4 minute read

Töz

Savaş Çağman

Asya’nın orta yeri Sayan-Altay bölgesinde gü- nümüz Türkçesindeki anlamından biraz daha farklı kullanılan Töz kelimesi, şu aralar yine yoğun bir Nikolay Şodoyev okuması yapar- ken aklıma takılıp duruyor. Bu bilge adamın kullandığı şekliyle Töz, manevi kökler anla- mına geliyordu. Manevi kökler bir eylemi, bir ürünü, bir sözü daha dokulu hale getiren çok önemli bir kavram bence. Ve ne yazık ki Tür- kiye’de birçok Modern Sanat veya Deneysel Müzik işinin bu manevi kökten yoksunluğu onu bir blöfe, tırnak içinde cool olmak için ya- pılan boş bir uğraşa, sanatla yalan söylemeye dönüştüğünü de yazmadan edemeyeceğim. Verimli topraklarda yetişen bitki veya orman- lara baksak da, bazen verimsiz topraklardan da ürün almak mümkündür, yeter ki bu konu- da açık fikirli olunabilsin. Bakınız İsrail’in ye- şerttiği çöllük arazilere veya bir hektardan üç tür ürün almaya odaklı tarım anlayışına. Yani iklim düşmanınız, elinizdeki malzeme ayak bağınız bile olsa siz bunu avantaja dönüştü- rebilirsiniz. Uzun uzun köksüzlüğümüz hakkında dem vurmayacağım, malum bunu hepimiz biliyo- ruz. Devamlı müdahale edilen bir tarihsel- liğimiz var. Tarihsel kesintiler, zaten kısıtlı olan tecrübenin aktarılmaması bu kopuklu- ğu ve tarihsel yanılma algısını güçlendiriyor. 1750’lerden başlayan ülkemin batılılaşma ha- reketi, Genç Cumhuriyet ile neredeyse sos- yal bir deneye dönüşürken, şekilci, içi boş bir eğileme de gebe kaldı. O dönemde, birçok ev- rensel kültür ile bütünleşmiş münevver var- ken, bir yandan kaçınılmaz şekilde Mon Cher karikatürleri de türemişti. Ama şaşırmayalım, entelejansiya Farsça’dan anekdot gevelerken bunun yerine artık Fransızca’yı katık ediyor- du artık, eğilimde değişen bir şey pek yoktu.

Advertisement

BATILILAŞMA YA DA İNSANLIĞIN ORTAK EV- RENSEL MİRASI VE DENEYİMİ İLE BÜTÜN- LEŞME ORTADOĞU’DA NAİF BİR SAFDİLLİK- LE PARMAKLARI ÇAPRAZLAMA OLDUĞU, ŞU AN ÜLKEMİZDEKİ DURUMLA HEPİMİZ Bİ- RAZ OLSUN ARTIK ANLIYORUZ; GÖLE MAYA ÇALINDI, YA TUTARSA

Bunun sonunda Mon Cher karikatürleri daha çok İngiliz Kolonisinde büyümüş Bangladeşli ruh hali ile hayali bir tarihin ürünü He-Man milliyetçisi arasında gidip gelen bir hal aldı. Ecnebiler yapar biz yapamayız ile Bir Türk dünyaya bedel sloganı arasında sıkıştık kaldık; bu da sanata yansıdı ve yansımaya da devam ediyor. Bu abartılmış Eril-Milliyetçilik ile Üçüncü Dünyalı Aşağılık Kompleksinin kimseye bir yararı dokunmadığını da uzun uzun yazmaya gerek duymuyorum. Bu tozun dumanın içinde birileri, birilerimiz sanat yapmaya çabalıyoruz değil mi? Ama Evrensel Kültürle bütünleştiğini iddia eden ama Töz’den muaf işlerle karşı karşıyayız. Manevi Kök derken dini, ideolojik veya anlamı daha daraltılmış bir Kök’ten bahsetmiyorum. Yeter ki o manevi kökünüzle ilgili bağınız samimi olsun; Cinsel Kimlik, Sol, Feminizm, Anarşi, Punk, Fluxus ya da yerel kültür, bunların bir önemi yok hepsi sizin manevi kökünüz olabilir. Mühim olan o manevi kök sizin şifanız mı aynı zamanda? Yaptığı kumaş yerleştirmeyi kadının kesilmiş dili veya bir kanayan yara olarak vajina olduğunu anlatan Feminist bir kadın sanatçıyı dehşetle anımsıyorum. Bedenine bu kadar olumsuz bakan bu hastalıklı halden nasıl şifa veren bir sanatın çıkabileceğinden bahsedebiliriz. Hani sanat Katharsis idi? Hani şifa verirdi, hani kitleleri değiştirebilirdi? Bu olumsuzlukla daha da hasta bir toplum inşa etmek artık Modern Sanat olarak mı adlandırılıyor? Bence sanatın işlevine biraz daha odaklanmalıyız… Hele ki göçüğün altında kuşakların kaldığı şu dönemde… Peki, sapla saman nasıl ayrılır? Bir işin manevi kökten muaflığı yarattığı goy goy, çıkardığı gürültü, modaya veya o dönemin siyasi eğilimine kurban verilmesiyle hemen kendini gösterir. Aynı Gezi sonrası, hazır gıda kültürüne teslim edilen Veganlık gibi. Nasıl hayatın kaynağı bedense, sanatın da kaynağı tam işte orasıdır, iki göğüs kafesinin arası yani kalbiniz. Tüm o bilgi yüklerimiz omzumuzda olsun, lakin kalbin size ne söylediğini de unutmayın. Medya size bir sanatçıyı şişirip sunabilir. Oysa iki gözünü, en önemlisi kalbiniz var. Bazıları hakkında konuşamıyor muyuz? Bazı kutsal isimlere dokunamıyor muyuz? Eh artık söylemenin vakti geldi. Çünkü Modern Sanat, Deneysel Müzik sizin defacto, yaptım oldu alanınız değildir hanımlar, beyler! Evren Ortak İnsanlık Mirasının yüzyıllarca deneyim biriktirdiği, estetik oluşturduğu, milimi milimine tanımlanmış bir alandır; sizin sunduğunuz gibi bir muamma değildir. Bir sanatçı sanatını tanıtlayamıyorsa, yani kendi geometri dünyasını ve kavramlarını sabit bir biçimde açıklayamıyorsa, orada sadece blöf vardır. Sanatını bir muamma veya kuralsız bir özgürlük alanı olarak adlandıranlar yalanlarını söyleye dursun, ben ülkemden çıkan gerçek sanatçılarla hep övünmeye devam edeceğim. Zaten o sanatçılar sınırları aşıp başkalarına ulaşmış, buranın yerel Deve Güreşi tadında sanat ortamıyla da pek haşır neşir değil… Eğer üretiminizde veya yaşam biçiminizde manevi bir kök yoksa her eylem sadece bir poz vermeye dönüşür. Gençliğinde uyguladığı Martin Degville fotokopisi Drag Queen’liği Punk olmak sanan şimdinin pek bir cafcaflı sanatçısının, bir dergide sorulan soru üstüne işini hiçbir ibare olmamasına rağmen çok siyasi ve cinsiyetçilik karşıtı iş olarak göstermeye çabalayan o röportajı anımsıyorum; süslü laflar, tribünlere oynayan bir beyaz Türk siyasiliği, kısaca boş laf... Zatı muhterem eğer bahsettiği şeyler resminde olsaydı bunun dört yaşında bir çocuk tarafından bile algılanabilirdi, çünkü sanatın bir de böyle yalın bir yanı var, biz unutsak bile. Bu bana sadece, ülkemde, sanatla yalan söylemenin adetten olduğunu çağrıştırıyor. Zaten bu ülkede sanat eleştirisinin ay çok beğendim, harika olmuş ile sınırlandığını da anımsıyorum bir yandan. Eh keçinin olmadığı yerde koyuna Monsieur Abdurrahman deme halleri, acı acı gülümsüyorum. Töz, Sayan-Altay’ın beni sarsan bir kavramı; manevi köklere, bizi biz yapan tüm deneyimlere sahip çıkıp bununla sanat üretilmesi gereğini de anımsatan bir kavram...

Yahut bir pencerenin önünde saatlerce durup içeri güneşin girmesine izin veren odada yaşayan insanların kaderlerine dair hayal gücümü tamamen serbest bırakabilirim, tuhaf bir merakın peşine takılıp öylesine gelip geçenleri kilometrelerce takip edebilirim ve bağımsız bir gözlemcinin hareketlerimi anlaşılmaz ve aptalca bulacağını bilmeme rağmen dikkatim,sürükleyici bir kitapta anlatılan maceralardan ya da hünerli bir şekilde sahnelenmiş bir oyundan daha mest edici biçimde perçinleniyor.

Stefan Zweig, Kuş Kapanı

This article is from: