin yerine. Eski aşkların hiç unutulmaması, insanın kalp yarası kadar insan olması üzerineydi bu fikir. Hınzır hınzır gülümsedi fikir ustası, ara sıra böyle hinlikler yapardı. Fikir rendesinin haznesindeki artıklardan bir avuç alıp beslediği ümidin önüne koydu, ümidin başını okşadı. Zayıf bir ümit olduğunu biliyordu ama tek ümidiydi. Diğer ümitleri ölmüştü hep. Aslında kunduracıydı fikir ustası. Yıllarca fason çalışmış, kazandıklarını bir kenara koymuştu bir gün kendi dükkânına sahip olma hayaliyle. Derken bir gün, bir tanıdığı ucuz yollu bir dükkân bulmuştu ona Kadıköy ile Moda arasında. Çocuk gibi heyecanlanmıştı kundura ustası. Sabahın köründe kalkıp onca zamandır beslediği dükkân sahibi olma ümidiyle beraber Eyüp Sultan’a gitmişti, önce güzelce duasını etmişti, sonra da Çatalca’ya gidip ümidini ormana bırakıp özgürlüğüne kavuşturmuştu. “Ümit özgürken büyür” demişti içinden, ama onun ümidi hep özgür değilken büyümüştü. Neyse, zaten artık önemli değildi. Çatalca’dan Kadıköy’e geçmesi saatler almış, saatler ona günler gibi gelmişti. Vapurda içini bir ümitsizlik kaplamıştı, (Ümidini Mavi Öyküler -

26


ormana bırakmış bulunduğu için) dükkânı tutarken bir aksilik olacağı kuruntusu içini kurcalıyordu. İçinden “Şetaret varken istifhama ne gerek var?” dedi, içinden geçen cümle o kadar eskiydi ki bir tek vapur anladı, keyifle zangırdadı. Vapur tam kundura ustasına Zeyrek’in eski halini hatırlayıp hatırlamadığını soracaktı ki Kadıköy’e geldiler. Vapur kendisi kadar eski birini iki çift laf edemeden kaçırmaktan ötürü sitem dolu öttürdü düdüğünü. Yolcular birbirlerini ezdiler, vapur umursamadı; zaten hiçbiri bilmezdi Zeyrek’in eski halini. Kundura ustası vapurun hasretinden habersiz, kendi özleminin peşinde koşarak gitti Moda’ya. Arkadaşı ve mal sahibi, onu daha evvelden tarif edilen yerde bekliyordu. Bir otobüs durağıydı beklediği yer, tutacakları dükkânın tam önündeydiler arkadaşının söylediğine göre. “Yeni Fikir Durağı” yazıyordu otobüs durağının tabelasında. Gerçekten bir otobüs durağı mıydı, kimse emin değildi; oradan otobüs geçtiğini kimse görmemişti, otobüsler de şahadet edemeyecek kadar meşguldüler. Heyecandan fena halde titriyordu kundura ustası, lacivert kepenkli dükkâna şüpheyle bakıyordu, bakışları birbirini çimdikliyordu inanabilmek için. Eli titreyerek kepenkle aynı renk ceketinin iç cebinden para dolu zarfı çıkardı, kaparoyu verdi mal sahibine. Mal sahibi parasına kavuşmuş olmanın huzuruyla el sıkıştı kunduracıyla, kunduracı arkadaşına sarıldı, o arada niyeyse arkadaşı da mal sahibine sarıldı. Yeni Fikir Durağı’nın altında sarmaş dolaş olan üç tuhaf adamdılar, kundura ustası “Buralar artık bizim muhit, yavaş ol.” dedi kendi kendine, üçlü ve fazlasıyla grekoromen sevinç gösterisinden kendini ayırdı. Mal sahibiyle arkadaşı, kunduracı ustasına anahtarı verip kontratı hazırlamak üzere uzaklaştılar. Artık dükkânıyla baş başaydı kunduracı ustası. Tam kepengi açmak üzere eğilmişti ki önüne gri bir top yuvarlandı. Tam ayağının ucuna gelmişti, herhalde çocuklardan gelmişti, eliyle uzaklaştırmak istedi, ama top gitmedi. Ayağıyla dürttü, top yine uzaklaşmadı. Eline alıp kenara fırlatmak istedi topu, tam o sırada inanmayacaksınız, ama top ona fısıldadı, kafasının içine: “Sen kundurayı filan boş ver, fikir dükkânı yap burayı.” “Hadi canım” deyip topu kendi haline bırakmak istedi ama bırakmak mümkün değildi, takılıp kalmıştı ve parlıyordu: 27

- Mavi Öyküler


“Sen burayı fikir dükkânı yap bak, kundura mundura, bitti bu işler.” “Sen burayı fikir dükkânı yap, tutmazsa hesabını benden sorarsın.” “Adın belli, yerin belli. Yeni Fikir, daha ne olsun, kime sorsan bilir.” “Sana bir de tabela yaptırırız, hem istersen ışıklı bile olur, gece dondurma yemeye gidenler de görür.” Kundura ustası topu atamıyordu, dahası giderek daha da ısınıyor ve parlaklaşıyordu elinde. Topun parlaklığı hoşuna gitmişti, daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu. Ama fikir dükkânı neydi ki? Onu bile bilmiyordu daha. Hayallerini düşündü, kunduraların içinde geçen yıllarını, kendi kunduracısını açmayı ne kadar istediğini. Topu bırakmak için kendini sıktı, avucunu açmaya çalıştı. Kunduracı kendini sıktıkça, top da var gücüyle parlamaya çalışıyordu. Kunduracı kıpkırmızı hale geldikçe, top da güneş parçasına dönüşüyordu. Adamın damarları şişmişti artık, top patlayacak hale gelmişti. İkisi de son bir güçle yüklendiler. O sırada tepeden kocaman gri bir top düştü, durak tabelasının yanındaki ağacın üstünden. Neredeyse bir göktaşı gibiydi bu top, yere temas etmesiyle küçücük parlak zerrelere dönüşmesi bir oldu. Küçük boncukları andıran minik parçaların bir kısmı son hızla Moda’ya aktı, bir kısmı Kadıköy’e kaçtı, kalanlar da Söğütlü çeşme’ye doğru harekete geçtiler. Yeni Fikir Durağı’nda ise o kocaman toptan eser kalmamıştı artık, kunduracı halsiz çöküvermişti elinde gri topuyla yere. Artık, kunduracı dükkânı açmak hiç iyi bir fikir gibi gelmiyordu ona. Dahası fikir gibi gelmiyordu, koca bir boşluk olmuştu, nereye gitmişti bilemiyordu. Kafasında tek fikir kalmıştı: Mavi kepenkli dükkânı fikir dükkânına çevirmek. Kepengi kaldırıp gri topla beraber dükkâna girdiğinde arkasından bir sürü başka gri top içeriye yuvarlandı. Yerdeki topları eline aldıkça, fikrin nasıl işleneceğini, nasıl rendeleneceğini, nasıl cilalanacağını, nasıl saklanacağını öğreniyordu. Bir gecede tüm alet edevatı hazırladı ve ertesi gün tabelasını yaptırıp fikir dükkânını açtı. Dükkâna giren gri toplardan biri, içeriye girip de ona fikir dükkânı açtığı için gülmeyen ilk genç Mavi Öyküler -

28


adamı, ne yapıp edip kendine çırak olarak almasını söyledi; fikir ustası da öyle yaptı. Çırak işini ciddiye alıyordu, yavaş yavaş fikir işlemeyi de öğreniyordu. Kendi başına işlediği ilk fikir, artık çırak değil kalfa olması gerektiği fikri oldu. Fikir ustası bunları düşünüp gülümsedi. İlk gün ayağının ucuna yuvarlanan gri topu çekmecesinden çıkardı. Hafifçe okşayıp, öptü. Top da hafifçe parlayarak yanıt verdi. Bir gün sakar kalfasına armağan edecekti bu topu ancak vakti gelince, şimdi verirse düşürüp kırmasından korkuyordu. Hem kalfası dükkân açma fikrine sahip olursa, onun da yeni bir kalfaya ihtiyacı olacaktı. Daha vakit vardı. Topu tekrar çekmeceye koydu. Tezgâhının üzerini “Allah akıl fikir versin” yazılı etamin örtüsüyle kapadı. Kepengi indirecekken sabah gelenlerin unutup gittiği bir fikri yerde gördü, eline aldı. “Kadıköy’e her inişte yüz gram badem ezmesi almalı insan” diyordu fikir. Çok parlak bir tarafı yoktu ama pekâlâ işe yarardı. Kepengi kapatıp Kadıköy’e yürümeye başladı. “Portakallısından almak lazım, en güzeli onlar” diye düşündü kendi kendine.

p

“ANILARINI DOLDURUYORDU AÇILAN BOŞLUĞA” “Akrep Üzerine Can Sıkıcı Bir Çalışma” | Barış Acar Akrep oradaydı. Ancak henüz değil. Çocuk pencereden başka pencerelere bakıyordu. Anne, mutfakta hızla dolma hazırlıyor, bir yandan da ortalığa saçılmış öteberiyi toparlıyordu. Evin olağan ritminin bu olduğunu bilmeyen biri için eli ayağına dolanmış, zıvanadan çıkmış görünüyordu. Baba, şehirdeydi. Akrep, gerindi. Anne komşuydu. Dertti, tasaydı. Mahallenin içinde bir yerlerdi. Çok yaşamış bir akrabanın pireli kedilerini yadigâr bırakıp (eh, artık hiç de ansızın değil) göçüp gitmesiydi. Anne en çok da buy29

- Mavi Öyküler


du... Akrep oradaydı. Bu kesindi. Kutu gibi evin içinde bir evceğizdi onunkisi. Zehri eğitilmemişti. Ataları ve onların ataları gibi. Sarı, kıvrık, hızlı. Baba, terdi. Boncuk ki ne boncuk. Ter, engel değildi. İki nefes arası bir boşluk. Sarışın. Hesaptı. Defterdi. Akşam sofralarında iki duble. Bir de intizam. Olanaksız. Birbirinin içine aktarılan kaplar. Anne gebeydi. Son kez. Bir sancıydı. Sancılı bir çığlık. Olabilir. Soran gözlerle bakılan geç bir dünyaydı anne. Son bisten önceki son alkış. O demden artakalma. Tam öyle. (Yavaş ve sinsi, akrebin öyküdeki işlevi.) Zehriyle. Akrebim artık simge değil, gerçekti. Onu tanıdığımda, o evin içindeydi. Çocuklarını sırtından indirmemişti. Henüz yarası din-memişti. Sızlanarak bir örümceğin sırtını dişliyordu. Anılarını dolduruyordu açılan boşluğa. Simge değildi. Değildi. Baba da anne de bitkindi. Dans, bıktırarak sürüklüyordu. Bir gün, bir küfür savruldu havada. Gitti şehirden köyü buldu. Bir tabak sofradan sıyırıp kendini yere vurdu. Çocuk anlam aradı. Tavan arasına gözyaşlarını saklayan çocuk bilmeden akrebe sokuldu. Akrep, gözyaşlarını duydu ve çocuğa dokundu. Sancı. Ağladı çocuk. Tüm akrepli öykülerdeki gibi. Anne zehri oydu. Zeytinyağı ve gözyaşı. Tükürdü. Tükürdü. Tükürdü. Tükürdü. Çocuk, yeter, dedi. O gün ölmedi, çocuk. Ölseydi, babayla akrep dansa kalkacaktı ve belki bunca umutsuz bitmeyecekti bu öykü. (Ben de kalkıp, sırtıma almayacaktım bu yükü.) Belki, bir iki tıslayacaktı akreple baba birbirlerine. Belki anne şöyle de diyecekti: “Ye onu!” Belki akrep sımsıkı çocuklarına sarılacaktı. Belki küfür ve tabak yerli yerinde bir süre daha kalacaktı. Mavi Öyküler -

30


Ama değil. Öyle olmadı. Çocuk, tavan arasından indi. Baba, öte şehirlerin birinde yok oldu. Anne boyun kırıp... kedilerle. Akrep oradaydı. Henüz ve hâlâ. Patlayan bir akrebin dadacı öyküsü, can sıkıcı bir simge, dedi öyküsüz öykücü, ölmeden hemen önce.

p

“HAYAT UYANDI ÇÜNKÜ” “Hey-kel” | Deniz Gündoğan Çok soğuk. Bütün uzuvları, kıvrımları. Dondurucu neredeyse. Kalın kaşları, hafif badem gözleri, kalkık burnu. İnce elleri, biçimli kolları, taraklı ayakları. Bembeyaz. Pamukça düşen karlar yutmuş onu. Ve bir insan boyunda duruyor öylece. Tam önünde. Demir atmış bekliyor. Evin içinde, yatak odasının sağ uç köşesinde… Ferforje boy aynasından yansıyan cılız ip ışığında. Yatak çarşafının solgun sarısını dikine kesen ışık altında. Bıyık altından bakıyor. Nereye? Bunu bir tek kadın görebiliyor. Ölgün, sarı çiçekli nevresim takımını aşk diye bir şeyden kudurtan. Çiçek coşturan çarşaflar sonra. Kan kırmızısına kesen; ya da ezilmiş nar taneleri kıvamında. Niçin? Çünkü buz gibi şey önünde işte. Şey. Bir nesne. Aşkın öznesi olmaya özenen; öylesine. Ama olamayan bir türlü. İçinde fokurdayan azgın bir şey varmış gibi. Gibilerden bir hayat. Belki de bir hayal… Sahip olunası, ama hiçbir zaman kendisinin tutamadığı bir şey. Onun bembeyaz bir bedende yeniden görünmesi. Rüyalara rengârenk fırça darbeleri. Kabuslara zifiri bantlar. Ağzına yapıştırılmış suskular. Siyah cam dudaklar. Ama göz. Görüyor. Kaptan. Son seferine çıkmadan önce. Şapkasıyla. Gereğinden fazla mağrur. Kalın kaşları çatık. Kalkık burnu ne güzel. Dudaklarıysa sade bir mermer parçası. Pürüzsüz. Ve öpülesi. Üniforması ve düğmeleri. Kadınına hep kapanan o düğmeleri. Uykuda değil ama. Sonra başkasına açılan belki de… Belki değil aslında. 31

- Mavi Öyküler


Kendiliğinden; hiç düşünmeden. Şık pantolonu; incelikli ütü çizgileri daima. Kadını hiç buruşturamamış o pantolonu. Buruşturduysa da anımsayamıyor. Artık. Çok önce belki de. Gençliğin o ilk dokunuşlarında… Pencerelerden süzülen yağmur damlaları. Hızla giden bir trenden atlamak el ele. Ya da öyle şeyler işte. Anımsamak yakıyor yüreği. Elinde yine piposuyla görmüş ilk onu, mesela. Köşeli çenesini çevreleyen simsiyah sakalının ucundan gülümsüyor. O pipo… Tel sarma işlemeli kahverengi pipo. Minyatür kaptanın piposu da ağzında yine şimdi. Görünmeyen dumanlar her yerde. Bütün oda. Boğulmalarda. Suratı, burnu, ağzı. Yüreğini ince damarları soluyor dumanı. Ciğerleri simsiyah kanatlarla havalanıyor. Kendisi kara bir kadın; karşısındaki aklar içinde bir adam. Oysa, söz vermiş ona… Çok önce… “Merak etme; birkaç hafta sonra gelir alırım heykeli…” Öyle diyor adam. Ama gelmiyor… Gelmiyor kendi heykelini almaya. Öylesine her şeyin farkında çünkü. Kadınını adamıyla baş başa bırakıyor. Bilerek. İnadına. Ve kadın… Narsisizmin azgın köpüklerinde nicedir. Dibe çekiliyor. Kayboluyor giderek. Aslında bıraktı bırakacak adamı. Ama hep bir engel. Hümeyra’nın sesinden “ Kördüğüm”. Her gün. Her gündüz, her gece. Ve gecede uyku. Şeker tadında bir ölüm, her nasılsa. Soğuk ama heykeli yanına aldığı an başında bitiveren o arsız ölüm. Yalnız değil; kimsesiz değil. İnsansız çünkü. Bırakmaya hazır değil çünkü. Bir öpücük daha. Başını da göğsüne koyversin hele. Ay görünmez olsun. Ondan sonra. Adam yok, heykel var… Nasıl… Ve Heykel gecede var… Koynunda. Onu yatağa taşımanın terinde ama onu öpmenin serinliğinde. Ne zaman… Ve Heykel gündüzde yok. Güneş doğduğunda yatağın sağ tarafı boş çünkü. Odanın öteki ucundan bir soğuk günaydın sadece. Kadın kahvaltı tabağındaki böğürtlen reçelinden bir kaşık daha Mavi Öyküler -

32


alırken… Anımsamak yakar yüreği… Son seferine çıkmadan önceki gece gözlerinin önünde şimdi: Bir değil iki kişi olarak geliyor eve adam. İki kaptanı var evin artık; kadının da iki adamı. Ya da kadın öyle sanıyor. Akşam yemeği için bahçedeler. Maço, bahçedeki taş havuzun bir kenarına kıvrılmış uyuyor. Habersiz, telaşsız. Sonra. Taş kesiliyor evren. Girintili çıkıntılı, eğri büğrü koskocaman bir taş. Zaman susuyor. “Gidiyorum ben, Lale… Gidiyorum uzunca uzaklara. Sen gelmedin. Hiçbir zaman. Ben gittim. Gittim ben. Sensizliğe alıştım.” Zaman patlıyor. Her bir parçası etrafa… En sivri uçlusu Lale’ye batıyor. Canı çok acıyor. Çok ama. “Sana bu heykeli bırakıyorum. Bir süreliğine elbette. Ben gidiyorum. Adaya. Su’ya. Merak etme; birkaç hafta sonra gelir alırım heykeli…” Ve Adam, Kadın’ı yaratıyor; şekil veriyor yeniden. Yaratılış efsanesindeki gibi. Cennet bahçesi. Adam, kaburgası değil şimdi. Ama ruhundan bir parça elinde. Oynuyor öylece. Bir oyuncak gibi. Oyun hamuru gibi. Çok önce bir kalp yapmış. Küt küt de küt… Pat pat da pat. Şimdi de kızıl saçlar arasına aklar dolanmış orta yaşlı… gözü de yaşlı… bir oyuncak. Yaratıyor. Burasını kanatayım biraz; biraz da şurasını… Orasını… Düşünüyor Lale şimdi. Anımsamanın yangın yerinden düşüvermiş yeryüzüne artık. Birbirlerine ait ne kadar da farklı anılar aslında. Kadın, “öteki” ne, “ Su” ya karşın… Tek bir hamlede düşüveren bir can. Ezilmiş, çürümüş ama. Adam, yepyeni. Yağmur sonrası toprak kokusu gibi. Sadece saklı kalmış adası için… Gidiyor. Tek yönlü bir bilet. Şimdi kadın ve zihin. Yinelenen oyunlarda; saklambaçta… Yakan topta belki de. Çünkü adamın elinde ağırlığınca bir top nicedir. Çünkü heykelini de gelip almıyor. Besbelli inadına. Her 33

- Mavi Öyküler


şeyi o kadar aydınlığın kucağına bırakıp gidiyor. “Güzel bir yere koyuver bu güzel beyaz adamı, Lale. Bir şey olmasın. Hatta her gün iyice bakıver de toz moz olmasın. Merak etme; birkaç hafta sonra gelir alırım heykeli…” Alay ediyor açıkça. Küstahlığını simsiyah sakalı bile gizleyemiyor. Sonradan burjuvaziliğini de… Motoruna atlayıp gidiveriyor öylece. Gene şarkılar söylemeye devam olsun… Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni… Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni… Gitme gitme, gittiğin yollardan dönülmez geri Gitme gitme, el olursun sevdiğim incitir beni (1) Sonra… Günlük oyalanmaları, çevirileri, yazıları devam olsun. Lale. Yazar Lale. Daha çok içine kaçan bir kadın. Gözlerinde tren yolları. Yüreğinde kuşlar. Bir düşünüyor, iki düşünüyor… Romanları, öykülerin aşkları ve Lale. Görüyor her şeyi orada; ama konuşmuyor. Yalan diye bir şey yok galiba! Anlamaya başlıyor. Ama zamanla… Saniyeler, dakikalar, saatler Günler, aylar, yıllar… Takvim yaprakları birbiri ardına. Lale’nin inandıkları da birbiri ardına… Şeye benziyor bu. Devrim inancına sanki… Sosyalizmin çökmesi. Ve gençliği. Ve geriye. Uğruna direndikleri; kaptanla birlikte… meydanlarda, sokaklarda. Beyoğlu’ndaki o ufacık evde…Çıplak sarı bir ampul ışığında bir gaz sobası eşliğinde. Düşledikleri dünya. Eşit insanlar. Haklar. Daha iyisi için. Pankartlarla, dövizlerle, afişlerle, sloganlarla. Hele o “Mayıs”! Ne kadar gerçek. Ne denli umut. Bir o kadar gözyaşı. Küskünlük aslında. Alandaydılar. Her şeye karşın. Ama şimdi… İnandıkları… Özgürlük… Her şey uçuveriyor. Sadece ürkek bir hayal geriye. Tutsak fena halde şimdi. İnancından, Mavi Öyküler -

34


düşüncesinden ötürü de tutsaktı, otuz yıl öncesi gibi. Ama kaptan vardı o zaman; gerçek bir kaptan hem de. Heykel’i yoktu en azından… O günlerde… Saniyeler, dakikalar, saatler Günler, aylar, yıllar… Ve hayat artık. Görüyor ama hiç mi hiç konuşmuyor… Ve hayat artık. Dinliyor ama ne bir söz ağzından… Ve hayat artık. Bıkıyor bütün bunlardan. Ve hayat yüreğinden, gözlerinden geçerken bir gün: Ayıyor. Her nasılsa. Konuşuyor “Yeter artık. Çünkü sen kayboldun. Geri dönmen imkânsız. Önce gerçeği söyle ve sonra yap istediğini…” Lale de şaşırıyor. Kafası çok ağır çünkü. Yeter artık; hiçbir şey eskisi gibi değil!! Lale’nin birinci çığlığı… Yeter artık; aslında SEN hiç sevmedin ki!! Lale’nin ikinci çığlığı… Çünkü ben kayboldum, geri dönmem imkânsız!! Lale’nin üçüncü çığlığı… Oturduğu yerden kalkıyor. Kalkmayı beceriyor. Daktilosunu kaldırıyor masasının üzerinden. Kaç günlük kim bilir, geceliğini çıkarıyor üzerinden. Mor çiçekli, uçuşan elbisesini geçiriveriyor hemen. Kolsuz ve v yakalı mini bir elbise. Bedeninden utanmıyor bu sefer. Zaman ve yaşam. Biriktirdiklerinden utanmıyor tuhaf bir şekilde. Ve hayat. Her şey böyleyken kalk diye fısıldıyor artık. Ve hayat canına tak etmişken git diyor artık. Duyuyor Lale. Her iki kulağına kaçan Su… Onu tıkamıyor artık. Nedense. Çünkü açılıveriyor birden kulakları… Kirli kopkoyu bir sıvı. Ötedeki denize akıyor öylece. Şimdi telefon rehberine yöneliyor istemsiz. Eski tanıdıklara dair bir iki şey arıyor. Buluyor. İnce dudaklarında çarpık bir gülümseme. Günlerdir taramadığı saçını ellerinin arasına alıyor. Dü35

- Mavi Öyküler


ğümlerini çözmeye başlıyor. Tarıyor… Tarıyor. Tarıyor. Taranmamışlığı. Önce topuz… Eline şöyle bir sarıveriyor upuzunluğu. Ama sonra vazgeçiyor. Nedense. Açık kalsın. Dökülsün. Omzundan aşağıya. Çünkü… … İçinde sıra sıra trenler, yollar geçmiyor. Artık. Son durak. Valiz toplanmalı. Hayat uyandı çünkü. Biraz uzağında upuzun yeşil yollar. Güneşi üstünde tüten ayçiçek tarlaları. Ve hey hayat yine… Önlemler, yasaklar. Hepsi siliniyor ardı ardına. Kendi kendine koyduğu ışıksızlık… Şu uyku hali…Sevgisizliğin boşluğu. Sessizliğin koynu. Tablo boşalıyor giderek… Bahçe kapısından çıkıyor dışarıya. Kaçar gibi Lale. Anahtarını almıyor. Kapıları kilitlemek yok. Kilitler fora! Karşı kıyıdaki Midilli’nin ışıkları yanıyor gözlerinde. Alacakaranlığın ortasında, “dallarda zerdali çiçekleri”(2) ve rüzgâr. Uzunca zamandır gördüğü düş -kâbus. Esinti alıp götürüyor. Uzunca uzağa. Kanadıyla saçlarında huzur, ellerinde nergis kokusu. Lale kokusu. Çünkü “eski bir sevdadır akıntıya karşı”(3) kürek. Eski bir sevdadır eski hayalleri aramak. Ya da her neyse artık… Çözülüyor. Yumuşuyor. Ayakları çilek tarlasında. Yaban çileği kokusu. Yürüyor ardına bakmaksızın. Dilinde bir gençlik şarkısı; “şimdi ben oldum yeniden”(4)… diyerek… Yürüyor. Omzunda küçük bir çanta. Heybemsi. Kasabaya iniyor ağır adımlarla. Oradan da… Kübalı bir grup gelmiş. Çok iyi jazz-latin çalıyorlarmış. Eğlenceli olurmuş. Öyle söylendi telefonda. Kasabadan biraz daha uzakta şimdi Lale. Arnavut kaldırımlı sokağı çoktan geride bırakıyor. Bir tarafında kavun tarlası bir tarafı beton sahil kent. Minibüs bekliyor. Ne kadar uzun zaman oluyor bir araca binmeyeli, pencere kenarına oturmayalı. Camı açmayalı. Aracın hızıyla… rüzgârda saçları dağılmayalı. Hepsi oluveriyor şimdi. Minibüs şoförüyle bile… sohbet ediyor. Oysa ne kadar olmuştu… İçine kaçalı. Şimdiyse… Neredeyse vahşi bir şeyler çıkıyor içinden, açık camlardan. Dışarıya kaçıp giden… Sadece giden… Keşfi aleme doğru. Gecikmiş de olsa… Mavi Öyküler -

36


Bazen eski defterleri açmaz mısın ya da sadece kapamaz mısın? Bir kitap kapağını kapar gibi… Bir pencereyi rüzgârdan kaçırır gibi… Ya da rüzgârı pencereden… Öylesine sade. Sorgulamanın yaprakları dökülüyor çünkü. Çıplak bir ağaç geriye. Yerde kurumuş, içine büzüşmüş yürekler. Sarmal ölgün ruhlar… Kapanan defterde hepsi şimdi. Defterse… Bir yangın yeri… Küllerinden doğamayacak kadar… Yepyeni Lale kabuk atmışlığın hazzında; duru şaşkınlığın keyfinde; tıpası açılan kulaklarının sesinde; yaban çileği kokan yüreğinin sarhoşluğunda. Ameliyattan yeni çıkmış sanki. Heykel? Bahçe kapısından çıkmadan önce duraladı… Ne dersin şimdi buna hayat? Ne dersin ha? Hayatın her duruma hakkı var mıydı? Bodrum katında olmalıydı. Bütün alet edevatların içinde. Aklına ilk gelen o oldu nedense… Sonra… Bembeyaz parçalar… Evin her köşesinde…Bir el, bir kol… Bir pipo… Bir bacak, bir ayak… Nicedir suskun balyoz da dayanamamış açmış ağzını artık. Bir burun, bir kulak… Yerlerde sürünen şapka kırıkları… Mağrur kırıklar… Tuzla buz olmuş dudaklar… Mühürlü dudaklar… Geriye… Mermer toz parçacıkları… Sadece… Hey-kel… İçimdeki sulara İçimdeki sazlıklara İçimdeki bataklıklara Seni bırakıyorum(5) Bırakıyor… Öylece… Başka bir ben’e… Huzurla… İnce dudaklarında hafif… haylaz… bir… gülümseme… Dipnot: (1) 1980 , Ezginin Günlüğü 37

- Mavi Öyküler


, Ezginin Günlüğü , Ezginin Günlüğü (4) İlk Aşk , Ezginin Günlüğü (5) Seni Bırakıyorum , Lale Müldür (2) Zerdaliler

(3) Akıntıya Karşı

p

“BU CEHENNEMDEN UZAK HER YERE” “Hayat Bir Karşı Duruştur” | Leyla Süslü “Ahhh!” diye inleyerek geceyi tamamlıyor Mehmet. Tabii bunu bir orgazm sigarasıyla da kutlaması gerekiyor. Zaman kaybetmiyor. Bir sigara yakıyor. Dumanı bir süre odada dalga dalga yayılıyor. Yandan yüzüne bakıyorum. Siyah saçları dağınık, kocaman ela gözleri yarı kapalı ve uzak. Bir aykırılık gibi duran dudağının kenarındaki siyah beni anlamını yitiriyor. Bu kadar yakınımda olan bir insanın aramızda kilometreler varmışçasına uzak oluşuna artık şaşmıyorum. Yatak benim için küçülüyor, ufacık kalıyor. Kafamı yastığa gömüyorum. Birden huzursuzlanıyorum. Tüm seviştiğim erkekler geçiyor aklımdan. Yatak kalabalıklaşıyor. Kalabalık arttıkça ıssız bir yalnızlık sarmalıyor tüm ruhumu. Üşüyorum. Yaz sıcağında yorgana sarılıyorum. Kaçıp gitme isteği depreşiyor en derinlerde. “Gitsem iyi olacak Mehmet,” diyorum yorgun bir sesle. “Nereye?” “Evime.” “Saçmalama saat gecenin dördü. Sabah gidersin.” İçimdeki bunaltı artıyor. “Hayır, gitmeliyim.” Yataktan fırlıyorum. Mehmet kolumdan yakalıyor. “Lütfen gitme!” Bir an kendimi çok yorgun ve berbat hissediyorum. Yatağa kendimi bırakıyorum. Kötü bir uçuştan sonra yapılabilecek en güzel şeyi yapıyorum. Sırtımı dönüp uyuma durumuna geçiyorum. Koyun sayıyorum. Çitlerden atlatıyorum. Bir tanesi yanımda uyuyor; ama nedense onu saymadan diğerlerine geçiyorum. Dokunmayı bile bilmeyen bir adamla günü sadece felsefe yaparak Mavi Öyküler -

38


geçirmek sanırım kâbusların büyüğü olurdu. İnsanın hani o ağır felsefelerden sonra şöyle gevşeyip öğrendiklerini sindirmesi gerekmez mi? Otuz yedi yaşına gelmiş bir adama, bir kadına nasıl dokunması gerektiğini mi öğretmeliyim? “Hayır, hayır. Buna ne enerjim ne de tahammülüm var.” “Umarım, beklenen soruyu sormaz da bu gece daha fazla uzamaz,” dememe kalmıyor… “Nasıldı?” diyerek bu en saçma soruyu soruyor. “Sevişmeye başlarken gözlerini açsaydın benim donuk bir bakışla yüzüne baktığımı ve sıkıldığımı anlayabilirdin. Hatta ben başladık diye düşündüğüm an her şey olup bitmişti. İtiraz hakkım bile doğmamıştı,” diyesim geliyor. Yoksa çoğu kadın gibi “Harikaydın canım” diyerek Mehmet’in bir yalanla yaşamasına izin mi vermeliydim?. Ya da ona aslında şişme bir kadınla da hayatına devam edebileceğini söylemeli miyim? Üçünün de risk unsurları taşıdığına kanaat getirip uyuyormuş pozu takınıyorum kısa bir süre. “Uyudun mu?” diyor alacağı cevaptan ikirciklenmiş. “Açıklık en güzel şeydir yavrum,” diyen arkadaşım, sırdaşım profesör beliriyor zihnimde. “Şimdi olmaz profesör!” deyip kestirip atıyorum. “Hayır hayır en iyisi uyumaya devam etmek.” Mehmet yatakta bir o yana bir bu yana dönüyor. Dayanamıyor. “Uyudun mu?” diye sorusunu yineliyor. Duymak istediği cevabı bekliyor. Bense inatla sessizliğimi koruyorum. Odama kilitliyorum kendimi.Derin bir nefes alıyorum. Profesör beni dürtüyor. “Açıklık,” diye fısıldıyor. Hiç susmuyor. Boğulur gibi oluyorum. Bunaltıyla birden yataktan fırlıyorum… “Berbattı Mehmet!” “Asıl sen berbattın!” Mehmet’in ana kelimeye eklediği ‘n’ harfi söyleyecek bir cümle bırakmıyor bana. Bomboş bir bakışla uzaklara bakıyorum. Mehmet sinirle giyinip odadan çıkıyor. “Ah profesör ah! Açıklık bu zamanda sen bilmezsin ne ağır bir yük oldu.” 39

- Mavi Öyküler


Mehmet testosteron krizi bitince odaya giriyor. Yanıma sessizce süzülüyor ve sırtını dönüp uyuyor. Sabahın köründe kapı ziliyle uyanıyoruz. Kapıya cep telefonu eşlik ediyor. Ardından ev telefonu zırlıyor. Bir an beliren zil sesleriyle delirecek gibi oluyorum. Mehmet yataktan ok gibi fırlıyor. Rengi benzi atmış bir o yana bir bu yana telaşla koşturuyor. Bense şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. “Eyvah karım!” diyor. “Neeeeee, senin bir karın mı var?” “Sana anlatacaktım, biz ayrı yaşıyoruz. Şimdi bunları bırak. Kapı açılmadan buradan gitmen gerek,” diyor. Ve böylece tepemden aşağı bir kazan kaynar su iniyor. Mehmet’i orada tekmeleyerek öldürmek istiyorum. Profesör beni durduruyor. “Şimdi bunların sırası değil. Buradan çıkman gerek!” diyor. “Yani kaçmam lazım. Kaçacak ne yaptım ki profesör?” diyorum öfkeyle. Öfkenin ardından içimi bir utanç dalgası sarıyor. Utancın bedenimde adım adım yayılışını izliyorum.Yüzüm kızarıyor. Kalp atışlarım hızlanıyor. Yere çöküyorum. Ellerim başımda ne yapacağımı düşünüyorum. Bir dakikalık sürede aklımdan neler neler geçiyor. Profesör tepemde dikilmiş bana bakıyor. “Bu utanç sana ait değil, sahiplenme” diyor bağırarak. Profesörün sesiyle fırlıyorum. Hızla giysilerimi giyiniyorum. Mehmet çoktan giyinmiş çaresiz odada dört dönüyor. Kadın sinir krizleri içinde bağırıyor. “Aç kapıyı Mehmet! Yoksa çilingir çağıracağım.” Şimdi kadına desem ki, “Bayan, inanın ben de bilmiyordum. Bu adi adam beni de bir aydır ayakta uyutuyor.” İnanır mı? Kıskançlık krizine girmiş bir kadın neler yapmazdı ki? Tüm zil sesleri ısrarlarını sürdürüyor. “Aç kapıyı, içerde biri olduğunu biliyorum,” diyor kadın. Kadın bağırdıkça Mehmet korku ile titriyor. Yatağa oturmuş Mehmet’in saçmalayarak geçirdiği dakikaları izliyorum. “Gidip o kapıyı açması gerektiğini bal gibi biliyor. Sadece yaşam süresini artırmaya çalışıyor. Oysa, Mehmet zaten ölmüş.” Mavi Öyküler -

40


Odanın arka tarafındaki bahçeye gözünü dikiyor. Yaklaşık 2.30 metrelik çit alanına bir süre baktıktan sonra bana dönüyor. “Oradan çıkabilir misin?”diyor kararsız bir sesle. Şaşkınlıkla ve acıyarak Mehmet’e bakıyorum. “Doğrusu tırmanmam gerektiğinde sanırım tırmanabilirim ama bu durumda bunu kesinlikle denemeyeceğim bile. Şimdi gidip karına kapıyı aç!” diyorum biraz da akıl sağlığından şüphe ederek. “Tamam, onu salona alacağım. Sen de kapıdan hızla çık,” diyor karar vermenin rahatlığı ile. Kadın kapıyı tekmeliyor. “Hazır mısın?” diyor Mehmet. Sessiz kalmayı yeğliyorum. Mehmet kapıyı açıyor. Karısını zar zor salona alıyor. Ben de ok gibi fırlıyorum. İçerden yüksek bir gürültü yayılıyor sokağa. Sabahın erken saatlerinde bir sinir krizinin eşiğinden dönmenin tek çaresi gözlerimi kapatıp kendimi bir boşluğa salmak ve koşmak. Çocukken gözlerimi kapatıp rüzgâra karşı koştuğum günlerdeki coşkudan uzak bu dürtü gece kadar karanlık. Nereye koştuğumun ayrımında değilim. Sokakta beliren birkaç insanın garip bakışları karşısında hızımı kesiyorum. Bir an elimdeki ayakkabılarımı fark ediyorum. Ayakkabılarımı giyiniyorum. Issız sokakta beliren taksilerden birine biniyorum. Terden sırılsıklam ve kireç gibi yüzümü gören taksici, “İyi misiniz hanımefendi?” diyor. “İyiyim, teşekkür ederim,” diyorum ağlamaklı bir ses tonuyla. “Nereye hanımefendi!” diyor. “Bu cehennemden uzak her yere.” Taksici şaşkın bana bakıyor. “Şişli.” Kafamı koltuğa dayıyorum.Yaşadıklarımı düşünüyorum. “Geçti,” diyor profesör. Sırtımı sıvazlıyor. “Nasıl anlayamadım profesör? Nasıl göremedim?” diyorum kendi kendime kızarak. “Bilemezdin,” diyor şefkatle.” “Söylesene profesör. Kelimeler bu kadar boşalmış, zihinler bu kadar kirlenmişken ben nasıl yaşayacağım? Terk mi etmeli her 41

- Mavi Öyküler


şeyi? Dilsiz bir münzevi mi olmalı insan?” “Asla! Bu hayattır, neyin nerden çıkacağını tahmin edemediğin. Önemli olan hayata karşı duruşundur,” diyor profesör. “Evet, haklısın…” “Çok haklısın, tut beni profesörrrrrrrrrr!”

p

“DÜNYA YENİDEN BAŞLASIN OYUNLARINA…” “Sabah Yıldızı” | Mine Türkmen Omzuma değdi babam. Ağır, kalınlaşmış parmaklarını bir arada tutan o iri eliyle değdi ve “Git” dedi… “hadi git, ara bul içinde hissettiklerini. Bundan sonra ben dahil kimse tutmayacak seni, ayağına dolaşan olmayacak hiç, sakın korkma. Sezgilerinin çağrısını dinle, sana mırıldandıkları ezgilere bırak kendini. Bulacağın, aradığın olsun. Sen bir Akdenizlisin, uzak kaldıkça yurdundan anlıyorum ki yaşayamıyor, hatta ölüyorsun.” Boğazın geri tepelerinden birinden yükselen evimizin, denize bakan balkonunda yüzüme rüzgâr değiyordu. Bana bilmediğim bir şeyleri hatırlatıyordu da ben hatırlamak istediklerimi henüz bilmiyordum. Deniz durmadan fısıldıyordu kulağıma, kokusunu takıyordu rüzgârın koluna, beni istiyordu. Gözlerimi ufuktan hiç alamıyordum. Son zamanlarda sabahın ilk ışıklarıyla dikildiğim balkondan ancak uykuya teslim olunca ayrılır olmuştum. Yemeden içmeden kesilmiştim. Bedenim kuruyor, kabuklaşıyordu. Babam çok haklıydı, çağrılar duyumsuyor anlamıyor; yaşayamıyor ölüyordum. Hatırlayıverdim. Bu günlerin sonuncusunda, babam beni saldı ya, içim aydınlandı adeta. Ellerine sarıldım, öpeyim diye. Avuçlarına buladım yüzümü, sularda yüzümü yıkar gibi. Ellerinden bilindik bir koku çarptı yüzüme; babamın ve o bilinmez hayatının güzelim kokusu. Mavi Öyküler -

42


Ertesi gün balıkçıların denize ağlarını attığı vakitte başlayacaktım yolculuğa. Nereye, hangi yolla gideceğimi hiç düşünmedim. Günlük yığıntılardan salıverilmiştim ya; denize, göğe, ufka doğru yay gibi gerilip atılacaktım. Gerisi hiç önemli değildi. Bir yıldıza tutunacaktım geceden, sabah aydınlığında konacaktım yere yeniden. Henüz yola koyulmadan, bir damla gezinmeye başlamıştı bile bedenimde. Şifa niyetine ayaklarımın amansız, acılı nasırlarını yumuşattı, ellerimin kurumaktan kabuk tutan derisini suladı. Bedenim bir yeni doğan çığlığı ile merhaba diyordu, badem çiçeğine duruyordu dallarıyla, doğayı uyandırıyordu. Müjdeler olsundu, müjdeler; kalın duvarlar, dipsiz kuyular son buluyordu. Ardından, bedenimi dal bilen çiçeklerin beyazlığı feraha boyadı her yeri. İstanbul’dan nasıl geldim, yolda neler oldu hiç hatırlamıyorum. Adeta bir havai fişek gibi atıldım semaya, bin bir parçaya bölündüm. Bir yanım ufka battı, bir diğeri sarıya mora boyandı, bir yıldız olup soldu ve küllerini serpti dünyaya. Geçmişimi işte böyle geride bıraktım. Fişek coşkusunun koru geçti semadan bu yana. Usulca dokundu da gözümü açtım, sade ve tek ben olarak. Ayağımı bir uzattım, okyanusun lacivert suları kıyı başına sokuluverdi. Kalktım etrafa baktım, gri, koca taşlar, üzerlerinden denize özlemle eğilen dikenli çamlar, arkamda masmavi bir mağara, içinde denizden bir yatak… Ardımda bıraktığım hayatta yaşayamıyor olsam da bir türlü, orada ölüp burada doğmuş olmalı ya da denize uzaktan bakan balkonlu beyaz evi gördüğüm rüyamdan az önce uyanmış olmalıydım. Ellerim denizi kesen yüksek ve dik taşlarda gezindi, hepsiyle tanıştım adeta. Heyecanlı bir merakla ilk defa baktım her şeye. Alışık olmadığım onca güzellik içinde yürümekten yorgun düştüğüm bir anda buğday renkli kumlar sardı ayaklarımı, bıraktım kendimi sıcaklıklarına. Güneşten bir tutam aldı, sarmaladı beni, ince kum yatağımda, denizi ağarttı, rengini beyaza çaldı. Fora fora şımardığım oracıkta gün geceye düşünce ağzından geldiğim, mavi mağaraya döndüm. Geceyi denizden yatakta geçirecektim. Başımı, mağaradan içeri sokar sokmaz, sevimli bir saksağan, 43

- Mavi Öyküler


yere eğilerek selamladı beni. “Sen” dedi “Zaten burada doğdun ya, ondan yaşayamadın uzaklarda. Burada doğan buradan ayrılamaz. Beden değdi ya bir kere altın kumlara, serin sulara, unutmak mümkün olamaz.” “Burası neresi ki, annem beni bu ıssızlıkta nasıl doğurabildi?” diyecek oldum, bir sinir fırtınasına patladı saksağan. Ağzıma geri tıkıldı laflar; “Hiç, hiç… hiç sorulmaz zamansız sorular. Acele etme, cevaplar varsa seni nasıl olsa bulacaklar. Sen iyisi mi keyfine bak, ister dön dolaş, ister yat uyu. Biz sabah seni şarkılarımızla uyandırırız.” Mağaradaki deniz yatağı, kuş tüyünden de yumuşaktı. Yine de içim mağarada yatmaya elvermiyordu. Dışarıda yıldızlar örtecekti beni, sere serpe uyurken bana göz kırpacaklardı. Dışarı çıkıp adanın yakut yeşili taşlarından birkaçını sürttüm birbirine. Bir anda koca bir alev çıktı. Bu sefer alev eğildi önümde, selamladı beni. “Hoş geldin ey Mişa, hoş geldin yuvana, Hepa’dan selam getirdim sana bu geceni kutlu kılmaya. Sabah gözlerine ilk doğacak olan akşamdan kalma sabah yıldızı olacak, kim bilir ne rüyalar göreceksin, uçsuz bucaksız Samanyolu’nun altında. Tan vaktine kadar başında durup, etrafını aydınlatacağım ben burada.” Küçücük yuvasından doğan, görkemli ateşin güzelliğine hemen şarkılar düzmeye başladı ağustos böcekleri, bir telaş onu güneş sanarak. Ateş güneşe benzetilmekten pek bir keyiflendi, kendini meltemin ahengine teslim etti, kıvılcımlarını yıldızlara saldı… Üç yanı yüksek kayalıklarla bentlenmiş, şu birkaç adımlık kumsalda, çamlar denize eğilip yüzlerini yıkıyorlar, hüzünlendilerse iğnelerini denizin, lacivert sularına bırakıyorlardı. Denizse gümüş aynaya özenmişti iyice, tüm yıldızlar bir de ay üzerinden parlasın diye. Her şey o kadar güzeldi ki, o gece gözlerimi kapayıp uyumaya kıyamıyordum. Denize uzaktan bakmaya dayanamadım da, birden kalkıp koşuverdim bağrına. Bedenimi serin sularına bırakıverdim, üzeri gümüş kaplı deniz gökle sanki bütündü. Suların içinde denize sarıldım durdum, yeni doğmuş bebeğin annesine Mavi Öyküler -

44


sarılışı kadar candan. Öylece sarındım, sarmalandım, denizin ortasında kundağa alındım. Bir o yana bir bu yana yüzüyordum, denize o günün bütün heyecanlarını döküyor, denizin içinde sek sek oynuyordum. Bir an, dipten bir ışık parladı sonra sönüverdi derhal. O ki içime derinlerden bir çağrı bırakmış oldu çoktan. Derin bir nefes aldım, dalabildiğim kadar diplere dalacaktım. Güneşin üzerinden kayalı beri, sularını bir hayli serinleten denizin karanlık dipleri, her kol çırpışımda daha bir serinletiyor, tenimi çimdikliyordu. Suyun içinde gözlerimi açtım. Gözümün önünde bir çift göz belirdi. Öylesine sonsuz, öylesine büyülü, en derin okyanuslardan da derin, billur ve lacivert gözler… Babamın okyanus gözleri geldi aklıma ya, bu onlardan kat be kat güzeldi. İnsanın kanını dondurup, etrafını ışıldatan ışık enginiydi. Bir an sonra denizin dibi, karanlığına geri döndü. Kalbimin heyecandan deliye dönüşü kaldı bir tek bana, yoksa derinlikten sarhoş oldum da hayal gördüm sanacaktım. Mağara önündeki ateşin başına döndüm, o aynı güzellikte gökyüzüne kıvılcımlarını hediye etmeye devam ediyordu. Üstelik hiçbir şeyi kor etmeden, hiçbir şeyi küle döndürmeden, öylece taşların arasından yanıp duruyordu. Etrafında dönüp duran birkaç ateş böceği, kendi arkasını aydınlatarak karanlığı kırmızıya boyuyordu. Bedenim o garip yüzüşün yorgunluğu ile ağırlaşıyor, göz kapaklarım kapanıyor ve sanki açılmak istemiyorlardı. Binlerce yıldır, bir yandan gece, öte yandan da gündüz tutulup gökte birleştiriliyordu, şafakta. Ancak bu defa, ateşin dediği gibi, akşamdan kalma sabah yıldızı duruyordu bir tek gökyüzünde, diğerleri çoktan karanlık tarafa geçmişti. Sabah ışımaya koyulmuştu. Sulara gömülü kalmış taşların arasından ağır ağır atılan adımların sesleri geliyordu kulağıma. Sanki denizin içinde deniz yürüyordu. İyice baktım sesin geldiği yere. Bir kadın gördüm, saçları bedenince uzayıp denize varan, ayakları deniz olan. Bedeni su gibi şeffaf. Bu tuhaf durum karşısında ürpertimi duyar duymaz bana çevirdi, su gibi aziz bedeneni. Gözleri bana yine o heyecanı verdi. Hayran olduğum okyanus lacivert gözler yine karşımdaydı. 45

- Mavi Öyküler


“Doğru” dedi pamuktan yumuşak, ipekten kaygan sesiyle, “dün akşam göz göze gelmiştik seninle.” Nutkum tutulmuştu, kalbim yerinde duramıyordu. “Şaşırma o kadar. Gördüğündür karşında olan; ben denizim, deniz bendendir. Önüm ardım yoktur benim. Bir yerden gelmemiş, bir yere gitmeyenlerdenim. Ben Tetis’im… Bu kayalık, senin doğduğun gibi çalındığın evin. Kimseleri annen yerine koyamayışın; bilinmeyenin yakanı hiç bırakmayan sevgisi hep bundandır. Ah, insanlar hâlâ ne hatalı…” “Bu mümkün değil ki!” diye haykırdım. Su insan bedenine bürünmüş, bir de dile gelmiş konuşmuş, mümkün mü hiç? Pek şaşırmadı Tetis isyanıma. “Bir yıldız gibi kayarak, buraya düştüğüne, mağarada seninle konuşan saksağana inandın da şimdi nedir bu kadar inanılmaz olan? Karanlık seni tüm diğer insanlar gibi zapt etmiş olabilir mi? İnanamam buna. İnsanlar binlerce yıldır hayal etmeyi bıraktı. Sonrasında Olimpos’ta şenlikler sustu, insanlar tanrılara sırtını döndü. Tanrılar da dünyadan el ayak çektiler zamanla. O esnada belki bilemedi insanoğlu, asıl küstüğünün kendi hayalleri olduğunu. Bir daha hiçbir ölümlü dans edemedi tanrısıyla. Yeryüzü koca bir hayal kapanına dönüştü zamanla. Şimdi hayallerin yok oluşundan, hayatın bunca kararmışlığından sonra, dökülen gözyaşları ne fayda… Dünyayı ve insanlarını yeniden yunacak olan hayaller ve masallar. Ne dersin artık sizlerden çok mu uzaklarda tüm bunlar? İsterim ki, bundan sonra sen bir masal anlat insanlara, onlara eski hayallerini hatırlatan. Çünkü sen Akdeniz’in oğlusun. Babanın gözlerindeki lacivert, ona benden kaldı. Anlat insanlara, yarı tanrılık ödünç alınabilir tanrılardan. Öyle güzel anlat ki, sana göz değdiren, insanlığın bin yıllık efsanelerini hatırlasın. Kendi içinde bilip de unuttuğuna yeniden kavuşsun. Böylece tanrılar Olimpos’a geri dönsün, şenlik ateşleri yeniden yanar olsun, dünya yeniden başlasın oyunlarına…” Tetis yüzümü elleriyle kavradı. Bana dokunduğu anda bedenim toprağa kök saldı, ayaklarım yeşerdi altımda. Bedenim kabuk bağladı. Sağ tarafım badem, sol tarafım erik çiçeklerine bürünMavi Öyküler -

46


dü. Bir yanımı beyaz, bir yanımı pembe kelebekler boyadı. Bin yıllık bir ağaç olup kök saldım, denizden yükselen kayaların yamacına. Ama ne benzersiz bir ağaç! Sonrasında sandallarla geldi insanlar, kurdele bağladılar dallarıma, karşımda saatlerce oturup hayran kaldılar badem ve erik çiçeklerinin tek gövdedeki birlikteliğine. Tetis’in dediği gibi bir göz değdiren dallarıma, hayallere daldı karşımda. Yeryüzünde daha önce karşılaşmadıkları güzellikleri gördüler, kalplerinden yol alan hayallerinde. İçleri yumuşadı, kalpleri sevgiyi hatırladı. Çünkü yeni yeni görüyor olsalar da, güzellik her zaman sevgiyi hatırlatırdı. Onlar karşımda hayallere daldıkça ben köklerimi daha bir toprağa, dallarımı daha bir yukarılara saldım. Ve gün geçtikçe daha bir güzelleştim. Ne de olsa biliyordum ki, hayallerine geri döndükçe insanlar, hayat yunulmaya yeniden başlayacak ve dünya elbet bir gün yeniden güzel bir yer olacak.

p

“ZAMAN BİR OLASILIKLAR ZİNCİRİYDİ” “Saatler: Zaman Üzerine” | Erinç Büyükaşık Saat ikiyi çoktan geçti. Kol saatindeki akrep ve yelkovandaydı aralıksız gözleri. Evin içindeki bekleyişi sırasında masa saati, duvar saati ve kol saati arasındaki amansız rekabete şaşkınlıkla bakıyordu. Her biri ayrı zamanı gösteriyordu, her birinde akrep ve yelkovan başka bir yönü takip ediyordu. Günlerdir vazgeçemediği bu zaman oyununda işin tadını kaçırmış, ansiklopedilerde, odasında kitaplığının yanında üst üste yığılmış bilim dergilerinde insanlığın zamana dair öyküsünü de araştırmaya başlamıştı. Köstekli saatler, eski güneş saatleri, büyük duvar saatleri, meydanlara adeta kendi hükmünü ilan eden anıtsal saatler… Her birinin fotoğraflarıyla meşguldü kafası bugünlerde. Neden zamanı bilmek zorundaydı insan? Saatin iki olduğunu bilmeseydi ne değişecekti insanlık adına? Hangimiz biliyorduk yazının, ateşin hangi saatte bulunduğunu insanlık tarihinde? Dolabına iliştirdiği yazıdaki altı çizili şu sözleri yeniden okumak 47

- Mavi Öyküler


istedi: “…Yani zaman akışı sürekli bir akış değil kesikli/titreşimli bir akıştır. Her bir AN bir dalga vuruşunu ifade eder. Aslında zaman’ın fizik yapısıyla ışık enerjisinin fizik yapısı arasında doğrudan benzer bir ilişki vardır. Bu gibi zaman akımının kendisi de hem dört boyutlu bir bakış açısında kendi içinde kesiksiz bir bütünlüktür hem de üçboyutlu bir bakış açısı içerisinde parçacıklı/kesikli bir akıştır. Bu durum ışığın bir parçacık akımı mı yoksa sürekli bir dalga akımı mı olduğu sorusuyla benzer bir tartışma sorusudur. Hatta aynı meselenin bir diğer şeklidir desek de yanlış olmaz. Çünkü zaman akımı ışık enerjisiyle fiziksel ve matematiksel bir bağa sahiptir. Hareket, zaman ve mekân içinde tanımlanır. Zaman ise, mekânı (uzayda bir noktayı) temsil eden enerji dalgasının dördüncü boyut çizgisi boyunca yer alan önceki ve sonraki salınım değerlerinin bir toplamıdır. Geçmiş - gelecek ve şimdi olmak üzere üç zaman dalgası vardır.” Gelmemişti. Söz verdiği saatte kapısını çalmamıştı. Saatlerdir gözleri her biri birbirinden bir iki dakika farklı olan odadaki saatlerdeydi: masa saati, duvar saati, kol saati… Tik tak sesleri arasında odada bir uçtan bir uca yürüyordu. Televizyonu açıp oradan da saati kontrol etmek istedi. Sonuçta o saatin daha güvenilir olduğu kesindi. Okuduğu kitaplarda yazılanları düşündü zamana dair. Göreliydi zaman, insan algısı zamanı bir koşturmacanın parçası kılmıştı. Sinemalar belli saatlerde gösterim yapardı, tiyatrolar belli, okullar belli saatlerde öğrencilere kapısını açardı. Saat sekiz oldu mu sınıflarda çantalı kalabalıklar kitaplarını, defterlerini sıralara yerleştirirdi. Zaman bir olasılıklar zinciriydi, yaşamlarımızın sınırlarını çizen saniye, dakika ve saliseler… Sabah saat yedide başlıyordu uyanma serüveni. Çalar saatinin acı sesiyle uyanıp apar topar giyinir, çapaklanmış gözlerine aynada bakıp, alelacele yüzünü yıkar, kentin koşturmacasına hazır ederdi kendisini. Saat 7.15’te giyinmeye başlardı. Gömleği, kravatı, pantolonu isteksizce kalkardı yerinden kendi çabasıyla. İşe varışı 7.58’i bulurdu çoğu kez. Bir çay, sigara içip güne hazırlanmanın sancılı serüvenine alıştırırdı kendisini. Saat 7.50’de geçerdi onu işine götüren otobüs. Dakika şaşmazdı adeta. Durağa Mavi Öyküler -

48


vardığında saat 7.52 ise, anlardı kaçırdığını, saatte bir geçen bu otobüsü. Bir an ansiklopedilerde sıkça karşılaştığı “kozmik zaman”la kol saatindeki zamanın arasındaki kopmaz bağları düşündü. Uzayda küçük bir nokta olmanın dayanılmaz ezikliğiyle bu milyonluk kentin içindeki bir tek olmanın ezikliği arasında da kopmaz bağlar olmalıydı. Tekrarlayan hareketleri kontrol altına alma isteğiyle yaratılmış bir olguydu zaman. Saatlere yerleştirilmiş mekanizmalar akrep ve yelkovanın birbirini izleyişini belirliyordu. Eski saatlerdeki sistemle yeni saatler arasındaki büyük benzeşimi kavrıyordu o an. Eski zaman insanıyla uzayı fethetmiş insan arasındaki bitmeyen bir süreklilikti adeta bu saatler. Okuduğu kitaplardaki insanın zamanda yolculuk tasavvurunu tasarladı zihninde bir an. Noktalara inanmaz olmuştu yaşamında. Mutlaka virgüllere yer olmalıydı her biten tümcenin ardından. “Otobüs durağına doğru yürüdü virgül saatine baktı virgül havada yağmur hafif hafif atıştırıyordu virgül daha gelmemişti otobüs virgül her zaman beraber yolculuk yaptığı bir iki lise öğrencisi de yeni uyanmış olmanın bezginliğiyle bekliyordu durakta virgül” Noktalara belirlediği göreliliği yadsımak olurdu. Zaman bir olasılıktı. Beklenilmeyenin beklenilenle çatışması veya uzlaşmasıydı belki de. Otobüse bindiğinde arka koltuklarda oturan fötr şapkalı yaşlı adamı uzun süredir Galatasaray’daki uğrak mekânı olan sahaflarda gördüğünü fark etti. Neredeyse her hafta sonu kitapların ilk baskılarını bulmak isteğiyle uğrar olmuştu sahafa. Bu yaşlı adamın da eski gazeteleri sahaftan uygun fiyata aldığını görmüştü: 50, 60, 70’lerin Vakit, Akşam, Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinin yaprakları sararmış baskılarını bir poşete özenle yerleştirir, zaten her an parçalanmaya hazır sararmış yapraklarına zarar gelmesin diye uğraşırdı. O Kırmızı ve Siyah’ın 1940 baskısına ulaşmanın keyfini yaşadığı sırada dükkândan çoktan çıkma hazırlığındaydı. Birkaç defa bu dükkânda göz göze geldikleri, hatta tanışık gibi yaşlı adamın içten selamıyla karşılaştığı oluyordu. Yine de otobüse bindiğinde tanımamazlıktan gelmişti bu yaşlı adamı. Bu adamın ineceği durağa gelmeden kendi zaman dilimine nokta koymasını da ummamıştı. Yaşlı adam saat 7.57’de 49

- Mavi Öyküler


durağa yaklaştığında adam anlayamadığı bir sancıyla yere yığılıvermişti. Otobüsteki kalabalık otobüs durağa yaklaştığında korkuyla adamın başında toplanmıştı. Nefes almadığını fark ettiklerinde otobüsteki birkaç kişi çoktan “Allah taksiratını affetsin” diyerek bu kaçınılmaz ölümü onaylamıştı. Ölü bedendeki solgun ifade, kırlaşmış saçları, çökmüz göz altlarına rağmen gözlerindeki ışııltılı ifadeyi anlamaya çalıştı kaçamak bakışları arasında. Farkında olmadan bu cesede içten içe bir yakınlık, sevecenlik duyumsamaya başlamıştı. Telaştan öte kalabalıkta bir kabullenme ve merak duygusu egemendi. 7.59 olarak belirlenmişti ölüm saati bu adamın. O ise işe geç kalmakta olduğunu düşünerek ölümü, otobüste yaşananları hiçe saymak istercesine otobüsten inmek istiyordu. Arkasında bir noktayı bırakırsa yine de virgüllerin yaşama şansı olurdu tümcelerinde. “Yaşlı adam durağa yaklaştığında düğmeye basmıştı virgül kalbindeki sancıyı fark ettiğinde çoktan dengesini kaybetmiş ve yere düşüvermişti virgül” Böyle devam etmeliydi tümce. Belki de çevresinde toplanan meraklı kalabalığa “Bir şeyim yok, ölümde alay etmek istedim sadece,” demeliydi alaycı bir ifadeyle. Kurmaca bir öykü yaratmak istedi, insanların otobüsteki bu ölü bedene karşı meraklı bakışlarını fark edince. Ölüm saati bile belliydi artık. Einstein’ın evrenin üç boyutlu olduğu, dördüncü boyutun zaman olduğunu söylediği kuramını gözden geçirdi zihin haritasında. Değişmeyen değişimleri anlatıyordu zaman. Ölümün bile bir değişmeyen olduğunu bilerek oradan uzaklaşmak istemişti o da. Bencilceydi belki de. Gözleri bir an yaşlı adamın iç cebinden çıkan deftere ve siyah beyaz vesikalık fotoğrafa ilişmişti otobüsten inmek ve inmemek arasındaki tereddütü sırasında. Otobüsteki bir iki kişinin işlerine zamanında varamama telaşıyla şoföre “Saat 8’de işte olmam lazım. Geç kaldık şoför bey?” demeleriyle irkildi adeta. O da geç kalmıştı işine. Ne olabilirdi ki. İşyerindekiler bilirlerdi onun dakikliğini. “Birazdan ararım işyerini” diyerek erteledi otobüsten ayrılma saatini. Otobüsün arka kapısından inerken yere yığılmış bu adamın ölü bedeninde kendince bir öykü aramaya koyulacaktı. Yaşlı adamın ceketinden çıkardığı cüzdanı karıştıran genç çocuk, adamın Şişli’de saatçilik yaptığını söylediğinde adamın Mavi Öyküler -

50


öyküsünü daha fazla kavramak istemişti. Yere yığılan bedeninin yanında gördüğü kırık köstekli saate de hayranlıkla bakıyordu o an. Saatlerle kurduğu bağ daha yakın kılmıştı ölüyle onu. 1940’tan bu yana baba mesleği olan saatçiliği büyük bir tutkuyla yapıyordu. Babasının köstekli saatlerine, evdeki dede yadigârı duvar saatine ve saatlerin başlangıçta anlaşılmaz görünen mekanizmasına gizliden gizliye hayranlık beslerdi. Ev saatlerle yaşardı adeta. Takvimler, saatler, gazetelerin üzerindeki tarihler, kısacası zamana dair her ayrıntının çocukluğundan beri ilgi çekici bir yanı olmuştu. Dünyayı sarsan olayları, tarihleri küçük bir deftere not alma alışkanlığı, çocukluğunda başlamıştı. “Ekim Devrimi: 1917” yanı başında, “Cumhuriyetin İlanı: 1923” yazısıyla birlikte defterin ilk sayfasında yer alıyordu. Onların da yanı başına kabataslak bir saat çizmişti. Akrep ve yelkovanlarını da yerleştiriyordu. O satırı saat kaçta yazdığını not alabiliyordu böylece. “Hiroşima’ya atom bombasının atılması: 1946” yanı başında ise “Deniz Gezmiş’in İdamı: 1971”. Sayfalarca tarih ve olaylar sıralanmıştı deftere belli bir süreklilikte. Eşiyle evlilik tarihi, çocuklarının doğumu, emeklemeye başlaması, 1971 Askeri Darbesi’nin yanı başında yazılmıştı. Sayfalar boyunca anlamlı anlamsız tarihler sıralanıyordu. Karısını yitirdiği tarih gazetedeki ölüm ilanıyla iliştirilmişti. Akrep ve yelkovan hüzünle bakıyordu adeta bu sayfada. Defterin sonlarına doğru “1977 1 Mayıs Katliamı” yazıyordu. Yanı başında ise bir başka gazete ilanını iliştirmişti. “77 Mayısında bir oğlumuzu ölüme armağan ettik. Onlar ki güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya…” Ölüm ilanı oğluna aitti. Eski bir vesikalık fotoğraftaki dinç, yakışıklı, yirmisinde bir delikanlının siyah beyaz fotoğrafu duruyordu yanı başında. Yaşamına dair her ayrıntı bu deftere sığmıştı adeta. Defterde sararmış gazete küpürleri de yer alırdı. Sahaftan aldığı gazetelerden kesilmiş bu haber küpürleriyle adeta kendi geçmişini kayıt altına aldığını düşünüyordu. Evlendikleri yıldan bu yana oturdukları Tepebaşı’ndaki apartmanın bu dairesinden çıkmaz olmuştu son yıllarda. Dükkâna uğradığı bir iki gün de çırağına tembihler, yapılacak işleri sıralar, dükkândan çıkıp Taksim’e gelir, İstiklal’in bitmez tükenmez kalabalığında camekânlara şöyle bir göz atarak kaygısız bir bi51

- Mavi Öyküler


çimde arşınlardı bu caddeyi. O gün de Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürümeyi tercih etmiş, aylardır uğramadığı Saint Antoine’da bulmuştu kendisini. Karısı ve oğlu için dilekte bulunmak ve mum yakmak istiyordu. İçeri girdiğinde, Pazar ayinlerine uğramadığı için onu dikkatle süzen papazdan gözlerini kaçırmaya çalıştı. Utangaç bir tavırla kilisedeki Aziz Antoine’ın camekân içindeki heykeline baktı. Heykelin yanındaki pirinç levhada yazılı şu cümle dikkatini çekmişti: “Ey Rab! Mum tek başına dua etmez, yine de lütfet!” Oğlu ve eşi için yıllardır dua etmesinin bile onda artık bir kayıtsızlaşma yarattığının farkındaydı. Yaşadığı anların, geçmişin saati saatine kaydedilmesi gerekiyordu, gelecekle ilgili düşlerin yitip gittiği yerde, geçmişin güzelliği yücelmeliydi. Ölümler bile geçmişe ait olduğu sürece kabul edilebilirdi. Aziz Antoine heykelinin tam karşısında yer alan İsa Peygamber tasvirine doğru ilerledi bunları düşünürken. Ölümü seçmek, çarmıha gerilmek, din adına kutsallaşsa da onun da ölümümün sıradan bir yok oluş olduğunu düşünüyordu. Tarihi sıfırlayan bir ölüm. Kiliseden çıktığında kimsenin dikkatini çekmememiş olmanın huzuruyla evine doğru yol almayı düşündü. Odakule’den ilerleyerek Tepebaşı’na varmak üzereyken köstekli saatini çıkarıp bu ânı da kaydetmenin gereğine inandı. Yıllardır uğramadığı bu kiliseye gidip inanmadığı bir tanrıya yakarmıştı geçmişi adına. Eşini, oğlunu yitirdikten sonra hayata küsüvermişti adeta. Eski gazetelerin ve dükkândan getirdiği bozuk saatlerin masanın üzerine yığılı olduğu odasından hiç çıkmıyordu. Siyah beyaz aile fotoğraflarının her birinin arkasına tarih düşme alışkanlığı da kazanmıştı. “İstanbul, 13 Ekim 1960”, “1 Nisan 1970”… Saatleri tamir etmeye çalışıyor, gazetelerden kestiği haberlere tarihler düşerek duvara yapıştıyordu her birini. Duvar gazete haberleri, fotoğraflar ve takvim yapraklarıyla dolmuştu. Dededen kalma eski duvar saati ise, arada dursa da tik taklarıyla varlığını hep hissettiriyordu. Oğlundan kalan kitaplar masanın bir köşesinde yığılmıştı. Gözleri o kitaplar arasında geziniyordu. Özellikle oğlunun altını çizerek okuduğu felsefe kitabına gözü ilişmişti. “Zaman döngüsel değildir. Zamana insanlar müdahale edecektir. Ekmek ve hürriyetin günleri yakındır.” yazıyordu altı Mavi Öyküler -

52


çizili satırlarda. Yanına da bir not düşülmüştü kırmızı tükenmez kalemle: “Zaman insanın ta kendisidir.” Bu sözdü onu geçmişin ırmağına iten; büyüleyiciydi geçmiş, oğlunun ilk “anne” dediği gün, yürümeye başladığı yıl, ay, saat… Üniversiteye başladığı, kendisine ülkenin geleceğine dair telkinlerde bulunduğu büyük adam yılları… Gözlerinden süzülen yaşlara rağmen düşünmek istiyordu düne dair tüm ayrıntıları. Yarına dair beklentisinin kalmadığını biliyordu. O halde bu kitaplar, fotoğraflar, gazete haberleriyle yaşamayı öğrenmeliydi. Oğluna saatin kimyasını anlatmaya çalıştığı yılları düşündü. O büyük mekanizmayı. “Zamandan korkmamak gerek, zamanı anlamak gerek.” derdi oğluna. Yedi- sekiz yaşlarındaydı oğlu ondan bu öğütleri dinlerken, dikkatle saatin mekanizmasını, akrep ve yelkovanı inceleyen bu ustayı izlemekten keyif alırdı o da. 30’lu yıllarda doğmuş bu adamın anası, tarih düşmemişti doğumuna dair. Hiç bilememişti hangi gün, ay veya saatte doğduğunu. Anası sağlığında, “Sen doğduğunda Paşa İstanbul’a gelmişti, çok hastaydı” derdi. Yine de tahminen 37’nin martı diye yazdırmışlardı zamanın nüfus müdürüne doğum tarihini. O günden sonra hayatında kaybettiği şeyin zaman algısı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Doğum tarihini bilmemek artık onda her şeye tarih düşme gereğini hissettirir olmuştu. Kendi geçmiş, gelecek ve şimdisi arasındaki kesikli yolu bilincinde canlı tutmaya çalışıyordu. Yıllardır bilinci bir projektör gibi çalışıyordu. An’ların içinde mutluydu o. Kendisini düne bağlayan anların içinde dinginleşmişti. O dünden değil artık yitirmenin değeri kalmadığını düşündüğü, bir yenilgiye daha hazır olmadığını bildiği yarından umudunu kesenlerdendi. Eski saatlere, tarihi şehirlerin meydanlarında yer alan o muhteşem anıtsal saatlere, köstekli saatlere hayranlığı bundandı. Sevmezdi dijital saatleri, zaten mekanizmasıyla haşır neşir olmadığı bu saatleri pek sık uğramaz olduğu dükkânına tamir için getirenlere “Burası öyle soytarı saatler hastanesi değil, sen onu oyuncak tamircisine götür.” demesi de bundandı. Saat dediğinin akrep ve yelkovanı ince bir işçilikle yerleşmeliydi mekanizmaya. İnsan ruhu gibi hassas olmalıydı saat dediğin. Laftan anlamalıydı tamir ederken, bir insanlık öyküsü canlanmalıydı saatin tik taklarında. 53

- Mavi Öyküler


“Sabahtan sokağa çıktı tik havanın yağmurlu olduğunun farkındaydı tak günlerdir kalp atışlarından memnun sayılmazdı tik bugün doktor yeniden kontrol edecekti onu tak artık hayata bağlanmasını öneriyordu doktor ona tik geçmişte yaşamanın onu yıpratmaya başladığını söylüyordu tak evden çıktığında köstekli saatine güvenerek otobüse yetişmişti tik elini arada sırada kalp atışlarını sınarcasına kalbinin üstünde tutuyordu o an tak fötr şapkasını çıkarıp arka koltuklardan birine oturdu tik duraktan binen lise öğrencisi anlamsızca bakmıştı ona tak adeta yaşlılığına acırcasına baktığını düşündü tik köstekli saati de kalbi gibi düzensiz çalışır olmuştu tak saatler de insanlara benzerdi sonuçta tik…” Baba mesleği olmasının ötesinde ayarsız saatin ayarsız bir hayat olduğunu düşündüğü için merak salmıştı bu mesleğe. Babasının şehri yeni yeni dolduran devasa saatlerdeki ayarsızlığa hiddetini anlardı. Birbiriyle aynı olmazdı bu saatler; her biri en azından bir iki dakika ya ilerde ya da gerideydi birbirinden. Büyük bir mühendislik hatası derdi babası buna. Uygarlık denen meret de zaten bir ayar, hesap mühendislik meselesiydi ona göre. Giderek babasından ona bulaşan bu saat sevgisi ondaki okuma tutkusuyla da birleşmiş, zaman üzerine yazılmış neredeyse bulduğu tüm metinleri okumaya başlamıştı. Babasından öğrendiği eski yazı sayesinde Osmanlıca metinleri de zorlanmadan incelemeye başlamıştı zaten. Özellikle su saatlerinin basit ama zekice düzeneği sayesinde suyun akışıyla zamanı ölçen bir mekanizma haline gelmesi onda ayrı bir hayranlık duygusu yaratıyordu. Saatin insanlık tarihindeki öyküsünü de okudukça, Yunanlıların yüz yıllar öncesinde “su hırsızı” dedikleri su saatleriyle başlayan, kum saatlerine uzanan ve hayatı ölçen bu cihazlara daha fazla sevgi duyar olmuştu. Polis olay yerine geldiğinde yaşlı adamın ölü bedenini üstünkörü incelemiş, olağan bir ölümün kaydı için hazırlanmıştı. Otobüsten inerken geçirdiği kalp kriziyle ölen bu adam adına tutulacak ölüm raporu ve ailesinin bilgilendirilmesi dışında bir işlem kalmamıştı. Ailesi yoktu. Bir başınaydı İstanbul’da. Polisler de bunu bir şekilde öğrenecekler, cenaze işlemleri hızlıca yapılacaktı. Mavi Öyküler -

54


“Ölüm saati 7.59 olarak kayıt altına alınan … … adlı kişinin üzerinde cüzdanı, köstekli İsveç saati ve not defteri dışında bir şey bulunamamıştır. Yapılan araştırmalar sonucunda karısı ve oğlunu yitirmiş olduğu ve yalnız yaşadığı anlaşılmış, Katolik olması nedeniyle bağlı cemaatin de isteğiyle Hıristiyan geleneklerine göre gömülmesi uygun bulunmuştur. Defin işlemleri için gerekli görüşmeler yapılmaktadır…”

p

“SİZİN DE BİR TUĞLANIZ OLSUN” “10 Euro” | A. Kadir Konuk Tevfik, Şefik, Refik ve Gazelhan Molla turneden yeni dönmüşlerdi. Paris’te dinleyicilerin bir kısmı “Ulan bunlar dinozor, hâlâ aynı türküleri söylüyorlar” diyerek salonu terk etmişler. Ama bizimkiler hiç bozulmadan, konseri sonuna kadar sürdürmüş, sonra da dinleyicilerle birlikte halay çekmişler. Siyasi Mahmut’un ölümünden sonra bu turne bir bakıma “Yas bozma turnesi” olmuştu onlar için. Moralleri düzelmişti biraz, ceplerinde de bir iki ay geçinecek paraları vardı. Gelir gelmez yarım kuzu aldılar, gün boyu orasını burasını didiklediler kuzunun, kemiklerini kaynatıp suyunu, iliğini çıkardılar, pirzolalarını tuz, biber, kekikle bir güzel ovup, dinlenmeye bıraktılar. Kaburgaları bir başka gün kemirmek için ayırdılar. Bu arada Şefik; “Nerede bu kuzunun bir böbreği, yüreğinin yarısı” diye bağırmaya başladı. “Sakatatlar ayrı satılıyor aslanım” dedi Gazelhan, “Cehaletini her yerde açığa vurmasan olmaz değil mi?” “Ne bileyim ben” dedi Şefik, “Böbreği görmeyince ‘Gitti turne parası’ diye düşündüm, ne yalan söyleyeyim.” “Bak Şefikçiğim” dedi Refik, “Günlerce o salon senin bu hangar benim, elâlem için çaldık, söyledik değil mi? Milleti eğlendirdik, kurtlarını döktüler. Sıra bizde. Sidik kokulu böbreği arayacağına şu etlerden ye. Yemezsen beynin çalışmaz. Ot yiyen ot kafalı, ekmek yiyen ekmek kafalı, et yiyen et kafalı olur aslanım. Han55

- Mavi Öyküler


gisi kuvvetli?” Onlar birbirleriyle dalga geçerek, akşamın yiyeceklerini hazırlarlarken “Selamünaleyküm” diyerek, simsiyah top sakallı, cüce boylu, patates çuvalı gövdeli, cüppeli, başı takkeli, eli tespihli orta yaşlarda bir adam girdi içeriye. Adamın kalın kapkara kaşlarının altındaki kapkara gözleri sözcüğün tam anlamıyla “ferfecir” okuyorlardı. Alışkanlıkla, hep bir ağızdan “Aleykümselam” dedik, “Buyur dayı!” “Buyurunuz var olsun, Allah buyur edenlerinizi artırsın” diyerek bir sandalyeye çöktü adam. Ocakta ben çalışıyordum, “Bir şey içer misin dayı” diye sordum. “Bir çay iyi gelirdi Allah rızası için” dedi. Adamın bizim kahvede, yani Sanatçılar Kahvesi’nde ne aradığını düşünerek çayı doldurdum, götürdüm. “İki şeker daha verir misin yeğenim?” dedi. Neredeyse “Çüşş, şerbet mi bu” diye bağıracaktım, dilimi zor tuttum, şekerleri getirip verdim. Şekerleri bardağına atıp, uzun uzun karıştırdıktan sonra bardağı ağzına götürdü, öyle bir “Hüüüp” çekti ki, Gazelhan “Yarasın” demekten kendini alamadı. Adam güldü mü, sırıttı mı, pek anlayamadım. O ara cebinden bir makbuz çıkardı, masanın üzerine koydu, sonra gözlerini bana dikti, uzun uzun baktı, etli, yağlı, kıpkırmızı dudakları bir süre sessizce kıpırdadı ve “Yeğenim, hele gelsene” diye seslendi. Gittim, masaya oturdum, sesimi çıkarmadan baktım. “Biz bir cami yaptırıyoruz yeğenim” dedi adam, “Sizin de bir tuğlanız olsun.” “Nerede yaptırıyorsunuz camiyi” diye sordum. “Aha bu mahallenin öte ucunda.” “Bu mahallede mi oturuyorsun?” “He, öte ucunda.” “Buraya ilk defa geliyorsun değil mi?” “He ilk defa.” “Camiye yardım topluyorsun” “Allah rızası için…” Bizimkiler kızarttıkları pirzolaları, yaptıkları salatayı, cacığı, Mavi Öyküler -

56


açtıkları turşuyu, kestikleri kavunu, beyaz peyniri büyük okey masasının üzerine dizmişlerdi. “Haydi, tren kalkıyor” diye bağırdı Sulhi, boru sesiyle. Kalktım, “Sen de buyur” dedim adama ve yanıt beklemeden yürüdüm öteki masaya doğru. Adam hiç ikiletmedi, geldi oturdu, oturur oturmaz da yumuldu yiyeceklere. Adamı gören üç haftalık aç zannederdi. Derken zurnanın zırt dediği an geldi, Gazelhan Molla sakalını sıvazlayarak rakıları doldurdu. Adam görmezden geldi. Bizler Siyasi Mahmut’un bardağını da doldurduktan sonra, birer bardak diktik, “İçer misin dayı” diye sordu Sulhi, inekliğinden. “Yok, eskiden içtiydim, tövbeledim sonradan” dedi adam. “Biz de öyle yapıyoruz” dedi Gazelhan, “Her sabah tövbe ediyor, akşam günah işliyoruz.” “Her koyun kendi bacağından” dedi adam. “Bizim kuzu, bacağından asılma şansını bile yakalayamadı” dedi Sulhi, hınzırca. “Sünnetsiz Almanlar tarafından bismillahsız kesildi.” Adam iri bir pirzolayı dişlerken duymazdan geldi Sulhi’nin sözlerini. “Dayı yeni yaptıracakları camiye yardım için gelmiş” dedim. “Niye, memlekette cami mi yok” dedi Gazelhan. “Var, çok şükür var, ama dedik ki bir de bizim mahallede olsun Allah’ın evi.” “Allah’ın eve ihtiyacı yoktur” dedi Refik, “Tüm kainat ona ait değil mi?” “Yani ibadet için…” “İbadetin yeri mekânı, zamanı yoktur” dedi Gazelhan Molla. “Şu gavur memleketinde ezan sesi fena mı” diyecek oldu adam, Tevfik, “Gavur sensin ulan dürzü” diye öyle bir bağırdı ki, ben bile ürktüm. “Adamların memleketinde yaşıyorsun, işyerlerinde çalışıyorsun, paralarını kasalıyorsun, karılarını ürkütüyorsun, kuzularını hüplüyorsun, sonra da gavur…” “Her kim ötekine dinsiz derse dinsiz odur, diyor Kur’an” dedi Gazelhan Molla. Sonra bardağı dikti kafasına. “Tanrı için kilise, havra, cami, cemevi birdir. Tanrı kullarını hiçbir zaman ayırmamıştır… Siz camileri bile ayırdınız. O tarikat, bu tarikat, o şeyh bu molla…Allah’ı aranızda parça parça ettiniz. Birbirinizin 57

- Mavi Öyküler


camisine gitmiyorsunuz. İmamlar namaz kıldıkları için maaş alıyorlar. Sen de gelmiş bizden camiye yardım istiyorsun.” “Kendim için istemiyorum ya, Allah rızası için” diye kekeledi adam. O sırada Siyasi Mahmut’un fotoğrafı takıldı gözlerime. Sanki “Verin ulan şuna 10 Euro, defedin gitsin” der gibiydi. 10 Euro çıkardım, “Siyasi Mahmut için” diyerek adama uzattım. “Siyasi Mahmut hanginiz?” diye sordu adam, makbuza uzanırken. Duvardaki fotoğrafı gösterdim. “Ateistti, komünistti, Müslüman mezarlığına gömülmek istememişti, şimdi bir Hıristiyan mezarlığında yatıyor” dedim. Adam ateş değmiş gibi çekti elini paradan, apar topar ayaklandı, “Sağolun” dedi, “Almasam daha iyi!” “Git ulan” diye bağırdı Sulhi, “Git Siyasi Mahmut’tan daha günahsızını bul, hergele!” Adam kaçar gibi kapıdan çıkarken bu kez Refik dikildi önüne. “Hesabı ödemedin dayı!” “Ne hesabı?” “Burası Mevlevi Dergahı değil, Sanatçılar Kahvesi. Çay içtin, yemek yedin, ödemeyecek misin?” “Ama siz çağırdınız!” “Biz de ödüyoruz. Bu iş böyle. Ortak ye, ortak öde. Komünal yani, Alman usulü!” Adam ne diyeceğini bilemeden hepimize bir süre baktı, sonra “Ne kadar” diye sordu Refik’e. “10 Euro” diye gürledi Refik. Adam 10 Euro’yu Refik’in eline tutuşturduktan sonra şimşek gibi çıktı gitti. “Bizim dua bulup dua içtiğimizi, rakı bulup rakı içtiğimizi öğrendi şimdi” dedi Refik ve 10 Euro’yu götürdü, Siyasi Mahmut’un resminin altına yapıştırdı. Sabaha kadar gülmekten çatladık. Hâlâ karın kaslarım ağrımakta.

p

“HERKES BİRAZ YARINDAN ALACAKLI” Mavi Öyküler -

58


“Mola” | Çiğdem Aldatmaz Şehirlerarası otobüs duraklarının mola verdiği tesislerden birindeyim. Gece yarısını geçip, sabahın ilk ışıklarını inatla bekleyen gökyüzü, yıldızlarını sergilemekten yana cömert. Yaz sıcağına inat, insanın inceden içine işleyen bir rüzgâr var. Üşüyorum. Mola yeri kalabalık. Gidenlerle dönenlerin yollarının kesiştiği harikulade mekânlardan biridir mola yerleri. Herkes, hikâyesinin ilk yarısındadır aslında. Buraya gelene kadar ne yaşarlarsa yaşasınlar, bundan sonra her şey değişebilir… Ani bir kararla rota bir başka yöne çevrilebilir. O anda orada bulunan herkes, duyulan her ses birbirini tetikleyip, hikâyelerinin yönünü çevirebilir. Bir hayatın değişmesi gerektiği ânın en iyi hesaplanabildiği yerlerden biridir burası. Eksiyle eksinin çarpımının artı olduğu o basit matematik kuralını, rüzgârdan titreyen zihnimizle birden bire keşfettiğimiz anlar burada yaşanabilir. Evet, eksiyle eksinin çarpımı artıdır, su içinde hızla dibe vuran her nesne, vurduğu hızla yukarı yükselir, ve insan ne kadar dibe vurursa o kadar hızlı çıkabilir düştüğü yerden, yeter ki çıkmak istesin. Onu oradan çıkaracak cesareti bulabilmesi yeter… Ya da eksilerimizle eksilerimizin çarpımından doğabilecek bir artı olduğunu bilmeseydik eğer, nereye kadar katlanabilirdik ki sürekli dibe vuran hayatlarımıza. Mola yeri kalabalık, mola yeri soğuk, mola yeri kırık ve bir vakit sonra kırılacak olan öykülerle dolu. Ben, aceleyle yaktığım sigaranın dumanını rüzgâra karıştırırken, bir takım bilimsel yasaların izini sürüp, giderek anlamsızlaşan hayatıma anlam aramaya çalışan bir zavallıyım. Yolculuk sabaha kadar sürecek. Sabaha kadar gidecek bir yol olduğunu bilmek bile ince ve anlaşılmaz bir keder bırakıyor insanın içine. Bir hikâyenin nerede biteceğini bilmek, çoğu kez acıtır. Çünkü, zamanın esaretine razı olmaktır karşılığı. Birilerinin size sormadan üzerinize biçtiği eğreti bir role bürünüp, oynarsınız. Oynamaya devam ettikçe, hissizleşir, itaat etmeyi öğrenir, kendiniz olmaktan uzak, süre giden bir senaryonun içinde kaybolursunuz. Yaşam yolunun doğru bilmez eğrisine kapılıp, yepyeni bir yol seçecek cesareti aradığım bu yolculuk, nereye 59

- Mavi Öyküler


giderse gitsin razıyım. Otobüslerin yıkamaya alındığı alanın yanında, yukarıya çıkan basamakların yanı başında durdum. Elimdeki su şişesini açmaya çalışırken, gözüm az ilerideki otobüsün kapısındaki genç adam ve kadına takıldı. Kadın hâlâ çocuktu aslında. Büyümesine çok vardı. Fakat, kendisini kolundan tutup sürükleyen adam dahil, hiç kimseye anlatamıyordu bunu. Gözaltlarında büyüyen halkalar, erken yorulmuş bedeni ve hayatın ağır yükünün erkenden çökerttiği omuzları sadece yaşamak istediğini anlatıyordu. Adam, ailesinin kendine biçtiği rolü kolaylıkla üstlenmiş, kızı otobüse zorla bindirmeye çalışırken, kızın gözlerinin çok derinlerinden akan yaşı görmüyordu. Karanlık, bu acı hikâyenin üzerini kapatmıştı ve insanlar bunu es geçiyorlardı. İnsanlar görmez. Dünyanın tüm çığlıkları yanı başında yankılanırken, içlerindeki boşluk öyle çok büyür ki, o uğultu tüm seslerin üzerini örter. Oysa bu gece burada bir kadın, kendisine zorla biçilen bir hayattan kaçmak istiyor, fakat elini kolunu bağlayan, hayallerine set çeken engellerin aşılamadığı o eşikte tüm korkularıyla aynı anda yüzleşmeye çalışıyor. Aslında hepimiz bir sabah aniden çekip gidivermek istiyoruz. Her şeyi sıfırlayıp yeniden başlamak, gidilmemiş ülkelerin havasını solumaktır hayalimiz. İyi, kötü ve kırık ne varsa geride bırakmak ve yaralarımızı iyileştirip yeni hikâyeler yazabilecek gücü toparlamak için yapamayacağımız şey yoktur. Fakat gizli bir el hayata tutunma gücümüzü görünmeyen bir şırıngayla damarlarımızdan çekmiş gibidir ve hayatımızı sürüklenmeye razı bir rüzgâr gibi peşinden koşturan bağlılıklarımız, boynumuza asılmış ağır bir madalyon gibidir. O madalyondan kurtulsak derin bir nefes alabileceğimizi fark etsek de, o madalyona dokunmaya bile cesaretimiz yoktur aslında. Bir sonraki adımda ne yapacağımızı bilememenin korkusu, bir şeylerden ödün verecek olmanın tedirginliği, vazgeçmenin eşiğinde içimizi kemirip durur. Seçilecek yeni bir yol ayrımında doğru anlamını yitirir ve zaman kalbimizin ağrısına aldırmadan geçip gider. Şu an, mola yerinde rahatsız uykularından uyanıp, hava almak için kendini otobüslerinden dışarı atmak isteyen herkes, aslında aynı korkuları taşıyor. Hepsi karanlıkta uzanan otobana bakıp, Mavi Öyküler -

60


çekip gitmenin, hatta hep yolda olmanın hayalini kuruyor. Uyku sersemliği ve yol yorgunluğuyla belli belirsiz aralanan gözkapaklarında hep bu istek var aslında. Aslında herkes hangi hayat standardında olursa olsun, az önce gördüğüm, bir adamın kolundan zorla tutup götürmeye çalıştığı kadınla aynı korkuları paylaşıyor. Fakat kiminin hayatındaki vazgeçemediği konfor, alışkanlıklar, sevgi bağımlılığı, maddiyat bağımlılığı ve yarını yitirme korkusu, o kadın gibi kaybedecek hiçbir şeyin kalmadığı sıfır noktasına getiremiyor insanları. Bir hayat ne zaman değiştirilmelidir? Sular ters akmaya başladığında ve sabah uyandığınız yatağa ait hissetmediğinizde kendinizi. Bir kez daha elinize geçmeyecek olması akan zamanın ve kederin aşındırdığı kalp oyuklarında biriken öfkenin patlamaya yüz tuttuğu o korkunç anda, ters akıntıdan kurtulmak için inatla ve hızla kulaç atmaya başlarsınız. Şanslıysanız, bunun farkına varmanız, son nefesinize denk düşmez. ----------000---------Havada inceden bir nem kokusu var. Otobanın ardında alabildiğine uzanan tarlalar gecenin tüm renklerini karıştırıyor. Sabaha karşı çiğ düşecek. Sabaha karşı, tarlalara, sabaha karşı kalbimize… Sabaha karşı, ince bir buzul örtüsünün altından ince ince gülümsenecek bir sabah kaldı mı diye bakarken, büyük şehirlerin yorgun pencereleri, gün ağarmadan ekinlerinin seslerini dinleyen adamların uzandığı tarlaların ardından yollara sürüyor olacağım yüreğimi. Nereye gidiyor bendeki karanlığın sonu? Nerede bitiyor bu ince çizginin ucu? Soruların cevapları yok; olsaydı, yolculuklara gerek kalmazdı. Olsaydı, yolcu olmanın bir anlamı olmazdı. Çekip gitmek üzerine yazılan her satır, ancak çekip gidildiğinde anlam kazanır. Gidenler kalanları anlar, kalanlar gidenlere kızgındır. Aslında ne giden, ne de kalan vardır. Herkes biraz sürgündür, herkes biraz yarından alacaklı… Neden buradayım?.. Bir sahil kasabasına giden rastgele binilmiş bir otobüsün içinde neyi arıyorum? Biraz vaktim vardı. Birazcık boş zamanım. Hayatın benden çaldıklarına karşılık lütfettiği 61

- Mavi Öyküler


birkaç zavallı gün. Kendimi yola atışımın bir sebebi yok, fakat kendimden kaçma sebebim belli. Sular tersine akmaya başladı. Beni her gün içine alan, duymaya, düşünmeye, hissetmeye vakit bırakmayan hayatım korkularımı peşime takıp karanlıkta izimi sürmeye başladığında, anladım. Kırılma noktasının şaşkınlığını kustuğum ilk durak bu mola yeriydi. Şimdi çevremdeki bu insanları, yolları, yolcu olanları ve yolculukları okuduğum bu geceden sonra her ne yapacaksam, ben artık eski ben olmayacağım. Düşleyeceklerimizin sonuna mı geldik? Her şey sonsuz deviniminde akıp giderken, elimizdeki seçenekleri pervasızca harcayıp durduğumuz, hayatımıza girip, iz bırakanları kolayca unuttuğumuz, çoğu zaman yeni bir hikâyenin, yeni bir inancın, yeni bir rengin peşine düşmek zor geldiğinden, eskilerine tutunup, ısrarımızla soldurduğumuz günlerde, yeni bir hayata dair hayallerimiz, yaramaz bir çocuğun annesinin elinden kurtulup kaçması gibi kaçıp gitti mi ellerimizden? Yoksa çok mu fazla ciddiye aldık her şeyi? Dünya açlık, kıran, savaş ve sömürü içinde boğulurken, sadece tüketmeyi öğrettikleri için bize, elimizde avucumuzda ne kadar yaşama hevesi varsa alıp tüketmiştik de sanki, Tanrı’nın harflerinden çalmaya başlamıştık Sonra, ya sonra ne olacak? Yarın ne olacak, akşama ne olacak? Bu dostluğun, bu aşkın sonu ne olacak? İşlerimiz nasıl sonuçlanacak? Yeni eşyalarımız ne renk olacak? Teknoloji bize hangi kolaylığı getirecek? Dövizdeki dalgalanma, sulardaki kimyasallar, bizi hayatta tutacak yeni stratejimiz ne olacak? Hangi madeni çıkarıp satsalar daha çok zengin oluruz? Bir sonraki tatili nerede geçireceğiz? Bir sonraki işimiz, bir sonraki sevgilimiz, bir sonraki hayatımız… Her şeyi planlamak zorundayız. Bu arada içimizden geçenler, birdenbire çarpıldığımız düşler ve işte hayallerimiz, düş kurmanın sınırsızlığı terk etmiş olmalı bizi. Binlerce watt gücündeki ihtişamlı ışıklar gözlerimizi yakıyor. Gözümüzü onlardan alıp kendimiz olmaya gücümüz yok. İçimize bakmaya, hayatımıza girenlerin içine bakmaya gücümüz yok. Dünya böyleyken, masalların, rastlantıların, gerçekleşen hayallerin peşine düşmek gitgide zorlaşıyor. Oysa inanmaya ihtiyacım var. Aslında bütün dünyanın, herkesin… Mucizelere, içimizdeki güce, aşMavi Öyküler -

62


kın, sanatın, hikâyenin, yıldızların, rastlantıların, gelecek güzel günlerin gücüne masallara inanır gibi inanmak gerek. Şimdi bu mola yerinde, otobüse tekrar binmek üzere son sigaramı yakarken, gideceğim yere daha yakın hissediyorum kendimi. Çakmağımı ararken, yanımda biri beliriyor: “Otobüsün kalkmak üzere, istersen yakma onu.” diyor. “Hem zaten artık daha yakınsın…” Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Birden, bizim otobüsün yolcuları için anons yapılıyor, muavin otobüse çağırıyor herkesi. Şaşkınım. Kim olduğunu göremiyorum. Sigara elimde kalakalıyor ve ben apar topar otobüse biniyorum. Hareket hali, yolda olma durumu, insanın içinde sürekli köpüren, dalgalanan, fırtınalar çağıran o denizi durgunlaştırmaya yetiyor. Penceremden kayıp giden otoban çizgilerine takılıyor gözlerim. Her şey ne de çabuk geçiveriyor. Böyle sessiz ve akıcı… Bir o kadar da yaralayıcı aslında. O çizgiler akıp gitmek için var. Hiçbirini tutamazsınız, durduramazsınız, saymaksa hiç mümkün değildir. Geçecek hepsi. Yapacak hiçbir şey olmaksızın geçip gidecek ve bir gün yarı uykulu bir otobüs camından, kalpteki sızıya engel olamadan öylece izlenecek, yaşantılarımız gibi. Hiç gerçekleşmeyecek bir hayalden söz açar gibi. Menekşe kokulu kaldırımlarda bıraktığınız çocuk gülüşünüzü ararken içinizde, her geçenin bir çizik bıraktığı kalbinizi buluvermeniz gibi. Bu sessiz geçişimin hiçbir çaresi yok. Sadece yeterince otoban çizgisi tükettiğinizi anlayıp bir gün bir yerde, huzur içinde duracağınızı bilerek gitmek var. “Gideceğin yere beni de götürecek olmasaydın, bu yolculuğun mutlaka bir anlamı olurdu.” diyor aynı ses. Yanımda oturuyor. Belki de otobüse ilk bindiğim andan beri orada beni izliyordu. Meraklı ve geveze biri olmalıydı. İçimden geçenleri yüksek sesle söylemedim oysa. Kafamı çevirip iyice inceledim. Hırkalarımız aynı renk. Başında siyah bir şapka olduğundan yüzü seçilmiyor. Elinde benim de aylardır okumaya çalıştığım fakat bir türlü bitiremediğim kitap var. Beni izliyor. “Sen de kimsin?” Nasıl? Nasıl olur da düşündüklerimi duyarsın? “Paniğe kapılma. Ben sadece senin bir parçanım. Azımsayamayacağın, yok sayamayacağın, korkularını, kuşkularını büyüten 63

- Mavi Öyküler


bir parçan.” “Hayır” diyorum. “Mola yerine varana kadar yanımdaki o koltuk boştu. Sonra birden çıkageldin.” “Hayır, birden çıkagelmedim, ben yıllardır buradaydım. Yanı başında, içinde, ellerinin arasında, kalbinin ortasında… Gizli olduğunu düşündüğün her yerde apaçık içindeydim. Şimdi de bu yolculukla yüzleşmene yardım edeceğim. Geri dönmemek istiyorsun. Kaçmak; sevmediğin yanlarından, sana zor ve anlamız gelen hayatından kaçmak. Ama bunlara sebep olan yanını değiştirmek işine gelmiyor, çareyi kaçmakta buluyorsun. Başka bir şehir, başka bir gök, başka bir yalnızlık umuyorsun kendine. Hadi bir kez olsun direnmek yerine savaşmayı dene. Gitmek çare olmayacak yoksa, inan bana.” Dikkatle inceliyorum onu. Gözleri aynı ben… Bakışları, sesi, sessizliği… Haklı olabilir. “Kaçmıyorum ki ben. Sadece nefes almaya çalışıyorum. Seçeneklerimi çoğaltmaya, hesaplarımı kapatmaya çalışıyorum. Bana öğretilen, birilerinin doğuştan kanımıza zerk ettiği, öğretilmiş doğrulardan, ezberletilmiş hedeflerden, yanlış toprağa saldığım köklerden, başkalarının hayallerinden kurtulup, gerçekten ben olmaya, bu dünyada neyi gerçekten istediğimi bulmaya çalışıyorum. Tıpkı ilk insan gibi gelişmiş toplumun bütün kurallarından sıyrılıp, yemek, içmek, sevişmek gibi keşfettiğimiz doğal istençlerimi bulmaya çalışıyorum. Mümkün olduğu kadar sadeleştirilmiş, tüketmeyi alışkanlık haline getirmeyen bir yaşamın peşinden koştuğum için deli muamelesi yapıyorsun bana. Evet, belki de delirdim. Akıllıların aklı beni son derece rahatsız ediyor. Böylece beni yolumdan döndürebileceğini düşünüyorsan çok yanlıyorsun.” Saatlerce tartıştık. Otobüsteki insanları sesimizden rahatsız etmemek için oldukça çaba sarf ettim. Bir sonraki mola yerine geldiğimizde, uykusuzluk ve tartışmanın harareti beni iyice yormuştu. Bir ara daldım ve muavinin, ikinci mola anonsuyla irkilerek uyandım. İnsanlar otobüsü boşaltmıştı. Yanımdaki koltuğun boşaldığını fark ettim. Gitmişti. Belki de gitmemişi. O gerçekten benim bir parçamdı. Haklı mıydı bilmiyorum. Buna kim karar verebilirdi? Yarın sabah ne olacağını bilmeden, yollarda olmanın büyüsü Mavi Öyküler -

64


şimdilik bana yetiyordu…

p

“BAŞKA BAŞKA DÜŞLER GÖRDÜM” “Kapı - 1” | Onur Güner Onu ilk kez ne zaman gördüğümü tam olarak hatırlamamakla birlikte –ki üzerinden geçen onca zamanı düşününce bu makul karşılanabilir– gördüğüm andan şu ana kadar geçen süre, o ilk görüş ânının devamında kendiliğinden devinen, musluğun ucunda biriken suyun damlamasıydı sanki. Bununla beraber o günü diğer günlerden ayrı kılan o kapıyı görmüş, daha doğrusu fark etmiş olmamdan başka bir şey değildir. Ayrıca gördüğüm andan sonra uzun sayılabilecek bir süre, böylesi bir kapıyı –boyunun yaklaşık beş katı yüksekliğinde, eninin de boyuna aynı orantısal genişlikte olduğunu düşünecek olursak– bunca zaman nasıl olup da fark etmemiş olduğuma o sıralar –her gün önünden geçtiğim bir dönemdir– dalgın olmamdan başka bir ifade şekli bulamamıştım. Oysa şimdilerde, dalgınlığımın ötesinde, görmemem için başka nedenlerimin olduğunu düşünüyorum. Yine o zamanlarda, birbirinin üzerine kapanan iki kanadı olduğunu düşünmeme neden olan kapının, orta yerinde boydan boya uzayan, siyah bir izi vardı. Yapı’mın içinden kapıyı gözetleyerek uykuya yenik düştüğüm gecelerde bu izin arkaya doğru genişlemesiyle kapının açılacağını hayal ederdim. Ama özellikle uzun bekleyişimin direncimi kırması neticesinde belki de aynı görüntüye yıllarca bakmaktan ilk algıladığım nesnelerin görüntülerinin, şekillerinin bozulmuş olmasını hesaba katacak olursak; ize baktığımda gördüğümün demiri uzatabilmek için yapılmış kaynak ek çizgisi olduğunu söyleyebilirim. Kapının kenarları, boyumun yaklaşık üç katı yüksekliğinden sonra ovalleşmeye başlıyor ve tam ortada, tepesine yarım daire oluşturacak şekilde birleşiyor. Kapının devamında yüksekliğini gündüz güneşten, geceleyin ise karanlıktan tam olarak kestiremediğim duvar yükseliyor. Aynı duvar iki yönde de göz alabil65

- Mavi Öyküler


diğince uzayıp gidiyor. Duvarın bitiminin onu dik kesen başka bir duvarla birleşmiş olabileceğine dair kuvvetli inanç besliyor olduğumdan hiçbir zaman duvarın uzunluğunu ölçmek, sonuna kadar adım adım yürüyerek bitim yerini belirlemek hevesine kapılmadım. Ayrıca yine aynı nedenle arkasına geçemeyeceğimi biliyordum. Çünkü böylesi bir duvarın üzerinde böylesi bir kapı varsa bu heybetli yapının, düz duvarın temsil ettiği sınır olmayacağı gayet açıktır. Karşımdaki en iyi ihtimalle üç tarafı duvarla çevrili diğer tarafı da uçurum, yamaç, dik bir dağla geçişi engellenmiş ya da dört bir yanı duvarlarla çevrelenmiş kapalı bir alandı ve içeri giriş çıkış ancak ve ancak bu kapının açılmasıyla sağlanabilirdi. Aksi takdirde karşımda duran kapının bir anlamı olamazdı. Ayrıca öteki tarafı görerek; –bu da duvarın üzerinde henüz karşılaşmadığım çatlakların, oyukların, deliklerin ortaya çıkmasıyla söz konusu olabilir– gördüklerimden birinin belki de birkaçının bu kapıdan geçmiş ya da geçebileceklerden bir tanesi veya daha fazlası olabileceği avuntusuna düşmedim. Çünkü eğer kapı açılmayacaksa ve ben içeriyi bir şekilde görebiliyorsam veya aynı şeyi diğer tarafta olan birinin beni görerek benim hakkımda söylemesi söz konusuyken, diyebilir miyim bunlardan bazıları bu kapıdan geçmiş ya da geçebilir? O zaman belki sorulabilir, ki kapıyı benim açıp, içeri geçmem mümkün müdür? Kapının üzerinde boyumun bir hayli yükseğinde, biraz sol tarafında içinden kolumun geçebileceği genişlikte bir anahtar deliği olduğu düşünülürse kapının kilitli olması muhtemeldir. Ve şayet böylesi bir kapıyı açabilecek olan anahtarım olsaydı ve bir şekilde kilide ulaşabilseydim, ağırlığını hayal bile edemediğim demir kapıyı itip, kendimi geçirecek kadar bir boşluk yaratmanın duvara tırmanmaktan daha büyük bir güçlüğe sahip olduğunu söylerdim. Anahtar deliğine ulaşmak bile zaten –başlı başına düz demire tırmanmak– benim kapıya nazaran pütürlü yüzeye sahip olan duvarı aşmamdan daha çetin bir iştir. Ama bu durumda yine kapı işlevselliğini yitirmiş olacaktır. Kapının önü, daha öncesinde çıktığım kır gezilerinden kolay uzamadığını gözlemlediğim, yaban otlarıyla kaplı. Boyları nereMavi Öyküler -

66


deyse belime geliyor ve canlı, yemyeşiller. Buraya ilk yerleşmeye karar verdiğimdeki düşüncelerim onların uzama süreleriyle kapının kapalı kalma süresini kestirebilmekti ve bu uğurda iki gün ellerimle uğraşarak, tırnaklarımın kırılması pahasına kapının önünü temizledim. Oysa üzerinden çokça zaman geçmeden yine aynı boya ulaştılar ve daha fazla uzamıyorlar. Bu şekilde mevsimin geçmesini bekliyor gibiler. Kapının önündeki toprak diğer yerlerde gördüğüm toprağa kıyasla oldukça verimli ve mineral açısından daha zengin olmalı. Bu iki günlük uğraşım ve devamındaki süreç sonunda, zaman konusundaki bazı kaygılarımı yenmiş olurken bir yandan da belirsizliğe sürüklenmiş oldum. Şöyle ifade etmek gerekirse; ilk geldiğimde onları karşımda görünce uzun yıllar kimsenin kapıdan geçmediği ve dolayısıyla kapının açılmadığını düşünme ümitsizliğine kapılmıştım ve onları yolduktan sonra şayet uzunca bir süre uzamamış olsalardı aynı kaygım sürecekti. Oysa çok kısa bir zamanda ilk boylarına ulaşmış olmaları, zaman konusunda onları gereğinden fazla ciddiye aldığımı gözler önüne sererken, aynı zamanda beni başını kestiremediğim bir zamansızlık uçurumuna itti. Şimdilerde otlara boş yere baktığımı bildiğim halde bakmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Belki de boylarında gözümle kestiremediğim değişimler meydana geliyor ve ben de bana kapının daha önceki açılma zamanını söyleyebilecek tek gerçeği algılayamıyorum. Ve tabii ki birinin aynı benim yaptığım şekilde otları yolarak zamanı kendine göre sıfırlamış olması söz konusu. Gene de tek başına bu bilgi bile aslında küçümsenecek türden değildir. Buraya yerleşmeye karar vermeden önce kısa bir süre sabahları erken saatte gelip güneşin batışıyla geri dönüyordum. Bu süreç kapının açılmasını ummaktan öte bir alışma evresiydi. Her sabah önce şiddetli bir istekle karşısına dikilir yorulana kadar ayakta bekler vaziyette sanki dudaklarımdan dökülen kelimelerin kapıyı harekete geçirmesi söz konusuymuş gibi konuşur da konuşurdum. Yalvarmalar, ricalar, tatlı sözler ve en sonunda küfürler. O zamanları düşünüyorum da kapı açılsa bile içinden geçmeye cesaretimin olmadığını görebiliyorum. Büyük bir ihtimalle açılan kapının arkasında ne olduğunu, açanın kim olduğunu göremeden gerisin geri kaçacaktım. Gençliğe benzetebile67

- Mavi Öyküler


ceğim coşkulu, geçici bir istek gibiydi o zamanki davranışlarım. Ve sonrasında gündüzleri uyuyup geceleri kapının önüne gelmemle başlayan, kapıyı görmeden önceki günlerimi, yaşamımı düşünerek geçirdiğim süreçte kapıdan geçemedikten, geçen birini –bir şeyi– göremedikten ya da en azından açılmasına şahit olamadıktan sonrasının önemsiz, manasız oluşunu fark edip, buraya yerleşmeye karar verdim. Fakat buraya iyice alıştığım bugünlerde bile bu kararı kendi bilincimin özgür iradesiyle alıp almadığımın şüphesi –belki de hastaca kuruntusu– içimde hâlâ aynı tazeliğiyle duruyor. Ve ilk gelişin heyecanının, toyluğunun bu kararın tüm nedenlerini ve sonuçlarını tartıp, durumu doğru şekilde değerlendirebilecek olgunluğa sahip olmamı engellediğini düşünüyorum. Zaten bu yerleşme fikri bir karardan ziyade belli bir birikime ulaşmış, deneyimsiz bir gencin hazır kapı da bulmuşken yaptığı –anlık– bir davranıştan ibaretti. Her şeyi geride bırakıp, kapının önünde beklemek… Bu şekilde düşünmemin açıklaması olarak, kapının önünden ilk kez geçmemiş oluşumu buluyordum. O gün oradan ilk kez geçmiyordum ve daha öncesinde dikkatimi çekmeyen bir şeyin –kapının– varlığını duyumsamam, onu görüp, fark etmem benim aslında o gün kapıyı görmeye hazır olduğumla açıklanabilir ancak. Bir kapıyı görme zamanım gelmişti ve önünde beklediğim –yaklaştığını umduğum– günlerin birinde açılışını görme ve daha sonrasında cesaretimi toplayabilirsem içinden geçme zamanım gelecekti. Aşağı yukarı buna benzer düşünceler altında burada yaşayabileceğim bir yer yapmaya başladım bir süre sonra. Elbette böylesi bir işe kalkışmanın bekleyişin uzun süreceğini göze almak olarak algılanmasını –kendimce– istemediğimden; yapı’mı da bu fikrime sadık kalarak derme çatma, parça parça inşa ettim. Şimdi burada onca zaman geçirdikten sonra; daha ciddi, planlı bir çalışmanın yoksunluğundan meydana gelen aksaklıkların rahatsızlığını fazlasıyla çekiyorum. Fakat tekrardan bu işe kalkışmanın gücünü kendimde bulamadığımdan; ortaya çıkan her pürüzü onararak, anlık çözümlerle bekleyişimi sürdürüyorum. Mavi Öyküler -

68


Başlarda bir süre, önünden ve sağdan soldan kestiğim ot yığınlarını kapının on beş, yirmi adım ilerisine istiflememle yorgun düştüğümde dinlenebileceğim, geceleri uyabileceğim yerimi belirlemiş oldum. Vücudum duvara paralel olacak şekilde buraya uzanıp, kapının en ufak aralanma hareketini görebilecek biçimde uykuya dalıyordum ve yine uyandığımda ilk gördüğüm kapı oluyordu. Daha sonrasında en azından yattığım yerin üzerini kapamanın gerekli olduğunu düşünerek; birbirine dik olarak eklediğim iki dikey bir yatay odun parçasıyla çatımın kale şeklindeki iskeletini oluşturdum ve bu iskeletin üzerine duvardan destek alan sıralı eğik ağaç dalları yerleştirmemle sağlam sayılacak bir gövde ortaya çıktı. Son olarak da üzerine yapraklı dallarla, çalılar örterek damımı yapmış oldum. Sonraları bu haline ufak tefek eklemeler yaparak yapı’mı iki yöne doğru da genişlettim. Ayrıca kapı görmeyen taraf ile duvarın karşındaki bölümü ağaçlarla kapattım. Böylelikle son değişiklikleri de hesaba katarsak yaklaşık bir haftada şu andakinden pek farklı olmayan haline gelmiş oldu. Ve ben de uyumadığım anlar dışındaki tüm zamanımı kapıyı görerek geçirmenin huzuruna kavuşmuş oldum. Bunun yanında yapı’mın gösterişiz, sade ve içerisinin neredeyse rahatsız edecek darlıkta olmasının bana –ufak tefek de olsa– bazı faydalar sağladığının farkındayım. Öncelikle dışarıdan bakıldığı zaman kesinlikle duvara sonradan eklenmiş gibi gözükmüyor. Böylelikle çevreden geçen herhangi bir işgüzarı –dikkat çekmeyerek– kendimden ve kapımdan korumuş oluyorum. İçerisinin rahatsız ve dar olmasının getirisi olarak da içeride o kadar az zaman geçiriyorum ki neredeyse içerideyken kapının bir anlık açılıp, kapanışını kaçırmam olanaksız gözüküyor. Gene de oldukça ufak gözüken bu ihtimalin tedirginliğiyle uykuya dalmakta güçlük çektiğim bazı geceler olmadığını söyleyemeyeceğim. Bu, anlık açılıp kapanma fikri başta basit gözükse de aslında oldukça çetin bir mücadelenin sonunda ortaya çıktı. Özellikle ilk geldiğim günlerde, bir günlük periyot içinde kapının açılış ânı olabileceğini düşünerek bu ânı saptamak adına bir an bile gözümü kırpmadan tüm günü kapının önünde geçirdim. Böylelikle şayet bir günlük dilim içinde böylesi bir an varsa onu yakalamış 69

- Mavi Öyküler


olacaktım. Ama bir neticeye vardıramadığım bu gözlem, uzayan kapalı kalışın yarattığı belirsizlikle birleşince açılma ânının rastlantısal olabileceği fikrini beraberinde getirdi. Belki de benim gözlemleyemediğim bir takvimde, olması gereken zamanda gerçekleşen açılış, bana bilgisizliğimden ötürü rastlantısal gelecekti. Bu fikrin oluşmasının gerisinde kapıyı fark ettiğim ânın rastlantı mı yoksa öngörülmüş bir zaman mı olduğunu bilmeyişim yatıyordu. Şayet her gün önünden geçtiğim kapının görülme zamanı gelmeden ben onu algılayamıyorsam gene aynı sebepten açıldığı halde farkına varmamış olmam da mümkündü. İşte bu açık kapının açılışını algılama zamanını beklemek tüm uğraşımı önceden belirlenmiş bir eylemler sırasına sokmasının yanında gözümün de güvenebilirliğine gölge düşürüyordu. Ben de yattığım yerden açık kapıyı bekleme miskinliğine sürüklediği için bu fikre tutunmak yerine rastlantısal bir ânı yakalamanın peşine düştüm. Eğer kapının açılış periyodu benim gözlemlerimle saptanamıyorsa onu açık gördüğüm ânın –eğer görebilirsem– rastlantısal olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim. Ama tabii ki kuşkunun yerini de ihmal etmeyerek gözlerimin güvenirliğini sınamak adına, sıklıkla ellerimle, bazen de sopayla kapının tüm yüzeyine vurarak dokunma ve duyma duyularımla kapının kapalı oluşunu doğruluyordum. Pekâlâ gözümün yanıldığı gibi diğer ikisinin de –ellerimin, kulaklarımın– yanılmış olması mümkündür. Ama en azından bu eylemlerin sağladığı, elimden geleni yapmış olmanın iç rahatlığına sığınabiliyorum. Tabii ki bu tarz bir düşünce anlayışının bazı çıkmazlarının olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Eğer peşinden sürüklendiğim, uğruna yapı inşa ettiğim tamamen rastlantısal gerçekleşecek olan –bir anlık– süreçse, ben böyle rastlantısal işleyen bir sisteme kendi bağımsız eylemlerimle nasıl etki edebilecektim. İşte bu noktada arkasını görmediğim kapının, bilemediğim istekleriyle kendi bekleyişimin doğal davranışlarının bir rastlantı vesilesiyle aynı anlama denk düşen bir düzlemde kesişebileceğini umarak sürdürüyordum bekleyişimi. Günlerden bir gün her zamanki gibi sürüne sürüne yapı’mdan çıkıp kapının önüne gelmiştim ki bir anda –geceki düşün anımsaması belki de kapının önünde açılan uykulu gözlerin etkisiyle Mavi Öyküler -

70


başlayan bir düşün uzantısı neticesinde– kapının arka tarafını hayal ederken buldum kendimi. Kapının hemen arkasında sessizce çalışan, büyük bir saatin içine benzeyen çark sistemi kuruluydu düşümde. Ve çevresinde onu yönetmekten ziyade seyrediyormuş izlenimi uyandıran bir yığın insan vardı. Yüzlerinde anlaşılmaz bir tedirginlikle bekliyorlardı. Sanki bu sistemin durması ihtimalinde onu tamir etmekle görevli kimseler gibi tetikte, hazır duruyorlardı. Ama biraz daha düşlemeye devam ettiğimde bir garipliğin farkına vardım. Görevi böylesi bir yapının çalışmasının devamı sağlamak olan insanların yapı çalıştığı sürece yüzlerinin gülmesi gerekirken, derin bir endişe seziliyordu davranışlarında. O an için anladığım, sistemin çalışma diyebileceğimiz ritimli işleyişten yoksun oluşuydu. Şöyle ki; çevresindekiler tam durduğunu düşünüp, yanına yaklaşmaya niyet ettiklerinde ufak bir hareketlenme oluyor ve sonra duruyordu. Ve bu durup kalkış, bilinmeyen, saptanamayan bir döngüde gerçekleştiği için de çevresindeki kalabalık ayakta, tedirginlik içinde beklemek zorunda kalıyordu. Ayrıca tüm bu sistemin kapıyı kapalı tutmaya mı yoksa açmaya mı yaradığı düşün içinde belirsizliğini koruyordu. Pekâlâ, gerçek olmadığını bildiğim bu düş, bir şekilde kapının arkasını ve aynı yapıyı karşımda görmemle doğrulansa bile kapının açıldığı zamanki anlamından çok daha farklı bir biçimde algılanacağından benim için sadece o güne ait bir düşten ibaret kalacaktı. Ya da aksini düşünecek olursam kapıdan geçtiğim gün arkasında bu düşümde varolan izlerden hiçbirini göremeyecek olsaydım bugün –düşü gördüğüm ya da kurduğum gün– o çark sisteminin orada olmadığını söyleyemezdim. Ama işte tüm bu sahteliğin bilincine rağmen bu ilk düşün etkisiyle bir yalanı, bozulacak olan gerçekliği görme isteği düştü içime. Yani bir düşün etkisindeki bilincim başka bir düşü görme hevesine kapıldı. Ve bu andan sonra duvarın üzerinde bulduğum her delikte kapının açılmasıyla anlamları değişecek olan başka başka düşler gördüm…

p

“BİRLİKTE ÖLMEDİLER HİÇ” 71

- Mavi Öyküler


“Ölüm Aralarında Kaldı” | Nursel Duruel* El değmemiş topraklar, tepelerin arasındaki sulak doğal yol boyunca göçerler konaklamışlardı. Belki yemek hazırlığındaydılar. Bir iki taş yan yana konup ocak biçimi verilmiş, cılız ateşler yakılmış, tencereler, toprak tavalar ocaklara vurulmuştu. İkisi orada, göçerlerin gözü önünde karşılaştığında her şey, herkes donuklaştı, silik bir resme dönüştü. İkisi mi? Yalnız orada mı?.. Binlerce yüzle, kim bilir kaç kez… pazar yerlerinde, asansörlerde, antenlerde, o filmlerin bazı karelerinde, sık sık kitaplarda, hep kavşaklarda… Birbirlerinin kim olduğunu bilmiyorlardı; nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Yine de tanışıyorlardı. Kadın üşüyordu. O tanımadığı ama iyi bildiği adamı görmeyi gizli gizli ummuş, bu karşılaşmanın olacağına inanmıştı. Yine de üşüyordu… Bakışlarını yumuşak eğimlerle birbirine yaslanan tepelere çevirdi, sınırsız bir sarılıkla karşılaştı. İki adım ötesindeki göçerler dürbünün tersiyle bakılıyormuşçasına uzaklaşmış, ufalmışlardı. Sesleri, alacakaranlığın hafif yankılanan uzaklık sesiydi. Kentlerden yükselen uğultular vardı artık. Adamla yüz yüze duruyorlardı. Daha tek söz söylenmemişti. Çok yakındılar, ama nefeslerinin ılıklığını yüzlerinde duyamadılar. Her yana yayılan sarı yalnızlık katmanları aralarındaki bir karışlık boşluğu da kaplamıştı. Çevrelerinde dönenen rüzgâr, üzerine bastıkları toprak parçasını şişirdi, şişirdi, ağaç boyu yükseldiler. Adamın gözlerindeki kızılımsı sarılıklar tepelerin rengine karıştı. Karıştıkça bir yaklaştı, bir uzaklaştı, yaklaştıkça uzaklaştı, ne olduklarını anlayamadan uzaklık gitgide büyüdü. Korkuyorlardı. Bütün güçlerini gözlerinde toplamaya, birbirlerini gözden yitirmemeye çabalıyorlardı. Olmadı. Sonunda noktalaştılar. Kadın o zaman duyabildi adamın sıcaklığını. Duyabileceğini umduğu sıcaklığı kendince biçimlendiriyordu belki. Adam, kadını ne zaman tanıdığını çıkaramadı. Hayatın coşkusu aralarından akmıştı hep. Ve onlar akışın dışında kalmışlardı. Mavi Öyküler -

72


Taze somunların buğusuyla, ovulmuş ahşap merdivenlerin kokusuyla, söylenmemiş sözcüklerle doluydu bu akış. İkisi bu koca nehrin iki yakasına oturmuş, laf yetiştirmişlerdi birbirlerine, yalnızca laf… Binlerce dokunuş nehrin içinde kaldı. Yaratılmış, yaratılacak, yaşanmış, yaşanacak, her şey gümbür gümbür dönerek gitti aralarından. Adam, mavi damarlar boyunca yürüyen sütün basıncını bir başkasında yokladı. Küçücük, pembecik ağızlar yaşamak için yapıştığında süzülen gözler gördü, ama sütün fışkırmasındaki mucizeyi sözcüklerle yolladılar birbirlerine. Birlikte yaşamadılar, sözcüklerle yaşadılar. Tanışıklıkları buradandı. Tanışıklıkları bütün sarılıklarla baş edecek boydaydı, yine de güç yetiremediler. Yağmur patlamalarından önceki elektrikli, oynak havaları cumba önündeki kerevette diz dize karşılayamadılar, tanışıklıkları buradandı. Adam, neyin altında ne var, demekten alamazdı kendini. Kadın da öyle. Aradıkları aynıydı, buldukları başka başka… İkisinin de aradığı bulunması son derece güç bir ışıktı. Birlikte hiç köprü kurmadılar, ne halattan, ne taştan, ne de çelik… Köprülerin resimlerine baktılar, köprüleri düşlediler, köprülere yakılan türküleri dinlediler ayrı ayrı. Tanışıklıkları buradandı. Birlikte türkü söylemediler. Seslerini alabildiğine bırakmadılar, komadılar ki geçitler yankılansın, meydanlar sedalansın… Sesler dönendi durdu kafa boşluklarında… deli sesler, zehirli sızılar… garip ezgiler… Sabahın bir seherinde binip bir trene –Haydarpaşa-Kurtalan– oturup karşı karşıya, biri solgun ay tenli, biri çakır ela, cebi köstekli… önce ayaktan elden, gözleye gözleye, sonra gözden kulaktan hafif hafif yoklaya yoklaya girişmediler sohbete. Yolculuk nereye? Demek öyle üç gün üç gece… Birinin seferberlik öyküsü, halasının büyük göçte ak göğsünden koparılan beşibirliği; birinin veremden ölmüş gencecik ninesi… mırıl mırıl anlatılıp, pencereden bozkır yeline bırakıla bırakıla, dumanla savrula saçıla, 73

- Mavi Öyküler


uyum içinde tıkır tıkır gidilmedi hiç. Yeni mezun bir ebe ya da nakil olmuş bir öğretmen, bir polis olup ev taşımadılar birlikte, kamyon kasasında denklerin üstünde… yürekleri daralarak. Ne derler? Biz böyle… sürgün… kimseyle içli dışlı olmaya gelmez… bakkalları borca verir mi? Kaç köyü var ki… yolu, elektriği?.. Gece karanlığında, at arabasında yollarda tipiye yakalanmadılar hiç. Kalabalık içinde, kalabalıkla birlik, zeytine, pamuğa gitmediler. Dudakları çatlamadı, elleri kabuk bağlamadı. Tepeleri, vadileri gümüşe boyayan zeytin ağaçlarında secde etmediler birlikte. Böylesine güzeldir diye, nimetlerin nimetidir diye… Dans etmediler hiç. Ama hiçbir türünden. Şöyle geniş bir meydan, bıyıklar burma, etekler kırma, kucaklar geniş mi geniş, sekişler serçe mi serçe… Ya bir sahne? Olmadı hiç. Müziği müzik, ışığı ışık, dans içinde bedenden renge, renkten biçime, biçimden öze akmadılar hiç. İnmediler maden ocaklarına dizi dizi, peş peşe. Grizu mu patlar, sel mi basar?.. Korkuyu insan mı üretir, acı nasıl tükenir?.. Kara elmas kimden can alır, kime can verir? Bir vapura binip gitmediler Girit’e. Knossos’u görmediler, Atlantis’i sormadılar, Aynaroz’u, Murat Çayı’nı, Harran Ovası’nı, Pampaları, Muson yağmurlarını, Valparaiso’nun denize inen merdiven sokaklarını, dünyanın kuzeyini güneyini, Tibet’ini Lutunu, hiç ama hiçbir yerini görmediler yan yana. Sözcükler… Sözcükler dolandı, sözcükler resim oldu, sözcükler ses oldu. Sözcükler yaşam oldu dolandı, sözcüklerle sarmalandılar. Sözcüklerle yiğit oldular, sözcüklerle serseri, aşık, bilge, kamil, devrimci, yürekli, korkak, pısırık… Alanlarda insanlar vurulurken el ele değildiler. Birlikte vurulup, birlikte tatmadılar ağır yaraların ılık uyuşukluğunu, sonra kesMavi Öyküler -

74


kin acılarını… Birlikte ölmediler hiç. Ölüm aralarında kaldı, Öylece… Orta yerde… Beğenen seçti aldı, Tek bir sözcük etmeden.

p

“BİR YAĞMURLA GELDİM BURAYA” “Bir Yokmuş İki Varmış” | Bensu Kaya Nisan sonunun kısa süreli yağmuru, suyun üzerinde ritmik kıpırtılar yaratıyor, genelde durgun karakterli olan göle hareket veriyordu. Ağaç dalları yağmurun belirlediği hızla inip kalkıyordu. Uzaktan bakan düş gücü gelişmiş biri, gölün ağaçlarla dans ettiğini düşünebilirdi. Alaca dağın ardındaki bu gölü bugüne dek hiçbir insan görmediği için bu fanteziyi geliştirebilecek kimse yoktu, ama en azından öykümüzün kahramanı olan kurbağayı böyle düşündürtebilmişti bu manzara. Yüzlerce çeşit su böceği ve bitkilerinden, coğrafyaya uygun ağaçlardan başka canlı bulunmazdı burada. Günleri birbirinin fotokopisi gibi geçen göl yaşamında farklılığı yaratan en önemli unsur, böyle arada sırada yağan yağmurdu. Yağmurun sesi, tıpırtıların hızına göre farklılaşan şarkılar oluştururdu. Bir mandolinden gelir gibi yükselen; kimi kez hüzünlü ve ağır, kimi kez neşeli ve kıvrak ezgiler duyulurdu. Bazen de yolunu şaşıran beyaz bir tavşanın göl kenarındaki ağaç kovuklarında yaşayan sincapları ziyarete gelmesini şaşırılacak bir durum olarak görebilirdiniz. Tavşan her geldiğinde kurbağamız hızlı bir hamleyle kendini sincapların evinden görülme açısının dışında bırakacak şekilde, yedek nilüfer yaprağına sıçrardı. Kurbağa, uzaktan tam olarak seçemediği bu tavşanın eski bir tanıdık olmasından kuşkulanıyordu. Onu görmeye dayanamazdı. 75

- Mavi Öyküler


Yaşadığı nilüfer yaprağına konuk gelmek isteyen başka kurbağalarla pek dostluk kurmak istememiş; diğerleri de onu pek ciddiye almamayı yeğlemişlerdi. Böyle çok mutluydu bizim kurbağamız, ama aslında sosyal yaşam da fena sayılmazdı bu gölde. Yılanbalıkları, arada sırada sürü halinde yüzerek görsel bir şölen yaratırlardı örneğin. Sivrisinekler ve bülbüller bazen koro halinde şarkı söylerlerdi. Aslanbaş, torbagöz, çiklit ve cüce vatozlar, akvaryumlara hapsedilen türdeşlerinin aksine uzun gezilerle vatanlarının tadını çıkarır; balıkçıllar pelikanlarla kanat çırpma yarışı yapardı. Su fareleri, su kaplumbağaları, kerevitler, akbalıklar, kızılkanatlar, yengeçler, birbirinden bağımsız ama gece-gündüz bir arada keyifle yaşayan konforlu bir sitenin sakini gibiydiler. Susamurlarının aşkı, melodramları anımsatan bir duygusallık veriyordu göle. Ağaçların sonbahar ve ilkbahar aylarındaki renk değişimleri; yumuşak efektler yaratıyordu. Türü ne olursa olsun tüm kuşlar zaten başlı başına tiyatral unsurlardı. Saz kamışları, kofa otları, su sümbülleri, binyapraklar, yabani naneler ve ayrık otlarıyla bezeli yeşil ve mavi dekorda rengârenk kanat çırpışlarıyla, bir ressamın tuvalinde renk cümbüşü yaratır gibiydiler. Sanki gizli bir güzellik yarışmasında dereceye girmişti hepsi. Fonda bir müzik gerekse, Vivaldi’nin “4 Mevsim”ini kullanabilirdiniz. Öykümüzün kahramanı olan kurbağa, özellikle “öykümüzün kahramanı” sözüne sinirlenirdi. Çünkü onun herhangi bir öykünün kahramanı olmak gibi bir niyeti yoktu artık. İsminin belirtilmesini özellikle istemedi benden. Hatta rica etti. Üstü kapalı tehdit bile etmiş olabilir de ben anlamamış olabilirim. Her neyse ona söz verdim sonuç olarak. Bir süre sözümde duracağım. Göl kenarındaki “bu öyküde geçen tüm varlıkların” gerçek yaşamda aslı olmadıklarını belirtmem gerek. Ya da gerçek yaşamdaki asıllarının göl kenarındakilerle ilgili olmadıklarını. Diğer kurbağalar, onun bu tuhaf hareketlerine anlam veremez, dedikodu malzemesi olarak kullanır, bazen de sıkılıp hiç sorgulamazlardı. Aralarına kimbilir nereden gelip en son katılmış olması, sonuçta onun da bir kurbağa olduğu gerçeğini değiştirmezdi. O da buradaki herkes denli sıradandı işte. Her iki taraf için de “yaşasın”dı. Mavi Öyküler -

76


Aylar mı geçmişti, yoksa yıllar mı?.. Üç-beş gün olabilir miydi? Ne kadar süredir buradaydı? Ne kadardır yalnızca “vrak”, “cik”, “iyk” gibi sesler duyuyordu? Akşam, sabah, gece ve diğer tüm zamanlar buradaydı, ama saat yoktu. Ve üstelik bir kurbağa saate bakmayı bilmezdi. “Akşam için Füsunlara söz verdik, unutmadın değil mi hayatım?” Telefonun öbür ucunda tatlı bir yaptırım gücüyle konuşan kadının sorusu, olumsuz yanıt vermeyi olanaksızlaştıran cinstendi; hani şu soruymuş gibi durup da aslında soru olmayanlardan. Kravatını hafifçe gevşetip gülümsemeye çalışarak saatine baktı Orhan. “Tabii ki unutmadım” dedi karısına, içine şeker karıştırılmış bir sesle. “Tıpkı annenlere, kızkardeşlerine, yengenlere, liseden arkadaşın Lale ve tıknaz kocası Hamdi’ye ve daha dilediğin kimbilir kimlere gitmeyi hiç unutmadığım gibi, Füsunlara gitmeyi de unutmayacağım” diye eklemedi, düşündü sadece. Büyük bir otel düğünüyle evlenmişlerdi. Havuz çevresindeki alana kocaman kurdeleli, beyaz saten örtülü sandalyeler ve masalar yerleştirilmişti. Masaların üzerinde cam vazolara konmuş açık pembe güller vardı. Orhan bir yüzme havuzunun başında niye evlenildiğini daha önceleri ve sonraları merak etmişti aslında, ama o anda hiç bunu düşünecek durumda değildi. Dilek, düğün öncesi, sırası ve sonrasında, yanakları şeftali tonlarında, içindeki bahar telaşıyla sürekli dilemişti: “Üç çeşit müzik olacak; bir orkestra çigan çalmalı. Oynamak isteyenler için de zaman ayıralım. Zengin bir açık büfe kurulacak. Düğün boyunca iki gelinlik giyeceğim. İki kez saçım ve makyajım değişeceği için kuaförüm ve makyözüm düğün boyunca ayrılmasın. Gelinlik ve damatlıktaki bazı ayrıntılar mekânın bütününe de yayılacak. 500’e yakın davetlimiz olacak…” “Alice’in beyaz tavşanı Cengiz Bey…” derken yakalamıştı bir keresinde kendini Orhan. Danışmanının bunu anlamayacağını düşünmüştü, ama karşısındaki adam da çocuk klasiklerinin aslında insanın her yaşında önemli olduğunu bilecek olgunluk ve kültürdeydi neyse ki. Cengiz Bey’in bakışlarında bunu yakalayıp rahatlayınca sözünü tamamlayabildi: “Sanki Alice’in beyaz tavşanı içime kaçtı doktor bey. Öyle acelem var ki her şeye. 77

- Mavi Öyküler


Yemek yemek bile, benim için sadece yetiştirilmesi gereken bir ev ödevi.” Son terapi randevusunda bunları söylemişti. İlk zamanlar pek açılamamış, ama dört-beş seans sonra terapistiyle daha fazla şey paylaşır olmuştu. Çevresindeki hemcinsleri arasında terapiste giden tek kişiydi. Yaşamı, doğumun ardından eğitim tamamlamak, askere gitmek, iş bulmak ve evlenmek olarak listeleyip yanlarına başarı işaretleri koyarak sürdüren nicelerindendi o da. Eğitimi ve şimdiki yaşam standartları, ortalamanın çok üstündeydi. Dilek’le ortak arkadaşları sayesinde tanışmışlardı. Evli arkadaşları; yemek, sinema, ev gezmesi, tatil programlarında zaman zaman aralarına aldıkları Orhan’ın daha fazla yalnız kalmasına dayanamamışlardı çünkü. Dilek de buğday sarısı saçlarının çerçevelediği ela gözleri, biçimli dudakları ve güler yüzüyle hayır denebilecek bir kız değildi. Bayılmışlardı birbirlerine. Çok geçmeden tüm programlara ikili olarak katılır oldular. Daha da çok geçmeden evlendiler. Dilek’in ailesi Orhan’ı kendi oğulları gibi benimsedi. Annesi, tıpkı diğer kızı ve oğlu eşleriyle geldiğinde olduğu gibi, onlara da her gelişlerinde zeytinyağlı yaprak sarması yapmaya başladı. Ortaokuldan beri ailesinden ayrı olan Orhan için ilk başlarda bu şenlik ortamı çok cazipti. Dilek’in babası, maddi durumu sorulduğunda “zengin” denilen adamlardandı. Oğlu ve büyük damadıyla sürdürdükleri küçük ölçekli fabrikalarında fermuar üretilirdi. Orhan, eğitimi ve yabancı diliyle kayınpederi için oldukça cazip bir elemandı, ama genç adam seçimini bağımsız çalışmaktan yana kullanmıştı. Orhan’ın ailesi, başka bir büyük şehirde yaşıyordu. Emekli bir babası, ev hanımı bir annesi ve üniversite mezunu, bekar bir kızkardeşi vardı Orhan’ın. Arada sırada onlarla telefonlaşır; Dilek’le yurtdışına gitmedikleri bayramlarda da ziyaretlerine giderlerdi. 30’larını para, kariyer ve yalnızlık sorunu yaşamadan sürdürüyordu. Tek sorunu zamansızlık gibi görünüyordu. Karısıyla ya da kendiyle başbaşa kalma süresi, yıllar geçtikçe daha da azalıyordu. Üniversite yıllarında heveslendiği resim çalışmalarıyla ilgilenmeyeli uzun zaman olmuştu. Oysa ne çok severdi boyalarla, fırçalarla uğraşıp durmayı. Lisedeki resim öğretmeni bile resimlerine hayran kalırdı. Okul yıllarında kitap okumaya da ciddi zaman ayırırdı. Bunların üzerinde duracak, düşünecek Mavi Öyküler -

78


zamanı bile yoktu şimdi Orhan’ın. Karısını seviyordu üstelik. İşlerinden artakalan bir zaman varsa, bu ya karısıyla ya da karısının istediği birileriyle geçirilirdi. Evliliğinin tadını çıkarmak için elinden geleni yapan Dilek için, üç-dört ayda bir tonunu değiştirdiği sarı boyalı saçları üzerine kararlar vermek, sezon alışverişleri yapmak, aylık dekorasyon dergilerindeki “yeni trendleri” uygulamak gibi uğraşlar vardı yaşamında. Arkadaşlarının evinde gördüğü hoşuna giden bir yeniliği de kendi evine taşımayı geciktirmezdi. Eşyaları kızkardeşi Arzu’nun evindekileri andırırdı. Eğitimini paralı okullarda tamamlamış, evlendikten sonra da çalışmaya gerek görmemişti. Sıklıkla eşiyle ailesini bir araya getiren organizasyonlar yapardı. Orhan, haftanın üç-dört akşamı tekrarlanan, bazen de büyük damadı övme partilerine dönüşen gecelerde hafifçe sıkılır, ama bunu belli etmemeye çalışırdı. Dilek’in babası ve annesi için büyük damadın yeri bir başkaydı. Onun şirketin kâr marjını nasıl artırdığı, aile meclisinde anlatıla anlatıla bitirilemezdi. Zeytinyağlı yaprak sarması geleneği, büyük damadın aileye girişiyle başlamıştı. Ya birlikte yemek yenir ya yemek sonrası kurabiyelerin eşlik ettiği çaylar içilir ya da salonda sevimli yeğenlerle oynanırdı. Akşamları büyüklerin; varaklı koltuklarla, duvar aynalarıyla döşeli büyük evi, ailenin bireyleriyle dolardı. Ortamı dolduran sesler, hep yüksek ve neşeliydi. Günlerden bir gün Dilek’in küçük kardeşi Murat, sıklıkla yaptığı gibi bir yurtdışı gezisine çıktı. Çin’e gitti. Dönüşte tüm yakınlarına olduğu gibi ailesinin her üyesine de çeşitli hediyeler getirdi. Murat, sıradan ve geleneksel pek çok erkek gibi bagaj ağırlığını bahane edip bir geziden elini kolunu sallayarak dönenlerden değildi. O akşam annesine, babasına, ablaları Dilek ve Arzu’ya, çocuklara ve eniştelerine aldığı hediyeleri, büyük evi dolduran kahkahalar eşliğinde verdi. Erkeklere hemen hemen aynı renk ve modelde birer saat seçmiş, kadın ve çocuklara farklı hediyeler almıştı. Büyük evde, iki gece sonraki akşam yemeğinde, tüm erkeklerin kolunda Murat’ın aldığı saatler vardı. Yemeğe son zamanlarda olduğu gibi yine gecikmeli olarak katılan Orhan’ınki hariç. Zeytinyağlı yaprak sarması servis edilirken kayınvalidesinin bakış79

- Mavi Öyküler


larını kolunda hissetmişti Orhan. Bu bakışları herkes hissetmiş olmalıydı ki, o anda masada kısa bir sessizlik oldu. Orhan çalıştığı şirketin mali sorunlarından pek kimseye söz etmiyordu. Bu nedenle işine son verilen birkaç kişinin yerine şirkette kalıp daha fazla çalışmak zorunda kalanlardan biriydi. Unvanıyla birlikte sorumluluğu ve iş yükü de artmıştı. Hatta bu yüzden aile yemeklerine birkaç kez katılamamış; sofrada yalnız kalan Dilek’in akşam boyunca biriken negatif enerjisi, kocası gece yarısı eve geldiğinde patlamıştı. Birkaç yıllık bir evlilik için günlük kavga sayıları çoğalmaya başlamıştı. Kocaları işteyken zamanlarını yoğun olarak birlikte geçiren Arzu ve Dilek’in ortak konuları çoktu elbette. Son zamanlarda, “neden” diyordu Arzu sık sık; örneğin, “Neden senin kocan da bizimkilerle birlikte çalışmıyor?” Çocuklar okuldan gelene kadar sabah kahvesi ve kuaför seanslarında birlikte olan kızkardeşlerin uyumu, görenleri kıskandıracak gibiydi. Aralarında kan ve DNA ortaklığından gelen ilginç bir stratejik işbirliği vardı. Güzellikte birbirini aratmaz ölçüde iki kadındılar. Ancak Arzu’nun soruları gün geçtikçe daha da artıyordu: “Neden?..” Orhan geçen sene annelerinin damatlara hediye ettiği kravat iğnesini de zaten hiç takmamıştı; büyük evdeki yemeklere daha da sık gecikir olmuştu; sofraya sanki soluk soluğa oturuyordu; geçen akşamki yemekte tatlıyı yememişti; yemeğin ardından herkes maç izlerken o saksı çiçeklerine doğru dalıp gitmiş, ikram edilen çayı bile fark etmemişti… Arzu bu soruları öyle büyük bir başarıyla sıralıyordu ki, nedenlerin içindeki yanıtlar da kız kardeşine aktarılmış oluyordu böylece. Ablasının sözlerini tanıdık bir kaygıyla dinleyen Dilek, bir dönemin yakışıklı prensinin bu soruların öznesi olmasına bozulup üzülüyordu. İşlerinin yoğunluğu, herkesin aynı özelliklerde olamayacağı, bireysel farklılıkların normalliği gibi savunmaları vardı çoğunlukla, ama Arzu’ya yenilmek hiç de hoş değildi. Arzu’nun eşi Kemal’den daha yakışıklıydı gerçekten de kocası. Ancak “kendi çapında efsane” yaratabilen Kemal olmuştu işte. Evliliklerinin öncesinde, içinde öpücük ve prens geçen masalı anımsatan cümleler kurardı ablasına ve arkadaşlarına. Elbette şimdi kocasını ailesine ve dünyaya karşı savunmalıydı, ama ah şu biriken negatif enerjiler… Mavi Öyküler -

80


Nedense Orhan’ın eve geldiği geç saatlerde patlayası tutardı bu enerji balonlarının. Terapiste birlikte gitmeyi de denediler pek çok evli genç çift gibi. Orhan’a neredeyse her seferinde, “Kendinize bireysel uğraşlar bulmalısınız.” diyen terapistin önerdiği papatya çaylarından Dilek de içmeye başlamıştı. Ancak çayların saatinde bir sorun vardı herhalde, genç kadın pek sakinleşemiyordu kocasına karşı. Uzaktan bakan herkesin aralarında bir sorun olmadığına yemin edeceği çiftlerdendiler. Neyi başaramadıklarını kendileri de anlayamıyordu bir türlü. Masum ve iyi niyetliydiler. Birbirine bu denli yakışan çift az bulunurdu belki de. Her iki taraf da birbirine bağırmaktan yorulunca uzun süreli bir sessizlik yaşanıyor, ardından yatak odasında rehabilite olunabiliyordu. Orhan’ın zamanı gibi, hareketleri de iyice hızlanmış ve küçülmüştü. Yatak odası seansları bile daha kısa sürüyordu artık. Genç adam o gece de, son zamanlarda sıklıkla olduğu gibi, tanımsız güzellikteki o yeşil gölü gördü rüyasında. Büyük şehir çocuğuydu aslında, doğayla ilgisi yok denilecek kadar azdı, ama bu güzelliğe kayıtsız kalabilmek olanak dışıydı. Yeşilin her tonuna karışan çiçek renkleri, olağanüstü güzellikte bir tablo oluşturuyordu. Lisedeyken yaptığı resimlere benziyordu bu tablo. Durgun suya yansıyan günışığı, gölde mücevher pırıltıları yaratıyordu. Kuşların rengi, çiçeklerle yarışıyordu. Yılanbalıklarının hızlı ve seri kavislerinden önce ürkmüştü, ama göle hareket katan hoşluklardan biri olarak kabul etmişti onları da. İçi sonsuz bir huzur ve mutlulukla doluydu. Susamurları ve yılanbalıklarının dışında göle hareket sağlayan en önemli güç, az önce birdenbire bastıran yağmurundu. İri damlalar nilüfer yapraklarının üstüne düşüp yavaşça göle akıyordu. Göl ve çevresindeki her şey, yağmurla neşelenirdi. “İşte ben de…” dedi Orhan kendi kendine; “ben de bir yağmurla geldim buraya! Bir bulutta oluştum, henüz çok küçükken yaprağıma düştüm!” Yıllar önce kendi ailesiyle izlediği bir filmden kareler karışıyordu rüyasına. Filmdeki kurbağa yağmuru sahnesi, izleyen herkesi etkileyebilecek nitelikteydi. Orhan, düşlerinde kendini bir kurbağa olarak görüyordu çok uzun zamandır. 81

- Mavi Öyküler


Bunu kimse bilmiyordu. Beyaz tavşanınki sanıp bir an korktuğu çalar saati, yatağının başında sabahın olduğunu haykırıyordu. Saati susturup, balköpüğü renkli uzun saçları, pürüzsüz teni ve masalsı güzelliğiyle, uyurken bir prensesi andıran karısına baktı. Evliliğini bitirmeye karar verdi.

p

“SÖZCÜKLER DÜŞTÜ ORTAYA” “Mavi Tilki” | Setenay Özbek* Gece yarısı otoyola çıktığında bunun iyi bir fikir olmadığını düşünüyordu kadın. Her zaman olduğu gibi yine kendini engellemedi. Aklına düşeni yapar, laf anlamaz kalbinin sesini dinlerdi. Kapkaranlık yolda ilerlerken gözlüğünü evde unuttuğunu anımsadı. Geceleri bütün uzağı göremeyenler gibi yarı kör oluyordu. Karşıdan gelen araçların parlak mor ışığı gözlerini kamaştırıyordu. Direksiyonda kendini nerdeyse ön cama yapıştırmış şekilde otururken, dikkatinin tümünü yola vermişti. Önüne fırlayabilecek bir parsı ya da sürünerek geçen bir yılanı ezmemek için yavaş gitmeye özen gösteriyordu. Buluşma yerine geldiğinde gördü onu. Yarı karanlık yüzünü, gümüş ışıltılı, kurumuş yosun grisi saçlarını… Sokak lambasının ışığında her zamankinden daha esrarengiz, daha etkileyiciydi. Kurt postundan paltosunun yakasını kaldırmış, devekuşu tüyünden örülmüş atkısını boynuna rasgele dolamıştı. Bir eli cebindeydi, otomobili fark ettiği halde hiç acele etmeden duruyordu. Diğer elindeki sigarasından son bir nefes aldı sonra yere atıp, bir böceği öldürür gibi ayağıyla bastı. Yaklaşan otomobile doğru tedbirli ve hızlı, aldırmaz bir şekilde serseri adımlarla yürüdü. Buluşmalarının ilk dakikalarında hep böyle sessiz oluyorlardı. Onları böylesine sessiz kılan belki de sıradan bir gecenin ikinci yarısında, tenlerini buluşturup sabah olduğunda hiçbir şey olMavi Öyküler -

82


mamış gibi ayrılacak olmalarıydı. Ya da paylaşacakları yatağın bulunduğu odanın duvarları dışındaki dünyadan, kendilerine bir şey katmak istememeleriydi. Sadece birlikte oldukları ânı yaşamak istiyorlardı. Önce gözleri sonra elleri buluştu. Birbirini saran eller sıcaktı. Adamın tütün kokusuna kadının çinko kokusu karıştı. “Seni bu sefer bir başka yere götürmek istiyorum,” dedi kadının buğulu sesi. Önemli ve özel bir durum seziliyordu sesinin tonunda. (Tombala!) “Ne oldu?” diye sordu adam. Sesi eski filmlerdeki gibi kaygılıydı. “Seni bu buluşmamızda sahile götürmek istiyorum.” Adam itiraz edecek oldu. Kadın dinlemedi, onu nazikçe susturdu. Otomobilin teybinde şarkıcı Latife, iç gıcıklayıcı sesiyle “İnleyen Nağmeler”i söylüyordu. Kadın otomobilin önünden bir şeyin geçtiğini gördü, hafif bir çığlık attı. Adam önceden bilirmiş gibi, “O geçen Mavi Tilki’ydi. Hayırdır inşallah!” dedi. Otomobili deniz kenarına park ettiklerinde dolunayın ışığı, turuncu haleler yaparak kadının saçlarının muhteşem dalgalarına yansıyordu. Gözleri, ocakta gizli kalmış ateş gibi parlıyordu. Çok heyecanlıydı. Ağlamakla gülmek arası bir ses çıktı dudaklarından. Yaşantısında yarattığı dış görüntüsünü kaygıyla anımsadı. Gösterişli, güçlü, nazik ve bağımsız. Adamsa o anda, orada neden bulunduğunu sorguladığından, sesi duymamıştı bile. Onu hep üzerinde fazla düşünmeden, olduğu gibi severdi. Umarsız ve yatırımsız, her zaman var olan gerçeğe rağmen yaşadığını var saydığı bir rüyada. Kadın ilk kez, adamla gerçekten konuşmak istiyordu, ama bir türlü söze başlayamıyordu. Pelikan dili gibi tersten, anlaşılması güç bir dille konuşuyordu. Sözcükler anlamsız, tuhaf boğuntular gibi dudaklarından dökülüyordu. Aslında hiç susmazdı. Adamın yanında olduğu an lardaysa kimliğinin özünü, iç sesini kullanıyordu. Belki de, o gece ona ilk kez kendi varlığını bütünlük içinde, yine de anda yaşayarak özgürce ifade edebilmek istiyordu. Ancak kendisi de söyleyeceklerini bilmiyordu ama bir kez deneyecekti. Deniz dümdüzdü. Cetvel gibiydi. Rengi kopkoyu, şarap renginde 83

- Mavi Öyküler


bir kırmızı. Ay ışığı denizin üstünde milyarlarca, inci taneleri halinde, gümüş yakamozlar -yap-bozlar- oluşturuyordu. Birden coştu. Dalgalar, sahildeki beton duvarlara kumsalı aramış da bulamamış, kızmış gibi hiddetle vuruyor, köpürüyordu. Biraz sonra iyice kabarıp, sahilde demirli duran tekneleri ters yüz edecek, filozları kopartacaktı. Bu eşsiz anlarda ne kadın ne de adam göz göze gelemediler. “Aşk insanı üşütüyor,” diye fısıldadı kadın, yüzüne yere eğerek. “Bu geceden sonra belki, bir daha asla kimseyi sevmeden, yaşar giderim.” Derin ve tedirgin, sözcükleri seçerek konuşuyordu. Yol kenarındaki ağaçların uzayan gölgelerinin karanlığında, birlikte, yan yana, yalın ayak, küçük adımlarla zamana karşı yürüdüler. Denizin kırmızı yüzüne tülü andıran bir sis çökmüştü. Yoldan geçen otomobillerin farlarının mor ışığı adamın yüzüne vurup geçiyordu. Kadına dönüp baktı, tekrar ellerini tuttu. “Hâlâ üşüyor musun?” diye sorarken, böylesine yakın olmalarına rağmen aralarında, çaresizce bıraktıkları mesafeyi ölçüyor gibiydi. Onu severken, kendini de seviyordu. Bencilce oynadığı rolün gereğini yaparken, göğüs kafesini zorlayan mutluluğu yitirmekten de korkuyordu. Ellerindeki küçük elleri bilinçsizce sevdi. Yürürken arkalarına aldıkları gölgeleriyle olduklarından daha büyük görünüyorlardı. Yoldan hızla bir mavi tilki daha geçti… Denizden yüzlerine esecek her rüzgârda, esmeyen rüzgârlarda, uçuşan yapraklarda, sahile vuran deniz yıldızlarına rastladıklarında yıllar sonra bu geceyi, şimdiyi ve birbirlerini anımsayacaklardı. Adam yavaşladı ve durdu. Kadın adamın elini bıraktı. Yüzünü gökyüzüne döndürdü. Yeşil yağmur yağmaya başlamıştı. Aniden ışıltılı bir bıçak gökyüzünü yararak denize düştü. Her yer siyah beyaz olmuş, aydınlanmıştı. Buz kalıbı haline dönüşmüş otomobile geri döndüler. Çakmakla anahtarı ısıtıp kapıyı açtılar! Kadın kontağı açarken sevilmiş Mavi Öyküler -

84


olmanın unutulmaz tadını, ürpertici ayazda bile ellerinde kalan sıcaklıktan ayrımsadı. Martılar sürüler halinde, beyaz bir bulut gibi denizin üstünden uzaklaştılar. Zaman hızla geçecek, sesler, kokular unutulacak, izler yaşam kumsalından gelgitlerle silinecekti. Bir tek anlara adanmış çılgın üşümelerin gülkurusu rengi kalacaktı. Konuşamadılar, suskunluk aralarından incitmeden geçerken, adam otomobilin radyosunu açtı. Dünyanın ve savaşın sesi doldu içeriye. Bomba, jet, saldırı, hücum, Irak, sığınak, alarm, Amerikalılar, hava saldırısı, ölüm… Sözcükler düştü ortaya. Yağmur hâlâ yağıyordu. Kırmızıya dönüşmüştü yağmur. Radyonun sesi ikisinin arasına sinsice sokuldu. (Lili Marlen çalıyordu!) Camları açtılar. Sesler ve savaş geceye karışarak, ay ışığının hafifliğinde kayboldular. Otomobil kaygan bir yolda hâlâ hızla gidiyordu. Bir mavi tilki daha gecenin içinden geçti. Küçük, kestirme bir yan yola bilerek saptıklarında, şehrin ışıkları ve bir başka mavi tilki onları dikkatle izliyordu. * Hiç Kimse Bir Başkası Olamaz / Cadde Yayınları, 2006

p

“BU EVİN TANRISIYIM” “Dikloro Difenol Trikloroethan” | Dağhan Irak Kedi mutfağa giriyor, ocağın arkasına kaçıyor. Çekmeceden bir naylon torba alıp ses çıkarıyorum. Hemen ocağın arkasından çıkıyor, alıp mutfaktan dışarı atıyorum. Her seferinde bu numaraya kanmasına inanamıyorum. Kedinin mutfağa girmesi yasak, çünkü yerleri düzenli olarak ilaçlıyorum. Mutfak kapısının bir tarafında hayvanlar ölüyor, diğer tarafında ise bir başka hayvan pahalı mamalarla besleniyor. Evde kimin yaşayıp, kimin öleceğinin kararını ben veriyorum, bir bakıma bu evin tanrısıyım. 85

- Mavi Öyküler


Kediyi el üstünde tutarken böcekleri öldürmenin mantığını arıyorum, kedi yemeklerime böcekten daha çok giriyor, gelip zaman zaman elimi ısırıyor, gece uykumu bölüyor. Öte yandan kedimin huylarını biliyorum, gelip bana sokuluyor uykudan kalkınca, annesiymişim gibi davranıyor, böyle yaptığı zamanlar daha az yalnız hissediyorum kendimi. Böceklerin huylarını bilmiyorum, onları takip edemeyeceğim kadar çoklar ve küçükler. Aslında bu evin çeşitli köşelerinde onların yüzlercesi, hatta binlercesi yaşıyor, onları tanımadığım gibi kendimi daha az yalnız hissetmeme de neden olmuyorlar. Onları tanımadığım halde kendimde onları öldürme hakkını yine de bulabiliyorum, bu kararımı çoğu kez kendime bile sorgulatmıyorum. Sorguladığım zamanlar bulabildiğim tek bahane böceklerin, örneğin kedilerden, çok daha hızlı üremesi. Onları öldürmezsem tüm evi kaplayabilirler. Aslında kedim de üremek istiyor, hatta mümkünse ev arkadaşımla yapmak istiyor bunu. Ama henüz daha çok küçük –yalnızca ev arkadaşım için değil, yetişkin erkek kediler için de– kendisine yatıştırıcı veriyorum –ev arkadaşıma değil, kediye– üreme isteğinin yerini uyuma isteği alıyor. Bunu onun iyiliği için yapıyorum. Yalnızca evin tanrısı olmakla kalmıyorum, aynı zamanda evde yaşamasına izin verdiklerimin iyiliğini de düşünüyorum. Kedim yanımda kendini kaybetmişçesine bir parça kâğıtla oynuyor, ben güzel sevgilimin yanımda olduğunu düşlüyorum. Evin içi çok sıcak, o yüzden fazla bir şey giymeye gerek duymamış, başımı çıplak göğsünün altına koyuyorum, kokusunu içime çekiyorum. Yalnızca bu evin düşünceli tanrısı değilim, hayal gücüm de geniş. Ama o aslında burada değil, belki de hiç olmayacak, kaloriferlerin ayarını bu kadar sıcağa getirmeye de gerek yok belki. Ben bu evin düşünceli ve hayalci tanrısıyım, ama gücüm onun hayalini gerçeğe çevirmeye yetmiyor. Belki de tanrıların yalnız olması gerekiyor, bu yüzden yapamıyorum. Evet, mutlaka nedeni bu olmalı. Kedinin yaşamasına izin vermemin ve böcekleri öldürmemin nedeni de bu olmalı. Kedi, kâğıtla oynarken kendini kaybediyor, etrafındaki herkesin varlığını aklından siliyor, koca evrende yapayalnız, yalnızca bir parça kâğıdı patisine takıyor. Böcekler ise çoklar, binlercesi her gün mutfağımda beraberce dolaşıyor, keşif yapıyor, dökülen saMavi Öyküler -

86


çılan varsa onlardan besleniyorlar. Hep çoklar, hep bir aradalar. Sanırım onları öldürmemin gerçek nedeni bu. Benim kadar yalnız olmayan hiçbir şeyin etrafımda olmasından hoşlanmıyorum. Ben onları öldürmezsem, onlar beni öldürüyorlar.

p

“İĞRETİ BİR YARAYDI ŞİMDİ BU DUDAKLAR” “Kan Parası” | Özkan Şahin Zeminin beyaz mermerleri arasında kırmızı damarlar vardı. Bıyıklı, kara yağız, serkeş eli bıçaklıların bol küfürlü, bol köpüklü kavgalarının ardından saçılıp kuruyan kanların lekeleri miydi bu damarlar? Zemini mermer, duvarları taştan her mekân gibi, ölüm soğukluğu, irkilten, uyuşturan bir korku, bunalım ve sıkıntıyla taşkındı bu koridor. İnsanın morali bozuluyordu; adı üstüne adliye koridoru! Koca yakalı cüppeleriyle asık yüzlü ve kibirli avukatlar, hâkimler… Neden giyinirlerdi ki bu garip cüppeleri, kim giyinmelerini emretmekteydi, giymeden gelselerdi ne olurdu ki? Ya mübaşirler? Eskiden köylülerin o, korkaklığın ardına gizlenmiş yalınkılıç bir uyanıklığa, tilki bakışlarına, aç ayı telaşını emmiş suratlarına sahip bu adamlar şimdi daha bir beyefendiydiler. Bıyıksızdılar, olur olmaza bağırmıyorlar, bir soru sordunuz mu okumuş adamlar gibi karşısındakine değer veren bir saygıyla tane tane anlatıyorlardı. Eskiden iğil iğil sigara kokardı bu koridor, köşeler öbek öbek izmarit, cam kenarları, kalorifer üstleri dipleri bordo, geri kalan kısımları yaşlı adamların dişleri gibi sapsarı bardaklarla dolu olurdu. Şimdi her şey yeni evli bir gelinin yatak odası gibi düzgündü, ama bu nizam koridoru ruhsuzlaştırmıştı. Başlarına bir örtü geçirip, çıplak bacakları ve neredeyse uçları görünecek memeleriyle camileri gezmeye giren turist kadınlar gibi ruhsuz, yapmacıktı her şey. Fehmi’nin başındaki kasket, Fehmi’nin karısı Güler’in şalvarı ve başındaki kavuğu andıran başörtüsü olmasa koridor geçmişten bakiye bu katreden bile mahrum olacaktı. Yanlarındaki çocukları Birdal ile 87

- Mavi Öyküler


Merve bile kendileri gibi değildi. Karşı tarafın avukatı yaklaşık on metre ileride kendilerini umursamadan oturmuş, dizleri üzerine koyduğu deri çantasının içindeki evrakları telaşlı telaşlı karıştırıyordu. Bir şeyler yanlış gidiyor olacak ki kendisini olduğundan daha olgun gösteren gri takım elbisesi ve kulaklarının üzerinde yoğunlaşmış aklara inat öğretmeni ile takışmış liseli bir kız çocuğu gibi oflayıp puflamaktaydı. Hayatında kayda değer bir sıkıntı çekmemiş bütün orta direk kentli okumuşlar gibi etli, beyaz ve diri bir bedeni vardı avukatın. Muhtemelen maaşı kabarıktı! Güzel bir karısı, güven dolu okullarda her gün yeni şeyler öğrenen sevimli çocukları vardı. Kendileri gibi dolmuşa otobüse binmez, lokantalarda canının istediğini yer, mağazalarda hoşuna giden elbiseyi alırdı. Ara sıra bakışları dudaklarının arasından çıkacaklar kendileri için çok değerli olan aileye değse de hiçbir şey onun için şu anda aradığı evrak kadar önemli değildi. Kısa bir zaman sonra cep telefonu çaldı, açıp konuşmaya başladıktan kısa süre sonra bedeni gevşedi, yüzündeki gerginlik yerini uçarı bir rahatlığa bıraktı, şimdi yapmacık gülücükler de vardı suratında. Herhalde çantasının içinde bulamadığını telefonunun gerisinde bulmuştu! “Şerefsiz köpek, nasıl da şakrak… Benim yavrum çürürken, biz yarı aç yarı tok sürünürken…” Fehmi iç cebinden çıkardığı mendille gözlerini silerken, kafasını yanında hırslı hırslı söylenmekte olan karısına çevirdi. Gözlerini kurulamadan konuşmazdı. Ağladığından, yüzünü gözyaşlarından arındırmak için silmiyordu ikide bir gözlerini. Son birkaç yıl gözleri durmadan sulanır, pınarlarından yerli yersiz yaş taşardı. Bir doktora gitmişti ama doktor gözlerini doğru düzgün muayene bile etmeden üzerindeki bütün parayı alınca bu aslında çok da abartılmayacak rahatsızlığa katlanmaya karar vermişti. Sesi de bakışları gibi buğuluydu. “Konuşup durma, Allah’a şükret.” Güler’in şap dudaklarının gerisindeki seyrek dişleri paslanmış demir vidalar gibiydi. Konuşurken sesini özellikle yükseltiyordu. Herhalde etraftakiler derdinden haberdar olsun istiyordu! “Fidan gibi kızım gitti, buna mı şükredeyim?” Mavi Öyküler -

88


Birdal, annesinin yükselen sesinin etraftaki tüm bakışları üzerlerine toplayacağını bildiğinden tartışmanın rezalete dönüşmesini başından engellemek istedi. Burada olmaktan, ailesinin cehaletinden, anlayışsızlığından ve düşkünlüğünden utanıyordu. Diğer insanlar gibi başına gelen belaya bile hakkıyla üzülememekten, yas tutması gerekirken adliye koridorlarında sürünüyor olmaktan utanıyordu. Eğer ablası biraz daha dikkatli olsa ne onu kaybedecekti, ne de şu anda neredeyse başını kumlara gömdürecek rezaleti yaşayacaktı. “Kesin sesinizi be tartışılmaz burada!” Merve, sanki abisi yanlış bir şey söylemiş gibi ateş saçan gözlerle bir adım yanaştı. Kadın ihtirasının çılgın duyarsızlığı yüzünü kırmızıya kesmişti. Belki gücü yetse abisine saldırır, yüzünü, bedenini yıpratabildiği kadar yıpratırdı. “Ne o, ablamızın acısını unutalım mı, susalım mı?” Birdal’ın ince ses tellerine oturan soğukkanlı kararlılık Merve’nin yüzündeki ihtirasın alevini hemen söndürdü. Birdal gerçekten dayanamıyordu. “Ulan cevap verme şerefsizim şurada boynunu kırarım senin!” Güler’in kadın içgüdüleri kendisine politika yeteneğini bahşettiğinden bu tartışmada kimin yanında olacağını çok iyi biliyordu. “Bağırma lan bacına, soysuz. Haksız mı? Sende bir parça gurur olsa zaten ablanı çiğneyip öldüren pezevengin başına bir iş açardın ama kimin oğlusun?” Cümlesini bitirirken dudağının kıvrık ucuyla kocasını işaret etmişti. Birdal çocukluğundan beri aniden öfkelenen ama aniden öfkelenen diğer insanların aksine bu öfkesini uzun süre muhafaza eden, öfkelenince ağzına ne gelirse veren ve karşısındakinin kim olduğunu umursamayan biriydi. Tokgözlülüğüyle annesi ve kız kardeşinin tam zıddıydı, taşkın öfkesiyle de babasının. “Allah belanızı versin tamahkâr köpekler. Ölü satıcılar, ceset tüccarları. Utanıyorum lan sizden.” Oğlunun yükselmiş sesini pek de umursamayan ama işlerin daha da karışmasından korkan Fehmi, kangren renkli parmaklarıyla gözlerini silerken kısık bir sesle oğlunu uyardı. Çekiniyordu. 89

- Mavi Öyküler


“Doğru konuş lan ananla, bacınla. Ayıp. Ahlaksız.” Birdal’ın öfke kusan ağzı bu sefer babasına döndü. “Kes lan sünepe. İki karıyla baş edemedin, kızının cesedinden medet umdular, bu yaşında seni buralara sürdüler iki tane çakamadın ağızlarına. Allah senin de belanı versin domuz soyu. Sünepe köpek ben sen miyim? Allah belanızı versin, ne haliniz varsa görün.” Birdal gerçekten öfkesi yüreğinden taşmış adamlar gibi hırslı adımlarla yürüyordu. Sırtında taşıması güç bir yük varmışçasına boynunu öne eğmişti. O kadar uğultunun içinden sıyrılan topuk takırtıları duvarlara çarparken ayağa kalkan avukat üstünü başını düzelterek sayıları üçe inmiş tedirgin aileye doğru yürümeye başladı. Avukat bu aileyle ilk karşılaştığında öylesine üzülmüş, içerlemişti ki. Müvekkili Rasim Bey’in “ne isterlerse veriniz” talimatı doğrultusunda elinden geldiğince cömert davranacaktı. Aslında kazada Rasim Bey’in bir suçu yoktu; çünkü kızcağıza çarptığı yerin yaklaşık on metre ötesinde bir üst geçit vardı ve sadece bu delille bile mahkeme Rasim Bey’e önemli bir ceza veremezdi. Sırf bu yoksul ailenin yürek acısı bir nebze dinsin diye paraya kıyarlık ediyordu. Lakin avukat aileyle muhatap olup anne ve kızın para düşkünü, ölmüş canlarının talihsiz kaderine sığınıp “ne koparsak kârdır” mantığıyla hareket eden zavallılar olduğunu görünce Rasim Bey’i uyardı. Rasim Bey de avukata verebileceğinin en azını verip bu davayı kapatmasını, bu trajediyle daha fazla uğraşamayacağını çünkü vakti olmadığını belirtmişti. “Duruşmaya girmeden önce son kez konuşalım. Bu acı mesele hepimizi çok yordu. Artık dinlenmemiz lazım, ama siz diretiyor, işi yokuşa sürüyorsunuz. Diretirseniz kaybedeceğinizi bilmeniz lazım. Rasim Bey iyi niyetinden, geniş yürekliliğinden size bu parayı sunuyor, yoksa mahkemenin aleyhimize vereceği herhangi bir karar yok. Zaten kazadaki asıl suç rahmetli kızınızda. Güler hırsından öyle bir öksürdü ki iri ve biçimsiz göğüsleri adi bluzunun altında titredi, öksürüğün sesi duvarlarda yankılandı. Çaresizliği kendini öfkelendirince böyle olurdu hep, sinirden ne yapacağını bilmez, öksürür de öksürürdü. Konuşurken soluk soluğaydı. Mavi Öyküler -

90


“Allah’tan korkma, bir de suçu çiğnediğiniz garibime at. Sen ne insafsız, ne merhametsiz, ne adi…” Avukatın yüzündeki lop etlerin titrekliği çevreye yenilmesi mümkün olmayan bir kararlılığı yayıyordu. “Sizinle tartışamam, isterseniz mahkemenin vereceği karar üzerinden hareket edelim. Davanın sonucunu bekleyelim. İsterseniz de buyurun!” Avukat iç cebinden çıkardığı zarfı kızarmış göz damarları tiksinti uyandıran Fehmi’ye uzattı. Fehmi daha zarfın kendine uzatıldığının bile farkına varmadan Güler elini uzatarak zarfı kaptı. Açtı. İçinde para var sanmıştı, ama üzerindeki desenlerin varlığını önemli kıldığı bir kâğıtla karşılaştı. Kâğıdı eline aldı, önce eğik bir yazıyla işlenmiş rakamlara baktı, kafası karıştı. Bir alt satıra bakınca ince bir çizginin üzerinde ikibinbeşyüz lira yazdığını gördü. Çeki Merve’ye uzatınca kızının gözlerinde alazlanan parlaklık ona bu parayla çok şey yapılabileceğini anlattı. Ne kocasına ne de kızına bir şey demeden çeki zarfa soktu. Zarfı da ikiye katlayıp koynundan çıkardığı minik bir keseye tıkışırdı. Keseyi de boynundaki açıklıktan atarak sutyeninin ortasındaki boşluğa bıraktı. “Eee napalım? Yüreğimize soğuk su olsun bu bari. Allah kızıma rahmet eylesin.” Cümleyi sarf ederken dilinde öyle bir boşluk vardı ki sanki kızı dünyanın en günahkâr yaratığı olarak ölmüştü. *** Adliye sarayının önündeki duraktan herhangi bir dolmuşa bindiler. Camındaki tabelaya bakmamışlardı bile; çünkü buradan geçen dolmuşların hepsi şehir merkezine gidiyordu. Fehmi binadan çıktıklarında binanın arka tarafına geçip kendi mahallelerine giden dolmuşa bineceklerini sandı, ama karısı ile kızının hemen eve gitmek gibi bir niyeti yoktu. Dolmuştan indiklerinde asfaltı ve kaldırımları parıldatan güneş, yağmur yüklü bulutlarca gölgelenmeye başlamıştı. Etraf adının ne olduğu hakkında pek fikir yürütülemeyecek çekimser bir mevsimin huzursuzluğuyla bulanıktı. Bu bulanıklığın belirsizliğinde anne ve kız önden, baba ise bu oyunda hiçbir rolü olmayan gereksiz bir ayrıntı 91

- Mavi Öyküler


gibi silik adımlarla arkadan yürüyordu. Karısı ve kızı bankanın boylu boyunca camdan kapısından girdiklerinde adımlarını hızlandırdı. Banka ayaklarının pek alışkın olmadığı ve arı, berrak camlarıyla ulaşılması zor bir hedefin heykelleri gibi gelmişti hep kendine. İçeriye girdiğinde klimalardan yayılan serinlik bedenine çarpınca kendini tazelenmiş hissetti. Her şey tazeydi ki. Kısa etekli ve bacakları etli kadın memurlardan tıraşlı ve asık suratlarıyla güçlü görünen okumuş adamlara. Vakitsizliklerinden yakınan zenginlerden, toplumun bir parçası olduklarına dair tek resmi evrak olan faturaları ellerinde terlemiş kötü kılıklı ve utangaç fakirlere. Ver şeyin bir alem olduğu nadir yerlerdendi banka. Sokak nasıl en kutsal ve erişilir mezbahaysa, banka da en ihtişamlı ve zor erişilir sirkti. Karısı ve kızını izlerken kendinden utandı; çünkü ikisi de sanki dünyanın yarısı kendilerine verilmiş gibi mutlulardı. Böyle bir huzuru, gevşekliği üzerlerinde ömrü boyunca görmemişti. Keşke bir şeyler yapıp bir baba olarak o mutluluğu bir şekilde sunabilseydi kendilerine. Merve’nin parayı eline aldığında arkasını dönüp ışıldayan bir gülüşle kendine baktığını gördü. Paranın verdiği mutluluktu bu, paranın inşa ettiği bir huzurun yüze yansıması. Ne çok seviyordu kadınlar şu kokmuş el kirini! Merve güzeldi, sağlıklıydı, uçarı ve ihtiraslıydı. Baba gibi görmezdi onu. Birlikte yaşamaya mecbur olduğu sokaktaki herhangi bir adam gibiydi kızı karşısında. Bir kere bile sözünü geçirememişti, bir kere bile otururken, kalkarken babamdır deyip istifini düzeltmemişti. Neden? Kendi parasını kazanıyordu kızı, kendi hayatını yaşıyordu, eve destek oluyordu. Geçen sene acısına dayanamadığı çürük dişlerini bile kızının verdiği parayla çektirmişti. Kızı ona değil, o kızına muhtaçtı ve insan kendisine ihtiyacı olan bir insanı neden o kadar ciddiye alsındı ki? Bulduğu kocaları beğenmemişti, evlenmeye gözü yoktu. Belki bir sevgilisi vardı, belki orda burada gizliden gizliye sevişiyorlar, birbirlerini öpüp, koklayıp, emiyorlardı. Güzeldi Merve, her erkeğin tatmak isteyeceği kadar güzeldi. Ya Leyla? Leyla, Merve’den de güzeldi. Talipleri vardı, o kahrolası kazada ölmese belki de evlilik hazırlıkları yapıyordu bugün. Aklı başındaydı Leyla, büyüğünden, küçüğünden, oturmaktan, kalkmaktan haberi vardı. Hayatının her Mavi Öyküler -

92


döneminde dengeli davranmış, her türlü krizi küçük kayıplarla atlatmış olgun kadınların yüzü vardı Leyla’da. Yakışıklı, okumuş bir kocası olacaktı belki. Bayramlarda alışverişe götürecekti babasını, yeni ayakkabı, yeni gömlek alacaktı. Onunla gezerken kendisini yeryüzünde herhangi bir izi olan bir erkek gibi hissedecek, “boşuna gelmedik be şu dünyaya” diyecekti. Bir taneydi Leyla, ne karısı gibiydi ne Merve gibi. Hepsinden farklı, hepsinden apayrı bir incelikti o! Öyleydi de ne olmuştu, Kaderi mi gülmüştü, başına altın bulutları mı yığılmıştı? Kızının adli tıpta gördüğü cesedi aklına gelince gözleri birden boşaldı, bu sefer gerçekten ağlıyordu. Kendini dünyanın en yalnız, en çaresiz, en çıplak insanı gibi hissetti. Kızının ezilmiş başından taşmış beyni aklına geldi. Kanla birbirine yapışmış saçları, patlamış gözleri, kemikleri parça parça çenesi, etine karışmış elbiseleri… Boğulacak gibi oldu, şekeri düştü, neredeyse içindeki her şeyi kusacaktı. Karısı ile kızı başına dikildi. Bir şeyler söyleyeceklerini sandı, ama hiçbir şey demeden, bir mezarı terk edercesine sessiz ve umarsız ayrılıp bankanın güzelim kapısından dışarı çıktılar. Kalktı, cebinde dolmuş parası bile yoktu. Şehrin bu uzak ve yabancı köşesinde yapayalnız kalmaktan korktu, karısı ve kızının peşine takıldı. İki kafadar dişi canlarına can katan bir coşkuyla şehrin sahibi gibi emin yürüyorlardı. Çok hızlıydılar, havaysa sıcaktı. Sırtına ağırlığınca yük yüklenmiş bir hayvan gibi nerden geldiğini bilmediği bir ağırlıkla terden sırılsıklam olmuş, hedefine yetişmekte zorlanıyordu. İleride, karısıyla kızının caddenin sonundaki lokantaya girdiğini görünce rahatladı. Onları kaybetmemek için harcadığı çabaya gerek yoktu artık. Lokantaya girdiğinde bankadaki serinliğin aynısıyla karşılaştı. Öğlen vaktiydi, ofislerinden kaçmış onlarca güzel ve güzelliklerini yetersiz bulup bir de kendine özenle bakan kadınlar ve en büyük hayalleri o kadınlarla sevişebilmek olan çoğu gri veya lacivert takım elbiseli, tıraşlı erkekle dolu lokantadaki en aykırı, en alışılmadık nesne karısı, kızı ve kendisiydi. Masaya yaklaştığında garson sipariş almak için masa başına gelmişti. Kendini hizmet ettiği insanlardan sananların dengesiz ukalalığı vardı üzerinde. “Ne işiniz var burada” der gibi bakıyordu. Haklıydı da. Ne işleri vardı ki orda? Herhangi bir günde bu lokantanın kapısında bir tanıdıklarını 93

- Mavi Öyküler


beklemeye bile cesaret edemezlerdi. “Bana bir buçuk tereyağlı İskender. Yanına künefe… Ama dur! Sen bana iki porsiyon İskender getir. Pilavı bol olsun. Yanında ekmek de ver.” Kızı annesinden ayrı kalmadı. “Aynen. İçecek olarak kola istiyorum ama.” Merve cümlesini bitirdikten sonra gülümsedi. Öyle alışkın duruyordu ki herhalde bu lokantaya sık sık uğruyordu. Garson Fehmi’ye tiksinen gözlerle baktı. Sanki Fehmi üzerinde kurtçukların gezindiği irinden bir yaratıktı. “Ben bir çorba isterim. Bir kâse. Mercimek olsun.” Karısı kocasına garsonun bakışlarıyla baktı. “Doyur karnını doyur. Adam gibi bir şeyler ye, çorbayla karın mı doyar?” “İstemem tokum!” Yemekler on dakikadan daha kısa bir sürede geldi. Aylardır doğru dürüst bir şey yememiş hayvanları düşünün, etçil hayvanlar! Anne ile kız işte böyleydi. Baba ise karnı tıka basa tok bir tüccar gibi isteksiz ve çekingendi çorbasına karşı. “Anne koltuk takımını ne renk alacağız?” Güler’in yağız, kalın dudakları iskenderin salçalı, tereyağlı suyuna bulanmıştı. Kıpkırmızı, iğreti bir yaraydı şimdi bu dudaklar. “Gidince bakarız.” “Anne beşer tane de cumhuriyet altını alalım. Kötü günler için…” Yutkundu. Ağzı o kadar doluydu ki, böylesine büyük bir lokmanın yemek borusundan nasıl geçtiğine şaşırılabilirdi. “Gidince bakarız.” Künefe o kadar lezzetli görünüyordu ki! İlk lokmaları ağızlarında dağılırken tırnaklarından saç uçlarına kadar tarifi imkânsız bir haz aldılar. Demek zenginler istedikleri zaman bu hazzı elde edebiliyorlardı ha! Kuran’da adı geçen kudret helvası bu kadar tatlı olabilirdi ancak. Hesabı zarftan çıkardıkları yemyeşil bir banknotla ödediler. Masadan kalkarken buraya bir daha gelip, bu güzel yemekten bir kere daha yiyebilmek için dua ettiler. Dışarı çıktıklarında gülümsüyorlardı, mutluydular. Keşke herkes bir parça yemekle Mavi Öyküler -

94


tüm dertlerinden arınacak kadar alçakgönüllü olabilseydi. Yine ana kız hızlı adımlarla ilerledi lakin Fehmi yine onlara yetişmekte zorlanıyordu. Tıkanmıştı. Karısıyla kızının adımlarına yetişemedi. Yorgundu, güneş alevden bir el gibi sırtını okşuyordu. Çorba da midesini bulandırmıştı nedense. Keşke kebap mebap bir şeyler yeseydi. Başı döndü, gözleri sulandı, gövdesinin içini bomboş hissetti. Yolun kenarındaki tozlu kaldırımın en temiz yerine oturdu. Karısıyla kızı evlerinin direğinin varlığını zerre umursamadan birkaç saniye içinde caddenin ucundaki boşlukta noktalaştılar.

p

“ÖZÜR DİLER GİBİ YAPTIM” “Ellerinde” | Seyit Göktepe* Bu sabah da bir uçurum kıyısında uyandım. Ellerimi yüzüme sürdüm. Yüzümde karakışı duydum. Annemin sesiydi. Mutfaktan kopandı. Soluk soluğa geldi, yüreğimi ısıttı. Annemin sesinde yatağımın sıcağını buldum. Yastığım, annemin kucağı. Yastığıma sığındım. Annemin sesine doğru, bütün bir çocukluğumu sırtıma vurdum, koştum sanki. Koştum, durdum. Kitaplar belirdi karşımda. Kitaplarım belirdi. Belki de bütün yalanlarımı söylemiştim. Belki çoktan süzülüp düşmüştü alnımdan son ter damlası. Şıngır şıngır çay kaşıkları arasında başlayan gün, belki de son durağıydı bambaşka bir şehre yolculuğun. Yüzüm ısındı parmaklarımda. Boynumda kokumu duydum. Kendi kokumu çektim ciğerlerime. Saçlarım dağılmıştı, biliyordum. Sokak usul usul canlanıyordu. Usul usul çıkıyordu kitaplar raflarından. Omuzlarıma doğru bir 95

- Mavi Öyküler


dalga vurdu karnımdan. Bir deniz düşü görmek istemiştim. Bir panayır düşü görmek istemiştim. Gecemi hatırladım. Gecelerimi hatırladım. Defterimdi, tek kardeşimdi. Masamdaydı. Hafifçe doğruldum. Bakacak oldum. Gözlerimde noktacıklar uçuşuyordu. Her başlangıç için yeni bir defter diye tutturandım ben. Sabahtan sabaha onlarla güçlenendim ben. Oradaydı. Beni bekliyordu. Bir şarkı mırıldanmak geçti içimden. Dilim dönmedi. Kurumuştu sanki sesim. Çıplak ayaklarımı birbirine sürttüm. Çarşafımı topladım. Toplayıp dağıttım böylece. Telaşına biraz sonra düşeceğim çorapları düşündüm. Çekmece açılacaktı. Pantolona uygun renkte bir çift seçilecekti. Yırtığına pırtığına bakılacaktı. Akşama varmadan ikisi de kokacaktı. Bağcıkları çözülecekti ayakkabılarımın. Eğilip eğilip bağlayacaktım. Yanımdan yöremden geçenlere sırtımı dönüp düğüm üstüne düğüm atacaktım. Kalabalıklarda içime, ah, düğüm üstüne düğüm atacaktım. Bir tanesini çözecektim belki. Çözdüğümde kaybolacaktım. Karlar üzerinde yürümek istemiştim. Çorapsız, ayakkabısız çıkmak istemiştim sokağa. Beyazlığa boylu boyunca uzanmak. Karda gövdemin açtığı boşluğu görmek. Bütün gövdemle tek bir iz bırakmak. Lapa lapa dolmasını izlemek parmaklarımın. Kollarımın dolmasını izlemek. İzleyip dönmek istemiştim evimize. Evimize, sobaya. Oysa hemen başucumda terliklerim duruyordu. Terliklerimden yükselen koku şimdiden akşamı söylüyordu. Geç kalmıştım yine. Yetişmek zorunda olduğum bir gün daha başlamıştı. Çizgili pijamam yoktu. Çizgili pijamam olmamıştı hiç. Üstü başka bir eşofman takımınMavi Öyküler -

96


dan, altı başka bir eşofman takımından kalmış gecelik şeyler içinde uyuyordum. Uyumuştum. Dünkü çoraplarım duruyordu terliklerim içinde. Henüz ilk saatlerinde bir günün asla kabul etmeyeceği tek hataydı belki bu. Bitmiş günlerin anısını yarınlara taşıyordum. Taşımaktan yorulmuyordum. Yorganı taşımaktan da yorulmuyordum. Saklanmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. Bir ırmağın içinden gökyüzüne bakıyordum. Başımı koyduğum yerde yarılıyordu su. Yarılıp biri bir yanımdan, biri bir yanımdan akan iki sevgili oluyordu su. Benden sonra buluşan iki sevgili. Dışımda kalan alanlarda birbirine sımsıkı sarılan iki sevgili. Tarlalar rüzgârda uğulduyordu. Kulaklarımı kemiriyordu balıklar. Ben toprak bekliyordum. Bana topraktı öğretilen. Bir ırmağın içinden güvercinlere bakıyordum. Kapkara bir bulut gelip duruyordu tepemde. Yorganı, kaldırıp atarca o bulutu, hınçla savuruyordum üzerimden. Gök birdenbire dört duvar arasına sığacak denli daralıyordu. Elimden üşümekten başka bir şey gelmiyordu. Susamıştım. Uzundu gece. Oysa acıkmam gerekiyordu. Kahvaltıya koşmam gerekiyordu. Yanağımda yastığın ağırlığı. Düşlerimin işaretleri kalmıştı belki yastığımda. Oradan yanağıma. Oradan yanağıma. Gözlerimi, tıpkı gecede gibi, uyumak üzere yumdum. Sağ ayağımla sol ayağımı kaşıdım. Açtım gözlerimi. Sol ayağımla sağ ayağıma küçücük bir tekme indirdim. Başladı başlayacak bir kavgayı önlemek için, iğreti gülümseyip, bacağımı bacağımın üzerine attım. Bir dağ fışkırdı yatağımdan. Dizlerim, doruktu. Ellerimle eteklerini yokladım dağın. Dikkatle tırmandım. Derken, usandım tırmanmaktan. Eski düzenime döndüm. Dümdüz uzandım. Engelsiz yollarda yürümenin rahatına alışmış ellerimi göbeğimde kavuşturdum. Karşımda bir öğretmenim duruyormuş gibi, öğretmenimin ağzından çıkan her sözü 97

- Mavi Öyküler


aklıma kazıyormuşum gibi, gözlerimi saygıyla tavana diktim. Hazırlıklı olmalıydım. Azıcık canlanmalıydım. Korkar gibi yaptım. Özür diler gibi yaptım. Dudaklarımı büzüp ıslık çalar gibi yaptım. Arkadaşlarımın hatırını sorarmış gibi yaptım. Henüz tanıdığım bir kimsenin elini sıkar gibi yaptım. Bisiklet sürer gibi, pedallara bütün gücümle yüklenir gibi çevirdim bacaklarımı. Koşarmış gibi yaptım. Koşarak bir otobüse yetişir gibi yaptım. Tavana bakmaktan yoruldum. Yüzümü pencereden yana döndüm. Küser gibi yaptım. Kitaplarımdan, defterlerimden bir tatlı tebessüm bekler gibi yaptım. Annemin belki beni bir daha çağırmayacak sesine ihtiyacım kalmamış gibi yaptım. Sabrımı sınadım. Şaşırmamalıydım ne yapacağımı dışarıda. Yabancı kalmamalıydım başkalarının kurallarına. Güzel bir oyundu. Durdum. Burnumu yastığa gömdüm. Yastığımdı. Annemin kucağı olurdu, kollarımda sımsıcak dururdu. Sevgilim olurdu, ılık ılık bir rüzgâr sunardı içime. Bir ağaç gölgesi olurdu, bunalmış canımı avuturdu. Bir arkadaş olurdu, başım yumuşacık yüzünde, burnum derinlerinde, acımı dinler, umutlu yarınlardan konuşurdu. Yerime onu koyup, ah, yorganı da çeksem üstüne, açıp bakmadıkça kimse anlayamazdı yokluğumu. Belki de başka bir ben yerleşiyordu yüreciğime. Sokağa bambaşka çıkıyordum, okula bambaşka varıyordum. Uyanıp başka bir sese her sabah, bütün bir geçmiş zamanı reddediyordum. Yeniden dünyaya geliyordum gecelerin sonunda. Güneşe kavuşuyordum. Çığlık çığlığa kalkıyordum ayağa. Belki adımı da değiştiriyordum arada. Yepyeni adımla dinmez bir şenliğe duruyordum. Karanlığı da, günü de, havasını soluduğum şehri de silip atıyordum. Oysa bu sabah da çaldığım bir kapının önünde beklerken uyandım. Deniz bildiğim geceden birdenbire sıyrıldım. Bir gemiydi yatağım. Uzakta maviye kesmişti düşlerim. Suları karış karış yarmıştım. Düşlerime yol almıştım. Yolumdan dönmüştüm. CeMavi Öyküler -

98


saretim yoktu daha fazla gidecek. Bu sabah da ayrılığa yakılmış bir ağıtın içine uyandım. Yeni değildi gün. Yeni değildi, ah. Yağmurlu bir iskelede beklemek istemiştim. Özlediğim bir yüz belirsin istemiştim vapur kalabalıklarında. Karada ıssızlığına terk edilmiş bir çocuktum. Yalnızca vapurlar vardı. Şehrin evlerine dalıp gitmek istemiştim. Perdeleri aralayıp sokağa bakmak. Şaşırmak istemiştim. Başka türlü şaşırmak. Coşmak. Coşmak. Coşmak. Sürükleyip getirdiğim bir karanlık vardı yatağımda. Galiba bir sis çöktü defterlerle arama. Bir kızarmış ekmek kokusu dağıldı mutfaktan. Gecemi hatırladım. Önce kazağımdan kurtulmuştum. Kaskatı bir soğuğa karşı daha da savunmasızdım artık. Sonra, üstten sadece bir düğmesini çözüp, gömleğimi alıvermiştim boynumdan. Giyerken de aynı kolaylıkla giyecektim birazdan. Pantolonum sona kalmıştı. Yığılmıştı ayaklarıma. Koymuştum gömleğimin yanına onu da. Büsbütün teslim olmuştum soğuğa. Üçü de yan yana duruyordu burada, yakınımda. Belki benden arınınca ısınmaya başlamıştı kazağım. Gömleğim, usulca kıvrılmıştı kendi içine. Paçalarına benek benek yapışmış çamurun telaşına düşmüştü pantolonum çoktan. Ne alttan giyilmek vardı, ne üstten giyilmek şimdi. Üçü de aynı hizada. Üçü de soyunma önceliğine göre almış yerini. Çıkarılırken kat edilen sıra, giyinilirken tekrarlanacaktı gerisin geri. Son, birinci kılınacaktı. Birinci, son. Geceden sabaha, değiştirebildiğim tek şey belki de bu olacaktı. Defterlerimle aramda büyüdükçe büyüyecekti sis. Mutfakta reçel sürülecekti kızarmış ekmeğe. Açlığım depreşecekti. Dişlerimi fırçalamadan yattığımı hatırlayacaktım. Dünün yemeklerinden 99

- Mavi Öyküler


damağımda kalanlarda bitmemiş bir şeylerin tadını yakalayacaktım. Yastığın içindeydim. Nefessizdim. Açlığa kaç saat dayanabileceğimi hesapladım. Gerçekten küsmüştüm sanki. Küsmüştüm ve görmez olmuştum pencereyi karşımda. Koluma girip sımsıkı karanlıklar içinde bir küçücük ışık olsun önüme düşürecek, alıp beni ilkyazlara götürecek babamla aynı sofraya oturmaktan kaçmıştım. Utanmıştım. Annemin ellerini aradım ellerimde. Ellerimi cama doğru açtım. Avuçlarımda karakış. Avuçlarımdan kara bir kuş uçurdum göğe. Çaresiz, kendi kendimi çağırıyordum çaya. Peyniri dilimliyordum. Zeytinde hafiften bir yağ gezdiriyordum. Bir bardak çayda fırdolayı çeviriyordum kaşığımı. Dolu dolu öksürüyordum babamın yerine. Faydasız. Duvardaki saati sanki ilk kez duyuyordum. Kıvrılıp giden bir tünelden birkaç saniye önce çıkmış bir otobüste bulunmuşluğumu saatin birdenbire yükselen tıkırtılarında kavrıyordum. İçimde olanları dışımda arıyordum. Bir defterde bütün defterlerimi tanıyordum. Sokağı yüzüm sanıyordum. Bıçak bıçak duruyordu soğuk yollarda. Artık sıcak değildi yatağım da. Bir serçenin sevinçle kanat çırpmasını diliyordum odamda. Kendime değdim. Kendimdeydim. Yürüdü içime sesim: Bir fotoğraf durmalıydı başucumda, dedim. Günaydınlarla öpmeliydim her bir rengini onun. Gözleri ışık ışık açılmış bir çocuk olmalıydım ben. Papatyalar durmalıydı. Taklalar atarak çıkmalıydım yatağımdan. Kahkahalarla geçmeliydim aynanın karşısına. Sabunu kocaman köpürtmeliydim musluğun altında sonra. Mis gibi bir koku dağılmalıydı şakaklarıma Mavi Öyküler -

100


havludan. Fotoğraflar durmalıydı. Koşmalıydım, soluk soluğa. Yardım etmeliydim anneciğime. Koridoru olsun süpürmeliydim mesela. Bardakların tozunu olsun almalıydım. Taptaze bir günün coşkusu vurmalıydı halılara. Pazar günü, dinlenme günü. Çabucak geçendi pazar günü. İzin vermemeliydim. Çanta hazırlamayacaktım nasılsa. Derslere yetişme telaşı yoktu. Ah, yine de bütün soruların yanıtı bende olmalıydı. Pazardı. Kırarcasına açmak vardı odaların kapılarını. Çocukluktu. Çocukluğu özlemek vardı. Kolayca kalp kırmak. Kolayca özür dilemek. Sarılmak vardı. Keşke, demek vardı. Sobanın mırıltılarını dinlemek vardı. Karlı sokaklardan dönüp ısınmak vardı. Birlikte şıngırdatmak vardı kaşıkları bardaklarda. Koridora salıncak kurmak vardı. Deniz olmalıydı. Ayaklarımın oradan deniz başlamalıydı. Kumlara gömülmek vardı. Masmavi bir yorgandı gök. Göğün altına çarşaf gibi açmak vardı denizi. Başka bir tıkırtı işittim. Bileğimde simsiyahtı saatim. Karşımda televizyon. Birdenbire odamı buldum. Bir gece içinde kaybolmuştum. Bir geceden bir geceye savrulmuştum. Kaybolmalardan, savrulmalardan döndüm. Saçlarım sanki uzamıştı. Yüzüme inmişti. Saçlarımdan iğrendim. Kafamda bir bataklık taşıdığıma inandım. Yastığıma bulaşmış yosunlara inandım. Göğe doğru usulcana çekildiğimi duydum. Göğsümden yükselen buğuyu duydum. Hafiflediğimi. Giderek hafiflediğimi duydum. Tenhalara dağıldığımı gördüm. Tenhalara uçtum. Ölüm düştü aklıma. Çürümekten korktum. 101 - Mavi Öyküler


Sürgündüm. Sokak beni çağırmıyordu. Bensiz de sabahlar yaşanabileceğini haykırıyordu adeta, bütün evleriyle, bütün duvarlarıyla. Bir otomobil vızıltısı. Bir kapının açılması. Bir portakalcının narası. Bir bacadan salına salına duman. Bir taksinin herhangi bir apartman önünde sabırsız kornası. Bir çamaşır makinesinin çabası. Bir balkona yıkanmışların asılması. Mandalların kül rengi göğün altında, hâlâ, sessizce, ateşini koruması. Hiçliğime inandım. Kusacaktım. Kusup kurtulacaktım. Hastalanacaktım. Annem gelecekti o zaman. O zaman babam gelecekti yanıma. Parmaklarımı gırtlağıma daldırdım. Olmadı. Tek bir parmağımı neredeyse mideme değin soktum. Başaramadım. Kalbimden hiçbirini atamadım. Bütün yolların sonuna dayanmıştım belki de. Belkilerden yıldım. Defterime döndüm yüzümü. Defterimde defterlerime döndüm. Günlerimi yazmak içindi. Belirtmek içindi geçtiğim yolların izini. Yeni bir güne en çok yakışandı. Tek sırdaşımdı. Beni bilendi. Defterimdi. Harf harf, sözcük sözcük eriyordu şimdi. Elimi uzatsam, uzak. Yarınlara ayırdığım sayfaları benden esirgeyendi. Yüzümde yüzü dirildi boşluğun. Bütün bir gece boyu emdiği sessizliği üzerime üzerime fışkırtıyordu duvarlar. Duvarların ortasındaydım. Belki bir gemiydim odanın dibinde. Bir yatak kadardı dünyam. Bir okuldu sırasında. Bir okuldu uykularım. Düşlerimde en güzel derslerden geçtim. Uyandım. Bir lunaparktı uykularım. Düşlerimde atlıkarıncalara bindim. Uyandım. Bir aşktı uykularım. Düşlerimde sinemalar seyrettim. Uyandım. Bir gençlikti uykularım. Bir hırçınlıktı. Uyandım. Mavi Öyküler -

102


Bütün uykularımdan bir defada açtım gözlerimi. Bir defada uçurum kıyısına vardım. Saatler arasında kayboldum. Yorganıma tutundum. Yastığımı ısırdım. Kokular sarıyordu her köşesini odanın. Boşlukta bir beden çiziliyordu. Önce kazağım. Gömleğim. Sonra pantolonum. Geceki sırayla. Boşlukta çizilen beden üzerinde yerini alıyordu. Uçurumdu. Oraya doğru gün, öğlen oluyordu. Masada toz birikiyordu. Perdeler kımıldıyordu. Tavan üst katlara açılıyordu. Terlikler yağıyordu yüzüme. Çoraplar yağıyordu. Sorular sordum. Yanıtsız kaldım. Biraz daha sardım gövdeme yorganı. Bir ağladım. Bir yürüdüm. Bir ağladım. Bir güldüm. Bağışlasın beni babam. Babamın ellerinde büyüdüm. Çağırsın beni annem. Annemin ellerinde büyüdüm. Isıtsın beni gece. Gecenin ellerinde büyüdüm. Ah, uyudum da büyüdüm.

p

“SAYDAM CİSİM UÇTU UÇTU” “Hayaletlerle Yehud” | Duygu Altın Her gece denizden çıkıp gelen hayaletlerle sevişen bir adam vardı . Evi, bomboş bir sahilin orta yerindeydi. Büyük, tahta, beyaz evin arkasındaki tepeden bakıldığında, kumsalda tek başına duran bir martıya benziyordu. Evinin ön camları, sahilden kat be kat daha uçsuz bucaksız olan denize bakardı. Adamdan başka kimsecikler olmazdı civarda. Adam her sabah evinin beyaza boyadığı verandasına çıkar, ha103 - Mavi Öyküler


sır koltuğunda canı doyana kadar denizi seyrederdi. Bu esnada kıpırdamaz, yemez, içmezdi. Sadece seyrederdi. Verandasının beyazlığı denizin mavisinde birleştiğinde, kumsalla deniz yer değiştirdiğinde, midesi bulanmaya başladığında, sallantı hissinden yorulduğunda veya uykusu geldiğinde bırakırdı denizi öylece. Ansızın evin içine girer, tüm perdeleri kapardı sıkı sıkı. Saatlerce gözleriyle sevip okşadıktan sonra sırf canı istediği veya sıkıldığı için, denizin hiç ummadığı bir anda öksüz gibi, piç gibi maviyi ortada bırakıverirdi. Bundan büyük haz alıyordu. Sadece onun istediği olurdu. Deniz onu bırakmadan, adam denizi bırakmasını biliyordu. Bir şey onu bırakmadan ya da tam bırakacakken önce davranmak, onurunu kurtarmak, üstünlüğü daima sağlayan, canının istediğini yapan olmak ona hastı. Her sabah denizle oynadığı bu üstünlük oyunundan sonra akşamüzeri köpek öldüren şarabını açıp demlenerek içerdi. Her yer kapalı, her yer karanlık olurdu böyle zamanlarda, ama ışığı yakmaya zaman vardı daha. Işığı yakmanın da bir zamanı olurdu. Yaktı mı ışığı, bilirdi denizden çıkıp gelecek hayaleti. Önce uyurdu. Şarap içer, denizle üstünlük oyununda ıskalamadan, saatlerce, pür dikkat kazanmak için beklerdi. Yorardı bu durum insanı, elim sende misali hep göz göze, tedirgin kalmak, anında çekmek elini. Birçok mazereti vardı adamın uyumasına sebep. Her şey sırasına göre olurdu. Şaşmazdı sıra. Yoksa denizden hayaletin gelmeyeceğini bilirdi. Adamın kendi isteğiyle gelip yerleştiği bu ev, kurduğu bu düzen, günlük rutin işler; uyanması, saatlerce denize karşı oturması, şarabını içmesi, hepsini adam, kendi hayatına yerleştirdi, sıralamaya koydu. Fakat düzen onu ele geçirdi. Kutsal bir tören gibi önemli, vazgeçilmesi mümkün olmayan bir hal aldı. Mesela denizi seyretmeden önce, şarap içemezdi ya da uyandıktan sonra denizi seyredemezdi. Yeni bir alışkanlık da artık eklenemezdi eskilerine, sabah uyandığında kahvesini yapıp elinde fincan, denizi seyretmesi gibi. Çocukluk yıllarında annesi, migreni olduğu için sürekli odasında yatardı. Sessizlikten sağır olmuş koca evin kapıları daima yavaş açılıp, yavaş kapanırdı. Kimse bu evde büyük heyecanlar, ortak paylaşımlar, eğlencelerde de bulunmazdı. Yılbaşı, doğum günü, bayramlar bile sağır, dilsiz yaşanırdı. En fazla annesi odaMavi Öyküler -

104


sından çıkar, Yehud’u, ablasını, babasını evin büyük salonuna toplayıp, onlara mum ışığında kutsal metinler okurdu. Burası içinde dört ruh barındıran fakat yaşamayan bir evdi. Sokaktaki diğer dört evden yüksek duvarlarla ayrılan bu ev, kimse tarafından ziyaret edilmezdi. Komşuları kapısından geçerken ürker, adımlarını hızlandırırdı. Evin büyük bahçesi, evden çok daha yaşanılası bir alan gibi gelirdi Yehud’un gözüne. Evde büyük vazolara, içinde kristallerin saklandığı cam dolaplara, biblolara yanlışlıkla çarpıp, kıracak diye ödü kopardı. Kış da olsa vaktinin çoğunu bahçede çukur kazarak, ağaçların yapraklarını sallayarak, solucan yuvalarına çomak sokarak geçirirdi. Bahçede özgürdü; kırılacak, dökülecek hiçbir şey yoktu. Odasında ise camın önüne kurduğu kuş kapanını ablası yakaladıktan sonra, kuşları yakalayıp canlı canlı kanatlarını kesme seansları da son bulmuştu. Evde en büyük eğlencesi tavan arasının keşfinden sonra, içinde bulduğu büyük bez parçalarından dikilmiş garip kıyafetleri giymesiydi. Dedesine ait olan bu ayin kıyafetleri neredeyse vücudunun her yerini örtüyordu. Babası asık suratlıydı ve hep çalışırdı. Hiç mi gülmezdi? Hayır, hiç gülmezdi. Ancak dudağının kenarında hafif bir çıkıklık belirdiğinde, bir şeyin hoşuna gittiği anlaşılırdı. Tebessüm yok, kahkaha mümkün değildi. Sürekli iş getirirdi eve. Saatlerce bilgisayarının başından kalkmazdı. Yehud, babasının kamburunu seyrederdi arkadan. Yanına yaklaştığında babası eliyle sinek kovarmışçasına gitmesini, aklını karıştırdığını, hesabın en ince yerinde olduğunu söylerdi. Sürekli aynı hareket. Eve ağır piyona sesi yayılıyorsa, bilirdi ki annesi o gün daha iyiydi. Annesinin odasına çıkar, sessizce kapıyı açıp, kapının yanındaki pufa otururdu. Annesi isterse, konuşurdu oğluyla. Anlattıkları da kutsal kitaplardaki cehennem tasvirleri, rüyalarındaki ölüler, bazen de gerçekte gördüğünü iddia ettiği ruhlardan ibaret olurdu. Genelde dedesinin ruhuyla konuştuğunu söylerdi. “Sevgili oğlum, bu gece günahkâr dedenle konuştum. Bana çektirdiği acılar yüzünden cehennemde irin içtiklerinden ve birbirlerini acıdan parçaladıklarından bahsetti bana. Tanrıya bu gece yalvaracağım seni, babanı ve ablanı affetmesi için. Sizleri cehennemin kör kuyularından koruması için!” 105 - Mavi Öyküler


Sonra da korkudan grileşen gözlerini kocaman açıp, garip duaları sesli sesli okumaya başlardı. Bazen saatlerce piyano çalar, bazen saatlerce camın önünde dikilir ve tek kelime etmeden yatağına girip tekrar uyurdu. Kendinden yaşça büyük bir ablası vardı. Bakımı onun ellerindeydi. Ablası da evdeki herkes gibi sessiz ve içine kapanıktı. Kardeşinin tüm ihtiyaçlarını, yemesi, yıkanması, uyuma saatini listelemiş, robot gibi uyguluyordu. Bir tekini bile atlamadan, şaşırmadan, unutmadan, sırasını değiştirmeden. Daima siyah olan kıyafetini evin içinde süre süre gezerdi. Büyük siyah tokalar takardı, bazen siyah duvak takıp gezdiği de olurdu. Büyük tuvallere, saatlerce böcek, siyah koyun, beş kollu insan figürleri çizerdi. Yehud bu resimlerin karşısına geçip, onları incelemekten büyük haz alırdı. Ablasının gerekmedikçe ağzını bıçak açtığını görmemişti. Yehud, daima çevresinde dolanır, fakat konuşmazdı. Sadece ne yaptığını izlerdi. Ablası da Yehud’un sürekli eteklerinde gezinmesinin farkında olmazdı. Kardeşi var olan bir şeyin sürekli etrafında olması, evden çıkıp gitmeyen bir sinek gibiydi. Ablasıyla susarak anlaşacağını Yehud çoktan öğrenmişti. Bir gün çok ısrar etmişti, ilk kez; “Benim de resmimi yapar mısın, lütfen yapar mısın?” Saatlerce oturdu sandalyede. Nefes bile almadı, ablası vazgeçmesin diye. Saatlerce çalıştırdı ablası uzun, ince parmaklarını. Çizdi, çizdi. İki ay sonra bileklerini, o incecik bileklerini maket bıçağıyla çiziverdi. Yehud uyanınca ablasının ona kahvaltısını çoktan hazırlamış olmasına alışkındı. Yazdı. Çok sıcak ve sessiz bir yaz. Aşağı indiğinde, kahvaltı masasının hazırlanmamış olduğunu görüp çok şaşırmıştı. Anlamıştı, sezmişti. Ablasının odasına koştu. İncecik bedeni, siyah kıyafetler içinde kaybolmuştu. Yüzü çarpık bir hal almış, gözleri aynı hayattaki gibi donuktu. Yerde yatan ablasını, sıcaktan tahtalara yapışmış bir böceğe benzetti. Aynı resimlerindeki gibi. Okul çağına geldiğinde ablasının yaptığı portresini alıp, yatılı bir okula gitti. Sessiz bir yaşamın kabuklarından kendini bu kadar kalabalıkta bulunca nereye sığınacağını bilemedi. Dilsiz, oldu lakabı. Sınıftan çilli bir çocuğun; “Dilsiz olsun bunun lakabı Mavi Öyküler -

106


ya!” demesiyle tüm sınıf, hatta okul ona dilsiz demeye başladı. Evet dilsizdi, sağırdı, kördü. Kökleri hiç olmamıştı ki bir yerlere salsındı. Elinde kalanlar ablasının yaptığı portresi, çizim defteri, bir aile fotoğrafından ibaretti; siyah beyazından, bahçede çektirdikleri. Babasının suratı asık, ablası siyahlar içinde donuk, kendisi pijamalarla duruyordu. Annesi bir elini Yehud’un omzuna koymuş, bir elinde gümüş şamdan tutuyordu. Hepsinin ortak noktası gözlerindeki anlamsız ifadeydi. Fotoğrafçıyı özel olarak eve çağırmıştı annesi. Tüm aile ve fotoğrafçı annesini bahçede bekliyorlardı. Yehud, uykulu gözlerle annesinin gecenin bir vakti fotoğrafçıyı evlerine çağırmasına bir anlam verememişti. Babası homurdanarak bahçeyi adımlıyordu. Ablası siyahlar içinde, bankta porselen bebekler gibi kıpırdamadan oturuyordu. Annesi bornozuyla, elinde şamdan, bahçe kapısında belirdi; “Sevgili ailem, yarın öleceğimi bana aziz ruhlardan Pertoks bu gece bildirdi. Bu fotoğrafı mezar taşıma monte edin. Benim için daima dua edin.” Fotoğraf çekiminden sonra annesi ölmemişti. Hafta sonları eve gitmedi. Zaten kimse de gelmesini evde beklemiyordu. Büyük bir boşluğu oydu durdu denize bakan yatakhanenin camları önünde. Camın önüne kurduğu kuş kapanıyla kuş kanadı kesme eğlencesine de devam etti. Daima sessiz kaldı: derslerde, teneffüslerde, yatakhanede... Bir iki kişi arkadaşlık kurmak istediğiyse de, Yehud arkadaşlık kurmak için bir adım dahi atmamış, daha sonra onlar da yanından uzaklaşmışlardı. Herkes normal ve sıradandı bu okulda gözünde. Çocukların o kadar aptal dünyaları vardı ki, derslerde hocanın sorusuna cevap vermek için yarışmaktan, teneffüslerde maç yapmaktan, yatakhanede ödevlerini ertesi güne yetiştirmekten başka amaçları yoktu. Hiçbirinde onda olan hayal dünyasının zerresi bile yoktu. Bu yüzden tekiyle bile konuşmaya değmezdi. Alt katında yatan arkadaşı da Yehud gibi sessizdi. Yatakhanede yalnız kaldıkları bir gün, cam kenarında duran Yehud’un yanına yaklaşıp ne yaptığını sormuş, Yehud kanadı parçalanmış kuşu gösterince korkudan koşa koşa yanından uzaklaşmıştı. Müdüre anlatacak, onu ele verecek diye çok korkmuş, ama hiçbir şey olmamıştı. Çocuğun ailesi de yarı yıldan sonra okuldan kaydını aldırmıştı. O hafta sonu, uzak şe107 - Mavi Öyküler


hirden gelen yatakhane arkadaşları da evlerine gidince, yapayalnız kaldı otuz yataklı, sıralı, altlı üstlü yatakhanede. Seviniyordu bu duruma. Biliyordu, o gece ablası gelecekti. Çünkü bir gece rüyasında, “Sen yalnız kaldığında geleceğim” demişti. Camın önünde saatlerce denize baktı. Gece karanlıkta denizde beliren kıpırtı, göz kapaklarının üstüne binen uyku cinlerini kovaladı. Saydam cisim uçtu uçtu. Camın önüne geldi, durdu. Camın önündeki hayalet, Yehud’a işaret parmağını gösterdi. Yehud, camın ağır çerçevesini yukarı sürdü. Camın pervazına çıktı. Hayalet, şen kahkahalarla boğaz sularının üstünde uçtu. Yehud kollarını açtı. Hayalet onu çağırıyordu, rüzgâra kendini bıraktı. Silkinerek uyandı adam. Bir süre karanlıkta poyrazın tahta evde çıkardığı sesleri, ritimleri dinledi. Her uykuya yattığında aynı rüyada buluyordu kendini. Işığı yakma vakti geldi diye düşündü. Ayağa kalkmak isterken şarabın etkisiyle sendeledi karanlıkta az biraz. Işığı yaktı. Kapalı tüm perdeleri tekrar açtı, koltuğunu camın kenarına çekti. Her şeyi tüm ciddiyeti ve kutsallığıyla yapıyordu. Yoksa her şey hayatındaki gibi berbat olabilirdi. Beklemeye başladı. Denizdeki en ufak değişikliği fark edecek kadar önündeki manzaraya dikkat kesildi. Kaçırmamalıydı, onun denizden çıkıp gelme ânını. Yüreğindeki değişimi, ateşinin yükselişini, terlemesini, korkmasını, heyecanlanmasını, yaşadığı her duyguyu iliklerine kadar hissetmek istiyordu. İşte oradaydı. Deniz kabardı. Dalgalar hırçınlaştı, poyraz daha da çılgına dönerek kafasını evin her yerine vurmaya başladı. Işıklar cızırdadı, yanıp söndü. Adamın sevişeceği hayalet hızla, uça uça denizin bitiş çizgisinden, camın önüne geldi. Çırılçıplak hayaletin, diri göğüsleri, ince beli, ayak topuklarına kadar uzanan saçları vardı. Adam heyecandan, arzudan, tutkudan titriyor, gözleri alev alev yanıyordu. Parmak uçlarını cama değdirdi. Parmak ucundaki terler cama sinek ölüsü gibi yapışıp kaldı; bedenini on ikisinde okulun pervazından attığında, bahçe duvarına yapıştığı gibi.

p

Mavi Öyküler -

108


109 - Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

110


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.