
12 minute read
GIARDANO BRUNO
1548-1600
Şimdi gecedir ve Bruno, ustası Kopernik’in kitabını okuyor. Bu kitabı zaten zor buldu ve gizlice okuyabiliyor ancak. Ki bu satırlara değen gözlere selam olsun, çünkü doğru tahmin ettiniz: Bu yazı filozof, şair ve astronomi bilgini Giordano Bruno’nun macerasına dair. O halde serüvene devam edip açalım tarihin perdesini. Bruno’nun gizlice okuduğu kitabın tam adı şudur: “Torn’lu Nikola Kopernik’in Gök Kubbelerin Dönmesine Dair Altı Kitabı”. Kopernik bu eserinde bahsettiği sonuçlara hangi yoldan vardığına ilişkin der ki; “… yıldızların, dünyamızın çevresinde döndükleri inancına dayanarak gök olaylarını çözemiyorum. Birde tersini deneyeceğim. Dünyamızın onların çevresinde döndüklerine inanarak bakacağı m gök olaylarına…” Kopernik’e gök olaylarını çözdürtmeyen bakış açısı, din-kilisenin bakışıdır. İkincisi ise bilimsel bakıştır ve öyle baktığı için gerçeği görebilmiştir Kopernik. O gerçeği bugün bilmeyen yok gibidir: Dünyanın biçimi küre şeklindedir… Dünya diğer gezegenlerle beraber güneşin etrafında dönüyor… Ama bu bilgiler o günün dünyası için sarsıcıydı. Çünkü din hakim ideoloji konumundaydı ve bu haliyle de, bilime gelişeceği bir zemin bırakmıyordu. Bilim dinsel zeminde olacak ve ona hizmet edecekti. Değilse, şeytan işi bir sapkınlık sayılıyordu bilim… İşte bu yüzden uzun süre kitabını yayınlayamadı Kopernik. Çünkü Engi
Advertisement
117
zisyon tarafından sapkınlıkla suçlanıp yakılmak, ciddi bir ihtimaldi. Öyle ya, yeni bilgiler, eski harafeler üzerinde kurulu saltanatları sarsar her zaman. Taht sahipleri bu sarsıntıdan korktukları için, hayata dair yenilik içeren bilimsel-devrimci düşüncelere daima düşman olurlar. Biraz önce, Kopernik için “Bruno’nun ustası” dedik ama fikri bir rehberlikten ibarettir bu ilişki. Zira Kopernik, kitabının yayınlandığı yıl olan 1543’te ölmüş, Bruno ise 1548’de doğmuştur. Ki bir asker ve şairin oğlu olarak dünyaya gelen Bruno, ondört yaşında Dominiken tarikatına ait bir manastıra girdi. Ve bir Dominiken papazı olacak şekilde yetiştirilmeye başlandı. Adını, kurucusu Dominik ve Guzman’dan alan bu tarikatın üyeleri, kendileri için “tanrının köpekleri” diyorlardı. Bayraklarındaki sembol, ağzında meşale tutan bir köpek başıydı. O denli bağnaz ve kıyıcılardı ki, kısa sürede Engizisyon’un köpeği olarak ün yaptılar. Engizisyosoruşturmalarında ve işkencelerde görev yaptılar. Tarikatın adı en çok bilineni Akinyolu Thomas (1227-1274) isimli filozof-din bilginidir. Aristo’nun düşüncelerini hıristanlığa yedirerek kullanmıştır. Yazdığı “Din Bilgisinin Esasları” kitabı, türünün klasik eserlerindendir.
Genç Bruno’nun girdiği manastır, işte bu Dominkenlerin eindeydi.Kendilerince klasik eserlerden oluşan, epeyce geniş kitaplığı vardı manastırın. Ve öğrenme arzusuyla dolu olan Bruno, habire okuyordu. Kısıtlı imkanlar içinde, insanlığn oluşturduğu ve insanları oluşturan birikimi özümsemeye çalışıyordu. Eski Yunan filozoflardan Arap bilginlerine kadar, okuma eylemini sürdürüyordu. Okudukça, araştırdıkça, düşündükçe, din büyüklerinin yazdıklarının akıl dışı ve karanlık olduğunu fark ediyordu. Onların dillerinde cehennem azabı, şeytan, günahtan başka bir şey yoktu. Her şeyi getirip bir biçimiyle onlara bağlıyorlardı. Hepsinin özetide aynı yere çıkıyordu: Ey insan sen bir gü nahkarsın! Cehennemde cayır cayır yanmak istemiyorsan, boyun eğmelisin. Görünürde tanrıya boyun eğmek kılıfına sokulmuştu bu tahakküm ilişkisi. Ama işin aslı nda din büyüklerine, krallara ve çeşitli derebeylerine kul köle olmak dayatılıyordu halka. Baş eğmeyenler ise “zındık”, “kaşr”, “cadı” sayılıp Engizisyonun hışmına uğratılıyorlardı. Yüzünden kan damlayan besili papazlar, yoksul insanları dinsiz diye işkenceden 118
geçirip yakıyorlardı. Bir yandan okudukları, bir yandan gördükleri Bruno’nun iç dünyasında fırtınalar yaratıyordu. Bilimin rüzgarı köhne harafeleri savuruyor ve Bruno’nun bilincini keskinleştiriyordu. Ki okumak Bruno için gerçekten de bir eylemdi. Çünkü yasaklı kitapları edinmek, cesaret işiydi. Üstünde bulunsa başı belaya girerdi. Ama böylesi olasılıklar yüzünden, okumaktan vazgeçemezdi. Korkuyordu belki ama korkusundan daha büyüktü yüreği. Ve işte o büyüklülük karşısında küçülüyordu cümle korkular. Zulalar yapmıştı kitapları için. Ama esas zulası kafasının içiydi elbette…
İşte bu okumaları sonucunda Akinyolu Thomas’ın zindanından Aristo’nun bahçesine çıktı Bruno. Ve giderek Aristo’nun yanılgılarla dolu bahçesinin duvarları olduğunu keşfetti. Engel tanımayan ruhu, o duvarları da aştı. Artık bilim dışı hiçbir şeye boyun eğmeyecek, sadece bilimin peşinden gidecekti. Tanrının köpeği değil, ama aşığı olmaya hazırdı. Öyle de oldu… Ondaki değişimin, manastır ortamında hissedilmemesi mümkün değildi. Bruno göz hapsindeydi. “sapkın” olduğundan şüphe ediyor ve bir açığını bulmak için pusuda bekliyorlardı. Bruno ise, sıradan papazlık işlerine devam ediyordu. Doğanları vaftiz ederken, ölmek üzere olanlara da günah çıkartıyordu. Böylece doğum ve ölüme yakından tanık oluyordu. Ne kadar da doğal, ne kadar da birbirini tamamlayan dönüşümlerdi bunlar… Böylesi işler için, manastır dışına çıkıp Napoli’ye gittiğinde, yasak kitaplar edinmeye devam ediyordu. Kopernik’in kitabı da eline böyle geçmişti. Ve yeni bir yol açmıştı ufkunda. Adımladıkça Kopernik’in sınırlarına da ulaştı. Ve artık geri dönülmez bir biçimde anladı ki; fokur fokur kaynayan cehennem ile, içinde hürilerin dolaştığı cennet arasına sıkışmış bir mekan değildir dünya. Güneşin çevresinde bulunan bir gezegendir. Ama, daha da ötesi olmalıydı Bruno’ya göre. Gerçi Kopernik, ötesine geçmek istememişti belki ama, 119
onu da aşan bir adımın eşiğindeydi Bruno. Güneşe benzeyen başka yıldızlar da olmalıydı evrende. O halde Demokrit, Epikür, Kukretius gibi materyalist filozoflar haklıydı: Evren sonsuz ve güneşler sayısızdı… Bruno’nun gözleri, kamaşarak açılıyordu bu hakikat karşısında. Çıktığı yolda sadece kilisenin değil, dünyanın duvarlarını da parçalamıştı. Gözlerinin önünde uzanıyordu artık evrenin sonsuzluğu bilgisi. Ve Bruno şahsında insanlık, bu bilgiyi kavramanın yeni bir adımını daha atıyordu. Ki daha önce, bu bilginin eşiğine gelen kimileri, korkuya kapılıp geri dönmüşlerdi. Ama Bruno, bilimi meşale yapan insanlığın yolundan şaşmadı, beynini ve yüreğini açtı bilimsel gerçekliğe… Bir yanda içinde gezegenler, yıldızlar olan uzayın sonsuzluğu, diğer yanda gözle görünmez zerreciklerden oluşan sonsuzluk… Ve bu ikisini kavramaya çalışan insanlığın o andaki adı: Bruno! Karanlık zihinlerin kara cübbeleri, Bruno’nun etrafında yaptıkları pusudan çıkmakta gecikmediler. En nihayetinde 130 maddelik bir suçlama listesi hazırladılar.
Suçlayıcılar için, Bruno’nun durumu net sayılırdı. Hemen katledebilirlerdi ama kılıfına uygun olmalıydı bu iş. Ne de olsa, kendi tarikatlarından sayılırdı hala. Oysa, insanlığı karanlığa mahkum eden din bezirganlarının yolundan çıkalı çok olmuştu Bruno. Artık, bilimin aydınlık yolunda ilerleyen insanlığı taşıyordu omuzlarında… Papaz cübbesini çıkartmanın vakti gelmişti. O da öyle yaptı ve halkın giyisilerine büründü. Bir de kılıç kuşandı. Bundan böyle silahlı bir filozof, şair ve bilim aşığı olarak devam edecekti macerasına. Ki insanlığın bilimlessilahlanmış yüzüydü Bruno. Tam da bu nedenle kaçaktı, ilegaldi ve ayrılıyordu İtalya’dan… şehirden şehre, ülkeden ülkeye sürdürdü firari yaşamını. Her gittiği yere taşıdı bilimin ışığını. Ama bu aydınlık, ürkütüyordu o kaftanlı muktedirleri. Öyle ya, halkın gözü bir açılırsa, kendilerine soylu diyen soysuz haramilerin gerçek yüzünü görürdü. Görmesinlerdi.
Halkın gözü hep kör kalsındı. Bilimsel düşünce tehlikeliydi ve Bruno, yakılması gereken bir zındıktı. Hal böyle olunca, hiçbir yerde uzun süre kalamıyordu “Ve serüvenciler düşer yollara…” misali, devam ediyordu 120
büyük yolculuğuna. Çünkü o bir aşıktı. Bilim aşkıydı Bruno’yu yollara düşüren. Tehdit, emir ve fermanlara papuç bırakacak biri değildi. Muktedir sofralarında zıkkımlanmak için, ruhunu satacak bir riyakar hiç değildi. Bruno, bilgisinin ateşini gittiği her yere taşımaya devam etti. Ve özetin özeti olarak, savunduğu düşünceler şöyleydi: “…Kopernikus sisteminden esinlenerek evrenin sonsuzluğunu kavramış. Tanrının da, varsa eğer, ancak böyle bir sistem içinde,sonsuzlukta gerçekleşebileceğini düşünmüş. Aristoteles’in evreni bölümlere ayırmasını açıkça gülünç buluyor. Ona göre gök, sonsuz evrendi. Akıl için iki sonsuz olmayacağına göre Tanrı ve Evren bir ve aynı şeydiler. Tanrı evrenin yaratıcısı değil, kendisidir. Yaratılan birey yoktur, olmakta olan bir şey vardır. Ne yaratan vardır, ne de özgürce bir yaratma işi. Bunların yerine doğayı ve meydana gelme zorunluluğunu koymamız gerekir…Ölüm hayatın bir değişmesindan başka bir şey değildir. Sadece her şey sürekli olarak değişir, o kadar. Bu değişim sonsuzdur. Tohumlar başka tohumlara yönelirler, değişirler. Örneğin tohum, ot olur, başak olur, ekmek olur, kan olur, insan tohumu olur. İnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki tohumu olur. Bu değişmeler ve yenileşmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir.” 2 Böylesi düşünceler, dinsel taassup altında inleyen Avrupa için sarsıcıydı. Engizisyonun zulmü, şafaktan önceki zişrisini yaşıyordu. Dillerinden İsa’yı düşürmeyen egemenler, yoksulların felaketine sebep olarak semiriyorlardı. Bu sömürü çarkına şkri veya fiziki olarak çomak sokanların karşısına Engizisyonu çıkartıyorladı. İşte bu tablo içinde, sözünü sakınmadan konuşan Bruno da “tehlikeli” sayılıyordu. Kendisinden önce ismi geliyordu gideceği şehirlere. Ve sinsi gözler, her adımını izliyorlardı. Cenevre’deki günleri, böyle bir kuşatma altında geçti. Katıldığı tartışmalarda, bilim adamı geçinen sahtekarları teşhir edince, hapishaneye bile atıldı. Neyse ki tutsaklığı kısa sürdü ama kenti terk etmek zorunda kaldı.
Serüvenciler için “Ne bir adresleri vardır onların, nede aşktan başka bir 121
sığınakları” diyen şarkı, doğrudur elbette. Ve yeni mekanı Fransa’daki Tuluz Üniversitesi oldu Bruno’nun.
Küşü hurafeleri yineleyen hocalara hiç benzemeyen bu bilim aşığını, ilgiyle dinliyordu öğrencileri. Çünkü öğrencilere bilim aşkının ne ve nasıl olduğunu somutluyordu Bruno. Onun bilimsel aşkınlığından, şairliğinden ve düşüncelerinden ürken diğer hocalar, Bruno’yu zındıklığıyla baş başa bırakıp “şükretmeye gittiler Tanrıya, papaza, krala / acı-larımız üstüne cenneti kuranlara”3
Bruno ise, orada daha fazla kalamayacağınıgörerek, Paris’e gitti. O Paris ki, daha yeni yıkanmıştı Hügenotlar’ın kanıyla. Fransız Calvinistleri olan Hügenotlar, “zındık” sayıldıkları için “Saint Barthelemy Gecesi” denilen katilama maruz kalmışlardı. 1572 yılının 23- 24 Ağustos gecesinde, Paris’te binlerce Hügenot öldürülmüştü. Katliam öncesi, Hügenotlar’ın evlerine haç işareti çizilmişti. Ve o gece, işaretli o evlerde oturanlar çoluk çocuk demeden öldürüldüler. Sokaklara çıkartılıp boğazlandılar ve cesetler, Seine nehrine atıldı.
O gecenin Paris’i bir yandan işte böyle kan ağladı, bin yandan da Saray’ın pencerelerinden yükselen kahkahalara tanık oldu. Katliamı o pencerelerden izleyen soylular, gülüyorlardı çünkü. Ki değişik mezheplerden insanları kışkırtıp birbirlerine kırdıran egemenler, dökülen kanla yağlıyorlardı sömürü çarkını… Paris’e gelişinden bir süre sonra, kralın huzuruna çıkartıldı Bruno. Kral, onun bilimsel yetkinliğinden etkilendi. Ama bu etkinin kapsamı, kral için ilgi çekici yeni bir eğlenceye sahip olmaktan öte değildi. Bruno bu durumu kabul edip, tahtın dibinde uslu uslu oturursa, unvan ve zenginlik elde edebilirdi.
Saray uleması olarak, şatafatlı bir yaşam sürebilirdi. Ne kaçma kovalamalar ne de tehdit ve tehlikeler, hepsi geri de kalırdı. Ama bu, elbette krala uşaklık etmek şartına bağlıydı. Böylesi bir soytarılık için, yola çıkmamıştı Bruno. Dahası, haddinden fazla uşak ve kral, insanlığın yolunu kesmek için uğraşıyordu zaten. Onlardan biri olmayacaktı. Kral eteği öperek, elde edilen unvan ve zenginliğin, zerre kıymeti yoktu Bruno için. O bir kapıkulu değil, bilim savaşçısıydı. Ölüm tehditlerine teslim etmediği ruhunu, rahat yaşam teklişerine de satmayacaktı. Nite122
kim dilini tutmadığı gibi, şaha kaldırdı yine. Ve bilimin yücesinden, sahtekarlığın düzüne inmediği için hakkında fermanlar çıkartıldı. Bunun üzerine, Fransa’yı da terk edip İngiltere’ye geçti… İngiltere’nin bugün de meşhur olan Oksford’unda bilimsel tartışmalara katıldı. En bilgili profesör diye karşısına çıkartılanların hurafelerini, çöplüğe yolladı. Ama yarasalar gibi gözleri yobazlık karanlığına alışan Oksford ulemaları, bilimsel aydınlığa tahammül edemediler. Bir kez daha yol görünmüştü Bruno’ya. İngiltere’de kalamazdı artık… Ülkeler, şehirler değişiyor ama, dinsel gericilik her yerde hep aynı kalıyordu. Kendisi gibi düşünmeyeni susturup yok etmek üzerine kuruluydu gericiliğin iktidarı. Ki onlara göre Bruno, katli vacip bir zındıktı. Yakılmalıydı. Ama henüz değil. Çünkü, henüz ele geçiremediler. Cenevre, Tuluz, Paris, Londra, Magburg, Vittenberg, Prag, Frankfurt… Avrupa’yı dolaşıyordu Bruno. Her gittiği yerde bilimin gücüyle konuşuyor ve karşısına çıkartılan yalan bezirganlarını alt ediyordu. Böylece suçlarını büyütüyordu Bruno. Suçu malumdu: Bilim…Bir hakikat dervişi ve bilim aşığı olarak, şehirden şehre dolaşan Bruno, vatan özlemi de çekiyordu elbette. Bu arada, Dominiken Tarikatı da onu ele geçirmenin ince hesaplarını yapıyordu. Çünkü, Bruno’nun bir dönem kendilerinden olmasını bir leke olarak görü yorlardı. Temizlenmesi gereken bir leke…
Kirli masalarından pis hesaplarla kalktılar. Plan şuydu: Venedikli bir soylu, Bruno’yu davet edip bilimsel çalışmalarına güvenli bir ortam sağlamayı vaat edecekti. Öyle de yaptı. Tuzaktan habersizdi Bruno. Bir ihtimal,aklından geçmiştir. Ama başına gelebilecek her şeyi, çoktandır göze alıyordu zaten. Kalkıp gitti Venedik’e. Ölecekse de vatanında ölmeliydi… Geldi ve bir süre sonra da, yakalanıp hapsedildi. Zindana atılmış olması yıldıramadı Bruno’yu. Çünkü değil bu zindan ya da Venedik, dünya bile küçük kalıyordu onun ufku karşısında. Hal böyle olduğundan, o güneş görmez esaretinde bile, özgürdü. Deyim yerindeyse, bir özgür tutsaktı Bruno. Ve Engizisyonun sekiz hafta süren işkencelerine direndi. Cellatların ifti123
ralarını reddetti. Düşüncelerini savundu ve boyun eğmedi. Papazlardan oluşan engizitörler, işlerinde ustaydılar. Ama hepsi boşunaydı. Bruno nedamet getirmedi, cellatlarından af dilemedi ve bilimi savunmaktan vazgeçmedi… Venedikli engizitörlerin başarısızlığını gören Papalık, Bronu’yu Roma’ya getirtti. Şanslarını deneyecek ve eğer mümkün olursa, teslim alma başarısını kendi hanelerine yazacaklardı. Bunun için, tam altı yıl boyunca uğraştılar. Altı koca yıl boyunca, Bruno’yu bilimsel düşünceler taşıdığına pişman ettirmek için, ellerinden geleni yaptılar. Ama başaramadılar, teslim alamadılar…
Elbette, fiziken Engizisyonun elindeydi zaten. Ama bu, muktedirler için yeterli değildi. İstedikleri zaman öldürebilirlerdi, ama bu haliyle gene de teslim almış sayılmazlardı. Çünkü, esas olarak fikren teslim olmasını istiyorlardı. Bunun yolu ise, Bruno’nun kendi kendisini çürütmesi, dün savunduklarını bugün inkar etmesiydi. Engizitörler, Bruno’nun ateşini söndürmek için, nedamet getirmesini istiyorlardı. Ki ancak böylesi bir kusmuk içinde boğulan Bruno’yu teslim almış olurlardı. Fakat, yine başaramadılar: “… Tartışmalarda Bruno’nun şkirlerini çürütebilecek bir filozof daha dünyaya gelmemişti. O halde Bruno kendi kendisini çürütmeliydi. Ölümden önce, kendi öğretisini kendisi öldürmeliydi. Bilimi öven, savunan Bruno’dan, herkesin gözleri önünde, sevgilisini bilimin yüzüne tükürmesini, onu lanetleyip ondan vazgeçmesini istiyorlardı. Ama Bruno’ya bunu yaptırabilecek işkence yoktu dünyada… Bruno bu son sınayışa çoktan hazırdı zaten. Defalarca kendi kendisine şu sözlerle seslenmişti: Dayan, mert ol, cahillerin yargısı seni tehdit etse bile şkrinden dönme. Işığı karanlıktan ayırabilecek yüksek bir akıl mahkemesi vardır. Sadık, vefalı tanıklar ve avukatlar senin davanı savunacaklar. Düşmanlarınsa, kendivicdanlarından kendi cellatlarını ve seninintikamını alacak birini bulacaklar.’
İşte koridorda yine adımlar duyuldu. Kapa açıldı. Bruno’nun önünde Dominiken generali, ihtiyar bir papaz duruyordu. Papaz Bruno’ya öğretisinin din kurallarına aykırı olduğunu kabul etme124
sini, yanlış fikirlerinden dönmesini bir daha teklif etti. Bruno, son derece büyük mertlikle cevap verdi: Fikrimden dönemem ve dönmek de istemem. Döneceğim hiçbir fikir yok zaten…”
4. Bruno’nun sözleri, Engizisyonun bu tarihsel davayı kaybettiğine dair, bir hüküm olarak yazıldı insanlığın bahtına. Engizitörler’in kaybettiği gelecekti ve bunun yarattığı tahammülsüzlükle açıkladılar, diri diri yakma kararını. Dinledi bu kararı Bruno ve sonra konuştu: “ Siz kararınızı bildirirken bile korkuyorsunuz ama ben, onu dinlerken korkmuyorum.” Tarihler 17 şubat 1600’ü gösterirken, Roma’nın Çiçekler Meydanı’nın ortasına odunlar, etrafına da ahali yığılmıştı. Papa, kilise büyükleri ve çeşitli elçilerden oluşan muktedir zevat, yakma törenini izlemek için hazırdılar. Diri diri yakılacaktı yine bilimin ışığı ve aşığı. Ama birazdan yükselecek ateşler, yakanların tarihsel yenilgisini de aydınlatacaktı. O gün orada toplanan güruh ve cellatlar, bu gerçeğin farkında değildi ama Bruno farkındaydı: “ … Ateşte diri diri yakılmak suretiyle ölüme mahkum edilen Bruno, korkmadan insanların gözlerinin içine bakıyor, cellatsa yüzünü bir maske altında gizliyordu. Odunlar tutuşturuldu. Yel, ateşi körükledi. Alevler Bruno’nun ayaklarına yaklaştı, elbiselerini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakika da pişman olup fikirlerinden döner miydi acaba?
Fakat umutları boşunaydı. Bruno aman dilemeyecekti. Ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı. Bruno bilincini kaybetmemişti. Duyduğu acıyı bastıran, iniltilerini açığa vurmamasına yardım eden kuvvet neydi? Hayatının bu son dakikalarında Bruno’nun ne düşündüğünü bilmiyoruz, ama çok daha önce, ölümünün kaçınılmaz olduğunu sezerek yazmış olduğu şu sözleri biliyoruz: “Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçe savaştım. Fakat ruhuma verilen kuvvet, bedenimden esirgenmiş… Yine de bende, gelecek yüzyılların kabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar: ‘Ölüm korkusu bilmezdi. Karakter gücü bakımından, herkesten yüksekti ve gerçek uğruna savaşmayı, tüm yaşama zevklerinden üstün tutardı.’ 125
diyecekler…”
5
Ve bu yazının son sözü malumdur: Bruno’ya selam olsun. Çünkü o, ölüm korkusu bilmeden gerçek uğruna savaştı ve yaşamaya devam ediyor. Yaşamın acılarına ve hazlarına yenilmeyen karakteri ve kalbinin ateşi, hakikat yolunu aydınlatıyor hala. Selam olsun Bruno’ya…
Kaynakça : 1 – Düşünce Tarihi – Syf:282. Orhan Hançerlioğlu - Remzi Kitabevi. (4.Baskı) 2 - Age. Syf : 199 – 200 3 – şair William Blake – Baco Temizlikçisi şiirinden 4 – İnsan Nasıl İnsan Oldu? - Syf : 530 – M. İlin – E. Segah – Say Yayınları (12.Baskı) 5 – Age. Syf : 532 – 533
2008 Şubat
126