9 minute read

Bayramın Ötesinde 1 Mayıs

Kadir M. Ersoy

| kadirmersoy@hotmail.com

Advertisement

| @kadirmersoy

BAYRAMIN ÖTESİNDE 1 MAYIS

Dünyamızın en kanlı gerçeğidir sömürü. Sömürü bedenlerimiz, emeğimiz, yaşamımız ve daha fazlasını kapsamlı bir biçimde içerisinde taşır ve uygarlık tarihi boyunca insanlığın bir yükü olarak günümüze kadar uzanmıştır. Sümerce yazılı tabletlerden günümüze ulaşan ilk sömürü hikâyelerinden birisinden kısaca bahsetmek isterim. Bereketli hilal diye adlandırılan Mezopotamya bölgesinde ilk yerleşik düzene geçen kabilelerden olan Ur ve Lagaş kabileleri, ilk olarak su kanalları ve basit ark yöntemlerini, kunduzlardan öğrendiği taktiklerle hayata geçirir. Fakat ilerleyen zamanlarda Lagaşlıların yaptığı kanallarından taşan su, Ur’un arazilerinin sular altında kalmasına sebebiyet verir. Bu duruma ciddi

bir biçimde öfkelenen Urlular, Lagaşlıların üzerine yürür ve ciddi bir kavga patlak verir. Yaşanan şiddet olaylarından bezen Lagaşlılar, yenilgiyi kabullenir ve Urlularla anlaşmaya otururlar. Urlular, Lagaşlılardan hem kendi hem de Urluların su setlerinin tamirini gerçekleştirmesi talebinde bulunur. Bunun ağır bir yük olduğunu düşünen Lagaşlılar belli zamanlarda hediyeler vermeyi teklif eder. Urlular da bu teklifi kabul ederek, belli zamanlarda Lagaşlardan hediyelerini talep ederler. Bir nevi vergi olarak nitelendirilebilir. Zafer sarhoşluğuyla ormanda ilerleyen Urlu savaşçılar göçebe obalarıyla karşılaşır. Göçebelerin de üzerine saldıran Urlular farklı göçebe grupların da gelmesiyle bozguna uğrar.

Aralarından hayatta kalanları, elde ettikleri ganimetleri geride bırakarak kabilelerine geri döner ve yaşananları anlatır. Öfkeyle deliye dönen Urlular göçebe kabilelere saldırı düzenler. Yerleşik hayata geçip, tarım yapmayı dahi bilmeyenlerin karşısında çaresiz kalmayı kendilerine yediremezler. Sonrasında göçebe obalarına saldırırlar ve bu sefer yanlarında yalnızca ganimetler değil, köleler de vardır. Güçlerinin farkına varan Urlular artık arkların tamiratında çalışmayı istemezler ve elde ettikleri göçebeleri karın tokluğuna çalıştırmaya başlarlar ve buna sürekli yenileri eklenir. Daha sonrasında yabancılar sadece arkların tamiratında değil, Urluların evlerinin tamiratı ve tarım işlerinde de kullanılmaya başlanırlar. Aslında ilk kölelik ve emek sömürüsü Urlularda başlamaz. İlk sömürü hayvan evcilleştirmesi ile başlar ve günümüzde dahi hayvanların emekleri emek olarak nitelendirilmez. Bizleri haşerelerden, hırsızlardan koruyor olmalarına, ağır yüklerimizi taşıyor olmalarına rağmen… Sanayi devriminden sonra insanlık farklı bir kulvarda faaliyet gösteren bir canlı olarak yaşamını sürdürmeye başladı. Artık seri üretimler gerçekleştirebiliyor ve devasa işler ortaya koyabiliyordu. Bununla birlikte insan gücüne de ciddi ihtiyaç duyulmaktaydı. Geçmiş geleneklerinden kaynaklı olarak sermaye sahiplerinin oluşturduğu çalışma alanlarının şartları ise insani koşulların çok gerisindeydi. 1880’lü yıllarda artan istihdam sebebiyle Amerika’ya büyük bir göç dalgası başlamıştı. Amerikaya giden göçmenler arasında kendi ülkelerinde soruşturmaya tabi tutulmuş sosyalist ve anarşist göçmenler

de bulunuyordu. Daha sonrasında bu göçmenler Kuzey Amerika işçi hareketinin örgütlenmesinde de ciddi rol oynadılar. Şikago gibi endüstri kentlerinde gün geçtikçe artan işçi sayıları ve istihdam gücüyle birlikte, örgütlenmeler de güç kazanıyordu. Şikago’da örgütlenen sosyalist ve anarşist işçiler, çok sayıda gazete çıkardılar ve sendika kurdular. Örneğin Michael Schvvab, August Spiess ve Adolph Fischer tarafından çıkarılan "işçi gazetesi" (günde 6000 tiraj) Ayrıca George Engel'in aylık "Anarşist" ve "Alarm". Anarşistlerin kurduğu sendikalar arasında Louis Lingg'in yaşama geçirdiği Marangozlar Sendikasıyla Oscar Nebbe'nin girişimiyle oluşan Bira Taşımacıları Sendikası bunlardan sadece bazılarıdır. Sendikal hareketlerin bazıları grevlere karşı duran ve ılımlı ve sağ sendikalardı. Fakat ciddi bir tabana sahip olduklarından dolayı bir süre sonra ciddiye alınan sendikalar haline geldiler. Knight of Labor (Emekçi Süvarileri) bunlardan yalnızca biriydi. Diğer yanda, birçok sosyalist ve anarşistin aktif olduğu "Central La-bor Union" (Merkezi işçi birliği) vardı. Bunun haricinde anarşistler işverenlerin özel ordu ve cinayet şebekesi olan Pinkertons'a karşı kurulan "eğitim ve savunma" derneklerinde faaliyet gösteriyorlardı. Günlük 13-15 saat arası değişen çalışma süreleri işçilerin kaldırabileceğinden fazlaydı ve çalışma sürelerinin kısaltılması adına mücadelelerin fitili yavaş yavaş ateşleniyordu. İlerleyen zamanlarda Amerika'da sekiz saatlik işgünü istemi yükseliş gösterdi. Birkaç eyalette yasalaşmasına rağmen

hiçbir zaman uygulanmadı ve daha sonra sessizce geri alındı. 1884 yılında tüm sendikaların kongresinde sekiz saatlik işgünü tekrar gündeme geldi ve gerçekleştirilmesi için ülke çapında kampanya açılması kararlaştırıldı. Büyük bir grev dalgasıyla, 1 Mayıs 1886 günü ülke çapında genel grevle 8 saatin yasallaştırılması mücadelesi başlatılacaktı. Anarşistler önceleri bu harekete eleştirel bakmalarına rağmen mücadele içinde bütün devrimci eylemlerin başlatıcısı ve motoru oldular. 1 Mayıs 1886'dan önceki aylarda binlerce erkek, kadın, siyah, beyaz, yerli, göçmen, kalifiye, vasıfsız, Knight of Labors ve sendikalar federasyonu üyesi işçiler daha kısa işgünü mücadelesine katıldılar, "işçi gazetesi" Nisan 1886'da şu saptamayı yapıyordu: "Sekiz saatlik işgünü mücadelesi hepimizindir." 1 Mayıstan önceki Pazar günü Şikago'da 25 bin insanın katıldığı bir yürüyüş yapıldı, 1 Mayıs'taki genel grev çağrısına 40 bini Şikago'da olmak üzere 350 bin işçi katıldı. Yapılan gösteriler polis ve askerin saldırısına uğradı. 3 Mayıs günü, grev yapılan tarım makineleri fabrikası McCormick'in yanında odun taşıyıcı işçilerin düzenlediği kitlesel eyleme 500 kadar McCormick işçisi de katılmıştı. Bu eylemde "Central Labour Union" temsilcisi olarak August Spiess konuşuyordu. Eylem sırasında grev kırıcılar işyerinden çıktılar ve grevcilerle çatışma çıktı. Polis bunu eyleme saldırma gerekçesi olarak gösterdi. Bu saldırıda dört işçi öldü, birçok işçi de yaralandı. Devletin bu saldırısından sonra ertesi gün için bir protesto eylemine çağrıda bulunuldu. 4 Mayıs günü Haymarket'te binlerce Şikagolu toplandı. August Spiess, Samuel Fielden ve Albert Parsons gibi işçi hareketinin tanınmış aktif üyeleri kitleye konuşmalar yaptılar. Barışçıl eylem sona ererken bir polis birliği kitleye saldırdı, kısa bir süre sonra alanda bir bomba patladı. Polis sağa sola kaçışmakta olan erkek, kadın, çocuktan oluşan kitleye hemen ateş açtı. Birkaç saniyede Haymarket cesetlerle doldu. Olaylar sırasında yedi polis de öldü. Burjuvazi ve devlet, nefret ettikleri "sekiz saatlik işgünü" hareketine ve onun anarşist sözcülerine karşı acımasızca harekete geçmek için gerekçe buldular. Anarşist, komünist ve sosyalist ayrım yapmadan yüzlerce işçi önderini tutukladılar. Amaçları "sekiz saatlik işgünü" hareketini genel olarak çökertmekti. "Liberal" kamuoyu da fesat kampanyasına katıldı. Taban önemli ölçüde dayanışırken "Knight of Labors"un reformist yöneticileri anarşist hareketin dağıtılması yönünde kararlı açıklamalar yaptılar, işçi hareketinin en tanınmış temsilcileri Haymarket olayları bahane edilerek yargılandılar. August Spiess, Adolph Fischer, Michael Schvvab, George Engel, Albert Parsons, Louis Lingg, Samuel Fielden ve Oscar Neebe mahkemeye çıkarıldılar. Sanıkların hiçbirinin bu olayla bağlantısının olmadığı

ispatlanmasına rağmen göstermelik bir yargılama yapıldı. Devam eden linç kampanyası özellikle göçmenleri etkiliyordu. Başlangıçta hiçbir avukat davayı savunmayı üstlenmedi. Duruşma 21 Haziran 1886'da Şikago'da başladı. Jüri istisnasız Şikago'nun egemen kesimlerinden oluşturuldu. Gerici örgütlerde üyeligiyle tanınan Hâkim Joseph Gary ve Jüri dürüst bir yargıya olanak vermediler.

Mahkeme cinayet suçunu ispatlayamayınca bu kez sanıkları komplo kurmakla suçladı. Suçlama, sanıkların çeşitli makale ve bildirilerle kargaşa ve şiddet çağrısı yaptıkları ve bu yazılarla mevcut düzeni yıkmak istediklerinden ibaretti. Aslında kendilerinin sorumluluğunu taşıdıkları olayları sanıklara yüklediler. Tüm duruşmanın amacının planlı bir hukuk cinayeti işlemek olduğu açıktı. Sanıklarla uluslararası alanda da dayanışmalar olmasına karşın anarşistlerin hiçbir yaşama şansı kalmamıştı. Burjuvazi öç almak istiyordu. 20 Ağustos 1886'da idam kararlan açıklandı. Yargılanan bu sekiz kişinin aslında anarşist inançları ve sendika faaliyetleri nedeniyle yargılandıkları başından beri belli olmuştu. Savcı Grinnell’in jüriye hitaben yaptığı kapanış konuşmasında geçen şu sözlerin tanıklığında duruşma başladığı gibi sona erdi; “Kanun yargılanıyor. Anarşi yargılanıyor. Bu adamlar seçildiler, ve Büyük Jüri tarafından ayırıldılar, ve önder oldukları için suçlandılar. Kendilerini takip eden binlercesinden daha fazla suçlu değiller. Jürinin iyi insanları; bu adamları mahkum edin, onları örnek yapın, asın onları ve kurumlarımızı, toplumumuzu kurtarın.” Ağustos’un 19’unda sanıklardan yedisi ölüm ve Neebe ise 15 yıl mahkumiyet cezasına çarptırıldı. Serbest bırakılmaları için düzenlenen kitlesel uluslararası kampanyalardan sonra, devlet “uzlaşarak”, Schwab ve Fielden’in cezalarını ömür boyu hapis cezasına çevirdi. Lingg celladına ihanet ederek idamlardan bir gün önce ihücresine gizlice getirttiği mermileri ağzında patlatarak intihar etti. 1887 yılı 21 Kasım’ında Parsons, Engel, Spies ve Fischer asıldılar.

Adolp Fincher asılacağı esnada “Yaşasın anarşi! Bu hayatımdaki en mutlu an" diyerek son sözlerini söyleyerek yaşama gözlerini yumdu. Cenaze törenine 600 bin emekçi katıldı. Neebe, Schwab ve Fielden’i serbest bırakmak için başlatılan kampanyaya devam edildi. 26 Haziran 1893’de Vali Altgeld tarafından serbest bırakıldılar. Vali bu insanların yeterince acı çektiklerine inandığından değil, yargılandıkları davada suçsuz olduklarını düşündüğü için onlara af imkânı tanıdığını açıkça belirtti. Yetkililer yargılamaların olduğu dönemde bu tip baskıların sekiz-saat hareketini gerileteceğine inanıyorlardı. Gerçekte ise, sonradan ortaya çıkan kanıtlar, çelik patronlarının işçi hareketine olan itimatı sarsmak amacıyla düzendikleri gizli bir teşebbüsün parçası olarak, bombanın Kaptan Bonfield için çalışan bir polis ajanı tarafından atılmış olabileceğini gösteriyor. Spies ölüm cezasını takiben mahkemeye hitap ederken, bu gizli teşebbüsün başarılı olamayacağından oldukça emindi: “Eğer bizi asarak … tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız -eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurda, burda veya orada, arkanızda, -ve önünüzde, ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz” sözlerini söyledi. ABD'de yaşanan bu olaylar uluslararası işçi örgütlerini harekete geçirdi. II. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede, Amerikan

işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı da, "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti. Peki, günümüzde bu kazanımların durumu ne? Gerçekten emeklerin karşılıkları doğru biçimde mi alınıyor? Hiç sanmıyorum. Günümüzde kapitalizm toplumların iliklerine kadar işlemiş ve fırsat eşitliği zırvalıklarıyla insanların gözünü boyamaya devam ediyor. Her birey zengin olmanın ve/veya daha fazla mülkün sahibi olmanın hayalleriyle yanıp tutuşuyor. Bu durum bitmek tükenmek bilmeyen bir üretim ihtiyacını doğuruyor. Doğan bu üretim ihtiyacı daha fazla bireyin istihdam edilmesine ve şirketler uğruna hayatlarını geçirmesine sebebiyet veriyor. Kariyer gibi amaçlarla da bu durum kökleştirilerek gönüllü ve istenilerek yapılan köleliğin önünü açıyor. İnsanlar bitmek tükenmek bilmeyen hırslarının kurbanı olurken gözden kaçırdıkları şey kendilerini ve kendilerine ev sahipliği yapan dünyalarını geri dönülmez bir felaketin eşiğine sürüklemeleri. Emek değersizleşirken kazanılan statü ve ünvanlar kutsallaştırılıyor. Daha fazla işi yapanlar ucuz ücretlere çalıştırılırken, yönetici mevkiindeki kişiler gün geçtikçe servetlerine, servet katıyorlar. Sermaye sahipleri üretimlerini en ucuza maledebilmek adına dünyanın fakir halklarını zehirlerken, gelişmiş olarak nitelendirilen kesimlerin de yaşamlarından memnun olmasını sağlayarak ciddi ayaklanma ve başkaldırıların önüne geçmeye devam ediyor. Bizim gibi toplumlarda sahip olunan ayrıcalıklar empati yapma yeteneklerimizi köreltmekle kalmıyor aynı zamanda nasırlaşmış vicdani yaklaşımlara sahip olmamıza da olanak sağlıyor. 1 mayıs işçiler arasında bayram olarak nitelendiriliyor ve bu günler çoşkulu eğlencelerle geçiyor. Peki, devlet ve sermaye odaklarının göz yumduğu hatta resmi tatil ilan ettiği bu gün şu an ne anlam taşıyor? Taşıdığı anlam ortada. Yılın geri kalan günlerinde istekli kölelik yapan ciddi sayıya sahip grupların, o gün kafalarını dağıtması sağlanarak, aslında 1 Mayıs’ın ifade ettiği isyan ve başkaldırı temelini ortadan kaldırıyor. Devlet tarafından belirlenen alanlarda, belirlenen saatlerde, polis kontrolü altında festival tadında bir etkinlik düzenleniyor. Fakat bunun yanısıra günlerimiz, gecelerimiz sermayenin daha da fazla güçlenebilmesi adına kendimizi geliştirme, eğitim ve mesai yapmakla geçiriliyor. Eğitim sistemi bile insanların kişisel gelişimlerini tamamlamaları adına değil tamamıyla sisteme uygun kalifiye bireyler olarak yetişmeleri uğruna düzenlenmiş ve bu uğurda yıllar veriliyor. Daha çocukken büyüyünce ne olması gerektiğine başta aileler, sonra da okul yönetimleri karar veriyor ve çocuk bu amaç adına ciddi baskılara maruz bırakılıyor. Üniversitelerden mezun olan ve ciddi iş alanlarında, önemli mevkilere gelen bireyler, örneğin iyi bir mühendis oluyor, fakat iyi bir insan olmayı umursamıyor. İyi insan olmak para kazandırmıyor çünkü. Medya kuruluşları, teknolojik aygıtlar ve toplumların değişen yapısı bireylerin kendilerini bulmalarına olanak sağlaması bir yana, birbirinin aynı bir ordu oluşturuyor. Oluşan bu ordular işlerini çok iyi yapmakla kalmayıp, yaşadıkları yaşamın yanlış olabilme ihtimaline dahi kafa yormuyorlar. Ve sonuç ortada. Kendi kendimizi yok ettiğimiz, gelişimimizle mezarımızı kazdığımız, bizim dışımızda kalanhiçbir varlığın yaşamına olanak tanımadığımız, zengin olduğumuz ama nefes alamadığımız bir dünyada yaşamak zorunda kalıyoruz. Tekrar ediyorum. Bizler, sermayelerin altında emek verenler, bizler modern köleleriz ve yaşamlarımızı sistemin iyi işlemesi uğruna harcıyoruz. Statümüze verdiğimiz değeri harcadığımız yıllarımıza ve emeğimize vermiyoruz. Kutsal olan ne iş yaptığımız değil, bir şeyler üretebilme gücümüz. Haydi gelin yok olmak uğruna değil, yaşam adına üretelim! Köle değil, emek sahibi olalım!

This article is from: