10 minute read
Global Mecburiyetimiz: Bütünsel Özgürleşim
Gamzegül Kızılcık
| gamzegulkizilcik@gaiadergi.com
Advertisement
| @gmzglkzlck
Devrim. Dillere pelesenk, kalplere özlem. Yaşlıların umudu, gençlerin umutsuzluğu, çocuklara öğretilmeyen, büyüyünce sonradan öğrenilen, televizyonda asla gösterilmeyen, seçilen bazı kitaplarda yer edinen... Çok kişi ve fikir var devrimi benimseyen. Bölünmüşler toplanıp koşsalar sistemin yürütücü kurumlarına, hani o klişe gibi, Çinliler aynı anda zıplasalar Dünya'nın yörüngesini değiştirirler gibi, devrim çoktan olurdu. Üstelik Çinlilerin zıplamasında çok daha mantıklıydı. Ama birleşemediler, bir olup koşamadılar. Devrimi yıllardır bekliyoruz, özlemle.
Bazıları devrimi işçilerin yapacağını, yapması gerektiğini hatta devrimi sadece işçilerin yapabileceğini söyler. Sorumluluk işçilerindir artık. Hem de işçi olduğunu bilmeyen, kendine yediremeyen, “Yok ya ben memurum, hayır canım ben özel sektördeyim işçi başka bişi” zihniyetinin çoğunluklu olarak yaşadığı bir toplumda. İşçi olmanın ayıp, utanılacak bir şey olduğuna inanılan bir toplumda. İşçilerin sadece öldüğü, iç cinayetlerine özne olduğu bir toplumda. Kravat takınca, kalem etek giyince işçi olunmadığı sanılan bir coğrafyada. Ah bu insanlar, ah bu insanlar... Onlarca yıl dirsek çürütüp fikirler geliştiren, arkasından milyonları sürükleyen, fikrini benimsediğimiz yüzlerce devrimci, düşünür, sosyolog yanlış şeye mi inandı yani? Pek tabii hayır. Bugüne gelmemizde her bir adımımız için bir basamak olan, bizleri öncü düşünceleriyle hep yukarı taşıyan, bizlere kokuşmuş gelenekleri eleştirmeyi öğreten, yeni bir bakış açısı kazanmamızı sağlayan o saygıdeğer devrimci, direnişçi ve düşünürleri saygıyla selamlıyorum. Anıları ve anlattıklarının ışığında çok şeyi gördüğümüzün farkındayım. Benim meselem yapışıp kalanlarla, bir şey duyup inanan ama asla anlamaya çalışmayanlarla ilgili daha ziyade. Troçki, “Sürekli devrim teorisine göre devrimi işçi sınıfı yapmalıdır” dedi diye, elimizi kolumuzu hayattan
ve mücadeleden çekip işçilerin devrim yapmasını mı bekleyelim? Üstelik daha kimin işçi olduğu bile belli değilken? Evet, daha kimin işçi olduğu belli değilken. Bu zaten devrime ne kadar da uzak olduğumuzu gösteriyor. Devrimin içi o kadar büyük olmalı ki, içine her şeyi sığdırmalıyız. İnsan, hayvan, doğa kurtuluşunu aynı anda ve eş büyüklükte. Ama sığdıramıyoruz. Kokuşmuş devrimcilerimiz var bizim. Öyle örgütler var ki, dillere destan mücadeleleri. Gel gör ki işin içi öyle değil. Homofobikler. Hastalık görüyorlar eşcinselliği, biseksüelliği... Hasta diyorlar, yok canım diyeceksiniz ama maalesef var canım, yolda görüp dövüyorlar eşcinselleri. Neden? Çünkü onların devrim inancına göre böyle olmalı... Ve bu bazı örgütlerin basmakalıp saçmalıklarından daha büyük bir sorunumuz var, nur topu gibi. Öyle bir kalıplaşmış ki fikirlerimiz, milliyetçi veya muhafazakârlar yapınca şaşırmadığımız bu davranışları gayet solda duran, oldukça eski ve çokça devrimci görünüşlü “yoldaşların” homofobik tutumunu eleştiremez olmuşuz. Eleştiremiyoruz. Bir başka örnek yine soldan. Ah o bazı solcular. Kimin kiminle ilişki kuracağına karışan, eş durumundan örgütlü olan, eş değiştirdikçe örgüt değiştiren, seks işçisini işçiden saymayan, hatta haddini aşıp yaşam tarzına müdahale eden, o bazı solcular. Hadi ordan dediğinizi duyar gibiyim.
“Böyle solcu mu olur?” Evet, ne yazık ki, sol sadece sağ fikirliler ve baskın iktidarların hep sağa yakın olmasından dolayı kötü durumda değil. Sol daha ziyade, kendi içinde yaşadığı sorunlardan dolayı kötü durumda. LGBTi mücadelesine omuz vermeyen hatta bir de çelme takan, seks işçisine devletten bile acayip tavır alan bu örgütler sizce devrimci midir? Devrim nedir? Sadece işçi midir? Sadece ve basit olarak bir halk mücadelesinin “kötü” iktidarı yıkıp yerine kendi geçmesi midir? Şimdi başa sarıyoruz ve hep bir ağzıdan yüksek sesle söylüyoruz: Devrimcilik bir karakterdir. Devrim bir yaşam biçimidir. Devrim ayrım gözetmez, devrim eşitlikçidir. Üstteki iki paragraftan sonra bunlar ne kadar da anlamsız kaldı öyle değil mi? Yine de bazı saçmalık temalı örgütlülük biçimlerini kenarda bırakıp gerçekten mücadele edip bir ömrünü devrime adayan, bir ömür devrimi bekleyen ve her şeye rağmen direnen insanlara yönelmeliyiz. Yanlışı eleştirmeli fakat orada takılıp kalmamalıyız, doğrunun üstüne gitmeli, en çok doğruyu konuşmalı, en çok doğruya koşmalıyız. Uzun uzun tartışmamız gereken o devrimci ahlak, artık kadınların kaçta nerede olacağı, nerde ne içebileceği veya insanların bireysel özgürlükleri ile ilgili değil veganizm ile ilgili olmalı. Hyvan özgürlüğü ile insan özgürlüğü
arasında bir tahakküm ilişkisi kurmak yerine artık aynı anda özgürleşmek zorunluluğumuzu kavramalı ve kendi özgürlüğümüz uğruna sömürmekten vazgeçmeliyiz. “Önce ben bir özgürleşeceğim sevgili hayvan, o ara seni sömüreceğim, ama hayallerim gerçekleşince seni de kendi istediğim ölçülerde özgürleştireceğim. Ama arada yine yiyeceğim, kedi ve köpekler çok özgür olacaklar ama danalar, koyunlar ben istediğim zaman...” Veganlığı tartışmamız gerekiyor. Vejetaryenliği ilk ve büyük bir adım olarak görüp, uygulayanları tebrik, uygulamyı planlayanları teşvik etmemiz gerekiyor.
Bazı veganlar da bahsi geçen bazı solcular gibi, zaten azınlık olan direnişi apı sapık sözlerle iyice azaltmakta olsa da onları görmezden gelmemiz gerekiyor. Bunu anlamak zor olmamalı. Gezegeni insanlar kurmadı, hayvanlar insanlara fayda için yaşamıyorlar ve doğanın kaynakları o eski kitaplarda yazdığı gibi sınırsız falan değil. Aynı gezegeni paylaştığımız ve bizden bir korumaya muhtaç olmayan tam aksine bizim sadece müdahale etmememize ihtiyaç duyan hayvanlar. Karşı çıktığımız, her slogana kafiye yarattığımız o kapitalizmin temel sürdürücüsü sizce nedir? Özgürlükleri kısıtlamaktır. Herkes bir başka özgürlüğü kısıtladığı vakit, cımbızlanan özgürlük arayışları gerçek hayatta karşılık bulamıyor adına devrim dediğimiz manada. Eğer gerçek bir devrim istiyorsak, bir kurbağa bir çiçekten, bir insan bir ağaçtan, bir kadın bir eşcinselden veya bir erkek herhangibir şeyden daha kıymetli veya kıymetsiz olmayacak şekilde bir düşünce benimsemek zorundayız. Ne dersiniz, yıllardır beklenen devrimin şartlarını oluşturamamış olabilir miyiz? Hayvan sömürüsünden başlayalım. Bu ülkede hayvan sömürüsünü sadece kapitalistler mi yapıyor?
Yoo, ne yazık ki öyle değil. Hayvanları sömüren gayet açık bir biçimde hepimiziz. Türkiye'de veganlık uzak olmayan geçmişte vme kazandı ancak hâlâ sadece kapitalist olmayan çevrelerce alay konusu edilebiliyor. “E canım bitkilerin de canı var yazık değil mi?” Bu zihniyetle mücadele etmek zorundayız, aynı işçi sınıfını sömüren o “zenginlerl” mücadele ettiğimiz gibi. Hayvan özgürlüğü tabağımızdan başlayıp, kıyafetlerimize, gezdiğimiz yerlere, mesela hayvanat bahçesi adı ile sevimlileştirilmeye çalışılan hayvan hapishanelerine, ayakkabılarımıza, makyaj malzemelerimize, kişisel bakım ürünlerimize ve hayatımızın her alanına bulaşmış bir sömürüye karşı çıkmak için verilen mücadeledir. Bunların hepsini aynı anda reddedip sömürüsü bir hayat yaşamak hemen mümkün olmayabilir. Ancak adım adım ilerleyenlere saygı göstermeli ve düşünerek doğruyu bulmaya çalışmalıyız. Hani bizi hayvanlardan ayıran en
büyük özellik düşünmekti? Haydi biraz düşünelim. Kadın mücadelesi, özellikle Türkiye'de geleneksel ve bozuk altyapı nedeniyle bir türlü saadet elde edememiş bir özgürlük. Çünkü eksiklikleri var. Bu eksiklikler tabii kadınlardan önce erkeklerin zihniyetinde çıkış noktası buluyor. Ancak erkeklerden bir beklenti içine girip yıllarca bekleyerek değil de kendimizde birtakım değişiklikler yaparak da bu mücadeleye katkı verebilir devrimin birkaç değişkeninden ikisini birleştirerek mücadeleye omuz verebiliriz. Mesela kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüze karşıyız değil mi? Peki kadının insan olanı tacizi haketmiyor, ama hayvan olanı hakediyor mu? İneklerden çalınan sütler, suni dölleme adı altında tecavüz edilen inekler hakkında ne düşünüyorsunuz? Geleneklerimiz ve yetiştirilme tarzımız göz önüne alındığında bunları düşünmemiş olmak yalnız bizim suçumuz olmuyor. Ancak artık ellerimizde akıllı telefonlar, tabletler, bilgisayarlar var. Yani acaba bu sütü inek gerçekten mutlu mutlu mu veriyor sırf benim içmem için, diye düşünüp araştırmamızın önünde hiçbir engel yok. O mezbahalarda yaşananlar, artık islami kesim yalanının saklayamayacağı boyuttalar.
Devreye hemen empati giriyor: Seni, çocuğunu veya bir sevdiğini 3 yaşında mı öldürseler iyi olur, 13 yaşında mı, 33 yaşında mı? Peki boynunu keserek öldürseler mi daha iyi, döverek mi, derisini yüzerek mi yoksa canlı canlı kaynar suya atarak mı? Hepsinin cevabu aynı! Feminizmle hayvan özgürlüğü kolkola girmeli. Girdi bile zaten, ama hâlâ, “onlar bizim için yaratıldılar, miymiymiymiy, islami şartlarda kesiliyorlar, miymiymiymiy, protein ihtiyacımız ne olacak, miymiymiymiy” Kimse kimse için yaratılmadı. Güçlü olan kazandı. Ama devir güç gösterme devri değil, vicdan ve akıl devri. Protein için de, kıyafet için de, kozmetik için de seçeneklerimiz mevcut. Yeter ki sömürüye karşı dik duralım. Mücadele güzelleştirir, hayvanların üzerinde test edilen kozmetiklerin canı cehenneme. Bir de çevre mücadelemiz var. Adı bile çirkin aslına bakarsanız. Çevre dediğimiz nedir? Kendi kurguladığımız, ihtiyaçlarımıza göre düzenlediğimiz alanlar bütünü. Muhteşem sözlüğmüz TDK; bir şeyin yakını, dolayı, etraf, periferi/ Kişinin içinde bulunduğu toplumu oluşturan ortam/ Yağlık/ Aynı konu ile ilgisi bulunan kimselerin tümü, muhit/ Bir kimse ile ilişkisi bulunanlar, muhit/ Hayatın gelişmesinde etkili olan doğal, toplumsal, kültürel
dış faktörlerin bütünü olarak tanımlıyor “çevre” kelimesini. Nişanyan sözlüğe göre de muhit kelimesinden gelmiş bir söz. Yani gördüğünüz gibi doğa ile pek de alakası yok. Yani biz artık çevreci olmaktan vazgeçip doğa savunucusu olmayı becermeliyiz. Çünkü bize gereken çevre düzenlemesi değil doğanın korunması. Devletin çizdirdiği sokaklar, yollar ve refüjlerdeki süs havuzları değil ilgilenmemiz gereken, çünkü onlarla her seçim ödnemi ilgilenen çok sayıda insan var. Bizim ilgilenmemiz gereken; ranta feda edilmiş deremiz tepemiz, toprağımız ormanımız. Binlerce örnek var verebileceğim. Artık o kadar çok konuşuyoruz ki bir çed raporu hepimiz için manasını kaybetti. Çed ile başlayan yazılara mesafeli yaklaşamıyoruz, ilişkimiz laçka bir hal aldı. Her yer Taksim her yer direniş diyorduk, şimdi her yer rant pisliği her yer çorak. Direniş mi? Onu kaybettik. Direnmek için ne beklediğimizi sorarsanız bilmiyorum. Sanırım aramızda korkanlar, yıkılanlar, yorulanlar, sindirilenler ve hatta kâr yapanlar var. Doğayı korumak demek otobüs durağında içtiğiniz sigaranın izmaritini yere atmayınca olmuyor. Köyünüze de kentinize de sahip çıkıp, vaktinizi avmde değil de parkta, bahçede, ormanda, derede, gölde artık ne varsa doğaya dir orada bir yerde geçirerek oralara sahip çıkmak demektir. Çünkü gidip görmediğiniz doğal alanlar yok edilmek istendiğinde çok sonraları haberdar oluyorsunuz ve iş işten geçtikten sonra sokağa çıkmak da pek işe yaramıyor. Neden artık, hiç yapmadığımızı deneyip, kaybetmeden önce dört elle sarılmıyoruz? Haydi hep birlikte deneyelim. Kaybolmuş direnişin en yakın örneği bence Gezi Direnişi. Ne güzeldi her şey. Eşcinseli, kadını, çocuğu, doğaseveri, hayvan özgürlükçüsü birarada ve saygı içindeydi. Bu arada Gezi Parkı'nı Gezi Parkı
için direnen herkes tanıyor muydu, hayır. İstanbul'da herkes boş vaktinde oraya mı gidiyordu, hayır. Peki nasıl oldu? Bence tesadüfen oldu. Yoksa öyle yok Mej-hmet Ali
Alabora planlamış da, bu bir ayaklanmaymış da, yıllardır hzırlanılıyormuş da... Öyle bir durum yok. Ama olması gerek. Artık yıllar sonrası için bir hazırlık yapmamız gerek. Bugünümüzde avm gezmelerden gidip göremediğimiz o parkları, bizden sonrakiler görsün, kentin grisinden çıkıp az nefes alsın istiyorsak çalışmaya başlamalı ve çalışmayı bırakmamalıyız. Çünkü Gezi Parkı'na Topçu Kışlasını yapmak istiyorlar ve Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği, danıştaya gönderiyor, danıştay reddedip geri yolluyor. Okan Bayülgen'e kızmıtık, havalar sıcak diye direniş böyle kalabalık anlamında bir şeyler söylediği için. Peki nerede o kalabalıklar? Bazısının hevesi geçti, bazısı çekiniyor artık sokağa çıkmaya, bazısı devlette işe girdi sesini
çıkaramıyor, bazısı Gezi Parkını çoktan unuttu popüler mevzulara bakıyor, arada, facebooktan, twitterdan. Neden birlikte mücadele etmiyoruz? Neden birlikte mücadele etmediğimize dair net fikrim işimize gelmemesi. Tüm sömürülere karşı tek yumruk olabilirsek eğer, o gün kurtuluşumuzun ilk günüdür. Ama kim şimdi gidip bir tavuk dürüm yemek yerine sebze pişirecek? Aman canım benim aldığım rujla mı hayvan sömürüsü sona erecek? Bana dokunmayan eşcinsel bin yaşasın. Homofobik dğeilim ama hoşlanmıyorum. Seks işçisi yoktur onun adı fuhuştur. Gibi saçma fikirleri benimsemiş asırlık tabuları yıkmadığımız sürece bir AKP hükümetinden çok bir farkımız kalmıyor. AKP'nin faşist iktidarından mutsuz olan herkesin önce kendi evindeki, örgütündeki, derneğindeki, mahallesindeki faşizme ses çıkarması gerek. Çünkü birey düzelmeden
toplum düzelmez. Biz kendimizi güncellemezsek toplumumuz arıza yapmış sürüm gibi yerinde sayacak . Ha bu arada Marx'ın da kemiklerinin sızladığına eminim. Sonuçta o böyle olsun istemezdi, ama ölümlü dünya, söyleyeceklerinin hepsini söyleyecek vakti olmuyor herkesin. Bu bilgi çağında 1800'lü yıllarda yaşamış insanlardan gfaydalanmamız gerek. Onlara saplanıp kalmamız değil. Kadın-erkek-eşcinselçocuk-hayvan-doğa!Bu mücadele dallarından birini önemsemeyerek veya geri planda bırakarak gerçekleşen devrim gerçekten devrim midir? Bu şartlar altında devrimi kaç yıl daha bekleriz? Çok bekleriz. Eğer arkamızdan gelenlere de bu sabit fikirleri aşılarsak, onlar da çok beklerler. Güncelleme geldi dostlar haydi bağlanın hayata!