9 minute read

YAKIN İLİŞKİLERİN TERÖR YÖNETİM İŞLEVİ

işlevlerin önemli bir arabulucusu olması gerektiğini öngörmektedir. Bununla tutarlı olarak, yapılan araştırma niyet belleği (intention memory), nesne tanımlama (object recognition), dış bellek (extension memory) ve sezgisel davranış kontrolünün (intuitive behavior control) çeşitli göstergeleri üzerinde hareket yöneliminin güvenilir etkilerini ortaya çıkarmıştır. İşlevsel bir perspektiften bakılırsa, stresli koşullar altında durum yönelimli bireyler arasındaki iradesel eksiklikler genellikle çok bilgi vericidir. Çünkü bu tür eksiklikler, hareket yönelimli bireyler arasında kolayca koordine edilen iradesel işlevler arasındaki çözülmeleri ortaya çıkarabilir. Bu şekilde, hareket yöneliminde bireysel farklılıklar araştırması, iradenin işlevsel analizlerine değerli iç görüler katmaktadır.

SONUÇLAR VE GELECEK YÖNELİMLER

Bu bölümde, iradenin bilimsel bir yapı olarak ciddiye alınmasını hak ettiğini ileri sürdük. İrade psikolojide oldukça tartışmaya açık bir geçmişe sahiptir. Önce irade karşısındaki engellere, ardından PSI kuramına değindik. Kuşkusuz gelecekteki bilimsel gelişmeler iradenin işlevsel analizine katkıda bulunmaya devam edecektir. Beynin işlevi, dinamik sistemler kuramı, davranışsal genetikler ve kişisel- sosyal psikolojiyle ilgili yeni bilgiler de iradeyle ilgili düşüncemizi zenginleştirecektir. Sonuç olarak iradesel süreçlerle ilgili edinilen bilgilerin gelecek yıllarda genişleyeceğini umuyoruz. İradeyle ilgili yapılan çalışmalardaki yeni keşiflere ulaşmak araştırmacılar için önem teşkil etmektedir. PSI kuramı geniş çaplı iradesel olguyu kapsayan kuramsal bir alan olarak yararlı bir işleve hizmet eder. Pekiyi iradeyle bağlantılı derin varoluşsal konular nelerdir? PSI kuramı gibi işlevsel analizler, sorumluk duygusundan kaçınma, yabancılaşma ve varoluşsal suçluluk gibi iradenin kalıcı sorunlarına değinebilir mi? İşlevsel bir yaklaşımın en azından bireylerin varoluşsal kaygılarıyla mücadele etmesine yardımcı olma konusunda bir potansiyele sahip olduğuna inanıyoruz. İşlevsel yaklaşım, irade, benlik ve güdü gibi varoluşsal kavramlar için önemli bilimsel bir dil sunmaktadır. İşlevsel yaklaşımlar bünyesinde geliştirilen ölçütler insanların varoluşsal kaygılarının işlevsel nedenlerini bastırmak için faydalı olabilir. Yeni kavramsal ve deneysel araçların zenginliğini sunarak, işlevsel yaklaşım bireylere günlük hayatta ve organizasyonel bağlamda iradesel ve varoluşsal sorunlarla başa çıkmasında yardımcı olan önemli yöntemlerin gelişmesine katkıda bulunabilir (Kuhl & Henseler, 2003). İşlevsel yaklaşımın insanları sorumluluk, irade, karar vermeyle ilgili varoluşsal kaygılardan kurtarmak için basit bir formül yapmasını tartışmıyoruz. Aksine, işlevsel yaklaşım varoluşsal sorunların hepsinden kaçınmak için yardımcı olmak yerine, insanlara varoluşsal kaygılarıyla yüzleşme konusunda yardımcı olmaya tasarlanmıştır. Nitekim, insanlar bu varoluşsal kaygıların üstesinden gelmeye çalıştığında, suçluluk kaygı, yabancılaşma, dengesizlik gibi en sorunlu duygular bile psikolojik gelişim için fırsata dönüşebilir.

BÖLÜM 27 FARKINDALIK (UYANIŞ) ALARMI GERÇEK YAŞAMA ÇAĞRI OLARAK ÖLÜM BİLGİSİ

Varoluş düşünüldüğünde insanların aklına gelen ilk şey çıkmaz son oluyor. Bu insanlar için varoluşçulukla ilgilenmek, ölüm, depresyon ve kaygı gibi konularla ilgilenmekle eşdeğerdir. Bu popüler kültürde gerçekten de doğrudur fakat bu aynı zamanda sayısız araştırmalar arasında da doğru gibi görünmektedir. Özellikle kişinin varoluşundaki belirsizlik ve fanilik bilgisinin uyandırma çağrısı (farkındalık etkisi) olarak çalışabildiği ihtimalini keşfedeceğiz. Bu çağrı, pasif bir şekilde özümsenen kültürel değerlerden ziyade tutkuyla seçilen kişisel değerlerle bireylerin hayatlarını yönlendirmelerini sağlamaktadır. Bununla ilgili çalışma Kuhl tarafından 2002 yılında ele alınmıştır. Kuhl, ölümle yüzleşmenin uyandırma (farkındalık) etkisi yarattığını ileri sürmüştür.

VAROLUŞÇULUK: NE YAPMALIYIM VE NİÇİN BUNU YAPMALIYIM?

Varoluşçuluğun tanımını yaparken bazı alanların genel özelliklerini özetlemek mümkündür. Belki de akılda tutulması gereken en yararlı özelliği varoluşçuluğun bir değerler felsefesi olduğudur. Öncelikle varoluşçuluk bireylerin ahlaki ve etik seçimler yapmasında karşılaştıkları zorluklara odaklanmaktadır. İnsan bireysel doğasını hayatı boyunca seçimler yaptığı için geliştirmektedir. Örneğin birey dindar ya da ateist, etçil ya da vejeteryan, liberal ya da muhafazakar olarak doğmaz. Birey hayatındaki bazı noktalara göre bu değerlerden birini seçebilir ama aynı zamanda farklı noktalarda farklı değerleri de seçebilir. Bu farklı seçimler mümkündür. Kısacası varoluşsal algıya göre, insan doğasının özü, en azından bireysel seçimler ve değerler düzeyinde sabit değildir. Bu açıdan bakıldığında hayatın varoluşsal tanımı, yaşamak için bir neden olmadığını vurgulamaz. Yaşamak için değişmez, savunulabilir tek bir neden olmadığını vurgular. Yani bireyler kendilerini buldukları özel bağlamda onlar için geçerli hissettikleri değerler temelinde haraket etmekte özgürdürler. Bu nedenle varoluşçuluk bireyler için kendi kişisel değerlerinin dışında tutkuyla yaşamaları için bir çağrıdır. Elbette, kişinin hayatını kişisel değerler temelinde yönetmesi, dış değerler temelinde yönetmesinden mantıksal olarak daha savunulabilir değildir. Ama bireyler kendileri için bir öz geliştirmezse bu özleri dış güçler tarafından belirlenecektir. Bu olduğunda, bireyler kişisel olarak geçerli olmayan değerlere göre yaşayabilirler ve bu da onların tek, bireysel potansiyellerine varmalarında başarısızlık yaratacaktır. Grene (1984) nihai değerin özgürlük olmadığını dürüstlük olduğunu şu sözlerle ileri sürmüştür: “Herhangi bir durumda özgürüz ve yaşadığımız sürece bundan kaçış yoktur. Fakat dürüstlükle yüzleşebildiğimiz ya da yüzleşemediğimiz bir gerçek vardır.” Eğer, objektif evrensel değer sistemleri yoksa, bir bireyi seçimleri konusunda ödüllendirmek ve cezalandırmak için de mantıklı bir yol olamazdı. Bazı bireyler evrenin varoluşsal kavramıyla yüzleştiklerinde bunu redderek ya da kaygı duyarak tepki göstermektedirler. Varoluşsal bir perspektife göre bu tepki kaçınılmazdır. İnsanlar değer sistemi oluşturmasa, mantık olarak savunulabilir, nesnel değer sistemi olmasa, her birey ölümün gerçek olduğu fakat değerlerin olmadığı bir evrene istediği gibi tepki gösterme seçiminde özgür olurdu. Bireyler böyle bir evreni ezici ve depresif bulabilir ya da özgürleştirici ve neşelendirici olarak da görebilirler. Bize göre, bireylerin ölümle ve değer belirsizliği ile yüzleştiğinde sergilediği farklı tepkilerle ilgili bu tahminler, deneysel araştırma için varoluşsal felsefenin daha kışkırtıcı etkileri arasındadır. Bu tahminlerin, çok sayıda ilginç araştırma sorularına temel sağlayabileceğine inanıyoruz. Bu konuda iki varoluşçu düşünüre yer veeceğiz:

Kierkegaard

Çoğu varoluşçu gibi Kierkegaard (1961, 1983) da hiçbir evrensel geçerlilik, objektif olarak savunulabilir değerler sistemi ve mantık olarak belirli hayat seçimlerinde savunulabilir temeller olmadığı varsayımıyla başlamıştır. Mantıksal ve nesnel olarak savunulabilir bir temelin olmamasına rağmen bireylerin hala seçim yapma ihtiyacı içinde olduğunu ileri sürmüştür. Özellikle de objektif kesinliği asla bilmediklerinin tamamen farkında olsalar bile heyecanla, kendini adamış bir şekilde seçim yapabilmektedirler. İnanç sıçraması olan Bireyler absurd olarak her an eğlenerek ve mutlu bir şekilde yaşabilmektedir. İnanç sıçraması olmayan bireyler de diğer yandan, kendilerini günlük işlerinde ve dünyevi korkularında kaybederler ve kendileri için özlerini belirtmekte başarısız olurlar. Kendileri için geçerli olmayan, toplum tarafından paylaşılan değerler temelinde hayat seçimlerini yaparlar. İnanç sıçraması olmayan bireyler, Kierkegaardın tabir ettiği korku ve endişe kaygısı deneyimini yaşamaya meyillidir. Korku ve endişe, bireylere hayatlarında doğru gitmeyen bir şey olduğunu gösteren genel bir duygudur. Kierkegaard’a göre, korku ve endişe; bireyleri kişisel olarak geçerli bir hayatı benimsemeleri için teşvik eden Tanrı’nın yolu olarak yorumlanabilir. Ne yazık ki, bireyler kendi korku ve endişelerini yorumlayamamakta ve onu reddetmeye ya da bastırmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken de daha heyecanlı bir hayatı yaşamak için verilen çağrıyı kaçırmaktadırlar. Özetle, Kierkegaard için, hayatın anlamı sadece objektif, mantıklı gereklerle değil aynı zamanda bireylerin bireysel özlerini belirterek özgür bir şekilde seçtikleri somut eylemleriyle de ortaya çıkmaktadır.

Heidegger

Kierkegaard gibi Heideger (1927/1982) aktif seçimlerin olduğu bir hayat ve bireylerin özlerini dış değerlerle tanımladığı bir hayat arasında ayrım yapmıştır. Bunu önce gerçek hayat sonra da sahte hayat olarak adlandırmıştır. Özellikle de Heidegger, bireylerin önceden oluşturulmuş değerler dünyasına doğduklarını ileri sürmüştür. Gerçek bir hayatı yaşamak için bireyler, onlar için geçerli olmayan benimsedikleri herhangi bir kültürel değeri değiştirip kişisel olarak geçerli değerlere dayalı seçimler yapma ihtiyacında olmalıdır. Heiddegger de Keirkegaard gibi bireylere kaygı formuyla kendi kişisel değerleri için yardım edilebileceğine inanmıştır. Özellikle gerçek olarak yaşamayan bireylerin endişe olarak adlandırdığı anksiyete formunu tecrübe edinebileceklerine inanmıştır. Fakat bireyler bu gerçeğe çok nadir ulaşabilmektedir. Çünkü toplum bireyleri günlük hayatı düşünmeye itmekte, bireyleri hayatın detaylarına yoğunlaştırmaktadır ve bireyler kendi endişeleriyle ve kişisel

değerleriyle iletişimi kaybetmektedir. Bu olduğunda, bireyler kendi seçimleriyle özlerini oluşturmada başarısız olmaktadır ve kültürel değerlerin kendi seçimlerini belirlemesine izin vermektedirler. İronik bir şekilde, bireyin gerçek yaşama tam olarak inanabilmesi için kendi kişisel ölümüyle ilgili tam bir bilgiye sahip olması ve onu kabullenmesi gerekir. Heidegger’a göre “Öleceğim” “Birey olarak yalnızım” gerçeği bireyleri kendi kültürlerinden ayrı bir birey olarak tanımlaması ilkel bir duyguyu beslemektedir. Kendi kişisel ölüm bilgileriyle birlikte, bireyler kendilerini kültürden ayırt etme (bireyleştirme) anlayışını geliştiriler, kendi hedeflerini seçme ve onları tutkulu bir şekilde takip etme konusunda güdülenirler.

Özellikler

Açıkçası ne bütün varoluşsal felsefeyi inceledik ne de önemli düşüncelerin yukarıda vurgulanan iki filozof taraından ortaya konduğu ileri sürüyoruz. Bununla birlikte Varoluşçulukla ilgili ampirik bir çalışmanın merkezi olarak düşündüğümüz bazı noktaları özetledik. Bu noktalar aşağıdaki gibi özetlenebilir: -Her birey için mantık olarak geçerli görülebilen bir değer sistemi yoktur. -Herbirimiz önceden belirlenmiş bir değerler dünyasına geliriz. Yapmayı niyetlenmesek bile bu değerlerin çoğunu kaçınılmaz bir şekilde bireyselleştiririz. -Kültürel değerlerimizin mantık olarak olarak savunulabilir olmadığını ve bu değerlerden bazılarının öznel anlamda bizim için geçerli olmayabileceğinin farkına varmalıyız. -Bazı kaygı türleri bu gerçekliği kolaylaştırabilir ama sadece kaygının ne olduğunu yorumlayabilirsek ve hayatımızı kişisel olarak anlamlı değerler temelinde yönetemediğimizi farkedersek. -Bizim için en güçlü teşvik edici şey kişisel geçerliliği benimsemektedir. Benlik yönelimli hayat kendi ölümlülük bilgimizdir. Bu bilgi bize uygunsuz bir şekilde içselleştirilen kültürel değerlerden ziyade, tutkulu bir şekilde seçilen kişisel değerlere dayalı aktif seçimler vasıtasıyla özümüzü belirlememiz gerektiği anlayışını ve önceliğini sağlar.

GERÇEK HAYATTA ÖLÜMLE YÜZLEŞMENİN ETKİLERİ

Birçok varoluşçunun ölüm, kaygı ve anlamsızlık gibi çıkılmaz noktaları vurgulamasına rağmen bunu, bu çıkmaz yolu aşmamızı sağlayacak bir şekilde yapmaktadırlar. Örneğin yukarıdaki iki filozof (ayrıca bkz. Frankl, Jaspers, May, Nietzsche, and Yalom) bireylerin kendi ölümlerinden haberdarken ve değer yargıları mantık olarak savunulamazken zengin ve dolu dolu bir hayat yaşayabilme imkanlarının olduğunu ileri sürmektedirler. Bunun sadece ölümün kaçınılmaz olduğu ve değerlerin belirsiz olduğu bilgisini edinerek gerçekleşeceğini söylemektedirler. Ölüme yakın teması olan bireyler, daha huzurlu, daha öz güvenli ve daha güvenli olma eğilimi gösterenlerdir. Bu kişiler aynı zamanda diğerlerinin görüşlerine daha az ilgi göstermekte, daha az gözü korkmuş, materyalizme, ün ve paraya daha az ilgi göstermektedirler. Ayrıca istemedikleri şeyi yapmamayı seçme özgürlüğünü hissedebilirler. Bazı pişmanlıkları olsa da bu çok azdır ya da yoktur. Doğaya ve hayattaki sıradan şeylere büyük bir mimmettarlık hissederler. Açıkçası ölümü kabullenen bireyler kaygı, depresyon ve anlamsızlığa mahkum olmazlar. Çeşitli travmatik deneyimlerin ardından gelişimin özellikleri gözlemlendiğinde bu sonuç şaşırtıcı olmamalıdır. (Collins, Taylor,& Skokan, 1990; Davis, Nolen-Hoeksema, & Larson, 1998; Lehman, 1993; Ellard, 1993; Park, Cohen, & Murch, 1996; Tedeschi & Calhoun, 2004). Aslında, travmatik deneyimlerin sadece olumlu değil aynı zamanda olumsuz artetkiler de yaratabileceği görülmektedir. Calhoun ve Tedeshi (1999) örneğin, travmatik deneyimlerinden olumsuz özelliklerle ilgili bilgi edinen bireyler, bu bilgiyi edinmeyen bireylerden daha fazla gelişim göstermektedir. Bu nedenle ölümle yakın bir temas üzücüdür fakat aynı zamanda gelişimi etkilemektedir.

Düşük Ölüm Korkusu

Ölümle yakın temasın yaygın artetkilerinden biri de kişinin ölüm korkusunun azalmasıdır (Greyson, 1992; Noyes, 1982–1983). Ölümün kaçınılmaz olduğuna inanan bireyler yok olmaktan ziyade gevşediklerini hissederler. Ölüme yakın olma duygusu kişinin ötedünya inancını artırmasa bile bu ifade doğrudur. Ölüm korkusunu azaltan şey nedir? Bu konuda İki faktör önemli gibi görünmektedir. Bunlardan biri bireyin ölümün kaçınılmaz olduğuna inanmasıdır. Birey bunu ne kadar yoğun özümserse o kadar pozitif artetkileri deneyimlemektedir (Greyson & Stevenson, 1980; Roberts & Owen, 1988). Diğeri ise kabulleniş tutumudur. Bu bulgular, bireyler ölüme baktıklarında ve ölümü düşündüklerinde ölüm korkusunun azaldığını göstermiştir. Bu sonuç varoluşsal varsayıma uygun düşmektedir: Ölümün kesin olarak kabullenilmesi, ölüm korkumuzu azaltan olumlu etkileri oluşturmaktadır.

Öz Değerler Lehine olan Kültürel Değerlerin Değiştirilmesi

Ölümle yakın temasta olan bireylerde bir başka yaygın artetki dış kaynaklı kaygı, kültürel değerlerde azalıştır ve iç kaynaklı, kişisel değerlere bağlı bir artıştır Flynn, 1984; Ring, 1984; Sutherland, 1990). AIDS hastası bir birey şunu dile getirmektedir: Ölürken, toplum için önem teşkil eden her şeyden arınırsınız. Bıraktığınız şey dürüstlüktür. Aniden, doğduğunuzda olduğu gibi sıfırdan başlıyorsunuz... Şuan kendime inanıyorum. Olduğum kişiyi olmaktan korkmuyorum. (Kuhl, 2002, s. 230). Kanser hastası olan bir başka kadın benzer duyguları ifade etmiştir: Benim hayatımda çok az korku vardır çünkü çoğumuzun iş yüzünden ve para ya da çocuklar için endişelenmek yüzünden yaşadığı stres döngüsünün içinde değilim. Ben buna katlanmaya çalışmaktansa kabullendim. “Kilo mu alıyorum? Griye mi dönüyorum? gibi bütün gelecek korkuları ego tarafından doldurulduğumuz şeyler. Bunların çoğu aslında önemli değil artık. Bu istediğim şey değildi. Bu bir yaşam biçimi oldu. Sistematik bir şekilde yola çıkmıştım. Hastalanmadan önce planladığım birçok şey hala oradaydı. “Başarılı olmak zorundasın” vb. gibi... Sonra önemli olana geçiş yaptım. Kısacası, bireyler ölümün kesinliğini kabul ettikten sonra, özgün bireyler olarak kim ve ne olduklarına daha çok önem vermeye eğilimli olmaktadırlar ve kültürel koşullu standartları daha az dikkate almaktadırlar. Kültürel standartlara daha az maruz kalınca, özgürlük ve affedicilik duygularını yaşamaktadırlar. Bir kişinin dediği gibi:

This article is from: