4 minute read

Sanatı idrak

Next Article
Sözcük Dizini

Sözcük Dizini

SANATI İDRAK

Ahmet Mithat Efendi bir vakitler yazdığı romanları, gazetesinde tefrika ederken karileri mathaaya kadar gelirler "O ihtiyar falan paşa değil mi? O genç falanın oğlu değil mi? Ben Dürdane Hanımı tanıyorum. Bebek'teki saraylı hanım değil mi?" ve ilh . . . gibi şeyler sorarlarmış! Halk o zaman edebiyatında "roman" nevinin ne olduğunu bilmediği için hayali şahısları hakiki adamlar sanırmış! Artık bugün "elhamdülillah" romanı "sahih vakıa" zanneden bir devirde değiliz! Fakat "asri edebiyat"ın nevilerini idrak etmeyenler daha pek çok! Nasıl sokakta asri hayatı idrak etmeyen köylülere rastgelirsek fikir aleminde de zihninin hacmi gayet dar aşinalarla karşılaşırız. Tramvayd a , tünelde, vapurda biletini pazarlıkla almak isteyen köylü, mark isteyen ihtiyar hanım, şüphesiz asri hayatın bedihiyyatını anlayamamıştır. Yine fikir aleminde de bunlara benzer tuhaflıklar gördüm . Bolayır'da medfun Süleyman Paşayı Fatih'in damadı sanan müverrih gördüm. "Nouvelle" ile "hikaye" arasındaki farkı bilmeyen romancı gördüm? "Devlet" ile "hükümet"in hudutlarını tayin edemeyen ulum-ı siyasiye doktoru gördüm. "Vezn"i "nazım"dan ayıramayan edipler gördüm. "Lisan" ile "beyan"ırı ayrı ayrı şeyler olduğunu bilmeyen şairler gördüm. Ahmet Mithat Efendinin romanı "sahih vakıa" sanan devri nasıl geçtiyse, şüphesiz fikir alemimizdeki bu masumiyet de memlekete klasik tahsili neşredecek liselerin sayesinde, darülfünunun yararlana-

1 03

cağı ilmi telakki sayesinde gülünç bir rüya gibi geçip gidecek. Meyus olmayalım; yirmi beş sene sonra gelecek nesil ilmin mebadisin i , mütearifeleri, lafızların hadlerini şüphesiz tanıyacak! Ama şimdi? . . "Romanı sahih vakıa sanan devirde değiliz! " demiştim. Fakat asri edebiyatın nevileri , bedihiyyatı henüz bizce meçhul. . . Şaka yı tahkir, m izahı ciddi, masalı tari h , fantaziyi ilim sanan vatandaşlarımız var! Milli, yani hakiki edebiyatımız daha yeni başladığından "edebi terbiyemiz" hemen yük diyecek derecede! Işte bu iptidailik, bu masumiyet bazen sanatkarı müteessir ediyor, "anlaşılmadığı n ı , yahut yanlış anlaşıldığını gören" şair, ressam, edip: "Acaba gayri tabii bir şey mi yaptım?" endişesine kapılır. Vakit'te "Çakmak" unvanlı mizahi bir hikayem çıkmıştı. O akşam evime sevgili bir arkadaşım geld i . Bu genç hukuku mukuku bitirmiş, hatta Avrupa'da bile birkaç sene bulunmuştu. Daha elimi sıkmadan, "Ne yaptın sen Ömer," dedi. "Ne yaptım , " diye şaşaladım. Ihtimal sarardım. "Mahkeme masrafını beraat kazanan mı veriyor?" "Yok . . . " "Ya kim veri r . " "Tabii davayı kaybeden verir . . . " dedim . . . Bunu bildiğim halde niçin hakime davayı kazanandan mahkeme masrafı istediğimi sordu. Güldüm. Omzunu okşadım. Karşıma oturttum. Zavallı mizah sanatının mantıkını, ruhiyatını bilmiyordu. Suyu arşınla ölçmeye kalkan bir adam kadar heyecanı gülünçtü. Haberi yoktu ki mizah hakikatı "tepetaklak" getirmektir. Bunu anlattım. Kalktım. Dolabımdan karikatürler çıkardım. Avrupa meşahirinden bazılarının "tavşan, domuz, kaz, ördek, at ve

il h . . . " şeklinde resimlerini gösterdim. Ben söylemeden bunların kim olduğunu tanıyordu. "Hani uzvi hakikat?" dedim. "Ama bunlar· karikatür . . . " "Mizah da edebiyatın karikatürüdür! lçtimai hakikati tersine getirmek 'gülü.msetme'nin sanatıdır! 'Çakmak' hikayesinde 'kal'leriyle 'hal'leri taban tabana zıt iki arkadaş, yine kendileri kadar tuhaf bir hakimin huzuruna çıkarak 'bir anda' birbirini dava ediyorlar. Müddei ile müddei aleyhi ewel ayırmayan bilakis karıştıran hakim tek bir yeminle davayı bitirince gözüne kestirdiğinden masraf istiyor. Ihtimal bu hareketi ile davacılarından daha tuhaf oluyor. Hem de bu talebin havasında gülünecek derecede kaba 'suiistimal' var! " Bunu anlattım. Müselleslerin müsavatı gibi anlattım. Arkadaşım anlamadı. Çünkü bu hikayeyi -kendisini kızdıracak derecede güldürmerliği için- mizah addetmiyordu. Fikri, kanuni hakikate saplanmıştı. Eğer kanuni hakikat bozulmazsa kaba bir suiistimalin karikatürü, mübalağası nasil yapılabilirdi? O gittikten sonra asri edebiyattaki masumiyetimizi düşünmeye başladım. Hürriyetimizin ilk günlerinde bir muharririn daima eserlerinin başına: "Mizahtır, şakadır. Sakın ciddi zannetmeyin ha . . . " ihtarını yazdığım hatırladım. Gözümün önüne -halkçaen namlı sanatkarlarımızdan meşhur Ressam Hulusi Efendinin taşbasma levhaları geld i . Hulusi Efendi levhalarında denizin üstüne "deniz", şimendiferin üstüne "şimendifer" , topun üstüne "top" ve il h . . . yazar! Eserleri adeta bir tarifat haritası gibid i r .

Halkın "menazır" kaidelerini bildiği kadar "asri edebiyat"taki nevilerin ruhiyatını bilmeyen karilere karşı hikayeciler de Hulusi Efendinin usulünü kabul etselerd i . . .

"Rahat olacaktı! " dedim. "Mesela ben , 'Hakim böyle istenmeyecek bir adamdan mahkeme masrafını istemekle gülünç bir suiistimal yapıyor, başkasını zannetmeyin! Kanunun bu noktasını bilmez değilim!' şerhini verseydim. . . Fakat o vakit sanata ne lüzum kalırd ı . "

Vakit gazetesi Nr: 45 5 Kinunuevvel 1 334 (Aralık 1918)

FELSEFE

Mithat Bey yirmi senedir Amerika-yı Cenubide oturuyordu. Son günlerde vatanı olan lstanbul'a geldi. Yirmi sene ne matbuatı, ne edebiyatı takip etmişti. Türkiye havadislerini yalnız Amerika gazetelerinde okuyordu. Galatasaray'dan çıkmıştı. Istanbul'da birçok sınıf arkadaşlarının meşahir sırasına girdiğini gördü. Hele sınıfın en tembeli , diplomasını alamayan bir arkadaşı, meşhur bir gazeteci olmuş, "akaidi cezriye" neşrine başlamış, hatta evet hatta, Sultani'nin Türkçe kısmından diploma alamamışken Fransızca romanlar bile yazmıştı. "Harika, harika ! " diyordu. Bir gün köprüden geçerken sınıfının birincisi olan Mahmut'a rastgeld i . Zavallının saçları ağarmış, üstübaşı dökülmüştü. Yirm i sene ewel bu çocuk mektebin en meşhur şairi idi . Düşündü ki şairler biraz süfli olurlar . . . Selam verd i . Kendini tanıttı . "Ah Mahmut ! " ded i . "Şeref, şan, şöhret çok iyi ama . . . Biraz üstüne başına baksan . . . " "Ne şerefi, ne şanı?" "Sen memleketin tabii en büytik bir şairisin ! " "Yanılıyorsun ! Ben şair falan değilim. " "Öyleyse muharrirsin ! " "Hayır b i r satır yazı yazmadım. " " O halde b u kıyafet ne?" "Parasızlıkta n ! " "Canım mektepte iken ne güzel yazılar yazard m , yine yazsana . . . " Mahmut, derin derin içini çekti,

1 07

"Heyhat! " ded i . "Eğer kalemime kalsaydım, şimdiye kadar açlıktan ölürdüm. Bereket versin herkesi zehirleyen tütüne! " "Ne demek?" "Ne demek olacak. Yirmi senedir Reji'de memurum! "

Diken dergisi Nr: 25 Mayıs 1 919

This article is from: