Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 • Sayı 11
SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM DERGİSİ
Gerçeğe Ağıt
olan hiçbir şey gerçek değilse... Dünya göründüğü gibi değildir ya da tam olarak öyledir.
EMEK
duyunuzun da gerçekliğe doğru tepki “ Beş vermediğini düşünüyorsanız ya da etrafta
“
‘Gerçeklik’ algısı üzerine bir felsefi ve psikolojik roman...
gaiadergi.com
MAYIS- HAZİRAN2016 SAYI: 11
Yaşam Oluklarında Birkaç Saat gelecek olabilir, yitip giden her zaman “ Birçok parçası dünyayı başka başka geleceklere hazırlıyor olabilir. Hangisi daha yakın günümüze? Hangisi bir sonraki nesil için hazırlanıyor?
“
Ütopya ve distopyalarla birçok politik konuya dokunan öykülerden oluşan bir eser…
Doğanın ve yaşamın renklerini Gaia Dergi’nin gözünden takip edin! İnternet sayfamızı ziyaret ederek abonelik sayfası üzerinden dergimize abone olabilirsiniz.
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Adem Aykanat, adem@gaiadergi.com Sorumlu Yazı İşleri Gamzegül Kızılcık, gamzegulkizilcik@gaiadergi.com Editör Yeşim Özbirinci, yesim@gaiadergi.com Tasarım Gök Taner
Merhaba, Çocuklar masumdur. Dünyayı tüm renkleri Güneşli bir pazar günü Eskişehir yolunu tuttuk. Anadolu Üniversitesi, Tasarım Kulübü’nün düzenlediği etkinliğin “İnteraktif Yaratıcılık” oturumunda konuştuğumuz konulardan biri de internet yayınlarında dikkat edilmeyen telif durumuydu. Bir kaos haline gelen internette içeriklerin alınıp, kullanılması azımsanmayacak düzeyde. Bu ayın dosya konusunu ise “emek” seçtik. Eğer emekten bahsediyorsak ve internet bu kadar hayatımızın bir parçasıysa bunu da konuşmamız gerekiyor kanımca. Buradaki telif, çoğunlukla parasal bir anlamı ifade etmiyor. İnternet yayıncıları olarak istediğimiz, emeğimizin göz ardı edilmemesi ve paylaşılan internet sitesinin, isimlerimizin belirtilmesidir. Keza bu isimsiz kullanmalar sadece internet yazıları için değil sosyal medya içerikleri için de geçerli ki sosyal medya üzerinden bu, çok daha kolay bir şekilde “sorun” yokmuş gibi paylaşılıyor. Elbette gözden kaçmalar olabilir ama bu konuya daha fazla özen göstermek, bu ufak pürüzleri de ortadan kaldıracaktır. Emeğin her türlüsüne sahip çıkmamız ve saygı duymamız gerektiğini unutmayalım.
Kapak İllüstrasyonu Kadir M. Ersoy, kadirmersoy@hotmail. com Katkıda Bulunanlar Mete Gürkan, Zozan Çetin, Elif Benan Tüfekçi, Kadir M. Ersoy, Olcay Gazabi, Pelin Aydın, Sevcan Karadağ, Vahap Samanlı, Yelda Canbeyli, Özge Yıldırım Bayatlı Teşekkürler Hayvanlara Özgürlük Partisi Reklam ve İletişim partner@gaiadergi.com Basım Yeri Azim Matbaacılık Adres GMK Bulvarı, Neyzen Tevfik Sk. No: 26 D:12 PK: 06540 Maltepe Çankaya ANKARA 0532 577 87 89 ISSN 2149-4940
Dostluklar, Yeşim Özbirinci
Kurumsal Satış Fiyatı: 16.5 TL
12
42 48
16
24 52
34 2 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
12 Hak Talep Edemeyen, İstismara Uğrayan İşçi: Kiralık İşçi 16 Emek Hareketinde Kalem İşçisi Bir Kadın: Yaşar Nezihe 60
24 Global Mecburiyetimiz: Bütünsel Özgürleşim 34 Hayvanlara Özgürlük Partisi ile Söyleşi 42 Bayramın Ötesinde 1 Mayıs
66 70
48 Emeğin Feminizasyonu 52 Sürdürülebilir Bir Dünya 60 Sevgisiz Emek 66 Eril Tarihin Yazmadığı Kadın Besteciler
82
70 Sendikal Hareketin Doğuşu 76 İnsanlar Hayvanların Efendisi Değildir 82 Feminist Mimarlık Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 3
Hayvan
TAPİR Tapir vücudu domuza, kavrama özellikli burnu file benzeyen memelilerden oluşan Tapirus cinsindeki hayvanların ortak adıdır. Dört türü vardır, dördü de nesli tehlike altında ve korunmasız olarak sınıflandırılmıştır. Tapirlerin en yakın akrabaları atlar ve gergedanlardır. Hantal görünüyor olabilirler ancak oldukça hızlı koşarlar. Doğal ortamda düşmanları
yok denecek kadar azdır. Çünkü tapirler hem her hayvanla arkadaş olabilecek kadar dost canlısıdır hem de derileri onları yırtıcılardan koruyacak kadar sağlamdır.
Tapir fosillerinde dünyanın her yerinde rastlanabilir. İlk fosillerine 55 milyon yıl öncesinden Oligosen ve Eosen dönemi kayaçlarda rastlanmıştır.
Nesli tükenmekte olan canlılar arasında bulunma sebepleri, doğal ortamlarının yok edilmesi ve en cani tür olan insan tarafından etleri ve derileri için avlanmasıdır.
Bizden önce buralara gelen bu canlara kıymaya, onları sömürmeye ne zaman son vereceğiz? Fark ettiyseniz, onlar ev sahibi, biz ise misafirleriz.
4 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz Içİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI Işbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com
Yeşil Kitap
EKOLOJİZM
Y
anıltıcı bir zenginlik standartına dayanarak hükme varılırsa, yeşil bir gelecek şimdikinden "daha yoksul" gözükebilir. Fakat gerçekte, daha yüksek bir yaşam standartımız olacaktır; daha nitelikli beslenme, daha sağlıklı bedenler, ödüllendirilen iş, iyi yol arkadaşlığı, daha temiz hava, daha fazla kendine yetebilme, köstek değil destek olan toplumlar ve içinde yaşanılacak daha güvenli bir dünya. Böylece zenginlik ile refah arasındaki fark belirginleşecektir. Yukarıdaki tespiti özgüvenle yapan Andrew Dobson, ekolojiyi, çevrecilikten itinayla ayırarak Ekolojizm'i bir ideoloji olarak ilan ediyor. Dobson, doksanlarda başlayan teorik çalışmalarını, kitabın dördüncü baskısında oldukça olgun bir düzeye taşıyor. Yetinmeyip, reel siyasette Yeşiller'in başkan adayı oluyor ve 2005 senesinde egemen iki partili ülkesinin
tarihinde görülmemiş bir başarı yakalıyor. Dolayısıyla teorisini pratikle birleştirmeyi başarıyor. Bir kitap haz verir mi? Satırları arasında yuvarlanırken önünüze yepyeni bir dünya ve yeni bir insan modeli sunabilir mi? Umut ve güven sağlam bir altyapıyla dantel gibi örülür mü? Ekolojinin en çetrefilli sorunları, sürpriz dolu akıl yürütmelerle böylesine kolay aşılıp anlatılabilir mi? Karmaşık, içinden çıkılması zor, savunanların bile ter dökerek andığı kavramlar ancak bir dâhinin elinden çıkmışçasına sorun olmaktan çıkabilir mi? Dobson, tüm dünyada baskı üstüne baskı basan, yayıncısını, eleştirmenini ve yazarını şaşırtan bir ilgiyle karşılanan, pek çok üniversitede ders kitabı ilan edilen kitabında özgün ve yeni kavramlarla adeta düşünsel bir şölen sunuyor.
6 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
EKOELEŞTİRİ
E
koeleştiri, edebiyat çalışmaları ve çevre söylemiyle tarih, felsefe, psikoloji, sanat tarihi, siyaset bilimi gibi ilgili alanların etkileşim noktalarının izini sürüyor. Kirlilik, Pastoral, Yaban Hayat, Kıyamet, Mesken, Hayvanlar ve Dünya başlıkları altında ekoeleştirel kavramları inceleyerek bu kavramlar etrafında şekillenen "kırsal", "toprak", "ozon deliği" gibi farklı dönemlerde farklı toplumsal çıkarlara hizmet ettiği düşünülen mecazların nasıl üretildikleri ve nasıl dönüşüm geçirdiklerini araştırıyor. İnsanlarla çevre arasındaki ilişkiyi kültürel üretimin tüm alanlarında, Wordsworth ve D. H. Lawrence'dan Thoreau'nun Walden'ına, Heidegger ve Derrida'dan Werner Herzog'un Ayı Adam'ına kadar, nasıl hayal ettiğimizi ve betimlediğimizi inceleyen Garrard, insan/doğa düalizminin toplumsal çıkarımlarından
ekofeminizme, küresel ısınmadan, insanın doğaya uyguladığı şiddete işaret eden Kızılderililere kadar uzanan etkileyici bir çalışma sunuyor. "Muhriplerin şiddetine ve açgözlülüğüne karşı yerli kabile halklarının galip geleceğine dair hiçbir umut olmadığını mı düşünüyorsunuz? Dünyanın öfkesini ve asla durmayacak titremesini unutuyorsunuz. Dünya bir gecede tüm ulusların zenginliğine tekrar el koyacak."
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 7
Haberler
Vegan sporcu Kuntel Joisher Everest Dağı’na tırmanmayı başararak veganların çoğu zorlu şeyi yapamayacağı algısının bir kez daha yıkılmasını sağladı ve bu dağa tırmanan ilk vegan sporcu olarak tarihe geçti.
Bilindiği üzere birçok kanser hastasının tedavi sürecinde saçları dökülmektedir. Hayata dört elle sarılan birçok kanser hastasını, senin saçlarından peruk yapılmasını sağlayarak mutlu etmek ister misin? Eğer saçlarının bir umut kaynağı olabileceğini düşünüyorsan bize ulaş! Ulaşım ve bilgi için sacimsacinolsun@gmail.com e-posta adresine ulaşabilirsiniz.
Dünya’da fenilketonüri hastalığının görülme sıklığı 10 bin 30 bin çocukta 1 iken Türkiye’de 3 bin – 4 bin 500 çocukta 1’dir. Türkiye’de daha çok görülme sebebi ise Türkiye’de yapılan 4 evlilikten birinin akraba evliliği olması, anlayacağınız üzere. Yani Türkiye’deki her 400 kişiden 4’ü fenilketonüri taşıyıcısı. İşte bu farkındalığı yaratmak ve artırmak için 1-7 Haziran arası çeşitli etkinliklerle kutlanıyor, aileleler ve çocuklarla biraraya geliniyor. Siz bu hastalığın farkında mısınız? 8 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun (TGDP) saptamasına göre 20 Mayıs 2016 tarihi itibarıyla Türkiye cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü bulunan 4’ü imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü 36 gazeteci var. Soma Katliamı'nın 2. yıldönümüydü. Soma’da 301, son 14 yılda 17 bin 54 defa katledildik. Emeklerimiz, emekçilerimiz katledildi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Çalışıyorum diye annelikten imtina eden bir kadın aslında kadınlığını inkar ediyor demektir. Anneliği reddeden, evini çevirmekten imtina eden bir kadın iş hayatında ne kadar başarılı olursa olsun eksiktir, yarımdır” dedi.
10 Mayıs Salı günü Ankara Konur sokakta, akşam 19.30 civarlarında Ceren Baran adlı kadın, bir erkek tarafından öldürüldü. İçinde, katliamlara sessiz kalmama zorunluluğu hisseden kadınlar sokağa çıktı, ses çıkardı ve yaşam nöbeti tuttu. Türk tiyatrosunda önemli bir sembol olan, Hasan Efendi’den İsmail Dümbüllü’ye, oradan Münir Özkul’a, sonra da Ferhan Şensoy‘a uzanan kavuk, 12 Mayıs akşamı Ses Tiyatrosu’nda, sanat ve tiyatro camiasından birçok ünlü ismin katılımıyla gerçekleşen bir törenle ünlü tiyatro ve sinema oyuncusu Rasim Öztekin’e devredildi. Nobel Barış Ödülü’ne Türkiye’den “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine
imza attıkları için cezaevine giren, yargılanan Esra Mungan, Meral Camcı, Kıvanç Ersoy, Muzaffer Kaya aday gösterildi.
100 milyonun üzerinde üye hesabına ulaşan PayPal, 6 Haziran 2016 tarihinde sistemin Türkiye ayağını belirsiz bir süre için kapattı.
ABD’nin Ohia eyaletindeki Cincinati hayvan hapishanesinde bir çocuk, gorilin bulunduğu alana düştü ve 17 yaşındaki, hayatını insanların keyiflenebilmesi için parmaklıklar ardında geçiren goril Harambe, düşen çocuğa zarar vereceği gerekçesi ile hayvanat bahçesi yetkililerince vuruldu.
Microsoft'un Florence projesi ile artık bitkilerinizle konuşabileceksiniz. Florence projesi, bitkinizi kapsüle koyduğunuzda ve sensör donanımlı bu kapsülü de bilgisayara bağladığınızda mesajlar göndermenizi sağlıyor. Mesajınızı gönderdikten sonra bilgisayar, sensör ile bitkinin yaprakları ve kökleri vasıtasıyla mesajı alıp okuması yeteneğine sahip oluyor. Bilgisayara yazdığınız duygular Mors kodu gibi yanıp sönen bir seri ile iletiliyor. Tabii ki hepsi bu değil, mesajlarınız da bitkiniz tarafından cevaplandırılıyor.
Paypal, alıcılara ve işletmelere sadece bir e-posta aracılığı ile para gönderme ve alma imkânı sunan bir ödeme sistemi. Online ödemelerin en kolay ve en güvenilir yollarından biri olduğu için 190 ülkede
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 9
DERGiYi NEREDE BULURUM?
gaiadergi.com
Ankara
Dost Kitabevi Turhan Kitabevi İmge Kitabevi Cafe Creme Tayfa Kitabevi
İstanbul
Mephisto Kadıköy Caferağa Mephisto Beyoğlu Pandora Kitabevi Robinson Crusoe 389 Kitabevi Tomtom
İzmir
Kitapsan Şubeleri
Mersin
Kitapsan Şubeleri
Elif Benan Tüfekçi | elifbenantufekci@gmail.com | @benantufekci
HAK TALEP EDEMEYEN, İSTİSMARA UĞRAYAN İŞÇİ: KİRALIK İŞÇİ
“Kiralık İşçi” kavramı, son günlerde sıkça tartışılıyor. Belli basın organlarında konuyla ilgili haberler yer alırken, bir taraftan da sendikalardan itiraz sesleri yükseliyor. Peki, hazırlanan tasarının açmazları nelerdir? İşçiler, neyi kabullenmek zorunda bırakılmıştır?
Bu tasarı, 8 Şubat 2016 tarihinde TBMM’ye sunuldu. Ve tasarıya göre, işverenlerin ucuz ve güvencesiz işçi çalıştırmalarının önü açıldı. Buna aracı olacak kurum ise Özel İstihdam Büroları (ÖİB) oldu. Aslında “İşçi çalıştırmaya aracılık”, Yargıtay tarafından
12 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
yasadışı bulunmuştu. Fakat hazırlanan tasarı yasalaştığında, kiralık işçi kavramı ve getirdiği bütün açmazlar yasallaşacak. Tasarıda “güvenceli esneklik” kavramı geçmektedir. Bu tam anlamıyla bir aldatmacadır. Çünkü bir işçi için güvenceli çalışmak;
ücretinin iyileştirilmesi, iş koşulları nedeniyle sağlığının bozulmaması, sosyal güvenlik haklarına sahip olması ve örgütlenme hakkının elinden alınmamasıdır. Kiralık işçi olarak çalışan biri ise tüm bu haklarını göz ardı etmek ve işverenin sunduğu ortamı koşulsuzca kabullenmek zorundadır. Bu tasarıya göre, işçilerin ücretlerini ödemeden sorumlu kurum, Özel İstihdam Büroları oluyor. Fakat bu sürekli bir ödeme değil elbette. İşçiler, bir işveren tarafından kiralanmadıkları sürece, herhangi bir ödeme yapılmıyor. Miktarın, asgari ücretin altında olmayacağı belirtiliyor. Peki, daha üstünde bir ödeme yapılması mümkün mü? Elbette, hayır! İş bulmak için, Özel İstihdam Bürosu’nun insafına kalan bir işçi, koşulları zorlamadan, verilen maaşa razı olacaktır. Gerçeklik
tam olarak budur. İşçiler, pazarlık yapamayacaklardır. Bir taraftan da kurumla iyi ilişkiler geliştirmesi gerekmektedir. Bu nedenle de verilen ücrete razı olacaktır. Peki, söz konusu olan sadece maaş mıdır? Daha prim, ikramiye vb. ödemeler de mevcuttur. Tasarıya göre bu ücretlerde, kiralık işçiyle aynı kıdeme sahip olan emsal işçi göz önünde bulundurularak, Özel İstihdam Büroları tarafından ödenecektir. Bu durum güvenceli midir? İlk problem, işverenin sorumluluk altına girmemesidir. Ödemelerden, ÖİB sorumludur. Peki kiralık işçi, Özel İstihdam Bürosu’ndan parasını alamazsa ne olacaktır? Çünkü ödeme almadığı takdirde, kesinlikle işverenle muhattap olamayacaktır. Bunun yanı sıra işveren, ücreti ödediğini söyleyebilir. ÖİB’nin ücreti ödememe durumunda alacağı ceza,
büronun yetkisinin iptal edilmesidir. Bu yetki ortadan kalktığında ise işçi ancak dava açma yoluyla hakkını arayabilir. Peki bu mümkün müdür? Teorik olarak, evet! Peki ya, asgari ücretle çalışan bir işçinin, geçinmenin bu kadar sıkıntılı olduğu bir ülkede, işverenini dava etmesi ne kadar mümkündür? Birkaç örnek görülse bile, bu genele yayılmayacaktır. Kiralık işçi dava açtığı takdirde, bir daha iş alamama riskini göz ardı edemez. Bu tablodan çıkan durum, işçilerin ücretinin ödenmesi bir anlamda insafa bırakılmıştır. Bunun suistimal edilmeyeceğinin garantisi yoktur. Aynı sıkıntı prim konusunda da karşımıza çıkmaktadır. Diyelim ki işçinin sigorta primleri yatırılmadı, eksik yatırıldı veya çalıştığı günlerin sayısı eksik bildirildi. Bu durumdan, hiçbir biçimde Özel İstihdam Büroları sorumlu tutulmamaktadır.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 13
Peki, böyle bir hak yeme ile karşılan kiralık işçi, ne yapacaktır? Hazırlanan tasarıda, kıdem tazminatı da göz ardı edilmiştir. Kiralık İşçi olarak çalışan birinin, kıdem tazminatının nasıl hesaplanacağıyla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Mesela bu işçinin, kiralık olarak çalıştığı süreler mi hesaplanacaktır? Yoksa, Özel İstihdam Bürosu ile anlaşma yaptığı tarih mi esas alınacaktır? Diğer bir belirsizlik ise işten çıkarılma durumundadır. Diyelim ki işveren, kiralık işçiyi haklı bir nedenden işten çıkardı. Bu durumda kiralık işçi, işveren tarafından mı işten çıkarılmış sayılacaktır? Yoksa Özel İstihdam Bürosu tarafından da mı işten çıkarılacaktır? Hazırlanan tasarıda belirsizlikler ne yazık ki çok fazla! Bir diğeri de, yıllık izin konusu. Kiralık işçiler kategorisi içerisinde, mevsimlik işçiler var. Bu grup, 4857 sayılı yasanın 53. Maddesine göre ücretli yıllık izin alamazlar. Peki, bu maddenin dışında kalan kiralık işçiler, ücretli yıllık izin alabilecek midir? Yıllık izin alsa da, bu nasıl bir esasa göre belirlenecektir?
Farklı işlerde çalıştığı süre, 1 yılı doldurunca mı izine çıkacaktır? Yoksa ÖİB ile sözleşmesinin başladığı tarihten sonraki ilk yılda bu hakkı elde edecek midir? Kiralık işçilerin en doğal haklarından biri de, emeklilik hakkıdır? Bu tasarıya göre kiralık işiçiler, 7200 gün primleri ödendiği ve belli bir yaşı doldurduğunda emekli olabilecektir. Peki bu mantıklı bir uygulama mıdır? Kiralık işçinin, yılın yarısını
çalışıyor halde geçirdiğini düşünelim. Bu durumda, 7200 günü tamamlaması için neredeyse 40 yıllık bir süre gerekmektedir. İnsan ömrünün ortalamasını düşünürsek, 7200 gününü doldurmadan ömrünü sonlandıracak işçiler olabilir. Kiralık işçilerin bir diğer problemi ise işyerinin belirsiz olmasıdır. Yani şehrin, hatta ülkenin herhangi bir yerine çalışmaya gidebilir. Bu durum, belli bir yerde
14 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
süreklilik sağlanmasını mümkün kılmamaktadır. Bu gezici halin, pek çok olumsuz etkisi vardır. Ailesi olan bir kiralık işçi, sürekli bir düzeni nasıl sağlayacaktır. Onunla gezen ailesinin diğer üyeleri, rahatça iş bulabilecek ve eğitim hakkından gerektiği gibi faydalanabilecek midir? Aileden ayrı bir yaşam ise başka sorunları beraberinde getirir. Ayrıca sürekli yer değişimi, belli bir asosyallik de getirebilir. Peki, kiralık işçi meslek hastalığına yakalandığında ne olacak? Normalde meslek hastalıklardan ve kazalardan korunmak için işverenin önlem alması gerekmektedir. Fakat kiralık işçinin tek bir iş vereni yoktur. Yakalandığı rahatsızlık, hangi işyeri koşulu sebebiyle meydana geldi bilinmemektedir. Bu durumda ise işçilerin, meslek hastalığına yakalanma sebebiyle haklarını araması imkansız gözükmektedir. Pek çok hakkı elinden alınan ya da belirsizlik altında bırakılan kiralık işçi, sendika konusunda da hak ettiğini alamıyor. Çünkü kiralık işçinin, Toplu İş Sözleşmesi tarafı işveren işçisi olması gerekmektedir. Hali hazırdaki yasal düzenleme budur.
Özel İstahdam Bürosu üzerinden, sendika üyesi bir işçi olarak ücretini belirlemesi ise yasaya göre olanaklı değildir. Kısacası kiralık işçinin, sendika üyesi olması olanaksızdır.
Yani bu en doğal hak, çalışanın elinden alınmıştır. Herhangi bir şekilde Toplu İş Sözleşmesi’nden faydalanamaz ve elbette greve gidemez.
üzere, saymadığım pek çok muğlaklığı ve haksızlığı olan bu tasarı, zaten sömürülen işçileri tamamen istismar edecektir.
Ana başlıklar bunlar olmak
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 15
Zozan Çetin | zozancetin@hotmail.com | @zozanncetin
EMEK HAREKETİNDE KALEM İŞÇİSİ BİR KADIN: YAŞAR NEZİHE “Ey işçi Bugün hür yaşamak hakkı seninken Patronlar o hakkı, senin almışlar elinden. Sa'yınla edersin de "tufeyli"leri zengin Kalbinde niçin yok ona karşı, yine bir kin? Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd; Lakin seni fakr etmede günden güne berbâd. Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden. Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden, Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün. Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün. Ey işçi Mayıs birde bu birleşme gününde Bişüphe, bugün kalmadı bir mani önünde. Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz; Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz. Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin, Ta'zim ile hürmetle sana başlar eğilsin, Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi, Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi. Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say. Bir gün bırakınca işi halk şaşkına döndü, Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü. Sayende saadetlere mazhar beşeriyet; Sen olmasan etmezdi teali medeniyet. Boynundan esaret bağını parçala, kes, at! Kuvvetedir hak. Hakkını haksızlara anlat.”
16 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 17
Diyor dizelerinde, Türkiye’ye ilk 1 Mayıs şiirini armağan eden şair Yaşar Nezihe. Bu coğrafyada kadın olmanın zorluğunu çocukluğundan itibaren yaşamaya başlayan Nezihe Bükülmez, mücadelesini, ayakta kalışını simgelesin diye Bükülmez soyadını seçti. Hayatı zorluklarla geçerken “hakkını haksızlara anlat” diye seslendiği işçiler ile birlikte mücadele etti. Malumat dergide aşk şiirleriyle başlayan yazın hayatı, Aydınlık’ta işçi hareketini işlediği şiirlerle devam etti.
Yaşar Nezihe Bükülmez, 1880 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Beş çocuklu ailesinin üçüncü ve yaşayan
tek çocuğuydu. Küçük yaşta ölen kardeşlerinin akıbetine uğramasın diye kendisine Yaşar Zeliha adı verilmişti. Babasının isteği ile evlendirildiği ilk eşi, şairin bu ismini beğenmeyecek
ve Yaşar Zeliha’yı, Yaşar Nezihe’ye çevirecekti daha sonra. Erkeklerin kadınların isimlerine kadar tüm yaşam alanlarında karar verici oldukları bu dönemde Yaşar Nezihe, evliliği öncesinden de zorlu bir hayat yaşadı. Annesi o henüz altı yaşındayken vefat etti ve babasıyla baskı dolu, yoksulluk içinde geçen bir yaşamı oldu. Şiirlerinden de anlaşılacağı üzere annesinin yokluğu onda kapanmayacak bir yara açmıştı. Yaşar Nezihe’nin karşılaştığı ilk sorun ise eğitim arzusuyla ilgiliydi. Kimsenin onu götürmemesi üzerine tek başına gidip okula kaydoldu. Okul masraflarını, evlerinin yakınında bulunan dere kenarından topladığı papatya, ısırgan otu, deve dikeni, ebegümeci tohumlarını aktarlara satarak kazandığı parayla karşıladı. Bu bir yıl süren eğitimi babası öğrenince şiddet gördü ve evden kovuldu. Komşularının yardımı sayesinde sokakta kalmaktan kurtuldu fakat okulu bırakmak zorunda kaldı. Bu sırada öğrendiklerini unutmamak için sürekli ders çalıştı, okumalar yaptı. Babası içinde bulunduğu fakirliğe çözüm arıyordu, çareyi kızını evlendirip yüklü bir para elde etmekte buldu.
18 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Böylece ilk evliliği, babasının zoruyla kendisinden yirmi yedi yaş büyük biriyle oldu. Bu kısa süreli evlilikte Atıf Zahir, Yaşar Nezihe’yi çocukları olmadığı için boşadı. Oysa daha önceki evliliklerinden de çocuğu olmamıştı. Ama yetki ve güç erkekteydi, suç hep kadındaydı. İkinci evliliğini bir mühendis olan Mehmet Fevzi ile yaptı. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Evi ya da çocuklarıyla ilgili hiçbir sorumluluk almayan Mehmet Fevzi, tüm ilgisizliği ile Yaşar Nezihe ve çocukları yüz üstü bırakıp evi terk etti. Yoksul ve mücadele içinde geçen hayatına, çocuklar da eklendi, daha ağır koşullarla karşı karşıya kaldı. Terk edilen, iki çocuğunu yoksulluktan yitiren Yaşar Nezihe, kederli yaşamını şiirlerine işledi. Bu arada yıllar önce nişanlandığı fakat babasının izin vermeyişi yüzünden ayrılmak zorunda kaldığı Yusuf Niyazi ile karşılaştı. İkisinin arasındaki samimiyet artınca yeniden evlenme kararı aldılar. Fakat ataerkil sistemin erkeğe verdiği rahatlık, burada da şairin karşısına çıktı. Gazeteci, öykücü, tahrirat kâtibi olması nedeniyle hatırı sayılı bir isim olan Yusuf Niyazi, çok eşli biriydi. Cide’ye gittiklerinde evde iki kadınla karşılaşan Yaşar Nezihe, hemen orayı terk
yazarak değil, el işleri yaparak da para kazandı. Çektiği yoksulluğu, babasının ölümüyle aylık olarak aldığı paranın yetmediğini, savaşın yarattığı yıkımı protesto etmek için gazeteye mektup yazdı. Şiirlerinde de içinde bulunduğu bu duruma sık sık değendi. Bu arada ikinci şiir kitabı Feryadlarım, 1924 yılında yayınlandı. Bundan sonra hep gazete ve dergilere yazdı. edip İstanbul’a döndü ve mahkemeye başvurarak boşandı. Bu çalkantılı yaşamında kalemi elinden bırakmadı, acılarıyla bu şekilde mücadele etti. Komşularının cephedeki erkeklerine mektup yazarak kazandığı parayla geçinmeye çalışırken şiirleri de birçok dergide yayınlanıyordu. Ayrıca Nezihe Muhittin gibi kadın hareketinin pek çok öncü ismi, şiirleri duyulsun diye ona yardım ediyordu. Babasının da ölümü üzerine yalnız kalan şair, bu ölüm nedeniyle devletten aldığı parayla geçim sıkıntısını biraz hafifletmeye çalıştı. Bu süreçte şiiri de daha güçlü bir hâl aldı. 1915 yılında ilk şiir kitabı Bir Deste Menekşe çıktı. Savaş yıllarının etkisiyle maddi sıkıntılar çekmeye devam etti. Sadece mektup
Yoksul yaşamı, şahit oldukları onu emek hareketine iyice yaklaştırdı. Savaş dönemi halkın yaşadıklarını şiirlerine taşırken daha sonra işçileri de yazdı, patronlara seslendi. Sadece seslenmekle kalmadı, dönemin önemli işçi derneği Amele Cemiyeti’ne üye oldu, grevlere katıldı. İşçilerin yanında, grevlerde aktif bir şekilde yer aldı. Kalemi, işçi haklarını savunma noktasında oldukça sivriydi. Aydınlık dergisinde yayınlanan 1 Mayıs şiiri nedeniyle 38 kişiyle birlikte yargılandı. Yaşar Nezihe, soyadı kanunuyla birlikte onca vurgunun ardından yıkılmayışını simgelemesi için Bükülmez soyadını aldı. Sahiden de asla bükülmemiş, vazgeçmemişti.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 19
Şiirlerinde bazen bir erkekten çektiklerini; “Elinle kırdın, ayağınla çiğnedin encâm O saf emellerimi, aşkımı, muhabbetimi Düşüp de pâyine günlerce ettim istirhâm Mübeddel-i elem ettin bütün meserretimi Gülmelerinle kan ağlar bu kalb-i pür-âlâm” Bazen yoksulluğunu; “Bu aciz iğne elimde önümde bir gergef Belâya mihnete, âlâma gönlüm oldu hedef Kuru bir ekmek için muttasıl seyrederim Belâ-yı kahr-ı maîşetle kahrolur giderim” Bazen ümitsizliğini, acısını; “Zevk almadım hayâtın baharından yazından Kara bahtım utansın saçımın beyazından”
Bazen de halkın yaşadıklarını, savaş yıllarının yaptıklarını, işçileri anlattı. Yaşadığı onca acı nedeniyle
iki kere intihara kalkıştı. Fakat sonra yaşamayı, mücadeleyi tercih etti. İlk şiirlerini takma adla yazan
Yaşar Nezihe, ardında sayısız dize bırakıp 1971 yılında yaşamını yitirdi.
Kaynak: Hüseyin Aykol, Aykırı Kadınlar-Osmanlıdan Günümüze Devrimci Kadın Portreleri, İmge Kitabevi Yayınları, 2012 İlknur Tatar Kırılmış, Şair Bir Halk Kızı Yaşar Nezihe Bükülmez, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı:1/4, 2012 Türk Kadın Yolu Dergisi, S. 21, 1926 Resimler: Resim 1 yaşar nezihe 1 adlı foto kaynağı: Kadınlar Dünyası Dergisi, 124. Sayı Yasar-Nezihe-Zehra-Toskanin-dia-arsivi: buna alt yazı olarak şunu ekleyebiliriz: Türk basınında peçesiz ilk fotoğrafı yayınlanan fotoğrafın sahibi Nezihe Bükülmez. Aydınlık Dergisi: kaynak: http://www.oguztopoglu.com/ -alt yazı Yaşar Nezihe’nin de yazarlık yaptığı Aydınlık Derginin 1 Mayıs için hazırladığı kapak Yaşar Nezihe adlı fotoğraf: kaynak: Türk Kadın Yolu Dergisi 21. Sayı altta Yaşar Nezihe’nin İstanbul’un ücra bir köşesinde yaşadığı, el işi ile geçimini sağladığına dair küçük bir bilgi yazısı yer almaktadır Kadınlar Dünyası: alt yazı için: Yaşar Nezihe’nin şiirlerinin sıkça yayınlandığı Kadınlar Dünyası’nın 1918 tarihli kapağı Türk Kadın Yolu: Yaşar Nezihe’nin şiirlerinin yer aldığı ve yakın arkadaşı olan Nezihe Muhittin’nin yetkili olduğu Türk Kadın Yolu Dergisinin 1926 tarihli kapağı
20 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 21
22 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
27. Ankara Film Festivali 29 Nisan- 8 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirildi. Ankara Uluslararası Film Festivali, ilk kez 1988 yılında Ankara Film Şenliği adıyla gerçekleştirildi. 1320 Mart tarihleri arasında gerçekleştirilen şenlikte 10’a yakın ülkeden 40 dolayında yapıt ve 30 yerli yapım izleyici ile buluştu. O güne kadar Ankara’da Sinema ile ilgili bu büyüklükte bir organizasyon düzenlenmemişti. 27. Ankara Film Festivali bu sene 29 Nisan- 8 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirildi. Organizatör ekip bu senenin temasını ise şu şekilde açıkladı:
“Festivalin temasını Bakış ve Ses olarak belirledik. Filmde bakışın düzenlenmiş olması, bu düzenlemenin politik ve ideolojik bir sorun olarak tartışmalara yol açması çıkış noktamız oldu. Filmler, bakış üzerine geliştirilen tartışmaları duymazlıktan gelerek seçtikleri etkin-edilgin, dolaylı-dolaysız, taraflı ya da tarafsız bakış açılarını sürdürürler. Bakış bir güç ve egemenlik gösterisine dönüşürken sesi de yanına alarak daha da güçlenir. Kimi kez işitsel dünya, görünen bakıştan daha geniş olabilir. Bakışın da yer aldığı çerçevenin dışından izleyiciye seslenerek filmin
anlam yaratma işlevini üstlenir. Bu nedenle bu yıl Ankara Uluslararası Film Festivali izleyicisinin bakışını, filmsel bakış ve sese yönlendirmeyi seçtik.” Festival kapsamında düzenlenen yarışmalarda ise en iyiler şu şekilde belirlendi: Ulusal Uzun Film Yarışmasının galibi “Ana Yurdu” olurken, Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü’nü “Toz Bezi” kazandı. Ulusal Belgesel Film Yarışmasının birincisi “Kayıp Vatan”, Ulusal Kısa Film Yarışmasının birincisi ise “Salı” oldu. SİYAD Ödülü de “Ana Yurdu”na gitti.
Ulusal Kısa ve Belgesel Kazananları Mihriban Sezen, Nazım Alpman, Şükrü Küçükşahin ve Veton Nurkolları’ndan oluşan Ulusal Belgesel Film Yarışması Seçiciler Kurulu’nun 16 yapımı değerlendirmesi sonucu bu kategorinin kazananları şöyle oldu: * En İyi Film: Kayıp Vatan (Aydın Kapancık) * İkincilik Ödülü: Daha Güzel Bir Hayat (Pınar Okan) * Üçüncülük Ödülü: Uzak (Vahap Sarıaltın) * Seçiciler Kurulu Özel Ödülü: Kameralı Çocuk (İbrahim Yeşilbaş) Ayris Alptekin, Mario Rizzi, Nagehan Uskan, Nesimi Yetik ve Sermet Yeşil’den oluşan Ulusal Kısa Film Yarışması Seçiciler Kurulu’nun 30 film arasından yaptığı seçim sonucu şöyle oldu: * En İyi Film: Salı (Ziya Demirel) * İkincilik Ödülü: Yoğurt (Tahsin Özmen) * Üçüncülük Ödülü: The Teacup (Elif Boyacıoğlu) * Seçiciler Kurulu Özel Ödülü: Büst (Hakan Hücum) 45 ülkeden toplam 213 filmi sinemaseverlerle buluşturan 27. Ankara Uluslararası Film Festivali, 8 Mayıs Pazar akşamı Akün Sahnesi’nde düzenlenen ödül ve kapanış töreni ile sinemaseverlere veda etti.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 23
Gamzegül Kızılcık | gamzegulkizilcik@gaiadergi.com | @gmzglkzlck
GLOBAL MECBURİYETİMİZ:
BÜTÜNSEL ÖZGÜRLEŞİM
Devrim. Dillere pelesenk, kalplere özlem. Yaşlıların umudu, gençlerin umutsuzluğu, çocuklara öğretilmeyen, büyüyünce sonradan öğrenilen, televizyonda asla gösterilmeyen, seçilen bazı kitaplarda yer edinen... Çok kişi ve fikir var devrimi benimseyen. Bölünmüşler toplanıp koşsalar sistemin yürütücü kurumlarına, hani o klişe gibi, Çinliler aynı anda zıplasalar Dünya'nın yörüngesini değiştirirler gibi, devrim çoktan olurdu. Üstelik Çinlilerin zıplamasında çok daha mantıklıydı. Ama birleşemediler, bir olup koşamadılar. Devrimi yıllardır bekliyoruz, özlemle. 24 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
B
azıları devrimi işçilerin yapacağını, yapması gerektiğini hatta devrimi sadece işçilerin yapabileceğini söyler. Sorumluluk işçilerindir artık. Hem de işçi olduğunu bilmeyen, kendine yediremeyen, “Yok ya ben memurum, hayır canım ben özel sektördeyim işçi başka bişi” zihniyetinin çoğunluklu olarak yaşadığı bir toplumda. İşçi olmanın ayıp, utanılacak bir şey olduğuna inanılan bir toplumda. İşçilerin sadece öldüğü, iç cinayetlerine özne olduğu bir toplumda. Kravat takınca, kalem etek giyince işçi olunmadığı sanılan bir coğrafyada. Ah bu insanlar, ah bu insanlar... Onlarca yıl dirsek çürütüp fikirler geliştiren, arkasından milyonları sürükleyen, fikrini benimsediğimiz yüzlerce devrimci, düşünür, sosyolog yanlış şeye mi inandı yani? Pek tabii hayır. Bugüne gelmemizde her bir adımımız için bir basamak olan, bizleri öncü düşünceleriyle hep yukarı taşıyan, bizlere kokuşmuş gelenekleri eleştirmeyi öğreten, yeni bir bakış açısı kazanmamızı sağlayan o saygıdeğer devrimci, direnişçi ve düşünürleri saygıyla selamlıyorum. Anıları ve anlattıklarının ışığında çok şeyi gördüğümüzün farkındayım. Benim meselem yapışıp kalanlarla, bir şey duyup inanan ama asla anlamaya çalışmayanlarla ilgili daha ziyade. Troçki, “Sürekli devrim teorisine göre devrimi işçi sınıfı yapmalıdır” dedi diye, elimizi kolumuzu hayattan
ve mücadeleden çekip işçilerin devrim yapmasını mı bekleyelim? Üstelik daha kimin işçi olduğu bile belli değilken? Evet, daha kimin işçi olduğu belli değilken. Bu zaten devrime ne kadar da uzak olduğumuzu gösteriyor.
“Böyle solcu mu olur?” Evet, ne yazık ki, sol sadece sağ fikirliler ve baskın iktidarların hep sağa yakın olmasından dolayı kötü durumda değil. Sol daha ziyade, kendi içinde yaşadığı sorunlardan dolayı kötü durumda.
Devrimin içi o kadar büyük olmalı ki, içine her şeyi sığdırmalıyız. İnsan, hayvan, doğa kurtuluşunu aynı anda ve eş büyüklükte. Ama sığdıramıyoruz. Kokuşmuş devrimcilerimiz var bizim. Öyle örgütler var ki, dillere destan mücadeleleri. Gel gör ki işin içi öyle değil. Homofobikler. Hastalık görüyorlar eşcinselliği, biseksüelliği... Hasta diyorlar, yok canım diyeceksiniz ama maalesef var canım, yolda görüp dövüyorlar eşcinselleri. Neden? Çünkü onların devrim inancına göre böyle olmalı... Ve bu bazı örgütlerin basmakalıp saçmalıklarından daha büyük bir sorunumuz var, nur topu gibi. Öyle bir kalıplaşmış ki fikirlerimiz, milliyetçi veya muhafazakârlar yapınca şaşırmadığımız bu davranışları gayet solda duran, oldukça eski ve çokça devrimci görünüşlü “yoldaşların” homofobik tutumunu eleştiremez olmuşuz. Eleştiremiyoruz.
LGBTi mücadelesine omuz vermeyen hatta bir de çelme takan, seks işçisine devletten bile acayip tavır alan bu örgütler sizce devrimci midir? Devrim nedir? Sadece işçi midir? Sadece ve basit olarak bir halk mücadelesinin “kötü” iktidarı yıkıp yerine kendi geçmesi midir?
Bir başka örnek yine soldan. Ah o bazı solcular. Kimin kiminle ilişki kuracağına karışan, eş durumundan örgütlü olan, eş değiştirdikçe örgüt değiştiren, seks işçisini işçiden saymayan, hatta haddini aşıp yaşam tarzına müdahale eden, o bazı solcular. Hadi ordan dediğinizi duyar gibiyim.
Şimdi başa sarıyoruz ve hep bir ağzıdan yüksek sesle söylüyoruz: Devrimcilik bir karakterdir. Devrim bir yaşam biçimidir. Devrim ayrım gözetmez, devrim eşitlikçidir. Üstteki iki paragraftan sonra bunlar ne kadar da anlamsız kaldı öyle değil mi? Yine de bazı saçmalık temalı örgütlülük biçimlerini kenarda bırakıp gerçekten mücadele edip bir ömrünü devrime adayan, bir ömür devrimi bekleyen ve her şeye rağmen direnen insanlara yönelmeliyiz. Yanlışı eleştirmeli fakat orada takılıp kalmamalıyız, doğrunun üstüne gitmeli, en çok doğruyu konuşmalı, en çok doğruya koşmalıyız. Uzun uzun tartışmamız gereken o devrimci ahlak, artık kadınların kaçta nerede olacağı, nerde ne içebileceği veya insanların bireysel özgürlükleri ile ilgili değil veganizm ile ilgili olmalı. Hyvan özgürlüğü ile insan özgürlüğü
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 25
arasında bir tahakküm ilişkisi kurmak yerine artık aynı anda özgürleşmek zorunluluğumuzu kavramalı ve kendi özgürlüğümüz uğruna sömürmekten vazgeçmeliyiz. “Önce ben bir özgürleşeceğim sevgili hayvan, o ara seni sömüreceğim, ama hayallerim gerçekleşince seni de kendi istediğim ölçülerde özgürleştireceğim. Ama arada yine yiyeceğim, kedi ve köpekler çok özgür olacaklar ama danalar, koyunlar ben istediğim zaman...” Veganlığı tartışmamız gerekiyor. Vejetaryenliği ilk ve büyük bir adım olarak görüp, uygulayanları tebrik, uygulamyı planlayanları teşvik etmemiz gerekiyor.
Bazı veganlar da bahsi geçen bazı solcular gibi, zaten azınlık olan direnişi apı sapık sözlerle iyice azaltmakta olsa da onları görmezden gelmemiz gerekiyor.
Herkes bir başka özgürlüğü kısıtladığı vakit, cımbızlanan özgürlük arayışları gerçek hayatta karşılık bulamıyor adına devrim dediğimiz manada.
Bunu anlamak zor olmamalı. Gezegeni insanlar kurmadı, hayvanlar insanlara fayda için yaşamıyorlar ve doğanın kaynakları o eski kitaplarda yazdığı gibi sınırsız falan değil. Aynı gezegeni paylaştığımız ve bizden bir korumaya muhtaç olmayan tam aksine bizim sadece müdahale etmememize ihtiyaç duyan hayvanlar.
Eğer gerçek bir devrim istiyorsak, bir kurbağa bir çiçekten, bir insan bir ağaçtan, bir kadın bir eşcinselden veya bir erkek herhangibir şeyden daha kıymetli veya kıymetsiz olmayacak şekilde bir düşünce benimsemek zorundayız. Ne dersiniz, yıllardır beklenen devrimin şartlarını oluşturamamış olabilir miyiz?
Karşı çıktığımız, her slogana kafiye yarattığımız o kapitalizmin temel sürdürücüsü sizce nedir? Özgürlükleri kısıtlamaktır.
26 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Hayvan sömürüsünden başlayalım. Bu ülkede hayvan sömürüsünü sadece kapitalistler mi yapıyor?
Yoo, ne yazık ki öyle değil. Hayvanları sömüren gayet açık bir biçimde hepimiziz. Türkiye'de veganlık uzak olmayan geçmişte vme kazandı ancak hâlâ sadece kapitalist olmayan çevrelerce alay konusu edilebiliyor. “E canım bitkilerin de canı var yazık değil mi?” Bu zihniyetle mücadele etmek zorundayız, aynı işçi sınıfını sömüren o “zenginlerl” mücadele ettiğimiz gibi. Hayvan özgürlüğü tabağımızdan başlayıp, kıyafetlerimize, gezdiğimiz yerlere, mesela hayvanat bahçesi adı ile sevimlileştirilmeye çalışılan hayvan hapishanelerine, ayakkabılarımıza, makyaj malzemelerimize, kişisel bakım ürünlerimize ve hayatımızın her alanına bulaşmış bir sömürüye karşı çıkmak için verilen mücadeledir. Bunların hepsini aynı anda reddedip sömürüsü bir hayat yaşamak hemen mümkün olmayabilir. Ancak adım adım
ilerleyenlere saygı göstermeli ve düşünerek doğruyu bulmaya çalışmalıyız. Hani bizi hayvanlardan ayıran en
büyük özellik düşünmekti? Haydi biraz düşünelim. Kadın mücadelesi, özellikle Türkiye'de geleneksel ve bozuk altyapı nedeniyle bir türlü saadet elde edememiş bir özgürlük. Çünkü eksiklikleri var. Bu eksiklikler tabii kadınlardan önce erkeklerin zihniyetinde çıkış noktası buluyor. Ancak erkeklerden bir beklenti içine
girip yıllarca bekleyerek değil de kendimizde birtakım değişiklikler yaparak da bu mücadeleye katkı verebilir devrimin birkaç değişkeninden ikisini birleştirerek mücadeleye omuz verebiliriz. Mesela kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüze karşıyız değil mi? Peki kadının insan olanı tacizi haketmiyor, ama hayvan olanı hakediyor mu? İneklerden çalınan sütler, suni dölleme adı altında tecavüz edilen inekler hakkında ne düşünüyorsunuz? Geleneklerimiz ve yetiştirilme tarzımız göz önüne alındığında bunları düşünmemiş olmak yalnız bizim suçumuz olmuyor. Ancak artık ellerimizde akıllı telefonlar, tabletler, bilgisayarlar var. Yani acaba bu sütü inek gerçekten mutlu mutlu mu veriyor sırf benim içmem için, diye düşünüp araştırmamızın önünde hiçbir engel yok. O mezbahalarda yaşananlar, artık islami kesim yalanının saklayamayacağı boyuttalar.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 27
Devreye hemen empati giriyor: Seni, çocuğunu veya bir sevdiğini 3 yaşında mı öldürseler iyi olur, 13 yaşında mı, 33 yaşında mı? Peki boynunu keserek öldürseler mi daha iyi, döverek mi, derisini yüzerek mi yoksa canlı canlı kaynar suya atarak mı? Hepsinin cevabu aynı! Feminizmle hayvan özgürlüğü kolkola girmeli. Girdi bile zaten, ama hâlâ, “onlar bizim için yaratıldılar, miymiymiymiy, islami şartlarda kesiliyorlar, miymiymiymiy, protein ihtiyacımız ne olacak, miymiymiymiy” Kimse kimse için yaratılmadı. Güçlü olan kazandı. Ama devir güç gösterme devri değil, vicdan ve akıl devri. Protein için de, kıyafet için de, kozmetik için de seçeneklerimiz mevcut. Yeter ki sömürüye karşı dik duralım. Mücadele güzelleştirir, hayvanların üzerinde test edilen kozmetiklerin canı cehenneme. Bir de çevre mücadelemiz var. Adı bile çirkin aslına bakarsanız. Çevre dediğimiz nedir? Kendi kurguladığımız, ihtiyaçlarımıza göre düzenlediğimiz alanlar bütünü. Muhteşem sözlüğmüz TDK; bir şeyin yakını, dolayı, etraf, periferi/ Kişinin içinde bulunduğu toplumu oluşturan ortam/ Yağlık/ Aynı konu ile ilgisi bulunan kimselerin tümü,
muhit/ Bir kimse ile ilişkisi bulunanlar, muhit/ Hayatın gelişmesinde etkili olan doğal, toplumsal, kültürel
dış faktörlerin bütünü olarak tanımlıyor “çevre” kelimesini. Nişanyan sözlüğe göre de muhit kelimesinden gelmiş bir söz. Yani gördüğünüz gibi doğa ile pek de alakası yok. Yani biz artık çevreci olmaktan vazgeçip doğa savunucusu olmayı becermeliyiz. Çünkü bize gereken çevre düzenlemesi değil doğanın korunması. Devletin çizdirdiği sokaklar, yollar ve refüjlerdeki süs havuzları değil ilgilenmemiz gereken, çünkü onlarla her seçim ödnemi ilgilenen çok sayıda insan var. Bizim ilgilenmemiz gereken; ranta feda edilmiş deremiz tepemiz, toprağımız ormanımız. Binlerce örnek var verebileceğim. Artık o kadar çok konuşuyoruz ki
28 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
bir çed raporu hepimiz için manasını kaybetti. Çed ile başlayan yazılara mesafeli yaklaşamıyoruz, ilişkimiz laçka bir hal aldı. Her yer Taksim her yer direniş diyorduk, şimdi her yer rant pisliği her yer çorak. Direniş mi? Onu kaybettik. Direnmek için ne beklediğimizi sorarsanız bilmiyorum. Sanırım aramızda korkanlar, yıkılanlar, yorulanlar, sindirilenler ve hatta kâr yapanlar var. Doğayı korumak demek otobüs durağında içtiğiniz sigaranın izmaritini yere atmayınca olmuyor. Köyünüze de kentinize de sahip çıkıp, vaktinizi avmde değil de parkta, bahçede, ormanda, derede, gölde artık ne varsa doğaya dir orada bir yerde geçirerek oralara sahip çıkmak demektir. Çünkü gidip görmediğiniz doğal alanlar yok edilmek istendiğinde çok sonraları haberdar oluyorsunuz ve iş işten geçtikten sonra sokağa çıkmak da pek işe yaramıyor. Neden artık, hiç yapmadığımızı deneyip, kaybetmeden önce dört elle sarılmıyoruz? Haydi hep birlikte deneyelim. Kaybolmuş direnişin en yakın örneği bence Gezi Direnişi. Ne güzeldi her şey. Eşcinseli, kadını, çocuğu, doğaseveri, hayvan özgürlükçüsü birarada ve saygı içindeydi. Bu arada Gezi Parkı'nı Gezi Parkı
için direnen herkes tanıyor muydu, hayır. İstanbul'da herkes boş vaktinde oraya mı gidiyordu, hayır. Peki nasıl oldu? Bence tesadüfen oldu. Yoksa öyle yok Mej-hmet Ali
anlamında bir şeyler söylediği için. Peki nerede o kalabalıklar? Bazısının hevesi geçti, bazısı çekiniyor artık sokağa çıkmaya, bazısı devlette işe girdi sesini çıkaramıyor, bazısı Gezi Parkını çoktan unuttu popüler mevzulara bakıyor, arada, facebooktan, twitterdan.
Neden birlikte mücadele etmiyoruz?
Alabora planlamış da, bu bir ayaklanmaymış da, yıllardır hzırlanılıyormuş da... Öyle bir durum yok. Ama olması gerek. Artık yıllar sonrası için bir hazırlık yapmamız gerek. Bugünümüzde avm gezmelerden gidip göremediğimiz o parkları, bizden sonrakiler görsün, kentin grisinden çıkıp az nefes alsın istiyorsak çalışmaya başlamalı ve çalışmayı bırakmamalıyız. Çünkü Gezi Parkı'na Topçu Kışlasını yapmak istiyorlar ve Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği, danıştaya gönderiyor, danıştay reddedip geri yolluyor. Okan Bayülgen'e kızmıtık, havalar sıcak diye direniş böyle kalabalık
Neden birlikte mücadele etmediğimize dair net fikrim işimize gelmemesi. Tüm sömürülere karşı tek yumruk olabilirsek eğer, o gün kurtuluşumuzun ilk günüdür. Ama kim şimdi gidip bir tavuk dürüm yemek yerine sebze pişirecek? Aman canım benim aldığım rujla mı hayvan sömürüsü sona erecek? Bana dokunmayan eşcinsel bin yaşasın. Homofobik dğeilim ama hoşlanmıyorum. Seks işçisi yoktur onun adı fuhuştur. Gibi saçma fikirleri benimsemiş asırlık tabuları yıkmadığımız sürece bir AKP hükümetinden çok bir farkımız kalmıyor. AKP'nin faşist iktidarından mutsuz olan herkesin önce kendi evindeki, örgütündeki, derneğindeki, mahallesindeki faşizme ses çıkarması gerek. Çünkü birey düzelmeden
toplum düzelmez. Biz kendimizi güncellemezsek toplumumuz arıza yapmış sürüm gibi yerinde sayacak . Ha bu arada Marx'ın da kemiklerinin sızladığına eminim. Sonuçta o böyle olsun istemezdi, ama ölümlü dünya, söyleyeceklerinin hepsini söyleyecek vakti olmuyor herkesin. Bu bilgi çağında 1800'lü yıllarda yaşamış insanlardan gfaydalanmamız gerek. Onlara saplanıp kalmamız değil. Kadın-erkek-eşcinselçocuk-hayvan-doğa!Bu mücadele dallarından birini önemsemeyerek veya geri planda bırakarak gerçekleşen devrim gerçekten devrim midir? Bu şartlar altında devrimi kaç yıl daha bekleriz? Çok bekleriz. Eğer arkamızdan gelenlere de bu sabit fikirleri aşılarsak, onlar da çok beklerler. Güncelleme geldi dostlar haydi bağlanın hayata!
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 29
30 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 31
Doğanın ve yaşamın renklerini Gaia Dergi’nin gözünden takip edin! İnternet sayfamızı ziyaret ederek abonelik sayfası üzerinden dergimize abone olabilirsiniz.
Gaia Dergi’yi sosyal medya ßzerinden takip edebilirsiniz! /dergigaia
@gaiadergi
@gaiadergi
www.gaiadergi.com
/gaiadergi
Söyleşi
HAYVANLARA ÖZGÜRLÜK PARTİSİ 1-Hayvanlara özgürlük partisi hangi siyasi tabana yakın? Pınar: HÖP aslında hem tüm siyasi partilere yakın hem de her birine çok fazla uzak. Aslına bakarsanız bizim içimizde her görüşten insan mevcut, örneğin; partimizi gerek sosyal medyada ve gerekse böyle röportajlarla duyan, fark eden, ülkenin her tarafından ve hemen hemen her görüşten insan arıyor, mesaj yazıyor... "Aslında ben X partisindenim ama bundan sonra benim partim HÖP'dir" ya da "Ben X partiliyim ama bundan sonra HÖP için
çalışacağım, acaba nasıl üye olabilirim?" diyebiliyorlar ve hatta siyasi oluşumlara karşı olan anarşist arkadaşlar bile "Böyle bir partiye oy verebilirim" diyebiliyorlar. Bunun yanı sıra, insan temelli bir dünya görüşünden ziyade hayvanların da tıpkı insanlar gibi yaşama haklarının olduğunu savunan herhangi bir parti olmadığı için birçoğumuz oy dahi kullanamıyor. Dağınık haldeyiz ve bu yüzden de bizleri bir araya toplayacak bir siyasi partiye ihtiyaç duyduk. Ama tabii ki bizim partimiz özgürdür, herhangi
34 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
bir siyasi oluşumun yan kuruluşu ya da bileşeni olmayacaktır. Bizler sadece ve sadece kendimizin belirleyeceği ve gerek gördüğü politik çözümleri ortaya koyacağız ve tam bağımsız bir parti olacağız. 2-İçinde bulunduğumuz savaş ortamında “İnsanlar özgürlüğü elde ettiler mi ki hayvanlara özgürlük?” tarzı yaklaşımlarla karşılaşıyor musunuz, karşılaşıyorsanız bu yaklaşımlara ne gibi argüman üretiyorsunuz? Yeşim: Evet bu tarz yaklaşımlarla çok
karşılaşıyorum. Ve insanlara yılmadan açıklama yapıyorum. Evet insanlar özgürlüğü elde etmediler her yerden baskı, şiddet devam ediyor ama bunun bir sıralaması yoktur. Zaten bu ayrımı yaptığımız zaman oturup düşünmemiz gerekecektir. İnsanlarla hayvanları biz birbirinden ayırdık. Ama biyolojik olarak biliniyor ki insan da bir hayvandır. İnsan dışı hayvanları anlayabildiğimiz sürece, evet, onlar için uygun ortamlar yarattığımız sürece bir şeylerin gelişmesi hızlanması daha kolay olacaktır. Bir ülke de hayvanlara değer veriliyorsa ve onların yaşama hakkı elinden alınmıyorsa o ülkede özgürlük var demektir. Türkiye'de bunun alt yapısı bile henüz yok. Bunu biz oluşturmak istiyoruz. Bizim dışımızdaki canlılar da yaşamını sürsünler diye çalışıyoruz. Türkiye'de kısa aralıklarla bir çok patlama meydana geldi. Onlarca insan hayatını kaybetti. Üzüldük ağladık. İnsanın yaşamını kaybettiği gibi birçok sokak hayvanı da hayatını kaybetti. Bu hiç gündeme gelmiyor ne yazıkki biz bu ayrımı yok etmek istiyoruz. İnsan hayvan diye ayrım yapmak yerine canlı olanın hakkını savunuyoruz. Duygusu olan acıyı hissedebilen her şeyin hakkını savunuyoruz. Bir ülkede hayvanlar ve çocuklar mutluysa o ülke özgürdür. Biz bunu
yapmak istiyoruz ki insanlara da özgürlük gelsin savaş ortamı yok olsun. Bir kadın olarak söylüyorum, hayvanlar bu toplumda bizimle aynı kaderi yaşıyorlar. Erkek egemen anlayışı da hayvanların üzerinde güçlü olan güçsüz olanı her zaman eziyor. Et ve süt endüstrisi de hayvanlara yapılan işkencelerin sadece yasallaşmış halidir. Düşünsenize inekler istekleri dışında döllendiriyorlar daha fazla süt verebilsin diye, bu tecavüzden başka bir şey değildir. Bunu bu coğrafyada yaşayan insanlar hiç bu gözle bakıp ele almıyorlar. Vegan ya da vejetaryen olmayan bir insanla konuştuğum zaman sorulan sorudaki gibi insanlara özgürlük yok hayvanlara da olmaması normal gibi bir anlayışla karşılaşıyorum. Ben bir kadınım ama her şeyden önce insanım, acı çeken o hayvanların benden gelecek sevgiye ihtiyaçları var. Tek kişiyle olacak iş değil belki de ama bireysel sergilediğimiz tavrın zamanı gelince her kesime hitap edeceğini umuyorum. Hayvanlarla aynı kaderi yaşadığımız için onlar için daha da hevesli bir şekilde çalışmaya ve onların özgürlüklerini elde etmeleri için bu oluşumun içinde kalmaya devam edeceğim . 3-Sonuçta ilk kez böyle bir parti kuruluyor. Bu partinin siyasi ortamdaki duruşu nasıl olacak? Nasıl yer bulacak? Parti
Foto: Ayşenur Efendioğlu
Pınar Kansız: 1980 Trabzon doğumluyum. Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunuyum. Sosyal medyada, ülkemdeki bir mezbahada hamile bir ineğin vahşice katlinin görüntülerine tanık olduktan sonra bir daha asla ceset yemedim. Sonrasında izlediğim Earthlings adlı belgesel ve hayvanların zihni üzerine yaptığım okumalar, hayatımın akışını geri dönülemez bir biçimde değiştirdi. Kendi dönüşümüm, hayvanların özgürlüğü için en büyük umut ışığı oldu yaşamımda. Çoğu insanın farkında dahi olmadığı ve birçoğunun da görmezden geldiği bu dehşet verici köleliğin artık son bulması için vicdanları ayağa kaldıracak tek yolun empatiden geçtiğini düşünüyorum ve ben yalnızca bir insan ya da müslüman bir kadın olarak değil, bir anne olarak da değil, bütün kimliklerin ötesinde hisseden, gören, duyan, korkan ve en önemlisi de acıyı duyumsayan bir canlı olarak insanları empati kurmaya davet etmek için buradayım.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 35
tüzüğü oluşturuldu mu? Biz ulaşabiliyor muyuz bu tüzüğe? Pınar: Biz en başta "yaşam"a saygıyı temel alıyoruz. İnsan hakları kadar hayvan haklarını da sonuna kadar savunacağız, bu zorlu yola bunun için çıktık. Ezilen her kimse ("kim"den kastımız insan ve hayvandır) onu temsil edeceğiz, "öteki"nin yanında biz duracağız her zaman. Evet parti tüzüğümüzü oluşturduk, ancak sürekli eklemeler yapıyoruz ve hâlâ son şeklini veremedik, ki zaten tüzüğümüz hiçbir zaman son şekline girmeyip her zaman yeniliklere ve ihtiyaç doğrultusuna göre değişime açık olacaktır. Örneğin, bir şekilde ülkemizin de dâhil olduğu bu acımasız savaş ve bunun doğal sonucu olan göçle birlikte mültecilerin maruz kaldığı olumsuz koşullar... Güncellemeleriyle birlikte tüzüğümüzü yakın bir tarihte yayınlamayı düşünüyoruz ve o zaman her isteyen ulaşabilecektir. 4-Neden siyasi parti? Yeni ortaya çıkmakta ve güçlenmekte olan bir hareketin daha esnek ve özgür olan yatay örgütlenme biçiminden, daha hiyerarşik ve dikey bir yapılanma türü olan siyasi parti şekline geçiyor olması bize neler anlatmalı? Bu hareketin siyasileşmesinin ne gibi getirisi olacak? Metin: Siyasi parti çünkü,
nerdeyse artık her şeyimizi siyasi partiler şekillendiriyor, kararları siyasiler veriyor, bizim nasıl yaşayacağımızı, neler yiyeceğimizi, nerede, ne zaman ve nasıl çalışacağımıza siyasi partiler karar veriyor, kanunları, yasaları siyasiler belirliyor ve bunların hepsini belirlerken de insan merkezci bir bakış açısıyla hayvanları hiç görmüyorlar. İşte tam da bu noktada biz de kendi partimizi kurup kendi vekil adaylarımızı her bölgede seçtirip ve başta hayvanlar olmak üzere bizim yardımımıza ihtiyaç duyan
olmaması. Hayvan Hakları için gerekli ortamı oluşturup, hayvan özgürlüğünü çok daha ileriye taşımak için bu parti projesini gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Tabiiki eğer yeterli finansmanımızı elde edip istediğimiz gibi seçimlere katılıp vekillerimizi ya da belediye başkanlarımızı çıkartabilirsek, başta hayvan hakları, ezilen ve yardıma muhtaç insanlar için çok fazla getirisi olacaktır. Evet bunun zor ve uzun bir yol olduğunu biliyoruz ancak mücadeleye devam edeceğiz, yılmadan bıkmadan...
herkese yetişelim istiyoruz, doğru ve aynı zamanda etik kararları bizler de hayvanlar adına verelim istiyoruz.
5-HÖP sadece hayvan haklarını mı savunacak? Çünkü insan odaklı siyasi partilerden hayvan haklarına duyarlı olanları var(dır?) belki... Ezilenlerin yanında olduğu ve savunulması gereken bir kitle olarak hayvanları gördüğü için mi kuruldu? Mesela ezilen bir halkla ilgili mücadeleye de yeri geldiğinde ortak olacak mı?
Bizim şimdiye kadar kanunlara göre herhangi resmi olabilecek dernek, fedeasyon, konfederasyon ya da vakıf gibi bir kurumumuz olmadı, ancak platform olarak örneğin Vegan Özgürlük Hareketi diye bir aktivizim kolumuz vardı ve bu aynen böyle devam edecek yine isteyen gelip buraya katılabilir ancak bizim ülkemizde en önemli sorun, güçlü bir örgütlenme ya da güçlü bir iletişim ağımızın
Yeşim: Sadece hayvan haklarını savunmayacak tabiiki insanın da hakkını savunacak insanla hayvanı birbirinden ayıramazsınız. Parti hayvan hakları merkezli bir parti ama bunu yapacak olan yine insan ezilenin ikinci plana atılanın partisi. Ezilen insanlar gibi öldürülen hayvanlar da aynı kaderi yaşıyor. İnsan odaklı siyasi partilerden tabii ki hayvan haklarına duyarlı olan vardır. Ama sadece kedi ve köpek
36 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Foto: Dilara Tansu
Yeşim Önder: 23 yaşındayım. İzmir konak doğumluyum . Akdeniz üniversitesi iletişim fakültesi gazetecilik son sınıf öğrencisiyim. 4 yıldır vejetaryenim. Veganlığa geçmek istiyorum yakın zamanda da vegan olmayı planlıyorum. Vejetaryen olmamın tek bir açıklaması var diğer canlılar gibi insan olmayan hayvanlarında yaşamaya hakkı vardır ve bu hakları elinden alınamaz. Ataerkil bir toplumda yaşıyoruz, ve güçlü olan güçsüz olanı her zaman eziyor. kadınlar gibi de hayvanlar bu kaderi yaşıyor Biz bunun için tek yürek birleştik ve çalışmalarımıza devam ediyoruz. haklarına duyarlı olan vardır. Biz hayvanları ayırmıyoruz. Biz hayvanseverler dışında aynı zamanda hayvan özgürlükçüsüyüz. Yeri geldiğinde ezilen halkla mücadeleye de gireceğiz. Biz özgürlük için varız. Kadın haklarını da gündeme getirecek, hak dediğime bakmayın biz zaten özgürüz zaten doğuştan eşit haklara sahip olmamız gerekiyor ama bu toplum buna müsade etmiyor. Biz bizde var olan şeyi daha da özgürleştireceğiz kendimiz ve hayvanlar için bunu başaracağız. Bunu yasalara dökeceğiz. 6-Daha önceki röportajlarda bütçe sıkıntısı yaşadığınızı söylemişsiniz. Fon sağlamak adına sadece bireysel bağışçılara ve hayvan hakları derneklerine mi başvurdunuz, yoksa uluslararası kuruluşlara da başvurmayı düşünüyor musunuz? Metin: Yok aslında bizler resmi olarak ne herhangi bir kuruluşa, ne bireysel bağışçılara ne de hayvan hakları derneklerine
başvurduk. Biz sadece sosyal medyada küçük çaplı bir fon bulma sitesinde bir sayfa açtık ancak o da başarısız oldu ve çevremizde veya sosyal medyada arada bir kendi çapımızda yaptığımız duyurulardan da herhangi bir sonuç gelmedi. Yurt dışında ise sadece sanırım 3 yıl önce İstanbul'a gelen Hollanda Hayvanlar Partisi Başkanı ve milletvekili olan Marianne arkadaşımız “Hollanda’da bir vakıf var ve bu vakıf başka ülkelerde kurulan hayvan partilerine maddi destek sağlıyor” demişti. Bunun üzerine bizim arkadaşlarımız partimizin kuruluşu için mail, hatta telefon yoluyla görüştüler ancak bu da sonuçsuz kaldı ama bundan sonra, yani son günlerde bu konuda üst üste verdiğimiz röportajlardan dolayı belki bizim ihtiyacımız olan ve partimizin kuruluşunu gerçekleştireceğimiz 4050 bin tl gibi bir miktarı bulabiliriz diye düşünüyoruz. Bu miktarı bulabilirsek ve partimizi başarılı bir şekilde kurabilirsek artık
devamı gelir bizce ve artık kendi kaynaklarımızı kendimiz sağlayabiliriz diye düşünüyoruz. Sizin vasıtanızla burada hayvansever, doğasever ya da hak savunucusu maddi durumu iyi olan biri ya da birilerine sesleniyoruz, lütfen bu aslında çok büyük olmayan ancak bizim için çok büyük olan miktarı bize sağlayın ki bizler de gecikmeden birşeyler yapmaya çalışalım. 7-Daha önceki yıllarda vegan özgürlük hareketinin kurban bayramında koyun satın alarak “özgürleştirdiğini” biliyoruz, siz bunu nasıl değerlendirirsiniz? Pelin: Evet Vegan Özgürlük Hareketi olarak arkadaşlarımız, 2013 yılında -her ne kadar cana değer biçilmesine karşıysak daiki koç dostumuzu satın alarak kurban edilmekten kurtarmıştır. Kurban karşılığındaysa yoksul insanlara erzak yardımı yapılmıştır. Bu temsili bir eylemdir, çok da ses getirmiş ve birçok insana örnek teşkil etmiştir. Zaman içinde
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 37
Foto: Ayşe Hatipoğlu
Metin Kılıç: Vegan aktivistim ve Hayvan Özgürlükçüsüyüm, Vegan Özgürlük Hareketi ve Hayvanlara Özgürlük Partisi (HÖP) kurucularındanım, Henüz piyasaya çıkmayan “Dikkat! İnsan Çıkabilir!!” Adında Hayvan Özgürlüğü ve Veganizm konulu kitabın yazarıyım. Toplam yirmi yıla yakın aktif aktivistliğimin ilk yarısını vejetaryen ve son yarısında ise vegan olarak geçirdim. Hayvanların gözüyle ve hayvanların penceresinden dünyaya bakıyorum, empati kurup hayvanların yemek, giyim, binek, denek veya eğlence aracı olmadığı bilincindeyim ve bunu olabildiğince yaymaya çalışıyorum. Bu güzel röportaj için Gaia Dergi çalışanlarına ve emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. koçlardan biri tıpkı insanlar gibi kendi eceliyle ölüp toprağa verilmiştir, diğeriyse hâlâ hayattadır. 8-Höp ile birlikte veganlığın bir kitle hareketine dönüşecegini düşünüyor musunuz? Yeşim: Veganlığın bir kitle 38 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
hareketine dönüşeceğine inanıyorum. Çünkü henüz insanlar veganlığın ne anlama geldiğini bile bilmiyorlar. İçinde bulunduğumuz coğrafya et ve süt ürünlerinin fazla tüketildiği bir yer. insanlar bu duruma maruz kalıyorlar. Araştırmadıkları için de bilmiyorlar. Özellikle kadınlar ezilen tarafta oldukları için bu oluşumun içinde olmaları gerekiyor. Kadını bilinçlendirirsen toplum bilinçlenir. Bu devinim bu şekilde devam eder. Biz bunları başta kadın olmak üzere toplumumuza aktaracağız insanları bilinçlendireceğiz. Ütopik gibi görünse de bunu başaracağımıza inanıyorum. 9-Nasıl bir oluşum ön görüyorsunuz? Böyle bir partinin iktidarda yer alabileceği gibi bir düşüncesi ya da hedefi var mı? Yoksa bir farkındalık ve ses getirme mi bu? Metin: Her şeyden önce sürekli vurguladığımız empati kurabilen, adil ve etik bir topluluk yaratmak için bu oluşumu hedefliyoruz. Evet, tabii ki biz de zamanı gelince iktidarda yer alma gibi bir hedef koyduk ki yola çıkıyoruz aksi takdirde neden parti kuralım ki? Yani o zaman bir dernek kurup öyle devam edebilirdik ancak önce partimizi kurup doğru ve sağlam bir örgütlenme sonunda sağlam bir
muhalefet yapmayı ve bütün ülke geneline sesimizi duyurduktan sonra seçkin ve alışılmışın dışındaki genç bir kadroyla biz de iktidar için varız diyebiliriz. Tabiiki amaçlarımız içinde ses getirme ve farkındalık var ancak sadece bunlar için siyasi parti kurmuyoruz demek istiyoruz. 10-Partinin tüm üyeleri vegan mı olacak? Parti destekçilerinden beklentiniz nedir? Yeşim: İlk başta herkesin vegan olmasını beklemiyoruz. Ama parti yetkilileri vegan olmak durumundadır. Çünkü savunduğun şeyi tam anlamıyla yerine getiremezsin. Kurucularımızda vejetaryen insanlar da var ama onlar da veganlığa geçiş aşamasındadır. Bizi destekleyenler de genelde vegan ve vejetaryen ama vegan ve vejetaryen olmayan insanlar da bünyemize katılmak istiyor, katılabilirler. Bizim gibi düşünen düşünmeyen her kişiye kapımız açık. Öğrenilmesi ve bilinmesi gerekiyor bunları da biz onlara aktaracağız. Yani parti üyelerimizin vegan ya da vejetaryen olması diye bir şartımız yok olamazda ki, zaten bu parti herkesi ve her kesimi kucaklayacak. Anlayacağınız bu parti sadece vegan ve vejetaryenlerin değildir
ama olabildiğince veganizmi tanıtmak, yaymak ve insanları bilinçlendirmek gibi bir misyonu olacaktır. 11-Şu an bir seçim sürecinde olsak kendinize biçtiğiniz oy yüzdesi nedir? Ya da seçimlerde yer alacak mısınız? Metin: Şu an bir seçim olursa inanın biz de tam olarak ne miktarda bir seçmenin oyunu ve yüzdesini alacağımızı tahmin edemiyoruz. Çünkü partimizin resmi kuruluşu henüz yapılmadı ve henüz çok az kişinin bu
parti girişiminden haberi var. Ama bu parti fikrinin doğduğu günden beri parti projesine hâkim biri olarak bana, sosyal paylaşım platformlarında duyuru yaptığımız son bir yılda gelen tebrik ve destek mesajların haddi var hesabı yok... Seçmenimiz olacak kitlenin nerdeyse yüzde 80’i kadın ve genç seçmenden oluşuyor. Türkiye’de tahminen 1015 milyon hayvanlar için duyarlı olan hayvan hakları savunucuları, hayvan özgürlükçüleri, vegan, vejetaryen ve hayvanseverin
olduğunu düşünürsek artık gerisini siz tahmin edin... Tabii ki seçimlerde yer almayı çok isteriz ve bunun için uğraşıyoruz/ uğraşmaya devam edeceğiz ancak parti olarak maddi desteğimizi bulamazsak ülke genelinde örgütlenmemizi yetiştiremezsek o zaman başta İstanbul, Ankara, İzmir ya da Bursa gibi büyük şehirlerde partimizin bağımsız milletvekili ya da belediye başkan adaylarını göstereceğiz. Bekleyelim görelim
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 39
12- HÖP kime, neye, ne zaman muhalefet olur? Pınar: Öncelikle "yaşam"ı katleden herkese ve her şeye, cana kıyanlara, zorbalara, tecavüzcülere, hayvan düşmanlarına, kadın düşmanlarına, doğa düşmanlarına, savaşlara, her türlü kötülüğe, her zaman, sonuna kadar muhalefet olur. Faşizm en zayıf halkadan başlar; bundan dolayı hayvanlar bizim önceliğimizdir. Biz onların sessiz çığlıklarına ses olmak istiyoruz. Bu dost canlıların acılarına kör, sağır, dilsiz kalan bir dünyaya barışın hâkim olacağı düşüncesi hayalden öteye gidemez, gidemiyor da maalesef. Hayvanlar, çocuklar, kadınlar, LGBTİ bireyler, mülteciler, evsizler... ve yaşatılan onca acı... İşte biz her tür faşizmin karşısındayız. Aynı zamanda doğru ve güzel işler yapan her tür oluşumun da yanındayız. 13-“Biz bu Kurban Bayramlarını kaldırtırız kardeşim. Tüm mezbahaları da kapattırırız” gibi iddialı reform süreçleri var mı parti hedefinde? Pınar: Bizim böyle bir iddiamız yok ve fakat bu kendiliğinden dönüşeceğini düşündüğümüz bir süreç zaten. Aktivizm kolumuz olan Vegan Özgürlük Hareketi’nin son beş yıldır her Kurban Bayramı ve Noel arefesinde farkındalık yaratmak için kurbana karşı duruşunda bile "Bayram’a evet, kurban’a hayır!" denir. Yani bayramlara değil sözümüz, bizim
karşı çıktığımız tek şey, hayvanların dinler ve inançlar adına öldürülmesidir. Bizler kesinlikle hiçbir inancın karşısında konumlanmıyoruz. Aksine ben bir müslüman olarak kelime anlamı "yaklaşmak, yakınlaşmak" olan kurban olgusunun kan dökme ritüelinden tamamen sıyrılıp yalnızca asıl gayesi olan sosyal yardımlaşma bayramına dönüşeceği günleri özlüyorum. Yılın belli zamanlarında kutlanan Kurban Bayramları ve Noel kutlamaları dışında her gün, kasap raflarını doldurmak için saklı duvarların ardında çok daha vahşice katledilen o dost canlıların sürekli hatırlanması gerektiği bilinciyle hareket edilmelidir diye düşünüyorum. İnsanlar, asıl o saklı duvarların ardındaki vahşeti bilmiyor. "Et"e dair var olan algıları yıkmak ve "hayvan yemek" kavramı üzerine yeni bir algı yaratmak gerektiğini düşünüyorum. Bu, yani "hayvan yemek" insanların tüylerini diken diken ediyor, "et"in ardındaki acıyı görmek, evet bu çok daha iddialı bir reform süreci olacaktır. 14-Hayvanat bahçeleriyle ilgili ne planlıyorsunuz? Yeşim: Hayvanat bahçeleri; suçu olmayan, tam anlamıyla kader mahkumları için oluşturulan cezaevleridir tam olarak insanları eğlendirmek amacıyla parasal anlamda kâr güden bir oluşum. Biz buna tamamen karşıyız. Kendi istekleri dışında doğal ortamından kopartılan hayvanları bir kafesin
40 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
içine koyuyorsun. Empati yapılması gerekirse ceza evinden bir farkı yoktur hayvanat bahçelerinin. Doğanın döngüsünü bozuyoruz. Özgürlük için oluşturulan parti hayvanat bahçelerinin varlığına asla izin vermez. Hayvanat bahçeleri kapatılacaktır tabii ki. 15-Türkiye toplumunda hayvan özgürlük partisi ile elde edilebileceklerin neler olduğunu düşünüyorsunuz? Metin: Öncelikle insanlara “empati” kurmaları yönünde yardımcı olabiliriz, Hayvanların da birer cansız eşya, meta olmadıkları ve birebir insanlar gibi duygularının olduğunu, sinir sistemlerinin olduğunu ve bizim gibi ruha sahip olduklarını herkesin algılamasına yardımcı olabilieceğimizi düşünüyoruz. Siyasi partilerin rant, hırsızlık, sahtekarlık gibi gayrimeşru eylemlerin merkezi değil gerçekten de dünyadaki tüm canlıların ve evrenin huzur içinde ve paylaşarak yürüyebileceğini göstermek istiyoruz. Bu partimizin tüm kazanımları patronlara, sisteme ya da kapitalizme değil sadece ve sadece hayvanlara, LGBTİ+ bireylere, kadınlara, çocuklara ya da zayıf halkada olan her canlının hanesine kazanç olarak yazılacaktır. Çünkü bizim istediğimiz ve hayalimiz böyle bir dünyadır. Bunu gerçekleştirmek istiyoruz. Herkesten tek isteğimiz, bize katılın ve yeni doğacak bu bebeği hep beraber büyütelim.
Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz Içİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI Işbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 41
Kadir M. Ersoy | kadirmersoy@hotmail.com | @kadirmersoy
BAYRAMIN ÖTESİNDE
1 MAYIS Dünyamızın en kanlı gerçeğidir sömürü. Sömürü bedenlerimiz, emeğimiz, yaşamımız ve daha fazlasını kapsamlı bir biçimde içerisinde taşır ve uygarlık tarihi boyunca insanlığın bir yükü olarak günümüze kadar uzanmıştır. Sümerce yazılı tabletlerden günümüze ulaşan ilk sömürü hikâyelerinden birisinden kısaca bahsetmek isterim. Bereketli hilal diye adlandırılan Mezopotamya bölgesinde ilk yerleşik düzene geçen kabilelerden olan Ur ve Lagaş kabileleri, ilk olarak su kanalları ve basit ark yöntemlerini, kunduzlardan öğrendiği taktiklerle hayata geçirir. Fakat ilerleyen zamanlarda Lagaşlıların yaptığı kanallarından taşan su, Ur’un arazilerinin sular altında kalmasına sebebiyet verir. Bu duruma ciddi
42 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
bir biçimde öfkelenen Urlular, Lagaşlıların üzerine yürür ve ciddi bir kavga patlak verir. Yaşanan şiddet olaylarından bezen Lagaşlılar, yenilgiyi kabullenir ve Urlularla anlaşmaya otururlar. Urlular, Lagaşlılardan hem kendi hem de Urluların su setlerinin tamirini gerçekleştirmesi talebinde bulunur. Bunun ağır bir yük olduğunu düşünen Lagaşlılar belli zamanlarda hediyeler vermeyi teklif eder. Urlular da bu teklifi kabul ederek, belli zamanlarda Lagaşlardan hediyelerini talep ederler. Bir nevi vergi olarak nitelendirilebilir. Zafer sarhoşluğuyla ormanda ilerleyen Urlu savaşçılar göçebe obalarıyla karşılaşır. Göçebelerin de üzerine saldıran Urlular farklı göçebe grupların da gelmesiyle bozguna uğrar.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 43
Aralarından hayatta kalanları, elde ettikleri ganimetleri geride bırakarak kabilelerine geri döner ve yaşananları anlatır. Öfkeyle deliye dönen Urlular göçebe kabilelere saldırı düzenler. Yerleşik hayata geçip, tarım yapmayı dahi bilmeyenlerin karşısında çaresiz kalmayı kendilerine yediremezler. Sonrasında göçebe obalarına saldırırlar ve bu sefer yanlarında yalnızca ganimetler değil, köleler de vardır. Güçlerinin farkına varan Urlular artık arkların tamiratında çalışmayı istemezler ve elde ettikleri göçebeleri karın tokluğuna çalıştırmaya başlarlar ve buna sürekli yenileri eklenir. Daha sonrasında yabancılar sadece arkların tamiratında değil, Urluların evlerinin tamiratı ve tarım işlerinde de kullanılmaya başlanırlar. Aslında ilk kölelik ve emek sömürüsü Urlularda başlamaz. İlk sömürü hayvan evcilleştirmesi ile başlar ve günümüzde dahi hayvanların emekleri emek olarak nitelendirilmez. Bizleri haşerelerden, hırsızlardan koruyor olmalarına, ağır yüklerimizi taşıyor olmalarına rağmen… Sanayi devriminden sonra insanlık farklı bir kulvarda faaliyet gösteren bir canlı olarak yaşamını sürdürmeye başladı. Artık seri üretimler gerçekleştirebiliyor
ve devasa işler ortaya koyabiliyordu. Bununla birlikte insan gücüne de ciddi ihtiyaç duyulmaktaydı. Geçmiş geleneklerinden kaynaklı olarak sermaye sahiplerinin oluşturduğu çalışma alanlarının şartları ise insani koşulların çok gerisindeydi. 1880’lü yıllarda artan istihdam sebebiyle Amerika’ya büyük bir göç dalgası başlamıştı. Amerikaya giden göçmenler arasında kendi ülkelerinde soruşturmaya tabi tutulmuş sosyalist ve anarşist göçmenler
de bulunuyordu. Daha sonrasında bu göçmenler Kuzey Amerika işçi hareketinin örgütlenmesinde de ciddi rol oynadılar. Şikago gibi endüstri kentlerinde gün geçtikçe artan işçi sayıları ve istihdam gücüyle birlikte, örgütlenmeler de güç kazanıyordu. Şikago’da örgütlenen sosyalist ve anarşist işçiler, çok sayıda gazete çıkardılar ve sendika kurdular. Örneğin Michael Schvvab, August Spiess ve Adolph Fischer tarafından çıkarılan "işçi
44 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
gazetesi" (günde 6000 tiraj) Ayrıca George Engel'in aylık "Anarşist" ve "Alarm". Anarşistlerin kurduğu sendikalar arasında Louis Lingg'in yaşama geçirdiği Marangozlar Sendikasıyla Oscar Nebbe'nin girişimiyle oluşan Bira Taşımacıları Sendikası bunlardan sadece bazılarıdır. Sendikal hareketlerin bazıları grevlere karşı duran ve ılımlı ve sağ sendikalardı. Fakat ciddi bir tabana sahip olduklarından dolayı bir süre sonra ciddiye alınan sendikalar haline geldiler. Knight of Labor (Emekçi Süvarileri) bunlardan yalnızca biriydi. Diğer yanda, birçok sosyalist ve anarşistin aktif olduğu "Central La-bor Union" (Merkezi işçi birliği) vardı. Bunun haricinde anarşistler işverenlerin özel ordu ve cinayet şebekesi olan Pinkertons'a karşı kurulan "eğitim ve savunma" derneklerinde faaliyet gösteriyorlardı. Günlük 13-15 saat arası değişen çalışma süreleri işçilerin kaldırabileceğinden fazlaydı ve çalışma sürelerinin kısaltılması adına mücadelelerin fitili yavaş yavaş ateşleniyordu. İlerleyen zamanlarda Amerika'da sekiz saatlik işgünü istemi yükseliş gösterdi. Birkaç eyalette yasalaşmasına rağmen
hiçbir zaman uygulanmadı ve daha sonra sessizce geri alındı. 1884 yılında tüm sendikaların kongresinde sekiz saatlik işgünü tekrar gündeme geldi ve gerçekleştirilmesi için ülke çapında kampanya açılması kararlaştırıldı. Büyük bir grev dalgasıyla, 1 Mayıs 1886 günü ülke çapında genel grevle 8 saatin yasallaştırılması mücadelesi başlatılacaktı. Anarşistler önceleri bu harekete eleştirel bakmalarına rağmen mücadele içinde bütün devrimci eylemlerin başlatıcısı ve motoru oldular. 1 Mayıs 1886'dan önceki aylarda binlerce erkek, kadın, siyah, beyaz, yerli, göçmen, kalifiye, vasıfsız, Knight of Labors ve sendikalar federasyonu üyesi işçiler daha kısa işgünü mücadelesine katıldılar, "işçi gazetesi" Nisan 1886'da şu saptamayı yapıyordu: "Sekiz saatlik işgünü mücadelesi hepimizindir." 1 Mayıstan önceki Pazar günü Şikago'da 25 bin insanın katıldığı bir yürüyüş yapıldı, 1 Mayıs'taki genel grev çağrısına 40 bini Şikago'da olmak üzere 350 bin işçi katıldı. Yapılan gösteriler polis ve askerin saldırısına uğradı. 3 Mayıs günü, grev yapılan tarım makineleri fabrikası McCormick'in yanında odun taşıyıcı işçilerin düzenlediği kitlesel eyleme 500 kadar McCormick işçisi de katılmıştı. Bu eylemde "Central Labour Union" temsilcisi olarak August Spiess konuşuyordu. Eylem
sırasında grev kırıcılar işyerinden çıktılar ve grevcilerle çatışma çıktı. Polis bunu eyleme saldırma gerekçesi olarak gösterdi. Bu saldırıda dört işçi öldü, birçok işçi de yaralandı. Devletin bu saldırısından sonra ertesi gün için bir protesto eylemine çağrıda bulunuldu. 4 Mayıs günü Haymarket'te binlerce Şikagolu toplandı. August Spiess, Samuel Fielden ve Albert Parsons gibi işçi hareketinin tanınmış aktif üyeleri kitleye konuşmalar yaptılar. Barışçıl eylem sona ererken bir polis birliği kitleye saldırdı, kısa bir süre sonra alanda bir bomba patladı. Polis sağa sola kaçışmakta olan erkek, kadın, çocuktan oluşan kitleye hemen ateş açtı. Birkaç saniyede Haymarket cesetlerle doldu. Olaylar sırasında yedi polis de öldü. Burjuvazi ve devlet, nefret ettikleri "sekiz saatlik işgünü" hareketine ve onun anarşist sözcülerine karşı acımasızca harekete geçmek için gerekçe buldular. Anarşist, komünist ve sosyalist ayrım yapmadan yüzlerce işçi önderini tutukladılar. Amaçları "sekiz saatlik işgünü" hareketini genel olarak çökertmekti. "Liberal" kamuoyu da fesat kampanyasına katıldı. Taban önemli ölçüde dayanışırken "Knight
of Labors"un reformist yöneticileri anarşist hareketin dağıtılması yönünde kararlı açıklamalar yaptılar, işçi hareketinin en tanınmış temsilcileri Haymarket olayları bahane edilerek yargılandılar. August Spiess, Adolph Fischer, Michael Schvvab, George Engel, Albert Parsons, Louis Lingg, Samuel Fielden ve Oscar Neebe mahkemeye çıkarıldılar. Sanıkların hiçbirinin bu olayla bağlantısının olmadığı
ispatlanmasına rağmen göstermelik bir yargılama yapıldı. Devam eden linç kampanyası özellikle göçmenleri etkiliyordu. Başlangıçta hiçbir avukat davayı savunmayı üstlenmedi. Duruşma 21 Haziran 1886'da Şikago'da başladı. Jüri istisnasız Şikago'nun egemen kesimlerinden oluşturuldu. Gerici örgütlerde üyeligiyle tanınan Hâkim Joseph Gary ve Jüri dürüst bir yargıya olanak vermediler.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 45
Mahkeme cinayet suçunu ispatlayamayınca bu kez sanıkları komplo kurmakla suçladı. Suçlama, sanıkların çeşitli makale ve bildirilerle kargaşa ve şiddet çağrısı yaptıkları ve bu yazılarla mevcut düzeni yıkmak istediklerinden ibaretti. Aslında kendilerinin sorumluluğunu taşıdıkları olayları sanıklara yüklediler. Tüm duruşmanın amacının planlı bir hukuk cinayeti işlemek olduğu açıktı. Sanıklarla uluslararası alanda da dayanışmalar olmasına karşın anarşistlerin hiçbir yaşama şansı kalmamıştı. Burjuvazi öç almak istiyordu. 20 Ağustos 1886'da idam kararlan açıklandı. Yargılanan bu sekiz kişinin aslında anarşist inançları ve sendika faaliyetleri nedeniyle yargılandıkları başından beri belli olmuştu. Savcı Grinnell’in jüriye hitaben yaptığı kapanış konuşmasında geçen şu sözlerin tanıklığında duruşma başladığı gibi sona erdi; “Kanun yargılanıyor. Anarşi yargılanıyor. Bu adamlar seçildiler, ve Büyük Jüri tarafından ayırıldılar, ve önder oldukları için suçlandılar. Kendilerini takip eden binlercesinden daha fazla suçlu değiller. Jürinin iyi insanları; bu adamları mahkum edin, onları örnek yapın, asın onları ve kurumlarımızı, toplumumuzu
kurtarın.” Ağustos’un 19’unda sanıklardan yedisi ölüm ve Neebe ise 15 yıl mahkumiyet cezasına çarptırıldı. Serbest bırakılmaları için düzenlenen kitlesel uluslararası kampanyalardan sonra, devlet “uzlaşarak”, Schwab ve Fielden’in cezalarını ömür boyu hapis cezasına çevirdi. Lingg celladına ihanet ederek idamlardan bir gün önce ihücresine gizlice getirttiği mermileri ağzında patlatarak intihar etti. 1887 yılı 21 Kasım’ında Parsons, Engel, Spies ve Fischer asıldılar.
Adolp Fincher asılacağı esnada “Yaşasın anarşi! Bu hayatımdaki en mutlu an" diyerek son sözlerini söyleyerek yaşama gözlerini yumdu. Cenaze törenine 600 bin emekçi katıldı. Neebe, Schwab ve Fielden’i serbest bırakmak için başlatılan kampanyaya devam edildi. 26 Haziran 1893’de Vali Altgeld tarafından serbest bırakıldılar. Vali bu insanların yeterince acı çektiklerine inandığından değil, yargılandıkları davada suçsuz olduklarını
46 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
düşündüğü için onlara af imkânı tanıdığını açıkça belirtti. Yetkililer yargılamaların olduğu dönemde bu tip baskıların sekiz-saat hareketini gerileteceğine inanıyorlardı. Gerçekte ise, sonradan ortaya çıkan kanıtlar, çelik patronlarının işçi hareketine olan itimatı sarsmak amacıyla düzendikleri gizli bir teşebbüsün parçası olarak, bombanın Kaptan Bonfield için çalışan bir polis ajanı tarafından atılmış olabileceğini gösteriyor. Spies ölüm cezasını takiben mahkemeye hitap ederken, bu gizli teşebbüsün başarılı olamayacağından oldukça emindi: “Eğer bizi asarak … tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız -eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurda, burda veya orada, arkanızda, -ve önünüzde, ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz” sözlerini söyledi. ABD'de yaşanan bu olaylar uluslararası işçi örgütlerini harekete geçirdi. II. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede, Amerikan
işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı da, "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti. Peki, günümüzde bu kazanımların durumu ne? Gerçekten emeklerin karşılıkları doğru biçimde mi alınıyor? Hiç sanmıyorum. Günümüzde kapitalizm toplumların iliklerine kadar işlemiş ve fırsat eşitliği zırvalıklarıyla insanların gözünü boyamaya devam ediyor. Her birey zengin olmanın ve/veya daha fazla mülkün sahibi olmanın hayalleriyle yanıp tutuşuyor. Bu durum bitmek tükenmek bilmeyen bir üretim ihtiyacını doğuruyor. Doğan bu üretim ihtiyacı daha fazla bireyin istihdam edilmesine ve şirketler uğruna hayatlarını geçirmesine sebebiyet veriyor. Kariyer gibi amaçlarla da bu durum kökleştirilerek gönüllü ve istenilerek yapılan köleliğin önünü açıyor. İnsanlar bitmek tükenmek bilmeyen hırslarının kurbanı olurken gözden kaçırdıkları şey kendilerini ve kendilerine ev sahipliği yapan dünyalarını geri dönülmez bir felaketin eşiğine sürüklemeleri. Emek değersizleşirken kazanılan statü ve ünvanlar kutsallaştırılıyor. Daha fazla işi yapanlar ucuz ücretlere çalıştırılırken, yönetici mevkiindeki kişiler gün geçtikçe servetlerine, servet katıyorlar. Sermaye sahipleri üretimlerini en ucuza maledebilmek adına
dünyanın fakir halklarını zehirlerken, gelişmiş olarak nitelendirilen kesimlerin de yaşamlarından memnun olmasını sağlayarak ciddi ayaklanma ve başkaldırıların önüne geçmeye devam ediyor. Bizim gibi toplumlarda sahip olunan ayrıcalıklar empati yapma yeteneklerimizi köreltmekle kalmıyor aynı zamanda nasırlaşmış vicdani yaklaşımlara sahip olmamıza da olanak sağlıyor. 1 mayıs işçiler arasında bayram olarak nitelendiriliyor ve bu günler çoşkulu eğlencelerle geçiyor. Peki, devlet ve sermaye odaklarının göz yumduğu hatta resmi tatil ilan ettiği bu gün şu an ne anlam taşıyor? Taşıdığı anlam ortada. Yılın geri kalan günlerinde istekli kölelik yapan ciddi sayıya sahip grupların, o gün kafalarını dağıtması sağlanarak, aslında 1 Mayıs’ın ifade ettiği isyan ve başkaldırı temelini ortadan kaldırıyor. Devlet tarafından belirlenen alanlarda, belirlenen saatlerde, polis kontrolü altında festival tadında bir etkinlik düzenleniyor. Fakat bunun yanısıra günlerimiz, gecelerimiz sermayenin daha da fazla güçlenebilmesi adına kendimizi geliştirme, eğitim ve mesai yapmakla geçiriliyor. Eğitim sistemi bile insanların kişisel gelişimlerini tamamlamaları adına değil tamamıyla sisteme uygun kalifiye bireyler olarak yetişmeleri uğruna düzenlenmiş ve bu uğurda yıllar veriliyor. Daha çocukken büyüyünce
ne olması gerektiğine başta aileler, sonra da okul yönetimleri karar veriyor ve çocuk bu amaç adına ciddi baskılara maruz bırakılıyor. Üniversitelerden mezun olan ve ciddi iş alanlarında, önemli mevkilere gelen bireyler, örneğin iyi bir mühendis oluyor, fakat iyi bir insan olmayı umursamıyor. İyi insan olmak para kazandırmıyor çünkü. Medya kuruluşları, teknolojik aygıtlar ve toplumların değişen yapısı bireylerin kendilerini bulmalarına olanak sağlaması bir yana, birbirinin aynı bir ordu oluşturuyor. Oluşan bu ordular işlerini çok iyi yapmakla kalmayıp, yaşadıkları yaşamın yanlış olabilme ihtimaline dahi kafa yormuyorlar. Ve sonuç ortada. Kendi kendimizi yok ettiğimiz, gelişimimizle mezarımızı kazdığımız, bizim dışımızda kalanhiçbir varlığın yaşamına olanak tanımadığımız, zengin olduğumuz ama nefes alamadığımız bir dünyada yaşamak zorunda kalıyoruz. Tekrar ediyorum. Bizler, sermayelerin altında emek verenler, bizler modern köleleriz ve yaşamlarımızı sistemin iyi işlemesi uğruna harcıyoruz. Statümüze verdiğimiz değeri harcadığımız yıllarımıza ve emeğimize vermiyoruz. Kutsal olan ne iş yaptığımız değil, bir şeyler üretebilme gücümüz. Haydi gelin yok olmak uğruna değil, yaşam adına üretelim! Köle değil, emek sahibi olalım!
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 47
Mete Gürkan | mete.gurkan@gmail.com | @vejetaryenkebab
GÖRÜNMEYEN EMEK SESİNİ YÜKSELT:
EMEĞİN FEMİNİZASYONU Dünya üstünde her şeyde olduğu gibi emek konusunda da bir ayrımcılık var. Bazı emek biçimleri görmezden gelinirken, insanların emeği niteliksiz olarak sıfatlanabiliyor. Görünmeyen emeğe dair yazımızın başlığını ise geçen yıl gerçekleşen bir 8 Mart eyleminden aldık. Görünmeyen ve yok sayılan emeğin de artık sesini daha çok yükseltme zamanı geldi.
G
örünmeyen emek; genel olarak ücret karşılığı verilen bir emek olmadığı için, yani madden mübadele değeri taşımadığı için yok sayılan, gözden kaçırılan emek biçimi olarak tanımlanabilir. Toplumsal durumun bir yansıması olarak genel
anlamda kadın emeği, kadının özellikle de ev içi emeği görünmeyen emeğin önemli bir boyutunu oluşturuyor. Bir işte çalışmayan bir kadının ev içi emeği zorunluluk gibi algılanıyor. Burada harcanan emek, kadınların harcadığı olağanüstü emek görünmez
48 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
kılınıyor. Ev içi işlerin başı sonu olmaması, belirli bir mesaisinin olmaması görünmez emek algısını derinleştiriyor. Halbuki tüm bu işler devasa bir zaman aralığına denk düşüyor. Kadın eğer ev dışında çalışmıyorsa toplumun
genelindeki hâkim düşünce ise şu oluyor; erkek yani koca dışarıda çalışıyor, tüm gün bir emek harcıyor. Kadın da doğal olarak evde, bu doğal ve zorunlu bir işbölümü. Çünkü kadın, erkeğin geliri üstünden geçimini de sağlıyor. Fakat buradaki kritik nokta; geçiminin sağlanması, kadının emeğinin karşılığını aldığı anlamına gelmiyor. Kadının yaşam standartları, ekonomik bağımsızlığı, erkeğin gelir düzeyine göre belirleniyor. Diğer yandan hem ev dışında hem de evde çalışan kadının emeği de var tabii ki. Yine bir tür görünmeyen emek biçimi ile karşı karşıyayız. Kadın hem dışarıda çalışıyor hem de evin içinde çalışıyor. Evde iş yükünün dağılımında korkunç eşitsiz bir işbölümü sözkonusu. Bu durumu her gün yeniden üreten yerleşik cinsiyetçi kalıplar ise hiçbir şekilde yıkılmıyor.
Niteliksiz emek yoktur Bugün iş gücü piyasasına baktığımızda, neo-liberal yapılanmaların sonucunda kadın emeğinin esnek üretim biçimlerine, enformel işlere bilinçli şekilde yöneltildiğini fark ediyoruz. Son 25 ila 30 yılda dünya genelindeki eğilimlerden biri de kadın istihdamındaki artış oldu. Fakat bu artışın geri planı çok olumlu bir duruma işaret etmiyordu. Birçok kadın güvenceli, tam zamanlı işlerde değil güvencesiz, esnek, geçici işlerde istihdam ediliyordu. Örneğin Türkiye’de de örneğini görebileceğimiz üzere hizmet sektörüne ciddi bir yönlendirme mevcut. Hizmet sektörü, enformel işlerde, ev eksenli işlerde kadınların emeği nitelikli emek olarak sayılmıyor. Bu emek kadınların doğal yatkınlıkları olarak görülüyor. Emeklerinin
nitelikleri görünmez kılınıyor, emekleri vasıfsızlaştırılıyor. Oysaki niteliksiz emek yoktur, hiçbir emek biçimi niteliksiz olarak tanımlanamaz, tanımlanmamalıdır. Emeğin karşılıksızlığını ortadan kaldırmak, emek sömürüsünü azaltmak için; ev içi emek sürecinde üretilenlerin ölçülmesine yönelik birtakım yöntemler uzun yıllardır tartışılıyor. Diğer yandan ev içi emeği ücretlendirmenin bu işlerin kadına ait işler sayılması sonucunu doğuracağı ya da pekiştireceği yorumları da yapılıyor. Bu; ev işlerinin kadınların işleri olduğunun tescil edilmesi anlamına gelebilir. Bu noktada bir görüş de; harcanılan emekten kaynaklanan emeklilik hakları ve sosyal güvenlik haklarında mümkün olan her türlü iyileştirmeyi yapmak olarak öne çıkıyor.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 49
Emeğin ve emeğe dair kullanılan dilin feminizasyonu Emek dünyası ve emek piyasasının ırk, etnisite ve cinsiyet temelli ayrımlarla belirleniyor. Erkek egemen dil ve fikriyat; emeğe de hâkim durumda. Erkek egemen ve tam zamanlı işler devletin düzenlemeleri aracılığıyla korunurken; dışkaynak, taşeron, sözleşmeli, parttime, ev eksenli güvencesiz iş biçimleri yaygınlaşıyor. Neoliberal politikaların kadınlar üzerinde yol açtığı olumsuz sonuçlar sadece ekonomik boyutla sınırlı kalmıyor. Toplumsal cinsiyet rollerini bir kez, bir kez daha pekiştiriyor. Bu noktada emeğin feminizasyonu çok kritik bir olgu. Bu da toplumdaki erkek egemen zihniyetin ve tahakkümlerin yıkılması ve zayıflatılmasıyla doğru orantılı. Otorite ve güç gerektiren mesleklerin erkeklere özgü; bakma,
besleme ve hizmetle ilişkili mesleklerin ise kadınlara özgü olduğu kalıpları yıkılmadan emekte bir dönüşümden söz etmek çok zor. Baskıcı, hiyerarşik, sömürüye dayalı her tür ilişkinin köklü dönüşümlerle ortadan kaldırılması gerekiyor. Bu; geleneksel ilişkilerin arkasına gizlenen sömürüyü de daha görünür hale getirecektir.
Seks işçilerinin diğer tüm emekçiler gibi hakları vardır Emek konusunda en çetrefilll alanlardan biri de seks işçiliği ve seks işçilerinin emeği. Belki de dünya üstünde emeği en çok yok sayılan, emeği nedeniyle en çok şiddete maruz kalan meslek grubu seks işçileri. Üstelik seks işçilerine yönelik suçlar konuşulmuyor, üstünde durulmuyor, cezalandırılmıyor hatta teşvik ediliyor. Seks işçileri nefret suçları, tecavüzler,
50 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
fiziksel saldırı ve cinayetler ile karşılaştığında bunu umursamayan hatta “hak etti” diyen insanlar var. Seks işçileri, fiziksel, cinsel, duygusal/psikolojik ve ekonomik şiddetin tam da göbeğinde hayatlarını sürdürmeye yarım yamalak da olsa çalışıyorlar. Sistematik bir şiddet ile karşılaşan seks işçileri, diğer yandan güvencesizlik, sosyal haklardan mahrum kalma, yoksulluk ve ölüm ile boğuşuyorlar. Görülmeyen, konuşulmayan, duyulmayan, küçümsenen, hak talepleri umursanmayan seks işçileri, emek örgütleri veya sol oluşumlar içinde bile yok sayılıyor. Oysaki bir seks işçisi kadın, erkek veya eşcinselin de diğer tüm emekçiler gibi hakları vardır. Yapılması gereken seks işçilerinin emeği gerçekten emek midir’i tartışmaktansa bu insanların da emeklerine saygı duymak, sahip çıkmak ve onların da mücadelerine omuz vermektir.
11. ULUSLARARASI İŞÇİ FİLMLERİ FESTİVALİ
U
luslararası İşçi Filmleri Festivali, 2006 yılında bir grup gönüllünün çabasıyla başladı. İlk olarak 1994 yılında ABD’nin San Francisco kentinde düzenlenmiş olan ve her yıl 5 Temmuz’da, 1934 yılında yaşanan “Kanlı Perşembe” olarak bilinen olayın yıldönümünde başlayan ve 1 ay süren bir işçi kültür ve film festivali Laborfest ve Laborfest’in kurucusu ve emektarı Steve Zeltzer, bir yandan esin kaynağı, diğer yandan da festivalin en önemli destekçilerinden oldu.
“BARBARLIĞA KARŞI UMUT ÖYKÜLERİ” Bu yıl 11. kez düzenlenen Uluslararası İşçi Filmleri Festivali 1-8 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirildi. Festivalin amacını organizatör ekip şu şekilde tanımlıyor: •Tüm dünyadan işçi sınıfının yaşamını ve mücadelesini anlatmak, •İşçi sınıfı mücadelesine dair film veya belgesel yapan kişi ve grupların deneyimlerini paylaşmak ve ortaklaştırmak, •İşçilerin, işsizlerin, öğrencilerin, köylülerin ve kadınların mücadelesini ve tüm dünyadan halkların isyanını gösteren çalışmaları
yaygınlaştırmak. Bu nedenle de işçileri bir birey olarak sahip oldukları diğer nitelikleri de göz ardı etmeden anlatan, hatta doğrudan o diğer nitelikleri ile anlatan, o nitelikler dolayımı ile deneyimlediklerini perdeye taşıyan filmler festival programında kendisine yer bulur. Bunun da yanında diğer farklı gruplara ve sınıflara mensup insanların yaşadığı koşulları da ele almayı önemser. Festivalin yüzünü döndüğü yer, işçi sınıfıdır.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 51
Vahap Samanlı | mete.gurkan@gmail.com | @vejetaryenkebab
52 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR DÜNYA İnsanlığın doğa ile ilişkisi özellikle 18’inci yüzyılın ikinci yarısından sonra, Sanayi Devrimi ve ucuz enerji kaynakları ile beraber ciddi bir değişim göstermiştir. İnsanlar artık doğa ile ilişkilerinde edilgen olmaktan hızla çıkıp, onu etkiler, hatta kullanır hale gelmişlerdir. Ama nereye kadar? 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren çevre kirliliği ve doğa tahribatı artık göz ardı edilemeyecek boyutlara ulaşana ve bu gidişin artık sürdürülemez olduğunun anlaşılmasına dek. Sürdürülebilirlik kavramı, özellikle son 30-35 yıl içinde, sadece doğa ve çevre konuları ile de sınırlı kalmamış, pek çok alanda ve ölçekte gündeme oturmuştur.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 53
İ
nsanlığın doğa ile ilişkisi özellikle 18’inci yüzyılın ikinci yarısından sonra, Sanayi Devrimi ve ucuz enerji kaynakları ile beraber ciddi bir değişim göstermiştir. İnsanlar artık doğa ile ilişkilerinde edilgen olmaktan hızla çıkıp, onu etkiler, hatta kullanır hale gelmişlerdir. Ama nereye kadar? 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren çevre kirliliği ve doğa tahribatı
ki 20'nci yüzyılın ikinci yarısında küresel ısınmanın sebebi beşeri faaliyetler olmuştur (1). 19'uncu yüzyılın sonuna doğru ivme kazanan sanayi devriminden bu güne kadar olan dönemde küresel ısınma artışının 1°C olduğu tespit edilmektedir. Bu olaydan kısaca bahsedelim: Güneşin enerjisi dünyamıza düşük dalga boylu, yüksek enerjili radyasyon şeklinde gelir ve bulutlardan yansıma
yüzeyinin sıcaklığı artar. Atmosferimiz olmasa idi dünyanın yüzey sıcaklığının, güneşle aramızdaki ısı radyasyonu dengesine göre sadece -18°C seviyesinde olması gerekirdi. Halbuki, su buharı, karbondioksit, metan gibi doğal olarak atmosferde bulunan sera gazları sayesinde dünya yüzeyinin sıcaklığı ortalama 15°C dolayında, hayat için gayet uygun bir mertebede
artık göz ardı edilemeyecek boyutlara ulaşana ve bu gidişin artık sürdürülemez olduğunun anlaşılmasına dek. Sürdürülebilirlik kavramı, özellikle son 3035 yıl içinde, sadece doğa ve çevre konuları ile de sınırlı kalmamış, pek çok alanda ve ölçekte gündeme oturmuştur.
haricinde atmosferden etkilenmeden geçer, dünyaya ulaşır ve onu ısıtır. Ancak, atmosferimizde bulunan sera gazları, ısınan dünyamızın geri yaydığı daha büyük dalga boylu, kızılötesi radyasyonu emer ve ısınır. Bunun sonucunda atmosferde, 6-10 km yükseklikte her yönde ısı yayan adeta bir kapan oluşur ve dünya
gerçekleşir. Ancak, beşeri faaliyetler dolayısı ile atmosfere suni olarak salınan ilave karbondioksit, CFC gibi sera gazları bu doğal sürecin dünyamızı aşırı ısıtmasına neden olmaktadır. Aslında, problem sadece sıcaklığın artması ile sınırlı değildir. İklimlerin yapısı ve düzeni de değişmektedir. Kuraklıklar, sel felaketleri, kasırgalar gibi ekstrem
Yapılan çalışma ve gözlemler kesin olarak göstermektedir
54 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
meteorolojik olaylar daha fazla gözlenmektedir. Ayrıca, bu katastrofik olaylar daha uzun süreli olmaya başlamıştır. Bir diğer çok önemli husus denizlerin seviyesinin yükselmesidir. Atmosferik dengelerin bozulması ile tetiklenen bazı değişimler belirli bir eşiği geçtikten sonra kendini besleyen döngüler haline gelmekte, bunların artık durdurulması (bazı bilimkurguvari yöntemler hariç) mümkün olmamaktadır. Örneğin, son tespitlere göre okyanusların 5 m dolayında yükselmesinin önüne geçilemeyeceği iddia edilmektedir (2) . Bunun süresi tam bilinmemekle beraber, bir asır içinde 1m civarındaki bir yükselmeye neredeyse kesin gözüyle bakılmaktadır. Bundan beş yıl önce Meksika'da toplanan BM İklim Değişikliği Konferansında küresel ısınmanın azami 2°C ile sınırlandırılması kararı alınmıştı. Bu limitin 1,5°C’de kalması arzusu da ifade edilmişti. Oysa ki, hâlâ bu limitlerin sağlanabilmesi için gerekli somut yükümlülükler hususunda uluslararası bir mutabakat sağlanabilmiş değildir. Ortada, 3°C, 4°C hatta dünyanın sonu demek olan 6°C senaryoları bile dolaşmaktadır. Yukarda bahsi geçen iklim değişikliği etkilerinin daha 1°C’lik bir ısınma döneminde gözlenmeye başlandığını
düşünürsek, gerekenler zamanında yapılmaz ise, kontrolsüz bir ısınma sonucunda dünyayı nasıl felaketlerin beklediğini tahmin etmek bile akıllara zarardır. Umarız yakın zaman önce yapılmış olan son iklim konferansının olumlu etkileri olur. Peki ne yapmalı? İlk akla gelen önlemler temiz enerji kullanımı ve enerji tasarrufu. Birçok ülke temiz enerji konusunda önemli adımlar atıyor. Bu bağlamda rüzgâr ve güneş kaynaklı yenilenebilir türden enerji
üretimi öne çıkıyor. Bu doğru, olması gereken bir adım. Ancak, bu konudaki kısıt ve problemleri gözden kaçırmamak, yenilenebilir enerjinin dikensiz gül bahçesi olduğunu sanmamak gerek. Öncelikle, yenilenebilir enerjiler hem kesintilidir, hem de kesin olarak öngörülemez. Yani, rüzgâr estiği, güneşin parladığı zamanlarda enerji üretilebilir ve sürprizler de olabilir. Oysa, üretilen enerji depolanamaz ve sağlıklı bir şebeke işletmesi için talep anlık olarak dengelenmelidir.
O zaman, aşırı yük durumları için kömür ve gaz gibi konvansiyonel yakıtlı santralleri hazırda bekletmek gerekir. Bu durumda amaca ters sonuçlar da ortaya çıkabilir. Örneğin, Almanya'da yenilenebilir enerji kullanımı önemli ölçüde artmakla beraber ucuz linyite dayalı enerji üretimi hâlâ birinci sıradadır (3). Kalkınmış ülkelerin nükleer santrallerden vazgeçmekte acele etmemesi gerekir. Temiz çözüm, enerjinin depolanabileceği, pompajlı hidroelektrik santraller, elektrokimyasal depolama üniteleri vb. tesisleri devreye alıp, aşırı yük zamanlarında bunları kullanmaktır. Son yıllarda üzerinde durulan bir diğer enerji kaynağı ise akülü vasıtaların uygun zamanlarda şebekeyi geri beslemesi yöntemidir. Elektrik enerjisi tüketiminde yüzde 10 dolayında tasarruf hedeflemek mümkündür. Ancak, optimal tüketimin sağlanması için geri beslemeli talep yönetimi tekniklerinin kullanılabileceği akıllı şebekelere (smart grid) ihtiyaç vardır (4). Yani, mesele sadece üretim ile sınırlı değildir. Sisteme büyük oranda temiz, yenilenebilir enerjinin entegrasyonunun ve kapsamlı enerji tasarrufunun sağlanmasının olmazsa olmazı amacına uygun bir şekilde geliştirilmiş bir dağıtım şebekesinin
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 55
de devreye alınmasıdır. Eninde sonunda da son teknolojilerin ve bir internet altyapısının etkin bir şekilde kullanıldığı akıllı şebekeler gerekli olacaktır. Temiz enerji; kapsamlı bir planlama, yeni teknolojiler ve ciddi yatırım gerektirir. Enerji sektöründe yeni anlayışlar, yapısal değişiklikler kaçınılmazdır. Bir örnek: 2°C hedefinin tutturulabilmesi için 2050 yılına kadar mevcut CO2 emisyon oranının onda biri mertebesine inmesi gerekir (5). Yani, enerji sektörü, bırakın doğal gazı, sıfır emisyon kaynaklarına acilen dönmelidir. Onun için kalkınmış ülkeler nükleer sanralleri kapatırken bir daha düşünmeli ve asıl önemlisi yer altındaki tüm fosil yakıt rezervlerine göz dikmekten vazgeçmelidirler.
Sürdürülebilir bir yerküre, ekonomik konulardan soyutlanamaz ve dünya ekonomisinin şartları ile iç içedir. Oysa, günümüzde dünya ekonomisinin belirleyici faktörleri 3540 yıl öncesine göre çok değişmiştir. Aralarında Nobel ödülü almış, Amerika'da bakanlık yapmış olanların da bulunduğu bir kısım ekonomiste göre, artık piyasalarda ekonomi teorisinin prensip ve parametreleri yerine siyaset ile yakın temas, ideolojik yaklaşımlar ve güç oyunlarının dinamiği daha belirleyici olmaya başlamıştır. Bu tespit ekonomi bilimi ve akademisyenleri için hiç de iç açıcı değil, ama esas halklar için hazmı çok zor bir husus. Konuyu kısaca
56 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
açalım: İktisat teorisine göre piyasaların meziyeti etkin (efficient) olmasındadır. Bu da arzın talebi karşılaması ile olur. Ama dünyada bu kadar sosyal sıkıntı, eğitim, sağlık ve altyapı eksikliği, iklim değişikliği tehlikesi gibi ciddi sorunlar varken, kaynaklar ve imkânlar, yani güç ve servet bunlara çare olmak yerine israf ediliyor veya başka amaçlara hizmet ediyor ise etkin piyasalardan bahsedemeyiz. Oysa dünyamızın öncelikli, vahim ve gerçek problemleri var, ekonomik değer anlayışımız bu problemlerin aşılmasının insanlara sağlayacağı mutluluk ve faydadan koparılmamalıdır. Global ekonomi dengeli, etkin ve hakça olmalı, yüzyılların birikimi olan iktisadi tecrübe ve bilgiye de gereken saygıyı
göstermelidir. Kimse sihirli bir kaldıraç icat edip yoktan değer yaratabileceğini satmaya çalışmamalıdır, zira böyle faaliyetler ekonomilerde riskleri ve oynaklığı arttırmakta, patlayan balonların ve krizlerin tohumu olmaktadır. Ülkeler ve sınıflar arası gelir ve fırsat eşitsizliği, bunun tetiklediği sosyal çalkantılar, iklim değişikliğine ilaveten bir başka felaket potansiyeli haline gelme yolundadır. Gözüken o ki, demokratik sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve serbest rekabete dayalı piyasa düzeninin, özetle insan faktörünün daha öne çıktığı bir ekonomik sisteme doğru yönelmek gerekmektedir. Amerika'daki “Wall Street’i İşgal Et” (Occupy Wall Street) veya “Biz Yüzde Doksandokuz’uz” (We Are 99%) kampanyalarını unutmayalım (6). Gelecek kuşaklara yaşanır bir dünya bırakabilmek için doğanın kaynaklarına, tüketmek için değil yaşamak için ihtiyaç olduğu, ucuz ve kolay enerji devrinin kapandığı bilincine acilen ihtiyaç var. Bu konularda gelişmiş ülkelere önemli sorumluluklar düşmekte. Örneğin, kalkınmış ülkelerin ekonomik dinamizmi
sadece büyümeye bağlama görüşünden vazgeçmeleri gerekir (7). Artık, gerekli yapısal reformları yapabilen, aşırı tüketimi özendirmeyen, eğitim ve inovasyona önem veren, sürdürülebilir mali politikaları ve dengeli büyümeyi hedefleyen, tam rekabet piyasalarını gözeten bir ekonomik modele ihtiyaç var. Bu hedeflere ancak toplumların sorumluluklarının bilincine varması, siyasetin ve global piyasaların da her konuda sürdürülebilirliğin temel ölçüt alındığı bir paradigma değişikliğini gerçekleştirmesi ile ulaşılabilir. Güncel tablo, sürdürülebilir dünya paradigmasının öne çıkmasının öyle pek kolay olamayacağı şeklinde, ama ortada başka çare de yok. Ayrıca, bizim gibi kalkınmakta olan bir ülkenin dünyanın gidişatında belirleyici olması pek olası değil. Ancak, bu ne yapılması gerektiği konusunda kafa yormamak anlamına da gelmez. Örneğin, bugünlerde Türkiye'den bazı holding yöneticilerinin, kapitalizmin dünyadaki birçok problemin kaynağı olduğuna dair beyanları dikkat çekti. Bu çıkışı “timsah gözyaşları” şeklinde yorumlayanlar hayli fazla. Ama, bu yaklaşım
temel konuyu gözden kaçırıyor, zira bir paradigma değişikliğinin gereğinden de bahsediliyor. Esas önemli olan da bu. Köklü değişimler ancak toplumların genelinin mobilize olması, enerjilerini bu hareketin gereklerine odaklamaları ile mümkün olur. İş dünyasının bu tespitleri uzmanlar tarafından zaten dillendirilen şeyler, ama dikkat çeken bunların ilk defa Türkiye'deki sermaye çevreleri tarafından böyle çarpıcı bir şekilde ortaya konması. Tabii, bu konuşmalarda bahsi geçen paradigmadan tam olarak ne kastedildiği açık değil, ama sürdürülebilir bir dünya için gidilecek o kadar çok yol var ki, Türkiye'deki iş çevresi tarafından sadece paradigma değişikliğinden bahsedilmesi bile bu konulara önem verenler için bir katkı olarak algılanmalıdır. Worldwatch Enstitütüsünden Tom Prugh’un sözleri kayda değer: “Her geçen gün, yaklaşan son için, seçimlerimizin önemi giderek azalıyor. Artık Homo sapiens sapiens’in, mağrur ismine yakışır bir biçimde yaşama ve yetişkinliğe geçme zamanıdır.”
Referanslar WG II AR5, “ Phase 1 Report ”, Mart 2015 Le Page M., “ Five Metres and Counting ”, NewScientist: The Collection/Our Planet, 2015 Special Report, Climate Change, “ When the Wind Blows”, Economist, Kasım 2015 Samanlı V., “ Türkiyenin Enerji Görünümü ve Geleceği-2”, Enerji Panorama, Ekim 2015 OECD/IEA, “ Energy, Climate Change and Environment”, Executive Summary, 2014 Stiglitz J.E., “ Price of Inequality “, W.W.Norton & Co., 2013 Worldwatch Enstitütüsü, “ Dünyanın Durumu 2015”, Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları, 2015
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 57
58 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Ankara Engelsiz Filmler Festivali, herkesin kültürel yaşama katılma hakkına sahip olduğu basit gerçeğinden yola çıkarak; engelli bireylerin sosyal ve kültürel haklarını kullanabilecekleri koşulların yaratılmasının bir zorunluluk olduğunu ve bunun için bir farkındalık yaratarak, engelli bireylerin yakınlarıyla birlikte film izlemeleri, kültürel ve sosyal bir deneyim yaşamaları adına gerçekleştirilen bir etkinliktir.
ise Deniz Gamze Ergüven’in yönettiği Mustang filmine verildi.
Ankara Engelsiz Filmler Festivali bu sene 24-29 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirildi. Sesli betimleme, ayrıntılı altyazı, işaret dili, kulaklık gibi seçeneklerle her bireyin filmleri izlemesi için olanak sağlandı. Film kapsamında jüri üyelerinin Tansu Biçer, Cüneyt Cebenoyan ve Gündüz Vassaf’ın yer aldığı “engelsiz yarışma”da bu sene 5 film vardı. Abluka, Kar Korsanları, Mustang, Nefesim Kesilene Kadar, Sarmaşık…
45 Yıl (Andrew Haigh), Istakoz (Yorgos Lanthimos), İnsalıktan Uzakta (David Oelhoffen)
Engelsiz Yarışma’da en iyi film ödülünün sahibi Tolga Karaçelik’in yönettiği “Sarmaşık” olurken, Tolga Karaçelik de en iyi yönetmen ödülüne değer bulundu. En iyi senaryo ödülünün sahibi Kar Korsanları filmiyle Faruk Hacıhafızoğlu‘nun oldu. Seyircilerin oylarıyla belirlenen seyirci özel ödülü
Engel tanımayan film kategorisinde yer alan filmler ise şöyleydi: Hediye (Jacob Frey), Kabile (Myroslav Slaboshpytskiy), Salyangoz Adımı (Daniele Suraci), Salyangoz Adımı (Daniele Suraci), Yüzde 12.29 ( Oktay Altunnar)… Dünyadan 2016
Türkiye Sineması 2016 İftarlık Gazoz (Yüksel Aksu), Vavien ( Yağmur Taylan, Durul Taylan) Sinema Tarihinden Cephede Eğlence (Robert Altman) Uzun Lafın Kısası 2016 Altın Vuruş (Gökalp Gönen), Gri Bölge( Derya Durmaz), Hurşit (Selcen Yılmazoğlu), Hüvelbaki (Süleyman Arslan), Karadeniz(Ulaş Karaoğlu), Orman (Onur Saylak, Doğu Yaşar Akal), Salı(Ziya Demirel)
Çocuklar İçin 2016 Kuzular Firarda (Mark Burton, Richard Starzak), Küçük Prens (Mark Osborne), Minik Kuş (Christian De Vita), Sevimli Ejderha: Kokonat (Hubert Weiland, Nina Wels) Ayrıca festival kapsamında otizm dostu gösterimde yer alıyor. Otizm spektrum bozukluğu yaşayan bir birey için sinemaya gitmek çeşitli nedenler yüzünden sıkıntılı olabiliyor. Otizm dostu gösterim sırasında bu rahatsızlığa neden olan çeşitli çevresel etkenler ortadan kaldırılarak uygun ortam yaratılıyor. Otizm dostu gösterimde bu nedenler ortadan kaldırılarak uygun ortam hazırlanıyor. Bu sene otizm dostu gösterim için ise Küçük Prens seçildi. Festival Kapsamında Ayrıca Herkes İçin Senaryo Atölyesi, Duygular Canlanıyor! Animasyon Atölyesi ve Erişiyorsam Varım! Sergisi gibi etkinlikler ve yönetmenlerle söyleşiler yer aldı.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 59
Olcay Gazabi | olcay@gaiadergi.com
SEVGİSİZ EMEK Hissetmekten yoksun emek ve mevcut dünya.
60 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
C
ok geniş bir kanı vardır: “Emek kutsaldır.” İlk etapta işçiden yana bir görüşmüş gibi görünse de aslında durum hiç öyle değil. Özellikle din temelli çevreler ve dini kaynaklarda çok fazla geçmektedir bu. Dini kutsal kitaplar bir nevi anayasa hatta ceza yasası niteliği taşımaktadır. Dinin amacı tabii ki toplumu bir düzen içinde tutmaktır. Toplumun
düzenini egemenler yani toplumu yönlendiren ya da yönetenler belirler. Burada iş hep zenginlere ya da güçlülere düşer. Çünkü toplum, birçok sebebin yanı sıra zenginlerin varlığını var etmek için düzen içindedir. Bizlere emeğin kutsal olduğunu söyleyenlere bakacak olursak bunların aslında iktidarı elinde bulunduran kimseler
olduğunu ya da bu sözlerin iktidar yanlısı diğer kimseler tarafından söylendiğini görmek mümkün. Peki, emeğin kutsal olduğunu neden kafamıza vursunlar? Bundan düzenin nasıl bir çıkarı olabilir? Emek; mal veya hizmet üretimi sırasında ortaya konan insan kaynağıdır. Üretimi gerçekleştirenlerin fiziksel ve düşünsel
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 61
katkılarıdır. Bu katkılar tabii ki enerjiyi de kapsamaktadır. Emek aynı zamanda güç gerektirir. Tabii ki buradaki emek, insan kaynaklı enerji ile iş yapmaktır. İnsan emek üretebileceği gibi sevgi de üretebilecekken ve sevginin emeğe olan üstünlüğü ve yararı ortada iken neden emek kutsal olsun ki? Emek sandığımız kadar masum bir kavram değildir. Eğer emek olmasa işçilere ne gerek kalırdı? Emek olmasa insanların ve hayvanların doludizgin sömürülmesi için oluşturulmuş olan örgütlülük gene var olur muydu? Şu medeniyete bakınız, tamamen işçiler sayesinde var oluyorlar fakat işçiler bu medeniyetteki en küçük payı alıyorlar. Neden? Çünkü emek kutsal değil. Emek olmasa bu kadar adaletsizlik olur muydu? Sorun nerden kaynaklanıyor? Sevgiden yoksun emek. Sevgiden yoksun emek metalaşmıştır. Satılıktır. İşçiler emeklerini satan kimselerdir. Tıpkı bir ticaret erbabı gibi emeklerini satarlar. Acaba işçiliği ilk kim çıkardı? Bir kişi başka birine emeğini satmayı mı teklif etti yoksa tam tersi mi oldu? Yoksa üretip takas etmek yerine işçiliği daha mı pratik buldu,
üretecek hammaddesi olmayanlar? Yani bu yoksulların bir çözümü müydü takas dönemlerinde? Bunu bilmiyoruz ama bildiğim bir şey var ki o da emeğin satılmasının dünya dengelerinde ve dünyanın şu an ki kötü durumunda payının olması. Egemenler emeğe ihtiyaç
duyduğundan işçiye de ihtiyaç duyacaktır. Egemenlerin işçiden almayı beklediği tek şey emektir. Daha da önemlisi egemenlerin, işçinin işçi ile ilgili olarak önemsediği tek şey emektir. Bunu şu şekilde örnekleyebiliriz; günümüzde otomasyon ve robotik sistemler hızla
62 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
gelişmektedir. Bunun sonucunda otomasyon ve robotik üretim/hizmet sistemine geçişle birlikte insan emeğine daha az ihtiyaç duyulmaktadır ve işçi çıkarmalar söz konusu olmaktadır. Yani egemenler emeği bir robottan ya da bir makineden aldıklarında artık işçilere ihtiyaçları kalmamakta ve onlara ne olacağı ile ilgilenmemektedir. Yani daha acı konuşayım; eğer emek metalaşmasa ve satılmasa ya da işçiler emek üretmese egemenler bu kadar fazla insanın var olmasına izin vermeyecekti. Çin’i düşünün. Dünyanın en ucuz işçiliği orada ve Çin’de nüfus kontrolü var. Belli bir sayıya kadar çocuk yapmanıza izin var. Artık o kadar çok işçi var o kadar çok emeğini satan insan var ki egemenler daha fazla emeğe ve daha önemlisi daha ucuz emeğe ihtiyaç duymadıkları için insan sayısının artmasına izin vermiyorlar. Öğrendiğim kadarı ile son zamanlarda Çin’in çocuk sınırlaması yasağı kalkmış. Bunun sebebi tahmin edebileceğiniz gibi Çin’in uluslararası ticari, ekonomik bir savaşın içinde olması ve daha da ucuz işgücüne ihtiyacı olmasıdır. Bunun dışında
yaşadığımız topraklarda Tayyip Erdoğan’ın “en az 3 çocuk” isteği de bundandır. Bildiğiniz gibi Tayyip Erdoğan da fabrikaları olan bir sermayedardır ve son yıllarda Türkiye’nin ve dünyanın en zenginleri arasına girmiştir. Daha çok işçi demek; daha ucuz işgücü, patronlara daha çok kâr ve para demektir. İşte bu yüzden genç nüfus, ülkelerin yerli fabrikatörleri için ve yabancı sermaye için ihtiyaçtır. Avrupa’da genç nüfus azaldığı için kullanabilecekleri kadar genç ve erkek mültecinin Avrupa’ya girmesine izin verilmiştir. Yoksa Avrupa üretimi çok pahalıya geldiğinden Çin’in altında kalacak ve ekonomik savaşta yenilecektir. İşte batı, savaştan bu şekilde de yararlanmaktadır. Göreceğimiz üzere savaşlar hep zenginin ve güçlünün yararınadır.
Suçlu emeğini satan mı emeği sattıran mı? Kimse emeğimizi satmamız ya da çalışmamız için kafamıza vurmuyor, hiçbir patron gelip sabahın köründe bizi uyandırmıyor. Kendimiz koşa koşa yetişiyoruz sabahın köründe o işlere. Bize öğretildiği kadarı ile sanıyoruz ki
çalışmazsak yaşayamayız. Yani sistem bizi buna kafamıza vurmadan ikna etmiş durumda. İnsanları emeğini satacak pozisyona sürükleyen şeye sistem
diyoruz. Bunu söylüyorum çünkü şu ana kadar emeğini satana yüklenmişim gibi görünüyor olabilirim. Oysa bu bir “hayat kadınına” fahişelik yaptığı için kızmamıza benzerdi. Tabii ki bu işi istediği için yapabilecek kadınlar ve erkekler var olabileceği gibi mecbur kaldığı için yapanlar da vardır. Burada dikkat etmemiz gereken şey onu emek satmaya neyin mecbur bıraktığıdır. Tıpkı işçilikte olduğu gibi seks işçiliğinde de bir emek satışı söz konusudur. Fakat burada biraz daha farklı olarak beden bütünlüğüne dokunulmasına müsaade edilir. Bu noktada bedenini satma durumuna seks işçiliği denmesi gayet normaldir ve bence sıradan
bir işçi ile seks işçisi arasında bir fark yoktur. Kimi fabrikada enjeksiyon makinesinde çalışır, kimi ayakkabı boyar kimi ise sevgisiz emeğin müşterisi olan kişilere, sevgiden yoksun bir seks satar. Burada dikkat etmemiz gereken şey hem patronun hem de seks işçisinin müşterisinin sevgiden yoksun bir emeğin müşterisi olmasıdır. Yani görebileceğiniz gibi bu iki emek söz konusu olduğunda hem satan hem de müşteri arasında bir benzerlik vardır. Sattıkları ve aldıkları, sevgiden yoksun emektir ve bunu bile bile isterler. Bu noktada emeğin nasıl da yalnızlaştırılıp metalaştırıldığı, nasıl da sadeleştirilip insani yönlerinden ayrıldığını görebiliriz. Emeği sevgiden yoksunlaştıranlar aynı zamanda emeği diğer insani yönlerinden de ayıranlardır. Sonuç olarak elimizde yalnızca ve yalnızca neredeyse paketlenmiş halde satılık bir emek kalıyor. Emek bu kadar satılmaya hazır olunca ve bunu satan kişilerin sayısı fazla olunca fiyatı da düşüyor. Fiyat düştükçe işçilerin çalışma şartları da kötüleşiyor. Avrupa ve Türkiye arasındaki işçilerin çalışma koşulları arasındaki fark da bunu
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 63
gösteriyor. Sevgi’li emek; istenerek yapılan iş olabilir. Mesela sanat. Sanatı ortaya çıkarmak için bir emek gerekir. Bunu içinizden gelerek ve isteyerek yapıyorsanız ona verdiğiniz emeğin içinde sevginin yanı sıra birçok insani özellik de barındıracaktır. Mesela korku, şiddet veya nefret, verilen emeğin sonucunda ortaya çıkmış eserden bize yansıyabilir ki bunlar insani hatta hayvani hislerdir. Dikkat ederseniz sevgi ile ortaya konan işe eser denirken sevgisiz ortaya konan işe ürün deniyor. Eser ile ürün, en büyük fark da budur. Gönüllü ise sanat, gönülsüz ise iş diyebiliriz. Her emeğin sevgi barındırmayacağını ortaya koymak her emeğin saygıdeğer olmadığını da ortaya koymaktır. Tecavüzü düşünün, hayvanları düşünün, sürekli sömürülen hayvanları. Mezbahaları düşünün. Orada işçiler var ve her dakika kendini koruma ve ifade etme şansı olmayan hayvanların boğazına bıçakları sokup kanlarını akıtıyorlar. Buradaki emeğe saygı duymak mümkün mü? Savaş uçakları ve savaşları düşünün, ırkçı savaşları, dini yaymak için yapılan savaşları, küresel firmaların sponsor olduğu savaşları düşünün. Bunların hepsinin içinde emek vardır. Bunlara içinde sırf emek var diye saygı duymak ve kutsal ilan etmek mümkün değildir. Emek kutsal olarak adlandırılınca dokunulmazlık
kazanıyor. Örneğin “emir kulu” tabiri de bence bu dokunulmazlıktan alıyor gücünü. Zulmedenler polisleri ve askerleri maşa olarak kullanıyorlar. Kendileri bizlerle muhatap bile olmuyorlar. Maşaları bizleri dövüyor, paketliyor, sınırlıyor, hapsediyor ve öldürüyor. Maşalara bunları yapmamaları gerektiğini söylediğimizde “biz de emir kuluyuz” türünden cevaplar aldığımız oluyor. Yani “Ben işçiyim, emeğimi bu şekilde satıyorum, emek satmak kutsaldır, emeği nasıl istersem öyle satarım, buna itiraz edemezsiniz” diyor. Oysa bu zalimliği bu şekilde savunanlar seks işçiliğine aynı toleransı göstermiyorlar. Acaba seks işçiliği genel anlamda erkekler tarafından yapılamadığı için mi kutsal değil? Acaba seks işçilerinin çoğu erkek olsa gene bu kadar lanetlenecek miydi? Hani emek kutsaldı? Seks işçiliğindeki emek neden fabrika işçisinin emeğinden daha onursuz olsun? Yani göreceğiniz üzere emeğin kutsal ya da yüce değer olduğu tamamen bir illüzyondur. Emeğe gelene kadar kutsal olarak nitelendirilebilecek daha bir sürü insani yönelim ve durum vardır. Aslında yüceltilen şey emek değil emeğin satışıdır. Egemenler, emeği o kadar rahat satmamızı isterler ki bu satış durumunu kutsarlar. Herkes emeğini satmalıdır, çalışmayan kişi toplumda aşağılanır ki herkes çalışsın, emeğini satsın. Herkes emeğini satsın ki emek ucuz
64 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
olsun. Emek paraya dönüştürülebilir, paraya dönüşen bir şey nasıl yüce olabilir? Sevgi, nefret, intikam asla paraya dönüştürülebilen şeyler değildir. Bu bahsettiğim insani ve hayvani duygular ve durumlar paradan bağımsızdır ve daha bağımsız olduğu için bence daha yücedir. İstediğiniz kadar para verin sizden ölesiye nefret eden birinin sevgisini kazanamazsınız. Bir sokak köpeğinin sevgisini ücretle satın alamazsınız. Nasıl oluyor da her gün bin bir türlü ikiyüzlülükle satılan emek sevgiden ya da nefretten yüce olabiliyor? Emeğin yüce kabul edilmesi ve emek satışının bu kadar normal karşılanması köleliği de yanında getiriyor. Sorgulanması gereken şey emeğin satışıdır, sorgulanması gereken şey başkasının işini neden bizim yaptığımızdır. Sorgulanması gereken şey işçiliğin dramatize edilip kutsallaştırılmasıdır. Sorgulanması gereken şey, bir işçinin hastaneye kaldırılırken “Çizmelerimi çıkarayım mı sedye kirlenmesin” diye soracak kadar kendini sedyedeki çarşaftan önemsiz hissetmesi ve onun bunu hissetmesini sağlayacak ortamın yaratılmış olmasıdır. Herkes işçinin şartlarından bahsederek şirinlik yapar ama kimse işçiliği sorgulamaya yeltenmez. Örgütlülük ve medeniyet bireyleri işçiliğe tutsak eder.
Kurtuluş yoktur. Kendini daha çok geliştirirsen emeğini daha pahalıya satabilirsin. Bunun sonucunda da okullar ve meslek okulları açılmış insanları işçiliğe hazırlamaktadır. Güzel meslek seçimleri için kariyer günleri organize edilir. Emeği daha pahalıya satmanın yöntemleri anlatılır. Geldiğimiz noktada teknolojinin ilerlemesi, küresel ısınma ve dünyadaki kaynakların azalması söz konusudur. Özellikle 3 boyutlu yazıcılar, hologramik görüntüleme ve algılama sistemleri, bilgisayar çipleri, enerjinin güneşten ya da dünyanın hareketlerinden elde edilmesi ile birlikte dünyadaki emek ihtiyacı
azalacaktır. Bununla birlikte artık emeğini satamayan insanlara ne olacağı egemenlerin umurunda olmayacaktır. Peki, bu noktada ne olacak? Muhtemelen, tıpkı İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin sokaklardan toplayıp araziye attığı sokak köpekleri gibi kıtlık içinde birbirini yiyerek yok olacak insanların bir kısmı. Diğer kısmı ise bize fark ettirmeden yok edilecek. GDO, kanser oranlarının artması, laboratuvarda üretilen hastalıkların yayılması, savaşlar ve henüz aklıma gelmeyenler. İşte bunlar “önemsiz” insanların azalmasını sağlayacaktır. Egemenler için emek satamayan insan önemsiz insandır. Böylece dünyadaki
kaynaklar dünyada kalan azınlığa yetebilecektir. Eğer egemenlerin bu tip bir planı olmasa özellikle küresel ısınma konusunda bu kadar rahat olmalarına anlam veremezdim. Dünya en baştan yanlış kodlanmıştır. Matematik ya da fizik veya din, adı her ne olursa olsun dünyayı anlayabilmek için ortaya çıkardığımız bu sistemler bizlere medeniyeti çok ilerletme konusunda imkân sağladı ama temelden yanlış olan bu dünya bir çok terimin yanlış anlaşılması sonucu koskocaman bir köle pazarı haline geldi. Bize öğrettikleri, bizi inandırdıkları sözde kutsal şeylerin sonucu ortada.
Habertürk, Çin 'tek çocuk' yasağını kaldırdı, 29 Ekim 2015
http://www.haberturk.com/dunya/haber/1146302-cin-tek-cocuk-yasagini-kaldirdi , erişim tarihi
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 65
Pelin Aydın | pelinaydin2@gmail.com
ERİL TARİHİN YAZMADIĞI
KADIN BESTECİLER Vivaldi, Mozart, Beethoven, Chopin ve dahası. Müzik dehalarının hepsi neden erkek diye düşündük mü hiç? Neden kadın bestecileri bilmiyoruz?
66 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
T
oplumsal inanç ve koşulların etkisiyle üzerlerine yüklenen kadın-ev ilişki ve üreme misyonu yüzünden kadınlar, müzik sanatında arka planda kalmışlardır. Tüm baskı ve zorluklarla mücadele ederek piyano çalan, beste yapan kadınlar olmuştur ancak eril tarih bu kadınların isimlerini bile kaydetmemiştir. Feminizm hareketleri ve kadın örgütlenme faaliyetleri, kadınların erkek egemen dünyadaki önemli rolleri üstlenmesine yardımcı olmuştur. Bu örgütlenmeler müzik dünyasına da yansımış ve “Kadın Besteciler Birliği” kurulmuştur. Bu kurum, uluslararası etkinliklerin yapılmasına önayak olmuş,
böylece kadın müzisyenler başka ülkelerde konserler vererek, öğretmenlik yaparak kendilerini tanıtma ve geliştirme imkânı bulmuştur. Yunan kültüründe şiirin çok önemli olması, Yunan müziğinde kadınları şiirden ayıramamıştır. Antik Yunan döneminde Sappho, Corinna ve Telesilla, lir üzerine söylenecek ilahiler ve sevgi şiirleri yazmışlardır. Bizans’ta ise kadınlar, düğün ve cenaze törenlerinde kendi aralarında şarkı söyleyip çalgı çalmışlardır. Dönemin en ünlü kadın bestecisi Kassia’dır. Dinsel tören müzikleri de bu dönemde gelişmiştir. Kilisenin baskılarıyla tutuculuk artmış, ataerkil yapıya bağlı olarak kadının şarkı söylemesi
günah sayılmış ve kadın kiliseden dışlanmıştır. Yapılan törenlerde kadın sesi gerektiren eserleri yıllarca hadım sanatçılar (kastrato) seslendirmiş, bu geleneği uzun yıllar da opera sanatı sürdürmüştür. Orta Çağ’da ise bütün yasaklara rağmen kadınlar bestecilik çalışmalarını gizlice sürdürmüşlerdir. Hildegard of Bingen onlardan en seçkin örnektir. 16'ncı ve 18'nci yüzyıllar arasında, kadınlar müzik eğitimi almaya başlamışlardır. Biraz rahatlamış, özgürce eserler bestelemiş, müzikte önemli başarılara imza atmışlardır. Bu yıllarda Maddalena Casullana, müziğini yayınlayan ilk kadın besteci olmuştur.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 67
18'nci yüzyılın ilk yarısı Mozart, Haydn, Beethoven gibi usta bestecileri yetiştiren bir dönemdir. Aynı zamanda kadın müzisyenlerin yükselişleri de bu dönemde doruğa ulaşmıştır. Fransa, İtalya, Almanya ve Avusturya’da pek çok kadın besteci, piyanist, öğretmen ve yorumcu olarak başarılar kazanmıştır. Kadın besteciler Birliği de 19'uncu yüzyılın sonlarına doğru Elizabeth Lutyens’in mücadelesiyle kurulmuştur. Osmanlı’da, kadın olduğu rivayet edilen Reftar Kalfa’dan sonra, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından önce yaşamış olup da eserleri hâlâ bilinen ve çalıp söylenen tek kadın besteci Dilhayat Kalfa’dır. 13 adet bestesi vardır. Haremde kadınlardan oluşan birçok çalgı grubu kurmuştur. Hatta 60 kişilik bir orkestrası olduğundan söz edilir. Ataerkil toplumdaki cinsiyete dayalı katı iş bölümü, kadını eve kapatmayı istemiştir.
Ancak erkek olmanın başarıya ulaşmanın şartı sayıldığı bu dönemlerde bile önlerine çıkan engellere rağmen, ulaşılabilen kaynaklardan öğrenildiği kadarıyla müzik dünyasına katkıda bulunan pek çok kadın olmuştur.
besteci erkek kardeşi Felix Mendelsshon kadar yetenekli olan ve bu yeteneğini defalarca ispatlayan Fanny’nin karşısında her zaman bir baba engeli vardı. Kadınların görevinin ev kadınlığı olduğunu düşünen baba Abraham Mendelsshon, kızının yabancı insanların önünde piyano çalmasını da istemiyordu. “Müzik çalışmaların konusunda yazdıkların, kardeşin Felix’in eserleri hakkında düşündüklerinin hepsi güzel şeyler. Müzik kardeşin için bir meslek olabilir fakat senin için bir hayalden öteye geçemeyecek. Bu anlayışla ve kadınlara yakışır şekilde hareket et.’’ –Abraham Mendelsshon’un kızına yazdığı bir mektuptan. (1820)
Birçok eser besteleyen Fanny Mendelsshon bu alanda, kadın olmanın zorluklarını sonuna kadar yaşamıştır. En az, ünlü
68 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Gizlice müzik çalışmaları yapan Fanny, ressam Wilhelm Hensel ile evlendikten sonra müzik çalışmaları konusunda rahatlayabildi. Wilhelm onu
yanında yine eril tarih yazımı sebebiyle hâlâ adları bile bilinmeyen birçok kadın besteci olduğunu düşünüyorum.
beste yapması ve piyano çalması konusunda her zaman destekledi. Müzisyenler ve kadın araştırmacıların geçmiş yıllarda yaşamış kadın bestecileri araştırmasıyla birçok yeni bilgiye ulaşıldı. 30-40 yıl öncesine kadar Fanny Mendelsshon 450’ye yakın bestesiyle müzik literatüründe yer almıyordu. Şimdi ise 19'uncu yüzyılın en önemli 3 kadın bestecisinden biri olarak kabul ediliyor. Araştırmaların sonucu olarak; 19'uncu yüzyılın sonunda kadın bestecilerin sayısı 3 katına kadar çıkıyor.
Müzikte 72 ülkeden 6 bin 200 kadın sanatçı olduğu biliniyor. Tüm bunların
“Kadınlar ve Müzik” dersi müzik eğitimi veren, dünya genelinde en iyi sayılan okulların bile sadece birkaç tanesinde görülüyor. Bestecilik, orkestra şefliği gibi alanlar günümüzde de hâlâ sadece erkeklerin elinde olduğu sayılan meslekler. Şimdi bile böyleyken 18'nci-19'uncu yüzyıllarda kadınların müzik eğitimi ve müzik mesleği mücadelelerini tahmin etmek çok da zor değil...
17'nci yüzyıl sonrasından bazı kadın besteciler ve mis gibi besteleri *Francesca Caccini – Lasciatemi Qui Solo (Bir opera besteleyen ilk kadın) *Hortense De Beauharnais – Portant pour la Syrie (Napolyon’un eşi) *Fanny Mendelsshon – Çello ve piyano için, sol minör Fantezi (Felix Mendelsshon’un kardeşi) *Clara Josephine Schumann – Die Lorelei (Robert Schumann’ın eşi) *Alma Mahler-Werfel – Die stille Stadt (Gustav Mahler’in eşi) *Elizabeth Lutyens – Requiescat (1950, Kadın Besteciler Derneği kurucularından)
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 69
Sevcan Karadağ | sevcankaradag00@gmail.com | @mdrnlsr
SENDİKAL HAREKETİN DOĞUŞU
70 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
1
7'nci yüzyılın sonlarında buharlı makinaların kitlesel üretimde kullanılması ve sonucunda kapitalizmin ortaya çıkmasıyla, bu yüzyıla kadar tarımda çalışan birçok işçi, büyük fabrikalarda çalışmaya başladı. Böylelikle toplum, sermaye sahipleri ve çalışan işçi sınıfı olmak üzere ikiye ayrıldı. Sermaye küçük bir kitlenin elinde, çalışan halk ise daha çoğunluktaydı. İş alanının sınırlı, işçi sınıfının da yoğun olması iş bulmayı zorlaştırıyordu. Bu nedenledir ki işçiler fazla mesai, az ücret, sağlıksız koşullar gibi birçok kötü duruma boyun eğerek çalışmalarını devam
ettiriyorlardı. Duruma ses çıkaran kesim ise çabucak susturuluyordu. Devletler de kapitalistleri destekliyor ve işçi sınıfı hiçe sayılıyordu. Sermaye sahipleri daha da büyümek istiyor, bu nedenle de daha ucuz işçi sınıfı olarak nitelendirilen kadın ve çocuklar ağır koşullarda çalıştırıyordu. Günlük 18 saate varan çalışma süreleri, iş kazaları ve meslek hastalıklarına karşı alınmayan önlemler, fabrika çevresinde sağlıksız barakalarda iç içe yaşamak gibi sebepler işçilerin ortalama yaşama süresini 40'lı yaşların altına çekiyordu.
1789'da Fransız Devrimi ile burjuvazi, seçme seçilme hakkı başta olmak üzere bazı temek hakları sadece mülk sahibi erkekler ile sınırlı birer ayrıcalık olarak hayata geçirmiş, bu durum devrimin başarısında mücadele eden işçi sınıfı için büyük hayal kırıklığı yaratmasıyla birlikte işçi sınıfına tarihi bir ders olmuştur. İşçi sınıfı böylelikle, burjuvazi sınıfa ve kapitalist sisteme karşı örgütlü bir direniş göstermedikçe koşulların değişmeyeceğinin bilincine varmıştır. Sanayi devrimi ve Fransız Devrimi ile birlikte ekonomik ve sosyal anlamda güçlenen burjuvazi, işçi ve
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 71
köylü sınıfını dışlamıştır. Sonunda işçi sınıfı tüm bu katlanılamaz koşullara, ilk tepkilerini, makinaları kırarak tepkilerini gösterdiler. Ludizm denilen bu ilk işçi hareketi, işçilerin kapitalizme karşı ilk ayaklanmasıydı. Ancak hükûmet makinaları kıran işçilere ölüm cezası vererek bu eylemleri önledi. Ludizm'den önce, makineleşmenin öncesinde ise ilk kitlesel tepkileri hırsızlık şeklinde ortaya çıkıyordu. İşçi sınıfı zenginleri gördükleri yerde döverek tüm paralarını alıyorlardı. Engels bu döneme ilişkin şu ifadeyi kullanmıştır: "İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi olduğunu kavrayacak nitelikte değildi. Sonunda ihtiyaçlar, mülkiyetin kutsallığına beslediği köklü saygıya üstün geldi ve hırsızlığa başladı." Avrupa'da bu ekonomik rejim hızla yayılırken işçi sınıfı da hızla artıyor ve yavaş yavaş sınıf bilinci ortaya çıkıyordu. İlk zamanlar kendi aralarında dayanışma dernekleri ve yardımlaşma sandıkları gibi ortaya çıkan örgütlenmeleri bu tarihlerde sendikal hareketlerin başlayacağını işaret ediyordu. Baştaki yaralanan, sakatlanan, işten atılan işçilerin en az hasarla kurtulmasını ve ölen işçilerin ailelerine desteği amaçlayan biraradalıkları zamanla işçileri, kendi çalışma koşullarını da sorgulamaya yöneltti. Başlayan işçi örgütlenmeleri devlet ve sermaye sahipleri tarafından baskılanıyordu.
Buna rağmen sendikalar oluşturulmaya ve işçi hakları korunmaya devam ediliyordu. İlk sendikaların büyük bir bölümü, belirli bir meslekten işçiyi barındıran ve vasıflı işçi örgütleyen meslek sendikaları olarak kurulmuştur.
şunlardır:
O dönemde üretimin bir parçasının kendileri olduğunu fark eden işçi sınıfı "grev" denen eylem biçimini buldular. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle çalışmalarını durdurarak grev yaptılar. Artan grevler, direnişler ve çatışmalar sebebiyle 1791'de Fransa'da, 1799'da İngiltere'de işçilerin örgüt kurmalarını engelleyen yasalar oluşturuldu. Bunların kaldırılması için yine işçiler uzun bir mücadele vermek zorunda kaldılar. Kapitalist dünya tarihi, işçi sınıfını, mücadele etme haklarını almaları için bile mücadele etmeye zorladı. Sonuçta 1824'te İngiltere'de, 1884'te Fransa'da sendika örgütlenmeleri yasal olarak tanındı. Ancak sermaye sahipleri ve devletin işçi sınıfı üzerindeki baskılamaları son bulmadı.
*Günlük 8, haftalık 48 saat çalışma süresi,
20'nci yüzyılın başlarında sendikalar kapitalizmin geliştiği ABD ve Avrupa'da daha etkin bir güç haline geldi. Etkin eylemleriyle işçi hareketleri birçok kazanım elde etmiştir.
*Yoksulluk, bulunduğu yerlerde, herkesin refahına yönelik bir tehlike oluşturur;
-1919 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kuruldu. Yine sendikaların çabaları sonucu "İşçi Hakları Bildirgesi" benimsendi. Bu bildirgenin temel ilkeleri
72 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
*Emeğin bir meta gibi değerlendirilmesi, *Sendikal örgütlenme hakkının sağlanması, *Yeterli bir yaşam düzeyini koruyabilmek için elverişli ücret ödenmesi,
*Haftada en az 24 saat dinlenme süresi, *Ülkede tüm işçilere eşit davranılması, *İşçilerin korumayı amaçlayan yasa hükümlerinin uygulamasını sağlayacak denetim sisteminin kurulması. II. Dünya Savaşının sonlarına doğru Filadelfiya'da toplanan ILO, tarihsel bildirgelerinden biri olarak tanınan ve ILO'nun amaç ve hedeflerinin belirtildiği "Filadelfiya Bildirgesi"ni 1944 yılında yayınladı. Bu bildirgede ise şu temel noktalar vurgulandı: *Emek bir mal değildir. *Dernek kurma ve ifade özgürlüğü desteklenen bir ilerlemenin vazgeçilmez şartıdır;
*İhtiyaca karşı mücadele, her ulusun kendi ülkesi içerisinde tükenmez bir güçle ve kamu yararının sağlanması amacıyla işçi ve işveren temsilcilerinin hükümet temsilcileri ile eşit şartları içinde katılımlarıyla yapacakları serbest tartışmalara ve alacakları
demokratik kararlara hâkim olarak sürekli ve ortak bir uluslararası gayretle yürütülecektir. *Irk, inanç ve cinsiyetleri ne olursa olsun bütün insanlara, maddi ilerlemelerini ve manevi gelişmelerini, hür ve haysiyetli bir şekilde, ekonomik güvence altında ve eşit şartlarda sürdürmek hakkına sahiptirler. Yayınlanan bildirgede şu konuların ILO için önemli bir yükümlülük oluşturduğu belirtildi: *Tam istihdamın sağlanması ve hayat seviyesinin yükseltilmesi, *İşçileri, becerilerini ve bilgilerini bütünüyle
gösterebilmekten zevk duyacakları işlerde çalıştırmak ve bu sayede ortak refaha en iyi biçimde katkıda bulunmak;
tanınması, iş sahibi olan ve korunmaya muhtaç olan kimselere asgari yaşam koşulları sağlayacak bir ücret verilmesi,
*Bu amaca ulaşmak için, bütün ilgililer hakkında uygun güvencelerle işçileri mesleklerinde yetiştirmek üzere olanaklar sağlamak ve onların bir yerden diğer bir yere nakillerini ve bu arada gerek kendilerinin gerek diğer halkın göçerliliğini kolaylaştırabilecek önlemlere başvurmak,
*Toplu görüşme yapmak hakkının tam olarak tanınması, üretim düzenlemelerinin sürekli iyileştirilmesi ile sosyal ve ekonomik politikanın hazırlanması ve uygulanmasında ortaklaşa hareket etmek için işçi ve işverenlerin işbirliği yapması,
*Ücretler ve kazançlar, çalışma süreleri ve diğer çalışma koşulları konularda kaydedilen ilerlemelerin sonuçlarından herkese eşit şekilde yararlanma imkanı
*Güvenceye ve eksiksiz tıbbi tedaviye ihtiyaç duyan herkes için temel bir gelir sağlamak amacına yönelik sosyal güvenlik önlemlerinin yaygınlaştırılması,
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 73
*Bütün işlerdeki işçilerin hayat ve sağlıklarının uygun bir biçimde korunması, *Çocukların ve annelerin korunması, *Gıda, barınma, kültür ve dinlenme olanakları bakımından uygun bir düzeye ulaşılması, *Eğitim ve meslek alanlarında eşit şanslar sağlanması. Devamında ise 1949 yılında Uluslararası Özgür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) kuruldu. Savaş yıllarının ardından evrensel hakların yaygınlaştırılmasına ve kurumlaştırılmasına yönelen dünya sendikaları; *Sendikalar hakların geliştirilmesi; sosyal güvenlik sistemlerinin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması; *Savaş, çatışma ve terörün dışlanması; *Sömürgeciliğin kaldırılması ve ulusal bağımsızlıkların kazanılması; *İnsan hakları ihlallerinin engellenmesi; *Irkçılığın ve her türden
ayrımcılığın sonlandırılması ve tüm dünyada demokrasinin geliştirilmesi, kurumlaştırılması doğrultusunda güçlü eylemler gerçekleştirdi. Koşulların çok da değişmediği günümüzde, burjuvazinin işçi sınıfına karşı üstün tutumu halen devam etmektedir. Devlet, bu sınıfı baskılama yollarına, çıkardığı yasalarla destek vermektedir. İktidar, işçi sınıfına yönelik en büyük saldırılarından birini gerçekleştirmeye hazırlanıyor. Özel İstihdam Büroları (ÖİB), kıdem tazminatı ve taşeron şirketlerin faaliyetlerini düzenleyen yasa tasarılarından ilki, yani kamuoyunda “Kiralık İşçi Yasası” olarak da bilinen ve ÖİB’lerin faaliyetlerini düzenleyen yasa tasarısı bu saldırının en büyük darbesini içeren hattı. Güvenceli
Kaynakça: Özkiraz, A. & Talu, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. 2, (2008): 108-126 Sendikaların Doğusu; Türkiye ve Batı Avrupa Ülkeleri Karşılaştırması Ahmet Özkiraz, Nuray Talu İşçi sendikalarının tarihi gelişimi, Prof.Dr. İbrahim Erol Kozak Sendikacılık tarihi, Yıldırım Koç, Türk-İş Eğitim Yay.
74 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
çalışma koşullarının ortadan kalktığı yerine daha esnek ve geçici çalışma düzeninin getirileceği bu yasa tasarısının, iktidar güzellemelerinin arkasındaki esas amacı ise Türkiye’de piyasaların neoliberal dönüşümü tamamlamak ve yaklaşan küresel ekonomik kriz karşısında sermayenin kârlılığını korumakla birlikte patronların işçilere karşı sorumluluklarını azaltmaktır. Bu yasa ile sendikal örgütlenme de artık zorlaştırılacaktır. Tüm bunlardan dolayı işçilerin sendikalarda örgütlenmesi bu sınıf mücaledelesi içinde önem arz etmektedir. "En kötü sendika, sendikasızlıktan iyidir." Bir işçi
Yaşam Oluklarında Birkaç Saat gelecek olabilir, yitip giden her zaman “ Birçok parçası dünyayı başka başka geleceklere hazırlıyor olabilir. Hangisi daha yakın günümüze? Hangisi bir sonraki nesil için hazırlanıyor?
“
Ütopya ve distopyalarla birçok politik konuya dokunan öykülerden oluşan bir eser…
Yeşim Özbirinci | yesim@gaiadergi.com | @yejades
İNSANLAR HAYVANLARIN EFENDİSİ DEĞİLDİR
76 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 77
H
er ebeveyn yoğun geçen çalışma haftasından sonra klasik bir pazar günü çocukları ile vakit geçirmek ister. Sözde güzel bir şey yaptığını sanarak bilgisayarın önünden kurtardığı çocuğunun elini tuttuğu gibi hayvanların köle olarak yaşadığı, adına eğlence denilen alanlara getirir. Yunus parkları, hayvanat bahçeleri, hayvanlı sirkler… Doğal ortamlarından kopardığımız hayvanlar, demir parmaklıkların ardında, soğuk beton odaların içinde üzgün ve sıkıcı bir yaşam sürerler. Göz göze geldiğiniz an acı dolu yaşamlarına belki birkaç saniye tanık olabilirsiniz. Hayvanat bahçelerinin kökeninin, dönemin kralları ve soyluları tarafından zevk amaçlı (!) yapılan hayvan koleksiyonuna dayandığı tahmin edilir. Deniz canlılarının esaret altına
alınması da 1860'lara kadar gidiyor. İnsanlara bilmedikleri hayvanları tanıtmak ve hayvan türlerini doğadakine en yakın şekilde yetiştirmek diye hayvanat bahçelerinin amacı savunulur. Keza yunus parkları içinde böyle gerekçeler sunabilirler. Lakin her hayvan doğadakine en yakın şekilde değil doğasının içinde yaşamayı hak eder. Hiçbir hayvanın kapatılması için geçerli, mantıklı bir sebep yoktur. Bir kırbacın ucundaki veya bir kafesin içindeki hayvanı bir çocuğun görmesi, özgürce yaşama hakkına yapılan taciz ve esareti meşrulaştırır. 20 Ekim 2015 tarihli Gaia Dergi haberine göre, Danimarka'daki Odense Hayvanat Bahçesi, dokuz aylık sağlıklı bir aslanı yaklaşık 400 çocuğun gözü önünde sözde anatomi eğitimi için öldürdüğünü belirtiyor. Fotoğrafta da görebileceğiniz gibi esasında
çocukların bu durumdan pek de hoşlanmadığı ortada. Zaten bir insan nefret dolu doğmaz; büyürken nefret ve gaddarlık ile doldurulur.
Özgürlüğe doğru kaçan fil Tyke Asi sirk fili Tyke'ı hatırla. Dayak yemekten, perişan halde yaşamaktan, durmaksızın seyahat etmekten, işkence görmekten bıkan o fili hatırla. 1994 yılında Honolulu şehrinde, bir sirk gösterisindeyken tüm izleyicilerin gözü ününde terbiyecisini öldürdü, bakıcısını yaralayarak özgürlüğe kavuşabilme umuduyla sokağa kaçtı. Polis ise 86 kurşun üzerine boşalttı. Her gün ölmektense bir kere ölmeyi ama özgürlüğünü eline alma mücadelesinde ölmeyi tercih etti belki de. Tkye'ın bu direnişi ve ölümü boşa olmadı. Olayın ardından protestolar gerçekleşti. O gün, olaya şahitlik eden birçok kişi gerçeği gördü. Yüzlerce dava açıldı ve dönemin federal hükûmeti Hawthorn'un sahibi John Cueno Jr.'ın sirkindeki 16 file el koydu.
Bildiklerimizden sadece birkaçı Atatürk Orman Çiftliği Hayvanat Bahçesi’nde barınak sorunu ve hayvan popülasyonunun artması gerekçeleriyle zebradan kaplana kadar onlarca hayvan fiyat 78 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
listeleriyle birlikte satışa sunulmuştu. 2012 yılında hayvan barınağında çıkan yangın sonucu ölen dokuz ayı için Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin "Büyük Ankara Sirki" kapsamındaki korkunç açıklaması ayıların bakıcılarına maddi destek olacağı yönündeydi. 2010'da Alanya'daki bir yunus gösteri merkezinde dört yunusun hayatını kaybetmesinin ardından Bakanlık'tan gelen yanıt, yunusların hepsinin zakkum yaprağı yutarak zehirlenme sonucu öldüğüydü. Gösteri merkezine hiçbir hukuki yaptırım uygulanmadı.
Ortak olma İnsanlar, hayvanları onların efendisiymiş gibi sömürüyor; onlarla eğleniyor; işkence ediyor ve işi bitince öldürüyor. Oysa insanlar tüm
canlıların yaşam hakkını savunarak, doğa ile insanın uyum içinde yaşayacağı ekoloji temelli yaşam koşullarını ortaya koymalı. Hayvanları istediğimiz gibi metalaştırıp, daha çok kâr etmek için sömürmeye yok etmeye karşı durmalıyız. Birkaç ağaç, taş, havuz ve gölet vesaire ile dekorasyon edilmesi hayvanların doğal ortamını sağlamaz. Aldığınız her bilet, kazandırdığınız
her kuruş ile esir altındaki hayvanların sömürülmesine ve daha çok hayvanın hapsedilmesine ortak olursunuz. Bu suça ortak olmayın! Hayvanların sömürüldüğü, kullanıldığı hiçbir şeyi satın almayın ve kullanmayın. Okura izleme önerisi: The Cove (2009), Earthlings (2005), Food, Inc. (2008), Blackfish (2013), Planet of the Apes (1968)
Burak Avşar, Danimarka’daki hayvanat bahçesinde 9 aylık bir aslan çocukların önünde parçalandı, https://gaiadergi.com/ danimarkadaki-hayvanat-bahcesinde-9-aylik-bir-aslan-cocuklarin-onunde-parcalandi/ Erişim Tarihi: 25 Nisan 2016 Öykü Yağcı, Norm olarak esaret: yunus parkları, sirkler, hayvanat bahçeleri, http://www.yunuslaraozgurluk.com/norm-olarakesaret-yunus-parklari-sirkler-hayvanat-bahceleri Erişim Tarihi: 25 Nisan 2016 Sabah, Gökçek'ten ölen ayılar için 100 bin dolar, http://www.sabah.com.tr/yasam/2012/01/05/gokcekten-olen-ayilar-icin-100bin-dolar Erişim Tarihi: 25 Nisan 2016 Öykü Yağcı, Norm olarak esaret: yunus parkları, sirkler, hayvanat bahçeleri, http://www.yunuslaraozgurluk.com/norm-olarakesaret-yunus-parklari-sirkler-hayvanat-bahceleri Erişim Tarihi: 25 Nisan 2016
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 79
1
9. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali 5 Mayıs perşembe günü Kızılırmak Sineması’nda “Bağlar”, “Vank'ın Çocukları” ve “Kuzey Bölgesi” filmleriyle açıldı, açılış töreni 6 Mayıs akşamı Opera binasında yapıldı. 5-12 Mayıs tarihleri arasında yapılacak festival Ankara’nın simge kültür-sanat mekanlarında seyircileriyle buluştu. “Savaşın, katliamların, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin, türcülüğün, ötekileştirmenin her gün yeni biçimleriyle karşılaştığımız, bunların olağanlaştığı bugünün dünyasında karanlığın dışında bir umut kavramı üzerine tekrar düşünmek istiyoruz” diyen festival
ekibi festivalin temasını bu yıl “Sevgi neydi?” olarak belirledi. “Dışarıda sesini duyamadığımız, dışarıdaki kimseye sesini duyuramayan, içerde kimsenin duymadığı, yanındaki sesleri duyamayan bir dünyayı bugün de iktidarın seslenmediği bir yerden, sevgiyle duyumsamanın olanaklarını beraberce düşünmek için melankolinin dışından, umudun ışığında bir dünyayı tekrar kurma gücünü hep beraber bulmak için soruyoruz: Sevgi Neydi?” Oyuncu Selda Alkor onur ödülünü alırken, belgeselci Bingöl Elmas, görüntü yönetmeni Meryem Yavuz ve oyuncu-seslendirme sanatçısı Tülay Bursa Bilge
80 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Olgaç Başarı Ödülleri'ni paylaşt. Festivalin bu seneki Tema Ödülü ise Diyarbakır patlamasında yaralanan yönetmen Lisa Çalan’ın oldu. Festival filmleri 5-12 Mayıs tarihleri arasında hafta boyunca Kızılırmak Sineması, Alman Kültür Merkezi ve Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gösterildi. Alman Kültür Merkezi ve Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki gösterimler ücretsizken Kızılırmak Sineması’ndaki gösterimler “seyirci dostu festival” sloganıyla 5 TL olarak ücretlendirildi.
Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz Içİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI Işbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 81
Yelda Canbeyli
FEMİNİST MİMARLIK
B
ugünlerde toplumdaki çeşitli cinsiyetçi ayrımın ısrarına rağmen, çok az kadın kendini feminist olarak tanımlıyor. Buna ek olarak, çalışma alanlarında ve mimarlık gibi profesyonel çevrelerde kadınların çoğunluğu kendilerini cinsiyet ayrımı gözetmeden tanımlamayı tercih ediyorlar yani kadın mimar yerine, sadece mimar gibi. Bu anlamda kadınların mimarlık disiplinindeki yerine feminist mimarlık dâhilinde baktığımızda birçok farklı tartışma alanı vardır. Özel ve kamusal alanda kadın,
ev ve özellikle mutfağın kadınla özdeşleştirilmesi, şehir ve kadın, postmodernist modernist ve dekonstrüktivist akımlar ve kadının toplumsal yaşamına etkileri, kadınların çalışma alanları ve koşulları ve son olarak bu makalenin inceleme alanı; kadınların çalışma hayatındaki yeri, mimar kadınlar, dernekler ve mimar çiftler olarak ele alınacaktır. 21'nci yüzyıl mimarlık pratiği bugün feminist mimar Jane Rendell öncülüğünde bu soruları tartışarak mimar kadının toplumsal ve
82 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
çalışma hayatındaki yerini sorgulamaktadır. “Kadınlar mimariyi farklı şekilde mi uyguluyorlar? Bunca değişiklik nasıl ortaya çıkıyor? Kadınlar farklı bir estetik olgusuna ya da farklı yer ve zaman olgusuna mı sahipler? Kadınlar malzemeleri farklı biçimde mi kullanıyorlar, uygulamayı farklı şekilde mi organize ediyorlar, farklı tasarım metotlarını mı tercih ediyorlar? Dahası, biz bunca değişikliği nasıl açıklayabiliriz? Bu değişiklikler biyolojik kökenli mi yoksa toplumsal mı?”
“Eğer kadınların tasarımlara farklı ve bütünsel bir yoldan yaklaştıklarına inanacak olursak, bunun nedeni farklı yaratımsal süreçlere, nesnelerin üretimine ve üretim alanlarıyla aralarındaki farklı arzularına ve malzemelere karşı farklı hassasiyetlerinin olmasının nedeni erkeklerden daha farklı fiziksel yapıya sahip olmalarıdır.” (Rendel, 2000) Yukarıda bahsedilen sorular yalnızca mimarinin içinde bulunan kadınların sorunlarıyla ilgili konuları ele alıyor. 20'nci yüzyılda mimar ve tasarımcı kadınların rolü ve yeri kadınların evdeki ve karşılıksız yaptıkları ev işlerindeki aktivitelerini sınırlayan ataerkil düşünceye meydan okumakta aktif bir faktördü. Hatta, Harriet Martineau, Agnes ve Rhoda Garett, Ethel ve Bessie Charles ve Elisabeth Scott gibi mimarinin içinde tasarımcı olarak yer alan çoğu kadın kendilerini kadın Hareketi içinde tanımlıyorlardı. Feminist mimarlar kadınların ihtiyaçlarına öncelik veren projelere konsantre olurken, kadın mimarların yaptığı işler kamu sektörünün, özel uygulamaların ve konut derneklerinin de içinde bulunduğu çağdaş profesyonel uygulamaları tam anlamıyla yansıtıyordu. Profesyonel uygulamanın
içinde bulunan çoğu kadının çok bilindik çağdaş binaların yapımına katkısı büyüktür. Bu binalardan bazıları; Açık Üniversite (Jane Drew tarafından 1977’de tamamlandı), Batı Londra’da bulunan Joseph Alışveriş Merkezi (Eva Jiricna, 19851986), Heathrow Havaalanı IV. Terminal (Ann Gibson of Scott, Brownrigg & Turner, 1984), Thames bariyerleri (Jean Clapham, GLC Mimarlık Departmanı, 19721978).
1980 yılında Feminist Tasarım Topluluğu’nun dağılmasıyla Matrix oluştu. Matrix’te çalışan kadınlar, kadınların binanın tüm tasarım evrelerinde dâhil olmasına önem veren, tasarımları birlikte yapmanın mümkün olduğu bir yol geliştirmek için girişimde bulundular. Matrix'te, bilgi ve kaynak servisi olan Kadın Tasarım Servisi'nin de (Women’s Design Service, WDS) içinde bulunduğu feminist topluluklar hep birlikte çalıştılar ve kadınların tasarım çevresine ilgilerine göz yuman geleneksel tasarım düşüncesine karşı bir meydan okuma
başlattılar. Bu toplulukların amacı genel olarak tartışmalı mimarilere ve mimari yapılara feminist bir yaklaşım getirmekti. Kadınların mimarlık mesleğinden ve eğitiminden dışlanmaları sadece tarihsel bir problem değildir, aynı zamanda günümüzde mimarlık mesleğini icra eden kadınlar için de önemli bir problemdir. Örneğin, Birleşik Devletler'de çoğu kadın mimarlık derslerine başladıkları halde ve bu derslere başlayan öğrencilerin yüzde 27’si kadındır, bu yüzde 27’lik kısımdan yalnızca yüzde 9’u derslerini tamamlayıp mimarlık mesleğini sürdürüyor. Mesleki hayatta, kadın mimar sayısında artış olmasına rağmen, ki bu artış 1975 yılında yüzde 5 iken 1997 yılına gelindiğinde yüzde 11’e yükselmiştir, yine de mimarlık mesleğini yürüten insanların yalnızca onda biri kadındır. Mimarlık mesleğinde çoğu kadın geçmişte de olduğu gibi görünmez kalmayı tercih ediyorlar ve kadın olduklarını vurgulamadan sadece “mimar” olarak işlerini yürütmeyi tercih ediyorlar. Bazı kadınlar hem öne çıkan kadın meslektaş olarak hem de stajyer veya kendi firmalarının baş mimarı olarak çalışmışlardır.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 83
kadın için bu model istikrarlı ve yüksek profile sahip bir çalışma biçimi sağlamıştır.
Tarihsel olarak Eileen Gray, Lilly Reich, Truus Schröder, Charlotte Perriand örneklerini sayabiliriz. Daha güncel örnek verecek olursak ise bu mimarlardan bazıları Zaha Hadid, Itsuko Hasegawa, Eva Jiricna, Judith Scheine ve Margaret Duinker’dir. Kadınlar için kadın erkek mimari ortaklığında rol almak uzun süreden beri seçilen mimarlık pratiğinin seçilmiş bir biçimi olmuştur. Bu türden çalışma biçimi uzun bir geleneksel geçmişe sahiptir. Bazı örnekleri arasında Jane Drew ve Maxwell Fry, Alison ve Peter Smithson, Charles ve Ray Eames, Diane Agrest ve Mario Gandelsonas, Patti ve Michael Hopkins, Elizabeth Diller ve Ricardo Scofidio sayılabilir. Şüphesiz ki çoğu
Çok az mimar bu konu hakkındaki tecrübelerini genişçe ve kadın perspektifinden yazdı, ama bunlar içinden Denise Scott Brown’un açıklaması bir örnek niteliğindedir. Denise Scott Brown önde gelen mimarlardan olan Robert Venturi’nin karısı ve kadın bir meslektaşı olarak maruz kaldığı cinsiyetçi ayrımı, eleştirmenler ve gazeteciler tarafından sık sık tasarımın oluşumunda ve projelerdeki rolünün minimal olduğu yönündeki varsayımlardan bahsetti. “1973’te Bob’la evlendiğimizde ben doçent doktordum. Pensilvanya Üniversitesi’nde ve Berkeley Üniversitesi’nde eğitim veriyordum ve Ucla’da açılan yeni mimarlık okulunda ilk defa bir program başlattım. Yayın geçmişimin saygıdeğer olduğundan dolayı, mimarlık hakkında yazan yazarlar cinsiyetçilik ve feminist hareketle ilgilendiler ve benimle bu konuları konuşmak istediler. Ortak bir röportajda, Bob’a iş ve benim hakkımda, benim kadınsal problemlerim hakkında sorular sordular. ‘Benim işimi yazın!’ diye diretmeme rağmen, çok azını yazdılar. Çoğu mimara göre adil olmayan yıldız sisteminin cinsiyetçi çevrelerde kadınlar için iki katı zor olduğunu ve
84 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
mesleğin üst seviyelerinde kocalarıyla birlikte çalışan kadın mimarların kocalarının ünü karşısında bastırılmış olabileceklerini yazmalarını önerdim. Benim yorumlarım varsayımsal yorumlardır. Mimarlık sosyolojisi diye bir kavrama sahip değiliz. Mimarların sosyal analiz yapmaları alışılmış bir durum değil ve aynı zamanda da güvensiz, sosyologların ise yapılacak daha önemli işleri var. Ama ben kendi tezim için bazı sosyal bilimcilerden, mimarlık sektöründeki alaycılardan, çoğu kadın mimardan, kendi şirketimin bazı üyelerinden ve kocamdan destek aldım.” (Brown,1973) Denise Scott Brown’un yaşadıkları feminist mimarlığın yaygınlaşması sorunlarını arttırdı. Feminist eleştirmenlerin kadınların işlerinin tanıtımını yapmadaki rolü ve mimarlıktaki cinsiyet ve cinsiyetçilik konularının artması da önemli sorunlardandır. 1960 ve 1970 yılları arasında feminizmin ikinci dalgası
ortaya çıktı. Özellikle Amerika’da kadınların nasıl erkeklerle eşit konuma gelebileceğini anlamak yerine “kadınlar neden erkeklerden farklı” sorusuna cevap aramak daha önemli bir yere konuldu. 1960'ların ortalarıyla 1970'lerin başlarında Birleşik Krallık'ta kadın çalışanlara daha düşük ücretlerle çalıştırılmak kabul ettiriliyordu ve bu yüzden kadın çalışanlar daha ucuzdu. Bu tabii ki aile bütçesi açısından yıllardır süren pazarlıkların sonucuydu. Kadınlar ayrıca “ev işlerindeki emeklerinden dolayı evcil bir yapıları olmasının etkisiyle” yarı zamanlı işler için erkeklere nazaran daha uygunlardı. 1950'lerin sonunda, sosyolojik bir algı aniden belirdi: Amerikalı kadınların üçte biri çalışan kadınlardı, ama çoğu yeterince genç değildi ve çok azı kariyerini sürdürmeyi düşünüyordu.
Yarı zamanlı işlerde çalışan, satış veya sekreterlik işleri yapan, çocuklarının eğitim masraflarını karşılayan veya ev kredisinin ödenmesine yardımcı olan bu kadınlar evli ya da ailelerini destekleyen dul kadınlardı. Çok ama çok az sayıda kadın profesyonel bir işe girebiliyordu. 1950'lerin ortalarına doğru kadınların yüzde 60'ı evlenmek için okullarını bıraktılar veya fazla eğitim almanın evlenmenin önünde bir engel olacağını
düşünmeye başladılar. Bunun üzerine okulların evli öğrenciler için de yurtlar yapmaya başlamalarına rağmen öğrencilerin çoğunluğu yine erkeklerden oluşuyordu. 1950'li yılların başlarında Amerikalı kızlar lise çağlarında evlenmeye başladılar ve kadın dergileri genç yaşta evlenen bu kadınlar için hiç de iç açıcı olmayan mutluluk istatistiklerinden dolayı şikâyetçilerdi. 1950'li yılların Amerika’sında çoğu kadın alışveriş yapmak, çocuklarına şoförlük yapmak veya kocalarıyla birlikte sosyal etkinliklere katılmak dışında evlerini pek terk etmiyorlardı. Böylece Amerika’da genç kızlar ev dışında bir işleri olmadan büyüyorlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan 10 yıl sonraki zaman dilimi içinde milyonlarca kadın
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 85
hayatlarını Amerika’nın tatlı banliyö evlerinin fotoğraflarına bakarak, kendi ekmeklerini kendileri yaparak, çocuklarına ve kendilerine kıyafetler dikerek bulaşık ve çamaşır makinelerini bütün gün boyunca çalışır halde tutarak, bir kariyere sahip olmak isteyen ama hakkı yenmiş annelerine acıyarak geçirdiler. Kadın olarak sahip oldukları bu görevlerden dolayı gururlandılar ve nüfus sayımında mesleklerini “ev hanımı” olarak yazmaktan büyük gurur duydular. 1949 yılında Simone de Beauvoir isimli bir Fransız kadın “The Second Sex” yani İkinci Cinsiyet adını verdiği bir kitap yazdığında, Amerikan eleştirmenler tarafından hayatın ne olduğuna dair bir bilgisi olmamasının yanı sıra bir de sadece Fransız kadınlarından bahsettiği yönünde yorumlara maruz kaldı. Çünkü, “kadın problemi” Amerika için henüz var olan bir şey değildi. 1940'lı yıllarda eğer bir kadının problemi varsa, o kadın sorunun kaynağının ya evliliğinde ya da kendi içinde yaşadığı problemler
olduğunu düşünüyordu. Diğer kadınlar ise kendi hayatlarından oldukça tatmin olduklarını düşünüyorlardı. Kadınlar diğer başka kadınların paylaşıp paylaşmadıklarını bilmedikleri için de, kendi tatminsizliklerini paylaşmaktan oldukça utanç duyuyorlardı. 1930'larda, kadınlar kendi problemlerini çocuklarına
anlattığında, kocalarını nasıl mutlu edebilecekleri hakkında konuştuklarında, tavuk pişireceklerini söylediklerinde veya mobilya örtüsü yapacaklarını söylediklerinde, kocaları onları odanın diğer tarafından izleyip alışveriş, politika veya ülke sorunları hakkında konuşuyorlardı. Hiç kimse de kadınların erkeklerden alt veya üst
86 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
konumda olduklarını iddia etmiyordu, kadınlar sadece farklıydılar. Özgürlük veya kariyer gibi sözcükler utanç verici ve ilginç geliyordu ve hiç kimse bu sözcükleri yıllardır kullanmamıştı. 19'uncu yüzyılın sonlarında kadınlar için kilise veya şapel tasarımı yapmanın uygun görüldüğü domestik mimarlık tabiri özellikle de bu tasarımı ailelerinden birine ithaf ettiklerinde daha da uygun görülür hale geldi. Bu düşünce de kadınların morallerinde ve ruhsal çevrelerinde bir destek yarattı. Kadınlar içinden gelen geleneksel şefkatli rolleri kilise tasarımlarında veya önceden tasarladıkları aile mezarlıkları gibi formlarda ifade edilebileceklerdi. Örneğin Sara Losh, tasarladığı Wray’de bulunan Kutsal Kiliseyi kız kardeşi Katherine’nin anısına tasarlamıştır. 1893 yılında ise Sophia Hayden Chicago’nun Pavillion eyaletinde Amerikan kadınlarına ithaf ettiği bir fuar düzenlemiştir. 1890 yılında cinsiyet terimi
Wale’de 19, İskoçya’da ise 5 mimarın amatör gelenek adı altında bina tasarlayan kadınlara ek olarak nüfus sayımında ortaya çıkmadıklarını görürüz. 1898 yılında, RIBA’ya yani Uluslararası İngiliz Mimarlar Enstitüsü’ne ilk kabul edilen kadın mimar Ethel Mary Charles'dir (1871-1962). Ethel Charles’ın kardeşi Bessie Ada Charles ise enstitüye üyeliği kabul edilen ikinci kadın olma özelliğini taşır.
ilk defa kullanılmaya başlanmıştır. Feminist düşünce yerini cinsiyetçi düşünceye bıraktı ve terminoloji tamamen değişmiş oldu. Kadınların çalışmaları cinsiyet çalışmalarına dönüştü. Cinsiyet teriminin feminizm terimiyle yer değiştirmesinin emredici bir terim olmaktansa daha az politikleşmiş, daha açıklayıcı ve doğal bir terim olduğu varsayıldı. Kadın mimarlara öncülük eden Julia Morgan (1872-1957) yeni yüzyılın başlangıcında Amerika’da sahneye çıktı. Yarım yüzyıllık kariyerinde 800’den fazla bina tasarladı. O zamanlarda kadın öğrenci kabul etmeyen Berkeley’de bulunan California Üniversitesi’ndeki tek kadın öğrenci olarak kabul edildi. 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında orta sınıf kadınlara da iş verilmesi veya kadınların eğitimiyle ilgili feminist düşüncelerin de artmasıyla kadınların profesyonel hayata girmelerine dair, evli kadınların haklarını savunmak ve kadınların oy verme hakkını savunmak için kampanyalar başlatıldı. 1851 yılında Harriet Taylor, Amerika’da düzenlenen ilk kadın hakları toplantısı olma özelliğini gösteren yurt geneli bir komite organize etti ve parlementodan 1870 yılında ayrılmış ve 1882 yılında son halini almış “Evli Kadın
Haklarına İlişkin Kanunlar” içinde kadınların işleri de zirveye çıktı. Bu tarihten önce, evli kadın hakları kanununa göre, kadınlar hem kazanç hem de veraset yönünden kocalarına bağımlılardı. 1834 yılında tıp ve avukatlık meslekleri gibi, mimarlık da profesyonel bir konuma geldi ve Uluslararası İngiliz Mimarlar Enstitüsü adıyla kendi profesyonel meslek birliğini kurdu. Kadınların kuruluşundan 60 yıl sonrasına kadar derneğe üyelikleri kabul edilmemesine rağmen kadınlar yine de üyelikleri veya dernek onayı olmadan mimar olarak çalışmaya devam ettiler. 1891 yılının nüfus sayımı kayıtlarına bakacak olursak İngiltere ve
1800'lü yıllarda, inşaat mesleği ile bağlantılı olan marangozluk ve duvarcılık gibi meslek ustalarının yanında bekar kadınların çırak olarak çalıştırılmaları istisnai bir durum olmasına rağmen, evli kadınlar bazı zamanlarda kocalarının hak ve ayrıcalıklarını elde edebiliyorlardı. Ayrıca marangozların dul kalmış eşleri de çırak alabilmelerinin yanı sıra kocalarının işlerinde uygulamalı kontrole de sahip olabiliyorlardı. Marangozlukta olduğu gibi mimarlıkta da kadınlar bu gibi ayrıcalıklara sahip olabiliyorlardı. Örneğin mimar olan kocasının ölümünden sonra Elizabeth Deane (1760-1828) Naval Tersanesi’ni ve Haulbowlie adasındaki işleri aile şirketlerini etkin bir biçimde yürüterek tamamlamıştır. 1806 yılında ailenin en büyük oğlu olan ve annesinin büyük başarısından yardım alarak şirketin başına geçen isim Thomas Deane’dir. Legal ataerkil
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 87
eşitsizliklere karşı duran ve kadınların erkeklerden bağımsız olmalarını destekleyen feminizmin ilk dalgası 1800'lü yılların sonunda başlayıp 1900'lerin sonlarına doğru meyve vermiştir. Kadınların eşitlik hakları için savaş veren Virginia Woolf ve yaptığı işler kadın bireyselliği ile nitelendirilmiştir. Bununla birlikte, 1700'lerin sonu 1800'lerin başında mimari tasarımlar sadece yüksek sınıftan ve özellikle de parası ve amatör bir meşgale olarak görülen mimarlığı yapacak kadar boş zamanı olan kadınların uğraşı olarak görülmüştür. 19'uncu yüzyıldan önce mimar olmak için iki rota vardı: Ya inşaat ticaretiyle uğraşılması gerekiyordu, ya da mimarlığa amatör bir ilgi duymak gerekiyordu. Özellikle varlıklı insanlar için, mimarlık daha çok
evi olarak bilinen Weston Park’ı tasarlayan Lady Wilbraham (1671) amatör geleneklerle çalışan kadın mimarisinin en eski ve en tipik örneğidir.
evcil bir aktivite olarak görülüyordu ve bu yüzden kadınların yapması uygundu çünkü tamamen ev sınırları içinde yapılabilecek bir meslekti. Palladio’nun “First Book of Architecture” yani “Mimarlığın İlk Kitabı” isimli kitabından yardım alarak kır
Sonuç olarak, kadınlar asla etkisiz veya güçsüz değillerdir. Mücadele ve günlük mimari çalışmalar bir araya geldi. Erkeklerle yapılan anlaşmada yarış, sınıf ve cinsiyet konuları yüzleştirildi. Bu yazının da gösterdiği gibi yüzyıllardır kadınlar amatör geleneklere bağlı olarak mimarlık mesleğini sürdürüyorlardı. Geleneksel olarak, profesyonel mimarlar ve daha da güncel tabirle feminist mimari kooperatifleri danışman merkezli çalışma alanları geliştirdi. Çalışmalar bu amaca hizmet veren dernekler, dergilerle sürdürülmeye devam etmektedir.
Bibliyografya Colomina, Beatriz, Sexuality & Space, Princeton Architectural Press, New York, 1992. Stead, Naomi, Woman, Practice, Architecture, Routledge, New York, 2014. Kuhlman, Dörte, Gender Studies in Architecture, Routledge, New York, 2013. Rothschild, John, Design and Feminism, Rutgers University Press, London, 1999. Brown, Lori, Feminist Practices, Ashgate Publishing, England, 2011. Rendell, Jane, Gender Space Architecture, Routledge, London, 2000. Zimmerman, Bonnie, Lesbian Histories and Cultures, Garland Publishing, New York, 2000. Boutelle, Sara Holmes, Julia Morgan, Abbeville Press, New York, 1995. Agrest, Diana, Conway, Patricia, Weisman, Leslie K., The Sex of Architecture, Locke Science Publishing, USA, 1996. Samuel, Flona, Le Corbusier: Architect and Feminist, Wiley Press, New York, 2004. O’Neill, Maggie, Adorno, Culture and Feminism, Sage Publications, London, 1999. Coleman, Debra, Architecture and Feminism, Princeton Architectural Press, New York, 1996.
88 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Yeşil Mutfak
PAZARTESİ KÖFTE
Malzemeler • 2 adet soyulmuş enginar
• Zeytinyağı
• 1 adet kabak
• Kırmızı Pul Biber
• 1 adet soğan
• Kekik
• 1 adet patates
• Kimyon
• 2 adet yeşil biber
• Nane
• 1 adet kırmızı biber
• Tuz
• Un
• Yeşillik
Hazırlanışı
K
abak, patates ve soğanı soyup diğer sebzelerle birlikte eş zamanlı mutfak robotu ya da blender içine atıyoruz. Bu sebzeleri rendeleyerek de aynı karşımı elde edebilirsiniz. Daha sonra biberden dolayı hafif sulanmış olan karışımı katı
hale getirmek için gerektiği kadar un ekliyoruz. Daha sonra karışıma baharatları da atarak tekrar karışmasını sağlıyoruz. Sevmediğiniz ya da daha çok sevdiğiniz baharatlar varsa malzeme listesindeki baharatlarla değiştirebiliriz. Sonrasında daha önceden ısıttığımız
*Sevcan Karadağ'ın özel tarifidir. 90 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
yağ içerisine karışımdan bir yemek kaşığı kadar atarak parça parça kızartıyoruz. Kızaran köftelerimizi domates, salatalık ya da sevdiğiniz yeşilliklerle birlikte servise sunabilirsiniz. Afiyet olsun!
Doğanın ve yaşamın renklerini Gaia Dergi’nin gözünden takip edin! İnternet sayfamızı ziyaret ederek abonelik sayfası üzerinden dergimize abone olabilirsiniz.
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 91
YEŞİL KABAK ÇORBASI Malzemeler 5 adet yeşil kabak 1 adet kuru soğan 2-3 diş sarımsak 1 adet patates 1 su bardağı badem sütü 3 yenek kaşığı zeytinyağı 4 su bardağı su Tuz Dereotu, maydonoz
K
abakları, çok özenmeden orta büyüklükte doğrayarak tencereye koyun. Soğan, patates ve sarımsakları da ilave edin. Suyu ve sütü de ekleyin ve malzemeleri kaynamaya bırakın. Malzemeleriniz yumuşadıktan sonra hepsini blender ile iyice sıvı hale getirin. Tuz, yağ ve dilediğiniz baharatları da ilave edin. İnce ince doğranmış dereotu ve maydonozları da ekleyin. Afiyet olsun!
92 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Gaia Dergi’yi sosyal medya üzerinden takip edebilirsiniz! /dergigaia
@gaiadergi
@gaiadergi
/gaiadergi
www.gaiadergi.com
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 93
Kendin Yap
KÖPEKLERİMİZ İÇİN EV YAPIMI SAĞLIKLI BİR ATIŞTIRMALIK : TATLI PATATES CİPSİ Gerçek sevgi ve sadakat denildiğinde ilk akla gelen dosttur köpeklerimiz. Kimimize evlat, kimimize kardeş, ama en çok da hepimize arkadaş olan patili dostlarınızı sevindirmek ister misiniz?
1-2 adet büyük tatlı patates Keskin bıçak Kesme tahtası Pişirme kağıdı (yağlı kâğıt)
Kaynak: 17apart.com 94 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016
Patatesler kabukları soyulmadan ince ince doğranır. Doğrama işlemini bıçakla yapabileceğiniz gibi mandolin olarak bilinen doğrayıcı ile de gerçekleştirebilirsiniz. Fırın tepsisine yağlı kâğıt serilir ve patatesler fotoğraftaki gibi dizilir. Fırın tepsisi fırına yerleştirildikten sonra çok düşük ateşte altı-sekiz saat kadar pişirilir. Patateslerin tüm suyunun çekilmesi çok önemli. Patili dostlara afiyet olsun!
Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016 | 95
Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz Içİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI Işbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com
96 | Gaia Dergi • Mayıs - Haziran 2016