4 minute read
Edebiyatta Arz ve Talep
EDEBİY ATTA ARZ VE TALEP
Her sanatkar gibi beni en ziyade müteessir eden şey: "Sanat ı n , bilhassa edebiyatın memleketimizde insanı besleyemeyeceğine dair olan yanlış kanaat"tir. Sanat her meinlekette olduğu gibi Türkiye'de de ancak muvaffak olanı mesut eder. Muvaffak olamaya n , ammesini keşfedemeyen , ammesinin bedii talebini sezemeyen sanatkar her yerde meyus olur. Bunda Türkiye'nin, Türklüğün bir dahli yoktur! Eski ediplerimizden biri diyor ki: "Eğer kalemime kalsaydım, açlıktan ölürdüm. Bereket versin herkesi zehirleyen tütün e ! " (Yani Reji'deki memuriyetime!) Diğer biri de kalemine güvenemeyerek münevverlerin tenezzül ederneyeceği bir ticaret vadisine sapıyor. Bu iki üstadı taklide yeltenenler az değil. Kalemi bırakanlardan kimi kömür, kimi zerzevat alışverişine dönüyor. Hepsinin mazereti bir: "Bu memlekette edebiyat adamı beslemez! " " N için?" diye sorunuz. Bu cevabı alacaksınız: "Halk okumuyor. Ne yapalım?" Halkın okumadığı da gayet yanlış bir zandır. Bizim milletimiz okur. Hem çok okur. Fakat o kuyacak şey bulamazsa? Bu kabahat şüphesiz kendisinin değildir. Biz daima muvaffakıyetsizliğimizi halkın anlayışsızlığına hamlederizi Ne küstahça bir cesaret! Halk denen kütle bir "deha" menbaıdır. Her şey ondadır. Acz, anlayışsızlık; zevksizlik ancak bizdedir.
Muvaffakıyetsizliğimizin sebeplerini araştırırsak
1 1 3
hakikatı görebiliriz. Asırların içinde, "hayat telakkisi" değişir. Bu değişen "telakki" ile beraber edebiyatın da esasları, tekniği, sanatkada ammesi arasındaki münasebet değişir. Yazık bu değişme hakikatini sezerneyene L . Işte "Türkiye'de kalem insanı beslemez ! " diyenler bu zavallı Ashab-ı Kehf't i r . Ne arnmelerini tanırlar, ne de herhangi bir ammenin "bed ii taleb"ini! Bunun neticesi olarak tabii "sanatkarane bir arz" yapamazlar.
Amme ile sanatkar arasındaki münasebeti kısaca bizim edebiyatımııda arayalım: Bir asır ewel henüz bir "ümmet" halinde yaşıyorduk. Milletin yani "Türk"ün adı ortada yoktu. Etrafında -birçok vezir divanları bulunan büyük bir divan vard ı . Mektep yalnız medrese idi . Müdürler, münewerler halktan ayrı, halkın fevkinde bir zümre teşkil ediyorlard ı . Bu devirde Türk sanatkarları ewela medreseye girmek, güzel Arapça, Acemce, belagat falan öğrenmek mecburiyetinde idi. Matbaa yoktu. Yazılar halk için, herkes için değil, divan i çi n , yalnız divanın etrafındaki münewerler için yazılıyordu. Divan edebiyatının, medrese lisanının bedii bir ananesi vardı. Onun haricine çıkmak, sanatın zapt ve raptını bozmak demekti. Ümmet devrinde ekseri şairler ulema sınıfından olurdu. Çünkü mutlaka medreseden çıkmak mecburiyetinde idiler. Doğrudan doğruya eserleri sayesinde yaşamaları mümkün değild i . Kasidelerini vezirlere arz edecekler, aldıkları caizelerle geçineceklerd i . Zavallı Fuzuli'nin meşhur mektubu bu vaziyetin ne feci bir abidesidir! Halk bu caizeci şairleri hiç anlamazdı. İzzet Molla'dan Keşan'da şair olduğunu duyanlar biraz saz çalmasını rica ediyorlard ı . Türkçe yazan , Türkçe terennüm eden milli şairler tamamıyla ayrıyd ı . Divan, medrese onlara hiçbir kıymet vermiyordu. Ümmet devrinde muvaffak olan
bir sanatkar, ammesi olan divan zümresi, padişah, vezirler nezdinde hemen takdir olunuyor, hatta bazen Baki gibi şeyhülislamlık, Ragıp Paşa gibi saclaret mevkilerine bile çıkabiliyordu. Halkın kuşbaşı parçaiamak için kovaladığı esnada kaçarken damdan düşen Şair Nedim'in ağzını divan ehli altınla dolduruyordu . Matbaa, gazete başlayınca sanatkarın ammesi de değişti. Bu değişikliği anlamayanlar hala medrese lisanıyla Tel a m a k tercüme ediyorlardı, halbuki artık sanatkarın ammesi yalnız divan, yalnız bir zümre değil , bütün milletti. Sanatkar medrese lisanını bırakıp halkın konuştuğu, bildiği lisanı kabul etmeye mecburdu. Ahmet Mithat Efendi bir dereceye kadar bunu yaptı. Yazılarını münewer, gayri münewer herkese okuttu. Birçok da para kazandı. Şinasi, Harnit edebiyatı asrileştirmek istiyorlar, asri nevileri tatbike çalışıyorlardı . Fakat halkın tabii lisanına bir türlü suut edemediler. Medrese lisanını n , divan edebiyatının bedii bir aleti olan Acem aruzuyla terennümde ayak dirediler. Halbuki Acem aruzuna asılları Türkçe olan kelimelerin yüzde sekseni giremiyor, girebilirse ahengi bozuluyordu. Edebiyatımızda en büyük inkılabı yapa n , yani asri nevileri hiç bozmadan şiire, hikayeye, romana tatbik eden Edebiyat-ı Cedide erkanı da hakiki lisanla iskolastik yani medrese lisanı arasındaki farkı göremiyorlardı . En güzel hislerini Arapça, Acemce terkiplerle edaya uğraşıyorlar, suni medrese lisanını Türkçe, konuşulan tabii Türkçeyi de "Patoua" sanıyorlard ı . Tabii halkın anlamadığı, zevk rluymadığı iskolastik lisanla yazılmış eserlerin karileri mahduttu. Edebiyat-ı Cedide erkanından hiçbirisi kalemiyle geçinemedi. Memuriyetler, valilikler, müsteşarlıklar onlara mekel oldu. Edebiyat-ı Cedide haricinde yalnız kalemiyle yaşayan sanatkarlar yok değildi. Mesela Hüseyin Rahmi gibi . . . Seruet-i Fün u n 'un ancak dokuz yüz :ıüsha sattığı zamanda halk lisanıyla yazılmış roman tercü-
melerinin kaçar bin defalar hasıldığını eski kitapçılardan tahkik ediniz. Hayretler içinde kalacaksınız. Aşık Gari p , Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı falan gibi milli lirik efsanelerimizin ne kadar basıldığ ı n ı , h e r sene ne kadar satıldığını bilmeyen yoktur. Halk anladığını okur. Medrese lisanının vakıa ilm i kıymeti çok büyüktür. Kendine mahsus bir bedaatı vardır. Fakat halka bununla hitap olunamaz. Yarım asır evvel Ziya Paşa bu hakikati meşhur "Şiir ve Inşa" makalesinde haykırmıştı. Acem aruzunun Türkçeye uymadığını da müverrih Cevdet Paşa söyled i . O vakitten beri sanatkarlar bu iki ikaz sadasma kulaklarını tıkadılar. Edebiyat karisiz kaldı. Karisiz edebiyat müşterisiz meta demektir. Elbette sahibine iflas getirir.
Refik Halit gibi küçücük bir yazısına yirmi lira, satırına yirmi kuruş isteyen saf Türkçe yazanlardan bahsetmek istemem. Cihan harbinden ewel ölen Baha Tevfik, faaliyeti , en çetin mebhasları nispeten sade Türkçeyle yazmak sayesinde ayda seksen altın liradan fazla kazanıyordu. Evet, Türkiye'de kalemin insanı beslemediği en yanlış bir. zehaptır. Ya tembeliz, çalışmak istemiyoruz! Yahut iktidarımız yok . . . Artık, hele bu cihan harbinden sonra mutlaka millet haline geçeceğiz. Rumlar gibi, Ermeniler gibi, Yahudiler gibi, hasılı dünyadaki her millet gibi biz de bir "millet" olacağız. Lisanımız medresede, mektepte öğretilen değil, anamızdan öğrendiğimiz, konuştuğumuz lisan olacak. Siyasi, içtimai herhangi bir mevki, bir memuriyet için edebiyatı alet yapmayan sanatkar, ammesinin "birtakım efendiler zümresi" değil, halk olduğunu anlayacak. Halkın bedii talebini uzun uzadıya araştıracak. lskolastik lisanı bırakıp terkipsiz tabii lisanı kabul edecek. Garp edebiyatının tekniğini, asri nevilerini bilecek. M illeti bir "küll" görecek, "avam, havas" diye iki mücerret kısma ayırmayacak. Eğer bu sanatkar halkın bedii talebine muvafık bir
"edebi arz" ibda edebilirse vakıa birdenbire milyoner olmaz. Lakin devletin en büyük memurundan ziyade para alır. Müreffeh yaşar. Kazanacağı şöhret de yanına caba . . .
itharn gazetesi (Haftalık ek) Nr: 1 18 Ağustos 1919