AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT VD. SAYI 05 | 2020.07 | DİJİTAL DERGİ
Elias Canetti, Sinek Azabı
Kişi az şey bilince, duyduğu her şey ne kadar da ikna edici geliyor!
2
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
3
02 06
Kendinden Menkul Değerleriniz
11
Toplumlar Yeniden Hareket Etmeye Başladığında Ne Olacak, Slavoj Žižek
17
Yalnızlık, Murathan Mungan
18
Gidiyor, Bülent Çiftçi
22
Tekinsiz, Ertürk Demirel
28
Sinek Azabı, Elias Canetti
Görünmez Adam, Hüseyin Duran
31
4
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Gutai Hareketi ve Fluxus, Savaş Çağman
35 37
Gurbette Karantina, Mahmut Akcin
38
Bir Garip Sohbet, Melis Tekin Akçin
42
Yarım Yamalak, İrem Gürşimşir Çiğdem
45
Bir Zamanlar Amerika, Olcay Bağır
49
Bülbülü Öldürmek, Oya Özgün Özder
52
Zenginler ve Notre Dame Yangını, Carl Kinsella
Kara Güneş: Depresyon ve Melankoli Julia Kristeva
5
Sabrın Kirli Postalları, İrem Gürşimşir Çiğdem
56
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
6
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Kendinden menkul değer kümelerini hayatın domino taşları zanneden zihniyetin, kendisinden olmayana yönelik kustuğu nefret bir tür ayrımcılık değil üstenciliktir. Kategorik bir ayrımın kendisini sınıfsal görmeyen her algı aynı zamanda def edilmesi gerek bir pratik, yok sayılması gereken zihni bir işlemdir. Hayatın kendisini kendi mutluluk ve sevinçlerine gebe bırakanın politik olması bir mevzi olarak mümkün olmamakla birlikte, asıl olarak kurduğu hikâyenin varlığı da herkese ve her şeye dışsaldır. Gündelik hayatın basit durum ve problemlerini kendisinin hayat kaidesi zanneden bir öznel durum ile paylaşacak bireyleriniz yok... Kavramların kendisini gündelik hayatın verilerine denk getirmeye çalışan, yaşadığı basit hayatın kendisini Tolstoy imgelerine yeğ tutan, Kafka’nın simgelerini çevresindeki öznelere benzeten, kendisinin yarattığı basit bir girizgahın varlığını Atılgan’ın siyah beyaz fotoğrafları zanneden…
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
7
Ankara Kavaklıdere [Kuğulu Park]
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
8
Künye
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05 Sahibi: Bahar Editör: Abdulhalim Karaosmanoğlu Grafik Tasarım: Oktay Ay Kapak Görseli: Roma Dönemi, Pompeii Mozaiği İletişim: Konur II Sok. No 26 06420 Ankara Kızılay, 0505 056 57 00, baharbar2017@gmail.com
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
9
10
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Toplumlar Yeniden Hareket Etmeye Başladığında Ne Olacak / Slavoj Žižek
Slavoj Žižek, “otoriterler bu krizi sömürüyor,” diyor. Çin Hong Kong’da başarılı olursa Tayvan’ın ele geçirilmesi sonraki adım olabilir – ardından da tam teşekküllü bir Pasifik Savaşı. Kazadan sonra Çernobil bölgesinde yaşam üzerine bir belgeselde, tahliye emirlerine karşı çıkan ve devlet yetkilileri tarafından unutulmuş sıradan bir çiftçi ailesi, kulübelerinde yaşamlarını basitçe sürdürürken gösterilir. Onlar gizemli nükleer ışınlara inanmaz – doğa oradadır ve yaşam onlar için basitçe sürüp gitmektedir. Onlar şanslıdır, “radyasyonun ciddi biçimde onları etkilemediğini” söylemektedirler.
Çernobil çiftçileri mavi hapı seçti ve paçayı sıyırdı… yoksa sıyıramadı mı? Çiftçilerin bakışaçısından, mavi hapı yutan ve radyoaktif ışınlar hakkındaki büyük yalana inanan çevrelerindeki dünyadır. Çiftçiler panik tarafından baştan çıkarılmayı reddetti ve gündelik gerçeklerine sıkı bir biçimde kök salmış olarak kaldı. Kırmızı hapı seçme ve toplumun büyük yalanını reddetme metaforunun, hâkim bir biçimde yeni popülist sağ tarafından, özellikle Covid-19 pandemisiyle ilişkili olarak nasıl kullanıldığını fark etmemek olanaklı mı? Yakın geçmişte Elon Musk, hâkim tepkiyi “panik” ve “aptalca” olarak adlandırarak, bu saflara katıldı. Twitter takipçilerini “kırmızı pili almaya” teşvik etti ve yorumu, şimdiden hapı aldığını ilan eden Ivanka Trump tarafından hızla kucaklandı. Normalliğe geri dönmeyi savunan Musk’ın aynı za-
Paradoksal bir biçimde bu konuda popülist yeni sağa, Covid-19 paniğinde, topluma topyekûn denetimi dayatmayı amaçlayan devletin bir komplosunu gören bazı radikal solcular da katıldı. Buna bir örnek, Giorgio Agamben. Kendisi, “telematiğin yeni diktatörlüğüne boyun eğen ve derslerini sadece çevrimiçi sürdüren akademisyenlerin, 1931’de faşist rejime bağlılık yemini eden üniversite hocalarının mükemmel dengi” olduğunu ileri sürdü. ABD’de süregiden karantina polemiği bir kültür savaşına dönüşüyor: Bazı dükkanlar “maskeyle giriş yasaktır!” yazıları asıyor camekanlarına. Trump tüm kiliselerin, sinagogların ve camilerin açılmasını emretti. Amacım viral epidemilerin gerçekliğini kabul etmeyenlere karşı ucuz goller atmak değil, onları bu kabul etmeyişe neyin ittiğini açığa çıkarmak. Koronavirüs pandemisi etkilerini katlayarak arttıran üç (hatta dört) fırtınanın bileşimi haline gelen mükemmel bir fırtınaya dönüşme tehdidi içeriyor. İlk iki fırtına – sağlık felaketi, iktisadî kriz – yaygın bir biçimde tartışılırken, diğer ikisi – uluslararası krizler ve savaşlar, ruh sağlığına maliyeti – çok daha az işlendi. Pandeminin her şeyi değiştiren bir şok olduğunu, hiçbir şeyin aynı olmadığını sık sık okuduk. Doğru. Ama aynı zamanda hiçbir şey de değişmedi. Pandemi sadece, zaten orada olanı daha net bir biçimde ortaya koydu. Liberteryenler telefon sinyallerinin yerimizin belirlenmesi, enfekte bireylerin izinin sürülmesi ve hastalığın yayılmasını önlemek için
11
Bu duruş, Neo’ya mavi ya da kırmızı hapı alma seçeneği verildiği, Matrix filminin ünlü sahnesini hatırlatmıyor mu? Mavi hap onun ortak gerçekliğimizde yaşamaya devam etmesine izin verecekken kırmızı hap onu nesnelerin hakiki doğasına uyandıracaktır: Gerçekliğimiz, devasa bir yapay zeka tarafından manipüle edilen kolektif bir sanal rüyadır ve bedenlerimiz yapay zeka makinesine fiilen enerji sağlayan pil insanlar olarak kullanılmaktadır.
manda “neuralink” projesinin – zihinlerimizin dil gereksinimimizi aşarak doğrudan iletişimde bulunduğu, kolektif bir beyne hep beraber daldırıldığımız – reklamını yapmasındaki ironi fark edilmelidir. Bu vizyon, insanların kozalarda yalıtıldığı, ortak bir sanal uzamda hep beraber süzüldüğü, Matrix’teki mavi hapı almanın nihai versiyonu değil midir?
Normalliğe Geri Dönmek
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Ve bu iş başka yerlerde de bu yönde ilerliyor: İsrail Batı Şeria’nın bazı kısımlarını ilhak etmeyi planlıyor; ABD nükleer silah testlerini yeniden başlatmayı düşünüyor; diğer birçok devlet koronavirüsü her zamanki saldırgan siyasetlerini daha acımasız biçimde sürdürmek için kullanıyor. Kimsenin ussal olanı yapmaya ve kamu sağlığı krizi zamanında bir ateşkese uymaya hazırmış görünmediği delirmiş bir dünyada yaşıyoruz.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
kullanımını eleştiriyor oysa devlet aygıtları yıllardır zaten tüm dijital haberleşmemizi ve telefon aramalarımızı kaydetmektedir. En azından şimdi bu beceriyi – tek bir veriyi (nerede olduğumuzu) öğrenmek için – kamusal olarak, açık bir biçimde ve bizim yararımıza kullanmaktadırlar. Bundan çok daha tehlikeli olanı, koronavirüs salgınından önce büyümeye başlayan Çin ve ABD arasındaki gerilimin yeni dönemecidir. Çin, Hong Kong üzerindeki denetimini sıkılaştırmak için girişimlerde bulunmaktadır. Pekin’in, yarı özerk kentteki can sıkan protestoları hedef almasına izin veren yeni bir güvenlik yasası tartışılmaktadır. Bu önlem, Pekin 1997’de Hong Kong’u devraldığından bu yana en saldırgan olanı ve medyamızda çok daha az haberleştirilen bir başka gerçekle birlikte okunmalıdır: Xi Jinping 2013’te iktidara geldiğinden bu yana, Devlet Konseyi’nin Tayvan şubesinin yıllık raporu “1992 Oydaşması”, “Bir Ülke İki Sistem”, “barış” ya da “barışçıl birlik”e herhangi bir atıf içermiyor.
Ve bu iş başka yerlerde de bu yönde ilerliyor: İsrail Batı Şeria’nın bazı kısımlarını ilhak etmeyi planlıyor; ABD nükleer silah testlerini yeniden başlatmayı düşünüyor; diğer birçok devlet koronavirüsü her zamanki saldırgan siyasetlerini daha acımasız biçimde sürdürmek için kullanıyor. Kimsenin ussal olanı yapmaya ve kamu sağlığı krizi zamanında bir ateşkese uymaya hazırmış görünmediği delirmiş bir dünyada yaşıyoruz. Delilik bizi daha az uğursuz olmayan dördüncü fırtınaya, kolektif deliliğin kendisine, ruh sağlığımızın tehdit edici çöküşüne götürüyor. İşaretler şimdiden katlanarak çoğalıyor. Kuzey İtalya’da yetişkin erkeklerin yüzde 80’i zihinsel olarak etkilendi; İspanya’da metropolitan alanlardaki çocukların yarısı kabus görüyor; ABD’de on binlerce intihar bekleniyor. Bu eğilim gündelik yaşamın temelleri ortadan kalkarken bizi şaşırtmamalıdır. The Moon under Water [Su-
Yüzleştiğimiz sınama karantina ya da yalıtım değil, toplumlar yeniden hareket etmeye başladığında ne olacağıdır. Covid-19 pandemisinin küresel kapitalist düzen üzerindeki etkisini Tarantino’nun Kill Bill 2’sinin final sahnesindeki “beş nokta avuç içi kalp patlatma tekniği” ile daha önce karşılaştırmıştım. Hareket, hedef bedenin beş farklı basınç noktasına parmak uçlarıyla yapılan beş vuruşun bir bileşimini içerir. Hedef hareket etmediği sürece yaşamaya ve konuşmaya devam eder; ama ayağa kalkıp beş adım attıktan sonra kalbi patlar. Bu Covid-19’un küresel kapitalizmi etkileme biçimi değil midir? Karantina ve yalıtımı sürdürmek görece kolaydır; bunun mola vermek gibi geçici bir önlem olduğunun farkındayız; ama yaşamın yeni bir biçimini icat etmek zorunda kaldığımızda sorunlar patlar çünkü eskiye geri dönüş yoktur. Hakiki kırmızı hapı almak bu fırtınaların tehdidiyle yüzleşme gücünü toplamak anlamına geliyor. Bunu yapabiliriz çünkü bunlar önemli ölçüde bize ve bu zor zamanlarda nasıl eyleme geçeceğimize ve tepki göstereceğimize bağlı. Eski normale geri dönüş hayal etmeyelim ama aynı zamanda kolektif ruhsal varoluşun insan sonrası yeni bir dönemi hakkında Matrix-vari rüyaları da terk edelim. Süregiden pandemi, bedenlerimizden kök aldığımızın farkına varmamızı sağladı, mücadeleye de bu noktadan girişmeliyiz.
13
Bu, Pekin’in Tayvan’la barışçıl birlik fikrinden vazgeçtiği anlamına gelen, geçmişten önemli bir kopuştur. Çin Hong Kong’da başarılı olursa Tayvan’ın ele geçirilmesi sonraki adım olabilir – ardından da tam teşekküllü bir Pasifik Savaşı. Tamam, Tayvan ve Hong Kong, Çin’in parçaları, ama içinde bulunduğumuz moment, askeri tehditler savurmak için uygun mu?
yun Altındaki Ay] başlıklı denemesinde, yazar George Orwell ideal birahanesindeki atmosferi betimler. Orwell’a göre birahaneler, işçi sınıfının sosyalleşmesinin önemli bir unsuruydu; ortak değerlerin savunulduğu yerlerdi – ve şimdi koronavirüsten sonra bildiğimiz haliyle birahane hayatının geri döneceği şüpheli. Gündelik geleneklerin çöküşünü görmenin yıkıcı etkisi hiçbir zaman küçümsenmemelidir.
Fransa Geceleri ve İşçileri
Brassai | French, born Transylvania, 1899-1984
14 Paris
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Master Of Photography: Brassai
15
16
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Murathan Mungan
17
Yapayalnızdım kendi kalabalığım içinde, tarih kadar yalnız aşka aşina, acıya unutkandım.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
18
Gidiyor!
/ Bülent Çiftçi
Terkisine alıp neyimiz var neyimiz yoksa, Dönüp son bir bakış dahi atmadan... Belki başından beri zaten hiç bakası yokmuş. Bizi hatırlatmayacak bi yere... Terkisine alıp neyimiz var neyimiz yoksa, Gidiyor. Payımıza bir burun sızısı, Avlumuzda anıların korkunç çukuru, Ocağımızda pişmeye huzur bulmamış bulgurumuz, turşumuz ve yavan soğanımızla bırakıp bizi, Gidiyor...
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Henri Cartier-Bresson
19
20
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
21
22
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Lapa lapa yağan kar üstünü kaplıyor ama o bir heykel gibi dikilmeyi sürdürüyor sokak lambasının altında. Ayakları çıplak. Rengi belirsiz, bezermiş bir pantolon giymiş, ağında sarı bir leke var. Kim bilir nereden bulduğu mavi tişörtünde “I am so cool” yazıyor beyaz harflerle. Alamet-i farikası haline gelen kırmızı kadın paltosunun kolları eprimiş, dikişleri atmış. Saçı sakalı karmakarışık, keçelenmiş, artık tarak geçmeyecek kadar katılaşmış. Dilenmiyor, ama yemek verirsen yer, çay verirsen içer. Mahalleli çoktan kanıksamış onu; tıpkı bakkalın beyaz kedisi Pamuk gibi, tıpkı bir taksi çarptıktan sonra hep eğik kalan park edilmez levhası gibi bu mahallenin bir parçası artık. Yolu ilk defa Kağıthane’nin bu mahallesine düşenler bu hem komik hem de acıklı görüntüye bakakalsalar da çirkin, eğri büğrü balkonları birbirine bakan evlerle dolu bu semtin sessiz bekçisi o.
pencereye çıkar, anlaşılmayan sözlerle bağırırdı. Kime ya da neye bağırdığı belli değildi, derdinin ne olduğu da. Annesi bir süre sonra kızı yatıştırır, içeri sokardı ve mahalle gene sessizleşirdi. Alışmıştı herkes Halime’nin deli kızına. Sonra Suriyeliler vardı. Buraya gelmelerinin üzerinden beş yıl geçmesine rağmen tek kelime Türkçe bilmiyorlardı. Babaları, ya da mahallelinin babaları olarak gördükleri adam köşede berberlik yapıyordu. Arapça tabelasının altında tüm gün taburede oturur, gelen sinekleri omzuna attığı beziyle kovalardı.
Bir yaz günü üstünden hiç çıkarmadığı kırmızı paltosuyla belirmişti. Nereden geldiğini, kim olduğunu kimse bilmiyordu. Bu sıcakta bile paltosuna sıkı sıkıya sarınmış, kollarını kavuşturmuş bir halde eczanenin karşısındaki parkın girişinde durmuştu. Belki gece olup herkes uyuyana kadar. Mahallenin çocukları önce taş atıp kovalamaya çalışmış, ama tepki vermediğini görünce sıkılıp vazgeçmişti. Kahveci Nuri duyunca bir bardak çayla bir simit yollamıştı çırağıyla. Simidi sanki hiç aç değilmiş gibi ağır ağır, tadını çıkararak yemiş, ama çayı neredeyse birkaç dikişte içivermişti. Çırağın sorularına cevap vermemiş, sadece yüzünde anlamsız bir ifadeyle yere bakmayı sürdürmüştü. Taksi durağındaki Hüseyin de acıyıp konuşmayı denemiş ama hiçbir yanıt alamamıştı. Deli olup olmadığı tartışma konusuydu; gözleri zeki bakıyor gibiydi ama konuştuğunu, ya da dikilmek dışında tuhaf bir şey yaptığını gören olmamıştı. Bir tek yiyecek verildiğinde canlanıyor, o heykel gibi duran sureti kıpırdanıyordu. Para uzatırsanız almazdı, sanki paranın ne işe yaradığını bilmiyor ya da unutmuş gibiydi. Onun dışında sadece sokak köpekleriyle ilgilenirdi, onları sever, kulaklarının arkasını kaşır, varsa cebinde sakladığı ekmeklerden biraz sunardı. Bir şekilde hayatını sürdürmeyi başarıyordu gene de. Bakkal arada ekmek arası peynir yollar, kahveci çay gönderir, o da karnını doyurduktan sonra başka bir şey istemezdi.
Sokağın sonunda 27 numarada oturan Şükrü her gece pavyona giderdi. Dönüşte de karısıyla kavga eder, edilen küfürler sokakta çınlardı. 13 numara bir tarikatın üyesiydi: haftada bir evine başı bağlı kızlar ve sakallı adamlar gelir, mevlit dinlenir, dini sohbetler yapılırdı. 6 numara olan bakkalın bir türlü erkek çocuğu olmuyordu: adam dördüncü kızdan sonra vazgeçmişti ama öfkesini karısından çıkarıyor, kadını her akşam dövüyordu. Yanındaki deponun kapısı yük teslimatları dışında hep kapılıydı: aslında burada kaçak rakı yapılıyor, bastırdıkları rakı etiketlerini zehirli içkilerin şişelerine yapıştırıyorlardı. Onun yanında, 10 numarada eskiden yarı ünlü sayılabilecek bir şarkıcı vardı: artık sadece düğünlerde iş bulabiliyor ama gene de çok şık giyinip, ona hediyeler alan cici kocalarının arabasına binerken görülüyordu. Onun yanındaysa hepsi aynı okula giden üniversite öğrencileri yaşardı: bunlar beş arkadaş sefil bir halde bir evi kiralar ama dönem sonuna kadar arada gelip kalanların sayısı onu bulurdu.
Buradaki her eğri büğrü mahallenin delileri, sapıkları, dolandırıcıları ve sırları vardı. Karakolun karşısında oturan Halime Teyzenin kızı deli ve obezdi: her akşam ezanı okunduğunda
Arada gelen müşterileri hep aynı biçimde tıraş eder, aldığı parayı kasabın etlerine yatırırdı: parmağıyla vitrindeki eti işaret eder, “wahid kile, şükran, şükran” diye mırıldanarak parayı uzatır, yedi çocuğun ve bir de kadının yaşadığı gecekondularının yolunu tutardı.
O, kırmızı paltosuna bürünmüş halde tüm bu insanların etrafında yaşayıp gitmelerini seyreder, hiç yerini değiştirmeyen bir muhafız gibi parkın önünde neredeyse gururla dikilirdi. Çocuklar büyür, yaşlılar ölür, aşıklar evlenir ve evliler boşanırdı ama o hiç değişmeden, paltosuna sarılmış bir halde ayakta dururdu. Daha da duracaktı belki ama sonunda onun hayatında da bir şeyler değişti. Yavru bir sokak köpeği bulmuştu, beyaz tüylü, sıska ve çirkin. Köpeğin de nereden geldiği bilinmiyordu ama artık onun yanından hiç ayrılmıyor, mahallelinin gönderdiği yemekleri onunla paylaşıyor, ona
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Tekinsiz
/ Ertürk Demirel
23
Öteki Değil Onlar!
Gerçeğin Düşündürdükleri
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
kuyruk sallayıp pejmürde pantolonun paçasını çekiştiriyordu. Herkes uyuyuncaya kadar ikisi parkın girişinde birbirlerine yarenlik ediyor, sonra parkın içinde ağaçların altında kartonların üzerine kıvrılıyor, beraber uyuyorlardı. Köpek bitli ve uyuz bir itten başka bir şey değildi kuşkusuz ama onun için değerli olduğu belliydi. Onu okşuyor, besliyor, yola atlamasın diye ona bulduğu bir ipten tasma yapıyor, sanki konuşacakmış gibi eğilip köpeğin burnunu burnuna yaslayıp öpüyordu hayvanı. Mahalleli önce bu işe anlam verememişti: yıllar boyunca hiçbir insanla ilgilenmeyen delileri şimdi bir köpekle dost olmuştu. Önce köpeği bahane edip tekrar onunla konuşmaya çalıştılar; büfe-
ci Mehmet köpeğe bakkaldan aldığı salamları getirdi, “Senin mi oldu bu it?” diye muhabbet açmaya çalıştı, hatta köpeği sevmeyi bile denedi. Ama o cevap vermedi, salamları aldı, köpeğin önüne attı, sonra da her zamanki gibi sustu. Bu yabaniliği insanları kızdırmaya başlıyordu artık. Tarikatçı teyze köpek olan mahalleye melek girmeyeceğini söyleyip sokranmaya başlamıştı. Bakkal kedisini kovalayıp ağaçlara çıkarttığı için öfkelenmişti. Taksici Emin köpeğin ona saldırdığını söylüyordu kahvede. Üniversiteli gençler de artık onu görünce yollarını değiştiriyor, sırt çantalarındaki poğaçalardan vermemeye başlıyordu. Sonunda Şükrü muhtara kadar gitti. Gene pavyondan döndüğü bir
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
sarsıla sarsıla, haykıra haykıra. Komşular pencerelere çıktı, bakkal işini bırakıp koştu, Suriyeli berber bile taburesinden kalkıp parka geldi. Hepsi etrafını çevirmişti. İlk defa onu insanca bir şey yaparken görüyorlardı ve onlarla konuşup konuşmayacağını merak etmişlerdi. Kırmızı paltolu adam bir süre ağladı, sonra ona seslenenlere aldırmadan köpeği kucakladı, ilk defa görev yerini terk ederek yokuştan aşağı indi yavaş yavaş. Bir daha görmediler onu. Geldiği gibi kaybolmuştu, sessiz ve tekinsiz bir biçimde.
25
gece parkın orada inmişti. Karanlıkta onunla köpeği yollarına çıkmış, Şükrü zom sarhoş halinde bile korkmuştu. Köpek havlamış, herkesi uyandırmış, Şükrü’nün de bacağını ısırmıştı. Şikayetçiydi Şükrü: ya o köpeğinden vazgeçecek ya da ikisi birden bu mahalleden gidecekti. Yıllar yılı kırmızı paltolu adamın önünden geçerek muhtarlığa giden Halil Bey Şükrü’yü yatıştırmaya çalıştı ama adam Nuh diyor, tufan demiyordu. Sonunda belediyeyi arayacağına söz vermek zorunda kaldı Halil Bey. Şükrü de yatışıp işine gitti. Belediye gerçekten de geldi. Bir sabah kırmızı paltoluyu ilk defa eğilmiş köpeğe bakarken gördüler. Köpek zehirlenip ölmüştü. Ağlıyordu kırmızı paltolu. Hem de
26
Geçmişin Hikayesi, Şimdide Yazılıyor
27
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Görünmez Adam
/ Hüseyin Duran
28
Gecenin karanlığını uzaktan izlediğimiz bir sahne, ardından kıyıya vuran dalgalar ve sessizlik, bir kadının yavaş yavaş uyanışını izliyoruz, bir adamın kolunun altından kurtarıyor kendini oldukça sakin kalmaya özen gösterip elindeki ilaç kutusuna bakıyor ve yavaşça kaçma hazırlıkları yapıyor. Çalan alarmlar, duvarın üstünden atlayıp kendini hiçliğin ortasında buluyor ve aniden arabanın camının parçalanması, ardından yerde bulunan uyku ilacının kutusu. Karakterin bu deli ilişkiden kendini kurtarmasını istediğimiz anlarda buluyoruz kendimizi üstelik ne karakteri ne düşmanı tanıyoruz. Ama yorulduğunu ve kurtulması gerektiğini anlıyoruz. Günümüzün sorunlarından biri olan kadına şiddet filmini bu defa hiç görünmeyen bir adam tarafından yapıldığını hissediyoruz. Zira eve gelen avukat ve gelen bir mesaj ki mesaj, eski kocasının öldüğü ve bütün mirasın bütün sakinliğin sağlanması beklenirken, o görünmez şiddet devam ediyor. Çünkü başroldeki karakterin buna inanmamak için haklı sebepleri olduğunu görmeye başlıyoruz. Evin içinde biri mi var, yoksa kadının kendine uyguladığı ve kabullendiği bir travmalarını mı izlemekle yetiniyoruz. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu bilmeden onlarca hikâyeye tanık oluyoruz. Bu defa hikâyenin acımasızlığı ve travması altında kendini kurtarmaya meyilli bir kadının yanındayız, evin içinde şiltelerin üstünde gördüğü ayak izleri bize her ne kadar onun haklı olduğunu söylese de ona inanmayanlarla aynı evde nefes alan iki kişiyi daha izliyoruz. Hikaye hakkında daha fazla ayrıntı vermeden filmi daha önce yapılmış görünmez adam filmlerinin bir devamı ama aslında çok daha acımasızı olduğunu izleyerek filme devam ediyoruz. Filme müthiş bir finalle veda edip, kendimizi filmi bitirirken harcadığımız duyguların bir tatminiyle biraz da tatminsizliğiyle izliyoruz. Bana kalırsa film oldukça iyi, sakin ve çılgınca. Bu yüzden herkese iyi seyirler diliyorum ve kendinizi karanlığın içine bırakın ve tarafsız bir şekilde filmin içinde kaybolmaya hazır olun diyorum. Şiddet, hayatımızda yeri olan ve kaybolması gereken bir gerçekken, kimin yanında olduğunuza dikkat edin, zira aynı durumda kalmamak ve kurtulmak için binlerce neden arasından birini bulmanız sizin için müthiş olacaktır. Başrollerinde Elisabeth Moss’un oynadığı film bence 2020 yılının en iyi filmlerinden...
Siz Karar Vermeyin!
29
Kimin haklı, kimin haksız olduğunu bilmeden onlarca hikâyeye tanık oluyoruz.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
30
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Gutai Hareketi ve Fluxus / Savaş Çağman
gizli bir tarihe, başka bir öncel olarak Gutai Hareketi’ne bir göz atmamız gerekiyor. Gutai Grubu (Gutai Bijutsu Kyōkai) Japonya’da İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk köktenci sanat grubuydu. 1954 yılında, Osaka’lı ressam Jiro Yoshihara önderliğinde dönemim sanatsal bağlamına ve bağlantılarına bir reaksiyon olarak başladı.
Çünkü şia edindikleri Batı Çağdaş Akımları ve Avangart, Töz’den ve kısacası manevi güçten ibaret Doğu Asya’nın kötü replikalarından öteye gitmediği içindi. Hoş burası fotokopi bir kültür olduğu için, son seksen yıldır şark çıbanlarını Paris fondötenleri ile kapatıp o bitmek bilmez yapmacılığıyla devam eden kostümlü provanın düşünsel travestileri oldukları için; aslında şu Sanatbazların sahteliklerine hiç de şaşırmamak lazım. Yirminci yüzyılın başında anlatıcı sanat yerini, ruh çözümleyici, konusu insan olan bir eğilime bıraktı.
Kökenden tamamen kopma eğilimi gibi görülse de Gutai, vücut ve cisim arasındaki ilişkiyi araştırırken son derece manevi olan Zen Geleneği’nin hareket kuramlarından yararlandı ve bir dizi keşifte bulundu. Gutai, özellikle birçok yayın aracını kullanarak, büyük ölçekli işlerinde, performanslarda ve tiyatro etkinliklerinde özgünlük arayışı içinde vücut ve madde arasındaki ilişkiyi vurguladı.
Ama Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımları özellikle ikincisinde kişinin yok olması, figürün ölümü ile karşılaştı. Sonsuz soyutlamalar bizi Neolitik Çağ insanının, Asya’nın veya İlkellerin Soyutlamacı, Bezemeci anlayışına götürdü. Bu anlatım ilk katılım savaşında Dada, müzikte Serializm gibi akımlara yönelirken. 1960’larda bir Yeni Dada tekrarı gibi karşımıza çıkan Fluxus oldu. Ama burada
Gutai Hareketi, geleneksel sanat stillerini performatif aciliyet lehine reddetti. Shozo Shimamoto ve Jiro Yoshihara, 1954’te Gutai’yi birlikte kurdu ve Gutai adını öneren Shimamoto idi. Gu, anlam ifade aracı, ölçütler veya bir şeyler yapma biçimini, “vermek, sağlamak, sahip çıkmak, sahip olmak” fiilini anlatırken, ikinci sözcük Tai beden, sağlık, form ve biçimi ifade etmekteydi. Bu iki soyut karakter sanatın merkezinin insan bedeni, haline getirirken nükleer yıkım sonrası hayatın ve cesedin anlamsızlığı, manevi köke yönelmeyi hızlandırmıştı. Bu
kavramları Yoshihara bunu “uygulama” ve “somutlama” olarak değerlendiriyor. Grup resmi olarak bu tarihlerden sonra Gutai Bijutsu Kyōkai (Gutai Sanat Derneği) olarak bilinmeye başladı ve bu sanat grubu, sanatın vücut, madde, zaman ve mekân arasındaki ilişkilere dikkat çekerek yeni kavramlar bulması için hayal gücüne meydan okudu. İşgal Japonya’sında zorunlu sanat değişim programları ile 1951’den hemen sonra San Francisco Antlaşması ile Japonya’nın Batılı Müttefikleri arasında iş birliği arttı ve Gutai kısa sürede denizaşırı ülkelerde sergiler açmaya başladı. Yeni oluşan fikirlerle, doğu ve batı kültürünün yanı sıra modern ve geleneksel birleşerek yeni sanat formları yaratmak için bir düşünsel taban oluşturuldu. Yoshihara’nın ana odak noktası sanat dünyasında, Japon geleneği ile tanınmayı sağladı. 1952-1957 arasında Fransız sanat eleştirmeni Michel Tapié ile Avrupa’da Gutai tanınmaya başlandı, grup daha sonra Yoshihara’nın çabaları ile Jackson Pollock gibi sanatçılarla iletişim kurdu. 1963’de Solomon R. Guggenheim Müzesi’nin küratörü Lawrence Alloway’ın, sanatının evrenselliğini örneklendirmek ve kendi kültürünün özgüllüğüne hayran olmak için gösterisinde Gutai sanatını seçmesini sundu. Gutai
31
Ülkemde son yıllarda Sanatbazlığına süslü kılıflar arayanlar, sıkça Fluxus, Dada, Non-Art, Non-Music gibi kavramların sosu altında kokmuş etlerini müşterilerine pazarlama telaşında… Onlara Töz’den, yani manevi kökün değerinden, sanatın değiştirici özelliğinden söz ettiğimde anlamadıklarını gördüm.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Gutai, Japaonya 1954
Jiro Yoshihara, 1954 Shozo Shimamoto Michel Tapie Salon de Mai Georges Mathieu Ashiya, Hyogo Osaka Jackson Pollock Solomon R. Marter Joan
sanat performans ve resim özelliklerine meydan okuyor ve ikisinin karmaşık bir karışımı olarak basitleştirilebilir. Bu özgün ruh, Beuys’ün herkes aslında sanatçıdır, önerisi, Batı’da yükselen Yeni Dada, NonArt akımı ile kendini göstermeye başladı ama sonradan Fluxus olarak evrilen bu akımlarda Gutai’nin çok önemli katkıları, öncel fikirleri mevcuttu. Peki, bu son derece manevi köklü derinlerde olan Gutai’nin, Fluxus ile bu köklerden arındırıldığı ve sonrasının sadece parodi ve pastişe dö-
nüşen Batı Çağdaş Sanatı’nın Sanatbazlığına zemin hazırladığını söylemek mümkün müdür? Abramowitz’in bir tür Lady Gaga’ya dönüştüğü şu son hallere bakarsak, evet belki de işte tam da böyledir… Batı’da biri öksürse buradakilerin verem olduğunu işin içine katarsak, kültürel kostümlü provasını, gösteri ve teşhirci fantezisini, batı-doğu ortasında kamış o hilkat garibesi ruh halini anlamak, sunulanında sadece Sanat Öldü sloganını desteklediğini görmek, hiç de şaşırtıcı değil. Ama ne yazık
sanat ölünce geriye kalanın bir Sirk Gösterisinden ibaret olduğunu da acı acı gülümseyerek izliyoruz. Manevi Kökleri Gutai mi? Çoğu zaman parodiden biçilmiş, karahindiba poleni gibi dağılan Fluxus mu denilince, benim yüzüm hep Gutai’nin ışığına dönüyor. Çünkü ben ressam değilim, sanatçıyım diyen bu akımın izleri, sanatın sınırları konusunda son derece ilham verici…
Japon Avangard Sanat Hareketi; Gutai
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Edip Cansever
İnsan yalnız mı; buna bir çare düşünmeli.
34
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Sabrın Kirli Postalları
/ İrem Gürşimşir Çiğdem
Telkin! İçinde ürken bir şeyler var, telaşlı çok, bir şekilde bilinçaltının derin zindanına söz geçirebilmenin, efendi olabilmenin huzursuzluğu. Kirli sabır postalları altında ezdiğin yaşam sevincin, heyecanın. Ama yine de kalbinin attığını hissettiğinde karmaşık bir nefes, alıyor musun veriyor musun belli değil. Aklının iplerinin kestiği heves ve ağız dolusu, boğaz dolusu, tıka basa hazımsızlık! Taşikardi! Burun deliklerinden geçen ılıman bir iklim, güneşin yaladığı bir his, satırlar dolusu saçma, saçmalık ve saçılan saçları geliyor. Dört bir yandan! Beklemek de işkenceden sayılıyor mu? Ya da birini bekletmek çok büyük günah olabilir mi? Ergenliğin hangi kısmı en yanlış? Gerçeğin erekte arzusuyla sedalanırken tüm notalar; Sıfatlı zaman, hazımsızlık ve bizi nasıl da sevmediler!
Ergenliğin hangi kısmı en yanlış? Gerçeğin erekte arzusuyla sedalanırken tüm notalar; Sıfatlı zaman, hazımsızlık ve bizi nasıl da sevmediler!
Büyük Aşklar Yolculuklarla Başlamaz...
35
Her bağımlılığın yerine konan bir sevgi zaafı ve ihtiyaçlar listesinde ayrılabilirmiş gibi zamanın ta kendisi. Zamandan ne ayrılır, zaman nasıl ayrılır? Ayrı, bütüne bağlı, ileride ya da geride olan farklı, ayrı çok ayrı. Sana dair olmasını beklediğin aslında ona bağlı. Ve sadece kendi dünyandan baktığında anlamlı. Hep idareli, limit nerede, sınırı var mı, senin için olan bişi ya da… Sakin kalmayı başardığın her an deliliğini kutsuyorsun. Boğulan bişiler var. Sakinlikle ve sabırla, boğduğun bişiler. Yutkunmayı zorlaştırsa da… herkesin hezeyanı birbirine bağlı. Sıralı domino taşları, tek bir dokunuşla dağılacağız, o dokunuşla nefes alacağız!
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
36
Gurbette Karantina
/ Mahmut Akcin
Ülkeden göçmeye kesin karar verdiğim anı dün gibi hatırlıyorum. Milli takımın İzlanda ile maçını izlemek için televizyonu açmıştık. Takımlar sahaya yeni çıkmışlardı. İtalyan hakem, önceden anlaşıldığı gibi takımları 1 dakikalık saygı duruşuna davet etti. Daha 3 gün önce Ankara’nın orta yerinde doksan dokuz insan, intihar bombacısı bir şeriatçı tarafından öldürülmüştü. Ülkece yas içindeydik. Ya da ben öyle zannediyordum. Oyuncular sessizce saygı duruşundayken birden bire seyircilerden ıslıklar yükselmeye başladı. Birbirinden cesaret alan binlerce ‘taraftar’ saygı duruşunu çılgınca ıslıklıyordu. Komşusunun evinde cenaze var diye kendi evindeki televizyonu bile açmayan ‘aziz milletimiz’, üç gün önce komşularının evinden kalkan doksan dokuz cenazenin yasının tutulmasına bir dakika bile tahammül edememişti. O bir dakika hayatımın en uzun dakikasıydı. O sırada Tezer Özlü’nün dediği gibi “Burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” diye düşünmüştüm. Doğduğum ülkeyle duygusal bağımın koptuğu dakikaydı. Taşınmaya karar verdikten sonra en zor şey konfor alanımı terketmek olmuştu. Seni öldürmek isteyenlerin ülkesinde ne konforuymuş bu diye sorabilirsiniz belki, ama gündelik politikayla ilgilenmeyen birisi için aslında oldukça rahat hayatlar yaşıyorduk. Para içinde yüzüp, dünyayı yatımızla dolaşamıyorduk tabi ki ama en azından karı koca aynı şehirde yaşıyor, istediğimiz zaman tiyatroya, sinemaya gidebiliyor, haftada birden fazla kez dışarıda yemek yiyebiliyor, çocuğumuzu düzgün besleyebiliyorduk. Musluğumuz bozulduğunda tamirci çağırabiliyorduk ki bunun büyük bir lüks olduğunu buraya gelince anlayacaktık. Memlekette biraz dirsek çürütmüş, iki satır kitap okumuş olan herkes kendini daha ‘batı’dakilerle kıyaslar. Tipik bir üçüncü dünya aydını psikolojisi gibi görünse de benim için de durum böyleydi. 2009’da Finlandiya’da katıldığım bir eğitimden bu yana acaba yurtdışında yaşamak nasıl bir şeydir diye düşünüyordum. ‘Doğu’dan bakınca, oralar yaşadığımız bütün olumsuzlukların antitezi gibi görünürdü. İnsanlara, hayvanlara, doğaya değer verilen, kimsenin kimliğinden ya da görüşlerinden dolayı zarar görme-
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
diği, insanların bolluk ve refah içinde yaşadığı yeryüzü cennetleri gibi görünürlerdi. Çoğunun yanlış olduğunu zamanla öğrendim, en azından dünyada cennet diye bir yer olmadığını.
Kendimizi kafese kapatılmış deney fareleri gibi hissediyorduk. Eşimle kaygıyla birbirimize sarıldığımızı hatırlıyorum. “Ya ikimiz de hastalanırsak” diye düşünmüştük, ikimiz birden hastaneye düşersek çocuğumuza kim bakacaktı? Oysa buraya gelirken Avrupa’yı dolaşmayı, festivallere, doğa gezilerine gitmeyi, kariyer yapmayı, kendimizi gerçekleştirmeyi planlamıştık. Yumurta ya da un bulabilmek için üç market dolaştığım, marketten aldıklarımı çamaşır suyuyla yıkadığım, komşuyla karşılaşmamak için karşı kaldırıma geçtiğim bir hayat, planlarım arasında yoktu. Daha da kötüsü, endüstri devrimini başlatıp dünyaya çağ atlatan bir ülkenin, yani İngiltere’nin sağlık sistemi Türkiye’den daha kötüydü. Hastalık belirtisi gösteren insanlardan evlerinde en az on dört gün beklemeleri, on dört gün sonra hala ölmedilerse ambulans çağırmaları isteniyordu. Yaşlılar huzurevlerinde hamam böcekleri gibi ölüme terk ediliyorlardı. Türkiye kesinlikle yaşamak istediğim bir ülke değildi, ama açıkçası İngiltere’de de ölmek istemiyordum. Neyse ki birinci dalgayı zor da olsa hastalanmadan atlattık. Sınırlar açıldı, ailelerimize kavuştuk. Şu anda Türkiye’de balkondan, beton blokların arasından görünen Tralleis antik kentinin kalıntılarına bakıyorum. Ayasofya’nın mimarlarından Anthemios’un memleketine. Gözüm uzaklara dalıyor. Eski Dünya’nın bütün büyük uygarlıklarının en az bir kez üstünden geçtiği, şarabın, rakının ve demokrasinin icad edildiği bu topraklar belki de bambaşka bir yer olabilirdi diye düşünüyorum.
37
İnsanın karakterinin üç yaşına kadar belirlendiğini, kişiliğinin şekillenmesinin ise genellikle ergenlik döneminde, lise çağlarında sona erdiğini okumuştum. Üç yaşımı da, liseyi de geceli çok zaman olmuştu. Gittiğim ülkede insanların yirmi yıldır görüştüğü lise arkadaşları vardı. Yirmi beş sene önce televizyonda izledikleri bir diziden akıllarına bir replik geliyor, birlikte gülüyorlardı. Olması gerektiği gibi. Bense hayatımın otuz dört yılını T.C. simülasyonunda geçirmiştim. Elbette ki profesyonel hayatta evime ekmek götürmemi sağlayan mesleki yetkinliklerim, ‘eski Türkiye’nin hediyesi iyi bir eğitimim ve yabancı dilim vardı. Ama sosyal hayata tutunmak için gerekli yetkinlikleri burada baştan kazanmam gerekiyordu. Parkın neresinin daha güvenli olduğu, hangi marka peynirin daha lezzetli olduğu, ya da insanlardaki hangi mimiklerin ne anlama geldiği gibi sahip olduğunun farkında olmadığım bilgileri yeniden öğrenmeliydim. Bazı yetkinlikleri kazanamayacağımın da farkında olmalıydım. Yirmi beş yıl önce yayımlanan o diziyi açıp izlemeye çalıştım ama belki kötü bir taklidi bizde de yayımlandığı için gülemedim bile. Taşındığım yere benimle gelen, havayolunun bagaj hesabına dahil olmayan, kimseye satamadığım, bir yere atamadığım kültürel bir bavulum vardı. Bunu reddetmeyip kabul ettim ve bavulu açıp yeni eşyalarla doldurmaya başladım. Çalıştığım şirketin bulunduğu kampüste ilk Covid-19 vakası görüldüğünde hepimizi on dört günlüğüne evlerimize karantinaya yolladılar. Ondört gün sonra işimizin başına döneceğimizi düşündüğüm için sadece bilgisayarımı ve şarj aletimi almıştım. Notlarım, kalemlerim, şarj aletim, hatta internetten yaptığım bir siparişin açılmış kutusu hepsi masamın üzerinde kalmıştı. Diğer insanların masasının da benimkinden farkı yoktu. Sanki tüm insanlık “I am a Legend” filmindeki gibi birden bire yok olmuş ve herşey
olduğu gibi yerinde kalmıştı. Ölü sayısının eksponansiyel şekilde arttığı grafikleri izlerken, haftada bir yalnızca markete gitmek için evden çıkıyorduk. Avrupa’ya taşınmanın güzel yanlarından birisi canımız istediğinde uçağa atlayıp bir kaç saatte memlekete, sevdiklerimize kavuşabilmekti. O yüzden asıl şoku uçuşlar iptal edilip, sınırlar kapatıldığında yaşadık. Bizler ya da onlar hasta olduğunda ulaşabilmek için hiçbir şansımız yoktu.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Bir Garip Sohbet
38
/ Melis Tekin Akçin
Gitmekle gitmiş olmazsın: Gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır. Cemal Süreya
Hâla II.Yeni mi?
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
40
Benim dışımdaki herkes için normal sayılabilecek günlerden biriydi. Sırtımdan süzülen ter damlası yüzünden uyanıyorum. Gecenin sıcağı tenimde yapış yapış. Aheste bir hareketle geriniyorum. Kuşların cıvıltılarını takip ederek balkona çıkıyorum. Üzerimde pejmürde bir pijama. Tişörtümün yakası eprimiş. Günün en sevdiğim saatleri. Gökyüzü yeni yeni uyanıyor. Sabah rüzgarı, üstümdeki kıyafetlerden içeri sızarak tenime değiyor. Biraz olsun ferahlıyorum. Topuzumdan kurtulan saçlarım hareketleniyor. Derin bir nefesle ciğerlerime dolduruyorum serin havayı. Sonra, tüm hayatım boyunca bana bu günü hatırlatacak o koku taşınıyor burnuma. Sadece şehir daha uyanmadan uyanabilenlerin sırrına erdiği, fırından gelen taze ekmek kokusu içimi huzurla dolduruyor. Arkamdan balkona çıkıyor o da. Şaşırmıyorum, zaten uyandığımda yatağında yoktu. Yatağı özenle toplanmıştı. Sabahın bu saatinde bile tekmil kıyafet hazır. Evimizin gümüşlüğünde duran çerçevedeki fotoğrafından çıkıp gelmiş gibi. Tiril tiril uzun siyah eteği rüzgarla dalgalanıyor. Üzerinde siyah yarım kollu puantiyeli bluzü var. Boynunda ise en sevdiği inci kolyesi. Bildiğiniz inci kolyelerden değil ama. Doğuran inci bu. Çocukluğumun unutulmaz hikayelerinden. Gençken pazardaki bir amcadan satın almış. Amca kolyeyi verirken, canlı olduğunu söylemiş. İnanmamış tabii. Satmak için yalan söylediğini düşünmüş, ama yine de incileri çok sevdiği için satın almış. Sonra alınan çoğu eşyanın başına gelen bir şey gelmiş bu incinin de başına. Bir köşede yeniden hatır-
lanmayı beklemiş usul usul. Tekrar çekmeceden çıktığında, incilerin arasındaki boşluklar iyice kapanmış, sıkılaşmışlar. Amcanın dediklerini hatırlamış sonra. İnciler doğurmuş. -Günaydın. Kahvaltı getireyim mi, diye soruyor sıcacık gülümseyerek. Sesiyle kendime geliyorum. -Olur, diyorum gülümsemesine karşılık vererek. Kahvaltıyı hazırlamak için içeri giriyor. Ben de üzerine minder konmuş sandalyelerden birine oturuyorum. Apartmanın hemen altındaki turunç ağacını izlemeye koyuluyorum. Olgunlaşmışlar daha. Biraz daha büyüsünler, toplayıp sıkarız salataya. Turunçların kokusu gelir belki diye derin bir nefes alıyorum. Balkon demirinin kokusu baskın çıkıyor. Tedirginlik duyuyorum. Sırada bekleyen çocuklar yüzünden salıncaktan isteksiz inişlerim ve avuç içlerimde kalan o kokuyu duyuyorum. Biraz sonra içerden elinde yuvarlak bakır bir tepsiyle geri geliyor. Boynuna bir de ipe dizilmiş karanfillerden yaptığı uzun kolyeyi takmış. Öyle güzel görünüyor ki. -Kız nerden buldun bunu? Sandıktan mı çıkardın, diyorum göz kırparak. -Hatırladın mı? Senin için yapmıştım bunu. Boğazım düğümleniyor, -Hiç unutmadım ki. Tepsiyi ortadaki sehpanın üzerine bırakıyor. Sütlü ekmek hazırlamış. Üzerine toz şeker serpmiş, biraz da tarçın. Sihirli tarifi. Kase-
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
-Anı koleksiyonu ne güzel bir isimmiş, diyorum. Tüm yaşayamadıkları geliyor aklıma. Biz kahvaltımızı ederken şehir de yavaş yavaş uyanıyor. Sokağın renkleri değişmeye, kuşların cıvıltıları artık duyulmamaya başlıyor. Ekmek kokusunun yerini, evlerden gelen yemek kokuları alıyor. Bizim sakinliğimize inat aceleci arabalarla, sabırsız adımlarla dolmaya başlıyor sokaklar. Sokağın uğultusu gitgide artıyor. Ben etrafı izliyorum, o da oyalarını çıkarıyor poşetin içinden. Parmaklarının uçlarındaki eklem yerleri çarpık dişlere benziyor. Saçlarının beyazıyla aynı renk bir kuka var elinde. Hızlıca birbirinin içine geçmeye başlıyor ilmekler. İkimiz de kalkmaya niyetli değiliz yerlerimizden. Tüm konuşamadıklarımızın,
paylaşamadıklarımızın acısını çıkarıyoruz bugün. Sokağın telaşı azalmadı hala. Daha da arttı sanki. Bu kadar kalabalık olması normal mi? Bunca insan aynı anda çıkmış olamaz ki evden? Bizim apartmanımızın altında toplanan insanlara takılıyor gözüm. Ne oldu ki acaba? Biraz daha dikkatli bakıyorum, ama insanların yüzleri bulanık sulara benziyor. O ise pek umursamıyor görünüyor toplanan insanları. Sohbetin bir yerinde öyle aniden- sanki uzaktan bir şey görmüş de acele edermiş gibi- ben kahveyi sade içerim diyor. -Nasıl yani? Ben sana yıllardır şekerli yaptım. Her seferinde de “anam bu pek dadlı olmuş ya” derdin. Gülümsüyor, -Söylemişim ya işte pek dadlı olmuş diye. -Ama ben yıllarca elimden kahve içmenin sana tatlı geldiğini kastettiğini sandım. Karşılıklı kahkaha atıyoruz. Bu sefer ilk defa dudaklarını saklamıyor. Bir cenaze arabası giriyor evin sokağına. Evin altında toplanan kalabalıktan ağlama sesleri yükseliyor. Araba gelip tam bizim apartmanın önünde duruyor. Anlamaya çalışıyorum olanları. Aşağıdaki yüzler gittikçe belirginleşiyor. Bazı yüzler tanıdık geliyor artık. Sakince ayağa kalkıyor. Artık gitmem lazım diyor. Önceden hep beni uğurladığı evden bu sefer ben onu uğurluyorum. Boynuma sarılıyor. Hoşçakal anneanne, deyip sıkı sıkı sarılıyorum. Pamuk yanaklarını öpüyorum. O da sıcacık bir öpücük konduruyor yanağıma. Boynundaki karanfiller. Ne de güzel kokuyorlar.
41
lerden birini bana uzatıyor, diğerini kendi alıyor. ‘Bugün acelemiz yok, yavaş yavaş yiyelim’ diyor. Sohbet ederek yapıyoruz kahvaltımızı. Sahi, en son ne zaman bir yerlere yetişmeye çalışmadan bir şeyler yaptım ki? Kuşların şamatalarına bizim seslerimiz karışıyor. Birden tepsinin içindeki peçetelerde takılı kalıyor bakışlarım. Yüzüme kocaman bir gülümseme yayılıyor. Hiçbir zaman diğer eşine kavuşamayan çoraplar gibi peçeteleri, hepsinin deseni farklı. Gülüşümden anlıyor, savunmaya geçiyor hemen. Ne var yani, yediğim içtiğim bende kalıyor. Bunlar benim gezip gördüklerim: Anı koleksiyonum. Mesela, sen şu an elinde Hatçe teyzenin evinden bir parça tutuyorsun deyip gülüyor. Dudaklarını avuç içiyle saklıyor gülerken, her zaman yaptığı gibi.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
42
Yarım Yamalak
/ İrem Gürşimşir Çiğdem
Çoğu yerde bir beklentiyle başlayan yolculuklar; varılacak yerin hayaliyle devam ederken, gelindikten sonra küçük kırıntılarıyla kalıyor. Yarım, yamalak. Boşluklu biraz, süzgeç misali deliklerinden yaşam tadıyor insan. Hep yarım, yamalak. Gösterge yüzleri bir yönü işaretlerken diğerlerine ihtimal vermiyor. Mıknatısın işidir fitne fesat böylesi sıfatlara, Koskoca bir ses içimde, Güneşin dediği gibi Sıcacık kabarıyor, ıslanıyor. Büyümser gibi benliğim, küçümser gibi bendeler, bir sese veriyorum gençliğimi! sonrada beklentilerde, Yarım, yamalak...
İsmet Özel
43
Körüm, o halde karanlık niye benden kaçıyor?
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
44
Günün birinde beyaz adam Kızıldereli’ye sorar: - Artık biz de bu kıtada yaşıyoruz. Neden bu toprakları bizimle paylaşmıyorsunuz? - Sizler toprakla konuşmuyor ona hükmetmeye çalışıyorsunuz. Hükmedersen dinlemezsin, dinlemediğini anlamazsın, anlamadığını bilmezsin, bilmediğinden korkarsın, korktuğunu yok edersin...
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Bir Zamanlar Amerika
1528’de İspanyol işgalci komutan Francisco Pizarro’nun Tumbes’e gönderdiği biri beyaz biri siyah iki adamın öyküsü, Amerika yerlileriyle ilgili ilginç öykülerden biridir sadece. Akgün Akova’nın “Elimi Tut Yeter” kitabında yazdıklarına göre, gözünü altın ve gümüş bürümüş olan Alanso de Molina ve Afrikalı kölesini gören Kızılderililerden biri, gece renkli adamın gerçek rengini görmek için, derisini kuru mısır koçanlarıyla ovalamaya kalkar. Çünkü daha önce hiç siyah derili biri görmemişlerdir. Hatta Kızılderililer kara derili Afrikalıyı “temizlemek” amacıyla kazana atmak isterler. Kızılderililer daha önce horoz da görmemiştir. Molina’nın yanında getirdiği kafeslerden birinde, iç parçalayan bir sesle öten horoza acıyarak ve şaşkınlıkla bakarak “ne istiyor?” diye sormaları da bundandır. Yine yeni kıtaya giden ilk denizcilerin anlattığına göre Kızılderililer, dev gemilerden indirilen sandalları gördükleri zaman, onları gemilerin küçük kızları sanmışlar ve gemilerin sandalları doğurup emzirdiklerini düşünmüşler. 1504’te Jamaika’ya çıktığında, yerlileri kendilerine yiyecek vermeye ikna edemeyen Kristof Kolomb’un, o sırada oluşan bir ay tutulmasını fırsat bilerek ayı kendisinin yok ettiğine onları inandırması ve yerlilerin de onun çok güçlü biri olduğuna inanarak istediklerini yapmaları da yine benzer bir hikâyedir. Kristof Kolomb’un bu yeni kıtayı kan gölüne çevirmesinden ve yerli kültürü biçmesinden sonra yerli dilleri de tükenmeye ve konuşulmamaya başlanır zamanla. Ama işgalcilerin kayıtlarından bazı sözcükler çıkar. Belki de yeryüzünün en şiirsel dilinin arta kalanlarıdır bunlar. Kolomb ve sonrasında gelen sömürgeci denizcilerin Amerika kıtasını talan ettiği yıllarda, aynı kıtada Guaraolar’ın gökyüzüne “yukarıdaki deniz”, gökkuşağına “yılan gerdanlık” dediklerini Kolomb biliyor muydu acaba? Amazon’un gerçek sahiplerinden olan bu topluluk; yıldırıma “yağmurun ışığı”, baykuşa “karanlık gecenin efendisi”, insanın dostuna “öteki yüreğim”, ruha “yürek güneşi”, bastona da “sürekli torun” diyordu. Yeni kıtayı Hıristiyanlaştırmak için akın akın Avrupa’dan Amerika kıtasına gelen rahiplerden Vicent de Valverde, bir yerli kabilesinin meydanında bir elinde İncil diğerinde haçı tutarak tanrının bunlarda olduğunu, bunların dışındaki her şeyin anlamsız olduğunu haykırır. Çevirmen çevirir rahibin dediklerini. Kabile şefi Atahualpa, bunu kendisine kimin söylediğini sorar rahibe. “Kutsal kitap İncil söylüyor” der rahip. Atahualpa, “ver bana da söylesin” der ve İncil’i rahipten alır. Atahualpa, İncil’i evirip çevirir, onu konuşturmak için sallar ve kulağına bastırır. Sonra da tüm kabile halkına dönerek şöyle der: “Hiçbir şey demiyor, boş bu.”
Beyaz Adam Geldi ve...
/ Olcay Bağır
46
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
47
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Her yıl nisan ayında kazananları açıklanan ve gazetecilik, edebiyat, müzik gibi alanlarda verilen prestijli ödül Pulitzer’i Kurmaca dalında 1961 senesinde kazanan Harper Lee’ye ait Bülbülü Öldürmek kitabına enikonu incelemenin tam zamanı.
48 Adalet, Eşitlik, Özgürlük ve Irkçılık
Kitabın geçtiği dönem. 1930’lu yıllar Büyük Ekonomik Buhran Dönemi. Peki nedir bu Büyük Buhran? Dünya savaşı ertesi bir süper güç konumuna gelen Amerika’nın dünyanın pek çok ülkesine kredi vermesi ve bu kredi alalamaları sonucu beraberinde gayirmenkul kriziyle patlak veren bir dönem. Milyonlarca insanın işsiz kaldığı, binlerce bankanın battığı bir dönem. Söylemesi güç olacak ama bu dönemle ilgili gördüğüm bir fotoğrafta bir anne 4 çocuğunu satışa çıkarmıştı. Bu kriz ortamını fırsat bilen ve tüm insanlığın başına bela olan Hitler’in de başa geldiği bir dönem aynı zamanda. Kitap genel olarak adalet, eşitlik, özgürlük ve ırkçılık, cinsiyetçilik gibi kavramları Scout adlı küçük bir çocuğun gözünden anlatmaktadır. Anlatıcı Scout dışında onun kendisinden bir kaç yaş büyük abi Jem, yakın arkadaşları Dill ve avukat olan babaları Atticus’un hikayesini içermekte. Kitap iki ana vaka üzerinden yükselmektedir. Birincisini kısaca şöyle özetleyebiliriz: Siyahi insanlara baskının hat safhada olduğu yıllar bu zamanlar. Tecavüz suçlaması ile yargılanacak olan siyahi insan Tom Robinson’ un davasını teklif üzerine bir beyaz olarak baba Atticus üstüne alır. Bu savunmayı kabul etmesi yüzünden, Jem ve Scout’a okuldaki arkadaşları hakarette bulunurlar, çocuklar zor anlar yaşar. Bir diğer önemli vaka da şöyle: kasabada Radleyler adında herkesin nedensizce çok korktuğu bir aile vardır Radley’ler adında. Mary Shelley’in eseri Frankenstein’dan fırlamış bir canavar gibi bir algı vardır ailedeki Bay Radley’e karşı. Hatta bu haleti ruhiyeden olacak ki ona Öcü Radley lakabını takmışlardırdı. Romanın geçtiği semt olan Maycomb civardaki kasaba ahalisi tarafından Radley’lerin evine Psycho filmindeki tuhaf şato kıvamındaki Bates Motel muamelesi yapılıyordu tabiri caizse. Çocuklar ne zaman Radley’lerin evinin önünden geçse korkarlardı. Hatta hatta Bu korkuyu bir yarışma unsuru haline getirerek Radley’lerin kapısına vurabilir misin vuramaz mısın diye aralarında kapışma bile düzenliyorlardı. Yani anlayacağınız iletişimsizlikten kaynaklanan müthiş bir ötekileştirme hali vardır. Aslında günümüzdeki dışlamanın kaynağı da bir nevi o aileye yaşatılan duygular gibidir. İletişimsizlik korkuyu doğurur. Korku da ötekileştirmeyi. Dinamo taşı etkisi yaratır tüm olanlar. Aynı şekilde siyahi insan Tom Robinson’a yapılanlar da ha keza ötekileştirmenin bir başka örneğidir kitapta. Siyahilere karşı mesafeli davran, onlarla aynı ortamda bulunma ve onları suçla. Mahkeme ortamında tüm deliller Robinson’un haklılığını ortaya koymasına rağmen Atticus’un savunduğu adamın idama mahkum olmasının başka bir açıklaması yok. Burada bir parantez açmak istiyorum.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
1930 1948 1960 1961 Siyahi Irkçılık Radley Tom Robinson Rosa Parks Dinamo Taşı 1964 Harper Capote
49
Bülbülü Öldürmek
/ Oya Özgün Özder
Rosa Parks, Montgomery Otobüs Boykotu
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
ABD’de halk nezdinde siyahla beyazın eşit olmama hali günümüzde bile az da olsa sürüyorken neyse ki 1964 Medeni Haklar Yasası ile bu eşitlik sağlanmıştır. Gerek Martin Luther King’in çok önemli I have a dream konuşması, gerek Montgomery Otobüs Boykotu ile olmuştur. Bu boykotu çok kısa özet geçmek istiyorum. Sene 1955. O zamanlar eğer bir otobüse bir beyaz binmiş ve yer kalmamışsa siyahların oturduğu koltuklarda yer isteme hakkına sahipti. Bir gün Rosa Parks ismindeki kadının bindiği otobüs ağzına kadar doldu ve beyaz bir adam otobüse bindi, Rosa’dan yerinden kalkmasını istedi. Ama o ne yaptı? İnanılmaz bir dirençililikle kılını kıpırdatmadı. Ardından çıkarıldığı mahkemede aynı Robinson gibi haklı olduğu halde tutuklandı. Yani görüyoruz ki 64’teki yasa kararına kadar Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ne bir atıf yaparcasına “herkes eşittir ama bazıları daha eşittir” anlayışı hakimdi. Mahkeme sahnesinde Atticus’un yaptığı efsane konuşma da çok önemlidir. Kitabın isminin asıl kaynağına gelecek olursak, tecavüz suçlamasıyla mahkemede yargılanan Robinson ve ne çeşit bir gizem içerdiği belirsiz bir gulyabani bakılan Radley’lerin Bülbül sembolizmini içerdiğini söylemek mümkün. Bülbül burada bir çeşit masumiyeti temsil ediyor. Atticus’un çocuklarına “aman vurmayın” diye tembih ettiği bülbüllerin aslında kimseye bir zararının olmadığını o yüzden masum olduklarını söylüyor. Masumiyet ölürse dünyanın karanlık insanlara kalacağını açıklıyor bir bakıma. Yalnız burada parantez açmak istediğim bir mesele var ki çok gözden kaçıyor o da bu sembolizmi anlatırken yazarın silah yoluyla bunu yaptığı ve aslında yine de başka kuşların vurulmasına geçerlilik kazandırdığı gerçeği. Tabii bir de çocuklara silah verilmesi meselesi var. Harper Lee
Bütün insanlar eşit yaratılmıştır.
50
Burada bir parantez açmak istiyorum.
“Bülbülü Öldürmek” kitabındaki Dell’in sıklıkla Capote olduğu söylenir. Soğukkanlılıkla, Tiffany’de Bir Kahvaltı gibi kitaplarıyla tanıdığımızn Truman Capote küçüklüğünde
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
anne babasının boşanmasından sonra Alabama’daki teyzesinin evine yerleşir ve burada Harper Lee ile tanışır. 2 yaşında olmasına rağmen 4 yaşındaki Truman’ı diğer zorba akranlarından korumayı başarır. Lee’nin babasının daktilosu sayesinde ikisi de yazmaya heves eder. Büyüdüklerinde yine beraber olacaklardır. Capote New Yorker dergisinde iş bulur. Belli bir süre sonra Harper Lee’yi de peşinden sürükler. “Başka Sesler Başka Odalar” kitabındaki Idabel Tompkins karakteri de aslında Harper Lee’den başkası değildir. Bu kitap 1948 yılında yayımlanır Bülbülü Öldürmek kitabı ise 1960’ta. Yani bu sembolizmi ikili arasında ilk başlatan Truman Capote olmuştur.
60’ların başında yayımladığı kitabı sonrası ikilinin arası açıldı. Para ne yazık ki her durumda olduğu gibi burada da nemrut yüzünü gösterdi. Truman hırsına yenik düşmüştü. Yıllar sonra Harper Lee bu yaşananlara ilişkin şöyle konuşmuştu: “Ben onun en eski arkadaşıydım ve Truman’ın affedemeyeceği bir şey yaptım: Satılan bir roman yazdım. Kıskançlığını 20 yıldan fazla bir süre sürdürdü.” Capote çalkantıllı bir hayat sonunda 84’te Alabama’ya taşındı. Son zamanlarında röportaj vermeyi reddederek Lee’nin kitabı hakkında aslında Bülbülü Öldürmek’i onun yazdığına ilişkin dedikodulara yanıt vermeden aramızdan ayrıldı.
51
Kasım 1959’da Capote, New York Times’ta küçük bir Kansas kasabasında varlıklı bir ailenin acımasızca öldürülmesi hakkında kısa bir hikaye okudu. Çocukluk arkadaşı Harper Lee uzun zamandır suç davalarından etkilenmişti ve hatta okulu bırakıp New York’a taşınmadan önce ceza hukuku okumuştu. Bundan dolayı asistan olarak seçeceği kimse de Harper’dan başkası olamazdı. Clutter cinayetini araştırmak için olayın yaşandığı kasaba dışında küçük bir motelde konakladılar. Harper Lee gözlemlerini o zamanın Grapevine dergisine aktardı ancak bu yazıyı anonim olarak yayımladı. Yazının sahibinin o olduğu 2016’da ortaya çıkacaktı.
Truman Capote
Harper Lee
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
/ Carl Kinsella
52
Zenginler ve Notre Dame Yangını
7 milyar insanın yaşadığı bir dünyada iki adam Notre Dame’ın restorasyonuna altı saat içinde 300 milyon avro verebiliyorlarsa, o zaman dünyadaki her karnı doyurabilecek, her aileye sığınacak bir çatı verecek ve her çocuğu eğitecek para var demektir. Bunu yapmamak salt bir irade meselesi ve bir sistem sorunu.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
53
54
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Notre Dame katedrali yanarken tüm dünya gözlerini Paris’e çevirdi Binanın yaşı ve ağır kalasların yoğunluğu kaynaklı komplikasyonların yangını söndürme girişimlerini ciddi şekilde kısıtlayacağı dakikalar içinde ortaya çıkmıştı. Yine de, yapının simgesi olan sivri kulenin kibrit çöpündenmiş gibi alevlere kolayca teslim olup çöktüğünü görmek şok ediciydi. Gerçekten de bu antik tapınağın duman ve ısı ile sarıldığını izlemek, bizi en kıymetli varlıklarımızı korumaktan aciz bırakacak birçok güç olduğunun korkutucu bir hatırlatıcısıydı. Dünyanın dört bir yanından insanların Paris ile anlamlı bağları var. Dünyanın en çok ziyaret edilen şehri. Dolayısıyla, insanların Notre Dame ile ilgili anıları var, yangında kül ve enkaz yığını altında kalan anılar. Her zaman olduğu gibi, bu sefer de kilisenin sadece harç ve tuğladan ibaret olduğunu hatırlatan zıpçıktılar vardı. Bu iflah olmaz yapısökümcüler muhtemelen resim sanatının da “tuval üzerindeki boyadan,” çocuklarının ise “bana benzeyen ve evimde yaşayan küçük insanlardan” ibaret olduğunu iddia edeceklerdir. Yine de, sinizm örneği bu tavırların hiçbiri yaslı havayı ortadan kaldıramadı. Kulenin çöküşü ardından saatler içinde, Fransa’nın en varlıklı iki ailesi – François-Henri Pinault ve Bernard Arnault aileleri – restorasyon çalışmalarına 300 milyon avro bağış yapacaklarını açıkladılar. Paris belediyesi de 10 milyon avro topladı. Arnault, dünyanın en büyük lüks ürün şirketi LVMH’nin CEO’su. Avrupa’daki en zengin kişi ve Forbes dergisine göre, bu ay itibariyle 91,3 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zengin dördüncü kişisi. Arnault’nun sahibi olduğu en tanınmış marka çanta ve valizleri ile ünlü Louis Vuitton. Pinault’nun 30 milyar avroluk serveti onun yanında önemsiz kalıyor. O daha çok bir Gucci adamı ve Stade Rennais FC’nin sahibi olarak da biliniyor. Birlikte, birçok Avrupa ülkesinden – örneğin Hırvatistan, Sırbistan, Slovakya veya Slovenya – çok daha fazla paraya sahipler. Banka hesabınızda şu an 3000 avro olsa ve bundan bir onluğu restorasyon çalışmalarına bağışlasaydınız, bu ikisi ile aynı oranda bağış yapıyor olurdunuz. Belki de tartışmanın göz ardı edilen bir noktası, Katolik Kilisesi’nin restorasyonda alabileceği rol. Vatikan dışında kimse kilisenin ne kadar parası olduğunu bilmiyor ama 2012’de Economist gazetesi Vatikan’ın faal bütçesini sadece ABD’de 170 milyar dolar olarak hesapladı. O zaman, küresel rakamın bundan çok daha yüksek olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Papa Francis, Notre Dame yangınından zarar görenler için
dua ettiğini söyledi. Yani, ellerini cebine götürmek yerine, birleştiriyor. İrlanda’da Vatikan’ın milyarlarından zırnık koklatılmaksızın kilise restore etmek için para toplamış insanlara şaşırtıcı gelmeyecektir bu. Restorasyon için bağış yapmanın yanlış olduğu elbette söylenemez. Medeniyetin simgesi olmuş yapıları restore etmenin maliyeti aşan bir değeri var. 300 milyon doların bir milyarderin banka hesabında kalmasındansa Notre Dame’ın Avrupa tarihinin sembolü olarak kalması daha iyidir. Ama bu zenginlerin ellerini hemen ceplerine sokuvermesi, içinde yaşadığımız toplum hakkında çok şey anlatıyor. 7 milyar insanın yaşadığı bir dünyada iki adam Notre Dame’ın restorasyonuna altı saat içinde 300 milyon avro verebiliyorlarsa, o zaman dünyadaki her karnı doyurabilecek, her aileye sığınacak bir çatı verecek ve her çocuğu eğitecek para var demektir. Bunu yapmamak salt bir irade meselesi ve bir sistem sorunu. Bunu yapmıyor olmak, her Allah’ın günü dünyanın dört bir yanında insanların canına mal olan aciliyetleri umursamamak demek. Sanat eserleri, mimari tarih ve güzellik, insanların yaratıcılığının eseri ve her şeyden çok korumamız gerekenler yaratan insanlar aslında. Harç ve tuğla ve işlenmiş cam yanabilir ama kanamazlar ve açlık çekmezler, acı çekmezler. İnsanlar acı çeker. Paris’ten Persepolis’e kadar dünyanın her yerinde, insanlar acı çekiyor. Ama acıları sıradanlaşmış. Manşetlere çıkmıyor ve dünyanın en zengin adamlarının hemen bağış yapmasına sebep olmuyor. Fransa’da şu an 140 bin insan sokakta yaşıyor. Bunların 30 bini çocuk. Secours Catholique’in 2018 tarihli bir raporu, 2017’de Fransa’da toplam 8,8 milyon kişinin yoksulluk sınırı altında yaşadığını ortaya koydu. Bu demektir ki, ayda 1026 avronun altında bir parayla geçinmeye çalışıyorlar ve birçoğu bundan çok daha azına mahkûm. Her sekiz Fransız’dan biri yoksul. Tüm bunlara rağmen, Fransa Uluslararası Para Fonu’na göre dünyanın en zengin altıncı ülkesi olmaya devam ediyor. Bir dahaki sefere biri sokakta yaşamak ile göç, hastaneye para ödemek ile vergi kesintisi, çocuk hastanesi ile otoyol arasında tercih yapmanız gerekiyormuş gibi yaptığında, bu anı hatırlayın. Bunlar için gereken para bir tıkla ulaşılabilecek durumda. Ama tıklayan parmak sizin değil.
www.dunyadanceviri.wordpress.com Çeviri: Serap Güneş
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
55
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Kara Güneş: Depresyon ve Melankoli
56
/ Julia Kristeva
The New York Times’ta yayımlanan bu yazıyı Yağmur Irmak Açıkgöz çevirmiştir.
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
57
Paris Üniversitesi’nde dilbilim profesörü olarak görev yapan, aynı zamanda, psikanalist çalışmalarda bulunan yazar, Fransız feminist ve göstergebilim öncüsü Julia Kristeva, son yirmi yılda cinsiyet çalışmaları ve edebiyat üzerine bir ilke imza atacak olan psikalanitik çalışmalar yapmıştır. Kristeva’nın lirizminin ve hassasiyetinin, istemsiz bir melodram ve sorunlu bir dönüşüme yol açması, bu sorunlu dönüşüm içinde (kendi hastalarındaki ruh hali değişimlerinin ondaki yansıması hakkında) hem hareketli hem de kışkırtıcı bir depresyon teorisidir. Kristeva, Freud’un geleneksel Yas ve Melankoli psikalinist teorisini kabul etse de, yine de, bazen direk bazen dolaylı olarak Melanie Klein’den ve Jacques Lacan’dan büyük oranda etkileniyor ve prensip olarak Depresyon ve
Melankoliyi aynı kavram olarak tanımlamıyor. Depresyon ve Melankoli arasındaki farkı kabul ederken, yas kavramının her koşulda melankoli getirmeyeceğini savunuyor. Bayan Kristeva, “annelik kavramını” başrol olarak kodlayan bir feminist. Baba rolünün hem kategori olarak, hem de algılanma biçimi olarak etkisinin azaldığını ve stresin Oidipal öncesi aşamada sütten kesme ve baba etkisinin azlığı sebebiyle daha önce anneye geçtiğini vurgulamaktadır. Kara Güneş’te depresyon, bu normal çocukluk tarih öncesi dönemin reddedilmesi veya Bayan Kristeva’nın “olumsuzlama reddi” olarak adlandırdığı şeyle karakterize edilir- ‘’Olumsuzluk’’ kavramının olağan çocukça kabulüdür. Anne ile birlik kavramının yani anne ile birlik fantezisinin reddidir.
58
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
İki sigaram kaldı bu gece için Yüzyıl yetecek çocukluğum, İki muhabbet kuşum, Biraz da ateşim var. Dua ediyorum ateşe vazgeçsin diye beni yakmaktan bu gece Dünyanın bütün sabahları için iki bilet al maviş anne Aman umutsuz bir yer olmasın! İki kendim varmış maviş anne Biri benmişim biri mutsuz Ben ölürsem maviş anne, mutsuz için Dünyanın bütün sabahlarına bir bilet al. Ben ölürsem mutsuza iyi bak! Didem Madak
BAHAR KÜLTÜR SANAT VD. DİJİTAL DERGİ 2020 | 05
Pedro-Luis-Raota
59
Meşrutiyet Cad. Konur 2 Sok. 26/4 Kızılay [Arka Bahçe] Ankara +90 505 056 57 00 | issuu.com | 09:00 - 02:00