Bahar Dergi 03

Page 1

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

1

S .03 | 2020.04 ANKARA


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

ankara bahar// S.03 | 2020.04

her ilişki biçimi yeni bir...

2

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

Rembrandt Harmenszoon van Rijn

KÜLTÜR SANAT VD.

MEKAN ZAMAN! YENI BIR DÜNYANIN YENI BIR GÖZLEME OLANAK SUNMASI ILE, HAYATIN SIZLE OLAN ILIŞKISI FARKLI BOYLAMLARDIR. BIR ALANIN DEĞERLENDIRILMESINI MÜMKÜN KILAN BILIŞSEL YAKLAŞIM ASIL OLARAK NESNEL DÜZEYIN KONUSUDUR VE ÖZNE IFADE EDILEN NESNEL DÜZEYDEN BAĞIMSIZ OLARAK SÜBJEKTIF BIR BIÇIMDE KANALIN IÇERISINE GIRER. 21.YY’IN DIĞER YÜZYILLARDAN KATEGORIK FARKI TÜKETIMIN AYNI ZAMANDA ÖZNEYI DE IÇERISINE ALAN YAKLAŞIM DÜSTURUDUR. BURADA IFADE EDILEN ZAMAN AYRIŞTIRMASI BIR ÜRETIM MODELI OLARAK KAPITALIZMIN VE BIR IDEOLOJI OLARAK MODERNIZMIN ÖZNEDE YARATTIĞI TAHRIBAT KURGUSUDUR. KAPSAM VE ALAN AYRIŞTIRMASNININ MODEL OLARAK ÖZNEDE YARATTIĞI AYRIM BIR BAKIMA GEÇMIŞ ALAN KURGUSUNU SONLANDIRIRKEN BIR YANDAN DA GELECEĞIN KAPSAMINA BIR GIRIŞ NITELIĞINDEDIR. HER MEKANIN KENDİSİNDE BAĞIMSIZ OLARAK YARATTIĞI SOSYAL DÜNYA AYNI ZAMANDA İDEOLOJİK BİR BİÇİMİN DE KAPSAMINI TAYİN EDER. HER HALİMİZ HER HAREKETİMİZ VE DURGUNLUĞUMUZ “FARKINDA OLMAKSIZIN” İDEOLOJİK BİR UNSURUN ÇIKTILARIDIR.

3


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

künye// KÜLTÜR, SANAT VD. S.03

4

SAHİBİ: Bahar EDİTÖR: Abdulhalim Karaosmanoğlu TASARIM: Oktay Ay KAPAK GÖRSELİ: Young Boy [Greek Late Classical Period] ADRES: Meşrutiyet Cad. Konur II Sokak 26/4 Kızılay [Arka Bahçe] 06420 Ankara İLETİŞİM: +90 505 056 57 00

Konur II

KATKI SAĞLAMAK İÇİN: baharbar2017@gmail.com

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


Kızılay Ankara

sonsuzluk onların hakkı...

KÜLTÜR SANAT VD. BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

5


bir zamanlar...

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

6

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

7

dünya ve sonrası

KÜLTÜR SANAT VD.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

içindekiler// Ankara Bahar//02 Künye//04 İçindekiler//08 Töz//10 Judith Butler ile Korona Üzerine//16 Zümrüd-ü Anka//18 Sinema Notları//22 İşgücü Piyasasında Toplumsal Cinsiyet Ayrımı//26 8

Bahar'da Sanatçı Gözü//33 Yıpranmışlık mı?//34 Saygın Vatandaş//36 Bedenin Gizli Anahtarı//40 Joseph Kosuth ile Röportaj//46 Reyhaneh Jebbari//52 Yeni Nesilde Sosyalizmin Yükselişi//56 Siz de mi Partiden Sıkıldınız?//60 Takeshi Miike ile Röportaj//64

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

9

Eser: Zach Krasner

KÜLTÜR SANAT VD.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Asya’nın orta yeri Sayan-Altay bölgesinde günümüz Türkçesindeki anlamından biraz daha farklı kullanılan Töz kelimesi, şu aralar yine yoğun bir Nikolay Şodoyev okuması yaparken aklıma takılıp duruyor. Bu bilge adamın kullandığı şekliyle Töz, manevi kökler anlamına geliyordu. Manevi kökler bir eylemi, bir ürünü, bir sözü daha dokulu hale getiren çok önemli bir kavram bence. Ve ne yazık ki Türkiye’de birçok Modern Sanat veya Deneysel Müzik işinin bu manevi kökten yoksunluğu onu bir blöfe, tırnak içinde cool olmak için yapılan boş bir uğraşa, sanatla yalan söylemeye dönüştüğünü de yazmadan edemeyeceğim.

10

Töz

kesintiler....

Savaş Çağman

Verimli topraklarda yetişen bitki veya ormanlara baksak da, bazen verimsiz topraklardan da ürün almak mümkündür, yeter ki bu konuda açık fikirli olunabilsin. Bakınız İsrail’in yeşerttiği çöllük arazilere veya bir hektardan üç tür ürün almaya odaklı tarım anlayışına. Yani iklim düşmanınız, elinizdeki malzeme ayak bağınız bile olsa siz bunu avantaja dönüştürebilirsiniz. Uzun uzun köksüzlüğümüz hakkında dem vurmayacağım, malum bunu hepimiz biliyoruz. Devamlı müdahale edilen bir tarihselliğimiz var. Tarihsel kesintiler, zaten kısıtlı olan tecrübenin aktarılmaması bu kopukluğu ve tarihsel yanılma algısını güçlendiriyor. 1750’lerden başlayan ülkemin batılılaşma hareketi, Genç Cumhuriyet ile neredeyse sosyal bir deneye dönüşürken, şekilci, içi boş bir eğileme de gebe kaldı. O dönemde, birçok evrensel kültür ile bütünleşmiş münevver varken, bir yandan kaçınılmaz şekilde Mon Cher karikatürleri de türemişti. Ama şaşırmayalım, entelejansiya Farsça’dan anekdot gevelerken bunun yerine artık Fransızca’yı katık ediyordu artık, eğilimde değişen bir şey pek yoktu.

BATILILAŞMA YA DA İNSANLIĞIN ORTAK EVRENSEL MİRASI VE DENEYİMİ İLE BÜTÜNLEŞME ORTADOĞU’DA NAİF BİR SAFDİLLİKLE PARMAKLARI ÇAPRAZLAMA OLDUĞU, ŞU AN ÜLKEMİZDEKİ DURUMLA HEPİMİZ BİRAZ OLSUN ARTIK ANLIYORUZ; GÖLE MAYA ÇALINDI, YA TUTARSA


köksüzlük...

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

11

Eser: Ash Redgrave

KÜLTÜR SANAT VD.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

Bunun sonunda Mon Cher karikatürleri daha çok İngiliz Kolonisinde büyümüş Bangladeşli ruh hali ile hayali bir tarihin ürünü He-Man milliyetçisi arasında gidip gelen bir hal aldı. Ecnebiler yapar biz yapamayız ile Bir Türk dünyaya bedel sloganı arasında sıkıştık kaldık; bu da sanata yansıdı ve yansımaya da devam ediyor. Bu abartılmış Eril-Milliyetçilik ile Üçüncü Dünyalı Aşağılık Kompleksinin kimseye bir yararı dokunmadığını da uzun uzun yazmaya gerek duymuyorum. Bu tozun dumanın içinde birileri, birilerimiz sanat yapmaya çabalıyoruz değil mi? Ama Evrensel Kültürle bütünleştiğini iddia eden ama Töz’den muaf işlerle karşı karşıyayız. Manevi Kök derken dini, ideolojik veya anlamı daha daraltılmış bir Kök’ten bahsetmiyorum. Yeter ki o manevi kökünüzle ilgili bağınız samimi olsun; Cinsel Kimlik, Sol, Feminizm, Anarşi, Punk, Fluxus ya da yerel kültür, bunların bir önemi yok hepsi sizin manevi kökünüz olabilir. Mühim olan o manevi kök sizin şifanız mı aynı zamanda?

deneysel olan...

12

Yaptığı kumaş yerleştirmeyi kadının kesilmiş dili veya bir kanayan yara olarak vajina olduğunu anlatan Feminist bir kadın sanatçıyı dehşetle anımsıyorum. Bedenine bu kadar olumsuz bakan bu hastalıklı halden nasıl şifa veren bir sanatın çıkabileceğinden bahsedebiliriz. Hani sanat Katharsis idi? Hani şifa verirdi, hani kitleleri değiştirebilirdi? Bu olumsuzlukla daha da hasta bir toplum inşa etmek artık Modern Sanat olarak mı adlandırılıyor? Bence sanatın işlevine biraz daha odaklanmalıyız… Hele ki göçüğün altında kuşakların kaldığı şu dönemde… Peki, sapla saman nasıl ayrılır? Bir işin manevi kökten muaflığı yarattığı goy goy, çıkardığı gürültü, modaya veya o dönemin siyasi eğilimine kurban verilmesiyle hemen kendini gösterir. Aynı Gezi sonrası, hazır gıda kültürüne teslim edilen Veganlık gibi. Nasıl hayatın kaynağı bedense, sanatın da kaynağı tam işte orasıdır, iki göğüs kafesinin arası yani kalbiniz. Tüm o bilgi yüklerimiz omzumuzda olsun, lakin kalbin size ne söylediğini de unutmayın. Medya size bir sanatçıyı şişirip sunabilir.

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Oysa iki gözünü, en önemlisi kalbiniz var. Bazıları hakkında konuşamıyor muyuz? Bazı kutsal isimlere dokunamıyor muyuz? Eh artık söylemenin vakti geldi. Çünkü Modern Sanat, Deneysel Müzik sizin defacto, yaptım oldu alanınız değildir hanımlar, beyler! Evren Ortak İnsanlık Mirasının yüzyıllarca deneyim biriktirdiği, estetik oluşturduğu, milimi milimine tanımlanmış bir alandır; sizin sunduğunuz gibi bir muamma değildir. Bir sanatçı sanatını tanıtlayamıyorsa, yani kendi geometri dünyasını ve kavramlarını sabit bir biçimde açıklayamıyorsa, orada sadece blöf vardır. Sanatını bir muamma veya kuralsız bir özgürlük alanı olarak adlandıranlar yalanlarını söyleye dursun, ben ülkemden çıkan gerçek sanatçılarla hep övünmeye devam edeceğim. Zaten o sanatçılar sınırları aşıp başkalarına ulaşmış, buranın yerel Deve Güreşi tadında sanat ortamıyla da pek haşır neşir değil… Eğer üretiminizde veya yaşam biçiminizde manevi bir kök yoksa her eylem sadece bir poz vermeye dönüşür. Gençliğinde uyguladığı Martin Degville fotokopisi Drag Queen’liği Punk olmak sanan şimdinin pek bir cafcaflı sanatçısının, bir dergide sorulan soru üstüne işini hiçbir ibare olmamasına rağmen çok siyasi ve cinsiyetçilik karşıtı iş olarak göstermeye çabalayan o röportajı anımsıyorum; süslü laflar, tribünlere oynayan bir beyaz Türk siyasiliği, kısaca boş laf... Zatı muhterem eğer bahsettiği şeyler resminde olsaydı bunun dört yaşında bir çocuk tarafından bile algılanabilirdi, çünkü sanatın bir de böyle yalın bir yanı var, biz unutsak bile. Bu bana sadece, ülkemde, sanatla yalan söylemenin adetten olduğunu çağrıştırıyor. Zaten bu ülkede sanat eleştirisinin ay çok beğendim, harika olmuş ile sınırlandığını da anımsıyorum bir yandan. Eh keçinin olmadığı yerde koyuna Monsieur Abdurrahman deme halleri, acı acı gülümsüyorum. Töz, Sayan-Altay’ın beni sarsan bir kavramı; manevi köklere, bizi biz yapan tüm deneyimlere sahip çıkıp bununla sanat üretilmesi gereğini de anımsatan bir kavram...


kavramlar yenilenince...

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

13

Eser: GyoBeom AN

KÜLTÜR SANAT VD.


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

14

Yahut bir pencerenin önünde saatlerce durup içeri güneşin girmesine izin veren odada yaşayan insanların kaderlerine dair hayal gücümü tamamen serbest bırakabilirim, tuhaf bir merakın peşine takılıp öylesine gelip geçenleri kilometrelerce takip edebilirim ve bağımsız bir gözlemcinin hareketlerimi anlaşılmaz ve aptalca bulacağını bilmeme rağmen dikkatim,sürükleyici bir kitapta anlatılan maceralardan ya da hünerli bir şekilde sahnelenmiş bir oyundan daha mest edici biçimde perçinleniyor.

Stefan Zweig, Kuş Kapanı


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

15

Eser: GyoBeom AN

KÜLTÜR SANAT VD.


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

yeni bir dönem mi?

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

https://www.versobooks.com/

16

Judith Butler ile Korona Üzerine/ Kapitalizmin Sınırları Capitalism Has its Limits

VersoBooks

Türkçe Söyleyen: Abdülhalim Karaosmanoğlu Doksanlardan günümüze değin, cinsiyet meselesinin yanında güncel siyaset meseleleri üzerine de fikir üreten Judith Butler, eserlerinin uluslararası yayın haklarını elinde bulunduran Verso Books için kaleme aldığı yazısında, küresel korona salgınının uzamı boyunca yeni bağımlılıklar oluşturduğuna dikkat çekmek amacıyla, sosyal ilişkilerden yoksun bırakılmamızı tecrit olarak değerlendirmektedir. Modern devletlerimizin bile sınırlarını çiğneyerek evlerimize kadar sızan virüs karşısında yetkililer evlerimizden çıkmamamızı ifade ederken, Butler çok önemli bir soru sorar? “Ev mi?” Günümüzde ABD başta olmak üzere dünyanın her yerinde milyonlarca evsiz var. Afrika’da milyonlarca insanın tuvaleti ve hatta elini yıkayabileceği suyu yok. Üstelik bir çok kadın için ev yeterince güvenli değilken, birçok insanın da “aile” adını verebileceği insanlar yoktur. Modernizmle beraber iktidar tarafından bir tür korunma alanı olarak yaratılan “aile” formu salgın koşullarında işlevini yitirmiştir. Butler daha da önemli bir soru sorarak devam eder: Kimin yaşama hakkı vardır? Düşünürün Kırılgan Hayat (2018) ve Savaş Tertipleri (2015) isimli kitaplarında odaklandığı bu sorunun detaylarını inceleyecek olursak, “hangi hayatlar hayattan sayılır ve hangi hayatların kaybedilmesi halinde yası tutulabilir” sorusunun düşünürün felsefesinde temel dayanak noktaları olduğunu görürüz.

Tıpkı Çin’de içilen bir çorbanın tüm Avrupa’yı kasıp kavurması örneğinde olduğu gibi, hayatlarımızın hiç tanımadığımız ve hiçbir zaman da tanıyamayacağımız, hatta ismini dahi bilmediğimiz ötekilere doğrudan bağımlı olduğunu savunan Butler başta ABD lideri Trump olmak üzere tüm dünya liderlerinin kimin yaşayacağı ve kimin öleceği sorusunu bir fayda-maliyet problemi olarak olarak çözmeye çalıştığını ifade ederken, salgının gündeme getirdiği eşitlik, karşılıklı bağımlılık ve sorumluluk gibi mefhumlarda biyo-politika referansları kullanmaktadır. Virüsün bireyi hasta etme ve öldürme konusunda görece eşitlikçi olduğunu, ama küresel çerçevede yoksul insan topluluklarının aynı biçimde güvencesiz olduğunu ifade eder. Devletlerin ulusal politikalarındaki tedbirsizlikleri nedeniyle, salgına hazırlıksız yakalanılması ve buna rağmen eşitsiliğin, milliyetçiliğin ve kapitalizmin radikal biçimde halklara saldırdığının tanıklığını eden düşünür bu koşulları şaşırtıcı bulmadığını belirtir (Butler, 2020). Kısa bir zaman önce Trump, esas önemli olanın finansal sağlık olduğunu vurgulayarak, tek gerçekçi önlemin Wall Street için alındığını gizleyememişti. Ölüm oranları ne olursa olsun, Trump’ın açıkça reva gördüğü, ekonominin canlı tutulması adına en savunmasız insanların ölmesidir. Çünkü bütün ulus devletler için, ulus denen şey aslında piyasanın kendisidir.


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

17

nerdeyiz artık?

KÜLTÜR SANAT VD.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Zümrüd-ü Anka Melis Tekin Akçin Şu anda mezarlıkta olmalısın. Mezar taşına sarılmış kenarları oyalı yazma, rüzgârda salınıyor nazlı nazlı. Bir cevap bulmaya çalışıyorsun olanlara. Ufak bir vicdan azabı gölgeliyor göz bebeklerini. Gölgelemeli de. En azından bunu borçlusun bana. 18

Gömleğinin sol göğüs cebinden çıkarıyorsun sigara paketini ve çakmağını. Bir tane sigara yerleştiriyorsun dudaklarının arasına. Dumana boğuluyor ciğerlerin. Paketi ve çakmağı geri koyuyorsun katlanmış mektubun arkasına. Ellerin tereddütle mektubu tekrar çıkarıyor. Kat yerlerini düzeltiyorsun dizinin üzerinde. Sevgili Refik Bey, 25 Şubat 2020

çok uzakta öyle bir....

Her şey, ya da hiçbir şey, ya da olanların bir bölümü, şu anda elinde tuttuğun kağıt parçasında yazılı. Ne hüzünlü değil mi? Bir kağıt parçasına sığmak için yarışan koskoca otuz yılın anıları… Her gün beni soruyormuşsun. Nasıl olduğumu, neler yaptığımı. En çok da neden hiç arayıp sormadığımı. Ne kadar vefasız olduğumu anlatıyormuşsun her yerde, benim için bu kadar çalışıp didinmene rağmen hiç de kıymet bilmediğimi…


kuşlar hala yaşıyor mu?

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

19

Eser: GyoBeom AN

KÜLTÜR SANAT VD.


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

Kapat gözlerini…

kimdin ki sen?

20

Evimizin bulunduğu dar sokaktayız şimdi. Sokağın her iki yanına tek katlı evler sıralanmış. Kiminin sıvası dökülmüş, en çok da bizimkinin. Ya da bana öyle gelirdi küçükken, hep biz daha eksikmişiz gibi. Yürüyoruz sokakta. Sen, annem ve ben. Arada esen rüzgâr, sokağın orta yerine getirip bırakıyor çöp kokusunu. Tül perdelerin arkasında meraklı gölgeler. Sen her zamanki gibi önden yürüyorsun. Elinde tuttuğun ucu püsküllü sarı kehribar tespih salınıyor sen yürüdükçe. Annemin kafası öne eğik. Dışarıda kaldığını düşündüğü saçlarını başörtüsünün altına sokmaya çalışıyor sürekli. Arada bir de sana sesleniyor: ‘Refik Bey biraz yavaş yürüyün, lütfen.’ Evimizin bir üst sokağındaki boş toprak alan bunca zaman yalnız kalmışlığının acısını çıkarırcasına, hıncahınç insan dolu. İlk defa geliyorum böyle bir yere. Çok sevindiğimi belli etmemeye çalışıyorum. Şımardım diye geri götürebilirsin eve. Anneme de kızarsın sonra ne biçim terbiye ediyorsun bu çocuğu diye. Aklımdan geçen senaryolardan kaçmanın bir yolu olarak annemin ellerini daha sıkı tutuyorum. Herkes en sevdiği kıyafetleri giymiş. Benim üstümde de siyah elbisem ve annemin ördüğü cepleri beyaz papatya işlemeli kırmızı hırkam var. Gökyüzü rengârenk uçurtmalar ve balonlarla dolu. Yerde çekirdek ka-

bukları. Önümüzden pamuk şekerci geçiyor, şekerlerini arabasının camekânına asmış. Rüzgâr, çocukların kahkahalarını getirip lunaparkın orta yerine bırakıyor. Sana bakıyorum, belki bana da alırsın hani şu masal pembesi olanlardan. Yüzüme bakmıyorsun bile. Dudaklarımda asılı kalıyor tebessüm. Dönme dolabın önünden geçiyoruz. Kafanı çeviriyorsun bana doğru. En azından bir oyuncağa binmem için izin dileniyor gözlerim. Nafile. Kafanı çeviriyorsun. Dondurma arabası yerdeki taşları sıçratarak geçiyor yanımızdan. Sık sık yolunu kesiyor çocuklar. ‘Kız çocukları sokakta dondurma yemez’, diyorsun. Kabulleniyorum. Rüzgâr, hafif bir yumru getirip yerleştiriyor boğazıma. Atlıkarıncanın önündeyiz. Atların yükselip alçalmasını izliyorum büyük bir hayranlıkla. Bembeyaz güpürlü elbisesiyle bir kız var atın üstünde. Nenesi parmaklıklara dayanmış, onu izliyor sevgi dolu bakışlarıyla. Kıskanıyorum o kızı. Bu kadar fazla sevilebildiği için. Sahi, sevgisizlik de sevgiye dahil mi? Ellerini yaslıyorsun parmaklıklara. Nasırlı, acıtan, küt parmaklı ellerini. Söyleniyorsun. Neymiş efendim, kız çocukları bacaklarını açıp at mı binermiş. Hem de herkesin içinde. Annem başını daha da öne eğiyor sanki. O anda atlardan birinin eksik olduğunu fark ediyorum. Üstünde atı olmayan beyaz bir direk yükselip alçalıyor müzikle.

Yanınızdan sessizce ayrılıp atlıkarıncanın arkasındaki brandalara doğru yürüyorum. Yerde bir şeker buluyorum. Hemen alıyorum. İçim kıpır kıpır. Rüzgârın dalgalandırdığı brandaların arkasında siyah, kolu kırık, boyaları dökülmüş bir atla göz göze geliyoruz. O da mı babasından kaçmış acaba diye düşünüyorum. Beni görünce gözleri parlıyor onun da. Acısını biraz olsun dindirebilmek için bildiğim en iyi avutma yöntemi olarak elimdeki şekeri uzatıyorum ona. Bense yanınızdan habersiz ayrılmanın cezasını biliyorum. Ellerin gittikçe büyüyor, çirkinleşiyor. Kaçmak istiyorum. Neden mi hiç aramıyorum seni. Sevgi dilenmekten yoruldum çünkü. Şimdi, yeni başlangıçlar zamanı. Şimdi, yeniden doğma zamanı. Hoşça kal. Nilay! En uzaktaki gezegenlerin dahi seçilebileceği kadar berrak bir gökyüzü. Ayaz var dışarıda. Bir adım daha atıyorum balkonun parmaklıklarına doğru. Bedenimi boşluğa bırakıyorum. Gittikçe hızlanıyor yüzüme değen soğuk hava. Kulağıma, aşağıdan geçen insanların tiz çığlıkları çalınıyor. Nefessiz kalıyorum. Saramadığım yaralarımdan sızıyor kanım… Huzurluyum. Çünkü biliyorum, yeniden doğmak için, önce biraz ölmeli insan.


KÜLTÜR SANAT VD.

21

Eser: Andrej Zvirelo

LOVE? I DO NOT KNOW

birden bire duvar...

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Sinema Notları Olcay Bağır

22

1970’lerin Türk erotik filmlerind gibi çelimsiz, kara kuru, çirkin ak açıdan ortalama film seyircisi, b Behçet Nacar gibi yakışıklı, kariz görmek yerine, fiziksel olarak ken oyuncuları görm

Çünkü kendilerini özdeşleştirmede sorun yaşamıyorlardı. “ ve bu yüzden bu aktörlerin oyn


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

de Aydemir Akbaş, Mete İnselel ktörler çok tutuluyordu. Fiziksel böyle filmlerde Bülent Kayabaş, zmatik ve boylu poslu oyuncuları ndilerine yakın hissedecekleri bu mek istiyorlardı.

“Bunlar bile yaptıktan sonra…” gibi bir düşünceye sahiptiler nadığı filmlere akın ediyorlardı.

23


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

12 Eylül ve Sinema

Marlon Brando Red Konuşması

■ 12 Eylül darbesinden sonra yerli sinema neredeyse tükenme noktasına gelmiş, videokasetlerin de yaygınlaşmasıyla sektör artık iyice çıkmaza girmişti. Film üretiminin oldukça azaldığı ve o eski şaşalı Yeşilçam günlerinin özlendiği dönemlerdi.

"200 yıl boyunca toprağı, yaşamı, ailesi ve özgür olma hakkı için savaşan yerli halka şöyle dedik: 'indir silahını arkadaş, gel beraber oturalım. indirirsen eğer silahını arkadaş, barıştan söz ederiz senle, anlaşırız senin hayrına."

En çok “iş yapan” filmler arabesk soslu filmlerdir. Küçük Emrahların, Küçük Ceylanların, Banu Alkanların, Serpil Çakmaklıların, Nuri Alçoların dönemidir aslında. Ancak bu dönemde öyle güzel filmler de yapılmıştır ki...

Silahlarını indirdiklerinde ise onları katlettik biz. onlara yalan söyledik. onları topraklarından koparmak için kandırdık. onları açlığa mahkûm ettik, ki hiçbir zaman sadık kalmadığımız ve adına antlaşma dediğimiz o kağıtları zorla imzalasınlar. onları, yalnızca yaşamın anımsayabileceği kadar uzun bir süredir yaşam vermiş bu kıtada dilencilere döndürdük. ve tarihi nasıl yorumlarsanız yorumlayın, ne kadar çarpıtırsanız çarpıtın: biz doğru davranmadık. ne adil davrandık ne de dürüst. onlara ne haklarını iade etmek zorundaydık ne de antlaşmalarımıza sadık kalmak.. çünkü gücümüzün üstünlüğü bize diğerlerinin haklarına saldırma, mallarını gaspetme, yalnızca yaşamlarını ve özgürlüklerini savunmaya çalışırken yaşamlarını ellerinden alma hakkını sağlıyordu. onların erdemleri suça dönüşürken bizim ahlâksızlıklarımız erdem oluyordu. fakat bu sapkınlığın ulaşamayacağı bir şey var, o da tarihin büyük hükmü. emin olun tarih bizi yargılayacaktır.

Şunu da eklemek gerekir ki; 1980’lerde Atıf Yılmaz, Müjde Ar, Yavuz Turgul ve Şener Şen film çekmemiş olsaydı “80’lerin yüz akı filmleri” diyebileceğimiz bu dönem çok kısır kalacaktı.

Uzun Metraj ve Kısa Film! 24

■ Bir hocam vardı, “Uzun metraj romansa, kısa film şiirdir.” derdi. Az zamanda çok şey anlatması gereken kısa filmi, az sözle çok fazla şey anlatma iddiasındaki şiire benzetmek mükemmel bir analojiydidoğrusu. Bir başka hocam da yine kısa filmler üzerine şöyle demişti: “Bir kısa filmin öğrencifilmi olup olmadığını sigara içilip içilmediğinden anlayabiliriz.” Devam etti sonra : “Zira öğrenci filmlerinde hep sigara içilir.”

Marlon Brando ■ Marlon Brando’nun 1973 yılında The Godfather filmiyle kazandığı En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını reddetmesi sinema tarihinin önemli olaylarından biridir. Baba’nın amacı Kızılderililerin uğradığı haksızlıklara dikkat çekmek ve Kızılderililerin mücadelesine manevi destekte bulunmaktı.

sinema ve kitleler

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Brando, törene kendi yerine bildiri okuması için “Küçük Tüy” adlı genç bir Kızılderili kadını yolladı. Sahneye çıkan Kızılderili kıyafetleri giymiş olan genç kadın, kendisine uzatılan Oscar heykelciğini el işaretiyle reddetmiş ve kısa bir konuşma yapmıştır:

Ama umurumuzda mı? bu nasıl bir ahlâki şizofrenidir ki, tüm dünyanın işitmesi için ulusumuzun en tepesindeki sesle ciğerlerimiz patlayana kadar taahhütlerimizi yerine getirdiğimizi haykırırız da, tarihin tüm sayfaları ve amerikan yerlilerinin son 100 yıl boyunca geçirdiği tüm o aç, susuz günler ve geceler bu sesin dediklerinin tam tersini söyler. görülen o ki, bu bizim ülkede ‘komşunu sev’ ilkesi ve bu ilkeye saygı artık işlemez hâle gelmiş ve tüm yaptığımız, gücümüzle yapmayı başarabildiğimiz ancak ve ancak, dost da olsa düşman da, yeni doğan ülkelerin umutlarını yok edecek şekilde onlara bizim insancıl, uygar olmadığımızı ve sözümüzü tutmadığımızı göstermek olmuştur."


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

EKOLLER SINIRLIDIR sinema...

KÜLTÜR SANAT VD.

25


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

kadin ve formasyon

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

26

İşgücü Piyasasında Toplumsal Cinsiyet Temelli Ayrımcılık ve Yönetici Pozisyonlardaki Kadınların Özellikleri Abdülhalim Karaosmanoğlu


Doğu ülkelerine hakim olan anlayışa göre –ki aslında bu bakış açısı evrenseldir dekadının ait olduğu yer evidir, evlilik kaçınılmaz sonudur. Hane içi sorumluluklar onun omuzlarına yüklendiği içindir ki, işgücü piyasasına katıldığında bile bu sorumlulukları (yaşlı ve/veya çocuk akımı da dahil) aksatmaması istenir. Ayrıca kadınlar çalıştıklarında, kazandıkları gelir önemsenmemekte, ek gelir olarak görülmektedir. Kadınların enformel ve güvencesiz işlere yöneltilmesi bu yüzdendir. (Toksöz ve Kardam; 1999) Gerek dünyada gerek Türkiye’de çalışma yaşamına baktığımızda kadınların yönetici kadrolarda sayıca çok az olduklarını görürüz. 1960’larda üst düzey yöneticilerin yalnızca %4’ü kadındır, 1990’lara gelindiğinde hiçbir şey değişmemiş, bu oran yine aynı kalmıştır. Türkiye’de kadınların en sık görüldüğü iş-

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

larken, kadın müdürlerin oranı %7’dir. Türkiye, dünyada en fazla (%32) kadın öğretim üyesine sahip ülkelerden biri olsa da idari kadrolarda yer alan kadınların oranı %15’tir. Cumhuriyetten 1998’e kadar yalnızca üç kadın rektör görevlendirilmiştir. Akademideki kadın öğretim üyesi yoğunluğunun sebebi, bu mesleğin maaşlarının erkekler için cezbedici olmamasıdır. (Kabasakal; 1998) Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre ayrımcılık “ırk, renk, cinsiyet, din, siyasal inanç, ulusal veya sosyal menşe bakımından iş veya meslek edinmede veya edinilen iş veya meslekte tabi olunacak muamelede eşitliği yok edici veya bozucu etkisi olan her türlü ayrılık gözetme, ayrı tutma veya üstün tutmayı” ifade eder. Üstelik, işyerlerinde ayrımcılığa uğrayan tek zedelenebilir grup kadınlar da değildir. Pek çok kuir birey gerek iş bulma aşamasında, gerek bu sürecin sonunda, girdiği işte süreklilik sağlayabilme konusunda sorun yaşar. Bu bireyler, işe alım için yapılan mülakatlarında kimliğin gizlenmesi yolunu benimserler. Aksi halde işe alınmayacaklarını bilirler. Fakat üst kimliğin bir parçası haline gelmiş kimliğin gizlenmesi mümkün olmamakla birlikte, işverenler de bu konunun üzerine gidebilmektedirler. “Sevgiliniz var mı; neden yok; çok farklısınız” gibi soru ve yorumlarla karşılaşmak mümkündür. Oldukça önemli bir sorun olmasına rağmen, bu konuda yapılmış akademik bir çalışmaya rastlanmamaktadır.

kolu olan bankacılıkta kadınların oranı %43 iken, bu sektördeki yöneticilerin yalnızca %4’ü kadındır. Kadınların sık rastlandığı bir başka meslek öğretmenlikte de aynı durum söz konusudur. Öğretmenlerin %44’ü kadın-

Türkiye’de çalışma yaşamında ayrımcılık en çok istihdama katılım oranında belirgindir. Kadınların %26’sı, erkeklerin %37’si gelir getirici bir işte çalışmaktadır. Ayrımcılığın bir diğer boyutu da kadınlar işgücü piyasasına çıkmaya karar verme aşamasındayken gerçekleşir. Kadınlar bu aşamada ailedeki ve çevredeki erkeklerin (baba, koca, ağabey) vereceği karara bağımlıdır. Bu kararlar erkeklerin sunulmasını bekledikleri hizmetlerden ne kadar feragat edebileceği ile ilgilidir. Erkeklerin izin vermeme neden-

27

cinsiyet ayrımı üzerine...

KÜLTÜR SANAT VD.


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

28

leri arasında, çocukların iyi bakılamayacağı, ev işlerinin aksaması, kamuda başka erkeklerle birlikte olmak gibi mantık dışı korkuların yanında kadının ekonomik özgürlüğünü kazandığında pasif olmaktan çıkacağı korkusu da bir etkendir. İş arayan kadınların en önemli iki talebi sekiz saatlik mesai ve düzenli ödenen sigorta pirimidir. Bunların dışında diğer talepler, huzurlu çalışma ortamı, temiz (saygılı, tacizin, sömürünün olmadığı) işyeridir. Dönüşümün gerçekleşebilmesi için, feminist pedagoji önem arz eder. Erkek çocuklar, ev işlerine yardım ederek yetiştirilirlerse, zihniyette bir dönüşüm yaşanabilir. Çalışma yaşamında cinsiyet ayrımcılığı işe alımda, ücretlendirmede, işte yükselmede, işten izin almada, tayin ve emeklilikte, işten çıkarmada ortaya çıkmaktadır. Kadınların cinsel tacize maruz kalmaları da çalışma yaşamlarının sürekliliği açısından büyük öneme sahiptir. (Toksöz ve Kardam; 1999) İşe alım sürecinde cinsiyet ayrımı şu şekilde gerçekleşir: Erkekler uzman statüsünde işe alınırken, kadınlar uzman ya da müfettiş olarak değil, memur olarak işe alınırlar. Bu durumun kaynağı, sabrı kadınlığa atfeden ataerkil zihniyettir. Ayrıca kadınlar şekilci bir şekilde değerlendirilerek işyerlerinin vitrini olarak kullanılmaktadırlar. Bazı bankaların işe alım sürecinde kadın-

lardan doğum yapmama sözü aldıkları (hatta bazıları bunu sözleşmelerine eklemektedir) da bilinmektedir. Ayrımcılık en çok ücretlendirmede belirginleşir. İşgücü piyasasında kadın işi ve erkek işi ayrımı oldu-

ğu, kadınlar vasıfsız, düşük ücretli (ve hatta enformel) sektörlerde yoğunlaştıkları için ücret farklılıkları kabul edilemez boyuttadır. İş değiştirme nedenlerinden en önemlileri de yine ücretlendirmeyle ilgili olan sıkıntılardır. Kadın çalışanların yükselmelerindeki en önemli engel cinsiyetleridir. Eril zihniyetin dayattığı bu yapay biyolojik farklılığın dışında kadınlar, kadınlıkla ilişkilendirilen nedenlerden dolayı da yükselmekte zorlanırlar. Tıpta yaşanan ilerlemelere rağmen, doğum hala kadının görevidir. Ve embriyonun anne karnı dışında büyütülmesi gerçekleştirilmeden kadınların sorunları çözülmeyecek gibi görünmektedir. Çünkü en eşitlikçi işverenle çalışıyor olsa bile, gebeliğin kendisi sıkıntılıdır. Bu süre boyunca

çalışmak zor olabilir, geçici de olsa işten uzaklaşmak da kariyerin aksamasına neden olabilir. Enformel sektörde çalışan kadınlar için bu izin bile söz konusu değildir, böyle bir durumda kadınlar işlerinden ayrılıp, doğumun ardından yeniden yeni bir işe girmektedir. Doğum izninin dışında, kadınların başka şehirler ve/veya ülkelerdeki eğitimlere, konferanslara katılmaları da eşleri tarafından olumsuz karşılanabilmektedir, çünkü böyle zamanlarda çoraplarını bulmaları zorlaşmaktadır. Çocuklar hastalandığında da ilk aranan anneleri olmakta, iyi bir ebeveyn gibi davranmak zorunda olan anne de işini bırakıp, çocuğuna koşmak zorunda kalmaktadır. İşveren ise bu duruma olumsuz tepki gösterdiği için böyle anlarda işyerinde gerilim yaşanmaktadır. Tam da bu nedenle erkek (ya da erk/kadın) yöneticiler, işverenler, kadın çalışanların ‘kadınlık hallerini’ çalışmayı aksatan problem olarak görmektedirler. Çifte iş yükü, gebelik vb. nedenlerle kadınlar yükselebilmek için erkeklerden


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

WOMEN AND SOCIETY

29


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

kadın ve toplum....

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

30

çok daha fazla çaba sarf etmek zorundadırlar. Kadınlıkla ilişkilendirilen vazifelerin kadınlar tarafından da içselleştiriliyor olması büyük bir sorundur. Fakat bu içselleştirmenin bile ataerki tarafından dayatıldığını iddia etmek mümkündür. (Toksöz ve Kardam; 1999) Analık ve zevcelik rollerinden kurtulmuş, kamusal alana sızmayı başarmış erkeksi kadınların, üst düzey kadın yöneticilerin özelliklerini irdelediğimizde, bazı özelliklerin evrensel, bazılarının Türk toplumuna özgü olduğunu görmekteyiz. Her halükarda toplumun kadınlardan beklediği davranış biçimleri, değer yargıları ve sosyo-ekonomik yapı üst düzey yönetici kadınların ortak özellikleri açısından belirleyicidir. Bu özellikler: ön plana çıkmamak; kontrollü bir kadınsı görünüme sahip olmak; feminist olmamak; üst sınıfa mensup olmak; güçlü kişiliğe sahip olmak; yüksek başarı güdüsüne sahip olmak ve evli/çocuklu olmaktır. Üst düzey yönetici kadınların

çok çalıştığını, çok başarılı olduklarını fakat kendilerini ortaya koymaktan, göz önünde olmaktan çekindiklerini söylemek mümkündür. Kadınların aksine, erkek yöneticiler basında yer almaktan çok mutlu görünmekteler. Kadın yöneticilerin ön plana çıkmak istememe nedeni, kadınlara ait değerlerin, evrensel bir sonucudur. Yönetici kadınların birçoğu tayyör giymektedirler. Gerek saçları, gerek makyajları ve aksesuar kullanımları ile kendileri için kontrollü bir kadınsı görüntü çizmeye çalıştıklarını söylemek gerekir. Tayyör, sembolik olarak erkekliği ve gücü temsil etmektedir. (Kabasakal; 1998) Tayyör giymeyi tercih eden bir üst düzey yönetici kadın da Çiller’dir. Çiller’in erkliği giyim tarzına da yansımıştır. Giyimde tercihi Chanel tayyörlerdir. Maclean’s dergisi, The Other New Woman PM isimli makalede, Çiller’in giydiği Chanel tasarımı takım elbiselerin muhafazakar görünmesini gerektiren rollere girebilmesini sağladığını belirtiyor. Bu noktada Chanel tasarımlarının maskülen bir çizgide olduğunu muhakkak belirtmek gerekli. Dior kadınları tüller ve kabarık etekler içerisindeyken, Chanel kadını pantolon/ceket giyer. Coco Chanel kadınların pantolon giymesini, çantalarını omuzlarına asmasını sağlayan ilk moda tasarımcısıdır. Androjenliğin moda ile de

sağlanabileceğini düşünürsek Çiller’in kıyafet seçiminin BİLE, izlediği politikalara ilişkin ipuçları verdiğini düşünebiliriz. 1991 yılında TBMM’de görev yapan iki kadın (tahminen İmran Aykut ve Işılay Saygın) kadınsı giyimleri nedeniyle tepkiyle karşılanmışlardır. Kadınsı giyimden kastedilen şey ise, birinin şık, diğerinin etek boyunun kısa olmasıdır. Bu dönemde meclis, tüm politik meseleleri bir kenara bırakarak, bu iki ‘haddini bilmez’ kadınla uğraşmıştır. Üst düzey yönetici kadınların bir diğer özelliği hiçbirinin feminist olmayışıdır. Kadın haklarını savunmak konusunda ya isteksiz, ya da umursamazdırlar. Bazıları feminist olmanın tehlikeli bir şey olduğunu, feminist olmaları halinde erkeklerin onlara düşman olacağını düşünmektedirler. Yani, kadınlar üst düzey yönetici olduklarında bile erkeklerden alacakları tepkiden çekinmekte, tepki almayacakları politikalar izlemeyi tercih etmektedirler. Nitekim Tansu Çiller de kadın sorunlarını kendisine kurduğu üç hükümet boyunca mesele etmemiş, kadınların kendilerine “sağlanan” hakları kullanmayı bilmediklerini söylemiştir. Bu düzeylere gelebilmiş kadınlar, erkek değerlerinin egemen olduğu kurumlarda, feminist ideolojilerin kendilerine fayda sağlamayıp, zarar vereceğini bilirler. Çiller belki de bu yüzden erkek seçmen-


KÜLTÜR SANAT VD.

lerine “Bizim evde, evin reisi Özerdir” diyebilmiştir. Gerek sermaye sahipleri, gerek siyasi karar vericiler, yapısal değişiklikleri savunan bir feministe güvenmez, onlarla çalışmazlar. Dolayısıyla ancak, erkek gibi düşünen, davranan, erkek değerlerini (at, avrat, silah olmasa da vatan, millet, aile) savunan bir kadın yönetici olmaya hak kazanabilir.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

Belki de işte tam bu yüzden üst düzey yönetici kadınlar, kadın olmanın dezavantajını yaşamadıklarını söyleyebilirler. Zira, onlar hiçbir ayrımcılıkla karşılaşmamışlardır. Çünkü ayrımcılık, kısıtlı kaynaklar karşısında belirginleşir. Kadın yöneticiler, kariyer yapmakla, aile

Çiller ve benzeri kadınlar için kuzu postundaki kurt demek mümkündür. Onların bir diğer ortak özelliği de babalarıdır. Bu kadınların hepsi babalarının özel ilgisiyle büyürler, kişiliklerinin gelişmesinde annelerinden çok babalarının etkisi vardır. Bu kadınların babaları, onları geleneksel kadın rollerinin dışına çıkan riskler almaya (başbakan olmaya mesela) teşvik ederler. (Kabasakal; 1998) Üst düzey kadın yöneticilerin üst sınıf ailelerden gelmeleri bir tesadüf değildir. Babaları saygın kabul edilen mesleklerin erbabıdırlar( %53’ü bürokrat, sadece %2’si çiftçi, fakat erkek yöneticiler arasında babası çiftçi olanlar %16), kendileri de iyi okullarda okumuş, büyük şehirlerde büyümüşlerdir. Daha sonra yurt içindeki Anglosakson kökenli okullarda ya da ABD, Batı Avrupa’daki okullarda yükseköğrenim görmüşlerdir. Buradan yola çıkarak; sosyal sınıfın, cinsiyete kıyasla daha güçlü bir statü aracı olduğunu söyleyebiliriz.

feminizmin “Saçını süpürge etme, süpürgene bin ve uç!” sloganını hatırlamak da faydalı olacaktır. Her başarısız kadının önünde bir erkek vardır, fakat sanki bu kadınlar için kocalarının varlığı bile sorun değildir! Onların kocaları, önlerini kapamak yerine, ilerlemeleri için önlerini açmaktadır. Fakat bunu feminist dürtülerle yapmazlar. Çünkü eşlerinin yükselmesi, onların prestijlerini de yükseltmektedir. (Kabasakal; 1998) Ataerkil zihniyete göre; aile kutsaldır. Kadının ve erkeğin birbirinden oldukça farklı rolleri vardır, ve bunlardan taşmamaları, sivrilmemeleri istenir. Görev dağılımında erkeklere üretime katılmak düşerken kadınlara toplantıya yetişmesi gereken kocalarının çoraplarını bulmak düşer. Ama kadın ev işlerini aksatmamak kaydıyla çalışabilir, fakat işlerini aksatmaması için idari görevlere gözünü dikmemelidir.

kurup, çocuk yetiştirmek arasında tercih yapmak zorundadırlar. Fakat bu durum üst sınıftan kadınlar için geçerli olmayabilir. Onların temizlikçileri, çocuk bakıcıları vardır. Bu nedenle aralarından en duyarsız olanları, hemcinslerinin çocuklarını bahane ettiklerini söyleyebilmiştir. Bu noktada

Zaten bu tür işleri erkeklere bırakmalıdır, evi geçindirecek olan onlardır. Tüm bu ayrım ‘doğal’ olduğu gibi yasalarla da desteklenir. Bu saçma döngünün kırabilmesi için ayrımcılığa karşı tavır alınıp, sendikalar ve/veya siyasi partiler aracılığı ile eşitlikçi politikalar dayatılmalıdır. Mevcut topluma egemen cinsiyetçiliğin değişmesi ancak bu şekilde sağlanabilir.

31


Eser: Florian Nicolle

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

bahar üzerine...

32

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


KÜLTÜR SANAT VD.

Cumhur Karaca “aşk onun için kendinden vazgeçebilmektir” diyor şair.

Eminim salt duygusal anlamda aşkı anlatmamış. Anne-baba mesela, aşkla bağlıdır evladına ve evladı için birçok şeyden vazgeçebilir. Sımsıkı iki arkadaş. Nelerden vazgeçmezlerki birbirleri için. Mevlana ve şems öyle değiller miydi? Sanırım aşkın içinde birçok şeyden vazgeçirecek unsurlar varsa şöyle de diyebiliriz. Aşk aynı zamanda aidiyettir. Ait olmaktır, benimsemek, özümsemektir. Yoo konumuz aşk değil elbette. Gelmek istediğim konu aidiyet. Diyeceksinizki, aidiyet sadece insan ya da canlılar arasında mı olur? Tabiki de olmaz. İşte tam da bunu anlatacaktım. Özenle ve güvenle çalıştığınız işyerinizde de aidiyet duygusu yaşarsınız. Öyle değil mi? Mesela sürekli gittiğiniz market bile aidiyet duygusuna kapıldığınızdan vazgeçemediğinizdir. Benim mesela böyle kendimi oraya ait hissettiğim yerler vardır. Sadece herhangi biri olarak değil aynı zamanda sanatçı olarak da tercih ettiğim aidiyet duygusu taşıdığım yerler vardır. Bunların başında Bahar Kafe gelmekte. Gerçi orada kişi kimliği fazlaca yoktur. Herkes herkestir mesela. Aynı güler yüz, aynı ihtimam, aynı servis, aynı özen. Sizi de oraya gitmek hissine kaptıran, ister istemez ayaklarınızın götürdüğü mekandır. Temizdir, doğaldır, hoşça vakit ge-

çirdiğiniz yerdir. Huzur bulursunuz. Aslında yazımda sanat ve sanatçı için yapılanlardan bahsetmek isterim. Etkinlikleri takip ediyor musunuz bilemem. Her an farklı bir etkinlik ve sanatçıyla karşılaşabilirsiniz. Sevmediğiniz bir programla karşılaşma ihtimaliniz neredeyse yok gibidir. Bir sanatçı olarak orada sahneye çıkmak, programlardan herhangi birinde yer almak oldukça heyecanlandırıyor beni. Tanıtımları, afişleri, rezervasyon titizliği, serviste yer alan, yemek ve içecek sunumunda yer alan ve hatta tonmaisterine kadar görev alan herkes sizi ve sanatçıyı memnun etmek adına adeta yarışıyorlar. Bu da sizi sanatçı olarak özel hissettiriyor. Hele ki dinleyicilerin samimiyeti sizi bambaşka dünyanın içine çekiyor. Öyle zamanlar oluyorki, kendimi bazen aile ortamında eğlence içerisinde buluyorum. Geçtiğimiz ay sevgili Deniz Polat ve müzik grubunda yer alan Eray, Hakan ve Sait ile Nazım Hikmet şiirleri ve Zülfü Livaneli şarkılarından oluşan program yapmıştık. Dinleyicilerin o muhteşem eşliği size işte tam da yeri burası dedirtecek cinstendi. Cumartesi akşamları sevgili Ufuk ve arkadaşlarının programı, keza aynı gurubun belirli zamanlarda Ahmet Kaya şarkıları etkinlikleri görülesi ve dinlenilesidir. Mazlum Çinem etkinliği, Nevzat Çelik ve üstat Ahmet Telli etkinlikleri, Balkan Türküleri, Anadolu deyiş ve türküleri etkinlikleri, Cem Karaca gecesi etkinliği damaklarımızda tat bırakan akşamlardı. Ve hep devam eden, edecek olan etkinlikleri mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Diyeceksiniz ki mekanı anlatıyorsun, güzelliklerinden bahsediyorsun... Hiç mi iyi olmayan bir şey yok.. Var tabi.. Olmaz mı? Mesela ben! Öyle alıştırıp öyle aidiyet duygusu yaşattılarki dışarıda başka yere gitme lüksümü elimden aldılar.. Laf aramızda şikayetçi de değilim.. İyiki aldılar. Orada mutluyum ve mutluluğa ortak olmanızı dilerim. Unutmayın, gülümsemek ne kadar bulaşıcıysa aynı yerde hep birlikte nefes almak da o kadar bulaşıcı.. Sevgiyle kalın..

33

otorite ve ıslah

Bahar'da Sanatçı Gözü

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

34

Soyulma, Ezilme ve Yıpranmışlık

kimseler anlamıyordu!

Bülent Çiftçi

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

Sınır köy Boyalanda büyüdüm. Mevsimlerinin her biri ben çobanken kanireş dağında, rakımın desteğiyle minik yüzümde yıllarca soyulma, ezilme ve yıpranmışlık yarattı. Uçsuz bucaksız ve estetik barındırmayan çıplak arazide her çukur ve her yükselti, tepeme vuran güneşle, tepemden eksik olmayan yağmurla vücudum büyümek için diretirken, beni kısa, biçimsiz ve kara kuru bırakmaya yemin etmiş gibiydi

35

Şehveti, zerafetin, denizin ve kumun adını bile bilmediğim bu yerde beni bir tek güttüğüm hayvanlar ve Allah görüyordu; o bile susmuş gibiydi, çünkü hiçbir şey değişmiyordu…

Eser: Florian Nicolle

Bozkırın en acımasız halidir bu. Orda yaşayan çobanlar bilir bir tek....


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

36

Bir ödül almanın karşılığı nedir? Toplumsal ahlak ile görünen gerçek arasındaki ilişki nasıl karşılaştırılabilir?

Saygın Vatandaş! Xelil Biryar

Gaston Duprat ve Mariano Chon'un yönetmenliğini yaptığı Saygın Vatandaş filmi Nobel Edebiyat Ödülü’nden sonra yazar Daniel'in (Oscar Martinez) yaşadıklarına odaklanan, her ne kadar trajikomik olarak adlandırılsa da aslında olabildiğine politik bir sinsilikle ele alınan -en azından benim için- bir film. Daniel 'in Nobel Edebiyat konuşması film açısından çok önemlidir sanat ve toplum ilişkisini ele alıp sanatçıyı topluma mal etmek isterken esasında ondan ne kadar uzak olduğunun ikircikliğini


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

filmin başında gösterilmektedir: “Edebiyat dalındaki Nobel ödülü konusunda iki farklı hissiyatım var. Bir yandan gurur duyuyorum, öte yandan içimde var olan acı duygusu. Bu tarz oybirliğiyle tanınmanın bir sanatçının gerilemesi ile doğrudan ve açıkça ilişkili olduğuna inanıyorum. Bu ödül çalışmalarımın hakimlerin, uzmanların, akademisyenlerin ve kralların zevk ve ihtiyaçlarını kabul etiğini kanıtlıyor. Açıkçası ben sizin için en rahat sanatçıyım ve bu konforun, her sanatsal çalışmada olması gereken ruhla bir

ilgisi yok. Sanatçıların soru sormaları, şok etmeleri gerekiyor. İşte bir sanatçı olarak son çalışmamdan dolayı pişmanım. Bununla birlikte en kalıcı duygularımla, gururuma yaratıcı maceramın sonuna karar verdiğiniz için teşekkür ederim. Ama bunu söyleyerek lütfen sizi sorumlu tutuğumu düşünmeyin. Burada tek kusurlu olan biri var o da benim." Daniel bu konuşmasından sonra kendi iç çelişkisi veyahut tıkanmasından dolayı uzun bir süre yazı yazamamıştır. Duvarlarla örülü bir evde asistanının yardımıyla rutin-

lerini değerlendiren kibrin ve konforun tadını çıkaran bir yazardır ta ki memleketi Salas’tan gelen davete kadar, bu davet önemlidir çünkü yazar 40 yıldır memleketine gitmemiş ve yapıtlarının esası olan kasabasını ziyaret etmemiştir. Bu daveti kabul ederek yola çıkan aslında filmin sonundaki konuşmasıyla tekrardan kendisiyle buluştuğunu bize hissettirmeye çalışan ama esasında sosyolojik olarak toplumunu sömüren bir elitisttir. Bölüm 1 Salas: Bir kasaba düşünün sade, olması gerektiği kadar sıradan olan ve onun orta-

kimin ne dediği?

37


haksızlık mı?

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

38

AMA BELKI DE HAKSIZLIK EDIYORDUM. AHMET’LE OLAN ACI DENEYIMLERIMDEN SONRA BENDE BIR ERKEK TEPKISI OLUŞTUĞU IÇIN GENELLEME YAPIYORDUM. O ANDA MASAMA KÜÇÜK BIR SORGU MELEĞI KONSA VE BU ÇOCUĞUN NE KÖTÜLÜĞÜNÜ GÖRDÜĞÜMÜ SORSA, VERECEK CEVAP BULAMAZDIM. NAZIK MI, KENDI ÜSLUBUNCA EVET. YARDIMSEVER MI, ZOR GÜNLERINDE DESTEK OLUYOR MU, EVET. SANA GÜZEL VE ÇEKICI OLDUĞUNU HISSETTIRIYOR MU, EVET. PEKI NEDIR O ZAMAN RAHATSIZLIĞIN, DIYE SORSA? BILMIYORDUM, GERÇEKTEN BILMIYORDUM. UZUN, ÇOK UZUN SÜRELI, HAYAT BOYU SÜRECEK BIR BAĞLILIK MI ARIYORDUM ACABA? HOŞ VAKIT GEÇIRMEK BANA YETMIYOR MUYDU? ONA KARŞI, NEDENINI BILMEDIĞIM BIR ÖFKE DUYUYORDUM VE BUNU TARIF EDEMIYORDUM.

ZÜLFÜ LIVANELI, SERENAD

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

sına düşmüş sıradanlıktan uzak Daniel; rutinleri, zevkleri, özel ihtiyaçları olan bir yazar Saygın Vatandaş madalyasını alırken monarşiye, monarşinin isteklerine saygı duymadığını belirten ve sonra kendi toplumuyla rutinini ve zevklerini bir kenara bırakıp sosyalleşen Nobel Ödülü kazanan bir konformist.

hangi bir çelişki yoktur. Esas olan Daniel'in Salas halkıyla normalleşmesini anormal hale getiren anlatım bozukluğudur ve bu anormalliğin günahkarlığı topluma yani Salas halkına mal edilmiştir "Ben anlattım onlar anlamadı" klasik burjuva anlayışı görselliğin, daha doğrusu istenilen toplum düzeninin tahayyülüdür.

yazarın sermayesi olmuştur. Esas halkını sömüren ve ondan nemalanan ve bunu kibirli bir konformizmle yapan tüketim anlayışıdır. Salas halkını pasif bir cahillikle sanatçının tüketicisi bir nesne olarak tasvir eden görsellik Daniel’in sanatını yücelterek izleyiciye aslında manipülasyonla kültürel şiddet uygulamıştır .

Onlara sarılan, öpüşen, gülen ve ağlayan biri… Buraya kadar her şey normal gözükse de birden bire sanatçı ve toplum çatışması filmin ana konusu olmaya başlıyor.

Görselde sanatçı ve toplum ayrılığı zorlaması aslında Daniel ve resmi beğenilmediği için Daniel ile tartışan Romero karakteri dialoglarında ortaya konuyor:

Daniel’in kasabalılara kasabalıların da Daniel’e olan hoşnutsuzluğu yazarın gelişinden gidişine kadar sürüyor, ilginç olan yönetmenin neden özelikle toplumu sanatçıdan, sanatçıyı da toplumdan uzaklaştırmak için karakterlerine bu kadar zorlayıcı baskı yapma gerekliliği duyduğudur. Betimlenen görsellik arzu edilen midir veyahut gerçekliğin kendisi mi? Elbette ki sanatçının bakış açısıyla toplumun bakış açısında belli farklılıklar olacaktır ama bu farklılığı marjinalleştirmek toplumunu kırsal ve cahillik kibriyle okumak sadece tekil bir bakış açısıdır, toplumu yoğunlaşmış eleştirel düşünme yeteneğini sadece saldırganlıkla görsele aktarmak toplumunun öznesi olamamış aklın teorileridir. Daniel kibirlidir ama kibrini saklamakta da bir hayli ustadır ve bu konuyla ilgili görselde tartışılacak her-

"Bir kez daha hakikat kurguyu geçti" derken burjuva anlayışı kendisinin anlaşılmadığının dilenciliğinin kurgusunu küstahça yaparken hakikatin toplumu sanatçıdan sanatçıyı da toplumdan kopardığı geçekliğidir burada aktarılmak istenen.

Bütünüyle çelişkiler üzerine kuruludur görsellik, toplumundan kaçan ama toplumsal betimlemeyi seçen bir yazardır Daniel çıkardan, işlevden, halkından yararlanıp bunu sermayeleştirmiştir. Nobel ödülü de, kültürel hayırseverlik (!) hassasiyetinde çağdaş toplum çıkarcılığıdır.

Burada yani Daniel şahsında halk sanatın özü değil de tüketicisi olarak ele alınmıştır (Her ne kadar filmin sonundaki konuşma bunun tam tersini söylese de). İkircikli tutum yani çelişkinin hazzı

39

Bu rüyayı yaratan sanatçı kibri midir veyahut ideolojinin halkı yani esas karakteri romanın, hikayenin, masalın kahramanını -evet kahraman olarak belirtmek istiyorum- yani yazının her harfinin başlangıcı olan toplumu izleyeni, okuyanı, göreni, eleştireni... Tehlike olarak görüp/göstermektedir. Bu rüya basit bir görsellikten öte bir tarihsel çelişkinin yansımasıdır ve bizatihi bu çelişkiyi yaratan ne yazanın ne de anlatılanın hükmünde gelişmeden egemen elitin sanatı olmaya devam edecektir.

Oscar Martinez

Sartre'ın dediği gibi "Farkında olmadan kendini anlatmak " yazarın yansıması değil midir? Sanatında finansal, yazısında maddeci yazar toplum temelinde gözükse de neredeyse bomboş eleştirinin hazzını kültürel sermaye olarak duyarlılık kisvesi altında kibriyle göstermiştir. Bunu nasıl mı yapmıştır?

Son olarak Daniel'in rüyası esas konumuzdur, manidar bir rüyadır Daniel'in gördükleri.


beden ve sermaye!

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

40

Bedenin Gizli Anahtarı Jean Baudrillard

“Güzellik enstitülerine gitmeye başladım... Bu krizden sonra beni gören insanlar beni daha mutlu ve daha güzel buluyorlar.”

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


Eser: Ash Redgrave

tüketim ve popüler kültür

KÜLTÜR SANAT VD. BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

41


ayna evresi...

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

Eser: Ash Redgrave

42

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Bedenin yeniden sahiplenilişinin, ele geçirilişinin iyi bir örneği bize Elle dergisindeki, “Bedeninizin Gizli Anahtarları; Komplekssiz Bir Hayatın Yollarını Açan Anahtarlar” başlıklı bir makalede verilir. Metin başlarken, “Bedeniniz sizin hem sınırınız hem de altıncı duyunuzdur” der, bedene ve imgesine sahip çıkışın psikolojik öyküsünü yazarken ciddileşir: “6 aylık olmaya doğru, hâlâ belli belirsiz bir şekilde, ayırt edici bir bedene sahip olduğunuzu algılamaya başladınız.” Ayna evresine bir ima (psikologlar böyle adlandırıyor”), erojen bölgelerine ürkek bir ima (Freud der ki) ardındansa esas olana geçilir: “Bedeninizle barışık mısınız? “Ve hemen ardından. “ B.B. bedeniyle barışık.” “B.B.'deki her şey güzel, omuz, boyun, bel altı.” “B.B.’nin sırrı mı? Onun sırrı bedeninde oturmasıdır. Elbisesine tamamen uyan bir hayvancık gibi olmasıdır.” [Bedeninde mi elbisesinde mi oturuyor? Elbisesi mi bedeni mi ikinci konuttur? Tam olarak: Bedenini bir elbise gibi taşır ki bu “oturmak” fiilini bir moda ve takım etkisine,“hayvancık” ta da pekiştirilen bir oyun ilkesine bağlar.] Eğer eskiden bedeni sarmalayan ruh idiyse, günümüzde ruhu sarmalayan bedendir, ama ruhu sarmalayan çıplaklığın (ve dolayısıyla arzunun) padaması olarak ten değil: prestij giysisi ve ikinci konut olarak, gösterge ve moda göndergesi olarak ten (ve dolayısıyla anlam değiştirmeden elbisenin yerine geçirilebilir olarak; tıpkı çıplaklığın günümüzde tiyatroda ve başka yerlerde sömürülmesi ve tüm sahte cinsellik etkisine rağmen aslında giysi modası paradigmasında fazladan yeni bir terim olarak ortaya çıkması gibi). Metnimize geri dönelim: “Kendini tanımak, bedenini okumayı öğrenmek gerekir” (aksi takdirde B.B.’nin tersi olursunuz). “Yere uzanınız, kollarınızı açınız. Ve sağ elin başparmağıyla kol boyunca yüzük parmağından dirsek ve koltukaltına kadar uzanan görülmez hatta ilerleyiniz. Aynı hac bacaklarınızda da mevcut. Bunlar duyusallık hatlarıdır. Bu sizin hassas bölge haritanızdır. Başka hassaslık hatları da var: omurga boyunca, ensede, karında, omuzlarda... Eğer onları tanımıyorsanız, ruhtakine benzer bir bastırma bedende


de kendini gösterir. Bedeninizde, duygusallığınızın yaşamadığı, düşüncenizin uğramadığı bölgeler gözden düşmüş topraklardır... Bu bölgelerde dolaşım zor olur, buralarda dirilik eksiktir. Ya da selülit (!) buralara hepten yerleşmeyi amaçlar...” Başka bir şekilde söylenirse: Eğer bedensel ibadetlerinizi yapmıyorsanız, ihmal günahı işliyorsanız, cezalandırılırsınız. Çektiğiniz bütün acılar, kendinize (kurtuluşunuza) gösterdiğiniz suçlu sorumsuzluktandır. Bu “hassas bölge haritası” üstünde esen garip ahlâki terörizm dışında (ve bu terörizm püriten terörizmle eşdeğerdir, ne var ki sizi cezalandıran Tanrı değil bedeninizdir; eğer ona karşı hassas olmazsanız hemen kötücül ve baskıcı olan ve intikam alan beden). Bu söylemin herkesi kendi bedeniyle uzlaştırma görünümü altında, tehlikeli çift olarak özne ve nesneleşmiş beden arasına toplumsal yaşamınkilerle aynı ilişkileri ve toplumsal ilişkilerinkilerle aynı belirleyicileri yerleştirdiği görülür: Şantaj, baskı, işkence sendromu, evlilik nevrozu (bu metni okuyan kadınlar birkaç sayfa sonra şunu okuyacaktır: Eğer kocanıza karşı sevecen değilseniz, evliliğinizin başarısızlığının tüm sorumluluğunu taşıyacaksınız), Hiledeki özellikle kadınları hedefleyen bu örtük terörizmin ötesinde ilginç olan, hiç de bedeni daha iyi tanımak için değil, ama tamamıyla fetişist ve gösterişe! bir mantık uyarınca bedeni en parlak, en mükemmel, en işlevsel nesne olarak dışarıya yönelik olarak oluşturmak amacıyla kendi bedeninizin içine doğru kıvrılma ve onu narsisik olarak “içeriden ” kuşatma telkinidir. Bu narsisik, ama yönlendirilmiş bir narsisizme özgü ilişki, beden üstünde bakir ve sömürgeleştirilen “topraklar” daymışçasına işlediği biçimiyle; görünür mutluluk, sağlık, güzellik, muzaffer hayvansılık göstergelerini moda piyasasına çıkarabilmek için bedeni bir maden ocağı gibi “ şefkatle” araştırdığı biçimiyle, bu ilişki gizemli ifadesini şu okuyucu itiraflarında buluyor: “Bedenimi keşfediyordum. Tüm arılığı içinde heyecan kuşatıyordu her yanımı.” Ya da daha iyisi: “ ...Bedenimle aramda bir kucaklaşma oldu. Bedenimi sevmeye başladım.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

Onu severken, onunla çocuklarıma gösterdiğim şefkatin aynısını göstererek ilgilenmek istedim.” Şefkatin çocuk/beden, biblo/bedene doğru geri giden bu içe doğru kıvrılması anlamlıdır; üstüne titrenen, yatıştırılan... ve iğdiş edilen penis metaforu. Bu anlamda, ilginin en güzel nesnesine dönüşen beden, (başka insanlara karşı) normal olduğu söylenen tüm şefkati kendi yararına tekelleştirir. Ancak bunu yaparken kendine has bir değer almaz, çünkü bu şefkatin yön değiştirmesi sürecinde, herhangi bir başka nesne, aynı fetişist mantık uyarınca, bu rolü oynayabilir. Beden psişik olarak sahip olunan, güdümlenen ve tüketilen bu nesnelerin sadece en güzelidir. Ama temel olan, özgürleşme ve kendini tamamlama sistemi olarak düzenlenen bu narsisik yeniden kuşatmanın aslında, her zaman aynı zamanda etkili, rekabetçi, ekonomik tipte bir yatırını olmasıdır. Böylece “yeniden sahip çıkılan” beden “ kapitalist” amaçlara bağlı olarak zaten bir yatırımdır: Başka bir şekilde söylenirse, eğer bedene yatırım yapılıyorsa, bu bedeni kârlı kılmak içindir. Bu bedene öznenin özerk ereksellikleri açısından değil, normatif bu haz ve hedonist verimlilik ilkesine, yönlendirilmiş bir üretim ve tüketim toplununum kodu ve normlarına doğrudan endekslenmiş bir araçsallık zorlamasına göre sahip çıkılır. Başka bir şekilde söylenecek olursa, beden bir kültür varlığı gibi çekip çevrilir, düzenlenir, sayısız toplumsal statü göstergelerinden biri olarak güdümlenir. “Çocuklarına duyduğu şefkate benzer bir şefkatle bedeniyle ilgilendiğini” söyleyen kadın şunu da ekler: “Güzellik enstitülerine gitmeye başladım... Bu krizden sonra beni gören insanlar beni daha mutlu ve daha güzel buluyorlar.” Haz aracı ve prestij sergileyicisi olarak yeniden ele geçirilen beden, demek ki üzerine geçirilmek istenen özgürleşme söyleninin ardında, kuşkusuz bedenin entek gücünde sömürülmesinden daha derin şekilde yabancılaşmış bir emek oluşturan bir kuşatma emeğinin (ilgi, saplantı) nesnesidir.

43

beden ve dil!

KÜLTÜR SANAT VD.


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

44

Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa,tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum.Halbuki ne şeytanı azizim,ne şeytanı?Bu bizim gururumuzun,salaklığımızın uydurması…İçimizde şeytan yok.İçimizde aciz var…İradesizlik,bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçmak ihtiyatı var….Hiçbir sey üzerinde düşünmeye,hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare idaremizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz. Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

45

Eser: GyoBeom AN

KÜLTÜR SANAT VD.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

Joseph Kosuth ile Röportaj Hangi Sandalye? Türkçe Söyleyen: Armağan Ekici

46

Joseph!

Bir ve Üç Sandayle; Joseph Kosuth; 1965

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

Joseph Kosuth 1970 Kavramsal Sanat Değişim ve Form Sanat ve Biçim Kültürel Nesne Kapitalizm ve Nesne

31 Ocak 1945

BENIM HISSETTIĞIM ŞU, ÖNEMLI OLAN BIR SANATSAL ARACI TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL ÖGELERI GERIDE BIRAKARAK, PRATIĞINDEN, BAĞLAMINDAN ÇIKARMAKTI.

ğerinden daha değerli olup olmadığını sorgular. Sanatçı, izleyiciden sanatın ve kültürün güzellikten ve üsluptan çok dil ve anlam ile nasıl oluşturulduğunun sorgulanmasını ister. Şimdi radyomuzun frekansını 94.9’a getirip, İlksen Mavituna’nın Joseph Kosuth ile gerçekleştirdiği röportaja kulak kabartıyoruz: İlksen Mavituna: Sayın Kosuth, Istanbul’a ve yayınımıza bir kere daha hoş geldiniz. Sizinle karşı karşıya olmak büyük bir zevk ve onur bizim için. “Uyanma- The Wake” adını verdiğiniz, şu anki işinizle başlamak isteriz söyleşiye. Joyce’un Finnegan’s Wake isimli eserini referans alıyorsunuz burada, nedenini sorarak başlayalım. Joseph Kosuth: Ben uzun zamandır, sürekli olarak diyelim hatta, kültürel nesnelerimizin sahiplenilmesi konusunda çalışıyorum. Joyce, bir sanatçı olarak inanılmaz zengin, diğer yazarların sahip olmadığı boyutları var. Ayrıca benim çalışmalarım

da bağlam/kontekste bağlı. Üzerinde çalıştığım farklı yazarlar var, çünkü çalışmalarım çoğunlukla belli mekânlarla ilgili, çoğunlukla da kamusal çalışmalar bunlar. Burada, konuyla genel olarak profesyonel bir biçimde uğraşmayan bir topluluğa ulaşabilmede bir adım ileri gitme gayesi var. Kültürel nesneyi tarihi ve kültürel bağlamından kopararak yapıyorum bunu. Kamusal işlerim için bu böyle, müzeler vs. de dahil. Galerilerse, benim deneyimlediğim “oynadığı” şeylere daha yatkın. Buradaki ilginç şey ise, sergimi açtığım Kuad Galeri’nin aynı zamanda Joyce’un eserlerini basacak yayınevi Norgunk’la organik bağ içinde olması. Arızi ama çok hoş bir bağlantı. İki yıllık bir seriyi yeni bitirdim, dünyada pek çok yerde dolaştı, Beckett’le ilgiliydi. Joyce ve Beckett üzerine aynı anda çalışmak, bunlar farklı işler olsa bile ilginç bir deneyimdi. İM: Peki metni, kelimeleri seçerken kullandığınız inisi

47

sanat mı?

Joseph Kosuth, 1970’te New York’taki Museum of Modern Art’da açılan ve sanatı estetikten çok bilgi ve fikir kaynağı olarak gören “Information” adlı kavramsal sanat sergisinin küratörlüğünü yaptı. Bir ve Üç Sandalye, Kosuth’un “Information” sergisi için yaptığı bir çalışmaydı. Sanatçı kavramları şöyle açıklıyordu: “İfade formda değil, fikirdedir. Formlar yalnızca fikrin hizmetindeki araçlardır.” Yapıtı bir sandalyenin üç formunu içeriyordu. Sıradan bir sandalye, sandalyenin fotoğrafı, ve sandalye sözcüğünün sözlük anlamının yazılı olduğu bir fotoğraf. Bu üç unsurla, izleyicinin önüne hem fiziksel hem de temsili hem de sözlü bir sandalye fikri koymuş oluyordu. Yapıt, “Sandalye nedir?” ve “Sandalyeyi sandalye olarak nasıl algılıyoruz?” diye sormaktadır. Kosuth, bir nesnenin temsilinin ya da açıklamasının o nesneyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu, bu ilişkilerin nasıl süreçlerden geçtiğini ve bir formun di-


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

yatiften bahsedelim, gelişigüzel bir seçim var devrede, ama dört sene önce neden Joyce’a karar verildi? Rastlantıya açık olması mı? JK: Rasgele bazı şeyleri “fazla” vurguluyor. Bazı seçimler vardır ki ne gelişigüzel diyebiliriz ne de tam olarak kurallı, dikte edici. Dediğim gibi bağlam bağı verdi. Ayrıca Joyce’çu bir arkadaşım vardı, onunla bu “meta-metni” oluşturduk. Diğer işlerle bağlantılı düşünüldüğünde ilginç bir hamle oldu benim için. Bir yandan esnekliği, bir yandan da kendini yansıtan/özdüşünümsel bir araçla çalışma süresince ve işin ele aldığı bağlam dolayısıyla benim tipik çalışmalarımdan biri.

dadacılık hareketi...

48

Genel olarak benimsemek/mal etmekle ilgili söylenebilecek şey ise.. Diğer çalışma şekillerinden farklı olarak bunun bir tarihi var.. Bunu Marcel Duchamp’tan aldım, onun ready-made’inden. Bu Duchamp’ı Picasso ya da Matisse’ten ayrı olarak tanımlanmasına yol açan post-modern ögeydi, daha sonrasına işaret eden öge. Duchamp örneğinde benim nedenlerimden farklı olarak, yani benim hissettiğim şu, önemli olan bir sanatsal aracı toplumsal ve kültürel ögeleri geride bırakarak, pratiğinden, bağlamından çıkarmaktı. Bu bir sınıf mücadelesi olabilir, belli bir savaş olabilir. Bunlar realizmden okuduklarımızdı, kendini belirli bir zamanda konumlandırmak... Benim niyetim ise mal etmeyi, işlerimi daha geniş bir bağlama yerleştirmek yoluyla devreye sokmak. Bu sanat yapmanın yolunu basitçe, aracın Kant’çı manada sınırlarını koyarak bulmaktan farklı, yani resim heykel ya da modernist diğer pratiklerin formlarından, sınırlarından bağımsız olarak yapmak bunu, bundan özgürleşmek. Fikir, çok daha önemlidir sanatta. Gençken felsefeyle çok ilgilendim ve bir bakıma beni kurtardı, çünkü belli bir anda sanat endüstrisine ve içinde yetiştiğim sanat anlayışına baktım ve gördüm ki resme inanmamaya başlıyorum, -ki bu modernizme inanmamak demekti. Ama sanata inanıyordum. Devam etmek için yeni pratikler bulmam lazımdı. Felsefeye ilgim, özellikle Wittgenstein ve dil felsefesine, özellikle son

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

dönemine olan ilgim bir sanat eserinin ne olabileceğine dair fikrimi değiştirmeye yaradı. Son dönem Wittgenstein antropolojik olarak nitelenir, ben de sanat kariyerim çok faal olarak devam etse de antropoloji okudum, felsefi antropoloji yani. Bu noktada benim için büyük dönüşümü yaratan şey arkitektonik anlayışa dayanan, bana öğretilen analitik dil modelini incelemek oldu -yani bir parçanın diğerinden sonra geldiği anglo-amerikan dil anlayışını. Bu değişti, zira New School’da birlikte çalıştığım insanlar Vico, Rousseau ve Marx’ı izleyerek belli bir felsefi ve antropolojik geleneği öneriyorlardı. Arkitektonik modelin yerini spiral bir model aldı. Spiralin ilerleyebilmesi için kendini tekrar görebilmesi gerekir. Bu estetik ve entelektüel açından bir çekim oluşturdu benim için. Yirmili yaşlarımdaki ilk dönem çalışmalarımda.. totoloji fikri de ilginç bir modeldi. Ama totolojiden spirale ulaşmak bir anlamda iki boyuttan üç boyuta ulaşmak gibi oldu. Bu tabii bilinçli bir şekilde olmasa da işlerimi etkileyen çok temel bir değişimdi. Bilimdeki model teorileri modeller ve temsiller arasında bir ayırım yapar ve ‘modeller testtir’ der. Bence sanat çalışmasının test olması gerekir. Onu dünyaya koyar ve test edersin ve bir sanat yapıtına dönüşüyor mu, insanlar onu kucaklıyor mu kucaklamıyor mu, toplumda belli bir söyleme denk geliyor mu, bakar, test edersin. Öyleyse bu bir sanat çalışmasıdır. Kavramsal sanat çalışmalarının büyük bir kısmı, temsil olma hatasına düştüğü, sanat yapıtının kültürel biçemine sahip olmadığı için başarısız. Bu çok ince bir ayar benim için de.. açık olmak gerekirse.. Ayrıca diğerlerine haksızlık etmek pahasına Borges’i anmalıyım, bir ilham kaynağım olarak. Ondan çok şey öğrendim. On dokuz ya da yirmi yaşlarındayken tanıştım onunla, beraber öğle yemeği yedik. Harvard’ta derse giderken New York’a uğramıştı. Okuduğum okul her ziyaretçiye eşlik edecek birini atardı. O zaman daha kör de değildi.. Her hatırladığımda hâlâ tüylerim diken diken oluyor. Bu beni çok uzun süre etkiledi.


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

Daha sonra New York Üniversitesi’nden okuyan bir öğrenciyle bir parkta tanıştım o da Frankfurt Okulu’na yakın bir Alman yazarı tanıyordu. O zamanlar onun elinde, Benjamin’in daha önce İngilizceye hiç çevrilmemiş metinleri vardı İngilizce olarak.. “Yeniden-üretilebildiği çapta sanat yapıtı” ve diğer metinler... Daha o zamanlar keşfedilmemişti bu metinler, ama bir-iki yıl sonra epey moda oldular. Bu metinlerden çok yararlandım. Başka şeyler de var tabi.. Bunlar beni şu noktaya getirdi: felsefeci olamazsın, felsefe üniversitelerde tarih olarak ölü bulunuyor. Yani sonuçta derste karşınızda felsefe tarihi anlatan Hegel değilse... İşte bu da beni “anlam krizine” çare olmakta sanatın rolünü düşünmeye iten süreç. Özellikle bilimin din olmaya başladığı bu çağdaki bir kriz bu. Antropolojik olarak bakarsanız artık bir hahama ya da rahibe gitmiyorsunuz. Mühendise, aile doktoruna gidiyorsunuz ve onlar size gerçeğin ne olduğunu anlatıyor. Ve bir din olarak bilim epey fakirleşmiş durumda. Sorduğu sorular muazzam önemde, hayata-varoluşa dair sorular değil. Ve şu anda, çağdaş sanattın modernist yanının yükselişiyle olan şuydu: Wittgenstein felsefi olarak varsayımlarda bulunamayacağınızı, felsefenin göstermeye yaradığını söyledi. Bence bu da sanatın felsefenin yerine geçmediğini, belki onu biraz gölgelediğini, zira bilincin öğelerini yansıtmak gücünde olduğunu anlamak için çok önemli bir nokta. O yüzden artık daha çok sanatçı var, müzeler, sanat galerileri bu kadar çok inşa ediliyor. Yeni kiliseler onlar. Burada insanlar anlamın nasıl oluştuğunu düşünüyorlar. Buna her zaman dikkat çekmek istedim, zira sanatçının görevi çok önemli ve yeteri kadar takdir edilmiyor. Toplumlarımız iki grup tarafından yönetiliyor; kâr peşindeki iş adamları ve iktidarlarını sürdürmek isteyen politikacılar tarafından. Bunlar büyük, ama kısa vadeli amaçlara kilitlenmiş güçler. Bizim uzun vadeli işler yapan, böyle işlere bağlanan insanlara, romancılara, felsefecilere, kültür alanında çalışan insanlara ihtiyacımız var, ancak bu tarz işler toplumu bir arada tutar. Kısa vadeli işlerse, kısa vadelilerdir, gelip geçiciler.

49

Tristan Tzara: Rumen asıllı Fransız şair, yazar, Dadacılık akımının kurucularından. Asıl adı Sami Rosenstock'dır. Dadacılık hareketinin adındaki "dada" kelimesini 1916 yılında arkadaşlarıyla birlikte Larousse sözlüğünün rastgele bir sayfasını açarak buldu.


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

‘Amacım, güzelliği veya çirkinliğiyle herhangi bir şekilde ilgimi çekmeyen bir obje seçmekti. Yani, baktığımda bir ilgisizlik noktası bulmak.’ Fountain, 1917

50

Belki hepsine ihtiyacımız var ama ben politikacı-işadamlarının sanatçılardan daha önemli olduğu söylenecekse, sanatın yanında dururdum.

sanat kavrayışı....

İM: Az evvel sanat yapıtının izleyicisine ulaştığında mümkün olduğunu söylediniz. Bu yapıta kısa bir vade koymak anlamına gelmez mi? JK: Ben böyle görmüyorum... Bir insanın hayatı açısından bakarsanız, yani belli bir işi sürdüren, etrafına cevap vermekte olan, onu içselleştirmekte ve zaman içersinde bize bizi yansıtan bir insanın hayatı açısından. O yüzden tek bir iş yapıp bırakmıyoruz. Tabii ki bir-iş yapan biri vardır, biri onu görmüştür ve bu da bir katkıdır. Ama mesela bir sanatçının retrospektifini görmek ilginçtir, gördüğünüzde gerçekten anlarsınız. Zira bir sanatçının bir başyapıtı vardır, hayatının yapıtı dediği. Neden bir çok şey yaptığımızı anlatmaya çalışırken hep söylüyorum, Lévi-Strauss söyle anlatıyordu ya da galiba onun hakkında yazan birisi Aborjinlerde mitlerin nasıl oluştuğunu anlatıyordu: Bir adam var, bir yolda duruyor, karşıdan bir arkadaşın geçiyor ve ondan sigara istiyorsun, bağırıyorsun - işaret ediyorsun ve bütün bunlar olurken üst ütse gelirken “mit”

– mesaj oluşturuyor. Bir başyapıt yapmaktansa... Bence bir başyapıtı algılayamazsınız bir iş bir düşünce sürecini temsil eder ve ondaki anları. Bütün dünyayı tek bir işte görebileceğiniz görüşü artık geçerli değil bana kalırsa. Sanat artık daha fragmenter. Daha önceki bir söyleşimde bahsetmiştim, benim materyalim ilişkiler arasındaki ilişkilerdir. Geçen akşamki konuşmamda andığım örneği düşünün, Kierkegaard ve Walt Disney’i bir araya koyuşum. Bu benim sanatımın olduğunu düşündüğüm yer. Kullandığımız nesne değil, ilişki.. Biz sanatçılar her şeyi kullanabiliriz, malzeme olarak boya, plastik vs. ama önemli olan anlamdır. İM: Daha çok soru sorulabilirdi ama süremiz bu kadar. Hem serginiz de açılıyor İstanbul’da. Biraz açık bırakmakta bir sakınca yok. Teşekkür ediyoruz. Eklemek istediğiniz? JK: Özellikle bu yerleştirme hakkında yani nasıl işliyor bu iş? 19 ayrı iş var ve bir araya geldiklerinde teorik olarak bir yerleştirme oluyor. Bu da aslında her bir tekil işin bütün içinde nasıl işlediği üzerine de düşünmeye itiyor. Sergi metninde üstünde durdum bunun. Bu kadar konuşmam yeterli sanırım…


Marcel Duchamp

Henri-Robert-Marcel Duchamp

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

51

Fountain, 1917

KÜLTÜR SANAT VD.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Reyhaneh Jebbari Annesine Son Mektup I Sevgili Sholeh, Öğrendim ki bugün kısasla tanışma sırası benimmiş. Yaşam kitabımın son sayfasına geldiğimi senden öğrenemediğim için kırgınım. Bilmem gerektiğini düşünmüyor muydun? Üzgün olduğun için ne kadar mahcup olduğumu biliyorsun. Neden senin ve babamın elini öpme şansını bana vermedin? Dünya bana yaşamak için 19 yıl verdi. O uğursuz gecede ölmeliydim. Bedenim şehrin bir köşesine atılmalı ve birkaç gün sonra polis beni teşhis etmen için seni tecavüze uğradığımı da orada öğreneceğin adli tıp doktorunun ofisine götürmeliydi. Biz onların gücü ve servetine sahip olmadığımız için, katilim asla bulunamayacaktı. Hayatına utanç ve ızdırapla devam edecek, birkaç yıl sonra da bu ızdırap seni öldürecekti. 52

Her nasılsa bu lanetlenmiş hikaye değişti. Bedenim bir köşeye atılmadı, ama Evin Hapishanesi ve onun tek kişilik hücresine gömüldü, şimdi de mezarlığa benzeyen Şehr-e Ray hapishanesine. Ama kaderim buymuş, şikayet etme. Sen benden iyi bilirsin ki ölüm yaşamın sonu değildir. Sen bizlere okula giderken bir kavga ya da şikayet karşısında bir hanımefendi gibi olmamızı öğretmiştin. Nasıl davranmamız gerektiğinin altını ne kadar çok çizdiğini hatırlıyor musun? Senin deneyimlerin yanlıştı. O kaza başıma geldiğinde, öğrendiklerimin bana yardımı olmadı. Mahkemede beni soğukkanlı ve zalim bir suçlu gibi anlattılar. Hiç gözyaşı dökmedim. Hiç yalvarmadım. Kanunlara güvendiğim için ağlamadım. Ama kayıtsız olmakla suçlandım. İşte, sivrisinek bile öldüremez, hamam böceklerini antenlerinden yakalayıp dışarı atardım. Taammüden cinayetle suçlanıyorum. Hayvanlara yaptığım muamele bir erkeğe eğilim olarak yorumlandı ve hakim kazanın yaşandığı sırada tırnaklarımın uzun ve ojeli olduğu gerçeğine bile bakma zahmetine katlanmadı. Kendisinden adalet beklenen bir hakim için ne kadar da iyimser! Ellerimin sporcu kadınlar gibi, özellikle de boksörler gibi, iri olmadığını sorgulamadı. Ve içime sevgisini ektiğin bu ülke beni hiçbir zaman istemedi, beni sorgulayanların hakaretleri yüzünden ağlarken, en adi sözlerini dinlerken hiç kimse bana destek olmadı. Güzelliğimin son işareti saçlarımı kazıdığımda 11 gün hücre cezasıyla ödüllendirildim. Reyhaneh


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

53

Ağlamamak Dönmemek Ürpermek Sığmamak Sevgi Zahmet Güzelliği 27.10.2014


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Annesine Son Mektup II Sevgili Sholeh, Duydukların yüzünden ağlama. Karakoldaki ilk günümde, yaşlı bekar bir görevli canımı yakmak için tırnaklarımı kullandığında, güzelliğin burada aranan bir şey olmadığını anlamıştım. Güzel görünmek, güzel düşünce ve dilekler, güzel el yazısı, güzel gözler ve görüş, hatta hoş bir sesin güzelliği… Anneciğim, düşüncelerim değişti ve bunun sorumlusu sen değilsin. Sözlerimin sonu gelmeyecek; onları, senin yokluğunda ve senden habersiz beni infaz ederken sana ulaştırması için birine veriyorum. Sana miras olarak pek çok el yazımı bırakıyorum. Yine de ölmeden önce senden bir şey istiyorum. Aslında bu dünyadan ve bu ülkeden bir tek isteğim var. Biliyorum bunun için zaman lazım. Ama lütfen ağlama ve dinle… 54

Senden mahkemeye gidip bu arzumu anlatmanı istiyorum, hapisteyken böyle bir mektup yazamazdım. Bir kez daha benim yüzümden acı çekeceksin. Eğer yalvarman gerekirse, bunun için sana kızmam. Gerçi sana yapmamanı söylememe rağmen infaz edilmemen için onlarca kez yalvarmıştın. İyi kalpli annem, sevgili Sholeh, canımdan daha çok sevdiğim, toprağın altında çürümek istemiyorum. Gözlerimin, genç kalbimin toza dönüşmesini istemiyorum. Ben asılır asılmaz bunu ayarlamanı; kalbimin, böbreğimin, gözlerimin, kemiklerimin, vücudumdan ne nakledilebilirse onları ihtiyacı olanlara hediye etmeni istiyorum. Organlarımı alanların ismimi bilmesini, bana bir buket çiçek almalarını hatta benim için dua etmelerini bile istemiyorum. Şunu çok içten söylüyorum, gelip yas tutarak acı çekeceğin bir mezar istemiyorum. Benim için siyahlar giymeni istemiyorum. Zor günlerimi unutmak için elinden geleni yap. Rüzgar beni alıp götürsün. Dünya bizi sevmedi. Kaderimi istemiyorum. Ve şimdi ölümü kucaklayarak buna bir son veriyorum. Çünkü Allah’ın mahkemesinden, beni sorgulayanlardan ben davacı olacağım. Hakimden; beni taciz etmekten geri durmayan Yüksek Mahkeme’nin hakimlerinden davacı olacağım. Yaratıcının mahkemesinde Dr. Farvandi ve Kasım Şabani’den davacı olacağım; tüm o bilgisizlerden, yalanlarıyla bana haksızlık eden, benim haklarımı çiğneyen ve gerçeğin bazen görünenden farklı olduğuna dikkat etmeyenlerden davacı olacağım. Sevgili iyi kalpli Sholeh, diğer bir değişle sen ve ben suçlayanlar, diğerleri ise sanık. Bekleyip Allah’ın ne istediğini görelim. Ölene dek seni kucaklamak isterdim. Seni seviyorum. Reyhaneh


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

55

Gözyaşı Haksızlık Soğukkanlılık Ağlamamak Nefret Gerçek Öfke 27.10.2014


beklenen?

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

The Economist

56

Yeni Nesilde Sosyalizmin Yükselişi Türkçe Söyleyen: Abdülhalim Karaosmanoğlu

The Economist February 16th- 22nd 2019 The Rıse Of Millennial Socialism

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK


KÜLTÜR SANAT VD.

Küresel ölçekli ana akım medyada en önemli dergilerden biri olan The Economist, varoldukları günden beri bütün ulus devletlerin en büyük tehdit olarak gördüğü korkulu rüyalarını; yani gençliğin sosyalizme doğru evrilmesini geçtiğimiz yıl kapağına taşımıştı. Kamuoyunda gündemi epeyce meşgul eden yazıyı, büyük düşmanı daha yakından tanımak maksadıyla, elçiye zeval olmaz diyerek müdahale etmeden yayımlıyoruz. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında gerçekleşen çöküşünün ardından 20. Yüzyılın ideoloji savaşı sona ermiş gibi görünüyordu. Kapitalizm, yarışı kazanmış ve sosyalizm büyük bir eko-

nomik/politik başarısızlık yaşamıştı. Önemsiz örgütlerde, başarısız devletlerde ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde varlığını sürdürmeyi başaran sosyalizm, 30 yılın ardından yeniden gündemimize girmiş durumda. Amerika’da kongre üyesi seçilen Alexandria Ocasio-Cortez, kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayarak, 2020’de başkanlık için yarışacak olan Demokratlar arasında büyük sansasyon yaratırken; Britanya’da ise İşçi Partisi lideri olan Jeremy Corbyn, seçimlerde büyük oranda oy almıştı. Sosyalizm fırtınası geri dönüyor, çünkü onun batı toplumlarında neyin yanlış gittiğine dair kesin bir öngörüsü var. Solcular eşitsizlik, çevre ve elitlerden ziyade vatandaşlarda iktidarın nasıl sağlanacağına odaklanırken; buna karşılık sağcı politikacıların ise fikir savaşından vazgeçerek, şovenizme ve nostaljiye sığındığını görüyoruz. Yeniden doğan solun bazı şeyleri doğru yaptığını söyleyebilirsek de, modern dünya hakkındaki karamsarlıkları çok ileri boyutlarda. Onların

bütçeler, bürokrasi ve ekonomik alanda ürettiği politikalar ise naiflikten muzdarip. Sosyalizmin yenilenen canlılığı dikkat çekicidir. 90’lardan beri sol partilerin merkeze kaydığını biliyoruz. ABD ve Britanya’daki Tony Blair ve Bill Clinton gibi liderler, devlet ile piyasa arasında uzlaşı sağlayacak bir “üçüncü yol” bulduklarını iddia etmişlerdi. “Bu benim sosyalizmim” diye ilan etmişti Tony Blair, 1994 yılında emeğin devlet mülkiyetine olan bağlılığını ortadan kaldırırken. Kimse salak değildi, özellikle de sosyalistler. Sol, bugün üçüncü yolun sonunun ölüm olduğunu görebiliyor. Günümüz sosyalistlerinin büyük bir kısmı milenyumdan önce 19802000 aralığında doğan Y kuşağından oluşuyor. Amerikalıların %51’i 18-29 yaş aralığında ve onların sosyalizme olumlu bir bakış açısı var. 2016 yılında yapılan ön seçimlerde, gençliğin büyük bir kısmı sosyalist aday Bernie Sanders’e, Hillary Clinton ve Donald Trump’ın toplamından bile daha fazla oy verdi. Fransız seçmenlerin ise üçte biri 24 yaşın altındaydı ve onlar da, 2017’de yapılan başkanlık seçimlerinde büyük oranda sol partilerin adaylarına oy verdiler. Ama yeni nesil sosyalistlerin hepsi genç olmak zorunda değil; Corbyn’i destekleyen seçmenlerin bir çoğu onun yaşlarındaydı. Yeni nesil sosyalistlerin hepsinin radikal amaçları olduğunu söyleye-

umut edilen!

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

57


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

meyiz. Amerika’dakiler için en önemli gündem, dünyanın başka zengin ülkelerinde gayet normal ve gerekli bir talep olan, evrensel sağlık hizmeti. Soldaki radikal bir kesim, piyasa ekonomisinin avantajlarını korumak istediklerini de söylüyor. Tüm Avrupa ve Amerika’daki sol ise, akışkan bir koalisyon hareketi fikrini mayalamakla uğraşıyor.

evreler biçimleniyor...

58

Her şeye rağmen ortak konularımız var. Yeni nesil sosyalistler, eşitsizliğin kontrolden çıkarak yayıldığını ve ekonominin de kendi menfaati doğrultusunda hile yaptığını düşünüyor. Onlara göre halkın tümü, devletin iktidarı ve geliri dengeli biçimde herkese eşit dağıtmasının hasretini çekiyor. Sosyalistlere göre, lobicilik faaliyetleri hükümetleri iklim felaketinin artan olasılığını görmezden gelmeye zorladı. Bürokratik kurumlardan, şirketlere kadar, toplumu ve ekonomiyi yöneten hiyerarşinin artık halkın çıkarına hizmet etmediğini ve demokratikleşmek zorunda olduğunu düşünüyor-

lar. Lobiciliğin çevre ihmali laneti gibi anlaşmazlıkların da ötesinde, Batı’da eşitsizlik son 40 yılda ciddi bir artış göstermiştir. Amerika'da en tepedeki %1'lik kesimin ortalama geliri %242 oranında artarken, orta gelirliler için

bu artış altıda bir oranındadır. Fakat, bu yeni solun teşhisi de reçetesi de yanlıştır. Teşhisi ile başlayalım; eşitsizliğin kaçınılmaz olarak artacağını düşünmeleri yanlıştır. Amerika’da gelirler vergi düzenlemeleri yüzünden 2005 ve 2015 yılları arasında düşüşe geçmiştir. 2017 yılına kadar gelinen üç yılda, orta sınıfın geliri %10 oranında artmıştır. Onlarla ortak çekincemiz, tüm işlerin güvencesiz oluşudur. 2017 yılında 2-545 yaş aralığında her 100 Amerikalıdan 97 tam zamanlı çalışan iken, bu rakam 2005 yılında 89 idi. Fakat, güvencesiz çalışma biçiminin en büyük kaynağı, iş eksikliğinden değil, ekonomik gerileme riskinden kaynaklanmaktadır. Yeni nesil sosyalistler, ayrıca kamuoyunu da yanlış

teşhis ediyor. İnsanların, kendi hayatları üzerindeki kontrollerini kaybettikleri konusunda haklılar. Eşitsizliği halk da kızıştırıyor: halk arasında herkesten vergi alınması yerine, zenginlerden vergi alınması fikri çok yaygın. Her şeye rağmen, gelir ve servetin yeniden dağıtılmasını savunan radikaller çoğunlukta değil. Amerikan halkı, yeniden dağıtımın 1990’lardaki gibi yüksek olmamasını desteklerken, ülke en son şirketlere vergi yükünü keseceğinin sözünü veren bir milyarderi başkan olarak seçti. Bahsi geçen zenginler mevzusunda, bazı düzenlemelerle İngilizler, Amerikalılardan daha rahatlar. Solun teşhisi aşırı karamsar olmakla birlikte, asıl sorun siyasi açıdan tehlikeli olan reçetelerinde yatıyor: Maliye politikası. Zenginlerden yüksek oranda vergi alınarak, devletin geniş çaplı hizmet sunabileceğini savunuyorlar. Oysa gerçeklikte böylesi bir popülasyona hizmet sağlamanın tek yolu orta sınıftan alınan vergilerdir. Sosyalist kongre üyesi


KÜLTÜR SANAT VD.

mi görüşüne göre, düzenleyici güç, tek elde toplamak yerine, tabana yayılmalıdır. Ancak yerelliğin şeffaflığa ve hesap verebilirliğe ihtiyacı vardır, İngiliz solu tarafından kolayca manipüle edilen komitelere ihtiyacı yoktur.

Alexandria Ocasio-Cortez, en yüksek gelir grubundan alınan vergi oranını %70’e yükseltmeyi önerse de makul bir tahmine göre %0.3’lük bir artış 12 milyar dolara tekabül etmektedir. Bazı radikaller “modern para teorisi”ni savunarak daha da ileri gidiyorlar ki bu teoriye göre, hükümetler faiz oranlarını düşük tutarken yeni harcamaları finanse etmek için serbestçe borç alabilirler. Hükümetler yakın zamanda birçok politika yapıcıdan beklenenden fazlasını ödünç almış olsa bile, sınırsız borçlanmanın ekonomiye iyi geleceği fikri çılgın ötesidir. Ayrıca, yeni nesil sosyalistlerin piyasaya duydukları güvensizlik onları çevre hakkında yanlış sonuçlara varmaya götürüyor. Onlar iklim değişikliği ile mücadele için, özel sektör inovasyonlarını ve gelirden bağımsız karbon vergilendirmesini reddediyorlar. Bunun yerine kamu tarafından merkezi biçimde planlanacak yeşil enerji yatırımlarını öneriyorlar. Yeni nesil sosyalistlerin, demokratikleştirilmiş ekono-

Eğer İngiltere su hizmetleri, Corbyn'in niyet ettiği gibi yeniden kamulaştırılmış olsaydı, yerel demokrasinin parlak örnekleri olmayacaklardı. Bu durum Amerika'da da böyledir; yerel kontrol genellikle zaptedilmeye yol açar (...) Bürokrasi her düzeyde özel ilgi alanlarının etkisini yakalamak için fırsatlar yaratır. En saf güç, serbest piyasadaki bireylere aittir. Yeni nesil solcuların

demokratikleşme talebi, iş dünyasına kadar uzanıyor. Onlar, şirketlerin yönetim kurullarında daha fazla işçi yer almasını ve şirketlerin hisselerini işçileriyle paylaşmasını istiyor. Almanya gibi geleneksel çalışma biçimine sahip ülkelerde böylesi bir katılım mümkündür. Ama sosyalistler şirketler üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmak, böylece küreselleşmenin açığa çıkardığı kuvvetli iktidarı uzaklaştırmak istiyor. İşçileri değişime direnmeleri için güçlendirmek, ekonomiyi katılaştıracaktır. Bu durumun yol açacağı daha az dinamizm, ekonominin canlanması için gerekli olanın tam tersidir. Devlet, firmaları ve işleri değişime karşı korumak yerine, piyasaların verimli olmasını sağlamalıdır. İşler değil, işçiler devlet politikalarının odağında olmalıdır. Hükümetler, yeniden dağıtımı takıntı haline getirmek yerine, kira fiyatlarını düşürmeli, eğitimi iyileştirerek daha rekabetçi bir ortam yaratmalıdır. İklim değişikliğini önlemek için, piyasa ile kamu yatırımları birlikte gerçekleştirilmelidir. Yeni nesil sosyalistler, statükoya meydan okuyan taptaze bir istekleri olmasına rağmen, onlar da eski neslin sosyalistlerinin kolektif eylem inancından muzdaripler. Bu bireyselciliğin düşmanıdır, liberaller buna karşı çıkmalıdır.

değişken tarih

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

59


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

60

''Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim,''dedi: ''Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.'' Dosyanın kapağını açtı, sonra yapma bir endişe ile Süleyman Kargı'nın yüzüne baktı: ''Anlamadığım yerler olursa hiç çekinmeden sorabilir miyim?'' Oğuz Atay, Tutunamayanlar


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

61

Eser: GyoBeom AN

KÜLTÜR SANAT VD.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

Siz de mi Partiden Sıkıldınız? Olcay Bağır

62

Köy mezarlığı köyün dışında, bir tepenin üstündeydi. Günün birinde ölüler ayaklanıp mezarlarından çıkarlarsa, köy ayaklarının altındaydı yani. Kendilerini bir top gibi yokuştan aşağı bıraksalar duracakları yer köy meydanı olurdu. Neyse ki şimdiye kadar böyle bir zombi saldırısı olmamıştı köy tarihinde. Ama yine de böyle bir ihtimal düşünülerek stratejik olarak zombilerin üstünlük kurabileceği bir yere mezarlık yapılmamalıydı.

ölüler konuşur!

Tüm tuhaflıklar o gün başladı, kahvehanede en çok dalga geçilen, köyün en sessiz adamı Kavun Recep’in öldükten sonra köy mezarının taaa en ucuna gömüldüğü gün. Yaşarken canlılardan dışlanan Kavun Recep, öldükten sonra da cesetlerden dışlanmıştı. Köyün tüm köpekleri mezarlıkta toplanıp ulumaya başlamış, baykuşların çığlığı yeri göğü inletmişti o gece. Bir gün sonra köpeklerden biri köyün davulcusunun davulunu kaçırmaya yeltenirken yakalanıp davulcunun tokmağının tadına baktı. Yılmadı köpekler, ertesi gün aralarında plan yapıp organize bir şekilde davulu çalıp kaçırmayı başardılar. Davulu alıp ipinden sürükleye sürükleye köyün tepesine, yani mezarlığa doğru koşup gözden kayboldu köpekler. Aynı günün gecesi köy davul sesleriyle inlemeye başladı. Köy ahalisi korkudan kapıyı pencereyi kilitleyip yorganların altına saklandı. Tüm bunlar haftalarca devam etti. Her gece mezarlıktan davul sesleri geliyordu.

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Ölüler her gece parti yapıyordu mezarlıkta! O sessizliğiyle, ezikliğiyle bilinen Kavun Recep, tüm ölüleri mezardan ve yoldan çıkarmıştı. Meğerse Kavun Recep’in içinde ne fırtınalar kopuyormuş, buz dağının altında ne büyük bir kütle varmış da yaşarken kimse farkına varmamış. Recep, köyün köpeklerinden sipariş ettiği davulu köyün rahmetli davulcusu Yakup’a vermiş ve “Hadi coştur milleti Yakup abi” demişti. Yakup, kendine söyleneni yapmakta oldukça mahirdi doğrusu. Davul çalmayı özleyen Yakup, mezarlık ahalisini öyle bir coşturmuştu ki herkes birbirini mezarından zorla oyuna kaldırıyor, “Oturmaya mı geldik, kalk hadi kalk” diye ısrarcı oluyordu. Mezarlık ahalisi gerçek anlamda kurtlarını döküyordu oynadıkça. Yine böyle bir gece partisinde Kavun Recep, eğlencenin dışında duran bir kadını fark etti. Arkadan yaklaştı merhumeye: “Siz de mi partiden sıkıldınız?” diye sordu, sanki kendisi de sıkılmış gibi. Hâlbuki Recep sıkılmamıştı. Kadın dönüp Recep’e baktı. Recep tanımıştı kadını, bir ay önce ölen Kezban’dı bu. Ne de yanıktı Recep bu kadına. Kezban, Recep’e yaklaştı biraz. Recep çirkindi ama o da yeni öldüğü için en azından eti daha çürümemişti. Birbirlerine kur yapmaya başladılar. Recep’in sorusuna cevap verdi Kezban: “Heee çok sıkılıyom.” Recep daha çok aksiyona geçmeyi tüm benliğiyle arzuladı o an. “Tamam o zaman, köye inek mi hep beraber, hem milleti korkutup eğleniriz hem de biraz hareket olur bize.” Kezban seve seve kabul etti: “Heee oluuuur.” Ve Recep, tüm ölüleri toplayıp köye indi. Ölülerden çoğu adım atmaya üşendiği için kendilerini bir top gibi yuvarladılar tepeden köy meydanına. Partiye köy meydanında devam etti köyün merhum ve merhumeleri. Evlerden bok kokusu geliyordu, korkudan tüm köylü şiddetle altına sıçıyordu.


ölmedik!

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

63

Eser: Florian Nicolle

KÜLTÜR SANAT VD.


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

64

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Takeshi Miike ile Yeni Filmi “İlk Aşk” ve Yakuza Sinemasının Sonu Üzerine Röportaj: Joshua Dudley Türkçe Söyleyen: Abdülhalim Karaosmanoğlu


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

Miike & taranTINO Osaka, Japonya

KÜLTÜR SANAT VD.

65


BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

Sinemanın en aşırı, en ele avuca sığmaz, tartışmalı yaratıcılarından Takashi Miike’nin Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterilen son filmi ve doksanıncı yapıtı. İzleyiciyi şaşırtacak ve sarsacak sürprizleri filmlerinden esirgemeyen Miike manga, samuray, korku ve canavar filmlerinden bir kez daha aksiyon-macera-yakuza diyarına geçiş yapıyor. Tek bir gece boyunca Tok-

66

"film çekerek kendini tedavi ediyor o yüzden üretken takashi den korkmayın asıl film yapmayan takashi den korkun." Takashi Miike

yo’da geçen filmde, beyin tümörü teşhisi konulan bahtsız bir boksör, masum bir telekıza âşık olur. Ama kötü adamlar tabii ki peşlerini bırakmaz. Mafya ve kara film öğeleri, şiddet, romantizm ve komik sekanslarla dolu bu amansız “ucuz roman” akıl almaz cinayetler, hayaletler, animasyon bölümlerle çok hareŞU ANDA JAPONYA'DA YAPILAN YAKUZA FILMLERI BIR TÜR FANTAZI HALINE GELDI. YAKUZA, ESKIDEN OLDUĞU GIBI GELENEKSEL ANLAMDA MEVCUT DEĞILDIR VE BIR YAKUZA FILMI YAPMAK DA ÇOK ZORDUR. GÜNÜMÜZ SEYIRCISI DE ARTIK ŞIDDET IÇERIKLI YAKUZA FILMLERI TALEP ETMIYOR.


KÜLTÜR SANAT VD.

ketli, çok eğlenceli ve çok kanlı. Film Ekimi’ndeki gösteriminin ardından, Başka Sinema aracılığı ile gösterim şansı yakalayan filmin yönetmeni Takashi Miike ile Forbes Dergisi’nin yaptığı röportajı sizlerle buluşturuyoruz: Forbes: Şiddeti nasıl bu kadar güzel estetize edebiliyorsunuz?

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

Forbes: Tüm filmleriniz gerçekten bir aşk hikayesiyle mi ilgili? Takashi Miike: Aslında benim niyetim bu, ama berbat bir yönetmen olduğum için ve -bir çok insanın düşündüğü gibi- ruh hastası bir yönetmen olduğum için belki de konuyu doğru ele alamıyorumdur. Bu durumla ilgili ilginç bir anekdot vereyim, bazı filmlerimin galalarında, seyircilerin yarısının salonu terk ettiği olmuştur. Hatta ben karanlıkta oturmuş filmimi seyredip izleyicilerin tepkilerini ölçerken, bazı izleyicilerin yanıma oturup “sen bir ruh hastasısın” dediği de olmuştur. Bence yanlış anlaşılmaya çok müsait bir yönetmenim. Forbes: Ölmek üzere olduğunu düşündüğü için kahramanca eylemler gerçekleştiren ana karakterde biraz kendinizi görüyor musunuz? Takashi Miike: Bir anlamda öyle denebilir çünkü ben de zayıf bir insanım. Kendimi, birçok kez nezaketle karıştırılacak derecede doğal zayıflığa sahip biri olarak görüyorum, ancak nezaket değil zayıflık olduğunu net biçimde biliyorum. Filme dönecek olursak, hayatında çok sınırlı bir zamanı kalan bir karakter var ve bu süreye olabildiğince çok şey sığdırmaya çalışıyorlar.

Takashi Miike: Şu anda Japonya'da yapılan Yakuza filmleri bir tür fantazi haline geldi. Yakuza, eskiden olduğu gibi geleneksel anlamda mevcut değildir ve bir Yakuza filmi yapmak da çok zordur. Günümüz seyircisi de artık şiddet içerikli Yakuza filmleri talep etmiyor. Hayatta kalmak ve ticaret yapmak için suç işleyerek korkunç şeyler yapan karakterler var. Benim bu arka plan ile filmde yapmaya çalıştığım şey, hikayeye tezat olacak biçimde kaosun tam ortasında bir araya gelen iki kişinin hikayesini anlatmaktı. Çünkü tam da bu kaos ve şiddet yüzünden tanışabiliyorlar ve aşk hikayeleri başlayabiliyor. Ve tabii bunlar tepeden tırnağa, biraz aptalca ve biraz komik, ama şiddet içeren bir arka planda gerçekleşiyor. Buna paralel olarak gerçekleşen aşk hikayesi ile yan yana konulması gerekiyordu.

Ardından ise bunun bir hata olduğunun farkına varıp, en baştan başlamak istiyorlar. Bu hem karakterimin hem de benim fethetmek istediğimizi fark ettiğimiz şey. Ölmek üzere olduğumu öğrenseydim, ben de hayatı sonuna kadar yaşamayı isterdim. Öyleyse bunu neden şimdi yapmayayım? Bu aptal aksiyon hikayesi sürüp giderken, karakterimiz duygularını ve arzularını yerine getirmeye çalışıyor. Benim için bu zayıflığı aşmadan tasvir etmek biraz zor. Kişisel zayıflığımın üstesinden gelmek ile film arasında kesinlikle sembolik bir bağ var. Yani evet, kesinlikle bazı paralellikler olduğunu söyleyebilirsiniz. Forbes: Neden zayıf olduğunuzu düşünüyorsunuz? Takashi Miike: Zayıf olduğumu söylerken, kusurlu bir insan oluşumdan ya da belki de ken-

67


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

di ruhumun ya da kalbimin zayıflığından söz ediyorum. Bazen bir sorunla karşılaştığımda, bununla gerçekten yüzleşmek yerine, onunla uğraşmaktan kaçınmak için film yapmak benim için daha kolay. İnsan doğası gereği, zayıflığımdan kaçmaya çalıştığımı ya da bir sorunla karşılaştığımda onunla baş etmek yerine ondan kaçtığımı hissediyorum. Zayıflıktan kastettiğim şey bu. Forbes: İnsanlar hasta olduğunuzu mu düşünüyor? Bu yüzden mi komedi ile şiddeti karıştırıyorsunuz?

68

Takashi Miike: Biz insanlar, bir kaya ile sert bir şey arasına sıkıştığımızda, bu ikisi arzularımız olur, bu iki şey tam da istediğimiz şeydir artık. Bence herkes gerçekten sadece mutlu olmak ve yaşamak istedikleri hayatı yaşamak istiyor. Fakat verdiğim örnekteki tarzda engellere karşı çıkıyorlar ve bazen bu duruma tepki verme şeklimiz çok komik olabiliyor. Bana göre komik ve gülünç. Bu aynı zamanda, ebeveyn olduğumuzda çocuklarımızda gördüğümüz şeydir, insanlar olarak sorunlarla nasıl mücadele ettiğimizdir mesele. Üstelik bu, ülkelere ve kültürlere göre değişkenlik gösteren bir şey de değil. Ulusların ve ülkelerin ötesinde, tüm insanlığın ortak paydası olan ‘değişememe’ özelliğimiz çok çok gülünç.

Bu aynı zamanda çok sevimli bulduğum bir özelliğimiz. Yakuza filmlerindeki karakterler bile, hayatlarını yaşamaya, istediklerini elde etmeye çalışıyorlar. Bana göre tüm bunlar çok gülünç. Forbes: Karakteriniz Julie’nin gerçek gücü doğa, öyle değil mi? Takashi Miike: Kesinlikle öyle. Bu rolde bu kadar başarılı olmasının nedeni; filmde derinden sevdiği, erkek arkadaşının öldürülerek onun elinden alınmasıdır. Bu durum olmasaydı, Julie'nin karakterinin hayatı tamamen farklı bir yola evrilebilirdi. Prestijli bir yaşam tarzına sahip, ciddi görünümlü bir kadın değildi belki, ama her şey daha farklı olurdu. Bütün umudu olan adam ondan tamamen uzaklaştı ve bunun sonucunda filmin sonunda “kötü adam”a dönüştü. Bu karakteri çok seviyorum. Karakteri canlandıran aktris Becky’nin de benzer bir hayat hikayesi var. Çok zorlu bir yolda ilerliyordu ve ben onun bu denli çıldırıp karakterine girebileceğini sanmıyordum. Bir şekilde, filmde hayatıyla paralel olan şeyleri serbest bırakmayı başardı ve böylelikle kendine yeni bir hayat bulmuş oldu. Forbes: Genellikle kötü adamlar kendilerini kötü olarak görmezler, ancak bu filmdeki patron güneşin doğduğunu görür ve “gün ışığında kötüler için zaman

yoktur” der. Yani bu büyük bir kontrast. Takashi Miike: Bunun çok ilginç bir replik olduğunu biliyorsunuz. Senaryoya koydum, çünkü Japonya'da artık var olamayan geleneksel Yakuza tipi rolüne geri dönmek istedim. Gerçek Yakuza, farklı hedeflere ve farklı dönemlere sahip birçok farklı insanı kapsayan bir markadır. Bütün karakterlerin ortak yönlerinden biri, hepsinin sistemden özgürlük istemesiydi. Onlar aynı zamanda Japonya'nın belirli bir bölgesindeki polisle de müttefikler. Hala her zaman aradıkları şeyi, ekonomik istikrarları arıyorlar, sadece ayın sonunu getirmeye çalışıyorlar. Yani bu özel sahnede, bu ifadeyi biraz ironik, biraz da nefretle söylüyor. Aslında söylemeye çalıştığı şey; “Biz Yakuzalar, gün ışığında yürüyemeyiz, çünkü yolumuz karanlıklardan geçiyor” Gerçek bir yakuza, o günlere geri dönebilseydi bunu söylerdi. Gölgelerin içinde onlar için biçilmiş kaftan olan bir alanları vardı. Bu tür yakuza karakterleri artık filmlerde yer almıyor. Filmin sonunda gün batımına doğru ilerlerken, hayatının temelde bittiğini ve bildiği Japon toplumunun, kendi dünyasının artık var olmadığını kavrıyor. Ve bu replik eski yolları, eski estetiği ve şu an tamamen yok olan eski Yakuza değerlerini temsil ediyor.


KÜLTÜR SANAT VD.

BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

the end of the new

69


YENİ BİR BAKIŞ BAKIŞTA YENİLİK

BAŞKA BİR MEKAN MÜMKÜN!

"Sürekli sen konuştun. Buna sohbet denmez." 70

Oscar Wilde, Mutlu Prens


BAHAR DİJİTAL DERGİ 03.

71

Eser: GyoBeom AN

KÜLTÜR SANAT VD.


S .03 | 2020.04 ANKARA

Meşrutiyet Cad. Konur 2 Sok. 26/4 Kızılay [Arka Bahçe] Ankara +90 505 056 57 00 | issuu.com | 09:00 - 02:00


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.