7 minute read

YAKIN İLİŞKİLER VE DİĞER TERÖR YÖNETİM MEKANİZMLARI ARASINDAKİ ARAYÜZLER

Öz-Belirleme (Otonomi) Kuramı ve Otantiklik, Farkındalık ve İrade Alanındaki Ampirik Çalışma

Otonomi ve özerklik kavramları ve bunlarla ilişkili irade ve sorumluluk duygusu kimisi için bilimsel psikolojinin sorunsalı olarak görülmektedir. Örneğin Bandura (1989) otonomiyi çevrsel etkilerden tamamen bağımsız bir davranış olarak tanımlamaktadır. Daha sonraları birçok kuramcı, özgürlük ve iradenin yanılsama olabileceğini ileri süren bilişsel ve nöro psikolojik kanıtı kullanmıştır. Bargh ve Ferguson (2000) insanların niyetlerinin genellikle farkında olmadıkları süreçlerden etkilendiğiyle ilgili kanıtı gözden geçirmişlerdir. Wegner iradenin temel gücünün bilinçli bir düşünceye uzanan bir davranış olduğunu ifade etmiştir. Wegner aynı zamanda insanların, davranışları ve niyetlerinin nedenleriyle ilgili yanılgıya düştüklerini göstermiştir. Aslında otonomi insan işleyişinin önemli bir formudur ve diğer tüm sistemler gibi bir beyne ve nedene ihtiyaç duyar. Otonomi dürtüleri, arzuları, alışkanlıkları, hedefleri beynin ve bedenin ihtiyaçlarını ilgilendirir. Özerklik ve özerk olmayan bağımlı hareket arasındaki farklılıklar hem psikolojik süreçler hem de işlevsel sonuçlar açısından ve performans ve deneyim açısından çoğalmaktadır (Ryan, Kuhl, & Deci, 1997). Otonom işleyiş, beyin ve özellikle de belirli bütünleyici süreçlere gereksinim duyar. Öz düzenleme sürerliliğinin ve iradesel yargılamaların özel türde nörolojik hasarla bozulabildiğini gösteren kanıtlar vardır (Spence & Frith, 1999). Ama sosyal ve kişilerarası olaylar da otonomiye zarar verebilir ya da yıpratabilir. Sosyal kontroller, değerlendirmeci baskılar, ödüller ve cezalar davranışa baskı yapabilir. Bu nedenle biyolojik ve sosyal faktörler otonominin işleyişine farklı yollardan zarar verebilir. Bu tür zararlar ya da “patalojiler” klinik ve davranışsal sorunların en yaygın olanları arasındadır (Ryan, Deci, & Grolnick, 1995; Shapiro, 1981). Son olarak otonomi her gelişim çağı ve her kültürle ilişkili bir konudur çünkü evrensel olarak insanlar çok ya da az benimsedikleri normlarlarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu bölümde, insan otonomisi ve öz-belirleme konularına odaklanacağız. Klasik varoluşsal düşünce doğrultusunda, insanların otonomi veya özerkliği tecrübe edindiği ölçüde ve otontik güdülerle uygun hareket ettiği ölçüde farklılıklara ayrıldığını ileri sürüyoruz. Ayrıca bu çeşitlilikler her alanda ve her toplumda daha fazla ya da daha az optimal işleyişi öngörmektedir. Edindiğimiz kanıt otonominin salt bir yanılsama olmadığı konusunda net değildir. Özellikle otonomiyle ilgili psikolojik durumları ve bilimsel bir yapı olarak kapasitesini vurgulamak isteriz. Varoluşsal ve olgusal düşünceyle SDT’nin temel konsepti arasındaki tarihi bağlantıları takip ederek başlıyoruz. Sonra, optimal işleyiş için insan otonomisinin önemine ilişkin gerekli araştırmalara bakacağız. Otonomiyle ilgili olarak, iradenin yanılsama olduğu, benliğin hayalet olduğu, farkındalığın yersiz olduğu, otonominin evrensel bir endişe ya da inandırıcılığı olmadığıyla ilgili son iddiları içeren tartışmalara da vurgu yapmak istiyoruz.

VAROLUŞSAL-OLGUSAL DÜŞÜNCELERİN SDT İLE İLİŞKİLERİ

Asıl itibariyle Otonomi “kendi kendini yöneten anlamına gelmektedir ve benlikle düzenlenen deneyimi vurgular. Bunun karşıt anlamı da heteronomidir (yaderklik) ve benliğin dışından gelen düzenlemeyi ifade eder. Heteronomiye karşı otonominin olgusal doğasının anlaşılması onun işlevsel sonuçlarını anlamayla ilişkilidir. Pfander (1908/1967) otonomi olgsunun ilk analizlerinden birini yapmıştır. Brento ve Husserl’ın yöntemlerini kullanarak kişinin iradeyi yanstıan öz-düzenleme hareketi ve diğer uğraşlar, çaba ya da motivasyon arasında ayrım yapmaya çalışmıştır. Pfander için irade eylemleri farklıdır. Ona göre, iç dürtülerin ya da mevcut dış baskıların istek gücünü sağlamasına rağmen irade ya da öz düzenleme, benlikle veya “ego merkeziyle” davranışın onaylanmasıyla betimlenir. Diğer yandan, kişinin hareketleri, kişinin uygun bulmadığı benliğin dışındaki güçler tarafından algılanırsa, otonomi görülmez. Ricoeur (1966) sonraları, Özgürlük ve Doğa adlı klasik çalışmasında irade ve öz- belirlemenin karmaşıklığını incelemiştir. Phander gibi, o da iradeyle ilgili olarak, benlik tarafından tamamen uygun bulunan hareketleri ifade eder. Değerler ve çıkarlarla uyumlu bu hareketler otonomdur. Bizler, razı olmamız halinde baskı altındayken bile otonom olabiliriz. Bu baskılarla uyumlu davranış sergilediğimizde irade ve otonomi duygumuzu kaybetmeyiz. Bu nedenle öz-belirleme bağımsız tercihleri ifade etmek için kullanılabilir ama aynı zamanda zorunluluklar, teşvikler, dürtüler, baskılar ya da artan istekler gibi istemli hareketleri de tanımlayabilir. Örnek olarak ortak kültürel normları ve uygulamaları özümsemiş bir adam düşünelim. Bireysel eyleme maruz kaldığında dolaylı olarak ya da açık bir şekilde uyuşmazlık ve çatışma yaşaması muhtemel olacaktır. Otonom olmak için, bireysel amacını öncelikli ihtiyaçlarıyla koordine etmek için veya amacını ya da öncelikli inançlarını yenilemek için anlamlı bir yol bulmaya çalışacaktır. Varoluşçulık yönelimli kuramcılar gerçek (authentic) ve sahte (inauthentic) hareketler arasında ayrım yapmaktadır. Kierkegaard belki de özgürlük ve otonumlukla ilgili literatürde en güçlü sestir ve onun tanımları, benlikle bağlantılıydı. Kierkegaard da otonomluğu, sadece olasılıklar değil kişinin uğraştığı gerçeklikler ve gerekliliklere neden olan süregelen başarı olarak tanımlamıştır. Otonomiyi teşvik eden, zihinle ilgili çevrimiçi, sentetik ya da düzenleyici durumdaki önemli bir unsurun dikkat çektiğine ya da farkındalık yarattığına inanıyoruz. Farkındalık süreci, öz düzenlemenin yaptığı gibi beyne ihtiyaç duymaktır.

KLİNİK PERSPEKTİNE GÖRE BENLİK: “GERÇEK BENLİĞİN” DOĞASI

İnsanların hem gerçek hem de sahte olabileceğini gördük. Yani değişmez değerlerle ya da duyarlılıklarıyla uyumlu olarak yaşadıklarını ya da yaşamadıklarını değerlendirdik. Bu gerçek benlik düşüncesiyle ilişkilidir (Deci & Ryan, 1995, 2000).

Gerçek benliğin konsepti, insanların genellikle merkezi ihtiyaçlarının, güdülerinin ve değerlerinin dışında tutarsız ve kendini kandırarak yaşadığını ileri sürmektedir. Bu uyumsuzluk, işlev bozukluğunun çeşitli formlarıyla ilişkilidir (Rogers, 1963; Ryan et al., 1995). Varoluşsal gelenek bünyesinde uyumsuzluk, kötü niyet (Sartre, 1956), çaresizlik (Kierkegaard, 1849/1954), düşkünlük (Heidegger,1962) olarak ortaya çıkmaktadır. Winnicott, kişinin gerçek benliğiyle iletişimin kaybolmasının insanların yaratıcı doğasını azalttığını, girişim becerisini, hayat dolu olma ve yaşamdan zevk alma duygularını azalttığını ileri sürmüştür. Horney (1950) gerçek benliği tanımladı ve bireysel gelişimi icraat yönünde “gerçek güç” olarak belirtti. Bu gerçek benlik tüm insanlarda olan yaygın içsel bir potansiyeldir. Gerçek benlik bir gelişim eğilimi gösterse de gelişim için iyileştirici koşullara ihtiyaç duyar. Horney bu koşulların, kişinin duygularını ve düşüncelerini ifade etmesi için sıcak bir atmosferi içermesini ve güvenlik ve özgürlük hissi vermesi gerektiğini dile getirmiştir. Bu ihtiyaçları karşılamayan koşullar, sponton ve otontik bir şekilde başkalarıyla ilişkiyi engelleyen temel bir kaygı yaratır. Kierkegaard’ın ardından Horney gerçek benliğin kaybedilmesinin umutsuzluğa yol açtığına inanmıştır. Ona göre, en nevrotik olgu, kişinin pisişik yaşamın hayati çekirdeği hususunda dışlandığını temsil eder ve bu gerçek öz- düzenlemenin verdiği “sponton enerjilerin kaynağından uzaklaşmaya” neden olur. Humanistik ve varoluşsal gelenekler bünyesinde bilinen birçok kuram, Rogers (1963), Jourard (1968), Fromm (1955), Laing (1960) ve Moustakas (1995) gibi kuramcılarınki de dahil olmak üzere otontik ve gerçek benlik figürlerini oluşturmaktadır. Her birinin ayrıcalıkları ve özel durumları olsa da ortak unsurlar çıkartılabilir. İlk olarak gerçek benlik doğal bir yetenek olarak görülmektedir. Bu gerçek benlik sadece sosyal bir ürün değildir aynı zamanda artırılabilen veya engellenebilen yeni bir duyarlılıktır. İkinci olarak gerçek benlik savunulması, yargılanması gereken bir benlik konsepti değildir, motivasyonal bir güç ve sentetik bir eğilimdir (Deci & Ryan, 1995). Gerçek benlik saadet düşüncesine ya da kişinin potansiyel güçlerinin yerine getirilmesinden oluşan refaha derinden bağlıdır (Ryan & Deci, 2001). Üçüncü olarak gerçek benlik, doğayla bütüncüldür, sentetik işlev görür, gelişim için sağlığı teşvik eden bir gücü temsil eder. Son olarak gerçek benliğin gelişimi yaratılıştan, doğal olsa da, tek motivasyonel güç değildir. Engellenebilir bir güçtür. Kurgusal bir karakter Demain’in belirttiği gibi, Sadece gerçek benliğimin yöneltimine uygun olarak yaşamak istedim. Bu niçin bu kadar zordu? (Hesse, 1925, s 99). Klinik literatürün yaygın bir konusu kişinin gerçek benliğine uzaklaşmasıdır. Caydırıcı sosyal güçler farklı farklıdır. Hayat boyu otonomiyi baltalayan güçler devam etmektedir. SDT’ye göre, otonomi, beceri ve ilişki ihtiyaçlarına gölge düşüren durumlar, farkındalığın kaybedilmesine yol açabilir.

OLGUSAL ANALİZLERDEN AMPİRİK ANALİZLERE NEDENSELLİĞİN ALGILANMIŞ KONUMU

İncelemiş olduğumuz olgusal ve klinik gelenekler ampirik psikolojiden ayrılmıştır. Oysa, irade ve otonomiyle ilgili bu olgusal düşünceler, Heider (1958) ve de Charms’ın “naif” psikoloji formülleri vasıtasıyla psikolojinin ana görüşüne girmiştir. Heider kişilerarası yaygın olayların algılanma doğasıyla ve bunların oluşumlarının davranış üzerindeki belirleyici rolüyle ilgilenmiştir. Heider’ın davranışın olgusal belirleyicileriyle ilgilendiği açıktır ve onun olgusal düşünce üzerine eğitimli olması takdire değerdi. DeCharms (1968) Kişisel nedensellik kitabında Heider’ın çalışmasını genişletmiştir. Kasıtlı eylemin her daim serbest ve kendi kendine başlayan bir durum olmadığını ileri sürmüştür. Aslında, DeCharms kasıtlı hareketi özellikle ne kadar sıklıkta sergilediğimize değinmiştir çünkü bizler dış aktörler tarafından bunu hissetmeye zorlanırız. Örneğin patron çalışanından ek mesai yapmasını ister. DeCharms kasıtlı ve zoraki eylemler arasındaki farkı göstermek için Heider’in kişisel nedensellik sınıflandırması bünyesinde bir ayrım yapmıştır: Nedenselliğin içsel algılanan konumla belirlenen kasıtlı eylemler (IPLOC) ve dışsal algılanan nedensellikle belirlenen diğer eylemler EPLOC). Bir kadın düşünün, her sabah kasıtlı olarak işine gidiyor. Sosyal baskının ve ekonomik stresinden dolayı işini kötüleyebilir. Bu durumda irade duygusu yok olabilir, işinde kendini yönetemez. Bir de kız kardeşine bakalım. İşine gitmeyi çok “ister” ve işi onun için anlamlıdır ve bu işi, gerçek benliğini ifade eden bir iş olarak görmektedir. Burada kız kardeş IPLOC’a sahiptir. Kendi kendini yönlendirmektedir (öz-belirleme). Heider’ın yüklem teorisinin yeni davranışçı uygulamalarının aksine, DeCharms, irade bilgisinin, kişinin kendisini sadece sosyal algının bir nesnesi olarak görmesinden ileri gelmediği görüşünü edinmişti. Aksine kişinin iradesi kişisel bilginin bir özelliği olarak doğrudan biliniyordu (Polanyi, 1958). Bazen özel koşullar altında yapsak da, Davranışımızın “post hoc” analizlerinden daima güdülerimiz anlamını çıkarmayız. Bunun yerine, davranışın düzenlenişini doğrudan deneyimlediğimiz için bunu, davranışlarımızla uygunluk gösterdiğimizde veya zorladığımızda bilebiliriz. Aynı zamanda hareketlerimizle bütün derecesiyle ilgili bilginin doğrudan kaynağına girebiliriz. Bu nedenle insanlar bir davranış sergilediğinde bu davranş otontik ya da dayatma olsun yargılama için iç bilgiye sahiplerdir. Bu farklılığı hissetme kapasitesi bozulduğunda ya da ihmal edildiğinde, davranışsal düzenleme ve zihinsel sağlık buna göre zaiyat vermektedir. SDT açısından bakıldığında, nedenselliğin algılanan yerinin yapısı heteronomi ve kontrole karşı otonomi veya öz-belirleme konusuna doğru işlemsel bir yol sunar. IPLOC’a neden olan koşullar öz-düzenleme duygusunu ve davranış ve deneyim kalitesiyle ilgili sonuçlarını maksimize etmelidir.

This article is from: