DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 9

Page 1


İÇERIKLER “İYİ GECELER ZAVALLIM”

4

“BİR BAKIŞIM YETTİ…” 6 “SEVMEDİĞİN, BURNUNUN DİBİNDE BİTERMİŞ” 14 “BU VAPUR NEREYE GİDİYOR?”

16

“BİR YER OLMALIYDI, BİZİM BİLMEDİĞİMİZ” 21 “GERÇEKLER ASLA DEĞİŞMEZDİ!” “SENİ ÇAMURA GÖMÜYORUM”

24

29

“ÖLMEM GEREKİYORSA ÖLÜRÜM”

33

“KANATLAR ARAFTA ÇIRPINIYOR ŞİMDİ” 35 “KALBİM TOPRAKTIR!” 43 “BELİRSİZLİKLER ARASI İPİNCE BİR ÇİZGİ” 45 “UÇUP GİTMEMELİYDİ BU HAYALLER” 47 “GEÇMİŞE NOT DİYE DÜŞÜLEN”

53

“BENİM SESSİZLİĞİM” 59 “HARFLER ARTIK BİRBİRİNDEN KAÇIYORDU” 65

Mavi Öyküler -

2


“PEKİ, NİYE EVLENMİYON?” 71 “KİMSE BİZİ TANIMAMIŞ GERÇEKTE” 76 “PARÇALANIYORUM KOLLARINDA”

86

“İÇİMİZDE KURTLAR KAYNAŞIYOR!”

88

“BİR HAYAT ÖZÜRLÜSÜ” 98

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“İYİ GECELER ZAVALLIM” “Hastane Odası” | Nilgün Ersoy Hastane odası. Gece. Aşağıdaki katlarda, bir yerlerde, bir kadın kesik kesik haykırıyor. Sustu. Sıcak. Refakatçi divanında tedirgin bir yatış, ufak bir çıtırtıda başım yana dönüyor. Annemi gözlüyorum. Demin hastabakıcı geldi; teklifsizce büyük bir gürültüyle, tüm ışıkları açarak. Oda çiğ bir floresan gününe büründü. Yerleri kirden gri-siyaha dönüşmüş salkım saçak bir şeyle paspasladı; tuvalet takır tukur temizlendi. Öğürerek öksürdü. Ortalığa iğrenç bir deterjan kokusu bulandı. Hastane sterilizasyonu. Dezenfektan sterilitesi. Mide bulandırıcı. Mikroplardan, bakterilerden, pisliklerden arınma. Ruhsal, bedensel, kitlesel, bireysel saflaşma. Maddenin ilk hali. Hitler. Ari ırkının delilik ve de saire gensel hastalıklardan temizlemek adına steril hale getirilmesi. Germen erkek tohumlarının yok edilmesi. Kastrasyon. Farinelli. Harem ağaları. Alman soyunun Yahudi, Çingene ve de karşıtlarından dezenfektasyonu. Gaz odaları. Siyanür. Krematoryumlar. Yanık kemik ve saç kokusuyla birlikte ortalığı kaplayan kül karlar. Sıcak. Annem kıpır kıpır, sürekli hareket halinde. Ayakları şişme yatağının boğumları içinde sürtünüyor. Sürtünme sesi kulaklarımı çiziyor. Serum takılı kolu, sıvılı ince hortumla birlikte durmadan dolanıp duruyor. Başımı kaldırıyorum, gözlerim serum şişesine takılı. Ters asılı, ucunda bir damla; giderek büyüyor, semiriyor sonra kendini ağır çekim atıyor. Pıt… pıt… Çin işkencesi… pıt… Ayakların yatağa sürtünmesi. Koridordan yankılanan sesler. Bir yerlerdeki kadın tekrar bağırmaya başladı. Muhtemel ağır Mavi Öyküler -

4


çekim bir bebek doğuyor. Sıcak. Pencere ardına kadar açık. Tüllere, duvarlara sivrisinekler tünemiş. Yakındaki otobanda aralıksız akıp duran arabalar. Kollarım, bacaklarım ince sızılar içinde. Yakında kızaracak, ölesiye kaşınacak ve olgunlaşıp kabaracaklar. Yatağın tepesinde ölgün bir ışık. Her şeyi hastalıklı bir sarılığa boğuyor. İç karartıcı. Ve gözlerim her şeye rağmen kapanmakla kapanmamak arasında. Sıcak. Uyanık kalmalıyım… Baş aşağı asılı şişeye bakıyorum. Uyanık kalmalıyım… Ölü sarılık ışığı. Uyanık kalmalıyım… Sıcak. Ağır ağır düşen damla…cıklar Tırmalayıcı tiz çığlık. Bebek kanlı bir kaosa çıkartıldı. İyi geceler zavallım. Sıcak. Gözlerini açtın belirsizliğe; hoş geldin. Annemin kesikli soluk horlaması. Kıpırdamıyor. Kapaklarım gözlerimi kapadı. Uyunmamalı. Uyanmamalı. Sıcak. Ayak sesleri yaklaşıyor. Kulaklarımda uğultu; işkence her bir adımla. Kapı açıldı. Beyaz bir bulut beni hızlıca sıyırdı. Kapaklarımı yırtarcasına açıyorum. Hemşire annemin koluna tansiyon aletini geçirdi bile. Öylesine profesyonel, öylesine tornadan çıkmış hareketler; parmakları annemin bileğinde, gözleri diğer elinin saatinde. Sessizlik. 5

- Mavi Öyküler


Saniyesayar ağır ağır ilerliyor. Bir-iki-üç… Sıcak. Dört-beş… Programlanmış bir robot, duygusuz, soğuk, üzerine deri geçirilmiş metal yığını. Parşömen. Davula gerilen deri. Kutsal metin. Tamtam şifresi. Ramazan davulcusu. Üst cepçiğinden ateş ölçeri çıkardı, annemin bir deri bir kemik kalmış koltukaltına sokuşturdu ve uçarcasına çekip gitti, bizi sarılıkla baş başa bırakarak. Sıcak. Ayaklar boğumların arasında gezinmeye başladı tekrar; huysuz, huzursuz sürtünmeler. Sertleşmiş topukların sinir gerici ileriye gidişleri, geriye gelişleri. Çatalın tabağı çiziktirmesi. Uzun tırnakların karatahtayı oyması. Dişin delinmesi. Tüylerim diken diken. Sırtım kedi kamburuna dönüştü. Gözlerimi acıyla içime gömüyorum. Ürperme. Kollarımı ovuşturuyorum durmadan. Sıcak. Soğuk bir şey yaladı beni. Gözlerim fal taşı. Hemşire tereyağından kıl çeker gibi çekip alıyor dereceyi, ilgili ilgisizce havada bakışıyor sayı çiziklerle; üst cepçik yuttu dereceyi, ince cıvalı başı açıkta bırakarak. Cıva. Hg. Cam tüpün içinde ağır akan parlak toparlak. Ağır metal. Ağır abi. Kurşun. Hava kurşun gibi ağır, bağır bağır bağırmak istiyorum. Sıcak. Uyumak istiyorum, annemi gözlüyorum. Duruldu. Dümdüz yatıyor, çarşafların içinde kaybolmuş. Dümdüz. Tahta gibi. Göğüsleri bedenine yapışmış, örtüyle kaynaşık. Horlamıyor. Kendisini derin bir uykuya teslim etti. Uyuyan güzel. Yedi uyuyanlar mağarası. İn. Odama, inime çekilmek istiyorum.

p

“BİR BAKIŞIM YETTİ…” Mavi Öyküler -

6


“Süt” | Zeynep Alpaslan Yeni başlangıçlardan hep korkmuşumdur. Bu yüzden Alp’e o kadar ısrar ettim. Berlin’de tek başıma, ondan uzakta ne yapardım? Hâlâ bana âşıktı o zamanlar, gizli gizli evlenme hayalleri bile kuruyordu, eminim. Eşyalarını toplaması bir hafta sürdü. Küçük, gri dairemize yerleştiğimizde dünyanın en mutlu çifti biz olmuştuk. İlk kez bir erkekle birlikte yaşayacaktım. Her şey yeniydi ve yeni olan her şey gibi heyecan vericiydi: Birlikte yemek yapmak, tiyatroya, sinemaya gitmek, yürüyüşe çıkmak, metroda bira içmek, tek eşyamız olan delik deşik şiltede oturup, evi egzotik mobilyalarla döşeyeceğimizi hayal etmek… Bir de bonusu vardı bu işin: Üst katta oturan Macar asıllı tombul Eszter, taşınmamızın şerefine bizi evinde, gulaş yemeğe davet etti. Mutluluktan uçuyordum, âşıktım, Berlin harikaydı, hiçbir şey korktuğum gibi değildi, hiç yabancılık çekmiyordum. Yüzüne yerleşmiş geniş sırıtıştan, yerinde duramayıp zıp zıp zıplamasından, Alp’in de benden farklı olmadığını anlıyordum. Yağmurlu bir günde Eszter’in kapısını çaldık ve felaketler başladı. Koca memelerini, gıdısını ve kalın kollarını ortaya çıkaran saten bir elbise giymiş Eszter. Yaşı geçkin tombullara özgü şen kahkahalarıyla bizi karşıladı. Alp’e sıkı sıkı sarıldı, memeleriyle onu boğacak diye korktum, bana gelince, beni şöyle bir süzdü ve demirden bir aksanla, neredeyse uydurma bir Almancayla çok sıska olduğumu, tıpkı evde kalmış kuzeni Agnes’e benzediğimi, bu halimle bebek filan doğuramayacağımı, doğursam bile onu emzirecek sütüm olmayacağını söyledi. Niyetim varmış gibi! Alp’e baktım, gözlerini kadının buruşuk boynundan, pörsümüş yanaklarından ayıramıyordu. İçimden gülmek geldi. Kaç yaşındaydı acaba? Çatallı, titrek sesine ve çilli ellerine bakılacak olursa, yüz filan olmalıydı. Toza alerjim olduğundan hemen hapşırmaya başladım. Bu evin huzursuz edici, eski bir kokusu vardı. Masaya geçerken bir şey gözüme çarptı: Salonda, cilasız parkelerin üzerinde aykırı bir çağdaş sanat eseriymişçesine gömülü duran, paslı bir küvet. Alp’i dürtüp küveti işaret ettim, bana ayıplayan gözlerle baktı, 7

- Mavi Öyküler


sesimi çıkarmadım. Eszter tüm marifetlerini sergilemek istiyordu anlaşılan: Masayı patatesli gulaş çorbasıyla, yağlı, baharatlı soslarla, sarımsaklı yoğurda bulanmış paprikayla, salamlarla, ustaca dilimlenmiş domuz sosisleriyle donatmıştı. Alp’e şişenin tozunu silmesini ve açmasını söyledi. Ev yapımı Macar şarabı. Hafif şekerli bir tadı vardı, hemen sarhoş oldum. Belki de baharatlar ya da cızırtılı, milli marşlara benzeyen müzik başımı döndürmüştü, bilmiyorum. Eszter yemek boyunca hikâyeler anlattı. Doğduğu köy, ormanın içindeymiş. Sert rüzgârlar dindiği zaman topraktan huzur dolu, tatlı bir sıcaklık yayılırmış havaya. İnsan geceleri yıldızlara bakarken ve kurtların ağıtlarını dinlerken düşlere dalar, kendinden geçermiş. Yıldızlar, insanın üstüne yağarmış böyle zamanlarda. (Eszter ‘yıldız’ demekmiş zaten.) Acı kahvelerimizi içtikten sonra alerjim iyice arttı. Gözlerim yanmaya başladı, Alp’e baktım, büyülenmiş gibiydi. Alkol beni alıngan yapıyordu. Bozuldum. Gitmek için neredeyse yalvarmam gerekti. Sonunda vedalaştık. Eszter bana, fırsatını bulsa beni aç kurtların önüne atacakmış gibi baktı. Alp’in surat asması hoşuna gitmişti. Daha merdivenlerden inerken, tartışmaya başladık. Benimle kulüplere, partilere, açılışlara geliyormuş, ama ben onun için bu kadarına bile katlanamıyormuşum. Peşimden Berlin’e kadar gelmiş, oysa ben öyle bencil, öyle küstah… İlk kavgamızdı işte. Sabaha unutulmuştu bile. Eszter’le aylarca, apartmanın içindeki selamlaşmalarımız, hal hatır sormalarımız -göz süzmeler, soğuk espriler- dışında görüşmedik, ama uğursuzluk devam etti. Alp günden güne neşesini kaybediyor, dalıp dalıp gidiyor, beni dinlemiyordu. Ona yeni tanıştığım sanatçılardan, keşfettiğim galerilerden, aklıma gelen yeni projelerden büyük bir heyecanla bahsediyordum, ama kafası dağılıyordu, beklediğim tepkileri vermiyordu bir türlü. Yalnızlıktan yakınıyordu, ama yalnızlığı kendisi yaratıyordu. Her şeyden sıkılır olmuştu. Karşımızda, Türkler’in işlettiği mezecinin ucuz sandviçlerinden, metroda onu rahatsız eden punklardan, yağmurdan, sözde esprili trafik lambalarından bıkmıştı. Bir de aksi gibi, bir türlü paramız olmuyordu. Ev döşemek çok zordu. Egzotik filan değildi, tam bir Ikea evi olmuştu ve bundan nefret ediyorduk. Rahattı, sağlamdı, temizdi, buna bir itirazım yok. Mavi Öyküler -

8


Ama ben hep gösterişli, süslü bir evde oturmak istemişimdir. Alp’in sorunu, benim çok mutlu olduğumu düşünmesiydi. O pijamalarını bile çıkarmaya üşenirken ben onu bırakıp, gece geç saatlere kadar eğleniyordum. En azından, öyle sanıyordu. Beni kıskanması hoşuma gittiğinden ona hiçbir şey anlatmaz olmuştum. Partilerde kimsenin benimle konuşmadığını anlatmıyordum, mesela. Söyledikleri şeylerin yarısını bile anlamadığım halde konuşmalarına katılmaya çalıştığımı, ama bana sırtlarını dönüp gittiklerini anlatmıyordum. Buraya ilk geldiğimizde tanıştığım ve bana çok sıcak davranan bir sürü sanatçıyla yeniden karşılaşıp duruyordum, ama beni hatırlayamıyorlardı bir türlü. Alp kulüplerde bana asılan bir sürü adam olduğunu düşünüyordu mutlaka ve ben onun genelde bir köşeye sinip gözlem yapmakla yetindiğimi, sıkıntıdan patladığımı, bütün bu eğlencelerin benim için işkenceye döndüğünü ama çıkıp gitmeyi de kendime yediremediğimi bilmesini istemiyordum. Bir keresinde, nasıl girdiğimi bile hatırlamadığım bir ev partisinde o kadar dışlanmıştım ki büfede duran çikolatalı sosun tamamını kaşıklayıp bitirmiştim. Kâsenin dibindeki hamamböceği cesedini fark etmeden önceydi bu tabii. Alp sadece sinemaya gitmekten hoşlanırdı, Almanca dublajlı sanat filmleri garip bir biçimde eğlendiriyordu onu. Onu kırmamak için, bazen ben de eşlik ederdim. O akşam yemek yapacaktım, romantik bir yemek olacaktı bu. Sonrasında Babylon’da oynayan Szabo filmine gidecektik. Şarap almıştım, mum bile yakacaktım. Kapıyı açan olmadı. Anahtarla açıp girdim. İçerisi karanlıktı. Alp masanın başına tünemiş, yarısına kadar dolu bir bardak süte gözlerini dikmiş bakıyordu. Seslendim, bakmadı. Bir çeşit şokta olduğunu düşündüm, panikledim. Avazım çıktığı kadar bağırdığımda bana döndü ve bıkkın bir sesle, dikkatini dağıttığımı söyledi. Ne yapmaya çalıştığını anlamamıştım. Üst kattan milli marşlar yükseliyor, bütün apartmanı inletiyorlardı. Dikkatini ben mi dağıtıyorum yani? Sonradan öğrendiğime göre, Alp ben yokken sık sık Eszter’in evine gidiyormuş. Eszter ona eşsiz lezzette acı kahveler yapıyormuş ve birlikte televizyon seyrediyorlarmış. O akşam, telekineziyle ilgili bir belgesel izle9

- Mavi Öyküler


mişler. Eszter, Alp’in çok özel bir çocuk olduğunu, eğer isterse ve yeterince çabalarsa her şeyi yapabileceğini söylemiş. Sonra saçlarını okşamış ve bir fincan kahve vermiş. Alp ona inanıyor. Özel olduğuna inanıyor. Erkek arkadaşım, yalnızlıktan çıldırmış bir halde, her gün saatlerce bir bardak süte bakıyor ve bardağı gerçekten de yerinden oynatabileceğini düşünüyor. Kapısını yumrukladığım sırada Eszter belli ki uyuyordu. Şişmiş gözlerle, buruşuk bir suratla ve eskimiş bir baharat kokusuyla karşıladı beni. Üzerinde ejderha desenleri olan, ucuz naylondan, lekeli sabahlığının önünü bile kapatma gereği duymamıştı. Toz, üzerime üzerime geliyordu. Öfkelendim. Eszter’e çıkıştım. Sevgilimi böyle palavralarla zehirlemeye hakkı olmadığını söyledim. Siyah dişlerini göstererek sırıttı, erkekler pohpohlanmak isterler, dedi. Kendilerini hep özel hissetmek isterler, senin onu böyle hissettiremediğin çok açık. Sen şımartılmaya alışmışsın, şımartmayı bilemezsin. Olsun, dedi, daha çok küçüksün, öğrenirsin. Bunun üzerine tepem attı. Onu aşağıladım, yaşlı, zavallı, çirkin bir cadı olduğunu söyledim ona. Üstelik bir de kaçıktı. Kaç kişinin salonunda küvet bulunurdu ki? Hızımı alamadım. Milli marşlarına hakaret ettim. Yağlı yemeklerine, koca memelerine, Eszter’i Eszter yapan her şeye lanet okudum. Ondan bu kadar nefret ettiğimin ben bile farkında değildim, kadını tanımıyordum ne de olsa. Kuzenim Agnes’ten bahsetmiştim, dedi. Onu hatırlarsın. Ona benziyorsun. O da senin gibi kendini bilmezin, arsızın biriydi. Eve gidip Alp’i öpücüklere boğdum, her şeyin düzeleceğini söyledim. Onu sinemaya götürdüm. Film boyunca birbirimize sarılıp şarap içtik. Yağmurda yürüdük ve sokaklarda dans ettik. Berlin, önümüzde eğiliyor, bize her şeyini vermeye hazırlanıyordu. Geç vakitte bir kulübe bile gittik, Alp üzerinde iç çamaşırları ve şeffaf, kalın naylondan bir yağmurluktan başka bir şey bulunmayan dazlak kadına ve yanındaki yeşil saçlı, takım elbiseli yakışıklıya uzun uzun baktıysa da, sadece gülümsemekle yetindi. Benden, arkadaşlarımı onunla tanıştırmamı istediğindeyse, bu Mavi Öyküler -

10


gece başka kimseyi istemediğimi söyledim. Bana minnet dolu gözlerle baktı. Harikaydı. Umut etmekle hata etmişim, ertesi haftalarda, neredeyse yılbaşına kadar, Alp benim yerime, bir zamanlar süt olan bir bakteri kabilesine bakmayı tercih etti. Her şey eskisinden de beter olmuştu. Bu sefer de baktığı mesafeyi ve bakış süresini, o sırada onu etkileyen uyarıcı faktörleri (benim sinirlenip kasten kırdığım tabaklar gibi) deri kaplı bir deftere (Eszter’in hediyesi) not almaya başlamıştı. Yıprandığımı, ufaldığımı, eriyip bittiğimi hissediyordum. O kadar zayıflamıştım ki sert bir rüzgâr estiğinde bile dengemi kaybedebiliyordum. Dizlerim eciş bücüştü, omuzlarım çıkıktı, grotesk bir oyuncağa benziyordum. Kendimi toplayabilmem için Alp’e ihtiyacım vardı. Onu buraya bunun için getirmemiş miydim zaten, ihtiyacım olduğunda yanımda olsun diye? Oysa yerlerde sürünüyordum, korktuğum her şey olmuştu, hiç arkadaşım yoktu, kimse beni hiçbir yere davet etmiyordu ve yaşlı, tombul bir kadın erkek arkadaşımı elimden almak üzereydi. Farklı bir strateji izlemeye karar verdim: Eszter ona destek oluyor ve onu şımartıyordu, bunu ben de yapabilirdim. Yılbaşı alışverişine çıktım ve telekineziyle ilgili ne kadar kitap bulduysam hepsini satın aldım. Üstüne bir de, Carrie filminin DVD’sini hediye paketi yaptım ve yatağın altına sakladım. Ertesi gece, romantik bir yılbaşı yemeği sonrası, hediyeleri verecektim. Yalnız uyudum. Buna alışmıştım, Alp genelde masa başında, bardağına bakarken uyuyakalıyordu. Önce, bana hediye almaya çıktığını düşündüm. Yemek hazırladım, aslında, hazır yemekleri ısıtmaktan ibaretti yaptığım. Mum yaktım, şarap açtım, mezeleri küçük Ikea tabaklarımıza yerleştirdim. Alp’in çok beğendiği, bit pazarında tesadüfen bulup aldığım kimonomu giydim. Hediyeleri masanın köşesine dizdim, keyiflendim. Alp’i beklerken bütün şarabı bitirdim elbette. Gelmedi. Bunun üzerine dışarı çıktım. Yılbaşı gecesiydi, Berlin’deydim, dışarıda bir yerlerde gidebileceğim, bana uygun bir parti bulabilirdim mutlaka. 11

- Mavi Öyküler


Yağmur başladı. Üşüyordum, Alp’i özlüyordum. Cıvıl cıvıl olmasını beklerdim ama sokaklar boştu. Yürümeye devam ettim. Ayakkabımın topuğu kırıldı, zaten çok adi ayakkabılardı. Çıkarıp çıplak ayak yürümek geldi içimden, ama istesem de böyle şeyler yapacak kadar çılgın olamamıştım hiç. Ağlamaya başladım. O sırada, bir yandan birbirlerine sarılan, bir yandan da şeffaf bir yağmurluğu başlarının üzerinde dengede tutmaya çalışan eşcinsel bir çifte rastladım. Uzun boylu olan, baştan aşağıya siyah deriler içindeydi. Benim boylarımda olan ise takım elbiseliydi. Birbirlerinden farklıydılar ama birbirlerine aşık oldukları her hallerinden belliydi. Bir şekilde başarıyorlardı bu işi yürütmeyi. Onlara imrendim. Alp’le kendimi düşündüm, tüm zevklerimiz ortaktı ama sahip olduklarımızın değerini bilememiştik. Beni aralarına aldılar, yağmurluğun altında, iki erkeğin sıcaklığını hissetmek hoşuma gitti, yalnızlığım uçup gitmişti sanki. Gittikleri partiye –her neresiyse- beni de davet etmelerini diledim. Ettiler, ben de naz yapmadan, seve seve kabul ettim. İşte yine, büfenin arkasında, en sevdiğim köşemdeydim. Kurtarıcım olan çift beni hemen unutmuştu. Loş ışıkta, plastik yılbaşı süslerinin ve japon güllerinin arasında, kendileri de birer süs gibi duran –çoğu kızıl saçlı, Fassbinder filmlerinden çıkmış gibi, abartılı jestler yapan- konukları uzun uzun inceledim. Viski içiyorlardı. Dans ederken çılgın bir pervane gibi havaya savurdukları kolları, neredeyse katılaşmış, ağırlaşmış duman tabakasını dağıtmaya yetmiyordu. Köşeme yapışıp kalmıştım, hareket edemiyordum. Eski püskü kimonomdan utanıyordum, evde kimono giymiş en az üç kız daha görmüştüm, hepsi de çok havalıydılar. Görünmez olmayı diledim, bir bakıma öyleydim de. Varlığımdan kimsenin haberi yoktu. Bütün partiler birbirine benziyordu. Tek farkla: Artık dibini göremediğim hiçbir yemeğe elimi sürmüyordum. Neredeyse bir saat boyunca, Mısırlı bir adam dışında kimse benimle konuşmadı. Siyah, uzun, yumuşacık saçları vardı, dövmemi beğenmişti. Avcuma küçük, şeker pembesi bir hap, yanağıma da ıslak bir öpücük kondurup gitti. Ev sahibi, kabarık saçlı, tütü giymiş bir kızdı. Dantel eldivenlerinin bile gizleyemediği yara izlerini –belli ki kanını akıtmaktan hoşlanıyordu– ilk bakışta fark etmiştim. Evi harikaydı, hayalimMavi Öyküler -

12


deki evdi. Göz göze geldiğimizde el salladı. Gülüşü ışıl ışıldı. Kıskançlıktan ağlamak üzereydim, yine de, herkese gülümsemeye çalışıyordum. Çoktan sarhoş olmuştum, ayaklarım yerden kesilmişti. Aralarına karıştım. Rastgele konuşmaya, tanışmaya, kahkahalar atmaya başladım. Bir ara Alp geldi sandım, ama gördüğüm kişi erkek bile değilmiş. Geri sayım başladı. On saniye boyunca, beni öpecek kimsenin olmamasının verdiği sıkıntıyı yaşadım. On saniye boyunca Alp’i özledim. Sonra bir şey oldu: Tütüler içindeki ev sahibesi, dudaklarıma yapıştı ve beni uzun uzun öptü, sonra gözlerini sarhoş gözlerime dikti ve mutlu yıllar, dedi. İsmi Csilla’ymış. ‘Yıldız’ demekmiş. Saçlarımı okşayınca, içimi heyecansız, huzurlu bir sıcaklık kapladı. Evimi beğendin mi?, diye sordu tatlılıkla. Çok tatlı olduğumu, çok mahçup bir halim olduğunu, bunun hoşuna gittiğini söyledi. Buraya taşın, beraber yaşayalım, sana çok iyi bakarım, dedi. Dediğine göre, tasarladığı oyuncaklardan epey para kazanıyormuş. Ayrıca çok iyi bir aşçıymış. Neden bilmiyorum, oradan kaçtım. Koşarak eve gittim. Alp’in en umutsuz, en pişman, en karamsar haliyle beni beklediğini hayal ediyordum. Kimse yoktu. Paketler açılmamış, duruyordu. En azından denedim, diye düşündüm. Telesekreterin ışığı yanıp sönüyordu: Alp’in annesinden bir mesaj. Çocuk yapın, diyordu. Ve onu çok sevin! Onu sevmekten asla vazgeçmeyin! Ve ağlamaklı, sarhoş bir sesle, fısıldar gibi devam ediyordu, sana istediğin sevgiyi, ilgiyi hiçbir zaman veremedim oğlum, ne olur beni affet. İkinizi de öpüyorum, mutlu yıllar. Ve arkasından, hiç kesilmeyecekmiş gibi duran hıçkırıklar geldi. Birden dank etti. Üst kata çıktım ve kapıyı yumrukladım. Bağırıp çağırdım ama sesim milli marşı bastıramadı. Kapıda asılı melek biçiminde yılbaşı süsünü yere fırlattım, parçalandı. Tam umudu kesip kapının önünde devrilecekken, marş bitti. Ayak seslerini duydum. Eszter kapıyı açtı, çıplaktı. Memeleri, ondan ayrı birer canlı gibiydiler, beni öldürmek istiyorlardı. Üzerinden sular damlıyordu. Ağzı, aksanı gibi çarpıktı. Gözleri şehvetten koyulaşmış, simsiyah olmuştu. Ağzımı bile açmama fırsat vermeden, Agnes, dedi, kurtların ulumasına benzer bir sesle, kuzenim Agnes de13

- Mavi Öyküler


lirip kendini ormandaki kuyuya attı. Onu oradan çıkarmak için üç yetişkin avcı üç gün üç gece uğraştı… Kapı yüzüme kapanırken, Alp’i gördüm. Küvette, bebekler gibi uyuyordu. Eşyalarımı toplamak için eve döndüm. Bir bakışım yetti, bakterilerle kaplanmış bardak, yere düştü ve paramparça oldu. Bavulumu alıp çıkarken, kendi kendime gülümsedim, artık yeni başlangıçlardan korkmuyordum.

p

“SEVMEDİĞİN, BURNUNUN DİBİNDE BİTERMİŞ” “Saksağan” | Sultan Yavuz Pencereden dışarıya baktığında en çok gördüğü kuş türünün saksağan olması, ona garip geliyordu. Neden buradan hiç gitmiyorlardı ve neden bu kadar çoktular? Sanki pencereden bakıldığında –yani deniz kenarında ya da farklı bir iklimde değilse– en çok serçe ve güvercin görülmeliymiş gibi. Hatta insan nadiren gördüğü saksağanlara bakıp, “A, saksağan!” demeliymiş gibi. Tabii ki serçe ve güvercin de gördüğü oluyordu. Şehir, güvercinden geçilmiyordu zaten. Ama evinin penceresinden en çok saksağanları görüyordu. Saksağanlar herkesin sinirini bozuyor muydu, bilmiyorum. Ama bu adam gerçekten öfkeleniyordu. “İşte yine saksağanlar!” diyordu. “Bir tane daha… Bir tane daha! Aşağılık kuşlar, sanki kasten geliyorlar! Sevmediğin, burnunun dibinde bitermiş!” diye söylenirdi. Oradan oraya uçuşup, ötmeleri yetmiyormuş gibi, bir gün iki saksağan gelip, pencerenin önündeki kavak ağacına yuva yapınca, adam iyice çileden çıktı. “İşte buna inanamıyorum! Sonunda bu kadar ileri gittiniz ha! Kargaları bile size tercih ederim, uyuz yaratıklar!” Mavi Öyküler -

14


Tahammülü yoktu. Saksağanlar, adama göre oldukça yapmacık ve içten pazarlıklıydılar. Dedikoducuydular sanki. Dişileri fettan, erkekleri serseriydi. Mahsustan, sırf adam öfkeden çıldırsın diye şimdi de gelip, burnunun dibine dibine yuva yapmışlardı işte! Günler geçiyordu. Bazen rüzgârlı günlerde içi umutla doluyordu. İnce kavak dalları şiddetle sarsılınca, “Bu kez, bu yuva yıkılacak, yere düş hadi!” diye coşkuya kapılıyordu. Ama yuva hiçbir zaman düşmedi. “Bu ne işçilikmiş, tutkalla mı yapıştırdınız ha?” Ağaca tırmanabilseydi –yani eğer dallar, adamı tartabilseydi– ya da pencereden uzanabilseydi, o yuvayı kendi elleriyle dağıtmayı ne kadar da isterdi. Camın önünde kahvaltı ederken, bazen öfkesine sahip olamayıp, çatal ya da küp şeker fırlattığı oluyordu. Hatta bir gece çok içkiliyken rakı kadehini yuvaya doğru fırlatmıştı. Ama nafile! Yuvaya etkisi olmadığı gibi, alt kattaki komşuyu şikâyete çıkarmıştı: “Bıktık artık sizin pencereden bir şeyler fırlatmanızdan! Yakında televizyonu da atacak mısınız acaba? Ya oradan geçen birinin başına düşseydi? Siz hiç düşünmüyor musunuz? Ne diye bir şeyler atıp duruyorsunuz ki!” Utanan adam cevap verememişti. Sadece kısık sesle kekeleyerek: “Sak… saksa -ğan…” diyebilmişti. Özür dileyerek, bir daha atmayacağına dair söz vermişti. Başını sallayarak, geldiği sinirle aşağı inen komşu, ikna olmuş olacak ki bir daha çıkmadı. Çünkü sonraki günlerde iki kez daha çay kaşığı fırlattı adam. Yuva yıkılmadı. Komşu gelmedi. Saksağanlarsa ötmeye devam ettiler. Sanki her şeyin suçlusu saksağanlardı. Havanın kötü olması, yemeğin tuzsuz oluşu, faturanın fazla gelmesi, kayıp banyoya düşmesi, ekonomik kriz, hatta küresel ısınma. Uğursuzdu saksağanlar, kem gözlüydü. Ne yapmalıydı onları? Nasıl uzaklaştırmalıydı? Ya adam bu evde oturduğu sürece, bu uyuz yaratıklar da burada kalırsa? Başka yer yoktu sanki? B.k vardı gelecek! Karşıdaki ağaçlara da yuva yapabilirlerdi, adam da daha az sinirlenirdi belki. Korkuyordu adam, bir gün başına çok daha büyük belalar açabilirdi saksağanlar. Sadece adamın değil, dün15

- Mavi Öyküler


yanın da. Dünyayı sardıklarını düşündü. Binlerce, milyonlarca saksağan ve o ses! Her yerde… Bazen pes ediyordu öfkesi, sadece boş boş saksağanlara bakıyordu ve haftalar geçmeye devam ediyordu. Bir sabah, pencerenin önünde kahvaltı edeceği vakit garip bir hisse kapıldı adam. Eksik olan bir şey vardı. Zeytin, domates, peynir, çay, ekmek, reçel ve omlet tamamdı. Televizyondaki program da. Peki, eksik olan neydi? Saksağanlar yoktu! Nasıl yani? Gözlerini kocaman yaptı; hayır, yuva duruyordu. Ama saksağanlar… Herhalde yiyecek aramaya gitmişlerdi. “Birazdan gelirler baş belaları.” Saatler geçti, çay ve omlet soğudu. Haberler akmaya devam etti ekranda. Sessizlik var bugün. “Gelmediler, neden? Lanet saksağanlar nereye kayboldular?”, akşama kadar gelmediler. Sonra bir umut? Ertesi gün de gelmediler. Anladı ki bir daha gelmeyecekler. Yuvaya baktı, hıçkırarak ağladı.

p

“BU VAPUR NEREYE GİDİYOR?” “Masal” | Tuğçe Ayteş Bir varmış, bir yokmuş. Kendi halinde hayatını sürdüren bir Esas Kız varmış. Esas Kız, öyle klasik masallardaki gibi pasif bir şekilde evinde oturup beyaz atlı prensini beklemiyormuş. Her zaman bir av gibi davranmak ona göre değilmiş. Ayrıca hayatını adadığı bir ideali varmış ve buna erişmek için uğraşıyormuş. Bu uğurda çabalarken tabii ki kabuğuna çekilmiyor, insanlarla bir arada olduğunu unutmuyor, seviyor, sevdiğini belli etmekten de çekinmiyormuş. Yaşadığı her anın tadını çıkartıyor, etrafa pozitif enerji saçıyormuş. Her şerde bir hayır, her sonun bir başlangıç olduğunu düşünüyormuş. İşte yine böyle bir sonda Esas Oğlan’la tanışmış Esas Kız. KoMavi Öyküler -

16


nuşmuşlar, görüşmüşler. Esas Kız hayattaki amacını söylemiş. Esas Oğlan ciddiye almamış, anlamaya bile çalışmamış. Esas Kız hayata nasıl baktığını anlatmış. Esas Oğlan ona saf demiş, tecrübesiz demiş; çünkü o çok çekmişmiş, hayat Kız’ın sandığı kadar güzel değilmişmiş. Esas Kız’dan pembe gözlüklerini çıkartmasını istemiş, ama kendisi gözünde kara gözlükleri olduğunu bir türlü kabullenememiş. Kız ona hayatın renklerini göstermeye çalışmış, fakat Esas Oğlan dibine vurduğu kör kuyuya uzanan eli bir türlü tutmamış. Kız yaklaşmış, o uzaklaşmış. Sonra Kız’ın içine şüphe düşmüş. “Bu işler iki kişilik olmaz mı?” diye sormuş kendine. Esas Kız biraz dayanmış. Ama sonunda bunun böyle sürmeyeceğini düşünerek Esas Oğlan’la konuşmayı bırakmış. Bunun hemen ardından Kız’ın Kalbi ve Beyni koyu bir tartışmaya tutuşmuşlar. Beyin “Ne kadar da iyi yaptın! Hep sen, hep sen olmaz ki…” demiş. Kalp “Nerede kaldı senin karşılık beklememen? Sorunları var, anlasana,” demiş. Beyin: “Bu resmen enayilik.” Kalp: “Güya beyinsin ama düşüncesizsin.” Beyin: “Kız’ı düşünüyorum. Kendini kullandırıyor.” Kalp: “Her kalp benim kadar özgür değil. Oğlan kalbine zincir vurmuş. Şimdi de anahtarları bulamıyor.” Beyin: “Yeterince aramıyor.” Kalp: “Tek başına bulamıyor.” Beyin: “Her yardım etmeye çalıştığında Kız’ı iteliyor, istemiyor.” Kalp: “Çok karanlıkta, göremiyor.” Kız sonunda dayanamamış. “Yeter artık, kapayın çenelerinizi,” demiş, “ben gidiyorum.” Kız, yatağına uzanmış. Elindeki Ermiş kitabında sevgiyi özgür bırakmak gerektiğini fısıldamış Halil Cibran Kız’ın kulağına. Hem sevgisini hem de kendisini özgür bırakmış Kız. Gözleri kapanmış, başı yavaşça yastığa düşmüş. Kız, kendini hiç bilmediği bir yerde bulmuş. Yol toz toprak içindeymiş. Yürüdükçe Kız’ın üstü başı kirlenmiş. Tam üstünü silkelerken bir at arabası geçmiş yanından ve tekerleği bir çukura girip Esas Kız’ın üstüne çamur sıçratmış. Kız bir şey diyemeden at ona dönüp “Kimse sana kolay olacağını söylemedi,” demiş. 17

- Mavi Öyküler


Bir süre söylene söylene yürüdükten sonra ileride bir adamın siluetini görmüş. Bomboş yolda, nasılsa hiç korkmadan adamın yanına gitmiş. Gözleri fal taşı gibi açılmış, çünkü karşısında duran bizzat Nietzsche’ymiş. Esas Kız “Hayatımda kesin hiçbir şey yok. İşi bırakıyorum. Yollara düşüyorum. Sevilip sevilmediğimi bile bilmiyorum,” demiş. Nietzsche “İnsanı belirsizlik değil, kesinlik öldürür,” demiş. Kız “Neden?” demiş. “Çünkü,” demiş Nietzsche, “belirsizlik oldukça insan umut eder. Umutsa kötülüklerin en büyüğüdür, işkence süresini uzatır.” Esas Kız: “Umut etmeden yaşamanın ne anlamı kalır ki?” Nietzsche: “Yaşamak berbat bir şey zaten.” Esas Kız: “Ben bunları daha önce de duydum. Hep aynı terane.” Tam o sırada yanlarından Zaman hızla geçmiş. Geçerken Nietzsche’nin bıyığından, Esas Kız’ın saçlarından birkaç teli de alıp götürmüş. Nietzsche: “Bak, gördün mü? Zaman her geçtiğinde bizlerden bir şeyler alıp götürüyor. Şimdi dediğinde bile çoktan geçmiş oluyor.” Esas Kız “İşte bu yüzden yaşamı erteleyemem. Zaman’a yetişmem gerek,” demiş. Esas kız bunun imkânsız olduğunu anlamak için daha çok gençmiş. Nietzsche’nin onun arkasından “Zaman’a yetişemezsin ki…” dediğini duymamış. Esas Kız bunu çok geçmeden anlamış zaten. Zaman ortadan kayboluvermiş. Esas Kız omuzlarını düşürmüş, nereye gittiğini bilmeden yürümeye devam etmiş. Çok güzel bir bahçeye gelmiş. Envai çeşit meyve ağaçları, rengarenk ve mis kokulu çiçekler varmış. Bir ağacın altında bir adam oturuyormuş. Esas Kız her nasılsa onun Mecnun olduğunu hemen anlamış. Esas Kız, “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sormuş. Mecnun, “Leylaaa, Leylaaa,” demiş. Esas Kız: “Çok güzel bir yerdesiniz.” Mecnun: “Sadece Leyla’yı görüyorum.” Esas Kız: “Meyvelerden yediniz mi?” Mecnun: “Hayır.” Esas Kız: “Çiçekleri kokladınız mı?” Mavi Öyküler -

18


Mecnun: “Hayır.” Esas Kız: “Ama hepsi yanı başınızda.” Mecnun: “Leyla.” Esas Kız: “Peki,” demiş, “gidecek yolum olmasa bu güzellikleri kaçırmazdım.” Esas Kız giderken uzanabildiği bir daldan birkaç erik kopartmış. “Aslında ben de nereye gittiğimi bilmiyorum,” demiş kendi kendine. Güzel yerlerden, bahçelerden, nehir kenarlarından geçmiş. Her yerde mutlu olacak, yaşamaya değecek bir şeyler bulmuş. Yolun sonu çok da umurunda değilmiş. Yolda yaşadıklarından memnunmuş. Yolun sonu umurunda değilmiş ama her yolun da bir sonu varmış. Esas Kız bir iskeleye ulaşmış. İskelede bir vapur demir atmış. “Bu vapur nereye gidiyor?” diye sormuş ilk gördüğü ak saçlı bir teyzeye. “Geleceğe evladım,” demiş teyze. Esas Kız: “Oo, çok kişi binmek istemez mi peki?” Yaşlı Teyze: “Bu vapura sevmesini bilenler, bilip de belli edenler, umuda yol alanlar, geçmişini geride bırakıp gelecek günleri kucaklamaya hazır olanlar alınıyor.” Esas Kız: “Benim binip binemeyeceğimi nasıl öğrenebilirim?” Yaşlı Teyze: “Sadece dene. Eğer şartlara uygun değilsen zaten kendi etrafına ördüğün duvarlara çarpar, içeri giremezsin.” Esas Kız: “Teşekkür ederim anlattıklarınız için. Peki ya siz?” Yaşlı Teyze: “Ben yıllar boyu o kadar sağlam ördüm ki duvarlarımı, denemeye bile cesaret edemedim.” Esas Kız: “Ama denemeden başarıp başaramayacağınızı bilemezsiniz ki.” Yaşlı Teyze: “Ya başaramazsam?” Esas Kız: “En azından denemiş olursunuz.” Yaşlı Teyze: “Yapamam.” Esas Kız, Yaşlı Teyze’nin inadını kıramayacağını anlayınca ısrar etmekten vazgeçmiş. “Azimli olmak iyi bir şey ama insan başka seçenekleri de görebilmeli,” diye içinden geçirmiş Esas Kız. Vapura adımını atmış, kolayca içeri girebilmiş. Üst katta hava alan bir yere oturup yerleşmiş. Vapurda ne kadar az kişi olduğuna şaşmış kalmış. Demek ki insanlar kendilerini kendilerine hap19

- Mavi Öyküler


setmiş yaşıyorlarmış, tıpkı Esas Oğlan gibi. “Aa,” demiş, “bir de Esas Oğlan vardı.” O sırada iskelede, vapurun yanı başında put gibi bekleyen Esas Oğlan’ı fark etmiş. “Gelsene!” diye bağırmaya çalışmış, ama sesi sadece kendisinin duyabileceği bir hırıltı şeklinde çıkmış. Zaten onun çağırmasının da bir anlamı yokmuş. Esas Oğlan’ın kendisinin yapabileceği bir şeymiş bu vapura binmesi için gereken şartları sağlamak. “En azından kafasını kaldırıp baksa, benim burada, gitmek üzere olduğumu görse,” demiş kendine. Sanki bunu sesli söylemiş gibi Esas Oğlan kafasını kaldırmış ve kızı görmüş. Hâlâ hareketsizmiş. Esas Kız’ın sabrı tükenmiş. “Haydi ama. Neyi bekliyorsun ki?” diye onun duymayacağını bile bile söylenmiş. Sonra da arkasını dönüp vapurun yol alacağı yöndeki manzaranın tadını çıkartmaya başlamış. Halatlar çözülmüş ve vapur hareket etmiş. Esas Oğlan’sa halen hareketsizmiş. Bazı insanlar sevdiklerinin kıymetini onları kaybettiklerinde anlarlarmış. Esas Oğlan da kaybetmek üzereyken anlamış. Vapur biraz yol aldıktan sonra Esas Oğlan’ın aklı başına gelmiş, “Durun!” diye bağırmış. Ama hiçbir işe yaramamış. Aklına tek bir fikir gelmiş: suyun üstünden vapura koşmak. Bir an için tereddüt etmiş. Ama sonunda denemeye karar vermiş. Birkaç adım attıktan sonra becerebildiğini görmüş. Vapura doğru koşmaya başlamış. Esas Oğlan koşmuş, koşmuş, ama geleceğe ilerleyen vapura yetişememiş. Esas Oğlan denizin ortasında öylece kalakalmış, zamanında kaçırdığı fırsata yanmış. Artık Esas Oğlan değilmiş. O sırada Esas Kız’ın olduğu vapur yeni bir iskeleye demir atmış. Esas Kız işte orada Esas Oğlan’la tanışmış. Kız tatlı uykusundan yavaşça uyanmış. Kucağında Ermiş duruyormuş. Yine o, sevgisini özgür bırakmasını söyleyen satırlar… Esas Kız, bu zor zamanında sevgisini karşılayacak, ona bir bütünün parçası olduğunu hissettirecek özgür bir ruha özlem duymuş. Rüyasında yeni iskelede karşılaştığı Esas Oğlan’la gerçekte çoktan tanışmışlar aslında. Ama Esas Kız ilk defa çekinerek atıyormuş adımlarını, çünkü onu kaybetmeyi göze alamıyormuş. Esas Oğlan ona o kadar ulaşılmaz geliyormuş ki… Mavi Öyküler -

20


“Ama Esas Oğlan da aynı şeyleri hissediyor olabilir,” diye düşünmüş Esas Kız. Kendinin hep eleştirdiği insan tipine benzemesinden korkmuş. Elleri titreyerek telefonu almış, kalbi yerinden çıkacak gibi atarak ve midesine ağrılar girerek Esas Oğlan’ı aramış, kekeleyerek konuşmuş, yer yer saçmalamış. Birincide olmamış, ikincide olmamış, ama üçüncüde Esas Kız başarmış. Esas Oğlan’la Esas Kız buluşmuşlar. Esas Oğlan yaşam enerjisiyle pırıl pırıl parlıyormuş. Esas Kız’a değer vermiş, ona güvenmiş, onu desteklemiş. Esas Kız’ın rüyası gerçek olmuş. Derler ki rüyaları gerçekleştirmenin en güzel yolu uyanmaktır. Ama öncelikle uyanacak cesareti bulmak gerekir…

p

“BİR YER OLMALIYDI, BİZİM BİLMEDİĞİMİZ” “Melek” | Nilgün Ersoy

Boğazını sık! Sık iyice! Boğ onu! Zor nefes alıyorum. Kalakaldım. Dondum. Duruyorum öylesine. Ellerim engellemiyor annemin sevgili kızının kuğu boynunu kavrayan elleri. Duruyorum öylesine. Hiçbir şey düşünmeden. Ruhsuz bir vitrin mankeni. Daha da sık! Öfkeni kus! Kus nefretini! Sallanıyorum. Cansız bir bebek gibi. Duruyorum öylesine. Ölüm korkusu yok. Beynim boşalmış. Ağzım kapalı. Çığlık yok. Yalvarma yok. Öfke yok. 21

- Mavi Öyküler


Katatonya Katatoni Ka- sert ünsüzlerin senfonisi. Kata- katafalk. Ta- tabut. Ton- ses. Ama ses yok. İ- iğrenme Bir senfoni daha Kakofoni. Eller gevşedi. Yutkunuyorum. Duruyorum öylesine. Şaşkınlık yok. Ağrı yok. Hayal kırıklığı yok. Gelecek ölüm Gözleri gözlerinden olacak Sabahtan akşama dek… Eski bir vicdan ağrısı gibi Saçma bir alışkanlık gibi… Duruyorum öylesine. Vicdan ağrısı… Gözlerim odanın uzaktaki penceresine takılı. Mavi gökyüzü. Bulut gölgesi. Martı çığlığı… Çığlık. Ç- yumuşak ünsüz… Saçmalık. Çığlığın yumuşağı olur mu? Sert olmalı, vurgulamalı. Munch. Sessiz çığlık. Açılmış bir ağız. Sessiz çığlık. Dalga dalga, halka halka parçalıyor, sarsıyor, yok ediyor, yayılıyor güçlenerek. Mavi Öyküler -

22


Acı veriyor. Sessiz. Yakıcı. Öğütücü. Duruyorum öylesine. Ağzım kapalı, kollarım sarkık, gözlerim mavi gökyüzüne takılı. Niye tepki vermiyor? Demin ellerim boynunda kenetliydi. Pişmanlık değil içimdeki. Çaresizlik. Terk edilebilirliğin çıldırtıcılığı. Hiçbir şey demeden, hiçbir şey belli ettirilmeden kestirilip atılmak. -Senden ayrılmak istiyorum. İnce boynu kızarmış. Neden tepkisiz? Neden bağırmıyor? Neden ağlamıyor? Neden bir acı, bir korku ifadesi yok? Neden bir şey yok gibi? Ölü gibi? Heykel gibi? Oturuyorum. Ne zaman oturduğumu bilmeden. Tam kenarda. Oturmakla düşmek arasında. Yaşamakla, yaşamamak arasında. Hıçkırıklar -Bağışla beni! Bağışla ne olur! Kucağımdaki başa bakıyorum. Onu gövdeye bağlayan kalın boyuna. Bakıyorum öylesine. -Bağışla beni! Sana layık değilim, bağışla! Sen bir meleksin! Sen bir MELEKSİN! Sarkıttığım eller havaya kalkıyor. İki ağır yumruk. Öfkesiz, duygusuz iki mermer parçası. Yerlerinden kopmuş; hızları kesiliyor. Ağır çekim bir Türk filmi. Koşan, koşan, birbirlerine kavuşamayan ve hâlâ koşan… Boynun tuttuğu baş hıçkırıklarla sarsılıyor. Boyun kısa bir kütük gibi. 23

- Mavi Öyküler


-Sen bir meleksin… Ağır çekim düşen yumruklar açılıyor. Gerilmiş ince parmaklar. Kartal pençeleri. Sessiz çığlık. Mavi gökyüzü. -Sen bir meleksin… Parmak uçları hafifçe boyuna dokunuyor. Soğuk iki mermer parçası. Hareketsiz. -SEN bir MELEKSİN… Innocence. Masumiyet. Mezarlıkta mermerden masum melekler. Acıyla dolu acıyan bakışlar. Donmuş hüzünlü bir gülümseme. Bir yer olmalıydı, bizim bilmediğimiz, ey melek! (Rainer Maria Rilke)

p

“GERÇEKLER ASLA DEĞİŞMEZDİ!” “Ada Vapuru Yandan Çarklı” | Evrim Övüç …En son lise yıllarında gitmişti Heybeliada’ya. Aradan geçen 10 yılda çok şey değişmişti hayatında. Son günlerde geçmişiyle ilgili çok fazla görüntü geliyordu hatırına… Bahar geldiğinden beri birkaç defa teklif etmişti Heybeli’ye gitmeyi. Oraya onu çeken neydi bilinmez, ama 21 yaşında, daha üniversitede okurken evlendikleri, birbirlerini büyüttükleri ve 7. yıllarını devirdikleri kocasıyla gitmeyi istedi oraya. Ve işte o gün gelmişti, çocukça bir sevinçle uyandı o pazar sabaMavi Öyküler -

24


hında, sevinçleri hep çocukçaydı… Yanlarına neler almaları gerektiğini düşündü yatakta. Mayoları, havluları, yedek tişörtleri ve güneş gözlükleri… o böyle durumlarda temkinliydi, kafasında her şeyi yedekler, listeyi gözden geçirirdi çoğu zaman. Unutmak ve bir şeyleri ıskalamak ona göre değildi. Karısının bu huyunu bilen kocası, sorumluluk almamanın dayanılmaz hafifliği içindeydi… Uzun zamandır evde yapılmayan kahvaltılarla (buna genellikle akşam yemekleri de dahildi) birlikte mutfakla aralarına mesafeler girmiş, diğerleri için özel bir yere sahip olan, anlam yüklenmiş bu mekân, onlar için oldukça sıradan, musluğu olan, evin herhangi bir odası haline gelmişti. Yolda bir şeyler atıştırabileceklerini düşünüp -ki yemeseler de olurdu, kafaları o kadar doluydu ki midelerinin dolu ya da boş olması çok da önemli değildi- evden çıktılar. Her zamanki rahatlığı ve dalgınlığıyla ağır ağır hareket eden kocasının hiçbir zaman acelesi olmazdı. Kabataş İskelesi’ne vardıklarında deniz otobüsünün kalkmasına 15 dakika vardı. Kapılar kapanmış, önünde biriken insan kalabalığı homurdanıp duruyordu. Kimseyi içeri almıyorlardı. İçinden biraz daha acele etseydi yetişebilirdik dedi ve yine kocası –zaman zaman– kendisi, kendisi-kocası arasındaki ilişkiye öfkelendi. Ne zamanki öfkelense sessiz bir gülümseme yapışırdı yüzüne. Bunu yapmaya o kadar alışmıştı ki öfkelendiği için mi gülümsüyordu yoksa gülümsediği için mi öfkeleniyordu bunu bile ayırt edemiyordu… Duruma hâkim olan kocası hemen ilerideki vapur iskelesine yöneldi. Vapur saatlerine, ücretlere baktı; bir durum değerlendirmesi yaptı ve 1 saat sonraki vapurla 2.5 saat sürecek deniz seyahatlerine çıkabileceklerini söyledi… Zaman kavramı ile her ikisinin de problemi vardı esasen. O zamanı çok ciddiye alırken kocası bu konuyu ciddiye almazdı hiçbir zaman. Zaman da bu durumdan pek memnun değildi; fakat aldırış etmeden akar giderdi… Bu üçleme arasında yaşanan ya da yaşanacak aksilikler onun 25

- Mavi Öyküler


keyfini kaçıramayacaktı, çok istiyordu adaya gitmeyi… Yolun karşısına geçip son zamanların popüler mekânlarından birine girdiler. Kahve ve çikolata kokularının birbirine karıştığı, Cihangir’in, Kazancı Yokuşu’nun entel dantel tiplerinin yarattığı bir dünyaydı burası… Kahve Dünyası. Böyle basit mekânlarda basit bir kahvaltı yapılabilirdi, yediği soğuk sandviçle metabolizmayı ateşlemiş, çarkları, çakraları harekete geçirmişti… Karıştırılan birkaç popüler gazeteden popüler haberleri okumuş, bu popüler mekânda pek bir popüler hissetmişti kendini. Arkadaşları arasında da çok popülerdi. Vapur saati yaklaşmıştı. Kocası çikolatayı çok severdi, gözü raflardaki tatlılarda kalmış, kan şekerleri düşerse yenmek üzere çikolata kaplı lokumlardan da almayı ihmal etmemişti. Yakındaki büfeden de birkaç gazete daha alıp zaten dolu olan kafalarını daha da bir dolduracaklardı. Açlığını kısmen bastırmış olmasına karşın ruhundaki ve beynindeki açlığını bastıramıyordu. Bilgi açlığı çekiyordu, bu nedenle mi alıyordu bu saçma sapan gazeteleri, bilemiyordu! Gazeteler, gözlükler, çikolata… Her şey tamam mıydı? Eksik olan neydi acaba?! Vapur daha yanaşmamıştı. İskele yanındaki çay bahçesinde beklemek istediler, zar zor bulabildikleri boş bir masaya oturdular. Hava da öyle sıcaktı ki… Eskiden hiç çay içmezdi, şimdi nedense seviyordu çay içmeyi. Açık çayını içerken etrafını izledi. Yan masada oturan orta yaşlı, modern bir çifte takıldı gözleri. Kadın bakımlı ve çok rahattı, adam ise gizemli ve kabaydı… Anlayamadığı bir şeyler konuşuyorlardı, ne konuştukları umurunda değildi de anlaşılmaz olan bu iki insanın nasıl bir araya geldiğiydi. Aralarındaki ritimsizlik dikkat çekiciydi… Böyle durumlarda devreye giren önyargısını susturmak için paradigmayı değiştirmeyi ve empati kurmayı denerdi. Çoğu zaman Mavi Öyküler -

26


bunu başarabilirdi; ama bilirdi ki başardığı şey paradigmayı değiştirmek değildi… Gerçekleri değiştirmekti! Oysa ki gerçekler asla değişmezdi! Nihayet vapur gelmişti. Kargaşalı bir sevinçle ve değişmeyen gerçekler eşliğinde bindiler ada vapuruna. Vapurun kıç tarafına ilerleyip yerleştiler. Vapurun bu kısmını çok severdi, köpüren dalgalara tüm sevincini, öfkesini… beynini kalbini akıtmak için sabırsızlanıyordu. Vapura binmeyeli de uzun zaman olmuştu. Eskimiş tahta zemine çok pis olmasına karşın oturmakta hiç tereddüt etmedi. Aldırış etmezdi böyle şeylere. Bilirdi ki onun ruhunun temizliği dokunduğu her pisliği temizlerdi. Kocası ise oturmazdı böyle bir pisliğe. Paranoid Obsesif belirtiler gösteren kocasının bir de temizlik takıntısı vardı. Kocası çoğu zaman onun içine otururdu tam da bu nedenle… Karısı onun için temiz bir güverteydi. Giderek dolan vapurla ufak bir endişeye kapıldı bir an. Oturduğu yerden hiçbir şeye aldırış etmeden etrafı izliyordu. Bu onun yöntemiydi, çok fazla aldırış ettiği zaman aldırış etmezmiş gibi gözükürdü… Büyük adam olma hayalindeki üniversiteliler, Anadolu’nun bağrından kopup gelen sivilceli toy gençler, Çoluğu çocuğu toplayıp gelen aileler, Yassıada’yı fuhuş yuvası haline getiren fahişeler, İstanbul’a hayran turistler… Karnını doyuramayan ama en pahalı cep telefonunu cebinden eksik etmeyen dejenere gençliğin, dejenere müziği kulaklarını tırmalıyordu. En arabesk halleriyle en arabesk müziklerini çalıyorlar, her derde deva telefonlarından… Bu bin bir ses bin bir nefes arasında kocasının nefesini hissetti yakınında. 27

- Mavi Öyküler


Kulağına eğilmiş yaşadığı şoku (kültür şoku) tarif etmeye çalışıyordu karısına. “Biliyor musun” dedi; “sanırım dünyanın her yerinde alt kültürün davranış şekli aynı! Avrupa’da ya da Amerika’da da zenciler metrolarda rap müzik dinliyorlar… benzer hayat formlar… Anlayabiliyor musun ne demek istediğimi?” Dünyalı kocasının ne demek istediğini anlamaya çalışırken hınca hınç dolan vapurun kapasitesini de merak etti. Her şeyi bilen kocasına bu soruyu da yöneltti; bu vapurun kapasitesi neydi? Endişesini okuyan kocası “o her duruma hâkim” edasıyla, “Korkma bir şey olmaz” dedi. O ise korkuyordu. Bu kadar insanı taşıyabilir miydi bu vapur? Bu kadar yobazlığı, Bu kadar cahilliği, Adiliği, pisliği, bencilliği, Bu kadar fakirliği-zenginliği, Güzelliği-çirkinliği… Bu kadar çeşitliliği-tezatlığı kaldırabilir miydi? Kapasitesi neydi ki? Hayat bir dualite miydi? Birbirine karışan tüm bu ağır kokular ve sorularla, uzaklardan belli belirsiz gelen deniz kokusunu ayıkladı ve derin bir nefes aldı… o nefeste köfte dudaklarıyla Sezen Aksu’nun o neşeli şarkısını hatırladı; Ada vapuru yandan çarklı Bayraklar donanmış cafcaflı Simitçi kahveci gazozcu Şinanay da yavrum şinanay Nay nay naaayy…. “Bir gün bir yaşama başlar ve tam olarak ne olmadığını fark edersin. İşte o günden sonra tüm yaşamını bilinemez olanı araştırmakla geçirirsin.”

p Mavi Öyküler -

28


“SENİ ÇAMURA GÖMÜYORUM” “Boş-luk” | Işıl Bayraktar Zaman ilerliyor. Tik-tak. Kulağında gonglar uçuşuyor. Din-dandin-dan. Caddeden arabalar geçiyor. Hangisi daha gürültülü? Mekânsal ve zamansal kirlilik mi; içinden yükselen böceklerin oluşturduğu kirlilik mi? Kulağında bir sinek vızıldadı şimdi. Dışarıda bir kamyon, horultusuyla bakışları üzerine çevirdi. Etrafına baktı kahraman. Adı kahraman onun. Bir kedi, bir timsah ya da bir geyik. Nergis, erguvan ya da lale. Her nesne kahraman, hiçbir isim gerçek değil. Bütün insanlar maskeli. Maskelerin ardında maskeler var, otobüslerin içinde karabataklar. Bir kahkaha duydu kahraman, kafasını çevirdi, bir hayal gördü; bir grup mutlu insan rakılarını ona doğru kaldırıp, “şerefe” diyorlardı. Gerçek miydi bu? “Kim biliyor ki sanki?”, dedi, kalemlerini yiyerek. Kahkahayla mutluluk ilişkisini düşündü çok kısa, anlamadığı dilde bir şey söyledi, mutlu kahkahanın sahibi -saçını atkuyruğu yapıp, kuyruğunu şapkanın arkasındaki boşluktan çıkaran- esmer kız. “Şerefe” imgesi yan masadaydı hâlâ. Şapkalı kızın olduğu masada. Rakı bardakları havadaydı. “Kendi gerçeğinizin o an olduğunu düşünüyorsanız, için” diye bağırdı. Kahkahalar arttı, rakılar bitirildi. Gruptaki şapkalı kızın şapkasını çıkarıp, “o an”dan gitme cesaretinin olup olmadığını düşündü. “Hah! O andan gitme mi dedin? Sen yaparsın bunu sadece, sen, hiçbir yerde olmayı başaramayan, başardığını sandığı anda bile bunu düşündüğü için, çoktan “o an”dan gitmiş olan sen!” diye yanıtladı iç sesi bu düşüncesini. Çöpü karıştıran kediye baktı, çirkindi. Sevmiyordu çirkin demeyi herhangi bir hayvana. “Çirkin işte” diye inatlaşacaktı ki iç ses, kedi engel oldu; “Çirkinim, boş versene, bu senin meselen değil, işine bak.” “Hey, sen-sen-sen konuştun!” diye kekeliyordu ki, kedi, kocaman diliyle çöpten bulduğu en büyük parçayı hızlıca mideye indirdi, yan masanın dibindeki taburenin üstüne fırladı, ordan masaya geçti, kahramana arkasını döndü, yüksek bir “miyav” sesi çıkararak koşmaya başladı. “Kediye de ruhumdan bir parça geçmiş olmalı” diye düşündü. 29

- Mavi Öyküler


Kediyse, “kedi olduğundan haberi yok bu delinin” düşüncesiyle zıplıyordu, kahramanın düşüncesiydi bu aslında, nesnelerin bir ve aynı olması… Yan masadaki grup kediye bakıp gülmeye başladılar. Kahraman çıldırdı. “İnsanlar sadece gördükleriyle yaşıyorlar” düşüncesiydi onu çıldırtan… Kediye fazla misyon yükledi. Kedi koşarken şapkalı kızın kucağına fırladı. Kız bağırmaya başladı, kedi miyavlamaya. Kedi, her şeyi kontrol ettiğini sanıyordu. Yanılıyordu oysa; kahraman kedi deliliğinden daha üstün bir deliliğe sahipti. Öldürecekti kediyi. Kamyonu bile seçmişti. Art arda gelen üç kamyondan ortadaki, şoförü en şişman ve elinde sigarası olana -yemesi gerektiğinden fazla yiyip kaynakları tükettiği ve herkesi zehirlediği için- bu psikolojide bile bunları düşündüğüne inanamadı -belki de umut vardı hâlâ kendisi için- öldürtecekti kediyi. TELEFON ÇALDI. Ekranda “aşk” yazıyordu. İçi aydınlandı. Apaydınlık oldu. Parlamaya başladı. Kedi gördü. Halesini gördü kedi. Işıklı görüntüler saçmaya başladı kahraman. Aşk mıydı bunu yaptıran? “Komik” dedi kendine. “Komiksin.” Kendine gidecekti yine. Kendi yolculuğunda yok olurken ya da yeniden oluşurken, kediyi ya da başka bir canlıyı kullanmaya hakkı olmadığını düşündü. Kendi meselesiydi “dünyasal ve içsel kavgası.” “Ben katil değilim” diye düşündü. Tekrarladı bunu. “Sadece kendimi öldürmeye hakkım var, onu da seçmiyorum.” Masadan kalktı, şapkalı kızın olduğu gruba, küçümseyen bir bakış fırlatacakken vazgeçti, onların seçimiydi. Hayatın yanılsamalarını görmemek, baktıkları yerde sadece birbirlerini ve olanları görmek onların seçimiydi, kalabalıklara karışacaktı, ondan da vazgeçti. Üç gün önceki çatışmasının sorusu da buydu: “Kalabalık mı iyi geliyor bana, yoksa benlerden oluşan bensiz dünyada olmak mı?” Hep iç içe mi hissedecekti böyle? Hep ama… Hep… Acelesi yoktu. İzindeydi o gün. Ruh izni. Kendi saatlerine böyle derdi kahraman. Güneşe baktı, batarken daha da aydınlandığını gördüğü ilk andı. “Mümkün mü?” dedi… Aşka döndü, aynı aydınlık onda da vardı, “mümkün”dü… Sonra aşk koluna girdi, farklı iki ruhun bir olduğunu düşünmenin yanılsama olduğunu bilmenin derin hazzıyla -kendi olacaktı böylece hep ama diğerini de içinde taşıyacaktı- ama kalbinin içindeki iç içe gözde, Mavi Öyküler -

30


birbirlerine karışmadan, beraberce yaşayacaklardı- yürümeye devam etti. Kediyi kuş yaptı şimdi de, kuşu da uçaktan yükseğe salıverdi. Aşk, uçağı gösterdi, sessizce, sessiz uçağa baktılar. Arkasında bıraktığı beyaz izde, beyaz bir martı uçuyordu. Aşk, martıya duyduğu aşktan bahsederken, kahraman, yanılsamalarla dolu olan hayatın bir kedi kalbini kazanmaktan başka bir şey olmadığını, aslında bir ve tek olunduğunu, düşündü. Ve martıya gülümsedi… Aşk da zaten yanı başında gülümsüyordu… TELEFON ÇALDI. Ekranda tanımadığı bir numara vardı. Sinirli bir sesle açtı. Karşıdaki “orkestra şimşek mi” diye sordu. Kahraman kahkahalarla gülmeye başladı; duyduğu ve gördüğü her şeyin, içindeki durumla benzeşen ya da farklılaşan yönlerini bulup işkence ediyordu kendine. Benziyorsa, bunu bulabildiği için -böylesine ruh haline benzer herhangi bir şey-bir imge bile olsa- bunu, onun o ruh halinin -karanlık ve kuyu dolu- devamını istediğine yoruyor, daha da çöküyordu; farklı ise ve benzeşim kuramıyorsa kendiyle, kendi hislerinin tek olduğuna daha da inanıp, kendinin dünya dışı bir ucube olduğuna inanmaya devam ediyordu, kendiyle batırıyordu kendini, daha derine, hep… Ama birinciyle ikinci arasında bir fark yoktu aslında onun için, o içinde kendi “ölümcül” tekilliğini yaşıyor ve nereye giderse gitsin, bunu kendisi taşıyordu. Farkında olmadığı tek şey buydu. Ve şimdi de telefondaki ses “orkestra şimşek mi” diye soruyordu, o da “ evet, içimden yükselen sesler senin orkestransa ve de birazdan hepsini senin üzerine yönlendirmemle bir şimşek oluşturmayı başaracaksam ve sen o ses kirliliğinin içinde kendi müziğini yapmayı kabul ediyorsan, burası orkestra şimşek” diye cevap verdi… (agresif) Karşıdaki hiçbir şey söyleyemeden telefonu aldı ve çamura fırlattı, yan masadakiler ona baktılar, kedi durduğu yerde sırıtmaya başladı, telefonun yanına gitti, telefonun yanında bir çukur kazmaya başladı. Kahraman kediye bakıyordu ne yaptığını anlamak için. Kedi “bekle” dedi. Kazdı, kazdı, kazdı. Kahraman kediye yaklaştı, kedi kazabileceği en derin çukuru kazdı ve telefonu oraya itti. Kahraman öne atıldı, “ne yapıyorsun?” dercesine baktı kediye, “seni çamura gömüyorum” dedi kedi, okumuştu gözlerinden soruyu. Kahraman anlamadı, kedi de anlatmak istemedi. Ama kahraman kalakalmıştı ve ne31

- Mavi Öyküler


dense hiçbir şey yapmadan( yap-a-ma-dan mı?) sadece izliyordu. Kedinin onun adına seçtiği şeye cesareti olmadığı için, hiçbir zaman bir adım atamayacağını kedinin görmüş olmasından duyduğu memnuniyetten dolayı mı bir şey yapmıyordu? O bunu düşünürken, kedinin ne düşündüğünü anlamaya çalıştı. Ne yapıyordu? Kedi, “dedim ya, seni tarih yapıyorum, çünkü sen olmamayı tercih ediyorsun, görüyorum” dedi. Kahraman baktı sessizce, kedi ne demek istiyordu? O, yaşamı seviyordu-(muydu)? Kedi, patilerini yalamaya başladı, çamurdan arındırıyordu kendini, kahraman ellerini üstüne sürmeye başladı, farkında değildi; kedi ne yaparsa onu yapıyordu… Telefonu neden önemliydi bu kadar? “İtiraf et” dedi kedi. “Seni görüyorum.” “Defolup gitmek istediğini, kendini hiçbir yere sığdıramadığını ve insanlardan olmadığını biliyorum…” “İnsanlardan olmamak…” İtiraf edemediği şey… Sessizleşti kahraman, psikopat bir kedinin elinde olduğunu bilmiyordu henüz, kedi ona kendisini anlatıyor, yol gösteriyor sanıyordu… Bir de, kediyi öldürmemişti ilk düşünsel çıldırmışlığında, sesli bir devrimdi orda yaptığı, şimdiyse ipler kedinin elindeydi -nasıl verdiğini bilmiyordu- kendi dehlizinde boğulurken, süreci takip edememişti… Şimdi o yüzden düşünsel sessizliğinde kediden kötü bir şey beklemiyordu… İnsanların, sevgilerin, ilişki yumaklarının, hayatların aslında kendi hayatında hiç yer etmediklerini düşünüyordu, ellerini hızlıca üstüne sürüp, ayağıyla çamuru eşelerken… Kedi tüylerini, kahraman sırtını ileri geri sallaya sallaya yola çıktıklarında, kedi önde, kahraman arkadaydı ve kahraman, hayatına girmeyen insanlara, istediği hayatları seçemeyişine, seçtiği hayatların istediği gibi çıkmamasına, “orkestra şimşek”e, her şeye küfrederken, ağzından çıkan seslerin kedi miyavlaması olduğunu anlamadı. Uçurumun kıyısındaydılar; kedi dişiydi, kahraman erkek; uçurumun dik yakasında minicik bir ağaç vardı, dişi kedi acı sesler çıkararak ve dolana dolana ağaca zıpladı, kediliğe alışamayan kahramanın -erkek kedinin- bunu yapamayacağını biliyordu… Ve kahraman kedi, insan-kedi arası bir sesle, ağaca atlamaya kalkarken, uçurumdan aşağıya yuvarlandı. Mavi Öyküler -

32


Sabah kıyıya gelen insanlar, arka üstü yatmış, dilinin üstünde söylenmemiş sözcükler ve gözlerinde gözyaşlarıyla kalakalmış bir kedi cesedi buldular, anlam veremediler…

p

“ÖLMEM GEREKİYORSA ÖLÜRÜM” “Alma ya da Elma” | Ruhşen Doğan Nar Şehrin kömür kokan bol karbondioksitli havası odamı doldururken ben baygın bir halde yıllarca kullanıla kullanıla eskimiş ucuz halının üstünde yatıyordum. Kendime geldiğimde dikkatimi çeken şey odanın buz gibi olması değil içerisinin leş gibi is kokmasaydı. Bana her zaman bu koku sigarayı hatırlatırdı ve şunu söylemeliyim: Hayatımda bir kez bile ağzıma sigara koymadım ve bununla her zaman, her yerde övünürüm. Kapıları ve pencereleri kapattıktan sonra geçen gün süpermarketten almış olduğum oda spreyini buldum ve odamı vanilya kokusuyla doldurdum. Aslında şu oda spreyleri bir boka yaramıyor, tek yaptıkları bir süre burnuna güzel kokular yayarak koku alma duyularını yormak ve böylece odanın ortasına sıçsan bile bokun kokusunu alamamak. İşin sırrı burundaki koku alma duyularını işlemez hale getirmek. Sanırım insanın kendi ter kokusunu alamamasının nedeni de bu. Vanilya koktuğunu umduğum odam ısınsın diye klimayı açtım ve kanepeye uzanıp (aslında atladım, annem yanımda olsaydı çocuk musun diye bağırırdı) aptal kutusunu izlemeye başladım. Aptal kutusunu izleyenlerin aptal kutusuna aptal adını koyma aptallığını yapacak kadar aptal olmaları sizce de dünyadaki en aptalca şeylerden biri değil mi? Oda yeterince ısınınca (bacaklarımın titrememesi anlamına geliyor) klimayı kapattım, ne de olsa son zamlardan sonra elektrik faturaları boru gibi giriyordu. Acaba tekrar kömür sobasına mı geçsem? Klimanın rahatlığına alıştıktan sonra soba kurmak, te33

- Mavi Öyküler


mizlemek insana zor geliyor. Gerçi sobanın yaydığı o doğal ısıyı klima kıçını yırtsa veremez. Bu arada aklıma sobanın kapağının üstüne tükürüp tükürüğümün kaynayıp buharlaşmasını izlediğim mutlu çocukluk günlerim geliyor. Tükürük ısıyla birlikte cız diye ses çıkararak kapağın üstünde zıplar parçalara ayrılır ve sonunda yok olurdu. Ben ise keyifle bu mucizeye şahit olurdum. Saatime bakıyorum: 12.50. Zaman ne kadar hızlı geçiyor şaşırıyorum ister istemez. Sanki biz saate bakmadığımız zamanlarda zaman olduğundan daha hızlı ilerliyor. Saate ikide bir baktığımızda ise zaman gıcığına yavaşlıyor ve ayak diriyor. Gözlerimi açtığımda kendimi tekrar yerde, dandik halının üstünde buluyorum. Hemen saate bakıyorum ve saatin 13.50’yi gösterdiğine şahit oluyorum. Aslında şu anda hâkimin biri odama girip “Şahit misin?” diye sorsa hayatta şahit olmam ama evime bir hâkimin girme olasılığı sıfır olduğuna göre saate bu sefer gönül rahatlığıyla şahit olabilirim. Bir saattir şuurumu kaybetmiş bir şekilde yerde yatıyorum demek ki, diye söyleniyorum ve kıçımı uyuşturan beton zeminden kalkıyorum. Aniden kalkmamalıyım çünkü tekrar bayılabilirim. Neden bayıldığımı da bilmiyorum, şu ana kadar doktora gitmeye tenezzül etmedim, o sahtekârlara para verecek kadar enayi değilim. Bayılmam gerekiyorsa bayılırım, ölmem gerekiyorsa ölürüm. Ama asla doktor denilen kandırıkçıların bu işe burunlarını sokmalarına izin vermem. Odanın içinde bir ileri bir geri yürürken aklımdan ipe sapa gelmez düşünceler geçiyor. Şimdi anlatsam gülersiniz, ondan dolayı saçma fikirlerimi kendime saklıyorum. Deli dana gibi odayı arşınlamam sonucunda bacaklarım yoruluyor ve beynime artık yeter mesajı gönderiyor, beynim ise mesajı okuduğunu ayaklara bildirmek için ayakları çaldırıp kapatıyor. Biraz hava almak için markete değil, tabii ki balkona gidiyorum, daha doğrusu çıkıyorum. İçine sıçtığımın şehrine bakarak bir cigara yakıyorum. Oppss! Mavi Öyküler -

34


Herhalde pot kırdım. Nasıl açıklasam? Nereden başlasam? Aslında ben sigara içiyorum hem de günde iki paket bitiren bir tiryakiyim. Başka başka? Aslında bayılmadım, sadece şekerleme yaptım. Bir de ben doktorum. Ha bir de unutmadan… Efendim? Bu kadar yeter şerefsiz, öyküyü bitir mi diyorsunuz? Peki!

p

“KANATLAR ARAFTA ÇIRPINIYOR ŞİMDİ” “Adını Yok Eden Hikâye” | Hulki Aktunç* Seni seçmişim artık. Hikâyeni de seçmiş oldum böylece. (I) Başkalarının kapısını zorlayan, sarsalayan rüzgâr, bu kapıyı açık buluyor. Giden gittiği gibi dönebiliyor ama, o gelinen yol öyle acı yıpranıyor ki. Kapı, eskiden pek sevilmiş, içine incik boncuk doldurulmuş kapkara bir kutunun kapağını andırıyor. Üzerinde bir kuşun gölgesi var. Köşelerine eskimeyecek bakır köşebentler konmuş. Bakır önce özenle tek tek delinmiş, deliklere cam çivisi gibi ince çiviler çakılmış. Kuş azgın. Azgın da, ne kuşu olduğu belli değil. Bu gölgeyi miras bırakan işlemede, kuş mutlaka daha belirgindi. Belli ki, işlemeyi işleyen, usunda nice kuş varsa hepsini bu kapıda birleştirmiş. Oymuş, yontmuş, yaldızla boyamış, kuşun kuyruğu, kanatları, sorgucu karanlıklar içinde. Hem gidilecek, def olunacak bir kapı, hem de özlenecek ve dönülecek bir kapı. (II) Birileriyle senden söz ettik. Gittiği hiçbir yere dönmez, dediler. Gönlü en yüceyken, en bataktakidir o, dediler. İçkiler içiliyordu. İçkilerin sırları üzerine konuşuluyordu. Sonunda, senin sırlarınla içki birbirine karıştı. Kimse kimsenin 35

- Mavi Öyküler


dediğini duymaz oldu. Ah, şu biçim denemeleri ve bunların niteliğini açıklamaya çabalayan yazarlar! Lânet olsun size. Yazın yazdığınızı da bir köşede durun, biz yorumlayalım ve yorumsayalım, dedi biri. Dünya ne kadar kötü öyle değil mi dedi biri işte bizim şuradaki konuşmalarımız çığrından çıkmış suçlamalar gibi çığrından çıkmış günah çıkarmalara da dönüşüyor dedi biri ah kel kafa eskiden ne güzeldin dedi biri (kapıdaki kuş gölgesi eskiden) ve dedi ki biri herkes terk etti onu herkes karşı ona dedi biri bu sıralarda çok yalnız olduğu için dişlerini en fazla gösterdiği sıralar olabilir ne yapalım dedi biri herkes bir tür değil mi senin o pek sevdiğin Joyce bir mektubunda karısının donundaki kahverengi küçük benekten söz ediyor dedi biri ne yapalım herkesin bir sapıklığı var dedi öbürü katlanan bir sesle ve herkesin varsa buna niçin sapıklık derler dedi biri onu siz diyorsunuz dedi öbürü biliyor musunuz bir yazar var bunca yıl sonra dilimizi iyi kullanmadığını nihayet kabul etmiş dedi o yine bir dönüş diyordum ben kanatlar Arafta çırpınıyor şimdi dönmesem ne olacaktı acaba dedim yürek aldatıcı bir çevrim yeniden başlıyor ve düşüncelerimle düşlerim seni nasıl yargılarsa yargılasın yine o kullanılmış yüreğimden yararlanacaksın dedim. (III) Bağlarımı da koparıp duruyorum herkesten. Hep böyle oluyordu. Bu sürdükçe daha çok bağlanıyordum ben. O kullanılmış yürekten yararlanacaksın. Ama hiçbir gün, kendisine özgü suçlar da taşıyan o yürekten yararlanmanın kötülüklerini giyinmeyeceksin. (Hep öyle: Hem düşük birisin, hem de esirgenmiş bir yalvaç. Kabuğun ne olursa olsun kendini kayırıyorsun.) Ben karabatakları izlemiş ve eve dönmüştüm. Hep kendini kayırıyorsun. Onların zuhuru ile kendi acılarım arasında bağlar kurmuştum, hep kendini kayırıyorsun. Mavi Öyküler -

36


Battım ve gizlenmek istedim, ama olmadı, sen hep oradaydın ve gözlüyordun, hep kendini kayırıyorsun. Her şey unutuldu- -gövdeni artık koruyamayacağın sezildi-gövden her istediğini yaptıracak sana şimdi- -ihanet de edecek-karanlık bir kuş- -hayır gölgesi bir kuşun- -ve bak şimdi- -boyun eğişlerin bilgece görünüyor- bir kedi değil midir o- -boyun eğiyor ve boyun eğerken egemenlik ipleriyle oynamıyor mu? (IV) Sen pencereden sarkıyordun. Yarı beline kadar. Şişmanlamıştın. Düşebileceğinden korktun. İlk bunu düşünmem, şaşırtıcıydı. Üzücü. Çok benzer bir hüznü, saçların dökülürken de duymuştum. Birdenbire bir tutam. Hızla bir tutam. Kıvırcık bir sesle iniveriyordu düşüncelerinden. Sen, dökük yerleri başka saçlarla örtmeye uğraşırken, arapsaçı bir tutam daha. Yakın birinin saçları uzun süre azalır azalır, o kendisini koruduğu için, ayırdına varamazsın.- -Kimse korumamaktadır ki onu…- -Günün birinde, yaşam üstüne en karanlık yorumlara teşneyken üstelik, görüverirsin. O, artık yaşlanmış biri. Başkalarının “ah kel kafa!” diye anacağını düşünür ürperirsin. Beni gördün. Pencereden düşercesine gördün. Belki koşup karşılamak için- -karşılamak- -belki evi üşütmemek için kapattın pencereyi. Gölgen, kapıdaki kuş, içerilere kaçtı. Akşam gaz lambalarıyla başka geliyordu. Ve elektrikle bizim olamıyordu eskisi gibi. Geceleri kendimi ne güzel yitirirdim. Biri bulsun, bulsun birisi beni, azaldığım, yok olduğum o yerde. Hayır. Bu olmuyordu. Sen pencereden sarkmıştın. Işıklar hınzır gibi yanıyordu ve söndürmüştün. Hava yağmur doluydu. Kötü romanların ilk cümlesindeki kötü bir gece başlayacaktı. Ummuş muydum seni? Seni evet. Kendimi hayır. Merdivenleri ikişer üçer atlayarak aşağıya inmektesin. Seziyorum. O an eve girmek istemiyordun hiç. Başkalarıyla dolu bir evdi. Ben de, bir başkasıydım. Sana öfkeli davranacaktım sözde. Nasıl? Buraya gelmesin, dedim. Seni kovacağımı söylemiştim. 37

- Mavi Öyküler


Bunları tasarlamak da ne güzel kandırmıştı beni. (V) Döndüm işte. Kendimi dönerek mi kayırıyorum? Engel ol- -bana engel ol- -ölüyorum ben, yalnızca tartışmak için ölüyorum- -aldanıyorsun- -senin kapıların tabii açık, ama yalnızca gitmeye. Derin bir iniltiyle açılıyor kapı. Küf, nem, bunları seven birkaç böcek, dışarıya taşıyor. Sokağın köşesinde durdum, gidemiyorum. Beklemeden edemiyorum da. Eve doğru bakamıyorum. Geleceğini biliyordum. Hiç bağımız yok, hiç diyordum. Böyle sözleri ne de çok duyuyorum. İlk yağmurun, erken akşamın altında, yıpratılmış, çarpıcılığı ölüp gitmiş, anlamı yok olmuş, bu görünümüyle de daha acıklı gözyaşıydı işte. Aptaldı ve gözyaşıydı. Hep olacaktı, gözyaşıydı yalnız. Hadi gözyaşı üzerine konuşalım diyordu biri ama ne melodramdı bu sekiz mendil ıslatıyordu diyerek korkunç bir kahkaha attı diğeri ve ağlatan komedyenlerin en şarlosu bile bana dokunamaz siktirsin dedi ben ona deplasman teşkil ederim dedi öteki iyi ama ağlayan insana ne dersin diye ımızgandı biri bu vardır hüzün vardır gebermek vardır ve ardından ağlanır şeylerdir bunlar dedi bunların hepsi vardır ama ağlamak gözyaşısı yoktur dedi yüce yalvaçlar gibi sakalını titreten biri. ha ha ha yahut daha doğrusu ah ah ah diye güldü sofranın en başındaki ve fermante hayır evet efendim tahammür etmiş içkiler bana yasak çünkü kolit var bende. sen alkoliksin şimdi de alkolit oldun acı yeme hani adanada muhammara diye acılı bir meze yemiştik hatırla çıkar anımsa bu da hamr kökünden türemektedir nah bilirsin sen dedi azizim fermante gözyaşı var mıdır acaba uah uah uah.

Mavi Öyküler -

38


(VI) Seni yaralamayacağım. Olmuyor, yapamıyorum. Yine vurduğunla kalacaksın bu maskeler toplantısında. Hüzne benzettiğin, duyarlığa benzettiğin, hattâ gözyaşıyla anımsadığın acımasız bir korunağın içinden sürekli ateş edeceksin. Bunun yükü insanı delirtmez mi? Sen, tayfta karanlığın niçin olmadığını ne zaman anlayacaksın? İçindeki acıklı kol-oyuncuları ne kadar maske değiştirirse değiştirsin birlikte olmuyor ama birbiriyle bağ kuramıyor belki.-Öyle diyorlar.- -Aslında tayftaki yerlerini bulamıyorlar ve yerini bulamamış birbirinden nefret ediyorlar. Hele seçenler, seçmiş olanlar, kudurtuyor onları. O zaman, soluk ve perişan bir tayf karşısında bile, acımasız oluyorlar, yürekleri kararıyor, kıyıyorlar. (VII) Hikâye nerede nasıl başladı ve bir adı olacak mı? Bunu hiç bilemiyorum. Oysa yazdıklarının adlarıyla deliler gibi uğraşanları çok severdim. Ve benim de bir adım yok ki. Bu ülkede hele bu kentte, yazarlıkla uğraşan birinin işi çok güç. Çok güç, çünkü kiralanmış bir ruhun da, kendisini oburca koruyan ruhtan daha ışıklı olduğu yerdeyiz. Ve kiralığım ve benim adım da yoktur, diyordu biri, bir hikâyenin ağzından konuşarak işte ben buradayım ve bu bana yeter işte hepimiz buradayız ve bu bize yetmiyor ama yine de ne diyeceksen de ne yaparsan yap böyle bu diyordu öbürü bak ne yazarsan yaz demiyorum işte. Deniz de, sokaklar da, senden kopup sana kavuşan ikindi gölgen de, değişir değişir aynı kalır. Birisi de, neyin değişmediğini anlatsın istiyorsun. Tehdit etmeyen birisi. Darda kalınca kendisiyle hemen barışmayan birisi, sürekli barışık olanlardan elaman zaten. Ona zor rastlayacağını biliyorsun. Belki bir içkievinde beni bulacak diyorsun, beni karşılayacak. Değişir görünen her 39

- Mavi Öyküler


şeyden de iyicil/kötülükçü, sevdalı/boşyürek birileri bir şeyler koparıp duruyor. Nasıl uzdilli biri olsan da yetmiyor… hiçbir yere, hiç kimseye. Böyle sanıyorsun. Gözlerken doğrucu, yazarken doğrucu olsan da yetmiyor. Kara bir kapı, sürekli çırpınan kanatlar, sürekli asılı duran o sevgili cehennem. Kendi gönlünden (bu sözcük hâlâ geçerlikte mi?) ve öfkenden korkuyorsun o zaman. Çok yorucu bir tetik duruş: Acaba kullanıla kullanıla sıradanlaşmış bir yürek mi bu, bıkıntı verici bir öfke mi bu? Başkalarını yok etmek için kullanır kullanırsın bunları, böylece ikisi de boşalır. Başkalarını yok ederken, hiç değilse o zaman, esrik bir acıyla yok olmaya başladığını düşünürsün kendinin de. Yüreği ve öfkeyi, inandırıcılıktan yoksun kılmak suçu! (VIII) Karanlık kuş. Kapıya gölgeleri işlenmiş nice bin kuştan biri. İşte bu yıl, kentin denizinde yüzlerce karabatağın sökün etmesi, birkaç çocuk kuşağınca unutulmuş karabatakların bellekten öç alırcasına yeniden türemesi, ne kadar çabalasam bir hikâyeye dönmemekte direnen bu ünleyişi yarattı… Karabataklar canımı yakıyordu, dertlendiriyordu beni. Pencereden sarkarak bekleyişin ise, bir hüznün kullanılmaya başlanmasıydı, yeniden. Eskitilmeye duruşuydu. Doğurgan bir karabatak kuşağı mı geldi? Tam da bu yıl. Bu bizi andırır ikiyaşayışlıların sevdiği balıklar mı çoğaldı denizimizde? Tam da bu yıl, hangi ilkyazla birlikte belirseydi karabatak, erik çiçekleri gibi dalda, toprağın ve suyun dallarında değil karanlık bir kapıda ve gövdelerimizde zuhur edip yitecek zuhur edip yitecek, battığından diri çıkacaktı. Çok zaman önce, bir çocuğun ya da karabatağı ilk kez gören taşralı bir çocuğun (bir adamçocuğun) hikâyeler üretebileceğini, bu hikâyelerin de müthiş adları olabileceğini sezmişim. Doğal, izleyiciler, denizi de ilk kez görüyor olmalılarmış ve öyleymişler. Ancak bu yolla, kuşun ve kapıdaki gölgesinin hikâyesini ele geçirebilirmişim. Günümüzde olsa, bu çocuk ya da adamçocuk, ıssız toprağın ortalarında bile, kim bilir, engin bir göl değilse bile, bir Mavi Öyküler -

40


gölet, bir baraj filan görmüş olacaktı. Oysa erden bir düşlem gerekiyordu. (IX) Ama hayır. Denizi ilk görenlerin şaşkınlığı, daha büyük olurdu eskiden. Karabatak da, bu şaşkınlığı kerteriz alır, izleyenin korkulu sevincini artırmak için bütün becerisini gösterirdi. Düşlere konuk olurdu. Adım adım değil koşarak geldin. Kardeşim, diyebildim ancak. Sokakta herkes pencerelerinden bakıyordu sanki ve herkesin karanlık bir kapısı vardı. Ecinniler takımı için pek sıradan bir ilişki ve sıradan bir düşlem değil miydi bu? Bense, kimilerinin hâlâ izlediğini, bana “hayır, kov onu,” diye fısıldadığını, kimilerinin de “sana geldi, karşıla, sakla,” dediğini anımsıyorum. Budala. Hepimiz de. İkimiz de. Peki karabataklar nereye gitmişti bunca yıl? Hadi, hikâye başlasın: Sen deniz kıyısına git, durup bak, izle onları. Hadi zenaatkâr iblis, nasıl da güzel kuşlar, ne de sevecen. Sen neler devşirirsin onlardan. Ara sıra uçuyor da karabataklar. Sağını solunu özenle kolluyor. Ama, sapanla taş atan çocuklardan bile kaçmıyor, vuruluyor karabataklar. Hiçbir duygu taşımaz görünen, gırtlağına düşkün ve şişko martılarla bile iyi araları. Paylaşamayacakları şey yok. Sığ kıyılı iskelelerde, vapurun ürkünç pervanesi dönüp de deniz dibini altüst ederek kaldırınca, bir martı saldırısı başlar su yüzüne. Bu korku verici çöplenmeden, bu korku verici karın çığlıklarından, kursak gürültüsünden kaçıyor karabataklar. Ama sapanlı çocuklara yaklaşıyor. (X) Hiç konuşmayın. Konuştuklarınızın hepsini yok edeceklerdir. Senin ve seninle ilgili adların, hattâ seslerin hepsini. Yalnız bu da değil… Vurmak için mi taşlıyorlar onları, yoksa olağanüstü gösterilerini yinelesinler diye mi? Ölen ölüyor ve geri kalan şarkısını söylüyor der biri. 41

- Mavi Öyküler


Dalsınlar, gözeriminde pırıl pırıl çıksınlar diye mi? Bazı çocuklar da boğularak bir karabatak masalına karışmıştır diye mi? Biri diyor sonunda: Çocuklar da söyletir durur beni diyor biri babasına ya da tanıdık bir balıkçıya yardak durmak için çıldıran bir çocuk balıklar çaparide ilk kez göründüğünde ve balıkçı iğneleri yaralı ağızlardan tek tek kurtarmaya başladığında ‘onlara iğne batırma onlara iğne batırma’ diye bağırır gözleri de kocaman açılmıştır işte onlar nemlidir ve ağlamaktadır çocuğa göre balıklar iğnelere tutunmuşmuş der biri dostmuşlar. Balıkçı katıdır ve “bırakalım da,” der inildeyerek, “karabataklar mı yesin onları?” (XI) Her şey yavaş yavaş bitiyor da nokta yok. Kimi zaman, bir esrik, bir esrarkeş biçemi tutturuyor yaşam. Dostluk etmek için, iğnelerine tutunan olmaz mı senin? Ben de, bir karabatağın yediğinde, sevgili kıyılar, hattâ taş ve sapan aramışım. Ve gölgesiyle yalnız kalan açık bir kapı. Nokta yok. Ama hep son gece’ler oluyor. Yine rastlantı bir yağmur altında, yarı yarıya batık, çürümüş bir iskelede kendini yapayalnız mı bırakmıştın yoksa? Bu kaç kez olabilir ki? O, döndüğünde kovamamıştı seni- -bizdeki bu yılancık dolu, bu vatansız hikâyeyi. Böyle oldu işte diyor biri, tam da bu yıl… …karabatak sökün etti. Artık kimseleri karşılayamayacağımız bu yıl. * Ten ve Gölge, Toplu Öyküler 1 (YKY, 2000) kitabından yazarın izniyle…

p Mavi Öyküler -

42


“KALBİM TOPRAKTIR!” “Richard Geceleri (Bir Saat Nefes Almamaya Karar Veren Adam)” | İ. Kürşat Çetin Richard, radyosundan Blues çalan bir kanal buldu, sesini sonuna kadar açtı, ağrıyan başına 8,5 cm’lik bir beton çivisi çaktı ve bahçeye çıkıp hamağına kuruldu. Kum saatinin içinde kum yoktu. Bir tarafında gece ve diğer tarafında da gündüz vardı. Hamağına kurulduğu sıralar, gece damlıyordu kum saatinin gündüz bahçesine ve Richard’ın da gözyaşları dökülüyordu, beyninde var ettiği cehennem kıvrımlarının bir yerlerinde oluşmuş derin hüzün kanyonlarına. Çalışmadan girdiği hayat sınavlarının ya da okul imtihanlarının tevekküllerini; evlilik masalarında istem dışı ettiği yeminleri düşündü. Yeminleri isteksizdi fakat kaldırdığı sağ ayağı hep istek doluydu. Hamağının yanında yerde duran yarım şişe Smirnoff’unu aldı ve sert bir yudum çektikten sonra birazını oluk oluk kan akan sağ şakağına döktü. Daha sonra düşüncelerinin izdüşümlerini izlemeye başladı, yarı badanalı yarı sıvalı bahçe duvarında. Kum saati, ölmek üzere olan bir hastaya takılan serumdan farksız hale gelmişti. Gece, yavaş yavaş damlıyordu ve izdüşümler, phantasmagoria’ya dönüşmeye başladı. Hiç olmazsa düşünceleri vardı yanıp sönen, büyüyüp küçülen. Düşünceleri de olmasa ne yapardı? Tabii ki kendisi de olmazdı. Descartes’ı düşündü; sert bir yudum daha aldı. Yaşlıydı Richard. Çok yaşamış, çok görmüş, çok okumuştu. Saçları, hamağın kenarından aşağı sarkan sakallarıyla birleşmiş; yere değiyordu bu birleşime refakat eden sıcak kanla. Saçlarını ve sakallarını kesmiyordu. Eski günlerini hatırlıyordu onları gördükçe; çünkü onlar kalmıştı dünden. Geceleri düşündü. Çok gece geçmişti doğduğundan beri ve gece doğduğu için bir sıfır öndeydi gündüzle yaptığı maçta. Geceler 43

- Mavi Öyküler


bazen çok kötü geçmişti onun için. Okumak ve düşünmek için bazen hiç uygun değildir geceler ve Richard hamağında her ne kadar okumuyor olsa da çok düşünüyordu. Ara sıra ne düşündüğünü unutuyor fakat kısa sürede düşünecek başka bir şey buluyordu. Düşünülecek çok şey vardı onun için. Richard, bahçesinde duran erik ağacına bir ip bağlamıştı ve sol eliyle tuttuğu o iple kendini sallıyordu. İpi her çekişinde bir damla gece, bir damla gözyaşı ve bir tane çürük erik düşüyordu bir karış toz bağlamış bahçenin fayanslarına ve hepsi toprağa kavuşuyordu sonunda. “Kalbim Topraktır!” derdi Richard her zaman, her yerde, herkese… O an çamurdan farksızdı kalbi. Gözyaşları toprağa ulaşırken, belki de hüzünleri kalbine doluyordu? Bunu da düşündü ve kafasındaki beton çivisini çıkartıp azgın bir şekilde kanayan yarasına biraz daha votka döktü ve uzanıp yerden bir izmarit alıp ısrarla kanamaya devam eden yarasına sokuşturdu. Ağrısını düşünmemeye karar verdi, çünkü düşündükçe ağrıyordu başı. Sonra yine Descartes geldi aklına. Biten votka şişesini bahçeye fırlatıp mutfağa gitti Richard. Bir şişe daha açtı ve açtığı şişenin yarısını başka bir şişeye boşaltıp, kalan yarısının üzerine portakal suyu ekledikten sonra hamağına geri döndü. Şişeden bir yudum alıp yere bırakmak için eğildiği anda kalbi sıkıştı ve birkaç saniye nefes alamadı. Önce korktu; sonra ipi sol eline alıp sallanmaya ve düşünmeye başladı. İlk kez böyle bir şey başına gelmişti. Yani ilk kez nefessiz kalmıştı birkaç saniye bile olsa. Acaba kaç kere nefes alıp nefes vermişti doğduğundan beri. Hesaplamaya çalıştı ama bazen çok hızlı, bazen de çok yavaş nefes aldığı zamanları olmuştu. Acaba onları nasıl hesaplayacaktı ya da nasıl hatırlayacaktı? Ama birkaç saniye nefes almamak onu baya bir düşündürmüştü. Durmadan nefes almak niyeydi? Almasa olmaz mıydı? Aldığı nefesi neden geri verdiğini düşündü. Yaşam da böyle miydi? Alacağız ve vereceğiz… Aldık ve verdik… 4 yıl evli kaldığı ilk karısı geldi aklına. Bak işte o zamanlar alıp verdiği nefes sayısını hesaplayabilirdi. 4 yıl boyunca, şimdiki nefes ritminin iki katıyla nefes almıştı. Kadın deliydi ve Richard da delirmek üzereydi ve sürekli hızlı nefes alıyordu sinirinden; Mavi Öyküler -

44


ama hesaplayamadı yine. Yorgundu Richard ve o zamanları düşününce yorgunluğu arttı, nefesi azaldı. Bir yudum daha aldı 83’lük Richard ve lacivertleşen, mavileşen, kızıllaşan gökyüzünün altından kalkıp evine girdi. Banyoya gidip su dolu küvetine girdi ve çıktı. Kanlı küveti arkasında bırakıp hamağına döndü. Uzandı ve bir saat nefes almamaya karar verdi. Bir saat, başlangıç için iyiydi ona göre. Evden çıkarken yanına aldığı kâğıda bir şeyler yazdı ve yerde duran votka şişesinin yanına koydu kâğıdı. Son gece, son gözyaşı, son erik döküldü son bir kez daha toprağa ve yorgun Richard artık düşünmemeye karar verdi. 83 yaşındaydı Richard düşünmemeye karar verdiğinde ve çamurlu kalbi o sabah izin vermedi uyanmasına. Cesedi, bahçesindeki erik ağacının altına gömüldü ve mezar taşı dikilmedi. Son kez içtiği şişe dikildi mezarına ve yere bıraktığı kâğıt yapıştırıldı şişenin üzerine. “Bir saat nefes almamaya karar verdim! Sürem dolunca haber verir misiniz?” Kum saatinde gündüz damlamaya başladı, toprağın altındaki Richard gecelerine…

p

“BELİRSİZLİKLER ARASI İPİNCE BİR ÇİZGİ” “Cümleyi Dişi Düş Kurar” | Başar Başarır* Bu, irisler arası görsel bir üründür. Bu zihinler arası düşsel bir üründür. Doğmuştur ve doğurabilir. Ve bundan da gurur duyar, duyabilir. Bu, sıradan titreşimlerin adlandırılmasında yararlı olabilecek herhangi bir veri olarak sunulmuş bir el kitabı değildir, sırası ve önemi yoktur. Özgürdür ve fakat sınırlandırılmıştır. Bilinci ya da özü sevmez, sevdiklerine de yapmaz bunu. Saptamaz, sormaz, desteklemez, desteklenmek istemez. Somdur. Pürdür. 45

- Mavi Öyküler


Bu, zihinler arası bir çağrışımdır. Neyi sevdiğini ve niye sevdiğini bilir. Çok iyi bilir. Ama asla söylemez. Çok iyi bilmese de söylemez. Salttır. Yargılamaz, korumaz. Teşhir edilebilir, çekinmez, sıkılmaz, kesişmez ya da birleşmez. Örtüşmez de bunu iddia da etmez. Yeterli göremez, yeterli olmaz. Yalnız ya da mutlu da değildir. Şart koşmaz, koşulabilir. Karıştırmaz, karıştırabilir. Tatsız veya süper de olamamıştır. Başlayıp bittiği halde bir başı veya sonu yoktur, bulunamamış, yakıştırılamamıştır. Bu, belirsizlikler arası ipince bir çizgidir. Şeytani veya tanrısal değildir, yan tutmamıştır. Nesneli ve özneli gerektiği zaman yadsımış ya da onlarla birlikteliği reddetmiştir. Kendine hastır, saftır. Öyle kalmayabilir. Çağ çığır dosya açmaz, kapatmaz. Ayıplamaz ve aldırmaz. Kendi kendini tüketebilir, her an yıkılabilir de. Ayakta tutmaz, tutulamaz. Israrcı olmamıştır. Israrcıları dinlemez, sevmez. Diktir. Bu, peşin peşin vazgeçenlerin ilgisini çekmeyecek zihinler arası bir üründür. Bir bütün olarak boyut ve gizemi kavramıştır ve bu konuda yetkinliği özlemektedir. Biçim ve özü aynı anlamda kullandığı da olur, kullanmadığı da. Durulabilir, bozulabilir, bozguna uğrayıp uğratabilir. Ama asla zafer kazanmaz, zafer sarhoşu olmaz, zafer baş ağrısı çekmez. Büyük ya da küçük mağlubiyetler almaz, ikramiye olabilir ama kazanmaz. Duyurularla sınırlı değildir, olamaz. Caydırır, caymaz. Bu, saptanmış ilke ve kurallarla sürtüşmeyi amaçlamayan ve fakat bundan çekinmediğini saklamayan bakışıyla sorumsuzluğa ulaşan bir üründür. Son kerteye dek beklemez, bekleyemez. Hainlik yapabilir, ne ki hain değildir. Yenilikçidir ama yenilikçi olmayı denemez. Denemez. Neden ya da hedef göstermez, kendini neden ya da hedef göstermek zorunda hissetmez. Zaman zaman hedef oluşturabilir, tutulabilir. Nişan almayı bilmez. Gelenekle alay etmez, ona anlayış göstermez, mazur görmez, sürdürmez. Açık veya kapalı, doğru veya yanlış olamaz. Gitmez. Sürüp gitmez. Politika üretebilir ne var ki yapamaz. Gözlenebilir, ele geçebilir. Tutuklanamaz. Mavi Öyküler -

46


Bu, konumu ya da işlevi bilinen diğer nesnelerle benzeşmeyen burnu havada bir üründür. Sahip yahut ait olamaz, olanlara özenmez, kıskanmaz. Kapsamaz, içermez, içselleştirilebilir. Çevrilemez, büyük ya da küçük harflerle yazılamaz, yazılsa da okunamaz. Söylenemez, telaffuz edilemez. Düz ya da karışık gelebilir, ikisinden biri olabilir de. Sürgünü düşünmez, cezaları yorumlamaz. Çekemeyebilir, çekiştirilebilir ve bunu gizlemez. Bu bir üründür. Üretilmiştir, üretebilir de. Benzer veya farklı olabilir, kalabilir. Barışmaz, çamur atmaktan ya da çamura taş atmaktan kaçınmaz. Kabul etmez. Ani veya ağır olmaz, hızı değişmez, değiştirilemez. Suçu bilir, işler, örter, isterse uzak durabilir de. Yılana sarılabilir. Unutmaz, anımsanabilir, bundan haz duymaz. Pes etmez, çürümez, eskimez. Soyutlanabilir. Baştan başlamaz. Affetmez, affedemez, affedilemez. Hızlıları yavaşlarla karıştırmaz, karşılaştırmaz. Benzetmez, yabancılaştırmaz. Tekrarlanmak ya da tek kalmak onu etkili kılmaz, bundan etkilenmez. Solmaz, sönmez. Bu, anlık bir üründür. Bu açıdan biriciktir, öyle kalır. Sıvı veya uçucu değildir, sıkıştırılamaz. Yalandan çekinmez. İğrenmez, dayatmaz. Bela aramaz ama bulur, onu bilir. Bölebilir, bölünmez. Acele etmez, yorulmaz. Bu, nasıl olduğunu, neden öyle olduğunu ve niçin öyle olması gerektiğini bilen bir üründür. Emindir, eminim. * Kent Kitabı, (Armoni Yayınları, 1992) kitabından yazarın izniyle…

p

“UÇUP GİTMEMELİYDİ BU HAYALLER” “Suya Yazı” | Tuğçe Ayteş Hazan Başarır’a…* Büyük heyecanla beklenen 2000’li yıllar daha en başından ha47

- Mavi Öyküler


yal kırıklıkları getirmişti. Ne bir kuyruklu yıldız, ne onuncu bir gezegen ne de uzaylı istilası… İnsanlar bütün kötülükleri kendi kendilerine yapmışlardı. Küresel ısınma doğayı, kapitalizm insanları mahvetti. 2200’lü yıllara gelindiğinde öyle düşünceleri okuyan çipler falan yoktu. Dünyanın hemen hemen tüm doğal kaynakları tükenmiş, birçok devlet çökmüş, belirli bölgelere yerleşmiş birkaç kalburüstü grubun dışında kalan insanlar neredeyse soluyacak oksijen, tüketecek temiz su bulamaz olmuştu. Arılar yok olduğundan beri meyveler de pek bulunamıyordu. Hayatta kalan insanların birbirlerini yemeleri artık yamyamlık bile sayılmıyordu. Tarihe kara birer leke olarak geçmeyecekti bunlar, çünkü artık tarih de yazılamıyordu. Yazlar ne kadar uzun ve sıcak geçiyorsa kışlar da o kadar kısa ve ani soğuklar şeklinde meydana geliyordu. Fosil yakıtlar tükenmiş, yakılabilecek her şey (ağaçlar, mobilyalar, kitaplar, kıyafetler) yakılmıştı. Nükleer santraller bakımsızlıktan çürümeye başlamıştı diğer binalar gibi. Çevrecilerin tüm çabalarına rağmen güneş ve rüzgâr enerjisine de geçilmemişti. Sonuç olarak ne teknoloji ne politika ne de başkaları, artık insanlık tarihini belirlemiyordu. Para yoktu, gelişme yoktu, sadece can derdi vardı. İnsanlığın fazladan bir dünya savaşı geçirmesine bile gerek kalmamıştı. Şartlar ne kadar berbat olursa olsun, yaşamak denen şey hâlâ çok tatlıydı ve her şeye rağmen hayatta kalmak için çaba sarf eden insanlar vardı. Su, beş altı aile birlikte kaldıkları küçük korunaktan (aslında bir binanın yıkıntısından) kafasını dışarı uzattı. İnsan nüfusu epey azalmıştı, ama hayatta kalanlar gruplaşarak birbirlerine ara ara saldırdıkları için tetikte olması gerekiyordu. Su’nun tek eğlencesi eskiden kalma binaların içlerinden geçmişe ait nesneler toplamaktı. Ailesi onun için fazlasıyla endişelendiği için yiyecek ve içecek toplamak gibi zorunlu (ve birkaç kişilik gruplarla çıkılan) görevler dışında bu kaçamakları çok sık gerçekleştiremiyordu. Bugün, bu sırada herkes derin bir uykudaydı, Su, o daha küçük bir kızken meydana gelen, zehirli gazlardan dolayı toplu ölümMavi Öyküler -

48


lerin yaşandığı bir faciayı hatırladı. Ailesinden annesiyle erkek kardeşi kalmıştı. Nefes alıp almadıklarını kontrol etti, her şey yolundaydı. Şimdi otuz yaşında genç bir kadındı, ama yine de şu koca dünyada tek değer verdiği şey olan ailesini kaybetmekten deliler gibi korkuyordu. Diğerleriyle iyi geçinmesine rağmen onların hayatta kalıp kalmaması çok da umrunda değildi. Su, felaketler zincirinin iyice etkisini göstermeye başladığı bir dönemde dünyaya gelmişti. O sıralarda hâlâ yenebilir yiyecekler bulunabiliyordu, ama içilebilir su kaynakları epey azalmıştı. Bütün hükümetler alternatif su elde etme veya suya yakın içecekler üretme yöntemleri üzerine kriz planları yapıyordu. Su, o dönemde dünyaya gelen ve adı “su” konan bebeklerden yalnızca bir tanesiydi, yani ileride birçok şeyi aynı ismindeki gibi sadece kelime olarak duyacak ve belki de bir geleceği olmayacak insan yavrularından biri… On yaşından beri bu fare deliğinde yaşamaya çalışıyordu. Annesi kardeşine burada hamile kalmıştı, Su’nun babası hâlâ hayattayken. İkicanlı eşini doyurmak isteyen zavallı adam, yiyecek temin edebilmek için dışarı çıkmış ve bir daha dönmemişti. Muhtemelen ava giderken avlanmıştı. Bedenini bulmak bile mümkün olmamıştı. Her yer çok öncelerden bu yana yağmalandığı için Su, keşif gezilerinden genelde eli boş dönüyordu. On sene kadar bizim bildiğimiz manadaki medeniyeti deneyimlediği için bulduğu şeylerin ne olduğunu az çok bilebiliyordu. Sonra da bunlardan bihaber olan kardeşine uzun nutuklar çekiyordu: “Bu bir kapı kolu…” Yağmadan kurtulan parçalar, genelde gerçekten gereksiz şeyler oluyorlardı. Ama Su, bunları bulabildiğine şükrettiği için çok da fark etmiyordu. Koleksiyonu genişledikçe daha da mutlu oluyordu. Bir defasında, çocukluğunda her şeye sahip olup da bir türlü tatmin olamayan bir arkadaşının, ailesi ona fazladan bir cep bilgisayarı almadı diye koparttığı yaygarayı hatırladı; gülüp geçti. Koleksiyonundaki parçaların her birine kendi uydurduğu bir öykü vardı. Bunları arada kardeşiyle ve bazen annesiyle de paylaşırdı. Anlattıkları sadece sözde kalırdı, bazen aklından bile uçup giderdi. 49

- Mavi Öyküler


Su, ürkek bir tavşan gibi küçük ve hızlı adımlarla etrafına baka baka ilerlemeye başladı. “Buraya daha önce girdim, buraya da girdim. Evet evet, orada da her yeri incelemiştim.” Yirmi sene boyunca burada oyalanabilecek ne bulduğuna şaşırdı o gün. Hayatı gün ve gece olarak geçiyordu zamanı ölçebilecek bir aletleri olmadığı için. Çoğu saat yağmalanmış veya parçalanmıştı, ama sonradan bu şartlarda bir kapı kolundan daha değersiz oldukları anlaşılmıştı. Koleksiyonunda saat de vardı bu sebepten, cep telefonu veya madeni para bile buluyordu bazen. Eskiden bir dere olduğu belli olan, ama şimdilerde lağımın bile akmadığı, kuru otlarla kaplı bir yoldan geçti. Bir süre yürüdü, daha öncekilerden biraz daha uzun bir mesafeye. Kendini az da olsa özgürleşmiş hissetti. Her nasılsa yerinde kalabilmeyi becermiş bronz bir boğa heykelinin yanından geçerek yoluna devam etti. Eskiden deniz olan büyük boşluğu uzaktan da olsa seyretti bir süre. Sonra yukarıdaki sokaklardan birine girdi. Etrafta, insan hayatını kolaylaştırmak, hatta insana yapacak bir şey bırakmamak için üretilmiş aletlerin parçaları vardı. Su, aralarından gözüne hoş görünen birkaç tanesini topladı, giyilmekten aşınmış ceketinin ceplerine koydu. Bu sırada birkaç ünlü markanın kopuk, kırık veya silinmeye yüz tutmuş tabelasını gördü. Eskiden uzun kuyrukların oluştuğu bu mağazalarda şimdi hayaletler bile yoktu. Su, yolun bitimini kendine hedef belirledi. En uçtaki binaya girip içeriye şöyle bir göz atacak, ardından da dönüş yolunu tutacaktı. Girdiği dükkânın eskiden neci olduğuna dair bir fikir yürütmeye çalıştı. Çocukluğunda hatırladığı dükkânlara nazaran daha eski duruyordu, burası sanki daha ilk günden beri eskiydi. Rafları ve tezgâhları parçalanmış, yer döşemeleri sökülmüş bu acınası yerden hiçbir şey bulamayacağını düşündü Su. Ama yanılıyordu. Çok fazla ellenmemiş duvarlardan birine bütün ağırlığını vererek yaslandığında duvarın bir bölümünün içeri göçtüğünü hissetti. Duvarın yıkılacağı korkusuyla hemen ileri atıldı. Uzaklaşınca duvardaki göçüğü fark etti. Çekine çekine göçüğün önünü açtı. Bilerek yapıldığı düzgünlüğünden anlaşılan bir oyukla karşılaştı. En dipte küçük bir nesne vardı. Su, adeta bir Mavi Öyküler -

50


hazine bulmuş gibi sevindi. Yağmadan kurtulabilmiş bu şanslı nesneyi eline aldı. Kutu gibi bir şeydi. Buna ne dendiğini düşündü. Anneannesinin evinde vardı bunun daha büyüklerinden. Kelimeyi hatırladı: “Sandık… Güzelmiş.” Açmayı denedi ama kapağı sıkışmıştı. Sandığa elinden geldiğince nazik davranarak ailesini daha fazla meraklandırmadan geldiği yoldan geri döndü. Su, korunağa vardığında ailesi çoktan uyanmış ve başına bir şey geldiğini düşünerek korkudan ölüp ölüp dirilmişti. Su, özürler dileyip koleksiyonunun başına geçti. Koleksiyonunda belli bir düzen vardı, ama bu sandık için özel bir yer belirlemeliydi. Yerleştirmeden önce sandığın kapağını açmayı bir daha hafifçe denedi. Kapak biraz oynadı, ancak yine açılmadı. Su, merakına hâkim olamayıp kapağı biraz daha zorladı. Kapak yılların yorgunluğunun üstüne bu darbeyi kaldıramayarak sandığın geri kalanından ayrıldı. Sandığın içi boş olsaydı Su pişman olacaktı; fakat boş değildi. Katlı bir şeydi bu. Katları açarken Su yine kelimeyi hatırladı: “Kâğıt.” Kâğıttaki yazılar düzgün yazılmıştı, üstelik sonunda da bir sayı vardı. “Bir kitap sayfası…” Su, bir kitabı (en azından bir kısmını) ilk defa eline alıyordu. Kitapların varlığından haberi vardı, ama gelişmiş bilgisayar sistemleri ve birçok alternatif yöntem varken kimse kitaplarla, edebiyatla, felsefeyle, kâğıtla, kalemle uğraşmaz olmuştu. Su, kâğıdı elinde tutmaktan değişik bir tat aldı. Bilmediği kelimeler olsa da yazıyı okuyabiliyor ve anlayabiliyordu: “… Buranın en sevdiğim özelliği ne mi? Yemyeşil ağaçlar, rengârenk çiçekler, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar, şırıl şırıl akan dereler, her şeyiyle seviyorum burayı. Daha küçük bir çocukken mis gibi havayı içime çeke çeke otların üstünde top koşturduğumu hatırlıyorum. Dedemin bir bahçesi vardı, meyve ve sebze yetiştirirdi. Bir keresinde kirazlar kurtlanmıştı da inatta keçiye pabuç bırakmayan dedemin ‘Ölsem de ilaç sıkmam, zehirleyemem milleti,’ dediğini hatırlıyorum. Kirazlar, her nasılsa kurtçukları başlarından defetmeyi başarmışlardı. Hatta hayatının sonlarına doğru dedem, avuç avuç ilaç içerken de ‘Ey gidi koca Ahmet, bi kiraz kadar olamadın,’ diye kendini paylamıştı. Dedem ilkokuldan sonra okumamıştı, ama işlenmemiş, zehir gibi bir zekâsı vardı. Her iki cümlesinden birisi ‘Üretmek lazım,’dı. Durmadan 51

- Mavi Öyküler


toprağını işler, kendi ekmeğini her zaman yeterli olacak şekilde çıkartırdı. Hiçbir hileye başvurmaz, adaletten şaşmazdı. İşte yazar olmam, bu insanın etkisi sayesindedir. Ne alaka mı? Babam şehre göç ettiğinde ben yedi yaşındaydım. Okula şehirde başladım. Dedemin ‘Üretmek lazım,’ demesi kulaklarımdan hiç silinmedi. ‘Nasıl üretebilirim?’ diye düşündüm durdum. Dedem gibi bir bahçe sahibi olamazdım. Ben de yazmaya karar verdim. Koca Ahmet’i, kiraz bahçelerini, Nazlı anneyi, yanık türküleri…” Su, rüya görüyor gibi okudu iki sayfayı. Manzarayı hayalinde canlandırmaya çalıştı. Biraz daha uğraşsa sesleri duyabileceğini bile hissetti. Demek ki insanlar böyle bir hayat sürebilmişlerdi o zamanlarda. Su’nun içi burkuldu otuz senelik hayatında neleri kaçırdığını fark edince. Bu eksikliği nasıl giderebilirdi? Öncelikle kendi kendilerine yetecek kaynaklar oluşturmaları, olanları verimli ve sürekli hale getirmek gerektiğini, üretmenin zorunluluğunu düşündü. Hayatlarını düzeltemeseler de, düzeltmeye çabalamalılardı. Bunu aralarında konuşmalılardı. Sonra da okuduğu kâğıttaki gibi bir hayat sürdüğünü hayal etti. Ama sözler ve düşünceler gibi uçup gitmemeliydi bu hayaller. Yazarsa dönüp tekrar tekrar okuyabilirdi. Bir de koleksiyonundaki parçalar için uydurduğu öyküler vardı. Evet evet, onları da yazmalıydı. Kâğıtlar yakılmıştı, kalemler kırılmıştı, bilgisayar ve türevleri de artık çalışmıyordu. Su, umudunu yitirir gibi oldu. Ardından “Ben ne yapıyorum böyle?” diye sessizce azarladı kendini. Sandık, koleksiyonunun son parçası oldu. Bundan sonra kendini, yazacak teçhizat toplamakla görevlendirdi. Su, bulabildiği her şeye yazı yazmaya çalıştı. Korunaktakilerle yazdıklarını paylaştı. Hep beraber daha iyi bir hayat için kafa patlattılar. Çok yorulduklarında hepsi birer öykü anlattı. Su, yetişebildikçe bunları da yazıyla kaydetti. Çok geçmeden insanlar önce çabalamaya, ardından da yazmaya başlamışlardı. Kendilerini hayatta tutan az miktardaki kaynakla olanaklarını artırmaya uğraştılar. Gündüz çalıştılar; geceleri de zayıf alevlerin ışıkları eşliğinde sürekli yazdılar, taşlara taşlarla yazdılar, nereye yazabiliyorlarsa akıllarına gelenleri yazdılar… Mavi Öyküler -

52


Kim bilir, belki de Su’nun hayalini kurduğu hayat gerçek olacak ve oradakiler uzun süredir veya hiç yaşamadıkları güzellikleri tadabilecekler… Ama o zamana kadar, temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, yazmaya devam edecekler. Gönül ister ki bu süre zarfında insanlar kitapları, edebiyatı ve felsefeyi tekrar keşfetsinler. Bu da, başka bir öykünün konusu olsun. * Usta Öykücülerle “Yazmanın Öykü Hali” röportaj serimizin 4. konuğu Başar Başarır’dı. 12 Ekim Pazar günü gerçekleşen söyleşiye dair daha önceki söyleşilerde olduğu gibi, bir özet çıkarmak yerine bu kez farklı bir çalışmayı denedim. Söyleşi esnasında Başar Başarır’ın, iyimser bir yaklaşımla, günümüzde giderek değerini kaybeden kitapların, ileride belki değer kazanabileceğini, çünkü insanlık kötüye gitse de edebiyatın sağlayabileceklerinin en ucuz şey olduğunu söylemesiyle ve Hasan Uygun’un yine söyleşinin bir yerinde, “distopya” kelimesini kullanmasından sonra gelen ilhamla yazdım. Umarım ileriki nesilleri böyle bir gelecek beklemiyordur. Not: Öyküde, kızı Hazan’ın fotoğrafına yer vermemize izin verdiği için, Başar Başarır’a teşekkür ederiz.

p

“GEÇMİŞE NOT DİYE DÜŞÜLEN” “Başka Meridyenin Aşkı” | Koray Sarıdoğan Bu gece bitmesine karar verdim. Bu öyküyü anlatmalıyım, yoksa kafatasımın içindeki su kabarcıkları benimle birlikte havaya uçacak. Kaç gün oldu saymadım, yatağımın üstünde dizlerimi karnıma dek çekip, yerdeki cam kırıklarını izler gibi düşündüm bu parçaları nasıl birleştireceğimi. Tıpkı onlar gibi birer barikat oldu bu öykünün parçaları, bu hamuru yoğurmanın zamanı… Aslında tam olarak ne zaman başladı bilmiyorum. Onunla aynı evde kalıyorduk, benden farkı olmayan, ona baktığınızda beni görebileceğiniz kadar benziyorduk birbirimize… Onu kendim 53

- Mavi Öyküler


kadar iyi tanıyordum; dedim ya, benden farksız gibiydi. Ve eğer o, benim tanıdığım adamsa, o zamanki hareketleri de hayra alamet değildi. Her yeni âşık oluşunda olduğu gibi, yine en sevdiği mekânlardan, sohbetine en düşkün olduğu arkadaşlarından kısacık bir zamanda sıkılıp, yalnız köşelere atıyordu kendini. Yine yeryüzünün yerinden ayakları kesilmiş, göğün yedi katına çıkmıştı sanki. O, kafasının içinde gezinen esinti, bizim bildiğimiz fırtınalardan değildi, biliyordum. Âşık olduğunda herkesin kimyası değişir, ama biz ondan yere göğe sığmamasını beklerken, o yerden de gökten de kaçıyordu. Sebebini biliyordum bunun. Hem de kendim gibi… Geçmişinden ona kalan, tırnakları yenmiş titreyen ellerdi çünkü. Bu ne demek bir bilseniz; ne uçacak güvercin, ne de tırmanacak gökyüzü vardı onun geçmişinde. O yüzden bu eller ne kanat olabildi, ne de güvercini uçuracak sahip… Ölü doğmuş sevdaların hatmini indiren bir adamdan ne beklersiniz ? O eller yüreğin kendisi değil mi ki; eksik ve titrek… Birkaç cümleyle biten günlerin gecelerinde karşımdaki yatakta, kulağında müzik, uyurken, buruşan yüzündeki çaresizlik aklından geçenleri kulağıma fısıldardı sanki. Hayatı boyunca adam gibi seven, ama yarım yamalak yaşayan birinin yeniden birine tutunmaya başlaması, bütün o kara geçmişin ta en baştan temize çekilmesini gerektirir çünkü; ve bu öyle bir iştir ki, yüzyıllık geleneği bile sallamaz ve yeni bir aşkta kendini sokaklara atan bir doğum günü çocuğu olmak yerine, artık kimsenin uçurtma uçurmadığı bir tepeye öykünür… İşte bu genç adamın uykusu da böyleydi, kulağındaki her bir nota, aklındaki eski bir sevgiliyle birleşip, suratını fırlatıp atılmış mendile çeviriyordu. Nasıl olmuş, nerden çıkmış, ben de bilmiyorum. Ama bu sevdayla başı büyük dertteydi. İlk kez bir gün, bilgisayar başında yazışırken görmüş o kadını. O ânı anlatışı öyleydi ki, sanki Mezopotamya’nın en eski gecesi, bütün saklı arzuları ve mahremiyetiyle odanın duvarına yansıyordu. Öyleydi ki, o kadına ben de âşık olmuştum sanki. Neresi çıkmaz bu sokağın, dersek, işte cevabı: Bu güzel, bu tatlı, bu, yüreğinin kutsallığından ayakları yere basmayan kadının başından bir evlilik geçmişti ve annesi Mavi Öyküler -

54


gibi tatlı bir de kızı vardı. Ve tabii bir de aradaki yaş farkı… İşte, bu genç adamı o çok sevdiği ara sokaklardan alıp, loş ışıklı odalara kapatan da buydu. O odalara ben de kapandım, o ışığın zulmünü ben de çektim. O adam, her gece yattığı yatağın yarısını boş bırakıp, gece lambasının ışığında yanındaymış gibi sevdiği kadına baktı boş yatağın suretinde. Ben de baktım; o kadının yüzüne, güzelliğine ben de baktım, o adamın sevdasını ben de yaşadım; kendim gibi… Aradan geçen zamanda, artık yalnızca bilgisayarlar değil, mektuplar da konuşmaya başladı. Bir mektubun gelme zamanı bir iki gün geçse, sabahı zor eder, gözleri şafağın laciverdine bürünüp, elektrik tellerindeki kuşlar gibi beklerdi. Mektup geldiğinde ise, kimseyi almadığı odasında mistik bir merasim başlardı sanki. Oda, oda olmaktan çıkar, sırrı çözülmemiş bir piramide, kirli ayakların girmediği bir mabede dönüşürdü. Mektubun gelmesi ayrı bir sevinç, ama cevap yazmak ve yenisini beklemek büyük sorundu. Aradan geçen zamanda onu tanımamaya başlamıştım. Onun o çaresiz halini izlemek için, çoğu gece uyuyamazdım bile. Nasıl bir kadındı, nasıl bir aşktı bu, bir türlü çözemedim. Saçlarının sarısının, bildiğimiz sarıdan ne farkı vardı? Yeryüzünde onun gibi gülen yok muydu başka? Güzel olan neydi, kadının kendisi mi, içi mi, yoksa onu sevmesi mi? Tarihin cevaplanamayan tek sorusu “Aşk nedir?” satır satır çözülüyordu sanki… Aşk buydu işte, tenine dokunup, gerçekliğine iman bile edemediğin bir kadını, dünyayı zahmetli ve ilahi bir aşkın çile hanesine çevirip, çileye kapanacak kadar çok sevmek. Sevmek bile değil, bu başka bir şey… Bazen dili çözülür, anlatırdı, ona olan sevgim, insanın hiç görmediği annesine âşık olmasına benziyor diye… Bundan daha iyi bir tanım olabilir miydi ki? Nice dertler görüp geçirmiş tenindeki ağırlık ve efendilik, ne ilk kez âşık olunan bir genç kızın tenine, ne de usta bir fahişeninkine benzerdi. Bu, evrendeki gelmiş geçmiş en kutsal sözcük olan ve söylenecek birisinin olmamasını en iyi savaş çocuklarının bilebileceği “anne” sözcüğüyle açıklanabilirdi ancak. Üstelik çelişki de burada bağırmaya başlıyor; kavuşmanı engelleyen, her şeyden habersiz 55

- Mavi Öyküler


bir kızın annesine âşıksın ve onu hiç görmediğin bir anneyi sever gibi seviyorsun. Hayatında bir kez bile olsa öyle bir seveceksin ki, ilk görüşünde tanrıyı görmüş gibi çarpılacaksın, ergen yaşta ilk kez seviştiği kıza köpürmüş bir coşkuyla âşık olan delikanlı gibi seveceksin, ilk dokunuşunda Hz. Ali’nin sırrını üfleyen neyin sesini çözmüş gibi titreyeceksin, sokakta kavga etmiş çocuğun ağlayarak annesine yanaşması gibi kollarına sızacaksın, onun boynundaki kokuyu tel örgünün arkasındaki bir başka ülkenin hiç bilmediğin çiçeği gibi derinine çekeceksin, kutsal bir çömlekten su içer gibi öpeceksin dudaklarını, kendisi için kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir canlı bombanın inancı gibi sabit bir inançla savaşacaksın; ve zamanı geldiğinde hayatının en doğru yerinde, en doğru şekilde onun için öleceksin… İşte o da, bütün geçmişini bunlar için temize çekmeye uğraşıyordu. Varsın hiç kimse dokunmadığı bir kadına bunları verecek kadar çok sevmesini anlayamasın. Ben her şeyi, tam ortasında yaşadım, kendim gibi tıpkı… Aylar ilerledi… Bu uzak mesafelerin aşkı, büyüdükçe imkânsızlaştı. Nasıl mümkün olsun, bu topraklar nasıl kabul eder bu sevdayı? Biri kendisinden kaç yaş büyük bir kadına âşık olmuş, diğeri başından bir evlilik geçecek kadar büyümüş, bir de kızı var… Hem cep delik, cepken delik… Elinde kendine ait parası olmayan çocuk, nasıl hayal kursun ki uzun uzadıya? Bu işin sonu olmadığı başından belliydi. Daha ilk bakışlarında belliydi ama… ama, insan başına en büyük dertleri, çekiciliğinden kaçamadığı hisler yüzünden açar… Ben nasıl bitireyim bu öyküyü; ne yapacaklarına, nasıl yapacaklarına karar veremediler. Genç adamın âşık olduğu kadın, bu kararsızlığın sonu olmayacağına karar verdi sonunda. Kendisine her anlamda daha yakın herhangi birisi olabilirdi, ama genç adam değil. Bir kez olsun yan yana gelebilseler, birbirlerine bir dokunsalar, aç kalıp, susuzluktan öleceklerini bilselerdi bile birbirlerini bırakamayacaklardı. Ama göze alamadılar. Sancılı cümlelerin, telaşlı sözlerin sonrasında görüşmemeye karar verMavi Öyküler -

56


diler. O gün kapıyı kapatıp eve girdiğinde, yüzünde son birkaç ayın izlerini gördüm sanki. Göz göze dakikalarca bakıştık onunla… Küçükken, hiç ölümü konduramadığım komşumuzun trafik kazasında öldüğünü duyduktan sonra, alev alev yanan asfaltın üstünde öylece kalakalıp hiçbir şey yapamadığım, hiç kimseyi göremediğim zaman gibi olmuştu evin içi… Ölüme insan nasıl alışır, hele ölenin arkasındaki sessizliğe? Onun da yüzünden kimsenin ölmediği, ama ölüme benzeyen bir şeyin gerçekleştiği belliydi o gün… Hiç dokunmadığı bir kadının arkasından, kırk yıllık evliliği bitirmiş gibi bir boşlukla kalmıştı. Her şeyi anladığımı anlamıştı, öyle bakıyordu bana… Gözyaşı yoktu, ama ağlıyordu. Alkol yoktu, ama sarhoştu. Ev buz gibiydi, ama eriyordu. Kırmızısı bile yoktu kanın, ama ölüyordu sanki… Hiçbir şey diyemedim. Aşk büyüktü, çok büyüktü, ama sevdiği kadın daha da büyüktü ; boyu kısa ama yüreği dev gibi olan bir kadındı. İnsan âşık olacaksa, kainata ve gaibe dair her şeyi onun bedeninde sevebilecek birine âşık olacaktı, tıpkı genç adam gibi… Ama ya vazgeçmek; insan hem kainattan, hem gaipten vazgeçebilir mi? Günlerce, artık gömülmeye hiçbir cesedin yanaşmadığı, ürkütücü bir mezarlığa dönüştü odası… Hiçbir şey bunun önüne geçemiyordu. Aradan aylar geçince, bir akşam bir sırt çantası hazırladığını gördüm. Sormama gerek yoktu, onun yanına gitmeye karar verdiğini biliyordum. Dışarıda deli gibi yağan bir mayıs yağmuru… Yollara düştük, neyle karşılaşacağımızı tahmin etmeye bile cesaretsiz… Kadının yaşadığı şehre indiğimizde de hiçbir şey konuşmadık. Sessiz sedasız yürüyor, düşünüyor, bir yerlere gidiyorduk. Bir saat kadar sonra bir mahallenin meydanındaki bir çocuk parkının önüne geldik. Benim durmamı istedi, çantasını sırtına takıp parka girdi. İlerde, bankların birinde oturmuş, parkta oynayan kızını izliyordu sevdiği kadın… Saçının sarısı, güneşin bulutlardan fırlayan çizgi çizgi ışığına karışmış, gözlerinin buğusu sanki 57

- Mavi Öyküler


güneşin tarihiyle yaşıt gibi olgun… Gidip yanına oturdu. İkisi de dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Mitolojinin kavuşamayan bütün çiftleri, ikisinin varlığında birleşiyordu sanki… İkisi de sessizce ve sırayla birbirlerinin yüzüne dokunup, gerçekliklerine şehadet getirdiler… Dakikalarca susup birbirlerine baktılar, kapanmış gökyüzünde akıllarından geçen cümleler uçuşuyordu sanki…Ve aşk, işte bu oyun parkının siluetinde somutlaşıyordu. Derin bir nefes alıp, sırt çantasının bağını çözdü. İçinden itinayla süslenmiş pembe renkli bir hediye paketi çıkardı. Yavaşça ve acıyla karışık bir gülümsemeyle paketi ona uzatırken, aylardır doğru düzgün açılmayan dudaklarından yavaş yavaş, asıl ona ait olan bir cümle çıktı: “Anneler günün kutlu olsun…” Çatırdayan gökyüzü, hüngür hüngür yağmaya başladı parkın üstüne… Yer kabuğunun üstünde o an ağlamayan kim varsa, hepsi de sonsuza dek lanetlenecek gibiydi. Parkın diğer tarafından kadının kızı gelirken, bizimki yavaşça kalktı, çantasını sırtına alıp, kadının yanından uzaklaşmaya başladı. Ama o sırada, bıraktığı yerde ben yoktum. Her şeyin olup bittiği o yerde bir şey fark ettim, bunca zamandır sessiz sedasız varlığımla bu aşkı yaşayan bendim. O evde yapayalnız olan, uzaktan kendimi izleyen bendim. Her şeyi kendim gibi yaşayan ben, iki kişinin varlığını kendimde birleştirmiştim sanki. Bir o güzel gülümseyen kadın, bir de ben vardım aslında; üçüncüsü yok! Parktan çıkarken, bir de kendim olarak dönüp baktım ona, onu seviyordum… Her şeyi arkamda, terk edilmiş bir parkta bırakırken, şu üç sayfalık yazının, hiçbir şeyi anlatamayacağını düşündüm. Ne anlatsam, ne desem eksik kalıyordu o güzel kadına… Bu, aynı meridyene bile düşemeyen iki insanın aşkını, bu birkaç sayfa nasıl anlatsın? Eksik kalan bir şeyler vardı. O güzel kadından ne bir şiir, ne bir öykü, ne bir cümle… Ondan ancak bir roman yazılabilirdi… Çevremde her şey olağan düzeniyle işlerken, gözümün önüne düşen ıslak saçlarım ve ben, aklımın bir köşesinde o güzel, o eşsiz kadını düşünürken, merak ettiğimiz bir şey vardı: Her şey bir gün bittiğine ve herkes bir gün gittiğine göre, geçmişe not diye düşülen bu cümlelerin sorumlusu kimdi? Mavi Öyküler -

58


Yirmi Dört Ağustos İki Bin Altı Perşembe, Bir: Sıfır Üç

p

“BENİM SESSİZLİĞİM” “Cam Oda” | Didem Elif* Ne annem öldü, ne de babam. Ne de ölümü hayatımda kapanmayacak bir boşluk yaratacak bir tanıdığım. Çocukluğumdan beri bu yok oluşun, bende nasıl bir duygu yaratacağını merak ettiğimden belki de birçok kez babamın öldüğünü düşündüm. Cenaze töreninde, bazen kendini yerden yere vuran, bayılıp kendini kaybedercesine ağlayan; bazense anneme ve halalarıma destek veren, gözyaşını içine akıtan metanetli bir evlat oluyordum. Güçlü, her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek bir görüntü sergileyen bu ikinci halime, insanların hayranlıktan gözleri doluyor; kendini hırpalayarak acısını saklayamayan ilk halime ise, acıyarak ağlıyorlardı. Artık öldürmüyorum babamı. Oysa o üç aydır, hastane köşesinde ölümü bekliyor. Çocukluğumdan beri, yokluğunu nasıl dolduracağımı düşündüğüm bu adamın varlığı, artık içimde kapanmayacak boşluklar yaratıyor. Yine de öldüremiyorum onu! Gözlerini bir kere bile kırpmadığı, hastane yatağında sadece nefes alan bir ceset gibi yatışına camdan bakarken onun da seneler evvel ben doğduğumda, bebeklerle dolu yine böyle bir odaya camdan baktığı anı düşünüyorum. Ben nasıl onun orada, camın arkasında, sıcak elleriyle beni sarmalamak için beklediğini hissetmediysem o da şimdi, benim burada, sabahlara kadar, tek bir kıpırdanışını kaçırmamak için beklediğimi hissetmiyor. Evet, ne annem öldü ne de babam! Hayatımda ölümü, kapanmayacak bir boşluk yaratacak bir tanıdığım olmadı. Babam annemi hiç aldatmadı. Annem babama terslenip bağırmadı. Bir kez olsun, onun doğrularına başkaldırmadı. Evlendikten sonra 8 sene çocuk sahibi olamamanın ortak acısı mı onları birbirine bu kadar bağladı yoksa kendi canlarından yarattıkları bu yeni cana 59

- Mavi Öyküler


duydukları ortak mutluluk mu, hiç bulamadım. Örnek olarak beni gösterebilecekleri, bir başka kardeşim olmadı. En büyük çocuk olmanın verdiği sorumluluk duygusunu tatmadığım gibi en küçük çocuk olup, sorumluluktan da kaçamadım. Davranışlarım, ne bir sonraki bireylere miras kaldı ne de bir sonraki bireylere miras kalabilir diye, davranışlarımı kontrol altına aldım. Kendime ait olan her şey, sadece beni biçimlendirdi. Annem gelmiyor artık hastaneye. Yıllarca aynı yatakta yattığı eşini, bu halde yatarken görmek istemiyor. Onun bu kadar güçsüz olmasına, her şeye boyun eğmesine, babamı ölüme terk etmesine tahammül edemiyorum. Bugün Buket babamı ziyarete geldi. Yaklaşık on sene evvel, bilinçsiz güneşlenmemiz sonucu iki haftalık tatilimizin bir haftasını otel odasında yatarak geçirdiğimiz günlerin birinde, Buket bana; “Ne kadar uzun yaşarsan, o kadar çok ölüm görürsün,” demişti. Annesinin onu doğururken öldüğünü, onu tanıdığımdan beri biliyor olmama rağmen kutu gibi bir odaya hapsolduğumuz bir haftanın ölümü konuştuğumuz gecesinin öncesinde, annesinden bahsettiğini hiç duymamıştım. O gece annesini gördüğü, konuşmak istediği, ama asla konuşamadığı kâbuslarını anlattığında ölüm, benden ne kadar da uzaktı. “Bu sabah yine gördüm Dilan, hep görüyorum. Ama o beni bir türlü görmüyor. Duymuyor. Bağırıyor olmama rağmen, kendi sesimi ben bile duymuyorum. Ne yaparsam yapayım, beni fark etmiyor.” “Bence o seni görüyor Buket. Belki de şu anda da burada. Ve o da sana sesini duyurmaya çalışıyor. ‘Görüyorum Buket,’ diyor, ‘buradayım yavrum.’ Bence o senin hep yanında. Belki de onu esas görmeyen sensin,” dediğimde gözyaşlarına boğulmuş ve tek bir söz daha etmemişti. Buket bugün bana, “O geceden sonra, her seferinde annem rüyamda benimle konuştu. Belki bilmek istersin,” dedi. O an bana yalan söylediğini düşündüm. Mavi Öyküler -

60


Otuz bir yaşındayım. Ve bu ölüm kavramı, on sene evvelinden daha yakın değil. Oysa Buket’i ölüm doğurmuştu. O artık, ölümsüz bir hayatı düşünemezdi. Böyle bir rüyaya inanamazdı. Bu yüzden onu inandırabileceğim tek şey vardı o gece onu rahatlatmak için. Bugünse, ben aynı şeye inanmak istemiyorum. Neyin beni rahatlatacağını bilmiyorum. Aylardır bu hastanede ne yaptığımı bile bilmiyorum. Bir insanın ölmesini mi, yaşamasını mı bekliyorum? Bu bekleyiş, habire kendi yaşam filmimi izlettiriyor sadece bana. Bu da yalnızlığımın geçmişini anlatmıyor mu zaten? * Gece yarısının yarısında, bir sessizlikle uyanıyorum. Ayla bacağını belime dolamış biçimde yatarken, hep horlar oysa. Belime inen pervasızca bacak uyandırmaz da beni, o insan nefesinin boğazına yapışan sesi uyandırır. On yıldır böyle uyuyor Ayla. Nefesli çalgılardan hoşlansam, belki bir ninni gibi algılayabilirim onun namelerini. Şu ansa, belki de on yıldır ilk defa, onun sessiz yatışı uyandırıyor beni. Yaşadığından şüpheye düştüğüm için, yüzümü yan dönmüş yüzüne yaklaştırıyorum. Burnum bir sıcaklığa karışıyor, sonra yanaklarım, gözlerim, çenem, üstünde tek tel kalmamış başım. Sonra o sıcak soluk, karımın ağzının içine alıp götürecekmişçesine çekiyor kendine burnumu, yanaklarımı, gözlerimi, çenemi, telsiz başımı. Ama hiç ses çıkartmadan soluyor karım. Nihayet, yaşıyor! Oysaki bir an için öldü sandım. Ellisinden sonra insan ölümü daha çok düşünmeye, kendine, eşine, ellisindekilere yakıştırmaya başlıyor. Anlamıyorum ki, nedir bu sessizlik gecenin bu saatinde? Ne sokaktan gelen köpek sesi var, ne de caddeden geçen arabaların fren sesleri. Tamam, neredeyse alıştım, trafik lamba direğinin yanındaki apartmanın birinci katında oturmaya. O yüzden duymuyorum uzun zamandır fren seslerini. Pazar gazetelerini bile okumama engel değil bu artık. Ama şimdi, karanlıkta yatak odasının penceresinde dikilmiş, sokağa kulağımla bakarken, geçen arabaların içinden bu saatte fren yapıp duran tek tük de olsa, benim bir ses duymam gerekmez mi? 61

- Mavi Öyküler


Yok, havlamıyor da itler! Sigara paketini tuvalet dekoru olan küçük sabunların üstüne bırakıvermişim, kim bilir hangi kafayla! Ama suya işemiyor muyum yoksa, niye çişim ses çıkarmıyor? Ya bu ellerim yıkanmıyor mu musluğun altında? Bir kâbus mu görüyorum? Belki de yataktan hiç kalkmadım bile. Tabii ya, Ayla’nın horlamasını o yüzden duymuyorum, öyle derin bir rüyaya dalmışım ki. Hatta, yatağı ıslatmış olmalıyım. Ayla beni öldürecek! Çişim biteli çok oldu. Sifonu çekip, klozetin kapağını sert bir şekilde bırakıyorum. Her şey inat etmiş. Ayla bile, çıkartmam gereken bu acımasız seslere bağırmamak için, inatlaşmış kendisiyle. Çünkü o bağırsa duyarım. Hiç bağırmadı ki bana ömründe. Hem hiç ses çıkartmıyorum ki ben. Rüyamdaki sessizlik, onları da uyandıracak değil ya. Dilan’ımı kıyabilir miyim uyandırmaya? Rüya bu. Benim rüyam. Benim sessizliğim. Ama ne zaman bitecek artık? Buzdolabının motoru birden çalışsa da, sessizliğimi irkilerek bozsa. Yoksa bozuk mu? Kapağını açıyorum, ışığı yanıyor. Ocağı yaktığımda, siyah deliklerinden alev fışkırıyor da, niye ‘pof’lamıyor? Ya sigaramı yakarken, kuvvetlice çektiğim duman boğazımı acıtıyor da, niye kâğıdın tutuşup tütünle yanışını duyamıyorum? Masada duran dünkü gazete bile hışırdamıyor. Kolumu kulağıma götürüyorum. Saat suskun. Tezgâhta, kurumaya bırakılmış bulaşıkların yanında, iki tane kayısı çekirdeği var. Bu akşam yediğim kayısıların çekirdeği bunlar. Dilan kayısının çekirdeğini hiçbir zaman atmaz, attırmaz da. Çocukluğundan beri, bana zorla kayısı yedirir; çekirdeklerini çıkartmak için. Çünkü kendisi kayısı yemeyi sevmez. Sadece çekirdeğini toplar. İş dönüşü ona kuruyemişçiden badem alsam da o, çekirdeğin içinden kendi çıkardığı bademi yerdi. Evin arkasındaki bahçeye inip, taşlarla kendi başına kırardı çekirdeği. Şimdi üşeniyor kırmaya. Yine de atmıyor, attırmıyor Mavi Öyküler -

62


da. Çekmeceden etleri terbiyelemek için kullandığım satırı çıkartıp, kayısı çekirdeğini kırıyorum. Paramparça ediyorum. En ufacık bir ses duysam rahatlayacağım. Ama yok, yok, yok. Salona gidip, televizyonun düğmesine basıyorum. Tek bir kanalı olan şu kutunun, gece yarısının yarısında, açık olmadığını biliyorum. Simsiyah ekranda, beyaz harflerle yazılmış; “Televizyonunuzu kapatabilirsiniz” yazısını okuyorum. Ama önünde uyuya kalınıp, televizyonun açık unutulmaması için yayılan, o korkunç sesi duymuyorum. Televizyonun ses düğmesini sonuna kadar açıyorum. Rüyada olmalıyım. Uyanmıyorum. Dilan da, Ayla da uyanmıyor. “Televizyonunuzu kapatabilirsiniz” yazıyor. Kapatmıyorum. Koltuğa uzanıyorum. Sessizce uyuyorum. * Hastaneye gidemiyorum artık. Tahammül edemiyorum buna. Aylardır ölü gibi yatan bir adam için ağlayamıyorum bile. Dilan kızıyor bana, biliyorum. O da kızıyor, biliyor yanına gitmediğimi, hissediyor. Ama gitmek istemiyorum işte. Onu, bu halde görmek istemediğim için gitmediğimi düşünse de Dilan; bu doğru değil. O kadar zayıf değilim ben! Bacaklarından ayaklarına kadar kan gölüne girmişken, götüren ben değil miydim kızımı hastaneye? O hatırlamıyor tabii o günleri. Daha çok küçüktü. Ağlamamıştım, bir tek gözyaşı bile akıtmamıştım, korkmasın diye. Doktor beyaz perdenin arkasında dikiş atarken, gizlice boşaltmıştım korkumu, gözlerimden akıtarak. Sırf o görmesin diye ağladığımı. Korkmasın diye. Yatakta tek başıma yatmaya ne kadar da çabuk alıştım. Uykumun içinde beni, “Horluyorsun!” diyerek uyandırışını özleyecek değilim ya. Hem beni uyandırıp, “Horluyorsun Ayla, düzgün yat,” der, hem de yataktan kalkıp salona geçerdi. Uzun zamandır yapıyor bunu. Kaç yıl olmuştur? On yıl var mıdır? Kürtaj olduğum on yıl oldu mu? Olmuştur o kadar. Kızım çocuk doğuracak yaşta diye, bir cenini karnımda öldürmüştüm. Sırf Dilan utanmasın annesinden diye... 63

- Mavi Öyküler


Yıllar, yıllarım ne kadar da çabuk geçiyor, geçti. O gün başladı horladığımı iddia etmeye. Bağıramıyor bana, söylenemiyor da anca horlama bahanesini uydurdu işte. Bağıramaz ki, kızamaz ki bana, her istediğini yapıyorum onun, yaptım. Dilan kızıyor, bağırıyor ama o hiç bağırmadı, hiç bağıramaz da artık. Dilan, sanki babasının hastalığının sebebi benmişim gibi, köpürüyor bana. Oysa onun mutluluğu için, huzuru için, her şeye boyun eğmedim mi ben? Tek bir kavga görmesin, bir an olsun sevilmediğini düşünmesin diye, elimden gelen her şeyi yapmadım mı? Aileden kalma şirketi, ona en iyi şekilde bakabilmek için kapatmadım mı? Ben anne olduğumda, çocuğumla ilgilenmekle ilgili verdiğim sözleri tutmadım mı? Hiç çalışmadım onu doğurduktan sonra. Derslerine rahat çalışabilsin diye, eline bir toz bezi bile vermedim. Bana ev işlerinde yardım etmesini hiç beklemedim. Bu yaşında bile, yemeğini hâlâ odasına götürüyorum. Neymiş, onun dünyası varmış, odasında yalnız başına mutluymuş. Benim dünyam yok mu? Niye kızıyor bana, hastaneye gitmiyorum diye? Ben de evimde yalnız başıma mutluyum işte. Otuz yaşında bile bebek gibi bakarken ben ona, o beni horluyor. Oysa ne kavga gördü evde ne de bir bağrışma. Her istediklerini yaptım onların. Ama ne oldu? Kötü anneyim işte, kötü karıyım. Horlamıyorum oysa, taktı horluyorum diye. O uyuyamıyor tabii, ben uyuyorum diye sinir oluyor. O gece hiç duymadım yataktan kalktığını, hiç seslenmedi bana. Bacağımı iteleyip, uyandırmadı. Horlama bahanesini kullanmadı. Tuvalette bir şeyin, herhalde dolabın, kapağını sertçe kapattığında sıçradım yataktan. Tuvalet kapısına gidip, “Hasan, iyi misin?” diye seslendiğimde bile cevap vermedi. Musluktan suyun aktığını duyunca anladım iyi olduğunu, ama konuşmuyordu benimle. On yıldır, uyuyabildiğim için nefret etti benden. Ben uyuduğum, o uyuyamadığı için konuşmayacaktı benimle demek ki. Bundan sonra her gece, böyle gürültüler çıkartıp, uyandıracaktı beni. Ama yatağıma tekrar geri dönüp, yattım işte. Uyudum, inadına uyudum o gece. Mutfaktan, salondan, özellikle gelen, o lanet seslere kulaklarımı kapattım ve uyudum. Onun ses çıkartarak bana isyan edişini, Dilan’ın çığlıklarını, hiçbirini, hiçbirini duymadım… Mavi Öyküler -

64


* Aşk Bir Kadın Hastalığıdır, (Pupa Yayınları, 2008) kitabından yazarın izniyle…

p

“HARFLER ARTIK BİRBİRİNDEN KAÇIYORDU” “Kişisel Sorgulamalar” | Ziya Alpay “Biz Aykırıya Ayrıntıya Ayrıksıya Azınlığa tutkunuz.” Edip Cansever I. Uzun zaman önceydi. Kızılay’da eski kitap satan dükkânları dolaşıyordum. Fiyatlarını uygun bulduğum birkaç kitabı alıp çıkmıştım. Eve döndüğümde şöyle bir karıştırayım dedim, neler almışım diye. Tomris Uyar’ın bir öykü kitabı: Sekizinci Günah; Henri Matisse’nin bir resmi, 2.basım. Başlığı ilgimi çektiği için almış olmalıyım. Kitabın kapağını çevirdim: İçindekiler. Bir yaprak çevirdim: 7. sayfa boş; sekizinci sayfadan başlıyor. Başka yerlerde de böyle boş sayfalar var mı diye baktım ister istemez. Evet, beş sayfası sanırım bir baskı hatası yüzünden çıkmamıştı. Bu hoşuma gitti. Bu kitabın kusursuz bir baskısını herkes satın alabilirdi. Fakat bendekine pek az insan sahip olabilirdi… Hatalı basılan pulların koleksiyoncular için paha biçilmez olduğunu duymuştum. Aynı şey kitaplar için de geçerli miydi? Değilse bile bir önemi yoktu. Bunları düşünürken aklıma bir fikir geldi: Boş sayfaları ben doldurmalıyım! Üç sayfası eksik olan öyküyü hemen okudum. Tabii pek bir şey anlayamadım. Okuduğum eserlerdeki kadın kahramanların çoğunu seviyorum. Bu öyküdeki kahramanı da sevdim. Fakat nedense gerçekte onlardan biriyle 65

- Mavi Öyküler


karşılaşamadım hiç. Tanıştıklarım ise bana hep sıkıcı ve gerçekçi geldiler. Anladıkları tek şey: Romantizm. Ne kadar sıkıcı. İşte belki de bu yüzden yazacaklarım öyküyü tamamlayıcı değil; tersine, alakasız olmalıydı. Bu düşüncelerle çabuk bitti o gün. “Başka çay almalıyım, koyu çay dokunuyor… Evet, sağlık çok önemli. Sebzelerin, meyvelerin öyle yıkanmadan buzdolabına tıkılması, düzgün yerleştirilmemesi, buzlukların altının kurulanmaması, odalarda sigara dumanı… Olmaz ki. Tabloların her gün tozunu alırım. Sizin tablolarınız da güzelmiş gerçekten. Geçerken salona bir göz attım. Amcamlarda da duvarlar tıkış tıkıştır. Tıkış tıkıştı yani. Eskiden. Ama mutfak hep tertiplidir. Seramik düşünmediniz mi hiç? Mutfağınıza? Biz siliyoruz tamam. Bu eski taşların arasına kirler, tozlar yerleşiyor. Biz döşeteli bir yıl kadar oluyor. Küçük kızları evlenip gittiğinde… Ben, hayır, hiç. Bir erkeğe köle olamam. Değişen bir çağda yaşıyoruz. İlişkiler bozuluyor, üstüne ne kadar titreseniz de. Hem benim mutfağım var, kitaplarım var, yetiyor. Evimin kadınıyım. Amcam evlenmeyeceğimi anlayınca, çalış bari diye tutturmuştu. Ama yengemi nasıl yalnız bırakırdım? Basit bir kadındır, yol-iz bilmez. Gerçi gerdanı hâlâ ak pak, teni gergin. Artık sırtını bana keseletmiyor. Her neyse. Hep oyuk yakalı entariler, bluzlar giyer, yerli yersiz kızarır, kahkahalar atar. Yemeğe gelen konuk, kocasının iş arkadaşı diyelim. Kulağını bükerim tatlı dille, anlamaz. Amcam da umursamaz zaten, uyarmaz. Yine de bunu hak etmemişti kadıncağız. Bir günde çöktü. İhtiyarladı. Ben sanki doğduğum günden bu yana hep aynı yaştayım. Eski terbiye ne de olsa. Siz kaç yaşındasınız, affedersiniz? Şu ağaca bayılıyorum. Güneşte titreyen yapraklarına… Beni alıp eskilere götürüyor. Kendi başıma, saatlerce oturuyorum balkonda. Yengem odasına kapanır. Kitaplara dalıyorum. Sizin neler okuduğunuzu hep merak etmişimdir. O uzaklıktan seçemiyorum tabii. Yine de içim rahatlıyor. Karşı balkonda da okuyan biri var diyorum. Kız lisesinde yatılıyken, kızlar “Miss Marple” Mavi Öyküler -

66


derlerdi bana. Ağaç, o günleri anımsatıyor. Kız kurusu mu demek isterlerdi, zekâmı mı övüyorlardı bilemiyorum. Ama kafanız yeterince çalışıyorsa, ayrıntıları yerli yerine oturtabiliyorsunuz. Hipermetropi bile fazla engellemiyor. Eşiniz dostunuz çok, biliyorum, ama aslında siz de benim gibi yalnızsınız değil mi? Esinti çıktı içeri girsek. Hem salonunuza bakıp biraz daha bilgi edinebilirim hakkınızda. Bu tür sezgi oyunları oldum bittim hoşuma gitmiştir. Sözgelimi, amcamın pek bayıldığı o hasırları dökülen koltuğu ne zaman ortadan kaldıracağız? Belli etmeden? Eskici her gün geçmiyor ki. Bir de o cilası aşınmış yazı masasını? Kızdırmadan suyuna giderek? Çok dalgındır amcam, kızgınlığını çabuk unutur. En iyisi bir imambayıldı yapmak -patlıcanları kızarmış sever- mendillerini de kolalamalı. Elimle… Ona şöyle güzel bir sofra… Yengemin sırtını keselerim. Altı ay oluyor…” Hatırlıyorum da şimdi… Umutsuz bir gecedeydim. Anneme, sinirlerim bozuk dedim. Muskanı taksana oğlum diyerek boynuma üçgen şekli verilmiş bir deri parçasını geçirmek zorunda kaldım. O yanımdan ayrıldıktan sonra merak ettim, yıllar önce ne yazılmıştı acaba içine? Mutfaktan getirdiğim bir meyve bıçağıyla açtım içini (O anda sigaram kül tablasından düştü, yerine geri koydum). Muntazam bir şekilde katlanmış naylon parçasının içinde yine muntazam katlanmış bir kâğıt parçası vardı. Arapça yazılmıştı. Hiçbir şey anlamadım. Anlasaydım belki kaderimin bütün gizemini çözecektim. Kendimi yatağa bıraktım. Hem boğazım ağrıyordu, hem de garip bir soğuk algınlığı vardı. Sigara da bir tat vermiyordu böyle zamanlarda. Birden odamın kapısı açıldı. Güneş gözlüğü takmış, baştan aşağı siyah giyinmiş bir kız girdi içeri. Beni görmedi. Ya da bana öyle geldi, bilmiyorum. Pencereye doğru yürüdü. Durdu. Dışarıdaki geceye bakarak konuşmaya başladı: - Evet, hatta yanımda bir ajanda ile geziyorum. İlginç gördüğüm bir plaka; mesela 34 TBT 26 gibi. Hemen hangi sokakta saat kaçta gördüğümü not ediyorum. 34: İstanbul. TBT: tabut, 26 da benim yaşım. Bu da gösteriyor ki ben İstanbul’a gidip öleceğim. Gerçi karşılaştığım başka plakalar bana daha uzun yıllar vaat 67

- Mavi Öyküler


ediyordu ya. Ben bu plakaya inandım. İkincisi ise o otomobili gördüğüm sokağın ismi: 9. Sokak. Yani benim sayım. Ortaokul 2.sınıfta Tarih, Coğrafya ve Türkçe derslerinden 9 alınca… Biliyorsun o zamanlar onluk sistem vardı. Ben de 9’u uğurlu sayım olarak ilan etmiştim. En son olarak da saatime baktığımda 9:34’ü gösteriyordu. Yani senin anlayacağın bütün işaretler bu ölümü doğruluyor… Kiminle konuştuğunu anlamak için kalktım yatağımdan. Yanında durdum. Her kimse galiba önceden de sohbet ediyor olmalıydılar. Karşı binanın çatısından, evlerin pencerelerinden, balkonlarından başka bir şey göremedim. Ne kadar bir süre öyle durduğumuzu bilemiyorum. Sessizlik onun radyodan gelen sesiyle bozuldu. Bir şiir okuyordu sanırım. Dinledim. Fakat biliyordum, odamda radyo yoktu. Çok kırılgan bir ses beynimde sürekli yankılanıyordu: - Sessiz mi sessiz bir geminin önündeydiler. Önündeydik. Başları öne eğik yürüyorlardı. Kollarında durmuş saatler. Vardı. Gemiye doğru yaklaştılar. Arkalarında siyah çizmeli melekler. Sessizlik içinde notalar yerlerini şaşırmıştı. Birden uçan martılar gibi dağılmışlardı. Kırmızı pardösüleriyle, yırtık sesleriyle, yeniden diriliş piyesini canlandıran oyuncuların hepsi başını göğe kaldırdı. Sorulacak bir soruları vardı -Ey Tanrım, biz yaşadık mı? Gerilerden gözü yaşlı bir çocuk koştu, aralarından geçti, tırmandı gemiye. Gördüler onlar da, işte güvertede, diz çökmüş oturuyor. Nedense bazı şeyler çok hızlı oluyor, mesela gece çöküyor. Fakat o gözleriyle bir şeyler söylediydi. Biz de orda mıydık? Onlar da orada mıydılar? Durmuş saatleri ve kırmızı pardösüleri hatırlıyorduk hayal meyal. Unutmalıydık belki her şeyi… Sustuk. Sonra aradan dokuz yıl geçtiğini öğrendik. İçimizden biri ben gemiyi hatırlıyorum dedi. Açık maviydi gözleri. Kahverengi oluverdi. O gemiyi, siyah çizmeli melekleri… Hepsini… Çocuk, bir çocuk güvertedeydi. Hep birden söyledik içimizden -gemi de kalkmak üzereydi-. Peki ne diyordu? Sanki başka bir dilde konuşuyordu. Gerçekten de pek anlaşılmıyordu. Bir cümle birikmeye başladı içimizde de biz, biz işte o anda gemiye biniyorduk. Kalp atışlarımız durmuştu. - - - Bir elektro şok, bir daha bir daha… Anladık artık ne diyordu. “O sonsuz aşkın yıldızı Mavi Öyküler -

68


ne zaman yörüngesinden çıktı?” Harfler artık birbirinden kaçıyordu. Ben yazdıkça boş sayfalar çoğalıyordu… Bilmiyorum ki harfler acaba neden birbirlerinden saklanıyordu? “Size doyum olmaz, kalkayım artık. Yengem bekliyordur. Alışkanlık. Bir bakıma iyiydi eski komşuluk ilişkileri değil mi? Ama görüşebilecek insan sayısı gittikçe azalınca, insanlar bayağılaşınca neye yarar? Kim derdi amcamın öyle bir kızla… Hiç ummazdım. Daha görgülü, daha olgun biriyle belki… Arada bir uğrayıp dertleşebileceği… Yine de komşuluk iyidir, kim ne derse desin. Limon kalmadığında, telefon kesildiğinde, evdeki biri öldüğünde falan, çalınacak bir kapı… Şey… “Siz amcamı yakından tanımıyordunuz değil mi?” II. Yaşamın öteki ucundaydım. Anlatacaklarımı bir kâğıda yazdım. Katlayıp otuz beşlik rakı şişesinin içine koydum. Denize bıraktım. O da beni terk etti. Bir kahvede akşama kadar çay ve sigara içtim. Bir şeyler oldubitti. Ben fazlasıyla geciktim. Sonra da gecikmiş olmayı sevdim. Örneğin okuduğum romanın bir paragrafında takılıp kaldım. Başkası olsa çoktan bitirmişti, ben yıllardır aynı sayfadayım. Ve işte şimdi balkonda oturmuş seni izliyorum. Rüzgâr esiyor, saçlarını yüzüne düşürüyor bazen. Tişörtünü göğüslerine yapıştırıyor. Böyle kalsa. Biliyor musun, yıllar sonra gazete aldım bugün. Masanın üzerine koydum, kahvaltıdan sonra okuyacaktım, okumadım. Birden çok önemli bir şeyi hatırladım: Genelde bu saatlerde sigara içmek için çıkıyorsun balkona, birilerinin görmesini istemiyorsun gibime geliyor bana ve parmağının ucuyla sigarana hafif bir dokunuş yaptığında, küller dağılıp düşerken, havada sağa sola uçmaya başlarken… Anlatsam dinler misin? Vaktin var mı? Ben burada saklanıyorum. Belirli bir mekânın içinde değil, işte şu dakikaların içinde hayattan ve ölümden, acıdan ve kaygıdan 69

- Mavi Öyküler


uzaklaşıyor belki bir anlamda nesneleşiyorum. Eğer hiç hareket etmesem zaman bizimle birlikte duracakmış gibi geliyor. Sigaranı balkon demirlerinin kenarına koyduğum kül tablasında söndürüp arkanı döndüğünü, kapının koluna doğru elini uzattığını, bacaklarını ileri attığını, saçlarının havada savrulduğunu görüyorum. Hayretler içinde kalıyorum. Ardından ezberimden birkaç dize okuyorum: “Saklıyız. Biri mi geziniyor dünyada ne / yok canım bize öyle geliyor / olmayan insanlarız. Üstelik olmamaya / tanığız, kararlıyız. / Sanki bir hayat komasından çıktık da / görünsün istiyoruz yeniden / hep aynı biçimde yeniden / yeniden, yeniden, yeniden çıldırdığımız. / Hayat ölüm istiyor, bozgundayız / bir karanlık gibi geçen Vartuhi / ölüme dalmış gibi. Ölüme / saplı bir bıçak gibi Armenak.” Beni duymuyorsun. Ne yalan söyleyeyim ben dahi kendimi duyamıyorum bazen. Düşünmek, insanın kendi kendisiyle konuşmasıdır diyordu ya Eflatun. Bana kalırsa konuşmasıdır yerine boğuşmasıdır dese daha iyiydi. Çünkü artık kimin kiminle konuştuğunu ayırt edemiyorum. Sahi!! Ben şu an kiminle konuşuyorum? Üç gün 9 saat 45 dakika sonra: Sonunda yine buradasın. Seni gördüğüme ne kadar sevindiğimi bilemezsin. Bu günlerde yolunda gitmiyor hiç işlerim. Bana çok önemsiz görünen uyduruk meseleler yüzünden herkesle aram açılıyor. Sanki neden kendilerine benzememi istiyorlar? Her şeyime karışıyorlar; öyle mi giyinilir, böyle mi yemek yenir, bu kitaplar mı okunur, o ne biçim saç, bu saate kadar yatıyor musun?.. Yalnızca Cemal Amcam beni korurdu; Karışmayın çocuğa, yaşasın dilediği gibi, nasılsa hayat ona öğretir her şeyi, derdi. Şiir gibi konuşurdu. Lisede edebiyat öğretmenliği yapıyordu. Ne zaman evlerine gitsem mutlaka elime bir kitap tutuşturur, Bunu oku sonra hakkında sorular soracağım, diyerek okumaya teşvik ederdi. Severdi, ama çok severdi saksıda yetiştirdiği çiçeklerini, her akşam bir parça peynir ve bir bardak sütle beslediği yavru sokak kedilerini… Bir gün kızdığını görmedim. Küfür de etmezdi hiç. Kötü bir günün sonunda yanına kaçtığımda, bir şey sormazdı. Anlardı. Gözleri dolardı. Hüznü uzun sürmezdi. Sonra bildiği Mavi Öyküler -

70


bütün fıkraları anlatırdı. Kaç defa dinlediğim halde sıkılmazdım. Cemal Amcam öldü. Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Kömürle dolu zeytinyağı tenekeleri ile merdivenleri çıkıyormuş. Ben ona dargındım o zamanlar. Şimdi hatırlayamadığım bir şeyler demişti bana. Kırılmıştım. Telefon çaldı. Babam anneme baktı. Sonra da yağan kara. Artık ne zaman kar yağarsa böyle, amcam ölüyordur. İnsan bir kere ölürdü. Cemal amcam ise… Sen bilmezsin onu. Uzun boylu, kır saçlı, ince yüzlü dalgın bakışlıydı. Kahverengi gözleri ile baktığında geçmişte kalan acı günlerin kısa bir özetini yapardı da dudaklarındaki gülümsemeye aldanırdın. Tamamlanmamış bir şiir gibi merdivenlerin bir basamağında… Gidiyorsun değil mi? Daha sigaran bitmemişti. Biri içerden çağırmış olmalı. Bu durumda ben Tabutta Röveşata filmini izlemeliyim. Sonra görüşürüz.

p

“PEKİ, NİYE EVLENMİYON?” “Sarıgül Nene” | Leyla Süslü Küçük, iki katlı evlerin bahçelerindeki kasımpatıların lila renginin geceye teslim olduğu saatlerde, inceden başlayan bir kar serpintisiyle kasaba sessizliğe bürünüyor. Kuzeydeki denizin hoyrat dalgalarına direnen Kalpazan Kaya’nın mağrur duruşunda beliren kristal beyazlık, bir anda parlayarak karanlığın içinde kayboluyor. Keskin bir rüzgâr esiyor, güneydeki kestane ağaçlarının ardında gizlenmiş çamların kokusu iyot kokusuna karışarak. Siyah, eskimiş kabanına sımsıkı sarılmış Rana; şefkatli ellerin arasındaymış da sımsıcak bir sarılıştan az önce uyanmış gibi, deli bir poyraza tutulmuşçasına ve hızlı adımlarla rüzgârı yararcasına yürüyor. Yüksek dağların ve denizin arasında sıkışmış her şeyden uzak sislerle çevrili bu kasabada, bu her şeyden yalıtılmışlık hissi ona 71

- Mavi Öyküler


iyi geliyor. Üç katlı binanın girişine adım attığı anda ise alt kattaki Sarıgül Nene koca bedeniyle Rana’nın önüne atlıyor. “Nerden geliyon?” Ölünün köründen, demek istiyor Rana. Ölünün köründen! Bu sıkıcı kasabada sanki gidecek bir yer var. “İşten geliyorum.” “Seni sahilde görmüşler.” “Eeee?..” “Öyle işte canım.” “Hadi, iyi akşamlar nene.” “Diyorduk ki Hasan’la ben, sana akşam çayına gelsek?” Tabii, vırvırınızla beynimi sikeceksiniz, değil mi? “Sarıgül Nene akşam çoook işim var. Kusura bakma başka bir zaman.” “Ne yapcan ki?” Raporsuz bu kadın, beni eşikten sokmayacak anlaşılan. “İşlerim var işte Sarıgül Nene. Hadi, sağlıcakla kal.” Rana hızla merdivenleri tırmanırken, merdiven boşluğundan hâlâ Sarılgül Nene’nin sesi geliyor. Adımlarını hızlandırıp kapıyı hızla açıyor. Tatlı bir huzur buluyor evin içine girer girmez. Kendine bir çay hazırlıyor. Denizin karanlık yüzünü seyre dalıyor bir an. Ve tam keyfin ortalarında kapı çalıyor. Keyifsizce mercekten bakıyor. Sarıgül Nene kapının eşiğinde. Açmayacağım işte. Yetti artık! Nene gözü kapalı, ısrarla zile asılıyor. Rana kapıyı istemeye istemeye açıyor. “Ne yapıyon?” “Şöyle bir mastürbasyon yapayım dedim, ama sen hiç fırsat vermiyorsun ki Sarıgül Nene.” “Ne dedin kızım, anlamadım?” “Boş ver anlama zaten bu yaştan sonra. Bir anlarsan nasıl yaşadığını, dünyan yıkılır!” Rana kapıyı yarı aralık tutuyor. Sarıgül Nene’nin yarı ayağı ise kapının eşiğinde. Rana kapıyı kapatmaya çalıştıkça Sarıgül Nene eşiği aşındırıyor. En sonunda eşiği aşmayı başarıyor. Mavi Öyküler -

72


“Buyurmaz mısın Sarıgül Nene?” Salona doğru atağa geçiyor ve hop diye az öce Rana’nın keyif yaptığı yere oturuveriyor. Rana da sessizce karşısına oturuyor. “Eeee kızım, nasılsın?” “İyi nene. Sen nasılsın?” “Allah’a emanet ol kızım.” “Sağ ol Nene.” “E kızım sen de evlenmemişsin. Hayırlısıyla bir kısmetin çıksa da başını bağlasak.” Hah bir bu eksikti. Hesap ver bakalım Rana? Hesap vermediğin bir Nene kalmıştı. Ona da hesap ver. Annesinden bu cümleyi duymaktan gına gelmişti. Her tatilde zavallı kadının ısrarla evlendirme çabalarını Rana boşa çıkarmıştı. Baş bağlamaya ne meraklıydı bu toplum. “Kimseler beni almadı Nene. İşte bu yüzden evde kaldım.” Taşı gediğine oturtmaktan memnun, kahkahayı basıyor Rana. “Vay başıma gelenler. O nasıl söz… Gül gibi kızsan. Gençsen, tahsillisen, Güzelsen. Elini sallasan ellisini bulursan.” “Ellide bir adam yok Sarıgül Nene.” “Vış! O nasıl söz? Kızmazsan sana bir şey diyecem kızım. Ben de senin bir anan sayılıram. Bizim Mehmet var. O da evlenmedi. Seni görmüş çok beğenmiş. Anası babası kimi kimsesi yok.” Rana kıpkırmızı, Sarıgül Nene’ye şaşkınlıkla bakmaktan ne diyeceğini şaşırıyor. “Böyle olmaz bu işler Sarıgül Nene. Ben evlenmeyeceğim.” “Yoksa gizli sevdalı mısan?” “Yok be Nenem.” “Peki, niye evlenmiyon?” Allah Allah! Beni doğuran anam beni evlendirememiş şu işe bak!.. “Karşılıklı çıkar ilişkilerine bağlı ve bencil içgüdülerine kurban edecek bir çocuk yaratmak için tezgâhlanmış bir kavramın kim kurbanı olmak ister Nene?” “Hı!” diyor Sarıgül Nene. Gözleri kocaman söylediklerini anlamlandırmakta zorlanmış bir bakışla bakıyor Rana’nın yüzüne. Zavallı kadının havsalası böyle bir cümleyi kaldırmıyor. Tuh sana Rana, utanmıyorsun elin yaşlı garibiyle dalga geçmeye. 73

- Mavi Öyküler


Ancak kendi bildiği yolda devam ediyor Nene. “Ama niye ki kızım? İnsan evlenmeli çoluk çocuğa karışmalı.” “Niye evlenmeliymiş nenem? Kim demiş? Sen evlendin de başın göğe mi erdi? Al çocukların da seni bırakıp gitmiş.” “Çocuklar kuş misalidir, vakti gelince uçar giderler yuvadan.” “Nene hadi boş ver bunları. Bu işlere ayıracak zamanım yok benim.” Nene vazgeçmiyor. “Kızım bak sonradan pişman olacaksan.” Rana bir işgalden nasıl kurtulacağını hesaplayarak uzun süredir yemediği tırnaklarını kemirmeye başlıyor. “Bak Nene bir daha bana birilerini bulmaya kalkma. Şimdi müsaade edersen işlerim var, onları yapmam gerek.” Nene olduğu yere çakılmış gibi, ayakları gitmiyor. Her akşam bu manzarayla insan nasıl yaşar? Şöyle kafamı dinleyip evimde rahatça taciz edilmeden dinlenemeyecek miyim? Bir iki dakika sonra Rana, okuması gereken notları masaya diziyor. Fakat Nene’de yine hareket yok. “Sen istiyorsan otur Nene. Ben bu işleri bitirmeliyim.” “Televizyonu niye açmıyon? Dizi oynuyor.” Haydaaa! “Nenem televizyon bozuk. İzlemiyorum.” Sanki Rana’nın hayatında çok büyük bir şey eksikmiş gibi, televizyonu açmak üzere ayağa fırlıyor Nene. “Televizyonsuz yaşanır mı kızım?” Rana, sabrı taşmış bir vaziyette Nene’ye bakıyor. Fakat buna rağmen yaşlı bir kadının kalbini kırmamak için de kendini zorluyor. Ama hayır, Nene pes etmiyor. “Şuraya da bir perde as.” “Niye Nene? Karşıda bina yok ki. Hem ben denizi izlemeyi seviyorum.” “Olsun sen yine de as.” “Yaşlı kadın, aldırma” diye tekrarlıyor Rana içinden; sabrının son demlerinde. “Hem şu kanepeyi de şuraya al,” dediği anda Rana kıpkırmızı oluyor. Mavi Öyküler -

74


“Nene sen en iyisi eve git.” Birkaç saniye geçmeden Rana, kaba davranışından utanmış Nene’ye bakarken, sanki söylediklerini duymamış gibi, “Yarın sana tamirci Necati’yi çağırayım” diye ısrar ediyor. “Nene kurbanın olayım, işlerim yoğun, bunları konuşacak ne zamanım ne de enerjim var. Televizyon izlemiyorum dedim sana. Niye anlamıyorsun? En iyisi seni yolcu edeyim.” Nene ayaklarını sürükleyerek isteksiz ayağa kalkıyor. Rana, Sarıgül Nene’yi zar zor dışarı çıkarıyor. “Oh beee…” Ertesi gün Nene yine kapıda. Fakat Rana bu kez eve girmekten vazgeçip Sarıgül Nene’ye el sallıyor uzaktan. En iyisi bu evden taşınmak. Rana çark edip sahil yoluna sapıyor. Halil Efendi’nin yanına uğruyor. “Tez elden bir ev bul Halil Efendi. Ev çok güzel, çok seviyorum orayı, ama alt kattaki kadın beni çıldırtacak.” Halil Efendi olayın ciddiyetinden uzak gülüyor: “Altı üstü bir ihtiyar.” “İhtiyar deyip geçme Halil Efendi. Her gece her gece, artık çekilecek gibi değil. Yalnız kadın anlıyorum ara sıra gelsin, ama canıma tak etti artık. Resmen taciz ediyor. Her şeye karışıyor. Hesap soruyor. Önceleri ihtiyar kadın diye ses etmiyordum. Ama sınırı çok aştı.” “Ne yaptı ki?” “Beni evlendirmeye karar vermiş bir kere, ha bire koca adayları tespit ediyor.” “İyi ya ne güzel,” diyor Halil Efendi, durumdan hoşnut bıyık altından belli belirsiz gülümseyerek. “Yapma Halil Efendi.” “Tamam, bir yol buluruz.” “Sağol. Görüşürüz. Neneyi bekletmeyeyim. Yine kapının ya da pencere önünde kesin bekliyordur. O değil zatürree olacak soğukta. Sonra vicdan yap dur.” “Seni mi bekliyor?” “Maalesef.” Gecenin ilerleyen saatlerinde Rana sessizce binaya girmeye çalı75

- Mavi Öyküler


şıyor. Otomatı bile yakmıyor ki ihtiyar uyanmasın. Ve tam “oh be atlattım” diye aklından geçirirken, merdiven otomatı “şak” diye yanıyor. Sarıgül Nene yine kapıda. “Gızz, nerden geliyon bu saatte?” Ölünün köründen geliyorum Nene! Sen de gelmek ister misin?

p

“KİMSE BİZİ TANIMAMIŞ GERÇEKTE” “Gerçek” | Feridun Demir Soğuktan titriyordu… Tatlı bir üşümeydi oysa bendeki… Durakta, otobüs bekliyor… “Merhaba…” “Nasılsın?..” Garip, konuşamayacağız galiba kızla, oysa oldukça rahat bir gün yaşamıştık… Neşeli bir boş vermişlik vardı gün boyu üzerimizde… Şimdi, şurda bu günkü ruh halimiz “doğrultusunda” bir muhabbete girebilmiş olsak kızla, sırf “laf olsun”luk olarak nitelendirilebilecek “Alinazik yapmasını biliyor musun”dan “benimle evlenir misin”e kadar uzanabilecek değişik soru kalıplarıyla başlayacak rahat, hoş bir “otobüs bekleme” birlikteliği yaşayabilirdik… Oysa şimdi, konuşmak istemeyeceğiz, beynimiz başka yerde kendimiz burada, ite-kaka zorla bir şeyler geveleyip duracağız ağzımızda… Ve tabii bu arada kız da bir şey var sanacak, kendiyle ilgili bizde… Yüceltecek kendini: “Hissettirmişiz…” diyecek belki de… “Teşekkür ederim, iyiyim… Fazla biletin var mı?” Aaa!.. Nedir?.. Ama… Bi bilet böyle istenilebilir ancak… Garip, yani hoş… İyi bu kız, kesinlikle, “harbi” iyi… bi dakka, titriyo, ama titriyo ya… “Titreme…” Kahretsin, niye böyle bişi dedik ki şimdi… Belki de sadece söylemeyi düşünmüşüzdür de söylememişizdir… Ama söyleyelim ya, titremesin böyle… Neyse, duymadı galiba… “Fazla bilet, var, evet…” Mavi Öyküler -

76


Aslında yok… Sadece tek bir bilet var yanımızda, bileti ona vericeğiz, sonra ilerdeki bayie yürüyüp geri geleceğiz durağa… Biz üşümüyoruz, hafif bir sertlik bizim için bu sadece, ama kız nasıl da titriyor baksana… “Titreme ya…” (Yok, bu kez kesin dışımızdan da söyledik…) “Ama soğuk…” (Söylemişiz işte…) “O kadar soğuk değil aslında…” “Hayır, çok soğuk…” Ve şimdi o bu şekilde soğuktan titrerken, bin kat daha “şirin”, bin kat daha “hoş”, “tatlı” ve kırılgan… Peki neden âşık olmuyoruz ona, nedir olayımız, “anlamadık mevzuumuzu”… Kıza bileti uzatır… “Çok teşekkürler, bi dakka, para veriyim…” (Sırt çantası, para, cüzdan…) “Boş ver ya…” “Yok, olmaz…” (Sırt çantası, para, cüzdan…) “Ya saçmalama ama…” “İyi, sen bilirsin, tamam o zaman, hem cüzdanımı çıkartamıyorum… Yine salak bi yere sıkışıp kalmış…” Tamam işte, aynı be abi, bizim gibi işte… “Nasıl olucak, n’apıcaz şimdi? Şöyle mi? Yok böyle, yoksa?..” Garip bi şey bu, adı tam yok… Neyse, geçelim… Ve şimdi yürüyorduk… Otobüs gelmiş ve kız otobüse binip gitmiştir… Ve klasik “sendromumuz”dur oysa gerçekte bu… Evet, yürüyorduk… Bayie gidecek bilet alıp geri dönecektik… Saçlarını özenle taramıştı bugün, daha bi kadındı sanki… Üşüyor, titriyordu; atkısı yoktu ama… Yarın bi atkı alsak ona; “üşüme” diyip hediye etsek… Nasıl sevinirdi; yüzünde kocaman bir gülümsemeyle neşeyle çığlık atardı… Sonra şaşkınca bize baksa; gözlerinde şaşkınlığın, sevincin ve utanmışlığın aynı anda oluşturduğu, o bizi her defasında deliye çeviren bakışla… Çok ince, adeta boğulurken mırıldanılmaya çalışılan bir şarkı gibi dudaklarından çıkan bir “teşekkür ederim” duyulsa sonra… “Asıl biz teşekkür ederiz” desek… “Neden…” dese… Ne söylemeliyiz peki… Nasıl anlatmalıyız… Bir nehirde akıyorduk, sürükleniyorduk belki; kim bilir… Ve şimdi bu nehrin artık denize ulaştığını 77

- Mavi Öyküler


anlatmalıydık ona… Yıllardır arıyorduk, ama neyi aradığımızı bilmeden arıyorduk… Bize “ara” demişlerdi sadece ve aramanın gerekliliğinden, güzelliğinden, büyüsünden bahsetmişlerdi… Ve şimdi ancak bu “bulma” anında anlıyoruz, gerçekte neyi aradığımızı… İşte buydu; “nefret, kaçış” değildi bizim yola çıkma nedenimiz… Yanlış anlaşılmasın, bu nedenle yola çıkanları suçlamıyoruz kesinlikle… Ama bu işte sadece; biz “nefret, kaçış”la yola çıkmadık, biz, “merak ettik” sadece… Nefret edenler, kaçanlar kendilerini “yalnız” bıraktılar zamanla, nefret ettiler, herkesten kaçtılar… Oysa biz “yalnız”dık zaten… Merak ettiğimiz an artık “yalnız”dık… Yalnız “kalmamıştık” biz, yalnız “olmuştuk”… Ve aradığımızı bulduk şimdi… Fakat bir “kişi” var artık bizim için de belki, ama “yalnız”ız biz hâlâ… Bir doğum lekesi gibi; ya da yüzümüzdeki bir bıçak izi gibi bizim yalnızlığımız… Biz demeliyiz: “Biz, sinemanın önünde bekliyorduk… Hangi filmi seyretmek için beklediğimizi bilmiyorduk doğrusu… Önemi de yoktu bunun… Sinemayı sevmezdik pek, sanat olarak… Hele sinemaya gitmek, filmin başlamasını beklemek imkânsız bir şeydi bizim için… Ve sinemaya girdik sonunda… Film başladı… Biliyor musun, film tam bu noktadan başlıyordu… Sana seni sevdiğimi anlatıyordum ve sonra; sonrasını bilmiyorum… Çünkü tam o an çıktım salondan… Sonrasını izlememeliydim… Filmin sonunu bilmemeliydim kesinlikle…” Kendimizi kandırıyor, oyalıyoruz sadece… Hiçbir şey söyleyemeyeceğiz, anlatamayacağız biliyoruz… Atkı filan da hediye edemeyeceğiz… Ürkeklik mi bunun adı, yoksa korku mu, ya da tam tersi boş vermişlik mi?.. Yo, bu sefer öykü bu noktada bitmeyecek, asılı kalmayacak galiba… Konuşacağız sanırım onunla gerçekten… “Sadece, sesimiz biraz anlaşılmaz çıkacak…” Sonra ağzımdaki dişleri tükürdüm yere… “Çok güçlü bir yumruktu bu seferki galiba, gerçekten âşık olduk sanırım…” Ayaklarımın yorulduğunu hissettim birden… Uzun zamandır yürüdüğümü fark ettim… Kentin dışına çıkmıştım, büyülü bir duyguydu bu… Kentin ışıklarını uzaktan seyretmek, insana ve şeytana dair kendi kendine konuşmak… Saçımı taramadan çıkmıştım o gün evden; ve yaşamımda ilk kez rüzgârı saçlarımda Mavi Öyküler -

78


bu şekilde hissediyordum; rüzgâr adete bir çocuk gibi oynuyordu onlarla… Sanki tüm bu olanlar sadece bir espriden ibaretti, çok bilindik, herkesin daha siz “fıkrayı” anlatmaya başlamadan sonunu size anında “pat” diye söyleyeceği; basit, komik bile olmayan bir espri… Kentin dışındaydım… Ayağımın altında asfalt veya beton değil; toprak, yerküre vardı tüm gerçekliğiyle… Ve insanlar değildi bu kez çevremi kuşatan, buğday başaklarının sarı “bereketiydi”… Uzaktan izliyordum, kentin ışıklarını; göz kamaştırıcı ve sahte… “Bilim, doğaya karşı kazandığı en büyük zaferidir insanoğlunun… Oysa ışık bir yanılsamadır sadece ve gaz odalarında ölürken görülen bir düştür sadece bilim…” Sessizce oturdu bir süre “yerküre”nin üzerinde… Sonra karnının acıktığını hissetti… Evine dönmeliydi… Sonra kente yeniden baktı… Eskiyi düşündü ve şimdiyi… Yine kendi kendine konuşmaya başladı; ama bu kez kimsenin kendisini duymasından çekinmeden, avazı çıktığı kadar bağırarak, kendi kendine, “Zaman gerçekten korkutucu bir güce sahip, bazen gülünç, bazen acı verici… ‘Dün’ olduğunu söylüyorlar ya hani her şeyin bugün, bu sanırım… Dostlar, eski dostlar, daha eski dostlar; hiçbir ortak noktamız kalmamış; ya da daha kötüsü hiçbir ortak noktamız yokmuş aslında… Ve yalnızlık; biz yalnızız asıl… Yanımızdakiler, dostlarımız, sevgililerimiz; bir susuş beraberliğiymiş gerçekte hepsi… Kimse bizi tanımamış gerçekte, biz ‘başka’ biriymişiz, başka biri kalmışız hep… İlk sana rastlamışız, suskunluğumuzun içinde bizi bulup ilk sen konuşmuşsun bizimle ve biz; her türlü ‘geyiğe’ olağanüstü bir anlık kendine yabancılaşmayla girebilen adam; ‘eyvallah’ deyip, girmişiz seninle ‘mevzua’, oysa bizim ‘mevzuumuz’ başkaymış, bambaşkaymış hep… Peki, insan olmak hangisi? Bizim bize gelenlere yaptığımız mı? Yoksa bize gelenlerin, bize yaptığı mı?.. Ve aşk; bizim aşkla ilgili sorunumuz bu mu yoksa sadece?.. Hep birileri bize gelmiş, bizi kendileri gibi bilmiş, sanmış; onlara kendileri gibi olduğumuzu hissettirmişiz… Oysa biz kimseye gitmemişiz; biz yalnızlığı bilmişiz, sevmişiz de… Gelenler yetmiş bize, kimseyi bulmamız gerekmemiş… Evet, buymuş belki de…” Sustu sonra, yorulmuştu… Bir keman sesi duydu, bir fısıltı gibi “kır”ı kaplamıştı bu ses… Kentin uzak ışıltısının, kırda esen gece esintisinin, yıldızla79

- Mavi Öyküler


rın, gecenin; insana ve şeytana dair düşüncelerin arasında; uzak ama canlı, gerçek ve bir o kadar da “düş” bir andı bu… Ve soğuktu, tatlı bir üşüme değildi artık sadece, gerçek bir soğuktu… Titriyordum ben de işte sonunda onun gibi… Etrafıma bakındım, keman sesinin nereden geldiğini anlamaya çalıştım… Küçük bir tepenin üzerinde bir ateş, bir kızıllık fark ettim… İnce bir duman gökyüzüne doğru salınarak çıkıyordu… O tarafa doğru yürümeyi düşündüm bi an… Sonra durdum… “Canı cehenneme…” Kente baktım sonra, ateşe, kızıllığa “gidemediğime” göre, kente dönmeliydim, “farkındaydım” bunun ve aslında istiyordum da… “Ama bu gece değil.” Ve yıldızlara bakarak düşünmeye başladım yeniden seni… “Neden olmasın?” Aylar geçer sonra… Ve sonra… Evet, aylar geçmiştir, ama takvim yaprakları yırtılmamıştır bir daha o günden, geceden sonra… Ve aylar sonra bir gün, tüm birikmiş sayfalar “birden” kopartılır… Anlamı yoktur çünkü artık zamanın, yaşamanın… Kızla konuşuyordur… “Bugüne kadar yaşadıklarımız, önsözüdür aslında, bundan sonrasına dair yaşayacaklarımızın… Ve tüm önsözler gibi gereksiz, sadece sayfa doldurmak için yazılmış, kimsenin okumayacağı ve okuması için de yazılmamış gerçekte… Seni düşündük dün tüm gün. Her şey olabildiğince ‘basit’ olsun istemişizdir oysa bugüne dek… Küçük bir iş, düzenli ödenen –belki biraz zorlanarak– kira ve vergiler… Bunun yanında belli bir para birikimi… Ve zamanın nasıl geçtiğinin farkında olmadan sevdiğin kadınla birlikte yaşlanmak, sağaltıcı bir ilaç gibi bizi yatıştırıcı, ‘acı’larımızı yok edici veya en azından ‘örtücü’ bir eş… ‘Dün, tüm gün seni düşündüm…’ Oysa bu cümleyi hep sahte bir cümle kalıbı olarak kullanmışızdır şimdiye kadar biz… Düşünmüşüzdür evet, ‘yolda karşılaştığımızda göz göze geldiğimiz an yüzü kızararak, başını öne eğen’ tarz kızları… Ama bu düşünüş o ‘kişiye’ karşı özel, direk bir düşünüş değildi gerçekte hiçbir zaman; yaşamımızda boş kalmış, bir türlü doldurulmamış bir kadın özleyişi, kadınlara yönelik genel bir istek, yönelimdi hep… Ve ‘bir kadın’ bizde ‘birtakım’ duygular uyandırmışsa, bu ‘birtakım’ duygular, o ana dek Mavi Öyküler -

80


bizde ‘birtakım’ duygular uyandırmış kadınların, biz de uyandırdıkları ‘birtakım’ duygulara eşit ve aynı olurdu… Oysa şimdi özel olarak ‘sen’i düşünüyoruz… Ama biliyoruz, sen bir ‘tamamlayıcı’, bizim içimizdeki o ‘göç kervanını’ kalmaya, yerleşmeye zorlayacak; bize yeryüzünde bir toprak parçasının sahibi olmayı düşündürtecek, istetecek bir eş değilsin… Sen bir ‘dost’sun, bir yol arkadaşısın… Senin içinde de ‘yürüyüşe ve yola’ dair düşler, çemberi kırıp ilerlemeye dair düşünceler var… Birlikte sonu veya yarını olmayan; ancak acılara, kaybedişlere ulaşabileceğimiz bir sevgilisin sen…” “Neden sustun?” “Dün seni düşündüm hep… Ve gün biterken, bugüne dek günleri sensiz; boş, anlamsız , yaktığımız ama tek bir kez bile dumanını içimize çekmeden söndürmek zorunda kaldığımız bir sigara gibi harcadığımızı anladık… Ve sonra sabah oldu, uyandım yine her günkü gibi… Odamın içi sigara dumanıyla dolmuştu, boğucu nefes alınmaz olmuştu… ‘Şimdi’ diye düşündük, o burada olsa, penceremizi açsa odamızı havalandırsa…” “’Biz’ utanıyoruz siz böyle konuşunca ama…” “Sizin bu utangaçlığınıza âşığız belki de biz zaten…” “Siz de bilirsiniz, kan; damarlarda dolaşsın, ne biliyim akciğerlerden dokulara oksijen, dokulardan da akciğerlere karbondioksit taşısın diyedir… Peki nedir şimdi bu aşk böyle?.. Bize karşı sinsice planlanmış bir suikast mıdır yoksa?.. Damar bütünlüğümüzün bozulması ve kanımızın damar dışına çıkmasını sağlamak için midir yoksa?..” Osman’ın telefon numarasını hatırlamaya çalıştı bi an, olmuyordu… Hafızası hiç iyi sayılmazdı doğrusu bu konularda… Osman onu aramış ve “Nerdesin…” diye sormuştu oysa, tam olarak bi soru değildi aslında bu, bir sitemdi… “Osmanvari” bir küfürdü açıkça… “Terminaldeyim, Ankara’ya gidiyorum…” “Saçmalama…” “Doğru söylüyorum…” “İyi…” “İyi, tabii…” “Kızla konuştun mu?..” “Otobüs kalkıyor, ‘ben seni sonra ararım’… Geç kalıyorum…” Oysa yıllar önce “geç kalmış”tı bile… O çok inandığı bilim yanılıyordu işte, bilim denen şey, onun moleküllerden, hücrelerden, atomlardan oluştuğunu söylüyordu her seferinde; ama gerçekte o; “geç kalmalar” ve “yalnızlıklar”ın üst düzey or81

- Mavi Öyküler


ganizasyonundan ibaretti sadece… Ve “Osman dost”un telefon numarasını hatırlayamıyordu bir türlü… Kendine kızıyordu bir yandan da, cep telefonunu kaybettiği için… Tüm dostlarının telefon numaralarını da cep telefonuyla birlikte yitirmişti çünkü… Ankara’daydı, kimse ulaşamazdı burada ona… Ve şu da vardı; hiç arkadaşı yok sayılırdı artık Ankara’da… Eski lise arkadaşlarından sadece birisiyle görüşüyordu… Ailesi dışında kimse yoktu onun için Ankara’da… Tüm dostları, tüm yaşamı, okulu, Bursa’daydı… Ve günler geçtikçe kendini giderek daha çok yalnız hissetmeye başlamıştı; salt “kendinden” ibaret, sadece “merhaba, benim adım …” olarak bile olsa kimseyle konuşmadan yaşanan bir hayata tutsak olmuştu burada şimdi… Sanki gerçekten de hayatında, şu an olduğu gibi annesi ve babasından başka kimse yoktu… “Yoksa her şey bir düş mü”ydü bile, belki bazen… Bazen; “Bursa”ya hiç gitmemiş, o insanları, dostlarını, okuldaki “elemanları”, hocalarını, komşularını, kediyi ve onu gerçekte hiç tanımamış gibiydi sanki… Üstelik garipsediği bazı şeyler de vardı… Örneğin; hiç cep telefonu olmamıştı mesela Ankara’da… Nefret ederdi Ankara’dayken cep telefonu “hadisesinden”… Neden Bursa’da durduk yere bir cep telefonu “edinsin”di ki… Ve üstüne üstlük hayatla ilgili tüm “bağlantı”larını tamamıyla bu salak alete “bağlasın”dı… Yavaş yavaş her şeyin netleştiğini hissediyordu zihninde… Evet, kesinlikte, tüm bu olanlar, tüm bu “yaşayış” bir düştü, bir düş olmalıydı… Hem niye ailesi herhangi bir şekilde okuldan hiç bahsetme gereği duymuyor olsundu ki, eğer “üniversite hayatını” Bursa’da sürdürüyor olsaydı gerçekten de, ona okulla, sınavlarla, Bursa’daki yaşantısıyla filan ilgili sorular sormazlar mıydı?.. Acaba, diyordu şimdi artık ciddi ciddi; o Allahın cezası sınavı, ÖSS’yi gerçekte hiçbir zaman kazanamamış mıydı?.. Hem, hem şu en sonuncu, “geç kalış” mevzusuna kadar Bursa’da şimdiye kadar hiç âşık olmamıştı… Nedeni çok basitti; çünkü düşlerde âşık olmazlardı insanlar, “gerçek” yaşamda âşık olurlar ve bir düş başlardı işte bundan sonra… Başında bir ağrı hissediyordu ara sıra… Annesi bir takım haplar içiriyordu ona devamlı… Gerçekten de okuldan, gelecekten, sınavlardan, gelecekte ne yapacağından, veya herhangi bir şekilde ‘buna benzer’ nitelikteki şeylerden bahsetmiyorlardı hiç… Mavi Öyküler -

82


Sadece son derece ‘basit’, “küçük” şeyler hakkında konuşup, onu mümkün olduğunca neşenlerdirmeye, bi bakıma “yormamaya” çalışıyor gibiydiler… Ve şimdi yeni bir kurgu şekillenmeye başlamıştı beyninde… Sınava son bir ay kala çok fazla, oldukça yoğun bir şekilde çalıştığını anımsıyordu… Çok fazla, “deli gibi” çalışmıştı… Ama, ama sınavda bir şey olmuştu, şu anda tam olarak “cevabını” bulamadığı bir şey… Belki bir “travma”, bir “kopma” anı… Ve bir anda her şey, tüm “oluş” bir düşe dönüşmüş/ yerini bırakmış, sevgili dostlarının şu ağızlarından bir türlü düşürmedikleri bir “sahte gerçeklik” oluşmuştu… Bir düş alemine, bir rüyaya girmişti; bir rüyaya uyumuştu… Sınavı kazanmış, Bursa’ya gitmiş, yeni dersler, yeni dostluklar, sınav sabahlamaları, uygulamalar, kadavralar ve bir sürü başka şey… Ve şimdi işte sonunda bu düşten uyanmıştı… Üç yıl geçmiş ve o tatil için Ankara’ya geliyordur, dönüyordur… Ve cep telefonunu kaybetmiştir… Evet, düş sona ermiştir artık tamamıyla… Ama bu tamamıyla “kendine” ait, düşünsel bir gerçektir… Bu gerçeği bir de “diğer” insanlardan duyması gerekiyordur… İlk önce ailesiyle konuşmayı düşünür… Ama bir süre sonra, bunun yanlış bir şey olacağını hisseder… Çünkü eğer gerçekten sınavı kazanmış ve Bursa’ya gitmişse (ki artık böyle bir “oluş”, onun tarafından son derece zayıf bir yaşanmışlık olasılığı olarak görülmektedir) ailesi onun bu anlattıkları karşısında adeta dehşete kapılmış gibi şaşkına dönecek; zavallı, biricik oğullarının aklını yitirdiğini düşüneceklerdi… Yok, eğer sınav sırasında yaşandığını düşündüğü herhangi “böylesi” bir kahredesi kopuş anından sonra, tüm her şey mahvolmuş ve o böyle korkunç bir düş görmeye başlamışsa gerçekten; bu gördüğü düşten onlara bahsetmek, onların üzüntülerini biraz daha artırmaktan başka bir işe yaramamış olacaktı… İşte tam bu sırada Ömer’in telefonu gelir… Ömer sınavlarının bittiğini ve şu an Ankara’da olduğunu söyler, isterlerse buluşabilirler… Ve ilginçti doğrusu, Ömer telefonda sadece kendi sınavlarından bahsediyor, onun sınavlarını, okulunu tıpkı ailesi gibi sormuyor, merak etmiyordu… Gittikçe gerçeğe daha fazla yaklaştığını hissediyordu… Ve bu “gerçek” korkutuyordu şimdi 83

- Mavi Öyküler


onu… Ömerlerin evine gitti… Ömer hemen dışarı çıkmak istedi… “Sonra,” dedi bizimki… “Hava çok sıcak, hem biraz konuşmak istiyorum seninle, odana geçelim hadi…” Ömer annesinden çay yapmasını istedi… Odada bir süre suskunca oturdular… Ömer şaşkındı, bir şeyler olduğunu sezinleyebiliyordu… “Onu artık çok iyi tanıyordu” çünkü… Bir şeyler anlatacaktı arkadaşı ona, bu kesindi; ama sadece kendi istediği zaman ve kendi istediği kadar… Ömer’in annesi çayları getirdi… Tanrım, bu kadar uzun zamandır “susuyorlar” mıydı gerçekten karşılıklı? Ömer bir hayli ciddi bir şeylerin olduğundan kesin olarak emindi artık… Annesiyle arkadaşı arasında kısa bir: “Nasılsınıziyiyimsağalunsiznasılsınızsağolunbendeiyiyimbensiziyalnızbırakıyımdışarıçıkıcakmısınızbilmiyoruzbelkisonraneyseben salondayımbirşeyisterseniz” yaşandı… Ve her şeyi, tüm kaygılarını, tüm şüphelerini anlattı dostuna… Ve yaşadıklarının, yaşadığını sandığı şeylerin, gerçekte sadece bir düş olup olmadığını sordu ona: “Lisedeydik seninle, küçük, kurgu yazılar yazardım… Kısa cümleler, öykücükler yaratırdım düşümde… Ve yıllar sonra şimdi, korkunç bir düş içinde, kendi yarattığım korkunç bir kurgu içinde buldum kendimi…” Yatağına uzanmıştı… Ömer’in anlattıklarını düşünüyordu… Sınava girememişti bile… Kapının önünde, sınavın başlamasını beklerken bir anda bayılmıştı… Doktorun söylediklerini tekrarladı Ömer ona… Ve şaşırmıştı dostu, üzülmüştü onun için, içten “gerçek” bir andı işte bu: “İnanamıyorum, demek bunca zamandır, bir düşün, bir rüyanın içinde yaşadın…” Başının yeniden ağrıdığını hissetti… Annesinin odasına girdiğini daha yeni fark etmişti… Annesi yine bir hap getirmişti ona: “İstersen yarın gitme…” dedi annesi… “Hastasın, iyileşince, birkaç gün sonra gidersin…” “Merak etme…” diyerek karşılık verdi annesine; “Bir şeyim yok, yarın gideceğim… Hem biletimi de aldım biliyorsun…” Mavi Öyküler -

84


“Tamam…” dedi bunun üzerine annesi; fazla üstelemedi. Uyumaya çalıştı sonra biraz, ama başaramadı… Hava kararmak üzereydi, karnının acıktığını hissetti… Mutfağa giderken birden durdu… Gülümsedi… Odasına döndü… Bavulundan cep telefonunu çıkardı… İki aydır kapalıydı, bavulundan hiç çıkarmamıştı bile… Osman’ı aradı… “Nerdesin be hocam…” “Biz böyleyiz işte ‘Osman-dost’, adiyiz böyle hafiften…” “Bırak şimdi bunları, ne zaman dönüyorsun…” “Ne garip oysa biz burda, ne zaman gidiyoruz diye soruyoruz bu soruyu…” “Ne zaman…” “Yarın…” “Yürüyelim biraz, canım sıkıldı…” “Oturuyorduk be abi işte ne güzel, yorucan bizi…” “Yürü işte ya!..” “Kız kabul etmedi di mi?..” “Etti…” “Etti mi? Hadi ya, anlatsana…” “Anlatıcak bişi yok, gittik konuştuk işte!..” “Sonra?..” “Sonra, sınav vardı… Son sınavdı işte… Birlikte sınava girdik sonra… Sonra benim sınavım erken bitti… Sonra dışarı çıktım… Sonra soruları düşünüyodum… Sonra başka, bambaşka salak bi soru belirdi kafamda… ‘Acaba’ dedik, ‘neden kabul etti bizi?’ Sonra dedik ki; ‘Belki de, ona verdiğim biletin karşılığını ödemeye çalışıyor sadece… Ona verdiğimiz biletin karşılığı olarak geliyor belki bizimle sadece…’ Ve sonra…” “İyi…” “Evet, gayet iyi…” “Kızla tanışamadık bile, güzel miydi bari?..” Sustu, cevap vermedi… Yürümeye devam ettiler… Birden onu gördü… Karşıdan geliyordu… Eflatun bir atkı sarmıştı boynuna, oysa soğuk değildi hava, biraz serindi sadece… Ve yanından geçip gitti, diğer bütün insanlar gibi ve diğer bütün insanlardan biri olarak sadece… “Kız manyak güzeldi, harbiden di mi?..” 85

- Mavi Öyküler


“Evet, güzeldi; harbiden…”

p

“PARÇALANIYORUM KOLLARINDA” “Hedera” | Ayşe Korkmaz* Kolların diyorum Hedera… Parçalanıyorum kollarında… Gidiyorum. Yarı ölü bedenimin içinde damar damar gezinen ve beni ben yapan bütün duygularımı köklerimden aşağıya bıraktım. Dallarımı kendilerine korunak seçmiş hayvanlar, daha güçlü bir ağaç arayışına girdiler. Aralarında, uzun yıllar dertlerini dinlediğim, yağmurdan, güneşten, rüzgârdan koruduğum, acılarını ve mutluluklarını paylaştığım dostlarım da vardı. Kuşlar, kelebekler, arılar… Şimdi hepsi ulaşamayacağım kadar uzaktalar. Adım Acer. Kimileri açık renkli olduğum için Akçaağaç, kimileriyse kanatlı meyvelerimi kelebeğe benzettiklerinden Kelebek Ağacı derler. Sarımsı yeşil renkte çiçeklerim, alt yüzeyi tüylü yapraklarım var. Her sonbahar yapraklarımı dökerim. Çıplak, soğuk, korumasız kalır dallarım. Sonra uzun bir kış uykusu başlar. Ölesiye üşüyorum. Sevgilim Hedera, bütün gücüyle soğuk gövdemi sarmalıyor. Ama okşayışları, ölüm meleğinin cilveleri olmaktan öteye gitmiyor. İlk karşılaştığımız gün zayıf bir sürgündü. Bir yandan cılız kökleriyle toprağa tutunmaya çalışırken, bir yandan da ince dalları ve küçük yapraklarıyla dış dünyaya karşı direniyordu. Onu kollarıma almam, hayat mücadelesine katılmam için yalvardı. Yüreğimde bütün dünyaya yetebilecek yoğunlukta bir sevgi vardı. Hedera’yı bundan yoksun bırakamazdım. Üstelik biriyle bütünleşmek, umutlarımızı, hayallerimizi birleştirmekti. Bu da, Mavi Öyküler -

86


fazladan güç demekti. Fidanlığa gelen bir grup çocuk konuşurken duymuştum. Keltler adlı eski bir kavmin kullandığı ağaç falına göre Akçaağaç, özgür zekâyı simgeliyordu. Bu burca dahil insanlar, hırslı ve yeni deneyimlere açık oluyordu. Ama ne yazık ki, aşk hayatları çok karışıktı. Acaba bunun nedeni, Akçaağaçların aşkı da hırs haline getirmeleri miydi? Hedera, kollarımda her gün biraz daha gelişip güzelleşiyordu. Ona, doymak bilmeyen bir tutkuyla bağlandım. Topraktan aldığım besinleri onunla paylaşıyor, güneş ışınlarıyla bire bir temasını önlemek için dallarımı yapraklarına siper ediyordum. Bu tutku bana zarar vermeye başlamıştı. O hayatıma girdiğinden beri, dallarım güçsüz, yapraklarım solgun görünüyordu. Ses yansıtma özelliği olan, az bulunur bir ağaç türüydüm. Keman yapımında kullanılmak üzere özel olarak yetiştiriliyordum. Kendimi biraz olsun önemsemem gerekmez miydi? Oysa aşk, hayatımın merkezi olmaktan çıkarıyordu beni. Ne kadar zayıf, ne kadar değersiz kılıyordu. Hedera, gövdemi bin bir türlü aşk oyunuyla sarıp sarmalamaya devam ediyordu. Hızla büyüyen yaprakları ve çoğalan dalları kısa sürede her karışımı kapladı. Benim de aynı hızla dallarım kuruyup yapraklarım döküldü. Artık ayakta zor durabildiğim için besinlerimi sevgilimle paylaşmayı bıraktım. Kökleri gelişmiş, kendine bakabilecek duruma gelmişti. Yine de bu, iyileşmem için yetmedi. Zayıflamaya devam edişimin başka bir nedeni olmalıydı. Böyle nereye kadar gidecekti? Yoksa ölüyor muydum? Yaşadıklarımı tekrar gözden geçirince, daha önce göremediğim gerçekleri büyük bir hızla fark etmeye başladım. Sevgilimin gözlerindeki şeytanca parıltıyı, her okşayışıyla bedenime yayılan korkunç acıyı… Hedera, gövdemin özsuyunu çalıyordu. Ölüme gitgide yaklaştığım şu anlarda ne ona ne de aşka kızgınım. Lekesiz bir gökyüzü düşlüyorum. Fidanlıktaki bütün canlılar mutlu… Barış ve özgürlük içinde el ele… Hiç kimse birbirini 87

- Mavi Öyküler


incitmiyor. Hedera sonsuza dek yanımda olsun istiyorum. Ama beni böylesine tüketmeden… “Ah Hedera! Kolların var ya… Yırtıcı bir kuşun pençeleri… Hırpalıyor, acıtıyor, horluyor…” Göz göze geliyoruz hayal meyal… “Kolların diyorum Hedera… Parçalanıyorum kollarında…” Yeri göğü inletiyor sesim, o duymuyor. Gözleri, gözlerimi delip geçiyor. Kanlar içinde kalıyorum. Korkuyorum. Beni yetiştiren insanlar bu şekilde ölmeme izin vermezler. İkimizi birden kesecekler, biliyorum. Hedera’yı sıyırıp atacaklar üzerimden. Ayrılığı düşündükçe kahroluyorum. Yine de onu sevmeye devam edeceğim. Gövdemden eşsiz güzellikte bir keman yapacaklar. Yüzyıllar boyu elden ele dolaşacağım. Aşkım hüzünlü bir ezgiye dönüşecek. Akçaağaç aşkın sembolü olacak bundan böyle, zehirli sarmaşıksa ihanetin… Sevgilisine ihanet eden herkes, aşkın doğasına yenik düşüp eninde sonunda kendini zehirleyecek. * Bir Düşe Bağlanmak (Romantik Kitap, 2008) isimli öykü kitabından yazarın izniyle…

p

“İÇİMİZDE KURTLAR KAYNAŞIYOR!” “Lağım Fareleri” | Erdoğan Taşkın Ben içimdeki i/kinci benle meşgul, uzaklara dalmış kendi kendime konuşurken, o durmadan kendini anlatıyordu. Anlatmıyor, övüyordu hatta. Olunması gereken ideal karakteri canlandırmaya çalışıyordu gözümün önünde. Ortalığın kurt kapanı kaynadığı bir ormanda, hayatta kalmanın yolları konulu mini bir Mavi Öyküler -

88


konferans değerindeydi adeta tüm söyledikleri. Kolay değil, kırk yıllık Beyoğlu çocuğuydu. Ama o anda gözüm dalgadan başka bir şey görmüyordu. Bu yüzden de sesini kesmesi en iyisi olacaktı. Çünkü sabahtan akşama kadar, gün boyunca gördüklerim, duyduklarım bana yetmezmiş gibi resmen kafa ütülüyordu Kamil. Son günlerde birçok bağlantı adresi patlamıştı. Üst taraflarda işi sıkı tutmaya çalışıyorlardı anlaşılan. Eskiden çok rahattılar. Şimdi sanki bir kıtlık dönemi varmış gibi hareket ediyordu tüm torbacılar. Ki onlara da ulaş ulaşabilirsen. Ama bu işte gedikliysen, tüm yolların kapalı olmadığını bilirsin. Çünkü sızıntılar, bizim gibi lağım farelerini besler. Şehri kuşatan devasa sistemin içlerinden sızıp farklı bir dünyayı algılamaya çalışıyoruz biz. Bu açıklar, gedikler olmasa, herhalde biz de diğer denek fareleri gibi, peyniri kapmaktan başka bir dertle ilgilenmeyecektik. Şehri kuşatan algının, güvenlik duygusunun, hayata bağlılığın, ekonomik sorunların çok ötesinde, normal algının birazcık üzerine çıkmak için bütün bu çaba. Bunu biz özgür lağım fareleri olarak, sistemin kanalizasyonlarından dışarı çıkmaya çalışarak yapıyoruz. Bunun için de iyi ki hâlâ bu mahalle var. Apartman girişinden bozma, uzunlamasına bir koridordan oluşan dükkânın, pres tezgâhı üzerinde iki saniyede kıvırdı çift kâğıtlıyı Kamil. Yemeğin kaynağında olanlar, kıtlık çekenin halini bilmez tabii. Gözlerimin önünde getirdiği dalganın, neredeyse dört birini, kabaca tohumlarını ayıklayarak bastı kâğıda. Ulan, insan tütünü biraz bol tutar. Bu ne rahatlık yani? Bir yandan da durmadan anlatıyordu. Ben kendime dair daha iki cümle kuramamışken, o hayatının kanunlarını tek tek saydı. Dinlemek sadece nezaketten de değildi elbette, onun hayatıyla kendiminkini karşılaştırdığımda ne kadar naif kaldığımı görmek acıtıcıydı; o benim çok çok üstümde psikopat bir lağım faresiydi. Bu yüzden bir yandan susmasını, sesini kesmesini, iki dakika kafamı dinleyip sakin bir şekilde ciğerlerimi patlatırcasına doldurduğum dumanın, beynimde oluşturduğu karıncalanma 89

- Mavi Öyküler


hissisini yaşamak isterken bir yandan da onun sesi aracılığıyla defterimi dürüyordum. Duymak istemediğim ses, evet onun sesiydi; ama her nedense kulaklarıma hep kendi sesim gibi geri dönüyordu ve kimi susturacağım konusunda artık kafam karışmıştı. Bu ilk defa olmuyordu tabii. Artık dalgaya düşkünlük yüzünden nice salakça pozisyona maruz kalıyordum. Takıldığım zamanların büyük çoğunluğunda, bunu bir daha tekrarlamamamın beyin hücrelerimin sıhhati açısından iyi olacağına kanaat getirmekle birlikte, küçük bir eksiklik ânına da artık dayanamıyor oluşum, hayatımda tüm sorunların üst üste yığıldığı bir dönemimi de kapsar. Ancak bugün gördüklerim, bana şu cümleyi kurdurdu: Hepimiz bir başkasının hikâyesinde kendimizi görmeye meyilliyizdir. “Benim lezbiyen arkadaşlarım da vardı bir ara, ama artık onlar da uğramaz oldular.” Ressam arkadaşlarıyla da takılmış bir ara Beyoğlu’nda; “Keşke onlardan biri çıkıp gelse, dükkânı paylaşsak, kiraya ortak olsa” diyor. Doğrudur, kiraya katkı anlamında iyi düşünüyor eleman, aslında benim de böyle bir dükkân atölye isteğim vardı, şimdi neden olmasın; ama çok uzak. Zaman kalmaz buraya gelmeye. Fakat her akşam da hikâyenin kaynağında olmak var. Hiçbir zaman harman kalmam böylece. “Abi” diyor, “Mahallede böylece benim de sanatla uğraştığımı görürler.” Sanat, edebiyat, müzik vs… Güzel duyuların altın harfleri… Yaratıcı bir yazım atölyesi olabilir burası. Bir kenarda da onun tesisat, tamir malzemeleri. Tesisatçılık işi yaptığını söylüyor. Bir süredir tanıyor olmama rağmen ne iş yaptığını tam olarak bilmiyordum. Bilmiyorsam da sormam genellikle, neden sormadığımı da bilmiyorum, ancak bunun kötü bir alışkanlık olduğunu da biliyorum. Mavi Öyküler -

90


Zamanında Beyoğlu’nda bar da işletmiş. Rock barların müdavimi de olmuş. Kapanma saatlerine kadar bira içmiş. Sonra Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde yapıştırılan bir çift kâğıtlıyla AKM’ye doğru akmış, güneşin doğuşunu meydanda yine bira şişeleriyle karşılamış. İşsizlik günleri tabii, daha doğrusu gençlik/serserilik. Babasının son yılları, annesinin de. “Ben Beyoğlu çocuğuyum. Bu sokakların girdisini çıktısını iyi bilirim. En önemli kural, fincancı katırlarını ürkütmemek. Geçen gün, elimde tesisatlar mahalleye giriyordum, hemen caddenin başında iki tane yunus, yolumu kesip kimlik istedi. GPT taraması sözde. ‘Üzerinde bir şey var mı’ diye sordu bir tanesi. Güldüm. Neyi sorduğunuzu biliyorum, ama ben ondan kullanmıyorum dedim. Yuttu kamiller.” Her akşam birkaç saat takılırsam, aslında bayağı kafa şeyler üretebilirim burada. Ama nasıl şeyler? Marangozluktan, oymacılıktan anlamam, resim çizme kabiliyetim de yok. Alçı kalıplardan biblolar üretilebilir, ama kalıpları nereden bulacağım? Geriye bir tek yazmak kalıyor. Ama burada, bu adamın palavralarını dinleyerek ne kadar yazabilirim ki! “Karıyı patakladım geçen akşam, çok dır dır ediyor son zamanlarda, ikinciye hamile ya, her şeyden alınıyor. Tabii biraz canını acıttım, o da o anki sinirle 155’i aradı. Derken polisler kapıya geldi. Tüm mahalleli dikizde tabii. Yukarıdan, dış kapının önünde zili arayan polisleri kesiyorum. Bi tanesi ‘Abi yine yanlış ihbar galiba’ dedi yanındakine. ‘Hep de bize denk düşüyor bu yanlış ihbarlar amına koyim.’ Bunu duyar duymaz fırladım dış kapıya. Hayır bakın işte, doğru ihbar, ben karımı dövdüm dedim gelen memurlara. Ama karım yumuşamıştı, şikâyetini geri aldı, sonra içeriye girdiler, birisinin kafası iyiydi galiba. Çocuğu sevdiler, çay içtik, gittiler sonra. Bütün bunlar olup biterken benim kafa nal gibiydi tabii. Alkol bizi bozuyor abi.” Evet, alkol bizi bozuyordu. Yine de bu atölye, benim için akşamları bir iki bira da içtiğim bir mekân olabilir pekâlâ. Bir nevi garsoniyer. Kamil de, bir yazarla arkadaş olduğunu böylece 91

- Mavi Öyküler


mahalleliye söyleyebilecek, edebiyat ve sanata katkı için olan çırpınmasında, bir puan daha kazanacaktı. Her akşam da bu mahallenin tedirginliği çekilmez. Her giriş çıkışta her an kimlik kontrolüne maruz kalmak da rahatsız edici. Hem düşkünlüğün de alemi yok. Ara sıra gelir, Kamil’i ziyaret eder giderdim işte. Sadece bu mahalleye girmek olay değildi İstanbul’da. Yolda yürümek de bir olaydı. Bir yerden bir yere gitmek. Tuzaklarla örülü bir kent burası. Bir cangıldan bile daha kuralsız. Köprüde, pat! diye boya fırçasını önüme düşürüyor şopar; tezgâhına düşeceğimi sanıyor angut; “abi teşekkür ederim, gel ayakkabına bir fırça atayım” numaraları filan. Eskiden olsa belki yerdim bu numaraları. Bir tekme patlatıyorum yerde duran fırçasına, şaşkın bakışları arasında savruluyor uzağa. Ve yeni tuzakları bertaraf etme azmiyle devam ediyorum yoluma. “İyi niyetli bir insanın yaşabileceği bir şehir değil burası. Her an tetikte olmak, arkanı kollamak zorundasın. Zaaf göstermemelisin, gerektiğinde hakkını almak için yumruklarını konuşturmalısın. Ben sık sık konuştururum mesela. Ama abi, ne o öyle entel dantel duyarlılıkları, değil mi? İnsaniyet yok. Bazılarına insanca davranmamak lazım.” İnsanca davranmak bir erdemdir, erdemli bir insan ahlaklıdır da; ahlak sürekli dar bir çerçeve içinde eğilip bükülüyorsa, şekilden şekle giriyorsa, bu her tarafından sürekli çekiştirildiğindendir. Başkasının ahlakı üzerine tahakküm kurmaya çalışanlar, kendi ahlaklarıyla problemlidir aslında. Kapattıklarını sandıkları bir duygunun musluğu, sürekli sızıntı yapmakta. “Musluklarını değiştirmek istiyormuş ressam bir arkadaşım. Lavukla arkadaşız ya, benim değiştirmemi istedi. Ben de tamam, dedim. Aldım tesisatı gittim baktım ki, ortada takılacak musluklar yok. Benim alıp geleceğimi düşünmüş. Ulan pezevenk, madem değiştirmek istiyorsun musluklarını senin seçmen gerekmiyor muydu? Neyse çıktım en yakın nalburdan hesaplı birkaç musluk aldım. Son paramla ama. Neredeyse yarım günüm geçti Mavi Öyküler -

92


evinde ve bir çay bile ısmarlamadı orospu çocuğu. Öyle mi, dedim ben de; çıkarken hesabı alayım dedim. Şaşırıp kaldı lavuk. Ya şimdi üzerimde yok, filan diye gevelemeye başladı, ama ciddi olduğumu görünce gitti içerden çıkardı 50 lirayı, elleri titreyerek ve onun da son parası olduğunu söyleyerek uzattı elime. Ulan, dedim içimden, ya doğru söylüyorsa. Almadan çıktım evinden sonuç olarak. Bir de başka bir ressam arkadaşım daha vardı, ona da arada bir 100 liralık dalga götürürdüm. Atölyesinde birlikte takılırdık. Onda da para suyunu çekmiş abi. Ekonomik kriz herkesi etkiliyor.” Bizim paramız da suyunu çekmiyor muydu sanki? Şimdi burada, yine dalgadan sonuncu dumanı hüplerken aynı şeyi düşünüyordum. Bu kadarı artık yeterli. Bu olaya bir süre ara versem iyi olacak. Amına koyayım, beynim pamuk tarlasına dönmek üzere. Birçok şeyi çok çabuk unutuyorum, hele isimleri. “Neydi lan senin adın?” Bunu içimden söylüyorum tabii. Bir süredir tanışıyor ve görüşüyor olmamıza rağmen Altan’ın ismini hatırlamakta hep güçlük çekerim mesela. Aslında Altan, ressam arkadaşının evine taktığı musluklar meselesine girmeseydi, ben başka bir musluk meselesine girip bizim muslukları bir ara değiştirmesini isteyecektim ki, iyi ki istememişim. Başka bir tesisatçıya bakmak en iyisi. Arkadaş işinin sonu hep malum. Ortada hikâye dönüyorsa, polis muhabbeti de kaçınılmaz olur. Deneyimler, acemilikler ve pratik çözümler. “Soğukkanlı olmak lazım abi. Bir keresinde üzerimdeki zulada epey bir şey vardı. Bir arkadaşla, bahsettiğim lezbiyen arkadaşla görüşecektim. Abi bir erkek olarak, lezbiyenlerle sevişmek ayrı bir şey. Mutlaka denemelisin bu arada. Neyse, görüşme uzadı, beklemem gerekiyordu, ben de Eva’ya girdim. Beyoğlu rock bar kaşarlarının son kalesi her zamanki gibi, aralıklı düzendeydi. Farkına varmadan epey bira içmişim. Bardan çıkarken hafif yalpalıyordum. Baktım iki yunus belirdi önümde. Hemşerim kimlik, diyene, sen Adanalı mısın diye sordum. Şaşırdı kaldı lavuk. Nerden biliyorsun, nasıl anladın diye sordu. Ben Beyoğlu’nda 93

- Mavi Öyküler


büyüdüm dedim, bütün sesleri tanıyorum.” Günün tüm sesleri kulaklarımda uğulduyordu. “Abi bi sigaran var mı?” “Abi yolda kaldım, bilet parası.” “Abi bir çay, çorba, simit parası…” “Abi elli kuruş, bir lira, Allah rızası için; yetimimin başı için.” “Hey mister, what time is it?” “Balık ekmek 3 lira abi, daha ucuzunu bulamazsın.” “Boğaza karşı oturmak istemez misiniz? Mönülerimiz çok hesaplı.” “Yazıyor! Ergenekon Soruşturması kimin tezgâhı. Gözaltılar, tutuklamalar bizi yıldıramaz!” “Bakınız, tüm toplum olarak çürümeye yüz tutmuş elmalar gibiyiz. İçimizde kurtlar kaynaşıyor!” “Çevreye katkınız olsun istemez misiniz? Dergimizin abone kampanyasına katılarsanız…” “Deniz Feneri Yolsuzluğu’nun perde arkası, dergimiz Kızıl Umut, yobazlığa, gericiliğe dur demeye çağırıyor!” Kahrolsun! Yaşasın! Hayır gebersin! Daha var olamadan yok olsun. Linç edilsin! Yılanın başı daha küçükken ezilsin. Dış düşmanların tezgâhı boşa çıksın. Vatan, millet, Sakarya olsun. “İkinci çocuk da kapıda abi. Bu dünyada ayaklarını yere sağlam basmak gerek. Yarın öbür gün yaşlanacağım. Sosyal güvence, sigorta yok, karıyla tek başımıza kalsak benim elim kolum tutmaz olduğunda bokumuzda boğuluruz anasını satayım. Çocuk güvencedir abi, zamanında babam da bunun için annemi sikmemiş mi? Sikmiş! Ha ben babama bakmadım, ama bu ayrı bir konu. Hak etmişti pezevenk. Her akşam içip içip eve geldiğinde yaptığı ilk iş annemi dövmekti çünkü. İçkili lokanta işlettiği için ben de onun orada içtim ilk içkimi. Kaçak kaçak götürdüğümü görünce bir gün karşısına oturttu. Bu akşam iş bitimi ayrılma lokantadan dedi. Mutfakta bulaşıkları bitirmiştim ki, mükellef bir sofra hazırladığını gördüm pederin. Gel şöyle, seninle karşılıklı erkek erkeğe konuşup şu meretin keyfine bakalım dedi. Dalgaya takılmazdı. Hatta etrafında olsa ihbar edecek denli düşmandı olaya.” Biraz daha konuşmasına izin versem, ikinci çift kâğıtlıyı da kıvırmaya teşne. Ama mahalleden çıkma saati uzadıkça risk de yükseliyordu. Maymun gibi bir suratla çıktığım bir sokağın Mavi Öyküler -

94


başında eğer bir çevirme varsa, mutlaka okunurdu yüzümden. Altan gibi soğukkanlı biri olmayı asla beceremem. Pisi pisine mahkemeler, hatta belki hapis… En iyisi ben bir süre şu dalgaya ara vereyim. Hem zaten bu atölye fikri de yaratıcılık için bir bahane. Yaratmak isteyen, bulunduğu yerde yaratmanın koşulunu da yaratır. Kaşla göz arasında ikinci çift kâğıtlıyı da doğrultmuş olan Altan, küçük ince yüzündeki şekilsiz dudakları arasından görünen, seyrek sarı dişlerinin arasına sıkıştırdığı dalgayı yakmaya çalışırken bir yandan yeni bir hikâyeye geçti. Anlaşılan bu akşam kafam iyice becerilecekti. Başkalarının hikâyeleri, hep kafalarımızı becermek için değil midir zaten? Kendi ya da gördüğü, hatta uydurduğu gerçeği mutlak kılmak için yazan/anlatanlar, nasıl da kendi olaylarının kahramanı olmalarından mutlu görünüyorlar. Bugünkü hikâye kahramanım Altan, öyle biri mesela. “Beyoğlu’nda amaçsızca sürttüğüm serserilik zamanlarım. Arada para da kazanıyordum abi. Bu yüzden o ara kendime pahalı bir gömlek almıştım. Bugünün parasıyla diyeyim, 100 lira olsun. Güzel de kaşe bir montum vardı. Eva’ya gündüz saat 12 civarı gitmiştim. Gece 12 civarı, tebdili mekânda ferahlık vardır diyerek, hava almaya çıktım. Daha sonra tekrar bara girmek yerine Galasaray Hamamı’nın oradaki merdivenlere birkaç bira daha yanıma alarak gittim. İki tane lavuk vardı merdivenlerde oturan. Üzerimde dalga yoktu. Daha doğrusu o zamanlar dalgaya pek takılmıyorum. Tiplerini beğenmedim. Muhabbete girdiler. Bakın, dedim kafam güzel, eğer bana zarar verirseniz bunun hesabını mutlaka sizden sorarım. Yok abi biz öyle şeyler yapar mıyız, dediler sırıtarak. Biralarımızı içtikten sonra oradan da kalktık. AKM’nin oralarda geceye devam edecektik. Lavuklar, abi biraları biz alalım dediler. Eyvallah, dedim. Ama bir yandan da hâlâ kıllanıyorum ibnelerden. Neyse oturduk bir banka. Biraların kapakları açık tabii. İçtiğim şişeye baktım köpürüyordu, ama aldırmadım. Derken, kendimi lavuklarla mahallede bakkalın oradaki köşede buldum. Kafam iyice ağırlaşmıştı. Bir baktım 95

- Mavi Öyküler


bu ibneler üzerimdekileri çıkarıyor. Olayı aydım. Ama geç davrandım. “Gömleğimi yırtmışlardı orospu çocukları, 100 lira saydığım gömleğimi. Bunu onların yanında bırakırsam ben de Altan değildim. Ama önce gittim gecenin o saatinde karakola dilekçe verdim, tutanak tutturdum. Elemanlar kafa güzel diye önce beni itip kakmaya çalıştılar. Efendim ben de içmeseymişim bu kadar. Neyse eve gittim, sabah oldu. Ben yine daha saat 12 civarı Eva’ya gittim. O gün de kampanya günüydü. Bir bira alana bir birayı bedava veriyorlardı. İçerken aklımda sadece o lavukları bulmak vardı. Bu akşam mutlaka bulacaktım. Belimde kelebekle Eva’da otururken çok rahattım. O zamanlar kelebekler çok yaygın değildi. Çok az insanda bulunurdu. Polis de bunları bilirdi. O yönden rahattım. “Gece saat 12 olduğunda artık onları bulmanın vaktidir diyerek çıktım Eva’dan. Meydana doğru yürüdüm etrafı keserek. Heykelin etrafında Tarlabaşı tarafından bir tur atıyordum ki baktım dün akşamki lavuklardan biri ayna vaziyetinde. Direkt çaktım kelebeği kıçına. Yürü ulan orospu çocuğu dedim. Karakola gidiyoruz. Abi, filan dedi. Bak, batırırım dedim. Neyse etraftan polis geldi, ekip çağırdılar, ben de lavukla birlikte polisler nezaretinde dün akşam dilekçe verdiğim karakola gittim. Baktım yine aynı komiser. Bak, dedim, sizin bulamadığınızı ben buldum. Kimmiş o dedi. Dün akşam beni soyan lavuk dedim. Dur bakalım sakin ol dedi, komiser. Nasıl sakin olayım komiserim, benim canım yanmış dedim. Kim senin canını yaktı diye sordu arkadan bir polis, baktım Selahattin Abi. Ahaa… Selahatin Abi, dedim. Ondan cesaret alarak bu oruspu çocuğu dedim, kelebekle teslim aldığım elemanı göstererek. Bu oruspu çocuğu mu diye sordu Selahattin Abi. Evet, bu oruspu çocuğu Selahattin Abi, dedim. Benim bunu dememle Selahattin Abi lavuğa bi daldı. “Neyse nezarete attılar filan, ama daha sonra mahkemeye çıkmış ve gasptan sekiz yıl hapis cezası almış. Sonuç olarak hakkını aramalı abi, diyorum ben. Bir Beyoğlu çocuğu hakkını aramasını bilmeli.” Mavi Öyküler -

96


Kafam bi dünya, minibüs camından dışarıyı izliyordum eve giderken. Peki ben hakkımı arıyor muydum? Kafamda bu soru ve bunun gibi daha yüzlercesi, çembere dolanmış bir vaziyette kendini tekrarlıyordu ha bire; çarpışmak için çok mu güçsüz hissediyordum; yoksa kaçarak kendimi mi kandırıyordum? Aslında algının hep bir oyunu olur ya, hayat bir bütün olarak olaylar akışıdır, diyebiliriz mesela. Hep bir bütünü yaşıyor olduğunu bilmenin sancısı da böyle zamanlarda beliriyordu. Aktığın kanalın bir taraflarını hep birileri kemiriyorsa, gedikler, sızıntılar açmaya çalışıyorsa; mutlaka bir deliğinden biz de sızıvereceğiz günün birinde. 9.45’te Vadide Karşılıklı olarak kaldırımlara yanaşmış araçların park halinde durduğu uzun ve kalabalık bir caddeye girmişti minibüs. Algımın benimle oynadığı oyunlara takılmış, çevreden seyirlik çıkarmaya çalışıyordum kendime. Çatı katlarından birinde konumlanmış bir kafenin penceresinde, neon bir tabela üzerine yazılmış “9.45’te Vadide” notu bir anda sinyal gibi parladı gözümde. Çatı katındaki bir kafenin adı Vadi olamazdı herhalde. Peki 9.45 neyin notuydu. Üstelik kafe kapalı gibiydi. Zira içinden neon tabeladan başka bir ışık da sızmıyordu. Bu olsa olsa birilerine bırakılmış şifreli bir nottu. Kim, kiminle, nerede, hangi amaç etrafında buluşacaktı? Böyle bir mesajlaşmayı nasıl akıl etmişlerdi? Bir de sadece ilgilisinin kafasını kaldırıp görebileceği yükseklikte. Yoksa ben de mi komplo teorileri hastalığından mustariptim? Ama her gün yeni bir tertip duymuyor muyuz zaten? Vatan hainleri cirit atıyor ortalıkta. Dürüst bir vatandaş olarak görevimi yapmalı, gidip polise kıllandığım bu durumu anlatmalıyım. Polise gitmek mi?! Manyak mıyım ben abi! Üzerimde malla, kafam otuz iki milyon, “ben vatandaşlık görevimi yerine getirmeye geldim, memur bey!” Her seferinde durağı kaçırmak, bir takıntı halini aldığı için, yine 97

- Mavi Öyküler


kaçırıyorum ineceğim durağı. Ancak eve girdiğimde, artık bir günü de kurtarmış olmanın tebessümü yayılıyordu yüzümde. Harman kalmadan birkaç gece daha geçecek, birkaç gün sonra da tekrar Altan’ın dükkânının kapısında bulacaktım kendimi. Her şey torbacı kıtlığından, yoksa ben Altan’ın muhabbetine mi kaldım?

p

“BİR HAYAT ÖZÜRLÜSÜ” “Tilki” | Çiğdem Aldatmaz On beş dakikadır pencereden dışarıyı seyrediyor Tilki. Eylül sonlarında akşamın içinden çıkıp insanın içine işleyen, sert geçecek bir kışın habercisi olan esinti, zihninin kıvrımlarını kaskatı kesmekte. Efsuncubaşı’nın merdivenli sokaklarında yaz bitiminden kalma bir sessizlik hüküm sürüyor. Merdiven başında oturan kadınların gürültüsü, sokaklarda deli gibi koşturan elleri yüzleri daha şimdiden hayatın açtığı çatlaklarla bezenmiş, kara kuru çocukların sesleri, travestilerin sürekli reddedildikleri şehre karşı, küfürlü, alaycı meydan okuyan bağrışmaları, otomobil sesleri yavaş yavaş kayboluyor. Gündüzleri ana caddeye yakın bir yerde kurulan bit pazarının kalıntıları havada uçuşurken, eski kilisenin çanı gitgide şiddetlenen rüzgârda ileri geri sallanıyor. Bu saatte açık olan tek dükkân, köşedeki tekel bayii ve bir de yokuş yukarı yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak olan kahvehane. Kahveden gelen okey taşlarının ve ince arabesk şarkıların sesi sokağın sessizliğini bozuyor. Bu şehre nereden geldiklerini artık kendileri bile hatırlamayan, nasıl yapacaklarını bilmeden hayatın bir yerinden yırtmayı bekleyen, giysilerine kesif bir ter ve kir kokusu sinmiş, adımları her zaman suça meyilli, dünyanın karmaşasından usanmış bakışlarıyla gözlerini hep çevresine diken gençten adamlar sokakları arşınlıyor. Bir kadın kırmızı elbisesinin üzerine giydiği ince paltoya sımsıkı sarınmış, dağınık saçlarının yüzünü kapatmış olmasına ve ağzındaki sigaranın gözlerine giren dumanına aldırMavi Öyküler -

98


madan dalgın, kendi kendine küfrederek ve yanından geçen karanlık bakışlı adamın sırnaşık mırıldanmalarına aldırmadan yürüyor. Birileri şehrin dibini merak edip duruyor sürekli. Birileri en dipten en yukarıya çıkmanın vereceği hazzın hayaline kapılıp ilerlerken, Efsuncubaşı’na sonbahar hüznü çöküyor. Bu aforoz edilmiş semtte, hayatlarına kırmızı çizgiler çekilen insanların yaşadığı sokaklarda en son fark edilecek şey, sonbaharın şehrin damarlarından ağır ağır akın eden hüznüdür aslında. Çünkü zaten her şey çok acı, çok kaybedilmiş ve çok karanlıktır. Henüz kendisi fark etmese de, bu gece sonbaharı duyumsayan tek pencere Tilki’ye ait. “Tetiği çektiğinde elin titrememeli. Bir kez daha kaybettiğini o birkaç saniye içinde bir an bile aklına getirmemelisin. Sonrasındaki kıvranışa dayanacak gücü nereden bulduğun hiç önemli değil. Nasıl ki elleri titreyen bir cerrah sadece ameliyat masasında yatan hastasını değil, tüm varlığını kaybederse, bir kiralık katil de pusuya yattığında hedefini tam isabet vurabileceğini bilmelidir.” Saim’in bu sözleri sürekli beyninde yankılanıyor. Eski bir kiralık katilin bu kadar uzun ve anlamlı bir cümle kurmasına şaşarken, bir yandan da, sürekli düşünüyor. Tetiğe basarken hiç elleri titremedi bugüne kadar. Şarjörü kurbanının üzerine boşaltırken, gözleri hiç dolmadı. Hiçbir zaman bir adı olmadı. Bir adresi, bir telefon numarası, resmi bir kaydı, hiçbir aidiyeti olmadı. Birini upuzun sevemedi hiçbir zaman. Ailesi, verdiği sözleri, mutlaka görmesi gereken birileri hiç olmadı. Sadece bir mezar taşı. Kelle koltukta yaşarken, başına her şeyin gelebileceğini bile bile her hafta mutlaka gittiği, şehrin en uzak ve en ücra köşesindeki bakımsız bir mezarlıkta yatan biri var. Tilki için bu şehrin tek anlamı o. Kendisine yaşadığını hissettiren tek insan, aslında bir ölü. Ölümün soğuk kanatlarına sarılarak hayatta kalan bu adam, sadece o mezarın başında dua ederken insan olmanın nasıl bir şey olduğunu duyumsayabiliyor. Hepimiz bir kötülüğe tutulmaktan korkarız çoğu zaman. Ya da doğru bilmez hayat çizgimiz, hiç fark etmediğimiz bir anda kötülüğün kanlı dişlerine sıkıştırır etimizi. Oysa hepimiz aslında 99

- Mavi Öyküler


yaşamak istemişizdir sadece. Bir şeyler bizim olsun, bir şeyler bizden yana olsun diye… Sokaklar acımızı perçinledikçe nereye sığınacağımızı bilemezken, soğuk kış günlerinde önce kabarıp taşan, sonra çekilen deniz gibi yatağımıza sığamadığımız anlar gelir. Herkesin bizi unuttuğu yerdeyizdir. Çekip gidenler, gülüp geçenler, başını çevirip uzaklaşanlar, bıçağını kalbimizde bırakanlar, hiç durmadan kabaran öfkemize diş bileyip, hiç durmadan acıtan hüznümüze burun kıvıranlar arasında bir ömür geçirmeye uğraşırken, hıncın kemiğe dayandığı kör karanlıkta ne yapacağını bilemeyen ellerimiz titrer. Bizden sökülüp alınanların acısıyla savaşırken, kimileri kendine hâkim olmayı becerebilir, kimileri çoktan rayından çıkmış bir şeylerin üzerinden geçip, her şeyden vazgeçer. Vazgeçmek ancak bir eşikte mümkündür. Ardı bataklık çamuruyla sıvalı o eşikte, doğru ve yanlış birbirine karışırken, yalnızlıkların doğurduğu lanetli çocuklar, hayata diş biler. Yanlışlıkların kucağına düşmüş çırpınışlarda bu çocuklar çocuk olmanın ne demek olduğunu hiç bilemeden gelirler dünyaya. Tilki de tıpkı böyle, namlusu önce kendine çevrilen bir silahla geldi dünyaya. Hayat ona önce ihaneti, sonra yoksunluğu ve yitirmeyi öğretti. Hayatının bir yerinde sevgiden söz edilecekse eğer, o dağınık yüzüyle ince ince gülümseyen kadının tutku ve hayat dolu bakışlarıyla geçirdiği güzel günler anlatılmalı aslında. Yapayalnız hayatına bir mucize gibi ışıyan o kadın da olmasa, insanların canını almak için programlanmış bir robottan başka bir şey olmayacaktı. O kadın ucuz bir hesaplaşma uğruna sıkılan bir kurşunla, kollarında can vermeseydi, o gece o karanlıkta o adamlar hızla gözden kaybolurken, akıttıkları kan, Tilki’nin avuçlarına sızmasaydı, yepyeni günahsız ve tertemiz bir hayata başlamak için yemin edecekti. Fakat hayat ona sadece başında ağlayacağı bir mezar bıraktı. O günden sonra kirli işleri için insanların hayatlarını almaya yeminli, kirli insanlar için çalışmaya başladı. Yattığı pusuda avını büyük bir sessizlik ve dikkatle takip ederdi. Tıpkı rüzgârsız bir ormanda kıpırtısız duran yapraklar gibi durur ve kurbanının tüm hayatını, aldığı nefesi bile izlerdi. Kendisinden zayıf ve gerçekten zalim olduğuna inanmadığı hiç kimseyi öldürmemek Mavi Öyküler -

100


gibi, garip bir adalet duygusu besler, eğer seçilen kurbanın yaptığı tüm işlere rağmen, yapılmış iyilikleri, ailesi, ona ihtiyacı olan yakınları varsa, asla namlunun ucunu ona doğrultmaz, işi kabul etmezdi. Bazen geceler boyunca uyumaz, tetiğinin ucunda can veren yüzleri düşünür, ezberlediği bakışlarının içine dalar, kendisiyle hesaplaşır, kötülük duygusunun bu dünyaya nasıl bulaştığını düşünürdü. Hayatta kaybedeceği tek varlığını da çoktan kaybetmiş, güven duygusuna hiç sahip olmamış biri için, fazla derin, fazla anlamlı bakışlarıyla şu andaki gibi geceyi dinlerdi. Pencerede durmuş, rüzgârda oradan oraya savrulan yaprakları izliyor. Hayatın herkesi bir köşeye itmişliğine içten içe kalbi acıyor. Rüzgârın şarkısına, yağmurun şehirden alacaklı sesiyle pencereleri dövüşündeki sızıya, puslu havanın geride bıraktırdığı mevsimlerin gelip geçişinin ağırlığına, insanın içini, bir yarayı kanatır gibi ezip geçen çaresizliğe küfre duruyor. Küfür ettikçe bu karşı koyamadığı yürek burkulmasını, bunca yıllık hayatında birdenbire içinden kükreyerek uyanmaya niyetli sonbahar travmasını bastırabileceğini düşünüyor. Neden şimdi? Neden yıllardır derin bir kuyuyu kapatır gibi üzerine beton döküp bastırdığı tüm duygular birden bire açığa çıkmaya başladı? Sabah ziyaret ettiği mezar, acısını tüm damarlarına yayan zehir, içine işleyen gece, birdenbire sarı sıcakları solduran sonbahar… Hangisi kalbindeki volkanı patlatmak için bir kıvılcım, bir devinim yarattı? Geceyi dinliyor. Hiçbir insan kulağının duyamayacağı sesleri duyabilen son derece hassas kulakları var. Gözleri tıpkı bir tilki gibi karanlığın içindeki en ufak kıpırtıyı o saniye içinde fark edebilir. Gözleri bağlıyken bile etrafındaki tüm nesnelerin varlığını hissedebiliyor. Tüm bu özellikleri daha yetiştirme yurdunda küçücük bir çocukken fark edildi. Daha sokaklarla, tacizci polislerle, çocuk kaçakçılarıyla, organ tacirleriyle tanışmadan, hayatı paslı bir demir gibi elinde tutmaya başlamadan çok önce. Biri ona bir gün bütün bunları sadece hayatta kalmak için kullanmak zorunda olmadığını söylese, bir umut, bir ışık, bir yol gösterse, belki şimdi çiçekleri solan, üzeri sonbahar yapraklarıyla kaplı bir mezardan daha fazla, daha başka, daha yaşamaya hevesli bir şeyler bulabilecekti elinde. Hayat tüm kanalların tıkan101 - Mavi Öyküler


dığı karanlık bir tünelin ucunda bir ışık olmadığını bile bile aldığı bir yol olmayacaktı. “Olmuyor” dedi kendi kendine… Olmuyordu. Bir kiralık katil: Başkaları için başkalarının kanını dökmeye gönüllü, ilk önce kendisinden, sonra bütün dünyadan vazgeçmiş, inkârın ortasında gecenin küfrü gibi duran, ellerinden kan sızan bir zavallı. Bir kiralık katil: Çocuk gülüşleri gördüğünde içi ezilen, güz yaprakları gibi dalında titreyip yerlere savrulan kalbini nereye vuracağını bilemeden, bir aşk uğruna kendini duvarlara çarpan isimsizlikle lanetlenmiş bir sürgün göçebe. Birilerinin kırık dökük bıraktığı hayatının, avuçlarına yapışıp kalmasına şaşkınlıkla bakan, acıya hükmü geçmeyen bir sürgün adamı. Bir kiralık katil: Ne zaman gülümsemeye kalksa dudakları un ufak dağılan, yüzü kaskatı kesilen bir hayat özürlüsü. Bir kiralık katil: Geçmişleri için gözyaşı döken, anılarını düşüp mutlu olan, yarın ne giyeceğini, nereyi gezeceğini, hangi yola akacağını düşünerek bir ömür geçiren insanlara, ilk defa ateşi gören insanoğlu gibi hayretle bakan bir yabancı. Bir kiralık katil… Kökü toprağından sökülmüş bir ağaç, kederi bile kendisine çok görülen, yağmalanmış bir mahalle sancısı… Bir kiralık katil işte; kiralık… İnsanların korkudan yaklaşmaya bile cesaret edemedikleri kaskatı kesilmiş bir yüzü, kaç kelime anlatır? Anlatamıyor Tilki… İçinden geçenleri kendine anlatamıyor. Bu ansızın içine çöreklenen duygusallığı anlatamıyor. Yarın sabah bir tetik daha çekecek… Yarın bir kişinin daha bu dünyadan eksileceğini biliyor olmanın yükü altında eziliyor yüreği… Elleri titreyen bir cerrah mı oluyor yoksa? Kalbi yeniden insanca bir şey için mi atacak? Kirinden arınacak tertemiz bir su mu bulacak yarın? Kirli kalpleri arındırmak için suların temiz akması değil, kiri sökülse bile iz kalmayacak kadar şeffaf bir yürek gerekir. Sonra geçen zamanın, gidenin, eksilenin, kırılanın telafisi var mıdır? Bütün bunları aklıyla değil, kalbiyle biliyor. Sadece bildiğini kalbinden saklıyor. Bir kez başlarsa, bir kez yumuşarsa kalbi, yıllardır yarasının üzerini kaplayan kabuk bir açılırsa, içinden fışkıracak cerahati zaptetmek mümkün olmayacak. VicMavi Öyküler -

102


dan denen yumruk bir kez kıpırdanmaya başlarsa insanın içinde, dönülmeyecek sürgünler, dayanılması imkânsız işkenceler başlayacak. Yıllardır uyuttuğu yanı, aslında bunları da biliyor. Dışarıda savrulan sarı yapraklardan biri penceresinin önüne düştü. Yağmur damlaları alnına çarpıyor. Sokak lambası az önce söndü. Gece sessiz. Ama o bir şeyler duyuyor. Duyduklarından korkuyor. Pencereyi kapatmalı… Yarın için hazırlanmalı. Son kurşunun kimin vücuduna saplanacağına bir an önce karar vermeli. Elini kalbinin üzerine koydu. “Burası çok uygun” dedi. Pencereyi kapatırken uzaklardan gelen o ses hâlâ duyulmaktaydı. ----------000---------Hiç vakti yok insanların. Bir güz yaprağının dalından yere düşerken yarattığı şarkıya, rüzgârın sesini dinlemeye, sararmış yapraklarını bütün ihtişamıyla taşıyan bir ağacın o sarı rengi alırken, güneş ışığının onu nasıl da şeffaflaştırdığını görmeye hiç vakitleri yok. Bu büyük şehirde denizin şarkısını duymadan yaşayıp giden milyonlarca insan var. Bu daracık dünyada kalbini küçültüp birilerinin kirli ellerine teslim etmeyi iş edinmiş hayatlar yaşanıyor. Bu uzun ve zor geceleri yapayalnız geçirmek zorunda olan bir sürü yürek, yıldız izinde kaybedilen bir şeyleri arayıp durmakta. Kötü şarkıların, kötü gecelerin kötü mevsimlerin, kötü ilişkilerin sonu gelmiyor. Belki de insanların hak etmediği kadar güzel olan şeyleri görebilmesini engelleyen bir kudreti var hayatın. Bir şeylerin kırık dökük ellerimize yapışmasının bir sebebi var. İmkânsızın şarkısını söyleyebilecek kadar cesur yürekler düşürmedikçe hayatlarımıza ne gelen mevsimin, ne geçen günün ne de yağmur sonrası bekleyip durduğumuz gökkuşağının esamisi okunmayacak. Bunu kaçımız biliyoruz? İyilerden daha iyi, erdemlilerden daha erdemli, yücelerden daha yüce olduğumuz yalanına bir yerlerde gözü kapalı inandırdılar bizi. Birileri hurafeler sıçrattı zihinlerimize. Birileri gözlerinde dikenler büyüterek geçti bakışlarımızın üzerinden. Mor kaldırımlı sokaklarda ağlaya ağlaya unuttuğumuz hikâyelerimiz bizi yılların arasından dönüp bir kez daha vururken, iyi insan olmanın ölçüsünü değiştiriverdik birden. Vicdanımızın çığırt103 - Mavi Öyküler


kan sesiyle tırmalanan kulaklarımız yaşayan yanımızı törpüledi. Kötülük yapan herkes kötüdür dedik. Fark etmeden kendi ellerimizle kötülük tohumları ektik toprağımıza. Bir gün o toprakta bitiveren dikenlerin ilk önce kendi kalbimize batacağını hesap edemedik. Oysa her şey kum tanelerinin rüzgârda savruluşu kadar basit ve bir anlıktı. Biz başkalarının mutlu sonlarını çalıp, sahneyi darmadağın etmeden kendi masalımızı yaşamayı beceremiyorduk ve her şey gitgide bir kum fırtınasına dönüşüyordu. Adına doğru dediğimiz iki noktayı birleştiren yolun bir yerinde çok yorulduk. Başka birinin sınırına geçiverirsek, yolumuz kısalır sandık. Kısacık hayatlarımıza kocaman doğrular, yanlışlar, değerliler, sıradanlar, sınıflar, sınırlar koyduk. Yolumuz uzadı sadece ve biz çok yorulduk. Oysa bir güz yaprağının titreyen dalından kopup bir kum fırtınasına dönüşen aşk, gözlerimizde kendisini görebilse… Sadece denizin durgun şarkısıyla, çılgın feryadı arasındaki zaman diliminin tadını çıkarabilerek yaşasak, yolumuz ne kadar kısalacak… ----------000---------Güneş doğmaya başladığında, kızıl ışıklar yavaş yavaş kaybolur. Bütün gece sokaklarda deli gibi sahipsiz, hıncahınç dolaşan çığırtkan keder, suç, çığlık, feryat ve acı kendini güç bela sakinleştirmiştir. Yoksul ve zengin, iyi ve kötü, kararlı ve umutsuz gözler tek tek açılır. Kaybedecek bir şeyleri olmayanlar, sırasını kaybedecek bir şeyleri olduğunu sananlara bırakır. Sesler hızlanır, adımlar hızlanır, taşıtlar hızlanır, trafik ışıkları ve bacaların dumanları, asansörler ve kapı zilleri hızlanır. Gazeteler baskıya yetişir, paranın dolaşımı hızlanır, savaş hızlanır… İnsanlar hızlandıklarını sanıp bir düdük sesiyle deli gibi koşturmaya başlarken kaybederler. Ruhlar mor ışıklarını yitirir, gri kazanır. Tilki yüzünde aslını yitirmiş bir kırık ayna taşıyarak bu sabahlardan birine uyandı. Bu sabah ilk defa kalbinde yanık acısı var. Fakat o bu duyguyla henüz tanıştığından yabancılık hissediyor. Henüz evden çıkıp yeni avının peşinden koşmaya başlamadı. Günlerdir izlediği avını bugün yakalayacak. Yine uykusuz ama dikkatli. Yine içinde uyanan yepyeni bir duygudan mustarip evMavi Öyküler -

104


den çıkıyor. Yine yeni bir işe çıkarken büründüğü o dalgın ruh halinde. Bugün birini daha eksiltecek bu dünyadan. Tanrı onu terk edeli çok oldu. Rüyalarını hançerleyen bir yüz daha eklenecek gecelerine. İnsan neden ait olmadığı yollarda inatla yürür? Kapıldığı dehşet bu kadar mı büyülüdür? Onu bir gün ansızın durduracak, kullanılmamış bir düşe tutunduracak beyazlık bu kadar uzak mıdır? Vazgeçmeyi bilmez insan. Sadece hayatın zorla vazgeçirdiklerine razı olur. Bu ruhun ağırlığını gün geçtikçe artıran en büyük boşluğumuzdur bizim. Vazgeç diyor Tilki kendine, vazgeç… Ölüm o kadar da korkunç değil. Ölüm Tilki’nin hayat çizgisi. O çizgiyi hep kendinden yana sürdürdü. Bu kez değişse çizginin yeri? Yaşamı bu kez bir başkası, ölümü kendisi alsa? Bu işleri bırakırsa huzur dolu bir gül bahçesinde sessiz sakin yaşlılığın keyfini çıkaramayacağını biliyor. İnkâr ettiği kurşun er geç gelip kendisini bulacak. Ama renkli bahçeleri gözden çıkaralı çok oldu zaten. Onun için hayat karanlık bir gecede elektrik direklerini yerinden söküp, köprüleri yağmalayan, evleri sessizleştirip, insanların sindiği duvarlara korkularını kustuğu amansız bir fırtına. Ötesi yok. Kara gri bir akşamda çıkmaz sokaklara sapmadan yürümeye çalışırken gölgesini izleyen pis kokulu bir nefes var. İçinde gecesini gündüzüne karıştıran, durmaksızın yanan bir orman besliyor. Yanan ağaçların çatırtılarını, cehennemi sıcağı, dumandan boğulan nefesini ve hayvanların yanarak can verdikleri son dakikalarda çıkarttıkları öfkeli çığlıkları içinde taşıyor. Ormandan en son tilki çıkıyor. Çıkardığı yangını izliyor alevli bakışları. Bu sabah bir binanın çatısına mevzilenecek, evinin kapısından çıkıp, kirli de olsa bir hayata dahil olmak, var olmak isteyen bir kadını ilk adımlarını atarken kalbinden vuracak. Kadının solgun yüzünü, yüzündeki kiri, kirindeki günahı, günahındaki hâlâ masum kalmış vicdan kalıntısını hedefine alacak. Herkes kirlenir yaşarken. Herkes neye alet olduğunun farkına vardığında şiddetli karın kasılmalarıyla, kusarak, böğürerek, inleyerek ve ağlayarak günahını içine almaya çalışır. Gidecek yolu, ağlayacak kucağı kalmadığını fark ettiğinde kendini lanetlemeye başlar. 105 - Mavi Öyküler


Bu kadın da onlardan biri. Saçlarının kirli sarısı, gözlerinin kaybettiği masumiyetini arayan ebruli gölgeleri, elinde normal görünmek için taşıdığı alışveriş poşeti ve şemsiyesi, üzerinde tüm hatlarını saran süet pardösüsü ile biraz yaşlı, biraz cazibeli ve biraz güzel. Yürüyecek. Kapıdan çıkıp bu gün de hayatta kalmak için başkalarının hayatını zindana çevirecek. Belki henüz bütünüyle bataklığa saplanmadığını fark edip, silahını bırakacak. Ömrünü temize çekmeye çalışacak herkes gibi. Belki hiç görmediği kentleri görmeye karar verip peşindeki karanlık gölgelerden kurtulacak. Nereye kadar kaçabileceğini görmek isteyecek bu gün. Beyazın siyahın içine ne kadar girebileceğine dair yürütmeler yapacak zihninde. Belki bir çocuk doğurup, onu iyi bir insan yapacak kadar kendini temizleyecek. Eğer Tilki vazgeçerse, çizginin sonunu getirebilecek kudreti tetiğin ucunda değil de ellerinin arasında bulabileceğini hissederse. ----------000---------Bir silah sesi… Kalabalığın ortasında kulakları sağır edercesine patlayan tek bir el silah sesi… Tek bir barut parçası, yalnızca bir kez basılan tetik… Sonra kanlar içinde yere düşen biri… Telaşla oradan oraya savrulan kalabalık… Çoğu zaman dehşet, merak ve korkuyla, ama en çok da “Ben iyi miyim hâlâ hayatta mıyım? Çok şükür ki bana bir şey olmadı” telaşına kapılan yüzler. Bazıları bu düşünceden inceden inceye utanç duyar, bazısı apaçık utanır, bazıları ise apaçık utanmaz, umursamaz. Etrafında ne olduysa olmuştur ve şimdi yapılacak ilk şey oradan hızlıca uzaklaşmaktır. Aslında kurşun hep bu insan türünü bulmak ister. Fakat insanoğlu kendi adaletini kendi eliyle dağıtmaya ve gerçek iyiliği gözden kaçırmaya pek meraklıdır. O kadının yüzünde her gece ziyaret ettiği mezarlığı görmeseydi, orada yapmak isteyeceği tek şey buydu. O mezarda yatan acı kanına yürüdüğü anda bastı tetiğe. Bir el silah sesi ve sonra bir el daha… Yere yığılan bir beden ve bir beden daha… Doğrularımız gibi yanlışlarımızı da seçmek için fırsat bulamayız çoğu zaman. Hayat tesadüfleri öldürüp, belirgin çizgiler koyar önümüze. Birileri bizim yerimize taşları yerine oturtur. Bazıları Mavi Öyküler -

106


buna kader der, bazıları ilahi adalet, bazıları eşyanın tabiatı… Ne dendiği değil, ne olduğu önemlidir. Tıpkı orada olanlar gibi. Kurşun yemiş iki beden bazen her şeyi bir çırpıda anlatabilir.

p

107 - Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

108


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.