tavır YAYINLARI İKİNCİ BASIM KASIM 2014 OFSET HAZIRLIK:TAVIR TAVIR YAYINLARI Mahmut Şevket Paşa M. Mektep S. No: 4-B Okmeydanı Şişli-İstanbul Tel: 0 212 238 81 46 tavir2007@gmail.com KAPAK TASARIM tavır BASKI Gülmat- Matbaacılık Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi Kat 3 E Blok No: 4 (1 NE4) Topkapı-İstanbul iSBN: 978-975-6433-15-7
1
onurlu aydinlar 2.indd 1
11/5/14 8:22 PM
2
onurlu aydinlar 2.indd 2
11/5/14 8:22 PM
onurlu aydÄąn biyografileri-2 derleyen: Ăźmit zafer
3
onurlu aydinlar 2.indd 3
11/5/14 8:22 PM
İÇİNDEKİLER SANDOR PETOFI.............................................................................9 PERTEV NAİL BORATAV................................................................13 BEKİR YILDIZ.................................................................................21 KİRKOR CEYHAN..........................................................................27 PABLO NERUDA............................................................................33 AŞIK VEYSEL.................................................................................51 KAZANCI BEDİH.............................................................................57 ALİ EKBER ÇİÇEK..........................................................................61 ATIF YILMAZ..................................................................................67 STEFAN ZWEIG..............................................................................73 SAMED BEHRENGİ........................................................................77 ASIM BEZİRCİ.................................................................................83 KERİM KORCAN.............................................................................89 MAHMUT TALİ ÖNGÖREN.............................................................97 BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU...........................................................103 BEKLAN ALGAN..........................................................................111 GIARDANO BRUNO.....................................................................117 ATTİLA İLHAN..............................................................................127
4
onurlu aydinlar 2.indd 4
11/5/14 8:22 PM
SAİT FAİK ABASIYANIK ...............................................................141 KEMAL ÖZER...............................................................................151 GHASSAN FAYİZ KANAFANİ........................................................155 ÜMMÜ GÜLSÜM..........................................................................161 MACİDE TANIR.............................................................................169 ESİN AFŞAR.................................................................................177 HASRET GÜLTEKİN ....................................................................183 CÜNEYT TÜREL...........................................................................195 GÜNGÖR GENÇAY.......................................................................201
5
onurlu aydinlar 2.indd 5
11/5/14 8:22 PM
6
onurlu aydinlar 2.indd 6
11/5/14 8:22 PM
güngör gençay’a...
7
onurlu aydinlar 2.indd 7
11/5/14 8:22 PM
8
onurlu aydinlar 2.indd 8
11/5/14 8:22 PM
Devrimci Şair ve Mücadele Adamı
SANDOR PETOFI (1823-1849) «Sevi ve özgürlük En gerekli iki sözcük Sevi uğruna veririm kellemi Özgürlüğüm uğruna da sevimi» Yavuz TURAL Bundan tam 131 sene önce Macaristan’ın Ulusal Şairi, bağımsızlık ve özgürlük sembolü Sandor Petöfi halkına şöyle sesleniyordu : «Boyundurluktan bıkmış tutsak uluslar bir gün Uyanıp savaş alanına koştuğunda Gözleri alev alev, ellerinde bayraklar, Ve bu bayraklarda şu kutsal parola DÜNYA ÖZGÜRLÜĞÜ, HERKESE VE HER YERDE. Haykırınca bu sözü çınlayan sesleriyle Haykırınca heryerde doğudan batıya Zalimlere karşı açılan son savaşta Ölmek isterim ben orda en ön safta» 1823’te Peşte’de doğan ve gerçekten de zalimlere karşı savaşırken
onurlu aydinlar 2.indd 9
9
11/5/14 8:22 PM
ölen Petöfi, halkına hem kalemi, hem de silahıyla yol göstererekgeride örnek bir yaşam bırakmıştır. 1848’de yazdığı «Uyan ey Macar»(Talgra Magyar) adlı şiiri sonradan ulusal marş olmuştur. Petöfi,18. yüzyılın en büyük lirik şairidir. Eserleri çeşitli dillere birçok kez çevrilmiş, şiirlerinden yararlanılarak oyunlar yazılmıştır. Petöfi 26 yaşında öldüğü zaman arkasında yüzlerce şiir, dramlar, destanlar, iki tiyatro eseri, İngilizce’den Shakespeare çevirileri ve tamamlanmamış pek çok eser bırakmıştır. En önemlileri; Selvi Yaprakları, Aşk İncileri, Beni Bir Düşünce üzüyor, Eylül Sonunda, Tirsa Sana Ne Ad Verdiler, Dört öküzlü Araba, Titre Çalılıklar ve Hüzünlü Sonbahar Rüzgarları’dır. Orta halli bir ailenin çocuğu olan, Petöfi, öğrenimini yarıda bırakmış,16 yaşında gönüllü askere, 18 yaşında gezici bir tiyatro kumpanyasına katılmıştır. Petöfi «Ülkeyi şiirler yazarak yaya dolaştığını ve yeniden öğrendiğini» belirtir. Bu sırada, devrimci ozan Mihail Vörösmarti ile tanışmış, onun yardım ve desteği ile 1844’ de ilk kitabını yayınlamıştır. Bu iki destansı yapıtı «Selvi Yaprakları» ve «Aşk İncileri» izler. Bu arada hem ulusal, hem de sınıfsal plânda pek çok çelişkilerle beslenen bir süre, Avrupa’yı 1848 İhtilâllerine getirir. Çoğu ülkede olduğu gibi Macaristan’da da coşkuyla karşılanır. Devrimin hemen başlarında, Petöfi ve krallığa karşı federal bir cumhuriyet kurma isteğiyle ayaklananlar «Mart Gençleri» adıyla devrimci bir örgüt kurarlar. Bunların çoğu köylü kökenlidir ve azınlık halklarla birleşerek aristokrasiye, krallığa ve toprak köleliğine karşı savaşırlar; devrimin başarıya ulaşmasında etkin rol oynarlar. Devrimin başlarından itibaren Petöfi’nin şiirlerinin de, aşk ve doğa yerine mücadeleyi içerdiğini görüyoruz. O, şiirlerinde halkıyla bütünleşmiş, bağımsızlığı için savaşması gerektiğini anlatmış, devrim sırasında halka Petöfi’nin şiirleri ve bildirileriyle seslenilmiştir. Devrim önceleri başarıya ulaşmış, Peşte kurtarılmış, Avusturyalılar kovulmuş, ancak Rus Çarı’nın müdahalesiyle devamı getirilememiştir Petöfi, Rus ordularına karşı gönüllü olarak savaşa katılmış, geri hizmete verilmesine rağmen ön saflarda savaşmakta ısrar etmiş ve Segesvar’da kahramanca can vermiştir. Petöfi ölümünden sonra da pek çok ozanı ve sanatçıyı etkilemiştir. Bunlar arasından faşizmin kurbanı olan Miklos Radnoti, Janos Vajda, Attila Jozsef’I sayabiliriz.
10
onurlu aydinlar 2.indd 10
11/5/14 8:22 PM
Sandor Petöfi, Macar Halkının mücadelesinde, özgürlük ve bağımsızlık bayrağı olarak her zaman varolmuşsa, bunda halk uyaklarını ve halkın günlük konuşma dilini kullanmasının büyük payı vardır. Petöfi, eserleri için « Benim deyişlerim ve konularım ötekilerininkilerden daha özgürdür. Evet. çünkü ben şiiri, ancak süslü giysiler ve cilalı çizmelerle girilebilen bir saray salonu olarak değil, nalınlarla ve hatta yalınayak rahatça girilen bir katedral olarak Kabul ediyorum.» demiştir. Sanatçının halka toplumsal gerçekleri anlatmakla yükümlü olduğunu vurgulayan, çok kısa bir ömre çok büyük eserler ve işler sığdıran Petöfi’den ulusal kurtuluş savaşı veren ve verecek olan ulusların sanatçılarının alacakları büyük dersler vardır.
ÇAĞIMIZ ŞAİRLERİNE Öyle kolay sanma sen bu işi, kardeşim, hemen kalkışma tellerden türküler döktürmeye! Sazı eline bir kere almaya göresin, bir görev yüklendin demektir bilesin, çok ağır bir görev ve belâlı.... Geldinse anlatmaya yalnız kendi derdini, kardeşim, yalnız kendi zevkini anlatmaya geldinse, bırak elinden o kutsal sazı, sana burada hiç kimse kulak asmaz. Ey şairler, gireceksiniz halkla kol kola, alevlerin, fırtınaların içinden geçeceksiniz, hiç durmadan yürüyeceksiniz, ama hiç durmadan; alçaktır, halkın bayrağını elinden düşüren de. Şurda, geride, bir kenarda gizli gizli bir parçacık dinleneyim, diyen de alçak!... Halk bakacak - görecek - anlayacak, acı çeken kim, başkaldıran kim, d.vüşen kim, kim işi oluruna bırakmış, kim gününü gün eden, kim şarlatan, kim korkak!.. Peygamberler çıkacak yalancı ve kurnaz, durun, diyecekler size, durun, ey insanlar, işte burası, diyecekler, sizi yaşatacak yer, işte burası bolluk ülkesi, mutlu toprak.
onurlu aydinlar 2.indd 11
11
11/5/14 8:22 PM
Bu korkunç yalanlara kanmayacak ama hiç kimse, ne açlık kanacak, ne susuzluk kanacak, ne umutsuz yaşamak, haykıracak güneşte kavrulan milyonlarca insan, hepsi yalan diyecekler, hepsi yalan, hepsi yalan. Ne zaman eşit pay alırsak hepimiz bolluk sepetinden, ne zaman hepimiz sırayla oturursak hak sofrasına ne zaman her eve girerse bereketli aydınlığı bilimin, ne zaman pırıl pırıl yanarsa tekmil evler aydınlıklar içinde, işte o zaman deriz, burda duralım, tamam, işte burası bolluk ülkesi, mutlu toprak. Biz o güne kadar, dur durak bilmeden, sürdüreceğiz amansız savaşımızı, dağ taş demeden yürüyeceğiz, gözler çakmak çakmak, yumruklar sımsıkı. Sonunda, bütün bu çabalara karşılık, hiç bir şey geçmeyebilir de elimize, yola çıkarken biz bunu zaten göze almıştık. .lüm kondurup alnımıza yumuşak bir .pücük, kaparsa usulcana gözkapaklarımızı, ve ipekten kefenler ve çiçekler içinde alıp korsa bizi kara toprağa, bu bile yeter de artar bize.
Çev: A. Kadir - Ş. Hulusi 1980 Temmuz
12
onurlu aydinlar 2.indd 12
11/5/14 8:22 PM
Halk Biliminde Bir Devrim Öncüsü
PERTEV NAİL BORATAV Boratav ‘ın folklor sevdası İstanbul Erkek Lisesi son sınıfında okurken başladı. Sosyoloji hocası Hilmi Ziya İlken, derslerinde folklora ağırlık verir. Bu dersler Boratav’ın ilgisini körükler. İlken bu ilginin farkına varır. Boratav’a bir folklor araştırma kılavuzu verir. Ve bu konuda deneme çalışması yapmasını ister. Okulun bitmesi ile birlikte Pertev Naili Boratav, babasının Kaymakamlık görevini sürdürdürdüğü Mudurnu’ya gider. Burada hocasının verdiği kılavuzdan yararlanarak folklor araştırması yapmaya başlar.Çalışmasında ilk masallarını ona masalı sevdiren annesinden alır. Mudurnu’nun Abantdibi köylerindeki araştırmalarında; “Altın tas içinde kınan ezilsin Gümüş tarak ile zülfün düzülsün Ananın babanın nazlı kızısın Gelin kınan al olsun Burda dirliğin bal olsun diye” başlayan gelin ağlatma türküleriyle beraber çok çeşitli yöre türkülerini de toparlar. Türkülere, yörede anlatılan destanları, masalları, fıkraları da ekler. Bu çalışmasında Abantdibi köylerinin coğrafi yapısına, insanların birbirleriyle olan ilişkilerine ve inanışlarına da yer verir. Bu çalışma Boratav’ın ilk denemesidir. Boratav ‘ın bu çalışmalarını yaptığı sırada Anadolu’da dolu doludur. Çukurova’dan bozlak sesleri göğe ağar. Yüce dağlardan yanık kaval sesleri yükselir. Bir kahvede aşıklar atışır. Sivas’ta, Pir Sultan canları semaha döner.
13
onurlu aydinlar 2.indd 13
11/5/14 8:22 PM
Gelinlik kızlar kınalı parmaklarıyla bindallılarına sev da motifleri işler. Anası kızının çeyizine hasret yüklü mendil ve yemeniler oyalar. Karadeniz’den dalgaların hırçınlığını taşıyan horonlar yayılır. Cenaze kalkar bir köyden, yürek dağlayan ağıtlar yükselir. Silifke’de oynanan Portakal Zeybeği Akdeniz’e çağırır. Genç kadının gözleri dalmış, bebesine ninni söyler. Anadolu insanı, kültürünü kuşaktan kuşağa, ağızdan ağıza aktararak korumuştur. Anadolu yüzyıllardır dile getirilmeyi bekleyen bir türkünün el değmemiş notaları gibidir. Boratav’sa bu notaları ezgilendirecek yürekli bir Anadolu ozanıdır. Üniversite öğrenimini, Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamlar. Üniversitede folklor çalışmalarına yoğunlaşır. Son sınıfa bitirme tezi olarak Köroğlu Destanı’nı hazırlar. Bu tez Boratav’ın ilk bilimsel çalışmasıdır. Halk kültürünü de dile getiren ilk eserlerdendir. Köroğluyum çarka çarka Şanlı bele verdim arka Top geçemez demir zırha Görsün Bolu Beyi ben neylerim dizelerindeki gibi zalime kök söktüren Köroğlu’nun tüm rivayetlerini, şiirlerini ve diğer konuları içeren bir destandır. Kitap halinde ilk olarak 1931’de yayınlanır. Üniversite yıllarında ilerici, demokrat bir kimliğe sahipti. Fuat Köprülü’nün asistanlığını yaparken de bu kimliğinden vazgeçmemiştir. Düşüncelerini dile getirmeye devam etmiştir. Bu düşüncelerinden dolayı Konya’ya edebiyat öğretmeni olarak sürülür. Sonraki yıllarda devlet tarafından burslu olarak Almanya’ya gönderilir. Edebi araştırmalar yapması istenir. Almanya’da Hitler faşizmi şaha kalkmıştır. Irkçılığa karşı mücadele etmek her insanın boynunun borcudur. Boratav’da bunun bilincinde olan bir aydındır. Ve Almanya’daki Türk Öğrencilerin Hitler faşizminden etki-
14
onurlu aydinlar 2.indd 14
11/5/14 8:22 PM
lenmemesi için propaganda çalışmaları yürütür. Ancak Hitler faşizminin rüzgarına kendini kaptıran hainler tarafından ihbar edilir. Bursu kesilir ve ülkeye geri çağrılır. Almanya’dan 1937’de ülkeye döner. Boratav bir yıl boy unca Ankara SBFde Kütüphanecilik yapar. Kadro yok vs. oyalamalarından sonra öğretim üyesi olarak görevine döner. O güne kadar halk kültürü çalışmaları, folklor adı altında yapılmaktadır. Çalışmalar giderek bilimselleşmekte ve folklor tanımlaması yetersiz kalmaktadır. Matematik, fizik, felsefe gibi folklorun da bilim dalı olması hissedilir bir ihtiyaçtır. Ve 1946’da DTCF’de halk bilimi kürsüsü kurulur. Boratav onurlu bir aydın olmanın yolunun halk kültürünü yaşatmaktan geçtiğini biliyordu. Çalışmalarını da hiç ikirciklenmeden bu yönden sürdürdü. Halk bilimini evrensel bir bilim dalı olarak işlemeye devam etti, yaşattı. Düşmana inat masalları, türküleri, ağıtları, ninnileri, fıkraları, halk oyunları defalarca haykırmaya devam etti. Bundan dolayı Boratav egemenlerin gözünde bir hedef oldu. Polis ve ırkçılar işbirliğinde takip edildi. Pervasızca dersleri ve evi basıldı. Tehditler, saldırılar arttı. Devlet bu tavırlarıyla bilim adamına ve bilime verdiği değeri göstermiş oldu. Onlar için ancak kendi işine yarıyorsa bilimdir. Eğer değilse susturulması gerekir. Ve 1947’de kürsü kapatılır. Çünkü Cumhuriyet döneminde yeni kurulan devlet kendi yapılanmasına dil, tarih, edebiyat, kültür çalışmalarına bir çerçeve çizmitir. Çizdiği bu çerçeve kendi egemenliğini koruyan bir tarzdadır. Bu anlayışın kapsamı; ırkçılığı temel alan yayınlar, batı özentisi bir kültür ve halktan kopuk bir sanat anlayışıdır. Bu dönemde gerici bir alet diye sazlar fırınlara atılır. Orkestralar eşliğinde kabarık tafta tuvaletli hanımlar, smokinli beyler, Cumhuriyet baloları düzenler, lüks otellerde düzenlenen bu balolarda yüksek topukların, cilalı zerninlerin üstünde yapılan valslar, tangolar özendirilmeye çalışılır. Halk kültürü küçümsenir, halkın değerleri hor görülür. Yüzyıllardır anlatılan masallar kocakarı saçmalıkları olarak nitelendirilir. Bunları toplamak için devletin para harcaması çok görülür. Bunun yerine bu paralar yoz kültürün gelişmesine harcanır. Köroğlu,
15
onurlu aydinlar 2.indd 15
11/5/14 8:22 PM
Dadaloğlu gibi ozanların yazılmasını tehlikeli görülür. Çünkü bunlar egemenlere karşı halkın isyan duygularını dile getirmektedirler. Boratav ise çalışmalarını devletin çizdiği sanat anlayışına uygun biçimde yürütmez. Halk için çalışmayı tercih eder. Bu yüzden ilerici, demokrat ve yurtsever olan aydınlara karşı hazımsızlık artmıştır. DTCF’de çalışan Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran da bu hazımsızlıklardan nasibini almışlardır. Bu onurlu aydınlar için devlet tarafından kurulan cadı kazanları kaynatılmaya başlanmıştır. Açığa almalar, tekrar iadeler, maaşsız bırakmalar ve mahkemelerpeşpeşe yaşanır. Bu yöntemlerle yıldıracağım sanan egemenler cadı kazanlarının ateşlerini iyice körüklerler. Bu baskı ortamı onu yıldırmaz. Anadolu sevdası Boratav’ın giydiğiçelikten bir zırhtır adeta. Yüreği halk sevgisine kilitlenmiştir bu kültür emekçisinin. Anadolu’yu karış karış dolaşmay a devam eder. Bir köy den diğerine giderken kah at sırtında, kah eşek sırtındadır. İkisini de bulamadığı zamanlarda tozlu topraklı yolları adımlayarak dolaşır. Tek tek evlere girer kendisine devlet tarafından büyük kürsüler bahşedilebilecekken o il il dolaşmayı tercih eder. Radyonun, televizyonun olmadığı köylere gidip kahvede aşıkların çaldığı türküleri dinler. Elektrik olmayan evlerde mum ışığının etrafında akşamı geçirmek için söylenen manileri, masalları derler. Feracesini sırtından atmamış, çekingen, yaşlı Anadolu kadınlarını konuşturmak için binbir dereden su getirir. Kurak toprak gibi çatlamış bu dudaklardan süzülen ninnileri, ağıtları, destanları gözünün nuru gibi korur. Çocukların dere kenarında çamurdan oyuncak yaparken söyledikleri tekerlemeleri, bilmeceleri toparlamayı unutmaz. Çeyizlere, kına gecelerine, düğünlere gidip Anadolu kültürünü her yönüyle inceler. Yıllardan beri sözlü aktarılıp gelen bu kültürü yazılı birer kaynak halinesdönüştürür. Bu çalışmalar sonucunda; Folklor v e Edebiyat 1 - 2 Yüz Soruda Türk Halk Edebiyatı, Yüz soruda Türk Folkloru, Köroğlu Destanı, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, Zaman Zaman İçinde, Az Gittik Uz Gitttik, Nasreddin Hoca Masalları, yüzlerce derleme ve makaleden oluşan eserler çıkar ortaya.
16
onurlu aydinlar 2.indd 16
11/5/14 8:22 PM
Sırtını devletin düzenine değil Anadolu’y a dayadığı için Cumhurbaşkanı ve TBMM kararı ile yurt dışına çıkmaya zorlanır (1952). Devlet kendi halkının kültürü için yaşayan bir aydını böyle cezalandırır. Boratav usta Fransa’ya gider. Burada kaldığı küçücük odasında da Anadolu için çalışmalarını sürdürür. Ülkesinde yarım kalan çalışmalarım eşi Hayrünisa Hanım devam ettirir. Anadolu’yu karış karış tarayarak topladıklarım eşine gönderir. Vatanından ayrıdır ama eşinden gelen masal ve hikayelerle her an Anadoluyla iç içe yaşar. Her derlediği çalışmasında yeniden hayat bulur. Vatanına olan hasretini biraz olsun ancak böyle dindirebilmektedir. Hayrünisa Hanım yedi yıl sonra Fransa’ya gidebilir ve ayrlık sona erer. Boratav Paris’te Centre Nationale de La Recherche Scientif ique’te dearaştırma uzman, Ecole Pratique des Havtes Etudes’te Türk Halk Edebiyatı profesörü olarak çalışır. Eserlerini topladığı arşiv Nanterre Üniversitesi’ndedir. Biyografisini içeren bir kısmı ise Boğaziçi Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Boratav’a karşı olanlar onun eserlerinin yurda gelmemesi için ellerinden geleni artlarına koymamaktadırlar. Boratav ‘ın değerini anlamayanlar at gözlüklerini çıkarıp sağlarına sollarına bakmalıdırlar. Göreceklerdir ki bu ustaya dünya çapında değer verilmektedir. Kitapları bizde olmasa da birçok üniversitede okutulmaktadır. Pertev Naili Boratav tüm baskı ve zulme karşı kalmaktadır. Matematik, fizik, felsefe gibi folklorun da bilim dalı olması hissedilir bir ihtiyaçtır. Ve 1946’da DTCFde halk bilimi kürsüsü kurulur. Boratav onurlu bir aydın olmanın yolunun halk kültürünü yaşatmaktan geçtiğini biliyordu. Çalışmalarını da hiç ikirciklenmeden bu yönden sürdürdü. Halk bilimini evrensel bir bilim dalı olarak işlemeye devam etti, yaşattı. Düşmana inat masalları, türküleri, ağıtları, ninnileri, fıkraları, halk oyunları def alarca haykırmaya devam etti.
17
onurlu aydinlar 2.indd 17
11/5/14 8:22 PM
Bundan dolayı Boratav egemenlerin gözünde bir hedef oldu. Polis ve ırkçılar işbirliğinde takip edildi. Pervasızca dersleri ve evi basıldı. Tehditler, saldırılar arttı. Devlet bu tavırlarıyla bilim adamına ve bilime verdiği değeri göstermiş oldu. Onun için ancak kendi işine yarıyorsa bilimdir. Eğer değilse susturulması gerekir. Ve 1947’de kürsü katılır. Çünkü Cumhuriyet döneminde yeni kurulan devlet kendi yapılanmasına dil, tarih, edebiyat, kültür çalışmalarına bir çerçeve çizmiştir. Çizdiği bu çerçeve kendi egemenliğini koruyan bir tarzdadır. Bu anlayışın kapsamı; ırkçılığı temel alan yayınlar, batı özentisi bir kültür ve halktan kopuk bir sanat anlayışıdır. Bu dönemde gerici bir alet diye sazlar fırınlara atılır. Orkestralar eşliğinde kabarık tafta tuvaletli hanımlar, smokinli beyler, Cumhuriyet baloları düzenler, lüks otellerde düzenlenen bu balolarda yüksek topukların, cilalı zeminlerin üstünde yapılan valslar, tangolar özendirilmeye çalışılır. Halk kültürü küçümsenir, halkın değerleri hor görülür. Yüzyıllardır anlatılan masallar kocakarı saçmalıkları olarak nitelendirilir. Bunları toplamak için devletin para harcaması çok görülür. Bunun yerine bu paralar yoz kültürün gelişmesine harcanır. Köroğlu, Dadaloğlu gibi ozanların yazılmasını tehlikeli görülür. Çünkü bunlar egemenlere karşı halkın isyan duygularını dile getirmektedirler. Boratav ise çalışmalarını devletin çizdiği sanat anlayışına uygun biçimde yürütmez. Halk için çalışmayı tercih eder. Bu yüzden ilerici, demokrat ve yurtsever olan aydınlara karşı hazımsızlık artmıştır. DTCF’de çalışan Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran da bu hazımsızlıklardan nasibini almışlardır. Bu onurlu aydınlar için devlet tarafından kurulan cadı kazanları kaynatılmaya başlanmıştır. Açığa almalar, tekrar iadeler, maaşsız bırakmalar ve mahkemeler peşpeşe yaşanır. Bu yöntemlerle yıldıracağını sanan egemenler cadı kazanlarının ateşlerini iyice körüklerler.
18
onurlu aydinlar 2.indd 18
11/5/14 8:22 PM
Bu baskı ortamı onu yıldırmaz. Anadolu sevdası Boratav’ın giydiği çelikten bir zırhtır adeta. Yüreği halk sevgisine kilitlenmiştir bu kültür emekçisinin. Anadolu’yu karış karış dolaşmaya devam eder. Bir köy den diğerine giderken kah at sırtında, kah eşek sırtındadır. İkisini de bulamadığı zamanlarda tozlu topraklı yolları adımlayarak dolaşır. Tek tek evlere girer kendisine devlet tarafından büyük kürsüler bahşedilebilecekken o il il dolaşmayı tercih eder. Radyonun, televizyonun olmadığı köylere gidip kahvede aşıkların çaldığı türküleri dinler. Elektrik olmayan evlerde mum ışığının etrafında akşamı geçirmek için söylenen manileri, masalları derler. Feracesini sırtından atmamış, çekingen, yaşlı Anadolu kadınlarını konuşturmak için binbir dereden su getirir. Kurak toprak gibi çatlamış bu dudaklardan süzülen ninnileri, ağıtları, destanları gözünün nuru gibi korur. Çocukların dere kenarında çamurdan oyuncak yaparken söyledikleri tekerlemeleri, bilmeceleri toparlamayı unutmaz. Çeyizlere, kına gecelerine, düğünlere gidip Anadolu kültürünü her yönüyle inceler. Yıllardan beri sözlü aktarılıp gelen bu kültürü yazılı birer kaynak haline dönüştürür. Bu çalışmalar sonucunda; Folklor ve Edebiyat 1 - 2 , Yüz Soruda Türk Halk Edebiyatı, Yüz soruda Türk Folkloru, Köroğlu Destanı, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, Zaman Zaman İçinde, Az Gittik Uz Gittik, Nasreddin Hoca Masalları, yüzlerce derleme v e makaleden oluşan eserler çıkar ortaya. Sırtını devletin düzenine değil Anadolu’ya dayadığı için Cumhubaşkanı v e TBMM kararı ile yurt dışına çıkmaya zorlanır (1952). Devlet kendi halkının kültürü için yaşayan bir aydını böyle cezalandırır. Boratav usta Fransa’ya gider. Burada kaldığı küçücük odasında da Anadolu için çalışmalarını sürdürür. Ülkesinde yarım kalan çalışmalarım eşi Hayrünisa Hanım devam ettirir. Anadolu’yu karış karış tarayarak topladıklarım eşine gönderir. Vatanından ayrıdır ama eşinden gelen masal ve hikayelerle her an Anadolu’yla içice yaşar. Her derlediği çalışmasında yeniden hayat bulur. Vatanına olan hasretini biraz olsun ancak böyle dindirebilmektedir. Hayrünisa Hanım yedi yıl sonra Fransa’y a gidebilir ve ayrılık sona erer.
19
onurlu aydinlar 2.indd 19
11/5/14 8:22 PM
Boratav Paris’te Centre Nationale de La Recherche Scientif ique’te de araştırma uzman, Ecole Pratique des Hav tes Etudes’te TürHalk Edebiyatı profesörü olarak çalışır. Eserlerini topladığı arşiv Nanterre Üniversitesi’ndedir. Biyografisini içerenbir kısmı ise Boğaziçi Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Boratav’a karşı olanlar onun eserlerinin yurda gelmemesi için ellerinden geleni artlarına koymamaktadırlar. Boratav ‘ın değerini anlamayanlar at gözlüklerini çıkarıp sağlarına sollarına bakmalıdırlar. Göreceklerdir ki bu ustaya dünya çapında değer verilmektedir. Kitapları bizde olmasa da birçok üniversitede okutulmaktadır. Pertev Naili Boratav tüm baskı ve zulme karşı 91 yıllık yaşamının 70 yılını Anadolu’ya ayırdı. Her eserinde ilmek ilmek A n a d o l u ‘ y u işledi. Buram buram Anadolu’yu yaşattı. Emperyalist yoz kültürün karşısında direndi, yıkılmaz bir kale oldu. Ölüm, vatanı için çalışırken yakaladı (1998). Onurlu, namuslu, vatanını seven bir aydın olarak hayata gözlerini yumdu. 1999 Temmuz
20
onurlu aydinlar 2.indd 20
11/5/14 8:22 PM
edebiyatın usta kalemi BEKİR YILDIZ Edebiyatımızın usta kalemlerinden Bekir Yıldız aramızdan ayrılalı tam bir yıl oluyor. 65 yaşında kaybettiğimiz yazarımız, 1933 yılında doğdu. Aslen Urfalı’ydı. Babasının polis olması nedeniyle, Anadolu’nun çeşitli bölgelerini gezdi. ikokuldan sonra Adana Sanat Enstitüsü’ne girdi. Eğitimini istanbul’da tamamladı. Bir yıl kadar değişik işlerde çalıştı. Daha sonra istanbul Matbaacılık Okulu’na girdi. Dizi operatörlüğü yaptı. Bu yıllar, ‘60’lı yıllardı ve bir Almanya sevdasıdır almış başını gidiyordu. Yaygın inanış Almanya’nın işçiye “çok” para verdiği şeklindeydi. Babası memurdu ama fakirdi. Dayıları bir lokma ekmek için kaçakçılık yapıyordu. Kaçakçıların yolu mayın döşeli tarlalarda bir ayak izi kadardı. Ölüm tarlasıydı adı ama ekmeğin yolu oradan geçiyordu. Patlayan mayınla parçalandı dayısının gencecik bedeni. Anasının dayısı için yaktığı ağıt, aklından hiç çıkmıyordu. Diğer dayısını ise, mayın tarlasından geçerken jandarmalar vurmuştu. Bu kadar mı? Kimi gözünü verdi mayına, kimi ayağını... Ne zaman koltuk değnekli bir adam görse, hemen Urfa düşerdi aklına. Susuzluktan dudakları çatlayan Harran Ovası... Sevgiye hasret Urfalılar’ın yüzleri... Bir de ekmek parası uğruna mayın tarlasından geçerken patlama sonucu ölen dayısı... Bir de o gelirdi aklına. Her şey bir lokma ekmek içindi ama o, mayın tarlalarında ölmey ecekti. Okuyacaktı. Ve okudu da ama yine
21
onurlu aydinlar 2.indd 21
11/5/14 8:22 PM
işsizdi. Ekmek aslanın ağzındaydı. Almanya’yı duymuştu bir kez. Çok para veriy orlardı Almanya’da. Yolu yok, O da gidecekti. 1962 yılında ayrıldı ülkesinden. Alamanya’ya işçi olarak gitti. Çok şey görmüştü Almanya’ya giderken. Ve Almanya’da gördüklerine şaşmış kalmıştı. Koltuk değneğiyle geziyordu hemşerileri. Bu Urfalılar’ın kaderi mi diyecekti ki, ülkesinin insanlarının çoğunun böyle olduğunu gördü. Kiminin kolu, kiminin bacağı yoktu. Ekmeğin yoluna döşenen mayının bir tek Urfa’nın tarlalarında olmadığını gördü Almanya’da. Fabrikalarda, sokaklarda da mayın döşeliydi. Yazacaktı bunları. Gördüklerini anlatacak. Buna karar verdiğinde bir sorumluluk üstlendiğinin farkındaydı. Gördükleriyle yetinmedi. Daha çok araştırdı. Ekmeğin yoluna mayını kimin döşediğini bulmaya çalıştı. Ülkeye dönüşünde bir baskı makinası getirterek matbaacılığa başladı. Bir de dizgi makinası alarak Asya Matbaası’nı kurdu. Almanya’daki gözlemlerini, Almanya’ya giderken gördüklerini “Türkler Almanya’da” adlı bir kitapta topladı. Ve “İnsan Posası” ile kapitalizmi anlattı. iş ve işçi Bulma Kurumu’nun önündeki kuyruktan, isimleri okunanlartoplandılar Alman doktorun odasında. Alman doktoru “Soyunun” dedi. Soyundular. “Sıraya girin!.” Sıraya girdiler. Kim bu Alman doktoru? Görevi ne? ince uzun boylu, yorgunluktan değil, işinin keyfini çıkartmak için oturdu bir sandalyeye. Karşısındakilere bakmaya başladı. Mehmet Atalay sol baştan üçüncü... Hepsinin işlemi tamam. Ama son söz gene bu Alman’ın. Her şey ikidudağının arasında. “Tamam geç... Sen gidemezsin...” Nasıl karar verecek bu iki sözcüğe? Karşısında çırılçıplak bekleyen emekçilere bakıp sigarasını tüttürdü... Kim Alman doktorunun babası? Bir Gestapo subayı mı acaba. Toplama kamplarında da insanları böyle çırılçıplak soymamış mıydı faşizm? Bu bir faşizm miydi? (...) Bu sıralanış, bu soyunuş, bu gidiş başkaydı kuşkusuz. Sömürülecek ülkeler sıralanmıştı diplomasi masalarında. Ya soyunuşlar? Bir ülkenin yeraltı, yerüstü değerleri soyulduktan sonra insanları soymaktan kolay ne vardı? (...) Doktor ayağa kalktı. Korkulu canların çev resinde dolaştı. Sonra karşılarına geçti. Ellerinizi uzatın. Yirmi el öne uzandı. Bileklerinizi parmaklarınızı oynatın... Diz çökün. Diz çöktüler. Oturup kalkın. Oturup kalktılar. Alman doktorunun görevi anlaşılıyordu. Milyonların içinden en
22
onurlu aydinlar 2.indd 22
11/5/14 8:22 PM
güçlülerimizi seçip kapitalizmin hizmetine sunacaktı... “Herkes ağzını açsın.” Herkes ağzını açtı. At pazarında atın yaşını anlamak için nasıl dişleri sayılırsa, Alman doktoru da Mehmet Atalay ve ötekilerin dişlerine baktı tek tek. (...) Giyinecekleri sıra Alman doktoru son buyruğunu verdi. “Donlarınızı indirin...”(1) 70’li yıllara geldiğinde bir tek Almanya’nın değil, kendi ülkesinin de yolları, fabrikaları, meydanları, köyleri mayınla döşenmişti. Artık bir tek Alman doktorları değildi işçilere soyunun, diz çökün diyenler. Kendi ülkesinde de işçiye, emekçilere diz çöktürülüy ordu. Umutsuzluk dayatılıyordu. Ve her şey yine bir lokma ekmek içindi. Bunları da yazacaktı. Anlatırken kapitalizmi teşhir edip, sosyalizmi savunacaktı. Kapitalizmin mayın tarlalarına dinamitle girecekti. Bunun için önce yazarın görevi dedi Bekir Yıldız; “Yazarın görevi, insan sevgisi, yiğitlik, şevkat, namus duygularını coşturup, üretim araçlarını sömürülen sınıflar adına ele geçirilmesinin kavgasını vermektir. Gerçekleri yoğurup dinamit haline getirmeye çalışırım. Okunduğunda bu dinamitin mutlaka patlamasını isterim” dedi ve tüm gerçekleri çıplaklığıyla yazmaya başladı. Yazılarıyla kapitalizme karşı kavgaya girdi. Emekçilerin mücadelesini anlattı. “Alçaklar Görsünler gücümüzü. Bütün emekçiler katılıyormuş. Biz de katılalım. Yeter diyelim sömürünün böylesi. Birleşebilirsek, birleşebilirsek ne demek. Birleşelim. Burada, şu küflü, hayvanların bile duramayacağı yerde ölüp gitmek yerine, yeryüzüne merhaba diyelim.”(2) Evet, ustanın dediği gibi oldu. Yeryüzüne merhaba diyebilmek için bütün emekçiler harekete geçtiler. Onlar yürümeye karar verdiklerinde yol uzundu. Ancak bitmez değil. Yollar yürümekle aşınmaz diye açıklama yapıyordu sömürüyü temsil edenler. Korkmamış gibi davranıyor ve yürüyenleri korkutmak için tankları çalıştırıp yolları kesmeye çalışıyorlardı. “...Bağrışmalar duyuluyordu. İsmi emekçi olan kim varsa katılsın. Tanklar korkutmasın hiçbirinizi. Unutmayalım arkadaşlar, bizleriz tankları yapanlar. Mestan korkuyordu.”(3) Katılanlar, katılmay anlar vardı bu yürüyüşe. Korkan katılmıyor, ama dayanamıyor, uzaktan sey rediyorlardı.
23
onurlu aydinlar 2.indd 23
11/5/14 8:22 PM
Katılanlar tankların üzerine yürüyordu korkmadan. Ama herkes katılmalıydı bu kavgaya. Katıldıkça çoğalacaklar, çoğaldıkça korkuyu aşacaklardı. Yoksa nasıl kurtulacaklardı? Beklemeye vakit yoktu artık. Tanklar tüm sokakları tutmaya başlamıştı. Hedefsizdi. Ya tanka sığınacak korkanlar, ya da emeğe... “Bir emek sözüdür dolanıyordu meydanlarıya, anlamıyordu Mestan olup bitenleri. Hele caddeye çıktığında şaşırması, korkması daha bir çoğaldı. Hiç bu kadar olduklarını sanmamıştı. Durmak istedi bir kenarda, yan sokaklardan gelenlerinçoğalmasıdurduğu yeri durulmaz etti bir solukta. Caddeye yığmıyorlardı şimdi. Ama önlerinde tanklar vardı. Yürüyelim diye sesler duyuldu. Yürümeye başladılar. Mestan direniyordu. Az sonra bir tankın önünde buldu kendini...” Büyük bir meydandalardı. Konuşmacıların sesleri geliyordu. Emek üzerine konuşuyordu birisi. Silahlar patlamaya başladı. “Meydan sarılmış, kurtulamazsınız diye bağırdı saranlar. Herkes işinin başına dönsün.” Yeni bir konuşmacı çıktı kürsüye. “Arkadaşlar dağıtırsanız eğer, gücümüz anlaşılmamış olur. Bir yere gideceksek bir arada gitmeliyiz.” Bir el silah patladı. Konuşmacı yığıldı olduğu yere. Başka bir konuşmacı çıktı. Vurulan arkadaşını doğrulttu.” öldürdüler” dedi. Silah sesleri çoğaldı. “Mestan iyice şaşırmıştı. Emekçiler kendilerine yeni bir yol açmışlardı. Tüm kalabalık buradan akmaya başladı. Vurulanlar, ölenleri bırakmıyorlardı meydanda. Sırtlarında taşıyorlardı. Aşağıya daha büyük bir meydana yürüyorlardı. (...)” Kurşun, copun üzerine doğru gidiyorlardı...” Yetmezdi. Reşo Ağayı, Kara Vagon, Kaçak Şahin, Sahipsizler, Evlilik Şirketi, Beyaz Türkü, Halkalı Köşk, Demir Bebek, Mahşerin insanları, Aile Savaşları, Darbe, Harran ve Zalim ve inanmış ve Kerbala ile devam etti. Kitaplarında zulme, sömürüye karşı mücadelesine. Çok şey gördü geçirdi Bekir Yıldız. Öfkelendi, kızdı, hesap sormaya çalıştı düzenden. Karamsarlığa düştüğü de oldu. Cuntayla gelen yılgınlık ortamında alındı, küstü. Ama vazgeçmedi kimileri gibi. Değişmedi. Halk değerleri güçlüydü. Tutan bağlar oldu. Yozlaşmadı. Yozlaşmasını isteyenlere;
24
onurlu aydinlar 2.indd 24
11/5/14 8:22 PM
“Bana diyorlar ki, dünya değişti. Türkiye de değişti. Sen de yazar olarak değişmelisin. Ben bunu kabul edemem. Bir yazardan bunu istemek çok edepsizce birşey. Bizim inançlarımızkendimize ait inançlar değil ki. Yüzlerce yıldan beri binlerce insanın oluşturduğu bir inanç bu. Bu inanç bugünki egemen güçlerin, emperyalizmin amacı doğrultusunda yok kabul edilebilir mi? Ben kabul edemem. Çünkü ben sosyalizmi anti-emperyalist olduğu için seçtim. Bin yıl önce de yaşasaydım, baskılara karşı bir alternatif arardım. Ama bu çağda yaşıyorum. Fabrikalarda çalıştım. Gördüm ki emperyalizm, insanları araç edip dünyayı da yok ediyor. Emperyalizmin alternatifi sosyalizmdir...”( 5 ) dedi. Uzun sürse de Bekir Yıldız’ın küskünlüğü, darlığı, dünyanın her zamankinden daha çok sosyalizme ihtiyacı olduğunu söylemiş ve “yazacaklarım var, Ölecek de olsam yazmayı istediklerim var. Yazacağım” diyerek 1995 Aralık’ında yeniden söz veriyor halkına. Ancak rahatsızlığı nedeniyle çalışmalarının sonucunu alamadan 1998’in 8 Ağustos’unda geçirdiği kalp krizi nedeniyle aramızdan ayrıldı. Saygıyla anıyoruz ustayı. Kaynaklar 1-B.Yıldız, insan Posasv sf 11-12 2-B. Yıldız, Dünyadan Bir Atlı Geçti, sf 13 3-Düny adan Bir Atlı Geçti sayfa 84-85 4-age. sayfa 85-86-87-88-89 5-Evrensel, 17 Aralık 1999
1999 Ağustos
25
onurlu aydinlar 2.indd 25
11/5/14 8:22 PM
26
onurlu aydinlar 2.indd 26
11/5/14 8:22 PM
Anadolu Ermenilerinin Yaşamlarını Kaleme Alan Bir Yazar:
KİRKOR CEYHAN Anadolu’daki Ermenilerin günlük yaşamlarından yola çıkarak, diğer halklarla olan ilişkilerini, sıkıntılarını, acılarım, sevinçlerini dile getirmeyi amaç edinmiş güçlü bir kalem... Kirkor Ceyhan. Kendine özgü anlatım tarzıyla, yer yer eleştirel, yer yer mizahi ama halkın kullandığı dili temel alan Ceyhan, uzunyıllar boyunca yaptığı araştırma,inceleme ve gözl emlerini eserlerine titizlikle yansıtmıştır. Ancak yaşamının sonlarına doğru, tecrübe ve birikimlerini kaleme al an Kirkor Ceyhan, okuyucularına, Anadolu Ermenilerinin, yaşantılarını, sıcak bir halk diliyle taşımıştır... Yılların yorgunluğunu sırtında taşıyan Kirkor Ceyhan, geride iki kitap ve yayına hazırlanmış ama henüz basımı tamamlanmamış bir eser bırak arak 26 Eylül 1999 tarihinde yaşama gözlerini yumdu. 29 Ekim 1926’da Sivas’ın Zara ilçesinde doğan Kirkor Ceyhan, ilk eğitimini Zara’da, Gazi ve Cumhuriyet İlkokulları’nda aldıktan sonra eğitimine Sivas Ortaokulu’nda devam etti. Henüz ortaokul yıllarında edebiyata olan ilgisi açığa çıkar Ceyhan’ın. Ortaokula başladıktan kısa bir süre sonra geçim sıkıntısı ve yoksulluknedeniyle okuldan ayrılıp terzi çıraklığına başlaması ise onun edebi yata olan sevgisinin körelmesine yetmemiştir. Bu yıllarda gerçekçi edebiyatçıların eserlerini okuyup onlardan sonuçlar çıkarma çabası ise ileriye dönük hedeflerinin temellerini oluşturmuştur. Kitaplarından etkilendiği Sabahattin Ali’yi tanıma isteği, genç yaşında onu geliştiren, edebiyata
27
onurlu aydinlar 2.indd 27
11/5/14 8:22 PM
kazandıran etkenlerden olmuştur. Ortaokul yıllarında, Sivas’ta bulunduğu süre içerisinde tanıştığı kapı komşusu Şımavon adlı Ermeni bir değirmenci onun materyalist dünya görüşünü kazanmasını sağlamıştır. 1946’da II. Paylaşım Savaşı’nın hareketli yıllarının hemen ardından evlenen Ceyhan daha sonra askerliğini yapmak üzere Erzurum’a gitti. Askerden geldikten sonra, 1949’da İstanbul’a göç etti. Bu süre içerisinde bir yandan edebiyatçıların güçlü eserlerini incelerken bir yandan da kendi halkı olan Anadolu Ermenileri’nin bütün özelliklerini, yaşam şartlarını, düşlerini, kültürlerini yani herşeylerini öğrenmektedir. 1942 yılında Zara’dayken, hapishanede olduğunu öğrendiği Kemal Tahir’e mektuplar yazmaya başlamış, böyle bir tanışıklığı yıllar boyunca sürdürmüştür. Ancak ilk karşılaşma 1950’lerde Kemal Tahir’in hapishaneden çıkıp İstanbul’a gelmesiyle gerçekleşmiştir. Kirkor Ceyhan’ın eserlerine yansıyan özellik, Anadolu’nun sözlü tarih ve anlatım geleneği gibi güçlü bir kaynağı kendine temel almış olmasıdır. Özellikle Sivas-Zara çevresinde yaşayan Ermeni ve Kürtler, bunun yanısıra Türkler’in birbirleriyle olan ilişkileri ve ayrımsız yaşamlarını tanıdık bir dille kaleme almış olmasıdır. Elbette bunun oluşmasındaki en büyük sebep Kirkor Ceyhan’ın toplumcu gerçekçi edebiyata olan ilgisi ve böyle bir bakış açısını benimsemesidir. Bu bakış açısıda Anadolu halklarının tüm yaşamlarım olduğu gibi eserlerine aktarmayı getirmiştir. 1965’te ailece Ermenistan’a göç edilir. Kısa süreli Ermenistan’daki yaşantısı 10 ay kadar sürmüştür. Ardından İstanbul’a geri dönüş... İstanbul’daki yaşantısına kaldığı yerden devam eder. Beyoğlu’nda terzi dükkanı açarak devam etmiştir. 1980’de, Fransa’ya, çocuklarının yanına gidişiyle ülkeden uzaklaşmış olması onun Anadolu’dan kopması anlamına da gelmez. Bundan sonra sık sık İstanbul ziyaretleri yaşamının bir parçası olur. Gerek yaşam tarzıyla gerekse kaleme aldığı eserlerinde görülen odur ki Anadolu insanının gelenek-görenek ve sosyal yaşamından bir an bile kopmadığıdır.
28
onurlu aydinlar 2.indd 28
11/5/14 8:22 PM
Yayınlanmış eserleri “Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm” ve “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize” Anadolu Halklarının yaşamlarını tüm açıklığıyla anlatmaktadır. Bu iki kitabıyla bizlere Anadolu Ermenilerinin ve bu topraklarda birlikte yaşayan halkların yaşam koşullarını tanımakta güçlü bir kaynak, yalın iki eser sunmuştur Kirkor Ceyhan. Kirkor Ceyhan, Fransa’ya göçünden bir süre sonra, ‘80 sonlarında Almanya’ya geçer ve orada yaşantısına devam eder. Almanya’nın, Bonn şehrinde yaşamının son yıllarını tamamlayan Kirkor Ceyhan, henüz üçüncü eserini hazırlamıştı. Son eseri olan “Kapıyı Çalan Kimdi? “ henüz yayınlanmadan, 27 Eylül 1999’da yaşama gözlerini yumdu. Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize Kirkor Ceyhan’ın, yaşamının sonlarına doğru kaleme aldığı “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize” Nisan ‘99’da Aras Yayıncılıktan çıktı. Ceyhan’ın ikinci eseri olan kitap, ‘96 yılında yine aynı yayınevinin çıkarmış olduğu “Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm” den sonra geliyor. Yazarın, genç yaşına kadar yaşamını sürdürdüğü Sivas-Zara çevresi ve orada yaşadıklan, yörede yaptığı gözlemler, incelemeler diğer kitabı olan “Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm”de olduğu gibi bu kitabının da temelini oluşturuyor. Bu bölgede yaşayan Ermeniler başta olmak üzere, doğallığında ilişkide oldukları Kürtler ve Türklerin yaşam şartlarını ve yıllardır çektikleri acılan dile getiriyor. Kitap altı öyküden oluşuyor. “Can Yerini Yadıdı”, “Küpçü Hoca”, “Sivas Ellerinde..,”, “Mebus Ispanağı”, “Pıte Ebe ile Torunu”, “Avşarlının Fırını”, adlı öyküler kitapta yer alıyor. Öykülerin bütünündeki dil ve anlatım biçimi kelimelerin Sivas-Zara ağzıyla söylenişini barındırıyor. Bununla birlikte, eski Türkçede yer alan kimi kelimeler de öykülerde göze çarpıyor. Ancak öykülerde yer alan günlük yaşamda kullanılmayan kelimeler ve yöresel ağızlar, sıcak ve sohbet havasında anlatım sayesinde okuyucuyu zorlamayacak bir ha-
29
onurlu aydinlar 2.indd 29
11/5/14 8:22 PM
vaya bürünüyor. Yine, kullanılan anlatımdan kaynaklı olacak ki öykülerde geçen, günümüzde kullanılan dile yabancı kelimeler, öykülerin akıcılığını bozmuyor. Aksine okuyucuyu yöreye taşımaya yardımcı oluyor. Kirkor Ceyhan ağırlıklı olarak Ermeniler’i anlatıyor. Bu nedenle öykülerinde yer yer Ermenice kelimelere de yer veriyor. Bu nedenlerden dolayı da kitabın sonunda, kitapta kullanılan, eski Türkçe, Ermenice ve yöreye özgü deyim ve yine yörede yaşayan halkların kullandığı ağızda yer etmiş kelime ve cümlelerin anlamlarının belirtildiği sözlük ve açıklamalar ek olarak bulunuyor. Örneğin yukarıda belirttiğimiz kitapta yer alan öykü isimlerinden “Can Yerini Yadıdı”, kitabın sonundaki “Sözlük ve Açıklamalar” bölümünde “Yaşama arzusu kalmamak, ölmek istemek.” olarak belirtiliyor. “Allah senden razı olsun Ömer Ağa kardaş, en yakınlarım bile, ufak tefek alacakları için olur ki sona kalır da alamam diye, kapıyı eşiği sökerken, sen ne geldin ne de bir haber gönderdin. Al bu bostanın koçanını. Eksik ziyade, sen de hakkını helal eyle. Bundan daha fazlamız kalmadı... Ömer Ağa, Bağoğlugil’den; aptes alıp namaz kılmamış, inadına kumar oynayıp içki içmiş, metres tutup karı oynatmış, Zara’nın külhanilerindendi. Yeniden bir yudum rakı aldı, tütüp duran sigaraya uzandı. Ne bir lafa kadir oldu, ne de bostanın tapusunu eline aldı.... -Bak Enova, işte bu senet Garabed’in senedidir. Önünüzde yırtıyorum. Anam sütü gibi helal olsun.. Garabed’in bana borcu yok. Alın şu bostanınızın tapu koçanını. Ben bu çiftçilere bağışlıyorum.” Kirkor Ceyhan öykülerinde ağırlıklı olarak diyaloglara yer veriyor. Yöre insanının yaşam, dil, din, sosyal değerler, ilişkiler bütününü kendi anlatımından ziyade konuşturduğu insanlar vasıtasıyla okuyuculara ulaştırıyor. “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize” de okuyacağınız her öykü yöre insanının pek çok özelliğini tanıyacağımız diyaloglarını barındınyor. Yine bu diyaloglar yöre insanının yaşam birikimi ve deneyimi sonucunda dile getirdiği özlü sözleri içerisinde taşıyor. İnsan ilişkileri, saygı değer, yardım sever, paylaşımcı, kısacası Anadolu insanın saf, temiz değerler kültürünün var olduğu cümleler, öykülere özgün bir renk katıyor. Ve günümüzde yaratılmak istenen, dejenere, değersiz, bireyci topluma karşı erdemli bir yaşam öğütleyen cümleler öykülere aynca bir güç katıyor. Ne yazık ki yaşamının son yıllarında kalemi eline alan Kirkor Ceyhan,
30
onurlu aydinlar 2.indd 30
11/5/14 8:22 PM
edindiği tecrübe ve gözlemlerini, yalnızca üç kitabına aktarabilmiş. Bu, yılları gözlem ve birikimi daha nice sayfayı doldurmalıydı. Ancak, ne yazık ki sadece üç kitabını okuma fırsatına erişebiliyoruz. Özellikle Sivas-Zara çevresi olsa da Anadolu’nun pek çok yerinde beraberce yaşayan halkların günlük yaşamlarını görmek ve onlara konuk olmak isteyenler için özgün bir yapıt “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize.” Kütüphanenizde yerini alabilecek bir eser...
2000 Şubat
31
onurlu aydinlar 2.indd 31
11/5/14 8:22 PM
32
onurlu aydinlar 2.indd 32
11/5/14 8:22 PM
Alçakgönüllü, Partili Bir Ozan: PABLO NERUDA mete yılmazer “Gelin de görün sokaklardaki kanı Gelin de görün Akan kanı sokaklarda Gelin de görün kanı Sokaklarda akan…” Pablo Neruda “Kavgada kazanılan adalet gününde Sizler sessizlik içinde düşmüş kardeşler Bu ulu günde Ulu kavgada beraber olacağız.”(Pablo Neruda) Evet, hep beraber olduk bu ulu kavgada, yüreği vatan sevgisiyle dolu, sözünü kılıç yapıp kuşananlarla… Gün oldu, çarmıha gerilmiş bedenlerimiz en zalim zamanlarda onlardan güç aldı. Gün oldu, kurşun yağmuruna siper ederken bedenlerimizi, şiir tadındaki yaşamlarımızı bugünden yarına taşıyanlar; tarihin gergeŞne binbir renkli oya gibi işleyenler biraz da onlardı. Onlar ki … Nazım, Ahmed Arif, Aragon, Mayokovski, Neruda… Onlar ki bizim bir yanımız, coşkun akan selimizdir… Heybetli dağların mahzun tepeleri, kuytu vadilerin yalçın çınarları, yer altının biriken öfkesidir. Ki hayatın bizzat ortasında, “Ayaklarımız yeryüzüne ba-
33
onurlu aydinlar 2.indd 33
11/5/14 8:22 PM
sıyor. Bu kalıcı topraklarda yürüyeceğiz. Bir sırra varmıyoruz, sır biziz” diyen ölümsüzlerdir. Ki adı Pablo Neruda’dır… O ölümsüzlerin en önde yürüyenlerinden… Şiir gibi yaşanmış bir hayatın ta kendisi… Doğaya Sevdalı Bir Çocuk Ozan, Pasifik Okyanus’un çılgın dalgalarına göğüs geren Şili’ninParral kasabasında yaşama merhaba der. Henüz yüzyılın başıdır. Tarih 12 Temmuz 1904’ü gösterir. Ailesi adını Naftali Ricardo Reyes Basoalto koyar. Sömürgecilikten kalma bir gelenektirbu; uzun, upuzun isme sahip olmak. Ancak şiirlerini, babasının kızacağını düşündüğünden Pablo Neruda adıyla yayınlar.Ve tüm dünya onu bu adla tanır. Babası Jose Del Carmen ülkenin en ağır işlerinden demiryolunda memur olarak çalışırken, annesi Rosa Naftali Basoalto ilkokulda öğretmendir. Yoksul ve emekçidirler. Her yoksul gibi, alınteri ve emeğini satarak yaşarlar. Annesi doğumundan çok kısa bir süre sonra yoksul hastalığı veremden ölür. Babası bu kasabada daha fazla kalmayarak “Yeni Topraklar” dediği Temuco’ya yerleşir. Burada yeniden evlenerek kendini toprak işlerine verir. Üvey annesi Trinidad Candia’yı, “Üvey anne demeye dilim varmadığı kadın” diyerek saygı ve sevgiyle anar. Sömürgeci İspanyollara karşı uzun yıllar mücadele etmiş, yıkıma ve yağmaya uğramış Temuco, adeta geçmişi olmayan kentlerdendir. 1910 yılında eğitimine burada başlar. Çocukluğundaki yalnızlığını, doğa ve hayvanlarla iç içe yaşayarak gidermeye çalışır. Ki, “Bugün şair Neruda’yı hazırlayan nitelikler bence tabiat sevgisidir.” diyecek kadar doğaya sevgi duyan şair; “İlkbahar, başkaldırının ta kendisidir.” de Çocukluğu yalnızlıklarla geçen Neruda, sık sık odasına, kendi iç dünyasına kapanır. Yalnız kaldığında defterine aklına gelen dizeleri karalar. Küçük küçük dizeler birikmeye başlamıştır. İlk şiiri annesine yazar. Yazdığı şiiri okuyan babası, kağıdı Neruda’ya uzatırken, “Nereden kopya ettin bunu?” diyerek tepki gösterse de; bu aynı zamanda şiirine yönelik ilk eleştiridir. Sık sık kendisine ilk şiiri ne zaman yazdığı sorulan Neruda’nın cevabı, şairce olur: “(…) Beni arayan şiir / birden geliverdi. Bilmiyorum, nereden geldi, / kıştan mı, bir nehirden mi, bilmiyorum. / Kim bilir nasıl ve ne zaman, / hayır, sesler değildi, sözcükler / değildi, ne de
34
onurlu aydinlar 2.indd 34
11/5/14 8:22 PM
sessizlikti gelen, / ama bir sokaktan çağrılıyordum, / gecenin dallarından, birden bire başka yerlerden, / azgın yangınlar içinden ya da bir akşam dönerken, / orada yüzüm bile belirsiz, / gelip bana dokunuverdi…” Bu şair çocuk, henüz 12 yaşındayken şair Gabriela Mistrol ile tanışma fırsatı yakalar. Kız okulunda müdire olarak görev yapan bir şair Mistrol’a karşı ilkin çekingen davranır. Fakat çok geçmeden onun ne kadar insan sevgisiyle dolu olduğunu görür. Mistrol, okuması için kitap verir. Rus edebiyatı ile ilk tanışıklığı bu sayede olur. Okuma sevgisi adeta bir tutkuya dönüşür. Kütüphane, hayatının ayrılmaz bir parçasına dönüşürken; babasıyla birlikte sık sık yük trenleriyle tanımadığı bölgelere yolculuk yapar, buraları tanır. Demiryolu işçilerinin hayatını, çalışma koşullarını gözlemler. Bu hayatı tanıdıkça, ülkesinin gerçekliğini gördükçe siyasi tercihlerinin ilk biçimlenişi de ortaya çıkmaya başlamıştır. Şiirinin ana temasında bir süre sonra gördüğü bu gerçeklerin etkilendiği hayatların izleri görülmeye başlayacaktır. Genç Neruda’nın bu yılları yoksulluk içinde geçer. Daha 16 yaşındadır. Ancak çeşitli çevrelerde şairliği duyulur. Düz yazı ve şiir denemelerini adeta kendini ifade etmenin bir aracı haline getirir. Kendi deyimiyle onun için, “Şiir, durmadan akan bir nehirdir.” Temuco’dayken aynı zamanda dağıtımcılığını da yaptığı ilerici yayın organı Claridad’da yazıları yayınlanır. Çok geçmeden devlet yanlısı çetelerce Öğrenci Birliği’nin bürosu basılıp tahrip edilir. “Yasalar kimden yana?” sorusu karşılarına çıkar. Çünkü, birliğin bürosunu basıp tahrip edenler değil, öğrenci birliğinin üyeleri suçlu bulunup tutuklanır. Genç ve yetenekli bir öğrenci olan Gomez Rojas gördüğü işkenceler sonucu çıldırtılarak öldürülür. Bu ölüm genç Neruda’yı derinden etkiler. Ve zaman akar… Bu sevgi dolu şair genç büyür. Artık üniversiteye gitme zamanıdır. Üniversite Yılları Babası okuyup bir meslek sahibi olmasını, bunun için üniversiteye gitmesi gerektiğini düşünür. Ona göre bir kariyer sahibi olabilmek için okumak şarttır. Fakat Neruda’nın hayalleri çok farklıdır. O hayatı dolu dolu şairce yaşamanın derdindedir. Onun dünyasında kitap ve şiirler vardır. Aşklar, deli-dolu kavgalar, bitimsiz serüvenler onu beklemektedir.
35
onurlu aydinlar 2.indd 35
11/5/14 8:22 PM
Elinde kitap dolu teneke bavulu, üzerinde ince elbiseyle başkent Santiago’ya doğru yola çıkar. Yıl 1921’i gösterir. Başkent’te “513 No’lu” diye adlandırdığı bir odaya yerleşir. Bu yıllarda yaşadıklarını asla unutmaz. Zorlu günler geçirir. Aç kaldığı günler olur. Ancak bu günlerde dahi onun hayalinde hep şiir vardır. Değişik şairlerle dostluklar kurar. Farklı etkinliklere giderek şiirler okur. Öğrenci Birliği’nin şiir yarışmasında, binlerce şiir arasında birinci olur. Bu şiiri herkes onun kendi sesinden dinlemek ister. Fakat o kendi şiirini heyecandan okuyamaz. Üniversitede Fransız Dili ve Edebiyatı okuyan Neruda, bir süreliğine anarşist çevrelerden etkilenir. Fransız anarşistlerin eserlerinden çeviriler yapar. “Akşam Alacası” adını verdiği ilk şiir kitabını, 1923’te evinin mobilyalarını ve babasının verdiği saati satarak yayınlatır. Ardından Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı kitaplarıyla ülkede tanınmaya başlar. Üniversite yıllarında ülkesini boydan boya gezme fırsatını yakalar. Bu gezi; ülkesini, ülkesinin insanlarını daha yakından tanımasına yardımcı olur. Halkının her şeyi dinlediğini fakat şiiri dinlerken yaşadığı heyecanı ve coşkuyu fark eder. Bu yıllarda Şili’deki kültür-sanat yaşamı, Avrupa’nın, özellikle de Fransa’nın etkisindedir. Önemli yazarlar Paris’te yaşar. Öyle ki Fransızca şiir yazmak adeta ayrıcalık olarak görülür. Edebiyat çevrelerinde, bir yazarın tanınmasından sonra mutlaka Avrupa’ya gitmesi gerekir şeklinde bir anlayış hakimdir. Yirmi yaşında Şili’nin en tanınmış şairlerinden biri olduğu halde o bu anlayışın etkisine kapılmaz. Kahvelerde festivallerde, öğrenci toplantılarında şiirlerini okur. O, hayatın ortasındadır. Şiirleri dilden dile yayılır; pavyon fedailerinden devrimci muhalişere; emekçilerden öğrenci gençliğe, genç aşıklara… Latinlerin o uçlardayaşayan insanları, onun şiirleriyle coşar, neşelenir, hüzünlenirler… Onların dilinden, yüreğinden anlamakta; ses, söz olmaktadır ülkesinin insanına… Ozan, bu yılları anlatırken daha sonra,“Üniversiteyi, bitiremedim” der, “Çünkü üniversitede politika beni tamamen kendine çekmişti.” Şiirlerine Sızmaya Başlayan Gerçekler Ozan, ülkesini ve halkını büyük bir aşkla sever. Yaşadığı duygu yoğunluğu ülkesindeki politik atmosferin değişimi ile güçlü bir dönüşüme uğ-
36
onurlu aydinlar 2.indd 36
11/5/14 8:22 PM
ramaya başlar. Öğrenci gençlik politize olurken, işçi grevleri, gösteriler hayatın doğal bir parçası haline gelir. İşsizlik artar. Halk tepkisini bir şekilde ifade eder. Bakır ve kükürt madenlerinde çalışan işçiler binler olup başkente akarlar. Sol, sosyalist gazetelerin sayısında belirgin bir artış görülür. Halk muhalefeti giderek güçlenir. Tüm bu gelişmeler üzerine bir şair olarak halkın yaşadıklarını yüreğinde hisseder. Çünkü beslendiği kaynak halk pınarıdır. Onun yaşadığı acılar, yokluk ve yoksunluklarıdır. Fakat bunu şiirlerinde nasıl yansıtacaktır? Eski tarz şiirler yazmaya devam mı edecek, yoksa halkının yaşadıklarına tercümanlık mı edecektir? Sorunun cevabı kendindedir: “Bu andan itibaren politika, yavaş yavaş şiirlerime girmeye, hayatımı etkilemeye başlamıştır. Şiirlerime, sokağa açılan kapıyı kapayamazdım, tıpkı genç şair kalbimden, aşka, hayata,sevgiye ya da üzüntülere açılan kapıyı kapamayacağı m gibi.” (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum / Syf. 83) Kapılarını hiç kapamadı. Hep o kapının arkasındaki halkla iç içe olup onların sesini soluğunu haykırdı. Yine de olgunlaşmasına biraz daha vakit vardır. Onun için zaman henüz erkendir. Şair Bir Konsolos Ozan, 1927’den sonra pek çok ülkede konsolosluk görevinde bulunur. Rangoan, Colombo, Bativia (bugünkü Cakarta), Cavra, Singapur, Barselona, Madrid, Meksika, Buenos Aires, Paris... konsolos olarak görevli olduğu şehirler arasındadır. Konsolos olarak görevli olduğu yerlerde halkın yaşamı onu derinden etkiler. Gördükleri, politik bilinçlenmesine etkide bulunur. Şahit olduğu tablo dünyanın her yanında benzerdir. Bunu bir kez de kendi gözleriyle görmüş olur. Daha sonra yazdığı dizelerde burada gördüklerinden izler bulmak mümkündür. Konsolos olduğu bölgenin insanlarıyla iç içe olur. Onları daha yakından tanımak ister. Onların yaşadığı yerlere gidip lokantalarında yemek yer. Batılı sömürgeci “dostlar”ı onun bu tavrını “dostça” uyarmayı ihmal etmez. O böylesi sömürgeci bakışla yapı lmış “dostça” uyarıları dinlemeyerek, yalnızlığını halkla iç içe yaşayarak gidermeye çalışır.
37
onurlu aydinlar 2.indd 37
11/5/14 8:22 PM
Neruda, Asya ülkelerinde bulunduğu sırada şiir ve anı yazmayı ihmal etmez. Bu günlerde yaşayacaklarını tatlı, dokunaklı yer yer acıklı anekdotlarla kaleme aldığı yeryüzünde konaklama eserinde dile getirir. Bir Şairin Ölümü, Bir Şairin Doğumu Neruda, PEN’in Arjantin’de Ruben Dario anısına düzenlediği bir etkinliğe katılır. Burada Federico Garcia Lorca ile tanışma fırsatı olur. Toplantıda Lorca ile birlikte doğaçlama bir düet yaparlar. Bu aynı zamanda dostluklarının da başlangıcı olur. Bu arada iktidara halkçı bir hükümetin gelmesiyle Neruda, İspanya’nın Barselona konsolosluğuna, sonra da Madrid konsolosluğuna atanır. Ve çok geçmeden iki dost İspanya’da yeniden karşılaşırlar. Dostlukları burada devam eder. İspanya’da pek çok sanatçıyla dostluklar kurar. Dostlarıyla “Şiir İçin Yeşil At” adlı bir dergi çıkarırlar. Derginin tam 6. sayısının hazırlıkları yapılırken, Afrika garnizonundan Franko’nun ayak sesleri yükselmeye başlar. İki dost 19 Temmuz 1936 gecesi birlikte bir sirke gitmeye karar verirler. Fakat Lorca buluşmaya gelmez, gelemez. Neruda onun kurşuna dizilmek için faşistler tarafından götürüldü ğünü daha sonra öğrenecektir. Ve artık 1 milyondan fazla genç-yaşlı insanın öldüğü, yüz binlerce insanın mülteci olarak yurdunu terk etmek durumunda kaldığı İspanya İç Savaşı başlamıştır. Ozan bugünlere dair “Şiirimi değiştiren bu İspanyol İç Savaşı, benim için bu şairin ölümüyle başlar.” diyecektir. Ve şair dostu Lorca’nın ardından, onu adeta şiiriyle ölümsüzleştirir. “Issız bir evde, / korkudan ağlayabilsem / Gözlerimi çıkarabilsem de / yiyebilseydim / Senin sesin için yapardım, / bunları / Yaşlı portakal ağacı sensin / Senin şiirin için yapardım, / bunları / Çığlık çığlığa fışkıran şiirin / Baksana, / maviye boyuyorlar hastaneleri, / senin için / (…) / Bırak seni düşleyeyim bir taçla / Sen, sağlığın ve gelinciklerin çocukluğu / Sen saf gençlik, özgür kara bir ışık gibi şey / Söz aramızda Federico / Şimdi kimseler kalmadı kayalar arasında / Bırak da basit olsun sözlerimiz, / sen ve ben gibi basit / Şiir neye yarar çiyler için yazılmazsa / Bu gece için yazılmazsa / (…)”
38
onurlu aydinlar 2.indd 38
11/5/14 8:22 PM
Neruda, değerli dostu Lorca için, “İspanya’daki şairler arasında en çok sevileni, en çok beğenileni ve o neşesi ile en çok çocuğu andırıyordu.” diyerek şu övgüleri yapacaktır: “Ne mükemmel bir şair! Onda gördüğüm yürekliliğe ve dehaya, heyecanlı bir kalp ve duru sese bir daha hiç rastlamadım. Federico Garcia Lorca, eli açık bir sihirbazdı bir neşe kaynağı idi. İçinde taşıdığı yaşama sevinci ile bir yıldız gibi parladı. Soy ve komik, eşsiz müzisyen, parlak pandomimci, çekingen ve batıl inançlı pırıl pırıl ve iyi yürekli Lorca’da İspanya’nın bir çağını yaşamak mümkündü.” İspanya’da dost edindiği ve etkilendiği diğer bir şair de Miquel Hernandez’dir. Anılarında bu dostluğa dair ise şunları söyleyecektir: “Onu tanıdığımda kendi ayakkabıları ve köylü pantolonuyla, ülkesi Orihvela’dan yeni gelmişti. Köyünde keçi çobanlığı yaptığı söyleniyordu. (…) benim evimde kalıyor ve burada şiirler yazıyordu. Başka ufuklar ve başka dünyaların izlerini taşıyan benim Güney Amerika şiirim yavaş yavaş onu etkiledi ve değiştirdi.” (Age / Syf.177) Neruda da onun sağlığından, yaşam tarzından, coşkunluğundan etkilenir. Bu keçi çobanı şair, başlayan iç savaşta yerini almakta gecikmez. Halkın yanında faşizme karşı savaşa katılır. Faşizme karşı coşku dolu şiirler yazar. Bir elinde silah, bir elinde kurtuluş dizeleri… İç savaşta, yenilginin belli olduğu günlerdir. Dostu Neruda’nın Şili konsolosluğundan uzaklaştırıldığı ve Fransa’da olduğu günlerde Şili elçiliğine sığınmak ister. Fakat elçilik onu kabul etmez ve tutsak düşer. Franko’nun zindanlarında veremden ölür. Neruda bir yakın dostunu böyle yitirir. İspanya’da faşizm, iç savaştan galibiyetle çıktı. Fakat Neruda, yaşadığı ve gördüklerini asla unutmaz. Onun için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Tarihin bu anında, faşizme karşı bu savaş kaybedilmiş olsa da, Neruda kendi içindeki savaşın galibidir. “Tellerinden şarkılar yerine kanlar akan İspanya gitarlarına ilk kurşunlar atıldığında, benim şiirim bir hayalet gibi sokaklarda dolaşıyordu. Sonra yavaş yavaş içine kökler sokuldu. Ve damarlarında kan akmaya başladı. İşte o günden sonra herkesin yolu benim de yolum oldu. Yalnızlığın güneyinden kuzeyine göç ettiğimi görüyorum. Orada yaşıyor insanlar, benim alçak gönüllü şiirimi kendine kılıç yaparak, büyük ıstıraplar arasında terini silecek mendil diye açacak ya da ekmek savaşında silah olarak kullanılacak…” (Age / Syf. 140)
39
onurlu aydinlar 2.indd 39
11/5/14 8:22 PM
“Kalbimde İspanya” İspanya’da kaldığı günlerde de şiirler yazmaya devam eder. Bugünlerde yaşadığı yoğun duyguları şiirlere döker. Onun yüreği hep İspanya halkının yanında faşizme karşı savaştadır. Mücadelelerini destekler. Bu dönemde yazdığı şiirler Kalbimde Şiirler adlı kitabında toplanır. Kitap; yürekli bir ozan için, bir sosyalist için hayatı boyunca kıvançla anacağı şekilde yokluklar içinde cephede basılır. Terk edilmiş bir manastır, basımevi olarak kullanılır. Kitabın basımında bir mücadele ve azmin yanında şiirin savaştaki etkisine de örnektir. Baskı için kağıt yoktur. Eski bir değirmende kağıt yapılır. Düşman birliğinden, yaralı askerleri kanlı elbiselerine kadar ne bulunduysa kağıda malzeme yapılır. Bu koşullarda kitap basılır. Savaşın sonuna doğru çoğu insan yanına yiyecek almak yerine bu kitabı almayı tercih edecektir. Bu bir şairin yaşayabileceği en büyük onurlardan biridir. Neruda, Fransa’da olduğu günlerde İspanya’daki faşizme karşı mücadeleye desteği devam eder. Burada Paul Eluard ve Aragon’la tanışıp dost olurlar. Dostlukları gelişip güçlenir: “Her ikisi de vazgeçilmez sadık dostlarımdır. Sanırım onlarda en çok hoşuma giden şey büyüklüklerini inkar etmeleriydi.” (Age / Syf. 192) diyecektir sonraki günlerde bu dostları için. Fransa’daki günlerinde İspanya için mücadeleye devam eder. İspanya İç Savaşı’ndan etkilenmiş Fransız şair Nancy Canord ile derleme bir şiir kitabı hazırlar. Kitabın adını “Dünya Şairleri İspanya Halkını Savunuyor” koyarlar. Değişik yazarlardan şiirlerin yer aldığı kitap, Nancy’nin Fransa’daki evinde basılır. Basımında Neruda da yer alır. Bunu kendine bir onur sayar. Ki o günlerde bu iki yazar gibi pek çok şair, edebiyat ve sanatçı, aydın faşizme karşı mücadele eden İspanya halkının mücadelesine destek olur. İki arada durup tarafını seçmemek, faşizme güç vermektir. Bugün olduğu gibi geçmişte de böyledir. Bu, kişilerin niyetlerinden bağımsızdır. Ya halktan yanasın, ya da sömürü ve zulüm düzeninden... Ortası yoktur. Özellikle bu sınav aydınlar için daha bir zorunludır. Yanı başındaki katliamlara, işkenceye,faşist saldırılara sessiz kalmak suç ortaklığına tekabül eder. Bu sınavda onları büyük ozan, şair, sanatçı, aydın yapan çağının bu anlamda tanığı olması ve halkının yanında, onlarla birlikte saf tutmasıdır. İşte Neruda böylesi bir düşünceyle hareket ederek kendisi gibi şair,
40
onurlu aydinlar 2.indd 40
11/5/14 8:22 PM
sanatçı aydınları faşizme karşı bir araya getirerek eylemler yapar. Bu amaçla İspanya halkına destek için bir araya geldikleri aydınlarla, trenle Madrid’e gitmeleri bunlardan sadece biridir. Neruda, İspanya’da iç savaş kaybedilmiş olsa da Franko faşizminin zulmünden kaçan mültecilerle ilgilenir. Bunu kendisine karşı vicdani bir sorumluluk olarak görür. Yüz binlerce insan Fransa’ya mülteci olarak geçmiştir. Fransa’daki gerici iktidar ise bu mültecileri faşizmle suç ortaklığı yaparak ya hapishanelere, ya da çöllere gönderir. Şili’deki halkçı hükümet Neruda’yı bu göçmenleri Şili’ye getirmesi için görevlendirir. Neruda böylesi bir göreve gerçek bir mutlulukla başlayarak hızla kolları sıvar. Önüne değişik zorluklar, engeller çıkarırlar. Pek çok hain ve alçaklıklara tanıklık eder. Hiçbiri görevini yapmasına engel olamaz. II. Paylaşım Savaşı başlamadan çoğu yaşlı, kadın, erkek ve çocuklardan oluşan binlerce mülteciyi Şili’ye göndermeyi başarır. Şairin Senatörlüğü Yüreği halkın yanında bir şair halkın yaşadığı yoksulluğa, ezilmişliğe sessiz kalamaz, olanları görmezden gelemez. Bu çıplak gerçeklerden kimse kaçamaz. Bir gazetecinin dediği gibi, “Bu ülkede şair karara varmalıdır. Ya Cadillac’lar, ya da ayakkabısız ve okulsuz insanlar!” Evet, bunun arası yoktur. Bu gerçekleri görüp de hala kendi fanuslarında şiir, roman yazmaya ve sanat yapmaya çalışanların eserlerinin hiçbir anlamı yoktur. Neruda’yı, böylelerinden ayırıp ölümsüz kılan onun halkının yanında saf tutmasıdır. Halkının yaşadıklarına sessiz kalmamasıdır. 1943’te Meksika’dan ülkesine döndüğünde halkı için bir şeyler yapmak ister. Senatörlük için aday olur. Şiirlerini ve yüreğinin de alıp halkın yaşadığı bölgelere gider. “Hepsinin yanık yüzleri vardı. Yalnızlıkları ve terk edilmişlikleri karanlık bir donukluk gösteren gözlerinde dile getiriyordu. Çölden tepelere çıkmak, yoksul evleri tek tek dolaşmak, insanlıktan uzak bir yaşantıyı tanımak ve inzivaya çekilmiş insanların tek ümidi olarak ortaya çıkmak hoş bir sorumluluk değildi. Bununla birlikte şiirim bana onlarla ilişki kurma yollarını açtı. Şiirim, halkım ve onların güç yaşantıları arasında dolaşabiliyor ve onlar tarafından ölümsüz bir kardeş olarak kabul edilebiliyordu.” (Age / Syf. 260)
41
onurlu aydinlar 2.indd 41
11/5/14 8:22 PM
Yürek diliyle halkının özlem ve acılarına tercüman olur. Dizelerinde emekçi halkın öfke ve taleplerini dile getirir. Gitmediği ev, ayak basmadığı çamurlu yol, tozlu sokak bırakmaz. İşçilerin ölümüne çalıştırıldığı madenlere iner. Yoksul sofralarını paylaşır. Sendikalarda işçilerin canlı sohbetlerine ortak olur. “Bu uzun yolculuklarım boyunca en yoksul evlerde, kulübelerde ve bozkır insanlarının barınaklarında gecelemeye alıştırdım kendimi. Her gittiğim yerde beni işçiler, ellerinde küçük bayrakla karşılı yordu.” (Age / Syf. 263) Şili’nin yoksul emekçileri kendinden gördükleri bu insanı utandırmaz. 4 Mart 1945’te senatör seçilir. Büyük bakır ve güherçile ocaklarındaki binlerce emekçinin kendisine güvenip oy vermiş olmasından her daim gurur duyar, onurla anar. Partili Bir Ozan Neruda’nın en belirgin özelliği onun partili bir ozan olmasıdır. Daha sonraki yıllarda partili/örgütlü olmasıyla ilgili şunları söyler: “Şairin görevlerini mantıki sonuçlarına ulaştırarak doğru ya da yanlış, karara vardım: Toplumda ve hayatta yükümlülüğüm alçak gönüllü bir partilininki olmalıdır. Bu kararı parlak başarısızlı klara, kimsesiz zaferlere, sersemletici yenilgilere tanık olduğum halde verdim. Kendimi Amerika’nın mücadeleleri içinde bir aktör bularak, anladım ki, insan olarak görevimi, yeteneklerimi, birleşen halkların kabaran gücüne katmaktan; onlara maddi ve manevi olarak, tutku ve umutla katılmaktan başka bir şey değildir. Çünkü yalnızca o kabaran selden, yazarlar ve halklar için gerekli ilerlemeler doğabilir.” (Şiir Boşuna Yazılmayacak / Nobel Konuşması / Aktaran: Latin Amerika Başkaldırıyor / Syf. 405) Neruda’nın bu örgütlü tavrı esasında örgütlü olmanın yaratıcılığı öldüreceğini söyleyenlere de bir cevap niteliğindedir. Neruda aksine partili/ örgütlü olup çok güzel eserler üretmenin adıdır. Bu yanıyla bireyci bohem üretimler içinde olan burjuva ve küçük burjuva sanatçılara ideolojik bir darbe de indirmiş olur. Ki Neruda’nın şiirlerinden, sanatçılığından, çok iyi bir şair olduğundan söz edip de onun komünistliğini, örgütlü olmasını gizlemeye ya da bu özelliklerini görmezden gelmeye çalışmaları da boşuna değildir. O’nun büyük şair olması ve ölümsüzlüğü, dünya görüşünden ve örgütlü olmasından gelir.
42
onurlu aydinlar 2.indd 42
11/5/14 8:22 PM
Neruda, Şili Komünist Partisi (Partido Comunista de Chile / PCC)’ne 5 Temmuz 1945’te üye olmasına rağmen kararını esas olarak İspanya İç Savaşı sırasında vermiştir. Bu anlamda İspanya İç Savaşı’nın üzerindeki derin etkisine tanık oluruz. Ona göre şairler şiirleriyle bir bayrak gibi egemenlere karşı halkının yanında savaşmalıdır. Bu da ancak örgütlü olabilecek bir savaştır. Yüreğinden fışkıran dizelerini her daim halkın mücadelesine sunar. O bir komünisttir. Tıpkı Nazım Hikmet gibi… Firari Ozan: “Şiir İsyandır” Neruda demokrasi vaatleriyle iktidara gelen, aynı zamanda eski arkadaşı olan, Gonzales Videla’nın açık bir ihanetini yaşar. Videla giderek baskı ve terörü arttırır. PCC’yi yasaklar, demokrat ve ilerici çevrelerde baskıdan paylarına düşeni fazlasıyla alır. Hapishaneler dolup taşar. Neruda da yasaklananlar arasındadır. Tutuklama emriyle aranır. Hatta başına ödül koyulur. Neruda için yasal mücadele olanakları kalmaz. Soru şudur: “Neruda bu durumda ne yapacaktır?” Bu soruya Neruda’nın cevabı net olur. Onun şair yoldaşları nasıl ki faşizme teslim olmadılarsa, o da Videla’nın baskılarına, tehditlerine boyun eğmeyecek, teslim olmayacaktır. Ve Neruda kararını verir. Yeraltında, illegal olarak mücadelesine devam eder. O günlere dair anılarında şunları söyler: “Hemen hemen her gün başka yerde kalıyordum, Her yerde beni saklayacak insanlar kapılarını seve seve açıyordu. Bunların çoğu hiç tanımadığım kimselerdi, birkaç gün için de olsa beni saklamayı arzu ettiklerini söylüyorlardı. İster bir saat, isterse bir hafta için olsun vatandaşlarım bana kollarını açıyordu! Böylece saklandım; limanlarda, tarlalarda, şehirlerde, depolarda, köylülerin, mühendislerin, avukatların, denizcilerin, doktorların ve maden ocağında çalışan işçilerin evlerinde.” (Yaşadığımı İtirafEdiyorum / Syf. 269) O içindeki duygu yoğunluğunu, “Şair kendini ülkenin her yanında görür.” diyerek tanımlar. Halkın direncinden sahiplenme duygusundan, yüksek kavga azminden beslenmektedir. Bu zorlu koşullarda da boş durmaz. Halkının içinde üretmeye devam eder. En güzel kavga şiirlerini mısralara döker. Gözaltına alınıp tutuklama, kuytu bir köşede katledilme risklerini düşünmeden yazar.
43
onurlu aydinlar 2.indd 43
11/5/14 8:22 PM
Başına ödül konularak arandığı bu zor günlerde “en önemli kitaplarımdan” dediği “Büyük Türkü” adlı eserini yazar. Neruda’nın etrafındaki çember gittikçe daralmaya başlar. Halkın moral değeri Neruda’nın ülkede kalma koşulları neredeyse kalmamıştır. Ülke dışına çıkması gündeme gelir. Fakat bu kararıkendisi değil, partisi alır. Çünkü o partili bir ozandır. Parti, Neruda’nın ülke dışına çıkması için çalışmalarını hızlandırır. 1948’de vatanına ve halkına aşık ozan için sürgün günleri başlar.Ancak bilinir ki bir şair için ülkesinden ayrılmak çok zordur. Acı vericidir. Zorunlu bir sürgüne gidiyor olsa da, ülkesine bir gün dönecek olmanın inancını And Dağları’ndaki tahta bir kulübeye şöyle yazar: “Yakında görüşmek üzere, anavatanım. Gidiyorum ve seni beraberimde götürüyorum.” Arjantin’e sağlıklı bir şekilde ulaştığında tüm dostları sevinir. Çünkü Şili’deki iktidarın onu katletmiş olduğu düşünülmüştür. Şair Safını Seçmelidir Bugünün dünyasında herkes gibi şairler de seçimini yapmak durumundadır. Şairler ayrıcalıklı, tarafsız, arabulucu gibi kendilerini gösteremez. “Ben şairim, şiirlerimi yazarım, politika beni ilgilendirmez.” diye düşünemez. Bu düşünce esas olarak burjuva ideolojisine dayanır. Neruda bir kez safını seçmiştir. Ömrü boyunca halkının safında düşmanlarıyla mücadele etmiştir. Günümüzde hala safını belirlemeyen, zalimlerden icazet bekleyen, onların düzenine şu veya bu şekilde su taşıyanlara şu sözlerle seslenir. “Biz bugünün şairleri, seçmek zorundayız. Seçeceğimiz şey gül tarhlarında değil. Korkunç ve haksız savaşların, paranın gittikçe artan baskısını, ilerleyişini ve bütün hakszlıkları avucumun içinde gittikçe daha apaçık görüyorum. Koşullu ‘özgürlük’, seks konuları, zorbalık, aylık taksitlerde kolayca ödenebilecek sevinçler, eskimiş sistemin çekici tuzaklarıdır.” (Age / Syf. 404) Neruda sadece çağrı yapmakla yetinmez, uyarır. Burjuvazinin önlerine çıkardığı tehlikelere de dikkat çeker. Şairler özelinde tüm sanatçılara seslenen şu uyarıları yapar: “Kimi şairler mistisizme, ya da sağduyu rüyasına sığınırlar. Başkaları gençliğin o kendiliğinden ve yıkıcı gücüyle büyülendiler, onlarla yaşayan
44
onurlu aydinlar 2.indd 44
11/5/14 8:22 PM
insanlar oldular. Günümüzün savaşçı dünyasında böyle bir denemenin hep önleyici ve korkunç acılara götüreceğini hiç düşünmeden…”(Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, Aktaran: Latin Amerika Başkaldırıyor / Syf. 404) Onu büyük şair yapan sosyalist bir dünya görüşü sahibi olarak halkının kavgasında saf tutmasıdır. Kalemini vicdanının emrine vermesidir. Halkın mücadelesini inanç yüklü satırlarla ölümsüz bir silaha kavuşturmasıdır. O silah ki her daim ozanın dilinde patlamaya hazırdır: “Yüreğim bu kavganın içinde / Kazanacak halkım / Bütün halklar kazanacak bir bir / Bu acılar bir mendil gibi / Kumlar arasında/ Şehit duraklardan / Çıkaracak her şeyi / Şanlı günler yakındır çünkü / Kinler kusacak bir an / Ceza veren eller…”(Muzaffer Halk / Aktaran: Latin Amerika Başkaldırıyor / Syf. 397) Neruda için bir şairin tanımı bellidir. Bir ozan olarak kendini en mütevazı haliyle halkından ayrı tutmaz. Çünkü bilir yaratan ve yaşatanın o büyük okyanus olan halkın olduğu gerçeğini. “Ben her zaman söyledim, bence en iyi şair, bize her gün ekmek sunan fırıncıdır; kendisini tanrı olarak hissetmeyen fırıncı. O mütevazı ve heybetli olan işini yapıyor. Her gün ekmeğin hamurunu yoğuruyor, fırına atıyor, pişiriyor ve insanların ihtiyacını karşılamak için önlerine sürüyor.” (Nobel Konuşması / Aktaran: Güney Dergisi / Syf. 56) Ozan, işte böyle mütevazıdır. Yaptığı işi, sorumluluklarını abartmaz. Kendisini var eden koşulları görmezden gelmez. Bunun sonucudur ki, “Burjuvazi gerçeklere gittikçe yabancılaşan bir şiir istiyor. Can çekişen kapitalizm şairin, ekmeğe ekmek ve şaraba şarap, demesini bile tehlikeli buluyor. Bir şairin, Huidobro’nun deyimiyle, kendisini “ Küçük bir Tanrı saymasını, kapitalizme daha uygun görüyor. Bu kanı ya da davranış, egemen sınıfları hiç tedirgin etmiyor.” (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum / Syf.446) diyen ozan kalıcı olmak isteyen şair adaylarını önlerindeki tehlikeler için uyarırken; halkın içinde, halk için yaşamayı yaşam felsefesi haline getirmeleri için uyarmadan edemez. “Biz şairler ancak, diğer insanlar gibi olmayı becerdiğimiz zaman, şiire o büyük enginliği - her dönem daraltılmış olan, bizzat kendimizin durmadan daralttığımız enginliği - geri verebiliriz (…)” (Nobel Konuşması) Neruda, seçilecek bu yolun kolay bir yol olduğunu söyleyerek, pembe
45
onurlu aydinlar 2.indd 45
11/5/14 8:22 PM
tablolar çizmez. Ama şunu söyler. Mutluluk ve bir şair için gurur ve onur dolu bir yaşam ancak bu yoldadır. Bu konuda kendinden örnek verir: “Ben ıstırap çektim ve savaştım, ben sevdim ve şarkılar söyledim. Dünya bölünürken ben yendim ve yenildim, ekmeğin ve kanın tadına vardım. Başka ne arzular bir şair? Ağlamaktan öpmeye, yalnızlıktan kalabalığa tüm duygular şiirimde kanat çırpmış, içinde yaşamıştır. Ben şiirim için yaşadım, şiirimle savaş verdim. (...) Estetiğin güç ve yazılı sözlerin labirentinde yaptığım araştırmalardan sonra halkımın şairi olmuşum. Benim kazandığım en büyük armağan işte buydu.” (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum/ Syf. 231-232) Kanser hastası olduğunu bilmiyordu. Temmuz 1974’te 70. doğum günü kutlama töreni hazırlanıyordu. Ancak Yanki emperyalizmi ülkesinin üstüne karabasan gibi çökmüştü. PasiŞk manzaralı evinde her sabah yaptığı gibi radyosunu açtığında tarih 11 Eylül’ü gösteriyordu. Neruda işte bu anda dostu başkan Salvador Allende’nin “Yurttaşlar! “ diye başlayan son konuşmasını dinler: “(…) Yurdumun emekçileri! Ben Şili’ye ve onun geleceğine inanıyorum. Benden sonrakiler,ihanetle zorla getirilmek istenen bu acı karanlık anı aşacaklar. Eninde sonunda geniş caddelerde gerçek insanlar daha iyi bir toplum inşa etmek için yürüyüşe geçecekler. Yaşasın Şili! Yaşasın halk! Yaşasın emekçiler! Bunlar benim sonsözlerim. Ödediğim bedelin boş olmayacağından eminim. Bunun en azından korkaklığa ve ihanete indirilmiş ahlaki bir tokat olacağından eminim.” Amerikancı faşist cunta ülkede darbe yapmıştır. Şehirle bağlantı kesilir. Evinin etrafı askerlerce sarılmıştır. Tüm ülke toplu gözaltı lar ve cinayet haberleriyle kol geziyordu. Stadlara, solcular, sosyalistler, sendikacılar, devrimciler dolduruluyordu. 18 Eylül’de ateşi çok yükselir. Hastaneye kaldırılır... Meksika’ya götürülme talebine ise karşı çıkar. Artık ölüme doğru koştuğunu bilir. Yoldaşları ve halkının çektiği acıları biliyorken kendisine sunulan ayrıcalıkları tümüyle reddeder. Eşi Neruda’yı Meksika’ya götürmek için harekete geçtiğinde otomobile el konulduğu, evinin yağmalandığı, şoförün tutuklandığı söylenir. Meksika devlet başkanı özel uçak göndermiştir. Şairi almak için. Yok, hayır der… Son anları hep sayıklamalarında “Onu katlediyorlar, onu katlediyorlar.” diyen ozan, başkanlık sarayında direnen yiğit dostunun, başkan Allende’nin
46
onurlu aydinlar 2.indd 46
11/5/14 8:22 PM
katledilmesinin şokunu daha atlatamamıştır. 23 Eylül 1973’te tüm bu yaşadıklarına ozanın kalbi daha fazla dayanamaz... Faşizmin zulmü, yaşlı, yorgun bedenin son direncini de kırmıştır. Halk sokakları doldurdu. İşçiler vardı. Öğrenciler, memurlar… Yüzlerde öfke ve faşizme nefret doluydu. Mezarı başında bir üniversiteli, bir yazar, bir öğretim görevlisi konuşma yapar. Halk mezarlığa yaklaştığında yükselen “Pablo Neruda Yaşıyor!” sloganı nı, kararlılıkla haykırılan Enternasyonal marşı izler. Zulme inat binlerin sahiplendiği büyük ozan o gün orada halkının, halkların kalbine gömülür: “Halkım ben, parmakla sayılmayan / Sesimde pırıl pırıl bir güç var / Karanlıkta boy atmaya / Sessizliği aşmaya yarayan / Ölü, yiğit, gölge ve tuz, ne varsa / Tohuma dururlar yeniden / Ve halk, toprağa gömülü / Tohuma durur bir yerde / Buğday nasıl Şlizini sürer de / Çıkarsa toprağın üstüne / Güzelim kırmızı elleriyle / Sessizliği burgu gibi deler de / Kırmızı elleriyle / Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde” YARARLANILAN KAYNAKLAR • Yaşadığımı İtiraf Ediyorum / Pablo Neruda – Altın Kitaplar Yayınevi 1976 Baskısı • Latin Amerika Başkaldırıyor – Ütopya Yayınları • Güney Dergisi – Ocak – Şubat – Mart 2005 – 31. sayısı 2010 Ekim
47
onurlu aydinlar 2.indd 47
11/5/14 8:22 PM
ENVER GÖKÇE VE PABLO NERUDA Odada bir masa ve gaz lambası. Sıcak çıtırtılarla yanan soba. Çivide asılı ceket, pantolon, palto. Solmuş rengi paltonun Ve sinmiş üstüne Hüzünlü kokusu yoksulluğun. Dışarıda kurtlarla bir olmuş uluyor fırtına. Donmuş dal uçlarında, Kar çiçekleri zemheri soğuğunun. Enver Gökçe, Eğilmiş üstüne masanın, Yüzünde çizgileri çileli bir hayatın, Şiirlerini Türkçe’ye çeviriyor Pablo Neruda’nın. Kapı aralığında karanlığın ayak sesleri. Düzenin bekçileri, Hışımla dalıyorlar içeri. Kararıp kalıyor Neruda çevirileri. Oğulları ölen anaların türkülerini, Federico Garcia Lorca’ya yakılan ağıtı, Karlı dorukları Ant Dağları’nın, Pampaların rüzgarla oynaşan otlarını, Maçu Piçu’nun mavi çiçeklerini, Egin’in ela gözlü türkülerini Dolduruyorlar bir torbaya. Bakıp kalıyor arkalarından Enver Abi, Yavruları çuvala doldurup götürülen Anne köpek gibi. Soba ve lamba sönüyor. Oda loş ve soğuk. Umarsız bürünüyor yorganına. Neruda görünüyor bir at üstünde. Üzülme kardeş diyor, Bilirsin şiirimiz yedi canlıdır. Parçalasalar, yaksalar da,
48
onurlu aydinlar 2.indd 48
11/5/14 8:22 PM
Yeniden göverir küllerinden. Beni kederlendiren bu değil! Senin çiğnenen göz nurundur beni kahreden Metin Demirtaş
49
onurlu aydinlar 2.indd 49
11/5/14 8:22 PM
50
onurlu aydinlar 2.indd 50
11/5/14 8:22 PM
AŞIK VEYSEL Halk müziği ve edebiyatıyla ilgili hemen herkesin Veysel’le gerek maddi, gerekse manevi bir ilişkisi vardır. Çünkü kendisi; edebiyata kazandırdığı şiirler, müziğe kazandırdığı ezgilerle âşık geleneğinin en önemli isimlerinden birisidir. Âşık Veysel (Şatıroğlu), 1894 yılında Sivas’a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Annesi Gülizar’ın, Veysel’i meraya koyun sağmaya giderken yol üzerinde doğurduğu söylenir. Yedi yaşında yakalandığı çiçek hastalığı nedeniyle sol gözünü kaybeden Veysel, kısa bir süre sonra bir kaza sonucu sağ gözünü de kaybetti. Geçimini zorlukla sağlayan bir köylü ailesinin çocuğuydu ve ailenin tedavi için olanakları yoktu. Başka çaresi olmayan babası, iki gözünü de kaybeden Veysel’i avutmak için ona halk ozanlarından şiirler okumaya başladı. Veysel; Karacoğlan’ı, Yunus’u, Emrah’ı ve Dertli’yi çok sevdi. Dönem dönem Sivas’ın yerel halk ozanları, Veysel’in evine konuk olup ona türküler de söylemişti. Kısa süre sonra Veysel, bir saz sahibi oldu. İlk derslerini kendi yöresinin âşıklarından Çamşıhlı Ali ve Molla Hüseyin’den aldı. Çalıp söylemeye başladı. Büyüdü, evlendi iki ayrı eşinden birçok çocuğu oldu. Gözleri görmediği için askere alınmadı. Veysel, Kurtuluş Savaşı’nda yer alamayışına çok üzüldü ve bu üzüntüyü uzun yıllar boyunca üzerinden atamadı. Bir âşık bayramında tanıştığı şair Ahmet Kutsi Tecer’in yardımıyla, şiirleri ülke genelinde tanınmaya başladı. 1933 yılında köyünden çıkıp bütün Türkiye’yi dolaştı. Köy enstitülerinde bağlama ve halk türküleri
51
onurlu aydinlar 2.indd 51
11/5/14 8:22 PM
dersleri verdi. Burada daha sonra ülkenin kültür yaşamına damgasını vuracak bir aydın ve sanatçıyla tanıştı. Onların yardımıyla şiirini geliştirdi. Radyo ve televizyon programlarına katıldı. Plaklar doldur du. Kendinden sonra gelen pek çok sanatçıyı etkiledi, onlarla tanıştı, bildiklerini anlattı. Bunların arasında Mahzuni Şerif, Fikret Kızılok ve Esin Afşar başta gelmektedir. Veysel, bütün bunların yanı sıra toprağa bağlılığını sürdürdü. Tek bir meyve ağacı bile olmayan köyünde ilk meyve bahçesini o yetiştirdi. Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadıktan sonra akciğer kanseri nedeniyle 21 Mart 1973’te yine kendi köyünde aramızdan ayrıldı. Âşık Veysel’in kısa hayat öyküsü bu şekildedir. Geleneksel halk müziğimizde önemli bir yere sahip olan Veysel, şiirlerinde sade bir Türkçe kullanır, tekniği de gösterişsizdir. 40 yaşında şiir (deyiş) söylemeye başlamış bir halk sanatçısı olarak geleneksel şiir kalıplarının dışına hiçbir zaman çıkmamıştır. Elbette onun âşık tarzı şiir geleneğinin dışına çıkması da beklenemez. Zira o köy çevresinin kültür dokusu etrafından oluşan değerlerden beslenmektedir. Veysel’de halk şiiri geleneğinde çarpıcı örneklerine çok sık rastlamadığımız bir “toprak” teması vardır. Köyün, köylünün, kır toplumunun en fazla önemsediği ve yaşamını bağladığı toprak, Veysel’in şiirinde -o güne kadar hiç ele alınmamış bir biçimde- irdelenmiştir. Bunun dışında şiirlerinde yaşama sevinci öne çıkar. Köy kültürünün temel unsurlarını ele aldığı şiirlerdeki lirizm, sadelik, içtenlik ve güçlü anlatım hemen hissedilir. Kır kültürü onun şiirlerinde zeki ve çevik inceliklerle betimlenir. Ancak aynı anlatım gücünü, ideolojik-toplumsal şiirlerinde bulmak zordur. Bu deyişlerdeki anlatımda, bir zorlama vardır. Yine de, devrimlerin ışığında çalışmanın, fabrikalar açmanın, enstitüler kurmanın, barajlar tesis etmenin yararlarını anlatmıştır, çünkü bu yola inanmıştır. Böylesi çağdaş temaları, geleneksel şiir kalıplarının dışına çıkmadan anlatabilmiştir. Veysel’in sözleri ister sert, ister yumuşak, ister coşkun, ister durağan olsun, içindeki duygusallık ve iyi niyet daima dizelere yansır. Veysel, gelenektir ama aynı zamanda yenidir. Alevi kültüründe yetişmesine, babasının tekke geleneğine bağlı olmasına rağmen diğer tüm alevi ozanlarda görüldüğü gibi “Duaz-ı İmam”ı söylememiştir. Tek bir şiirinde “şah”, “On iki İmam” sözcükleri geçmez. Oysa çıktığı, gezip dolaştığı köylerin büyük çoğunluğu Alevi köyüdür. Kendi köyü de Ale-
52
onurlu aydinlar 2.indd 52
11/5/14 8:22 PM
vi-Bektaşi inanç ve kültürüne mensup bir Türkmen köyüdür. Bildiğimiz kadarıyla bir tekke eğitimi de almamıştır. Küçük yaşlarında ona saz öğreten ustasından başka, âşıklık mesleğini öğrendiği bir başka ustası yoktur. Dini şekilciliğin baskısına dayanması ve bu şekilciliği kırmaya çalışması belirgin özelliklerindendir. İnançlı bir insandır. Allah’ın varlığını ve birliğini deyişlerinde sürekli tekrarlar ama bunun yanı sıra Allah ile samimi, senli benlidir. Bu yanıyla Bektaşi geleneğine bağlıdır. O, Anadolu’nun ortasındaki bir köyde, kendi sosyal çevresinin oluşturduğu şartlar ve iç dünyasının yönlendirmesiyle yetişmiş bir köylü âşıktır. Benzerlerinden farklılıklar gösterse de geleneğe bağlı bir ozandır. Enver Gökçe, Veysel’in bu özelliğini şu şekilde tanımlıyor: “Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik doğu edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tu-tan idealizm eğilimi ve bu eğilimin halk şiirinde işleyen mücerretlik özelliği Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı, dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kâinat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir.” Veysel’in eserlerinde yaslandığı köy-kasaba kültürünün etkisi nedeniyle kırsal kesimin kaderci dünya görüşü hâkimdir. Bunda, çocukluğunda yaşadığı olumsuz-lukların sanatçıda yarattığı küskünlüğün de etkisi olduğu kabul edilebilir. Her sanatçının yarattığı eserleri onun yaşadığı maddi yaşam koşulları belirler. Tarıma dayalı bir ekonominin geçerli olduğu, savaştan yeni çıkan bir ülkenin yaşadıkları, bunun yanı sıra eğitim gibi etkenlerin düşüklüğü düşünülürse Veysel’i biçimlendiren sosyal çevre daha iyi anlaşılabilir. Fakat Veysel, şiirlerinde kendi yaşadığı acıların nedenini daha çok feleğe bağlar, kadercidir. Yaşam felsefesi bütün iyi niyetli, babacan insanlarımız gibi, çalışmayı öğütlemektir. Bir insan, geleneklerine bağlı kalmalıdır. Sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne dayanan bir inanca sahiptir. İnsanlar ya da sınıflar arasındaki çatışmalara hoşgörü ile bakar. Zaman zaman umutsuzluk ve hiçlik duygusuna kapılır ama bir yandan da yaşama sarılmayı elden bırakmaz. Âşık Veysel, köyünden çıktıktan sonra devlet ile daima iyi ilişkiler içerisine girmiştir. Atatürk devrimlerine sıkı sıkıya bağlı bir âşıktır, Veysel. Atatürk’ün gösterdiği hedeflere ulaşmanın ve bu uğurda çalışmanın en büyük erdem olduğunu düşünmektedir. 1940’lı yılların tek partili iktidarı süresince yaşamının en hareketli dönemini yaşamıştır. Âşıklık mesleği bakımından da en parlak dönemi bu dönemdir. Yaşamı boyunca ge-
53
onurlu aydinlar 2.indd 53
11/5/14 8:22 PM
rek CHP’nin üst düzey yetkililerinin ve aydınların, gerekse partinin en çok önem verdiği Köy Enstitüleri’nin daima yanında yer almıştır. 1950 yılından sonra gelişen olaylar Veysel’i enstitülerden kopardığı gibi devlet ve hükümet erkânıyla ilişkilerinde de kopmalara sebep olmuştur. O’na göre Demokrat Parti, Atatürk devrimlerinin yolundan ayrılmış bir partidir. O’nun DP ile partinin de onunla ilişkileri hiçbir zaman sıcak olamamıştır. Dolayısıyla 1950’li yılları daha çok köyünde geçirmiştir. Buna karşın DP iktidarı Veysel’i rahat bırakmaz. Köyünden, ovasından dışarı çıkması yasaklanan Veysel’in çalıp söylemesi de yasaklanmıştır. Sivas valisi tarafından DP’ye kaydolması için kendisine baskı yapılır fakat Veysel bunu kabul etmez. Sazının jandarmalar tarafından yakıldığı söylenir. Nejat Birdoğan, Veysel’in dünya görüşünü şu şekilde açıklıyor: “Kimi şiirinde Veysel’i düşünce olarak coşkulu, ozan olarak henüz yetersiz buluruz. Aslında bu tür şiirlerinin daha sonrakilerinde bile bir ozandan çok bir toplum eğitmeni Veysel’i görürüz. Bu çalışmalarında Veysel; cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görür. Davranışlarında da böyledir. Düşünce olarak tertemiz bir adamın eylemlerinde de namuslu, çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara başvurduğu gözlenir. Kızılırmak üzerinde Kaplan Deresi Köprüsü’nü köy köy dolaşıp para toplayarak yaptırması ondaki bu sorumluluğun bir göstergesidir. Ama bize kalırsa Veysel’de en olgun şiirler, insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan şiirlerdir. Bu deyişlerde Veysel, insanınkaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini anlatır. Bir başka tanımla tasavvuf ozanı Veysel vardır bu deyişlerde. Bağlı olduğu inancın ıssız bir Anadolu köyünde kendisine aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş; Veysel, Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür.” Şiirlerinde; köy ve çevresinin sosyal yaşamına ilişkin örneklere bolca yer vermektedir. Bunu bazen daha ileri götürerek ülke genelinde köyü ve köylüyü temel alan düşüncelerini açıklar. Fakat tüm bu olayları işleyen şiirlerinde, yöneten ve yönetilen arasındaki çelişkiye dair eleştirel bir yön bulmak çok zordur. Kendisinin gelişmesinde, tanınmasında, sesinin ve sözünün yaygınlaşmasında büyük katkısı olan halkevleri, köy enstitüleri gibi kurumlara karşı Veysel, yaşadıkları sürece sahip çıkmış, övgüler dizmiştir ama bu kurumlar kapatılınca pek oralı olmamış, tepki göstermemiştir. En büyük zaaflarından birisi budur.
54
onurlu aydinlar 2.indd 54
11/5/14 8:22 PM
Hakkında çok değişik değerlendirmeler yapılmıştır. Halk araştırmacısı Cahit Öztelli, Veysel’i “sanat gücü zayıf, şişirilmiş bir balon” olarak niteler. Devletçi aydınlar, Veysel’i diğer saz şairleri gibi Marksizm’e kapılmadığı için överler. Saz şairleri de çağdaşları olan Veysel’i eleştiren pek çok açıklamada bulunmuş, onu yeren şarkılar yapmışlardır. Onların gözünde Veysel “dikene elini sürmeyen, ‘ver benim hakkımı’ demeyen, sömürücülere ‘dur’ demeyen, sazıyla sözüyle ‘zalimin başına vurmayan’” bir ozandır. İnsanların kardeşçe yaşamasını, din, dil, ırk, mezhep ayrımlarının yapılmamasını ister. Yeni dünya düzeni, uluslararası politik ve ekonomik dengeler, bilgili olduğu konular değildir. Çalışmayla, inançla, okumakla; pek çok şeyin hallolacağını düşünür. Âşık Veysel; halk kültürümüzün büyük bir değeridir, bu yadsınamayacak bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Kusurları, hataları, bizi rahatsız eden pek çok yanı olmuştur ve bunlar yüzünden hiçbir zaman gözümüzde öğrencisi Mahzuni Şerif kadar büyük olamayacaktır. “Uzun İnce Bir Yoldayım”, “Kara Toprak” ve daha niceleri yıllarca dilimizden düşmeyecek ama kendisine karşı göstereceğimiz sevgi her zaman bir burukluk taşıyacaktır. Âşık Veysel’i ölümünün 32. yılında saygıyla anıyoruz. 1999 Ağustos
55
onurlu aydinlar 2.indd 55
11/5/14 8:22 PM
56
onurlu aydinlar 2.indd 56
11/5/14 8:22 PM
gazellerin usta sesi sustu KAZANCI BEDİH
Urfa denilince akla ilk gelenlerdendir, gazeller ve sıra geceleri. Gazeller hüzün ve acı doludur. Ulaşılamayan ama ölesiye sevilene yakılır. Sözlerinde, namelerinde, hep hüznü taşır. Urfa’nın halk kültüründe önemli bir yer tutar gazeller, hoyratlar gibi. Gazellerin okunduğu yerlerin başında da sıra geceleri gelir. Sıra geceleri, bugün televizyonlarda ve birçok eğlence mekanında içi boşaltılarak yapıldığı gibi değildir. Buralarda, reyting ve para uğruna, bir halkın yüzlerce yıllık kültürel değerleri yozlaştırılmakta, asimile edilerek bozulmaktadır. Geleneksel sıra geceleri, ismini, arkadaş grubu arasında bir sıraya göre yapılıyor olmasından alır. Var olan sıraya mutlaka özen gösterilerek, sırayla bir kişinin evinde toplanılarak yapılır. Bu sıra gecelerinde mutlaka uyulması gereken kurallar vardır. Kimse bir önceki evden daha az ya da daha çok ikramda bulunamaz. Asla içki içilmez ve sadece erkeklerin bir arada olduğu toplantılardır. Değişmez yiyeceği, çiğ küfte ve tatlıdır. Ülke gündemi üzerine sohbetler edilir; kimi zaman da ortak kararlar alınır. Daha sonra birlikte, herkesin katılımıyla gazeller okunur. Burası bir okul gibidir. Bir çok gazelhan, sıra gecelerinde yetişmiştir. İşte, sıra geceleri ve gazel dendiğinde, bugün akla ilk gelen isim, Kazancı Bedih’tir. Asıl ismi Bedih Yoluk olan Kazana Bedih’in, bilinen son gazelhan olduğu belirtilir. Kazancı Bedih; Urfa’da, evinde, sobadan sızan gazla zehirlenip eşiyle birlikte yaşamını yitirdi. Kazancı Bedih, ön ismini yaptığı kazancılık işinden almıştı. Bu mesleği-
57
onurlu aydinlar 2.indd 57
11/5/14 8:22 PM
nin dışında, yıllarca bir mevlit grubuyla birlikte, mevlitlere gidip ilahi ve gazel okudu. Gazelin dışında, çok güzel maya, hoyrat ve türkü okuyor; iyi derecede ud, tambur ve cümbüş çalıyordu. Urfa yerelinde, namı yıllardır bilinen Kazancı’nın, yüzlerce derlemesi mevcuttur. Yine sıra gecelerinde kaydedilmiş olan, 2000’in üzerinde kaseti vardır. Bu kasetler, elden on binlerce kopya çoğaltılmıştır. Urfa’nın, bu yerel sanatçısı, Türkiye geneliyle ancak, Eşkıya filminden sonra tanışmıştır. 70 yaşından sonra gelen bu şöhret, onu geleneklerine, Urfa halkının kültürüne bağlı yaşamaktan alıkoymamıştır. Yaptığı işe gösterdiği samimiyet de işte buradadır. O, şaşaalı övgülere rağmen Urfa’nın Kazancı’sı olarak kalmıştır. Onun derlemelerinden beslenip şöhret olanlar lüks içinde yaşarken o mütevazı yaşamını sürdürdü. Son aylarında, müziği bırakıp, kazancılık işine geri döndü. Bunu da Sıra gecelerine gitarı, klavyeyi soktular, tadı kalmadı. Ben artık yoruldum.’ diyerek açıkladı. 19 Ocakta öldüğünde, 75 yaşındaydı. Sayfaları, bilmem hangi popçunun, bilmem hangi mankenle görüldüğü haberlerinden geçilmeyen gazeteler; ekranları, popstar adaylarına, popçulara, arabeskçilere kilitlenmiş televizyonlar; yıllarını halkının müziğine vermiş bir halk ozanının ölümü karşısında yine kayıtsızdı. Küçük, durumu kurtarmaya dönük birkaç haberin dışında, doğru dürüst bir yer bulamadı kendine Kazancı Bedih’in ölümü. Sadece Kazancı Bedih değil, herhangi bir halk ozanında da farklı olmuyordu zaten. Tam anlamıyla ‘Yaşarken ne değer verildi ki ölünce ne değer verilsin’ dedirtecek türden bir durumdu. Ölünce de kıymete binmedi Kazancı. Ölen bir halk ozanı değil de gündemdeki bir popstar yarışmacısı olsaydı; gazetelere manşet olacağı, televizyonlarda flaş haber olarak haberi geçileceği su götürmez bir gerçek. Kazancı’yı kimin ne kadar haber yaptığı o kadar da önemli değil. Cenazesi gösterdi ki O, kendisi gibi olanların sevgisini kaybetmemiş. Önemli olan da budur. Kazancı’nın ölümü bile durumu özetler. Evindeki katalitik sobadan ze-
58
onurlu aydinlar 2.indd 58
11/5/14 8:22 PM
hirlenmiştir. Ne kadar trajik ve ne kadar sahici. Bunca haketmemişsin, binlerce eserini savurup talan ettiği bir dünyada ne kadar da yalın bir ölüm. Kazancı Bedih, sobadan çıkan zehirli gazla öldü! Birçok şeyi anlatmak için, ne kadar da kısa ve özlü bir cevap.
2004 Şubat
59
onurlu aydinlar 2.indd 59
11/5/14 8:22 PM
60
onurlu aydinlar 2.indd 60
11/5/14 8:22 PM
Artık Bir Derviş Daha Yok
Ali EKBER ÇİÇEK
“on dört bin yıl gezdim divanelikte sıtk-ı ismin buldum pervanelikte içtim şarabını mestanelikte kırkların ceminde dara düş oldum” Geleneğin son temsilcilerinden bir halk ozanını daha ölümsüzlüğe uğurladık. “Haydar Haydar”ın o güçlü sesi artık aramızda değil. Aslında acıyı ve sevgiyi, özlemi ve kavuşmayı, geleneğin izinde, son nefesine kadar temsil eden Ali Ekber Çiçek’i türküleri anlatıyor zaten; benim yapacağım yalnızca gözlem ve belgelere dayanarak onu yorumlamaya çalışmak olacak. Ali Ekber Çiçek’in Yaşamı Ali Ekber Çiçek 1935 yılında Erzincan’a bağlı Ulalar Köyü’nde doğdu. Yoksul bir Alevi ailesindendi. Henüz dört yaşındayken daha sonraki yıllarda yaşamını ve doğal olarak da sanatını etkileyecek büyük bir acıyla tanıştı. Babası 1939 yılında Erzincan depremi sırasında hayatını kaybetti. Yoksulluğun üzerine babasızlığın da eklenmesiyle Çiçek, küçük yaşta çiftçilik yapmaya başladı. Yoksulluk, ilkokuldan sonra eğitiminin kesilmesine de neden oldu. Çiçek, toprakla iç içe geçen yaşamı sürerken katıldığı cem toplantılarında bağlama ve Alevi deyişleriyle tanıştı. Bu tanışma onu tanımamıza kadar geçecek sürecin ilk büyük halkası olacaktı. Çiçek, bu dönemi şu şekilde ifade eder:
61
onurlu aydinlar 2.indd 61
11/5/14 8:22 PM
“İlk sazı elime bir ‘cem’de teslim ettiler. Beş yaşındaydım. Dedeler, hemen anladılar bu eli perdelere tam ulaşamayan çocukta bir şeyler olduğunu. O zamanın ünlü pirlerinden Potik İsmail Dede ve Eyüp Dede bana çok yardımcı oldular, usulleri öğrettiler. Benim dedem bağlama çalardı. Köyüm yetmiş beş haneydi, belki kırkının evinde bağlama vardı. Ben onlardan ilham aldım. Üç yaşında iki parmağımla onların masasında saz çalıyordum. Dokuz yaşımdayken, altmış yaşındaki dede kadar bağlama çalıyordum.” Köyünde aldığı bu eğitimin ardından yoksulluğun da zorlamasıyla bağlamasını alıp dokuz yaşında İstanbul’a gitti. Akrabalarını bulamadı, bir iş hanına sığındı, çeşitli işlerde çalıştı. Ozan o günleri şu şekilde dile getirir: “Mevsimlerden yazdı, bir kerevetin üstünde sabahlıyordum. Her gece Allah’a ‘Bu gece üstüme yorgan örtecek misin?’ diye sorardım.” Bir süre sonra müzisyen olan halası Saime Senan’ı buldu. Cağaloğlu’ndaki halkevinde bağlama çalmaya başladı. İki yıl orada çaldıktan sonra halasının aracılığı ile Ankara’da Muzaffer Sarısözen ile tanıştı. Muzaffer Sarısözen tarafından beğenilen Çiçek, çocuk yaşına rağmen Yurttan Sesler Korosu’na katıldı. Sarısözen’in desteği ile radyoda on iki yaşında deyişler okumaya başladı. “Benden Selam Söyle O Güzel Şaha” isimli deyiş Türkiye radyolarında söylenen ilk Alevi deyişi olma özelliğine sahiptir. O yıllarda radyolarda deyiş okunması yasaktı. Bu yasağın nasıl delindiğini Çiçek şu şekilde anlatır: “O dönemde, Hacı Taşan çok ünlüydü. Sarısözen’e demiş ki: ‘Ben de Aleviyim. Bu deyişleri bana niye okutmuyorsun?’ Sarısözen, ‘İşte sorun da burada. Senin Alevi olduğun biliniyor. Bu çocuk da Alevi ama henüz on iki yaşında. Sana söyletsem ‘Alevi-Sünni ayrımı yapıyorsun’ diyecekler ama Ali Ekber için onlara, ‘Bakın ben 38 yaşındaki Hacı Taşan’a bozlak okutuyorum. Am bu çocuk köyünde ne duyduysa onu öğrenmiş. Biz de onu çaldırıyoruz’ diyeceğim.” Alevi deyişlerini tüm Türkiye’ye küçük ama tok sesi ile duyuran Çiçek, türküleri yorumluyor, yeni türküler derliyor, radyodaki yerini de sağlamlaştırıyordu. “Kara Tren Gelmez M’ola”, “Gurbet Elde Geldi Bir Hal Başıma” o dönemde seslendirdiği türkülerdendi. Ankara Radyosu’nun ardından 1960 yılında İstanbul Radyosu’nda çalışmaya başladı ve bu kurumdan yıllarca ayrılmadı. Otuz beş yılı aşkın bir sürede dört yüzün üzerinde türkü derledi, besteledi, seslendirdi. Onlarca plak, kaset, cd
62
onurlu aydinlar 2.indd 62
11/5/14 8:22 PM
doldurdu. Türkiye dışında pek çok ülkede konserler, üniversitelerde seminerler verdi. Türküleri geniş kitlelere ulaştırabilmek için çalıştı. “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım”, “El Vurup Yaremi İncitme Tabip”, “Ağlama Gözlerim”, “Yolumuz Gurbete Düştü”, “Aşka Tuzak Gerekmez”, “Kişi Sevdiğini Gönülde Bulsa”, “Hazin Hazin Esen Seher Yelleri” ve “Haydar Haydar” en bilinen türküleri arasındadır. Ali Ekber Çiçek, 26 Nisan 2006 tarihinde aramızdan ayrıldı. Uzun süredir şeker hastalığı tedavisi görüyordu. Ali Ekber Çiçek’in Yaşam ve Sanat Anlayışı Türküler, yayıldığı alanlarda, toplumların, ruh durumundan, felsefi görüşlerine varıncaya kadar çok yönlü bir özeti durumundadır. Doğruluğu yanlışlığı, günün değerleriyle arasındaki ilişki bir yana, birçok konuda önemli bulgular taşır. Zengin-yoksul çelişkisi, inanç farklılığı, savaş ya da aşk öyküsü anlatan bir türkünün anlamı yalnızca içinde barındırdığı sözlerle sınırlı değildir. Ali Ekber Çiçek’in fel-sefesi de bu gerçekten bağımsız olmamıştır. Çiçek’in doğduğu ve çocukluğunun bir kısmını geçirdiği Erzincan, âşık geleneğinin sürdürüldüğü önemli bölgeler içindedir. Arguvan ve Erzurum arasındaki bu bölgenin Çiçek’i etkilediği açıktır. Ali Ekber Çiçek aldığı eğitimin kendisi üzerindeki etkisini şu şekilde açıklamıştır: “Üç yaşında kucağımda saz olduğunu söylerler. Ben eski Rüştiye’yi bitiren profesörlerin, dedelerin sohbetlerinde büyüdüm. Çocukken beyninize kaydettiğiniz bilgiler, yani o felsefe, sonradan bir çiçek gibi, bir çim gibi büyüyor. O tasavvuf ehli, kâmil kişilerin sohbetlerinde büyüdüğüm için, onların bütün felsefesini ben sonradan sazıma taşıdım. Anamdan sonra sazım beni doğurdu.” Çiçek’in türkülerinde ağır basan yan dinsel öğelerdir. Fakat onu dinlerken Feyzullah Çınar’daki ağır dinselliği bulmayız pek. Çiçek, sadedir. Bununla birlikte Çiçek’te Mahzuni Şerifteki açık politik söylem görülmez. Burada da gelenekçi yanın ağır bastığını düşünüyorum. Mahzuni Şerif, bu yanıyla geleneğin kalıplarını kıran bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Bütün bunlara rağmen Ali Ekber Çiçek’te, Âşık Veysel’deki gibi politikadan uzak duran, devletçi bir özellik olmamıştır. Çiçek’in tavrı belirgindir; sorun diye adlandırdığımız şey belki de sadece türkülerinde seçtiği ifadelerdir. Politik tercihini şu şekilde ifade eder ozan: “Dünyada nerede bir rahatsızlık varsa, sanatçı ondan rahatsız olur.
63
onurlu aydinlar 2.indd 63
11/5/14 8:22 PM
Tüm dünyayı teneffüs eder sanatçı. Dünyadan, insandan, tabiattan ayrı değiliz.” Bu yüzden, Alevi kimliğini gizlemediği ve yer yer iktidarları taşladığı için dikkat çekmiş, sansürle boğuşmuş, bu mücadeleden alnının akıyla çıkmayı da bilmiştir. Sansürle karşılaşmasını ve bu baskıya karşı tavrını da şu şekilde anlatmıştır: “Bu memlekette yaşayıp da o canavarla (sansürle -bn-) karşılaşmamak mümkün mü? Sanıyorum 1969 senesi. Süleyman Demirel başbakan. Ben o sıralarda sevilen bir türkü var onu okuyorum: ‘Hüseyin’im yeşil giyer eynine / Hiçbir hile getirmezdi göynüne / Kurdu kuşu lütfeylemiş kendine / Mülke de Süleyman ne güzel uymuş...’ Başbakan yardımcısı radyoyu arayıp ‘Süleyman’la ilgili kısmı çıkarın türküden’ demiş. ‘Demirel ne zaman padişah oldu?’ dedim ve türküden bir kelime bile çıkarılırsa çekip gideceğimi söyledim. Çıkarmadılar. Bir de 12 Mart döneminde bir türkümden Ali’yi çıkarmak istediler. O türkü de şöyle: ‘Ali’nin sırrına ereyim dersen / Bir mürşid-i kâmil bulanlar gelsin / Gönül Kâbe olmuş hem beytullahtır / Ol bahr-i ummana dalanlar gelsin...’ Söylesenize Allah aşkına bu türküden Ali’yi çıkarırsanız geriye ne kalır?” İnsanı ve yaşamı ilgilendiren pek çok şeyi bulmak mümkündür onun türkülerinde ve konuşmalarında. Çiçek, insan için vardır. Bütün çalışmaları insan ve onun mutluluğu içindir. Söyledikleri bu yanıyla öğüt niteliğindedir. Sanatının diğer pek çok Alevi ozanda da rastlanıldığı gibi didaktik, öğretici bir yanı olduğu açıktır. Zalime karşı dikilmeyi, namuslu yaşamayı, yalan söylememeyi öğütleyip insanın bütün erdemli özelliklerine sahip çıkarken; cahilliği, zorbalığı, ikiyüzlülüğü yermiştir. Yaşamı boyunca dinsel ayrımcılığın karşısında olmuş, insanı sevmiştir: “(…) Ben insan ayırımı yapmam. Sazımı aldığımda yedi milyar insanla yekvücut olurum. Otuz yıl önceydi. Eyüp Camii’nin imamının benimle tanışmak istediğini söylediler. Baktım ki ümran görmüş, cehaleti yenmiş, olmuş bir adam, sevdim onu. Beni evine çağırdı. Karısının, kızlarının başı kapalı. O ulu imam bir rakı koydu sofraya. ‘Bu senin için Ali Baba.’ dedi. Ben yedim, içtim, söyledim. Ben rakıyla demlendim, onlar türküyle.” Ali Ekber Çiçek’in çalışmaları sonucu çok sayıda türkü ve deyiş TRT’nin arşivine girerek yok olmaktan kurtulmuştur. Sözlü ve müzikli Alevi ede-
64
onurlu aydinlar 2.indd 64
11/5/14 8:22 PM
biyatı açısından bakıldığında Çiçek’in yüklendiği bu görev büyük bir önem arz etmektedir. Çiçek’in sorumluluk duygusu gelişkindir. Bu çalışmayı zorluklar içerisinde neredeyse tek başına yürüten Çiçek’in büyük bir işi başardığını görmekteyiz: “Aşkı, o felsefeyi hiçbir zaman maddiyata dökmedim. Bir tane kızım var, ona ayakkabı alamadığımı bilirim. Hep buna gönül verdim, gençliğe bir şeyler bırakmak için çabaladım. Sanat adına şahsen kendi çabamla binin üzerinde derlem ve ezgi bıraktım. Onun için çok mutluyum. (…) Şunu demek istiyorum, insan işini severek yapmalı. Yani bir ibadet gibi, bir sevgiliyi sever gibi yapsın. Ben sazımı elime aldığım zaman seviyorum onu, okşuyorum bir sevgili gibi, böyle. Hiçbir zaman maddeye önem vermedim. Ben yirmi beş yılda, radyodan ayrılmış olsaydım, radyoevi gibi bir bina yapardım. İzmir’de bir konser verdim, yetmiş bin kişi geldi. Hem gençlik Ali Ekber’i seviyor, hem elli yaşının üstündekiler seviyor. Çizgimi hiç bozmadan inancımla buralara geldim.” Sıkı sıkıya tutunduğu gelenekçiliği hem yaşam görüşüne hem de türküleri söyleyiş tekniğine kadar uzanmıştır: “Kendini kanıtlamış ve halk nazarında kabul görmüş eserlere yeniden yorum eklemeye gerek yok. Ali Ekber Çiçek nasıl çalıp okuyorsa, gençler ve ondan sonra gelenlerin de öyle okuması gerekiyor. Bu tavrı yakalamaları gerekiyor. Parçalarımdaki yorum zaten içinde vardır. Tekrardan o parçalara yorum eklemeye gerek yok. Ali Ekber Çiçek deyince türküleri kadar bağlama çalış tekniğini de unutmamak gerekir. Özellikle “Haydar Haydar”da en üst boyutuna ulaşan bu çalım biçimi, bağlamanın ne kadar geniş özelliklere sahip olduğunun da ispatı olmuştur. Bu türküde öne çıkan bu tavır daha sonra pek çok sanatçıyı etkilemeyi başarmıştır. Çiçek, bu türkünün çalımı üzerinde üç yıl bıkmadan çalıştığını, genç kuşakları “emek harcamadıkları” şeklinde eleştirirken dile getirir. Çiçek’in türkülerinde ağırlık taşıyan bir başka yan gurbetlik ve sıla özlemidir. Üretim ve gelir dağılımındaki dengesizlikler nedeniyle gurbet gerçeğini çok iyi bilen bir halka, yine gurbetin ne olduğunu en az onlar kadar bilen bir ozandan daha yakın birisi olabilir mi? “Ağlama Gözlerim” ve “Yolumuz Gurbete Düştü” gurbet anlatımının en başarılı örnekleri olarak karşımızda duruyor.
65
onurlu aydinlar 2.indd 65
11/5/14 8:22 PM
Ali Ekber Çiçek’te öne çıkan bir başka yan da hüzündür. Hüznün türküye dönüşmüş halini en çok onun sesinden duyarız. Haksızlığın, sevgisizliğin yarattığı, dertlerin ezdiği bu halk Çiçek’in “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım” ya da “El Vurup Yaremi İncitme Tabip” gibi türkülerinde kendini bulmuştur. Çiçek, halkın acısını ete kemiğe büründürmüştür. O, bu halkın sesidir. Son Söz Yerine Ali Ekber Çiçek’in yaşamı, insanın başının dik durması gerekliliğinin özetidir. Sevginin özetidir. Yoksul bir yaşamdan gelmiş, yoksul ya-şamıştır. Gücünü kendi gerçeğinden ve inancından almıştır. Son günlerinde bile ayakta duramayacak kadar zayıf ve bitkinken çıktığı sahnede, bağlamasıyla birlikte devleştiğinin tanıkları aramızda bulunuyor. Çiçek emekçidir ve aynı zamanda emeğin değerinin ne ol-duğunu türküleriyle bize anlatmayı başarmış bir ulu derviştir. Önünde saygıyla eğilirken son sözü kendisine bırakıyorum: “Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygı ile küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bil-gisizlikle itham etmedim... Bu icraatım boyunca hiçbir maddi menfaat sağlamadan, insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.” … Kaynakça: Kömür Gözlüm, Bekir Karadeniz, 1999. Ali Ekber Çiçek ile Röportaj, Serkan Taşkın, Anadolu Ajansı, 2005 Ali Ekber Çiçek ile Röportaj, Aynur Çelikcan, TRT Radyo Televizyon Dergisi, Ocak 2006 Sazımı Elime Aldığımda Bütün Dünyayla Yekvücut Olurum, Ersin Kalkan, Hürriyet, 2005 2006 Haziran
66
onurlu aydinlar 2.indd 66
11/5/14 8:22 PM
Sevgi Emekti Onun Dilinde Sinemayı Sevdi Elli Beş Yıl Emek Verdi
ATIF YILMAZ
Sinema koltuğuna oturur, ışıkların sönmesini beklersiniz. Biraz sonra ışıklar söner ve filmin jeneriği akar beyazperdenin üzerinde. Önceleri jeneriğin sonunda yayımlanırdı yönetmenin adı. Ama sonradan bu yöntem değişti ve “Bir … Filmi” denilmeye başlandı. Evet, filmi film yapan yönetmendir. Jeneriğin en başında da onun adının yer alması kadar doğal bir şey olamaz. “Bir … Filmi” deyimi, öyle her yönetmen için kullanılmaz. Sinemada kendini kanıtlamış, kendi sinemasını yaratmış, kendine ait bir sinema dili oluşturmuş yönetmenler için kullanılır daha çok. İşte Atıf Yılmaz böyle bir yönetmendi Türk Sineması’nda. Atıf Yılmaz, Türk Sineması’nda daima farklı arayışlar içerisine girmiş ve yeni yöntemler denemekten çekinmemiş bir isim. Oldukça üretken bir yönetmen olarak Türk Sineması’na damgasını vuran Atıf Yılmaz, çok çeşitli türlerde filmler çevirerek, tek bir türün çizgisinde ilerlemeyi yeğlemeyen bir yönetmen olarak öne çıktı. Atıf Yılmaz’ın sineması, köy yaşamını anlatan filmlerden, modern ve şehirli kadınların sorunlarına dek uzanan geniş bir filmografiden oluşuyor. Yılmaz, hem toplumsal içerikli, hem de bireye yönelik filmler yaparak
67
onurlu aydinlar 2.indd 67
11/5/14 8:22 PM
yaşadığı döneme uygun ürünler vermiş, bir anlamda her devrin yönetmeni olmuştur. “Her devrin yönetmeni” deyimi yanlış anlaşılmamalı. Yılmaz, her dönem kendi çizgisinde tutarlı olmuş, seçici davranmış ve hep kaliteli filmlere imza atmıştır. Bu yönüyle de zaman zaman belki de batma noktasına gelen Yeşilçam’ı ayakta tutmak için çabalamıştır. 9 Aralık 1925’te Mersin’de dünyaya gelir Yılmaz. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okur. 1947’de Tavanarası Ressamlar Topluluğu’na katılır. Aynı yıllarda “Beş Sanat” dergisinde sinemayla ilgili yazıları yayımlanır. Bir ara senaryo ve sinema afişleri yapar. Ve 1950’de Semih Evin’in asistanı olarak sinemaya geçiyor Atıf Yılmaz. Bir süre yönetmen yardımcılığı yaptıktan sonra Türk Sineması’nın gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerinden birinin gelişimine tanık oluyoruz hep birlikte… Yılmaz, bazıları başyapıt sayılan ve çoğu, adı anıldığında herkesin hatırlayıp hakkında bir şeyler söyleyebileceği filmlere imza atacaktır. Şüphesiz aralarında kendisinin de dediği gibi düşünce ve içerik olarak -kendisi de dahil- kimseyi tatmin etmeyen filmler de çekecektir ama en iyi filmleri arasında yer alan “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın yeri herkes için bir başka olacaktır. Ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov’un dünyaca ünlü eseri “Selvi Boylum Al Yazmalım”, 1977 Yılında Ali Özgentürk tarafından sinemaya uyarlanmış, filmin yönetmenliğini ise Atıf Yılmaz yapmıştı. Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın oynadığı unutulmaz film, Türk sinema tarihinin en iyi filmlerinden ve en güzel aşk hikâyelerinden biri sayılmaktadır. Filmin öyküsü şu şekilde özetlenebilir: Kamyon şoförü İlyas, Asya’nın kaldığı köye gelir. Birbirlerine âşık olup evlenirler. Çocuklarının adını Samet koyarlar. İlyas, kamyoncu olduğu için sık sık yollara çıkar ve Asya, Samet’le yalnız kalır. İşleri bozulan İlyas, Asya’nın karşısına öyle çıkmak istemez ve bunalıma girer. Bir gün yine yola çıkan İlyas, başka bir kadınla yaşamaya başlar ve eve dönmez. Sahipsiz kalan Asya, bu acıya dayanamaz ve oğluyla birlikte yollara düşer. Cemşit adında yalnız yaşayan bir yol yapımcısıyla karşılaşırlar. Cemşit, Asya’ya ve oğluna kol
68
onurlu aydinlar 2.indd 68
11/5/14 8:22 PM
kanat gerer, üstelik Asya’ya da âşık olur. Aynı evde yaşamaya başlarlar. Ancak Asya hala İlyas’ı sevmektedir ve onun yolunu gözler. Yıllar sonra bir gün İlyas çıkagelir. Asya, artık bir seçim yapmak zorundadır… “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın konusu bu minval üzredir. tek bir Elbette bir yönetmen, tek bir film üzerinden değerlendirilemez belki ama bu film Atıf Yılmaz sinemasında çok önemli bir yere sahiptir. Öyle ki, Atıf Yılmaz denilince akla gelen ilk film bu olmuştur süreç içerisinde. “Sevgi emektir” deyimi bu filmle bilinçlere kazınır. Sevginin ne demek oldu.unu bu filmle pekiştirir bu memleketin insanları çok iyi yönetilen ve oyunculukların da çok iyi sergilendiği bu film, defalarca sinemalarda ve televizyonlarda gösterilmesine ra.men, her defası nda sanki ilk kez seyrediliyormuş gibi izlenir insanlar tarafından. İnsanlarımızın duygusal yapısıyla tek başına ilişkilendirilemez bu durum. Kuşkusuz sosyo-kültürel ve psikolojik bir çok neden sayılabilir bu durum için. Aslında Kemal Sunal filmlerinin çok sevilmesinin bir benzerini yaşarız. Ve aynı onun filmlerinin üniversitelerde tez konusu olması gibi, Atıf Yılmaz filmleri de geniş bir tez konusudur kanımızca. Başta “Selvi Boylum Al Yazmalım” olmak üzere… 1977’de, Türk Sineması’nda politik ve toplumcu bir çizgi h.kimdi. Yaşanan sınıfsal çelişkilerin beyazperdeye yansımaması düşünülemezdi zaten. Atıf Yılmaz’ın dili hiçbir zamankeskin olmamıştır sinemada. Elbette o da etkilenmiştir yaşananlardan ve o da politik bir bakış açısına sahiptir. Filmlerinde pek yansıtmaz bunu ama… 1978 yılında yaptığı “Kibar Feyzo” bir istisna olarak kabul edilebilir. “Kibar Feyzo”, Türk sinema tarihinin en politik filmleri arasına katılmıştır. Yılmaz’ın işi iyi film çkarmaktır, ötesini kişisel yaşamında yapıyordur, bir aydın olarak. Kimsenin de Atıf Yılmaz’ı, “Neden bir Yılmaz Güney de sen olmadın?” diye su.laması düşünülemez. Daha iyisini yapabilir, Yılmaz Güney’in sinemaya getirdiği toplumcu gerçekçiliği, o güzel sinema diliyle kendisri de başka bir pencereden geliştirebilirdi. Atıf Yılmaz’ın sinemayla anlatmak istediği şeyler farklıydı ve bildiği yolda ilerledi. Mesela kadın ve kadın sorunu, onun filmografisinde önemli bir yer tutar. 12 Eylül askeri darbesinden sonra, Yeşilçam tarafından bir anda bıçakla kesilir gibi,
69
onurlu aydinlar 2.indd 69
11/5/14 8:22 PM
toplumcu duruşun terkedildiği süreçte, Atıf Yılmaz da kadın sorunlarına y.nelir. Tam bu noktada durup, 80’li yılların Türk Sineması’na biraz değinmek gerekiyor. Türk Sineması’nda 70’li yıllardaki politik ve toplumcu duruşun ardından, 80’li yıllardaki bireysel eğilimlere yğnelim açıkça fark edilir. Daha çok bireylerin buhranlı ilişkisve psikolojilerine y.nelen 80’ler Türk Sineması’nda, bireylerin a.mazları ve yalnızlığının altı çizilmiştir. Bu durumu, 12 Eylül’den ve onun yaymaya çalıştığı bireysel kültürden bağımsız düşünemeyiz elbette. Ve tabi aydınlarımızın korkusundan, kaypaklığından,kendi bireysel bunalımlarından… Nasıl ki“Eylül Romanları”ndan, “Eylül Şiirleri”nden bahsediyorsak, “Eylül Filmleri”nden de bahsedebiliriz çok açık olarak. Bu rüzgardan “Eylülistler” kadar olmasa da- Atıf Yılmaz da etkilenecektir tabi ki… Sinemada 70’li yılların didaktik ve toplumcu söylemin ardından, 80’lerde halk kültürü değerlendirme dışı bırakılmıştır. Daha çok aydın kesimin gözünden, itici ve soğuk diyebilece.imiz, entelektüel kaygılarla tasarlanmış filmler çekilmeye başlanmıştır. Bir zamanların kalıplaşmış söylemi olan “toplum sorunlarından uzak aydın tipi”, tüm çözümsüzlüğü ve buhranlarıyla sinemaya malzeme edilmiştir. Bu, tam da 12 Eylül’ün istediği bir sinema diliydi. Bu dili kimi yönetmenler bile isteye, kimileri de çeşitli gerekçelerle konuşmaktan .ekinmemişlerdir. İstisnası, sinemamızın yüz akı Yılmaz Güney’dir. (Yılmaz Güney, bir dönem Atıf Yılmaz’ın tedrisatından geçmiş, onun ..rencisi olmuştur.) “Yol” ve “Duvar”, bu yıllarda tüm baskılara rağmen, Güney’in ve bir elin parmakları nı geçmeyen yürekli sinemacıların eseri olarak çekilmiş, sinema tarihimizin en önemli filmleri arasına girmiştir. Tabi bu arada, Yılmaz Güney’in sinema dilinden etkilenen yönetmenlerin çektiği az sayı da filmi de Eylül Sineması’ndan tenzih etmek gerekiyor. “Anayurt Oteli”, “Faize Hücum”, “At” gibi…Aslında pek çok sinema eleştirmeni ve tarih.isinin ortak kanısı, 80’li yıllardaki Türk Sineması’nın aydın-halk çelişkisinin altını çizerek, bu iki kesimin arasındaki zıtlığın daha da artmasına neden olduğu şeklinde. Bu anlamda, 90’lı yılların ilk dönemlerine kadar sarkan bu tür denemeler, genel olarak pek başarılı bulunmadı ve halk tarafından izlenmedi. Daha önce de dediğimiz gibi Atıf Yılmaz, söz konusu dönemde daha çok kadın sorunlarına yönelen filmlere imza atmıştır. 1982 yılında “Mine” ile başlayan bu dönem, “Asiye Nasıl Kurtulur”, “Hayallerim Aşkım Ve Sen”, “Ah Belinda” ve “Adı Vasfiye” gibi yapımlarla,
70
onurlu aydinlar 2.indd 70
11/5/14 8:22 PM
yönetmenin o dönemki tercihini çok net bir şekilde gözler önüne serer. Yönetmen, bu tarz filmlerle Türk toplumundaki kimlik arayışını, kadın kahramanlar aracılığıyla yapmaya çalışmıştır. Tabii, dönemi ve Atıf Yılmaz’ı değerlendirirken uygulanan sansürleri, teknik imkansızlıkları, sinemanın arz-talep (tür/konu itibariyle) mahkumiyetini ve ekonomik çıkmazları da unutmamak gerekiyor. Eksiği-fazlasıyla, artıları-eksileriyle, yaptıkları yapamadıklarıyla Türk Sineması’na gerçekten damgasını vuran; Zeki Ökten, Yılmaz Güney, Şerif Gören, Ali özgentürk, Halit Refiğ gibi ünlü yönetmenlerin yetişmesinde payı olan Atıf Yılmaz’a, 1991 yılında Hacettepe Üniversitesi tarafından Sanatta Onursal Doktora payesi verildi. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en çok ödül alan yönetmen olarak da tarihe geçti. Atıf Yılmaz’ın son ödülü; Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında verilmekte olan geleneksel “Aziz Nesin Emek Ödülü”oldu. Nihayetinde 55 yılını sinemaya adamış, 81 yıllık bir ömür var karşımızda. Her ölüm erken .lümdür, derler. Söz konusu Atıf Yılmaz olunca bu söz daha bir anlam kazanıyor gerçekten de. Türk Sineması’nın bu değerli yönetmenini saygıyla anıyoruz. Atıf Yılmaz’ın yönettiği filmlerden bazıları: Keşanlı Ali Destanı (1964), Toprağın Kanı (1966), Kozanoğlu (1967), Cemile (1968), Köroğlu (1968), Aşktan da Üstün (1970), Zeyno (1970), Güllü (1971), Yedi Kocalı Hürmüz (1971), Gelinlik Kızlar (1972), Cemo (1972), Zulüm (1972), Güllü Geliyor Güllü (1973), Salako (1974), Zavallılar (1975), Selvi Boylum, Al Yazmalım (1977), Kibar Feyzo (1978), Adak (1980), Mine (1982), Şekerpare (1983), Bir Yudum Sevgi (1984), Dağınık Yatak (1984), Dul Bir Kadın (1985), Adı Vasfiye (1985), Ah Belinda (1986), Asiye Nasıl Kurtulur (1986),De.irmen (1986), Kadının Adı Yok (1987), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987), Berdel (1990), Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (1993), Nihavend Mucize (1997), Eylül Fırtı nası (1999), E.reti Gelin (2004)… Aldığı Ödüller: 1959, Gazeteciler Cemiyeti Türk Film Festivali, En Başarılı Rejisör (Bu Vatanın Çocukları) 1972, 9. Antalya Film Şenliği En İyi Yönetmen, (Zu-
71
onurlu aydinlar 2.indd 71
11/5/14 8:22 PM
lüm) 1976, 13. Antalya Film fienli.i, En İyi Yönetmen, (Deli Yusuf) 1978, 15. Antalya Film Şenliği En İyi Y.netmen, (Selvi Boylum, Al Yazmalım) 1984, 21. Antalya FilmŞenliği , En İyi Yönetmen, (Bir Yudum Sevgi) 1986, 23. Antalya Film Şenliği, En İyi Yönetmen (Ah Belinda) 1998, 33. Antalya Film Şenliği, Yaşam Boyu Onur ödülü 2001, Sinema Yazarları Derneği, SİYAD Onur Ödülü. Yayınlanmış Kitapları: Bir Sinemacının Anıları, Doğan Kitapçılık; Ocak 2002 Söylemek Güzeldir, Afa Yayınları; Mayıs 1995
2006 Haziran
72
onurlu aydinlar 2.indd 72
11/5/14 8:22 PM
Yanlış Karşısında Doğruyu Savunma Cesareti
STEFAN ZWEIG
Birçok roman, hikaye ve biyografiye imza atan ünlü yazar Stefan Zweig’ı ölümün 64. yılında anmak, yanı başımızda süren, Irak’ı işgalinin getirdiği yıkımı daha iyi anlamak ve Nazi faşizmiyle Amerikan emperyalizminin aynı olduğunu göstermek için; 1942 yılının Şubat ayında intihar eden Zweig’ın yaşamını incelemenin yararlı olacağını düşünüyoruz. 28 Kasım 1881 yılında zengin bir sanayicinin oğlu olarak Viyana’da doğan Avusturya asıllı Alman yazar, henüz çok genç denilebilecek yaşta, 23 yaşında felsefe doktoru unvanını alır. Bunun yanı sıra büyük edebiyat ödülü sayılan Bauerfeld Şiir Ödülü’nü kazanır. I. Paylaşım savaşı başladığında, Almanya’da 1914’ te diğer siyasal yapılarla birlikte, Sosyal Demokratlar da “vatan savunması” adına emperyalist paylaşımının destekçisi durumuna düşerler. Avrupa halklarının birleşmesini savunan Stefan Zweig, “beceriksiz demokratlar”ın ve acımasız silah tekellerinin yol açtığı kardeş kavgasına karşı çıkar. O dönem
73
onurlu aydinlar 2.indd 73
11/5/14 8:22 PM
Avusturya’da bu düşünceleri açıklamak, savaşa karşı olduğunu belirtmek, ağır cezalar ve dışlanmayı göze almayı gerektirmektedir. Stefan Zweig, “Kahramanca davranışlar benim yaradılışımda yoktur.” diyerek, savaşa karşı yapabileceklerinin arayışı içine girer. Hümanist düşüncelerinden dolayı bütün tehlikeli durumların hep uzağında kalmaya çalışan Zweig, bu dönem kararsız kalır. Otuz iki yaşındaki Zweig, kendi iradesiyle bir yerde olmazsa, farklı savrulmaların kendisini beklediğinin bilincindedir. Fazla çaba harcamadan başarabileceği bir iş peşindedir. Sonunda ordudaki yüksek rütbeli bir subay dostunun yardımıyla savaş arşivinde çalışmaya başlar. “Övünülecek bir görev olmadığını açıklayayım; ama böyle bir iş Rus köylüsünün bağırsaklarını süngüyle delmekten daha uygundu bana” sözleri, seçimini ve nedenini izah etmektedir. Stefan Zweig, bu tavrından dolayı resmi makamlardan, Viyanalı dostlarından tepki alır. Dostlarına göre, savaşların güzelliğini şairce çağrılar ya da bilimsel ideolojilerle destekleyip kitlelerin heyecanını kamçılamak, o zaman yerine getirilmesi gereken tek ödevdir. Birçok yazar/şair, ilerleyen askerler ölüme daha istekle koşsunlar diye eski Germen Ozanları gibi türküler düzmeye başlamıştır, tıpkı bugün Irak işgali konusunda ABD yalakalığı yapan yazarlar gibi. Bu durumu Zweig; “Kazanılacak savaşın ve ölüm gerçekliğinin türküsünü okuyan şiirler yağmur gibi iniyor, insanı sersemletiyor.” biçiminde ifade eder. Alman yazarlar o dönem İngiliz, Fransız kültürü gibi bir şeyin olmadığı, bunların Alman sanatı karşısında hiçbir değeri bulunmadığı noktasına kadar vardırırlar düşüncelerini. Bilim insanları daha da ileri giderek, savaşın bir “çelik banyosu” olduğunu ve ulusları uyuşukluktan koruduğunu belirterek savaşı savunurlar. Doktorlar, tahta bir alete kavuşmak için insanların sapasağlam bacaklarını kestiklerini dahi açıklayacak kadar kendilerini yitirmişlerdir. Her mezhepten rahipler savaş için vaaz vermektedir. En çarpıcı olanı ise daha bir ay önce savaşı, çılgınlıkların en çılgıncası diye damgalayan Sosyal Demokratlar’ın, adları “vatan haini”ne çıkmasın diye, başkalarından daha çok savaş savunuculuğu yapmasıdır. Stefan Zweig’in dostça, içtenlikle söyleşebileceği bir dost olarak sadece, Alman şair Rainer Maria Rilke kalmıştır. Savaş arşivinde ona da yer bulunur. Bir süre sonra Zweig, tehlikeli kitle psikolojisinden sıyrılmak ve
74
onurlu aydinlar 2.indd 74
11/5/14 8:22 PM
savaşın ortasında kişisel savaşımına başlamak için, kent dışında kırlık bir semte taşınır. Bunu, kendi sağduyusunu, kitlenin kapılmış olduğu heyecana kurban etmek istemediği için yapar. Fakat bir süre sonra kabuğuna çekilmenin de işe yaramadığını görecektir. “Yabancı ülkelerdeki dostlara” başlıklı sekiz sayfalık bir yazı ile gelişen sürece müdahale eder. Bir süre sonra İsviçre pullu, sansürden geçmiş bir mektup ulaşır eline. Fransız şair Romain Rolland’dan gelen bu mektupta “Non je ne quiterai jamais mes amis/Hayır, dostlarımı asla yüzüstü bırakmayacağım” cümlesinin altını çizer ve şöyle der bu mektup için: “O mektup ömrümdeki en yüce mutluluk anlarından biridir. İnleyen, tepinen, kıyametleri koparan hayvanlarla dolu Nuh’un teknesinden bir beyaz güvercin gelmişti sanki. Bundan böyle kendimi yalnız hissetmiyordum.” Rolland da, Zweig gibi bir yolu seçmiş, savaş patladıktan sonra İsviçre’de Kızılhaç’a başvurarak hastabakıcılık yapmıştır. O da Zweig gibi öteki görevini unutmayarak daha 1914 sonlarında, ulusların arasında kin tohumları serpen düşüncelere karşı çıkan; sanatçıların savaş sırasında da haktan yana ve insancıl olmalarını isteyen bir yazı kaleme alır. Edebiyat dünyasında, ondan yana olanlar-karşı çıkanlar, diye bir bölünme olur. Bu kez de Rolland’ın en yakın arkadaşları kendisine yüz çevirirler. Çünkü Rolland “Audessus de la mele/Ağız dalaşmasını bırakın” yazısı ile kızgın demire dokunmuş, bu kez savaşın bu yakasındaki yurtseverlik büyüsünü bozmuştur. Rolland ve Zweig tüm tepki/karşı durmalara rağmen savaşın öteki cephelerinde çalışmalarını ve karşılıklı mektuplaşmalarını sürdürürler. Zweig ve Rolland’ın bütün Avrupa uluslarının en önemli düşünürlerini İsviçre’de ortak bir toplantıda buluşturma girişimi sonuçsuz kalsa da yazdıklarıyla savaş karşıtı meşaleyi ateşlemişlerdir. İlk etapta kendi ülkelerinde yapayalnız kalan bu iki insana zamanla savaşa katılan ülkelerden, savaş dışı kalmış ülkelerden mektuplar gelmeye başlar. Rolland ve Zweig’ın verdiği örnek şudur: “Özgürlüğün yolu, bütün dünyaya karşı tek başına olsa bile, kendi inancına bağlı kalmaktır.” Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde insancıl bir insanın düştüğü umutsuzluğu ve korkunç soyutlamayı biraz olsun hafifleten bu çabalar, aynı yüzyılın ikinci çeyreğindeki Dünya Savaşı karşısında daha da soluksuz kalır ve Stefan Zweig savaşların tahripkarlığı/yıkıcılığı ve acımasızlığına daha
75
onurlu aydinlar 2.indd 75
11/5/14 8:22 PM
fazla dayanamayarak, eşiyle birlikte 1942’de dünyayı savaşanlara bırakıp kendi iradesiyle hayatına son verir... Almanya’da Nazi faşizmi iktidara geldiğinde önce İngiltere’ye oradan da Amerika’ya giden yazar, 2. Dünya Savaşı başladığında Brezilya’ya giderek Petropolis kentine yerleşir. Ne ki bu durum da bir şey değiştirmeyecektir. Yazar, faşizmin oraya da, hatta bütün dünyaya yayılacağının getirdiği derin karamsarlık ve umutsuzluk sonucu 23 Şubat 1942’de ikinci eşiyle birlikte intiharı seçer. Trajik ölümlerden birisidir Zweig’ların ölümü. Büyük bir umutsuzluk içinde olan dünyanın, daha da umutsuz bir hal alacak yaşamına ortak olmamak için eşiyle birlikte sonsuzluğa uzanır. Kuşkusuz Zweig’larda, dünya halklarının faşizmden kurtuluşuna dair bir umut vardır ama onlarda ağır basan duygu büyük bir yıkımın, insanlık yıkımının umutsuzluğudur. Esasında ölümleri intihar olsa da, onları katleden faşizmdir. Ve çok değil, bu büyük trajediden yaklaşık üç yıl sonra Nazi faşizmi, Kızıl Ordu’nun insanüstü mücadelesi sonucu ezilir kendi evinde. Hitler ise, Berlin’de yanında bir metres gibi kullandığı kadınla evlenir ve bu kadınla birlikte yarım saat sonra intihar eder. Tarih tersine dönmüştür... 2006 Haziran
76
onurlu aydinlar 2.indd 76
11/5/14 8:22 PM
Sadece bir çift ayakkabısı olan öğretmen
SAMED BEHRENGİ
“Oysa küçük kara balık hasta değildi, onun bambaşka bir derdi vardı. Bir sabah erkenden, daha gün doğmadan, küçük kara balık annesini uyandırdı: ‘Anneciğim, seninle konuşmalıyım’ dedi. Annesi, uyku sersemliği içinde: ‘Acelen ne sevgili yavrum?’ diye sordu ‘Önce sabah gezintimizi yapalım, sonra konuşuruz.’ ‘Olmaz anne, artık ben bu gezintilere çıkmak istemiyorum. Buralardan gideceğim.’ ‘Sabahın bu erken saatinde nereye gidecek-sin yavrum?’ ‘Bu derenin bittiği yeri merak ediyorum’ diye karşılık verdi. ‘Ah anne, bu soru beni aylardır düşündürüyor. Derenin nerede bittiğini öğrenmem gerek. Bugüne kadar bu soruya bir karşılık bulamadım. Geceleri gözüme uyku girmiyor. Sürekli bunu düşünüyorum. Kararımı verdim anne, gidip derenin nerede bittiğini öğreneceğim. Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek bilmek istiyorum’.” (sayfa 10-11) Yukarıdaki alıntı Samed Behrengi’ye ait. Dünyaca tanınmasını sağlayan
77
onurlu aydinlar 2.indd 77
11/5/14 8:22 PM
ve ona iki büyük ödül kazandıran Küçük Kara Balık’ tan bir bölümdü yukarıdaki. Yazımıza küçük kara balığın sözleriyle başlayalım istedik. Biraz çocukluğumuza dönelim ve masal kahramanlarına karışalım. Behrengi’ nin yazdıkları masal olsa da gerçek yaşamdan hiç-bir zaman koparmıyor bizi. Yaşamın gerçekliği, hep yüzümüze vuruyor. Masal dilini bu kadar başarıyla kullanan büyük bir ustadır Behrengi. İsterseniz biraz Samed Behrengi’ yi tanıyalım ve onun o masal kahramanlarının içine karışıp dolaşalım. Azerbaycan’ dan yola çıkıp İran’a kadar gidelim ve Aras nehrine soralım, bir ‘kara balık’ görmüş mü? Samed Behrengi 1939’da, Azerbaycan’ın yoksul bir köyünde, sayısını bilmediği kadar çok kardeşinin bulunduğu bir evde doğar. Doğduğunda, annesinin yanı başında ne bir doktor ne de bir ebe vardır. Fukara doğar yani. Ve fukaralık o günden sonra Behrengi’ nin yakasını bırakmaz, yaşama gözlerini açtığı günden itibaren onun yakasından elini çekmez... İlk ayakkabısına altı yaşında, ilkokula başlayacağı hafta sahip olur. Kim bilir o ilk ayakkabıya sahip olduğunda ne kadar çok sevinmiştir? Okul yoluna düştüğünde bir gözü ayakkabıda bir gözü de okulun onun önünde açacağı yeni ufuklardadır... İlkokulu birincilikle bitirir. Okumayı seven Behrengi’nin, okul esnasında araştıran, sorgulayan yanları da gelişmeye başlar. İşçi kökenli bir aileden geldiği için yöneldiği düşünce de, işçilerin yaşam biçiminden ayrı olmaz. Proletaryanın kültürünü, ideolojisini kavramaya, öğrenmeye başlamasıyla birlikte kendisine bir yön de tayin etmeye başlar. Bulunduğu yerde bu koşullar vardır ve Behrengi bunları değerlendirmesini iyi bilir. O gün dünyanın en eski üçüncü komünist partisine sahip olan İran’ da sosyalist eğilimlerle büyümesi avantajdır onun için. Liseyi bitirdiğinde, TUDEH’e (İran Komünist Partisi) olan sempatisini saklamayıp sosyalist olduğunu açık açık söylemekten çekinmez. 1957’ de, öğretmenlik okulundan 18 yaşında mezun olur olmaz, İran’ın en fakir köylerinde öğretmenlik yapmak için gönüllü olur. Bildiği bir yaşamın içine eğitmen olarak dönmesi Behrengi için büyük bir başarı-dır. Behrengi, doğup büyüdüğü Azerbaycan’ın o fakir köylerine geri dönmüştür... Kendi yaşadığı o yoksul köylere, yüzleri yanık çocukların içine girip, neyi varsa sunmaya hazırdır. Masallarının kahramanlarının yanına gitmektedir. Onlar, Behrengi’ye yazması için büyük bir güç verecektir.
78
onurlu aydinlar 2.indd 78
11/5/14 8:22 PM
Behrengi yoksul köy yollarına düştüğünde yine tek bir çift ayakkabısı vardır... Bu bir çift ayakkabının uçlarına baka baka, ilk ayakka-bısı olduğunda sevindiği günü düşünerek köye ulaşır. İçinde birikenleri savurmak istercesine bir of çekerek, yalın ayak dolaşan çocuklara bakmaktadır... Çocuklar ve yalın bir yaşam karşısında durmaktadır, hiç örtünmeden hem de. 18 yaşındaki bu genç, Azerbaycan’ın henüz elektrik girmemiş fakir köylerinde öğretmenlik yapmaya, çocuklara okuma yazma öğretmeye başlar. Öğretmenlik yapmak için gittiği bazı köylerde bırakın sırayı, karatahtayı, okulun kendisi bile ortada yoktur! Nerede bir boş mekan varsa orasını derslik olarak kullanır ve çocukların eğitimini hiç aksatmaz. Dedik ya, fukaralık yakasından elini hiç ama hiç çekmez Behrengi’nin... Samed Behrengi, zorluklardan yılmayan biri olduğu için çözüm üretmesini bilir. Azeri çocuklarına “dünyanın en güzel masallarını” anlatmaya başlar. Masallarında derenin ötesindeki nehri, nehrin ötesindeki denizi hayal eden kara balık; bir karga ailesiyle dost olan küçük çocuklar; karıncalarla güneşle konuşan bir şeftali ağacının öyküsü vardır... Düşünce dünyası her koşulda zengindir. Büyük hayalleri vardır Behrengi’nin. O hayallerini nasıl ki masal kahramanlarına benimsetiyorsa köy çocuklarına da benimsetir. Yaşamın ve zorlukların karşısında yılmayı değil, tam tersine güçlü olmayı öğretir. Sadece okuma yazmayı değil, zorlu hayatta, nasıl karşı konulması ve direnilmesi gerektiğini de kavratır çocuklara. Hayalinin en büyüğü sosyalist bir ülkenin yaratılmasıdır ve bu yüzden her işinin sosyalist kültüre hizmet etmesi için çabalar... Behrengi’ nin sosyalist düşünceyi benimsemesine neden olan; entemelde geldiği kökeni, yani işçi bir ailenin çocuğu olması ve bunun yanı sıra ülkesinin içinde bulunduğu durumdur. Köy okulları, ülkesinin aynası olmuştur adeta. Bir yandan da İran’ da o dönemde hareketli bir süreç yaşanmaktadır. Behrengi de sessiz kalmamış, her duyarlı insan gibi mücadelenin bir yanında yer almıştır. İran halkı bir süre önce, yani Şah yönetiminden önce İngiliz sömürgesi durumundadır. Yoksulluk alabildiğince fazladır. Buna karşı sürekli
79
onurlu aydinlar 2.indd 79
11/5/14 8:22 PM
yükselen bir mücadele vardır. Halkın ayaklanması sonucu İngilizler kovulur ve onun işbirlikçisi konumunda olan Kaçar Hanedanı yıkılır. Bu mücadeleye öncülük eden mollalar, İngilizleri kovmalarına ve işbirlikçi hanedanı yıkmalarına rağmen iktidarı ellerinde tutamazlar. Yönetime kısa bir süre sonra Şah Rıza Pehlevi gelir. Bütün dünyada çoğalan yeni sömürge ülkelere yeni bir isim katılmış olur böylelikle: İran. Ortadoğu’da ABD emperyalizminin jandarmalığını yapacak olan yeni-sömürge bir İran. Şah döneminde yaşanan baskılar ve sömürü halkın tepkisine neden olur. Bu tepkiyi duyanlardan biri de Samed Behrengi’dir. Aydın olmanın misyonunu bilen Behrengi yazılarında, masallarında örgütlü mücadeleyi sürekli vurgular. Aydın olmanın örgütlü olmak demek olduğunu bilerek, ülkesinde yaşananlara duyarsız kalmaz. İran halkı 1963 yılında kendiliğinden bir ayaklanmaya tanık olur. Bunun sonunda Şah, katliamlara başlar ve İran artık yeni bir tarihe tanık olmaya başlar. Kanlı ve içinde Behrengi’nin de yaşamıyla bedelini ödeyeceği bir tarih... Behrengi’nin masallarında kötüler de vardır elbet... “Bir varmış bir yokmuş”larda, aslında uzun süre var olmayacak “kötü yürekli şah”lar vardır; hain testere balıkları, kötü büyük adamlar... O hain testere balıkları İran’da ayaklanmada 10 kişiyi katlederler. Tabi ki bu da testere balıklarının sonunu beraberinde getirir. Testere balıklarına karşı “küçük kara balık”lar da silahlanırlar. Baskı-lar birbirini izlemeye başlar. 1963 katli-amından sonra İran’daki “Halkın Fedaileri”, “İran Halkının Kurtuluş Ordusu” ve “Halkın Ezeli İsteği” örgütleri birleşerek Halkın Fedaileri Gerilla Örgütünü oluşturmaya baş-lar. İran’da gerilla hareketi hızla büyür. Ta ki İran Şahını yıkana kadar. Samed Behrengi’ nin sempati duyduğu TUDEH (İran Komünist Partisi) ise o süreçte SBKP’nin revizyonist çizgisinden kurtulamaz ve onun takipçisi pozisyonunda kalır. Bu da doğal olarak İran’daki mücadeleyi olumsuz etkiler. Ama işçi sınıfı içinde belirli bir gücü de vardır TUDEH’in. Bu büyük gücünü radikal bir mücadeleye yöneltmemesi, halkla olan bağlarının kopmasına neden olur ilerleyen yıllarda. Bu süreçte, Behrengi’ nin aldığı tavır konusunda bir bilgimiz olmadığı için, kısa bir bilgiyle yetinmek durumundayız.
80
onurlu aydinlar 2.indd 80
11/5/14 8:22 PM
Behrengi hem ülkesinin içinde bulunduğu yoksulluğu, eğitimi değerlendiren yazılar yazar hem de İran ve Azerbaycan halk edebiyatında derlemeler yapar. Aynı zamanda halk söylencelerini ve masallarını yeniden yorumlayıp yazar. “Bu Gelen Köroğlu’dur” kitabı o sürecin ürünüdür. Köroğlu bugün herkesin bildiği Köroğlu aslında. Köroğlu’nun yurdu yine Çamlıbel ama serüveni Aras Irmağı’na kadar uzanır. Behrengi’ nin kitabında yine asıl adı Ruşen Ali’ dir. Başkaldıran ve yoksulun yanında yer alan Köroğlu, Behrengi’ nin kaleminde o ruhunu hiç yitirmemiş, elinde sazı Kır atının sırtında dolaşır. Anadolu’ da Köroğlu’ yu anlatan o kadar çok öykü var ki hepsi birbirine benzese de ayrı yanları var. Ama özleri aynı. Behrengi’ nin Köroğlu hikâyesinin bizim Köroğlu hikâyeleriyle farkı yok, sadece Aras Irmağı’nın kıyısında yoksulu koruyandır Behrengi’nin kahramanı. “Birkaç yıl önce köyün ağası, topraklarını parçalayıp köylülere satmış, bu verimli bağı kendine ayırtmıştı. Çünkü bu vadide işe yarayabilecek tek toprak parçası bu bağdı. Köylülere satılan topraklarda ne su vardı, ne ağaç; kıraç yerlerdi. Buralarda olsa olsa buğday ya da arpa yetiştirilebilirdi.” Bu sözlerle başlıyor Bir Şeftali Bin Şeftali kitabı. Tüm kitaplarında ezen ve ezilenlerin yaşamı ve mücadelesi var Behrengi’nin. Bir Şeftali Bin Şeftali’de kurak bir topraktaki şeftalinin öyküsünü anlatıyor gibi görünse de oradaki insanlarınyaşamını anlatmaktadır Behrengi. Feodal beylerin köylülere nasıl bir yaşam dayattığını aktarmaktadır. Bu yanıyla küçüklere masallar gibi görünse de büyüklere masallar anlatmıştır Behrengi. İran’ daki baskı yönetimi de bu büyük yazarın masallarını kendi geleceği için tehlikeli bulduğu için katletmiştir Behrengi’yi. Uzun yollara çıkan küçük kara balık nasıl yeni yerleri keşfetmek istediyse Behrengi de öyle yaptı. Örgütlü olmanın olmazsa olmaz olduğunu anlattı yaşamı boyunca. Çok uzun yaşama şansı olmadı. O kısacık yaşamına sayısızca eser sığdıran nadir yazarlardan biridir. Ulduz Kızın Kargası, Ulduz Kızın Konu-şan Bebeği, Güvercinci Keloğlan,
81
onurlu aydinlar 2.indd 81
11/5/14 8:22 PM
Telhuz Kız, Deli Dumrul, Sevgi Masalı, Bir Şeftali Bin Şeftali, Bu Gelen Köroğlu’dur, Püsküllü Deve ve Bir Vardı Bir Yoktu birçok ülkede çevirisi yapılıp yayınlanmış kitaplarındandır. Behrengi’ nin masallarındaki “kötü adam”ın kendisine benzediğini düşünen İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi, 1968’ in sonbaharında ajanlarına bu masal anlatan adamı öldürtmüştür. Aras Nehri’nin kıyısında boğulmuş olarak bulunan Samed Behrengi, henüz 29 yaşındadır... Küçük Kara Balık kitabı ise dünyada tanınmasına yol açan başlıca eser-lerinden biridir. Behrengi, İtalya’ nın Bologna Kitap Fuarı’nda “En iyi çocuk kitabı yazarı.” seçilmiş ve ismi dünyada bu ödül sonucu duyulmaya başlamıştır. O gün (Şah döneminde) olduğu gibi, Behrengi’ nin masalları bugün de İran’ da yasak. Behrengi, Küçük Kara Balık gibi düşündüğü ve hayaliyle yaşadığı dünyayı kurmak isterken öldürüldü. Çocukların sevgili öğretmeni, masalların kahramanlarının yaratıcısı, bugün bir çift ayakkabısıyla yoksul çocuklara ulaşmaya devam ediyor.
2006 Nisan
82
onurlu aydinlar 2.indd 82
11/5/14 8:22 PM
külleri, düşünceleri, düşleri ve ASIM BEZİRCİ semih gündüz Kaç gündür elimde Asım Bezirci’nin kitapları; bir yandan okuyor, bir yandan da notlarımı alıyorum. Hayatına dair her bilgi beni peşinde sürüklerken, diğer yandan son günlerindeki o alevli otel görüntüsü gözümün önüne geliyor… Ellerimi kitap sayfalarına attığım her an bir yumuşaklık hissediyorum… Ellerime küller yapışıyor sanki. Bir yazarın külleri ve bir yazarın düşünceleri, düşleri… Yangın deyince Sivas aklımıza gelir. Temmuz sıcağında yanan aydın ve sanatçılar… Bunlardan biri de Asım Bezirci’dir. “Edebiyatın karıncası” olarak adlandırılan Bezirci, daha çok eleştirmen ve araştırmacı kimliğiyle tanındı. 1928 yılında Erzincan’da demiryolu işçisi bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Asım Bezirci, ilkokulu Erzincan’da bitirdi ama 1939 depreminden dolayı ortaokulu orada okuyamadı. Erzurum’da yatılı okula giderek öğrenimine orada devam etmek zorunda kaldı. Bezirci, edebiyat serüvenine lise yıllarında başladı. Her insanın ileride neye yöneleceğine ilişkin ilk ipuçları, genellikle lise yıllarında ortaya çıkmaya başlar. Bezirci’de de, her şeye eleştirel bakan ve eleştiren, ne olursa olsun onu olduğu gibi kabul etmeyen muhalif ve araştırmacı yanı, lise yıllarında öne çıkmaya başladı. Bu da onu edebiyat alanına daha da yakınlaştırdı ve okuma sevgisini büyüttü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girmesinin nedeni de buydu zaten. Üniversite yıllarında, ülkemizin içinde bulunduğu siyasal durum, doğal olarak Bezirci’yi de etkilemişti. Dünyada yaşanan devrimlerin etkisi hissediliyor, sosyalist düşünce tartışılıyordu. Ülkemizdeki devrimcilerin ne-
onurlu aydinlar 2.indd 83
83
11/5/14 8:22 PM
ler yapması gerektiği üzerine tartışmaların yoğun olduğu bir süreçti bu. Bezirci ise Türkiye Sosyalist Partisi düşüncelerini benimsedi ve Gerçek Dergisi’nde o süreçte yazıları çıkmaya başladı. Bu yazıları nedeniyle de birçok soruşturmaya maruz kaldı ve daha sonra tutuklandı. Altı ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Bezirciyi işsizlik tutsak almıştı bu kez de. Zar zor bir ilaç fabrikasında kendisine iş bulmuş ve orada çalışmaya başlamıştı. Yaşadığı ekonomik zorluklar, onun edebiyat tutkusunun önüne hiçbir zaman geçmedi. Her fırsatta yazdı, araştırdı ve okudu. 6-7 Eylül olayları nedeniyle hakkında bir soruşturma daha açıldı ve tekrar tutuklanıp beş ay daha hapishaneye atıldı. 1957 yıllarından sonra tamamen edebiyat alanına giren Bezirci, daha ciddi eleştiriler, denemeler yazmaya başladı. 1960’ta Dost Dergisi’nce “En beğenilen eleştirmen”; 1963’te Otağ Dergisi’nce ve 1968’de Yeni Dergi’ce “En beğenilen eleştirmen” seçildi. Daha bir-çok yerde ödüller verildi Bezirci’ye. Zamanla kendisi de edebiyat alanında üretimler vermeye başladı. Eleştirmen kimliği bu yıllarda ağır ağır kendini gösteriyordu. Bunun yanı sıra araştırmalarına da ağırlık veriyordu tabi ki. Bu yazıları çeşitli sol dergilerde yayımlandı. Aydın biyografileri üzerinde çalıştı. Eski işyerinden ayrılıp edebiyata yoğunlaşan Bezirci, tekrar ekonomik sıkıntılar çekmeye başlayınca Unilever’de muhasebeci olarak çalışmaya başlayarak, iki işi birlikte yürüttü. Emekli oluncaya kadar da burada çalıştı. 1961’de eserleri çeşitli yayınevlerince yayımlanmaya başladı. Sadece eleştirmenliğiyle değil, üretkenliğiyle de kendisinden söz ettirdi ve eleştirmen-yazar olarak anılmaya başladı. Ülkemizdeki sol hareketler de bu süreçte ideolojik-politik netleşmelerini sağlamak için çaba sarfediyor; bu doğrultuda hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle çok yoğun ve hararetli tartışmalar sürdürüyorlardı. Bu süreçte güzel bir olanak doğuyor ve bunu iyi değerlendiriyor Bezirci. Sosyalist düşünce kendi yatağını ülkemizde yeni yeni yapıyor daha. Bezirci de bu süreçte Fikret Arel, Halis Acarı imzalarıyla, sonraları da
84
onurlu aydinlar 2.indd 84
11/5/14 8:22 PM
kendi adıyla Yeni Ufuklar, Forum, Pazar postası, Yelken, Dost, Ataç (kendi çıkardığı), Yeni A, Gelecek, Dönem, Papirüs, May, Halkın Dostları, Soyut, Politika gibi gazete ve dergilerde yazılar yazıyor. 1979’da Türkiye Yazarlar Sendikası’na üye oldu ve aynı yıl yönetime seçildi. Bir yıl sonra da tüm dehşetiyle 12 Eylül geldi. Asım Bezirci, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Barış Derneği davalarında yargılanmaya başladı. Aynı zamanda çevirilerinden dolayı da başı dertteydi, A. Kadir’le birlikte çevirdiği “Sosyalist Gözle Sanat ve Toplum” ile “On Şair, On Şiir” adlı kitapları toplatıldı. Ülkemizde yazarların ve aydınların kaderi hep çetin bir patikada geçer. Kendi aydın tavrını sürdürmek için o patikadan geçmek zorundasındır. Asım Bezirci de bu dar, dikenli yolda yürüyordu. Pir Sultan’ı araştırırken, onun dara çekildiği ilde kendisini de ate-şin beklediğini bilmiyordu belki ama ülkemizin nasıl ve kimler tarafında yönetildiğini iyi biliyordu. Kaderinin Pir Sultan’la Sivas’ta böylesine çakışacağı Asım Bezirci’nin aklına gelmiş miydi hiç, bilmiyoruz. Bezirci, Pir Sultan’ın yaşamını, kişiliğini, sanatını tüm yönleriyle araştırıp, üzerine tüm şiirlerini de yerleştirerek güzel bir eser ortaya çıkarmıştı. Asım Bezirci, çok emek verdiği bir etkinliğe katılmak üzere 1993 Temmuz’unda Sivas’a geldiğinde Pir Sultan’ı daha iyi nasıl anlatırım, düşüncesini taşıyordu. Ancak ölüm orada kol geziyordu, hem de kalleşçesine, sinsice... 2 Temmuz’un o kavurucu sıcağına otuz beş aydının, yazarın, sanatçının külleri karışacak, Madımak’ın ateşi bir ülkenin yüreğini yakacaktı. Asım Bezirci ve onun kadar değerli aydınlarını yitirecekti bir ülke. Geriye tarifi imkansız bir acı kalacaktı yüreklerde... Toplumlara ve Sanata bakışı Bezirci, eski ve yeni Türk Edebiyatı’na ilişkin araştırmalarının yanında, son yıllarda gelişmeye başlayan eleştiri anlayışının da öncülerinden oldu. Çeviri, eleştiri, derleme, araştırma ve deneme türündeki yapıtlarının sayısı kırkı aşmıştır. Toplumların gelişimi ve bir toplumun yerini diğer topluma bırakmak zorunda olduğu gerçeğini Bezirci, gericilik ve ilericilik olarak nitelendirir: “Bölümlü toplumların tarihi şunu gösteriyor. Yükselen sınışarın ideolojisi
85
onurlu aydinlar 2.indd 85
11/5/14 8:22 PM
genellikli devrimcidir, gerçekçi ve maddecidir. Fakat bu sınıflar iktidara geçip de toplumu kendi çıkarlarına göre düzenledikten sonra zamanla tutucu olurlar. Biliyoruz: Kapitalist toplum çağımızda sonuncu aşamasını yaşıyor. Bu aşamaya ‘emperyalizm’ yahut ‘can çekişen kapitalizm’ adı verilmektedir. Nitekim burjuvazi artık yükselen sınıf olmaktan çıkmış, busıfatı geleceğe aday olan işçi sınıfı almıştır. Dolaysıyla, burjuvazinin ideolojisi de zamanla değişmiş, tutucu ve giderek gerici boyutlar kazanmıştır.”( Sosyalizme Doğru sayfa: 14) Kapitalizmin artık miadını doldurduğunun üstünde duruyor Bezirci. Sosyalist sistemin er yada geç dünyada hakim olacağına sonuna kadar inanıyor. Sanat anlayışına da bu düşünce yön veriyor. Birçok aydının-yazarın dile getirmekten kaçındığı doğruları Asım Bezirci çekinmeden dile getirdi. Bugüne kadar ülkemize emek veren ve sosyalist düşüncelerinden dolayı tutuklanıp, sürgün edilen, ya da katledilen aydınların yaşamını araştırdı, yazdı ve hak ettikleri yereskoydu. Edebiyatın ve edebiyatçının bir ülkenin geleceğinde, kültürünüsgeliştirip yaygınlaşmasında büyük rol üstlenmesi gerektiğini bildiği için özelikle bu konu üstünde durdu: “Edebiyat, gerçekliği estetiğin gereklerine göre yansıtmakla kalmaz, onu yorumlayıp değerlendirir, ona ilişkin bilgi de verir bize. Bu yüzden, her seferinde sanatsal değerler ile kültürel (bilgisel, siyasal, ahlaksal, düşünsel, eğitsel vb.) değerler yan yana, iç içe bulunur. Bunlardan yalnızca sanatsal olanlar üzerinde durup öbürlerini görmezden gelmek nesnelliğe aykırı, tek-boyutlu bir tutumdur. Oysa edebiyat tek değil, çok –anlamlı, çok-işlevli, çok-yönlü, çok-katlı bir sanatkoludur.” Yıllardır süren, “sanat sanat içindir” tartışmalarına o gün verdiği net bir cevaptı bu. Yaşama sınıfsal bakan Bezirci, edebiyata da öyle bakmak gerektiğini vurgulamıştır her daim: “(...) sınıflı toplumlarda, değerler de sınıfsaldır. Çeşitli sınışara bağlı insanların ortak duyguları, düşünceleri, inançları, özlemleri, amaçları, dilekleri genellikle bu değerlerde belirir. Edebiyat da onları dile getirir”. (16-17)
86
onurlu aydinlar 2.indd 86
11/5/14 8:22 PM
Birçok konu hakkında yaptığı eleştirilerle ülke insanının sanata bakış açısını zenginleştirmiştir Bezirci. Edebiyat değerlendirmesi de oldukça anlamlıdır. Sosyalist edebiyata inanıyordu ve olayları-gelişmeleri birbirinden ayrı değerlendirmiyordu. Tam tersi birbirini etkileyen, yaşamın gerçeklerinden kopuk, her zaman aynı kalan, birbiriyle uzlaşan değil bütün güçlerin birbiriyle çelişme ve çatışma içinde olduğunu belirtiyor. Aynı zamanda doğayı ve toplumu, insanın duygu ve düşüncesini imgesel ve dolaylı bir dille anlatırken, bunların yalnızca gerçeklerle sınırlanıp duygudan yoksun bırakılmasını da eleştiriyordu. Sosyalist edebiyatın nasıl olması gerektiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Bir avuç sömürücünün, baskıcının yanında değil, sömürülen, ezilen emekçi halk yığınlarının yanında yer alır… Halka yapılan her çeşit zulmü, ezayı, haksızlığı savunmaya, saptırmaya, saklamaya değil, onları kaynakları ve sonuçlarıyla ortaya koymaya çalışır… Gerçekliği, tarafsız bir gözlemci gibi edilgen bir tutumla aktarmaya değil, toplumu ileriye götüren güçlerin ve onların öncüsü olan işçi sınıfının devrimci dünya görüşüyle algılayıp dönüştürerek yansıtmaya yönelir. Başlıca amacı güzel biçimler yaratmak ya da egemen çevrelerin keyfini okşamak olan sorumsuz bir eğlence aracı değil, halkın yaşamını, kurtuluş çabasını belirten ve destekleyen sorumlu, gönüllü (ama güdümlü değil) bir eylem türüdür.” (Sosyalizme Doğru/ Sayfa: 50-51) Aynı zamanda edebiyatı hiçbir zaman insani değerlerden kopuk ele almamak gerektiğini vurgular. Geçmişle geleceğin iyi kaynaşması, eskiyle yeniyi bütünleştirdikçe, halkın kültürel birikimi edebiyata yansıtılmış olunur ve zengin bir edebiyat örneği ortaya çıkar… Asım Bezirci proleter kültüre katkıları oldukça fazla olan bir yazarımız. Kendini halk kültürüne adamış ve onu zenginleştirmek için çabalamış. Bu çabası ne yazık ki geç fark edilen bir yazarımız. Kitapları: Çok Kapılı Oda (1961), Edip Cansever (1961), Günlerin Götürdüğü-Ge-
87
onurlu aydinlar 2.indd 87
11/5/14 8:22 PM
tirdiği (1962), Bilimden Yana (1963), Abdülhak Hamit ve Tarık Yahut Endülüs Fethi (1966), Okudukça (1967), Orhan Veli Kanık (1967), Ahmet Haşim (1967), Nurullah Ataç (1968), Dünden Bugüne Türk Şiiri (1968), Metin Eloğlu (1971), On Şair On Şiir (1971), Seçme Romanlar (R. Taner’le birlikte, 1973), İkinci Yeni Olayı (1974), Sabahattin Ali (1974), Nazım Hikmet ve Seçme Şiirleri (1975), Bilimden Yana Sosyalizme Doğru (1976), Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat (1979; genişletilmiş yeni basımı 1992), 1950 Sonrasında Hikayecilerimiz (1980), Seçme Hikayeler (R. Taner’le birlikte, 1981), Abdülhak Hamit (1983), Orhan Kemal (1984), Pir Sultan (1986), Halkımızın Diliyle Barış (1986), Şairlerimizin Diliyle Barış (1987), İnceleme ve Şiirlerle Türk-Yunan Dostluk ve Barışı (1987), Rıfat Ilgaz (1988), Deyimlerimizin Sözlüğü (1990), Oktay Akbal (1991).
2006 Temmuz
88
onurlu aydinlar 2.indd 88
11/5/14 8:22 PM
kadro fazlası bir yazar KERİM KORCAN
Hapishaneler başka bir dünyadır, orada yaşananların her biri başlı başına o ülkenin genel durumuna ilişkin değişik yönlerini sunar insana. Zamanın akışı belli olmaz hapishanelerde, umutların ömrünü de kestiremezsin; nerede uzar ve nerede kısalır belli olmaz. Bazen çok coşkulu olur insan, bazen de karanlık çöker üzerine öğle ortasında. İçin sıkılır, nedenini bilmediğin sıkıntılar boy atar yüreğinde… Koridorlar kuytulaşır baktıkça… Bakmak istemezsin koridorlara… Hapishanedeki insanın ruhuna ve benliğine ne zaman, nerede karanlık ve umutsuzluk çökeceği belli olmaz. Kararmış duvarların yüzüne tükürürsün… Hapishane, zamanın merhametsizleştiği yerdir... Bütün insanların gözleri sadece bir tek noktada birleşir, aynılaşır: Özgürlük! Bu ruh halini anlatmak için hapishaneyi iyi bilmek gerekir. Onların dünyasına dâhil olmak, onların yaşamını paylaşmak ve onların karavanalarından yemek yemek… Ve hatta kurtlu nohutları birlikte ayıklamak, kökleriyle birlikte pişen ıspanağı doldururken tabaklara, alttaki kumun iyice dibe çökmesini beklemek gerektiğini de bilmek lazım… Ya da özgürlük düşünü… Bir de Kerim Korcan’ı iyi okumak gerekir... “Mahpushanede günler, ikiz fukara çocukları gibi, hep birbirine benzer. Aylar, bazen da yıllar geçer fakat göze çarpan bir değişiklik göremezsiniz.Yarın düne tıpa tıp uygundur. Çadırcılardan alınmış eski bir plak gibi döner durur.”(Linç /syf. 87)
89
onurlu aydinlar 2.indd 89
11/5/14 8:22 PM
Uzun süredir uğramaya çalıştığımız bir yazarın yanına uğradık. Kerim Korcan’ın kapısını çaldık... Unutulduğundan şikayet etmeden açtı kapısını bize. Belki de hapishane alışkanlığıdır, görüşçün her zaman olmaz, sen konuşacaklarını biriktirirsin. Gelenin olursa bir bir anlatırsın. O kadar çok hikaye biriktirmiş ki Kerim Korcan, birini anlatırken bitirmeden diğerine geçiyor; bir hikayeyi, içine bir başka hikaye gizleyerek anlatıyor. Evet, okuyanlar bilir Kerim Korcan’ı; yazarken de böyle yazar. Bir hapishane yazarı… Hapishaneyi onun kadar mert, onun kadar titiz ve onun kadar objektif anlatan pek az yazar vardır… Yüreğiyle seslenir adeta, mahkumun o anki ruh halini olduğu gibi okuruna yansıtır. Hapishanedeki bir tutuklunun isteklerini şöyle ifade eder: “Bir tayın, her şeyine yeter sayılabilir mi bir mahkûmun? Çorba istemez mi aç mideler? Ayda bir portakal istemez mi, çirişli dudaklar ıslansın? Bir baş soğan istemez mi, lokması ağzında büyümesin, katıversin ekmeğine; yüzü sevinçle ışırken acısı damla damla fışkırsıngözlerinden. İşin en kötü yanı, mahkum, öğün ölçüsünü de mecburen unutan bir mahluktur.” (Linç syf. 10) Yaşamının ayrıntılarını iyi gören bir yazar olarak tanımlayabiliriz ama bu yetmiyor Kerim Korcan’ı anlatmaya... Çünkü Kerim Korcan, yazdığı her şeyi yaşamış ve görmüş bir yazar olarak karşımıza çıkıyor. Yoksulluğu da, hapishaneyi de yaşamış. Bunun için o ayrıntıları bütün çıplaklığıyla yüzümüze çarpıyor. Çocukluğunu şu cümlelerle özetliyor Korcan: “Gözlerimiz zavallı babamıza çevrilmişti, ne bekliyorsak “Gözlerimiz zavallı babamıza çevrilmişti, ne bekliyorsak ondan bekliyorduk. Masallar anlatıyordu Fitnat Ablam bana, aç yattığımız gecelerde. Masallar karın doyurmuyor, ancak korkulu rüyalara hazırlıyordu bizi. Uncu Tahsin’den veresiye aldığımız unların ekmekleri kumluydu. Gıcır gıcır gıcırdıyordu dişlerimiz, yerken. Sonra Cumhuriyet ilan olundu. Ekmeklerin kumu kesildi. Ama bu sefer de sütlere su katmaya başladılar. Benim için meşrutiyet kumlu ekmek, cumhuriyet de sulu süt demektir. Sütlere su karıştırmak da baba yadigarı, yani saltanattan kalmaymış, onun için olacak ki bir türlü vazgeçemiyoruz.” Kerim Korcan, 1918 yılının 31 Ocak’ında bir saat tamircisinin oğlu olarak Adapazarı’nın Akfelek köyünde dünyaya geliyor. Yoksul saat tamircisinin en küçük oğlu Kerim, ilkokula Devlet Demiryolları Okulu’nda
90
onurlu aydinlar 2.indd 90
11/5/14 8:22 PM
başlar. Ancak okul hayatı uzun sürmez. Kadro fazlasıdır Kerim. Kadro fazlası bir grup çocukla birlikte okuldan çıkarılır. Aslında yaşamı na da fazlalık olarak başlayan biri için önünde ne tür zorlukların olduğu sır değil. Bu fazlalıkların önü arkası kesilmez artık Korcan’ın yaşamında: “Kim dinler senin henüz sekiz yaşını doldurduğunu? Sabah uykuları na hasret olduğunu? Mektebe gitmek gerektiğini? Kuzu gibi arkadaşlarının arasına karışıp, okuyup, öğrenip, kırlangıçlar gibi çığrışarak koşmak istediğini? (...) Eh n’apalım, biz de büktük boynumuzu, kıstık sesimizi, Köfteci Tatar İsmail’e çırak durduk. İlk günlerde başım döndü köfte dumanından. Ama çirkin değil, güzel bir kokuydu bu.(...) Yorucu bir iş değil miydi bu? Yorucuydu ama evde olsam bu kadar bol köfteyi nerede görecektim?” Babası onu Eskişehir’de Alçalan İlkokulu’na yazdırır. Ancak 4. sınıfa kadar okuyabilir. Yoksulluk, Kerim’i çok sevdiği okulundan eder. Sesi çıkmaz. Çocukluğu kahveci, dondurmacı, köfteci ve berber çıraklıkları yla geçer. Berber çıraklığını şöyle anlatıyor Korcan: “Fakir köylüleri yüz paraya tıraş ediyor, istediğim kadar suratlarını kesebiliyordum. ‘Yaması kendinden’ diyorlardı onlar.” Okuldan ayrılmak zorunda kalsa da, şiire merak saldığı için eline geçen bütün şiir kitaplarını okur. Tam bu zamanlar ilk aşkını yaşar. Biraz bocalar. Aşkın zamansızlığına yakınır. Yokluk, hayal dahi kurması na izin vermez. Biraz çaresiz dertlere düşmüştür. Kendini rakıya mı, şaraba mı vurmalı, diye düşünür. “Bu bocalamada şiire vurdum kendimi” der Kerim Korcan. fiiirden bir çıkış yolu arayıp bulması onun önünde ne tür engellerin olduğunun farkına varmasını sağlar ve yaşamı nın ana yolunun ilk adımlarını o günlerde atar. Şiir kitaplarını hızla bitiren Korcan, bir arayış içindedir ve ne aradığını kendisi de tam olarak bilmiyordur. Önünde sırlı bir perde... Hayyam’ı okumaya başlar; ama yetmez, aradığı nı bulamaz. Aşkı ve şiiri ararken Nazım’ı okur. İdamı istenen bir şairi ve komünisti yani... Komünistliği onu pek ilgilendirmemiş, ancak şiirleri onu sarmış ve okumaya başlamıştır. Fazla bilgisi olmadığı için canı sıkılır ve sürekli okuyacak bir şeyler arar. Aşkını ve çocukluğunun geçtiği yerleri kolay bırakması bu yüzdendir. Ailesinin ekonomik sıkıntılardan dolayı İstanbul’a taşınmasına sesini çıkarmaz, kabul eder… İstanbul’da daha çok kitap bulacak, daha çok okuyacak ve daha çok şey öğrenecektir… İstanbul’da Mecidiyeköy’de yeni bir yaşama başlar Korcan ailesi. Kerim burada tekrar berberliğe başlar.
91
onurlu aydinlar 2.indd 91
11/5/14 8:22 PM
“İstanbul, bir derya içinde bir başka derya gibi görünmüştü. Artık aradığım dünyayı bulmuştum. Okuyacak, okuyacak, okuyacaktım. İlhami Bekir ‘ oku oku oku/ oysan, buysan, oruspuysan, ameleysen / Hülasa her neysen oku’ demeyecek miydi? Biz de okuyacaktık.” Ve okur. Çok kitap bulur Kerim İstanbul’da; çok da okur. Berber dükkanında çok okuduğu ve kravat takmadığı için sürekli azar işitir. “Bu kadar okuduğuna ve bir baş da olmayacağına göre, sonunda dönüp kendi başını yiyeceksin” diyenler az değildir. Okuma merakı onu sosyalizme yöneltir. 1935’lerde sosyalist bir partininfaaliyetlerine katılır Korcan. Neyi aradığının rahatlığıyla “ Evet bundan sonra bir savaş eri olacaktım; sınıfıma, ülkeme bu yoldan hizmet edecektim” diyerek başlar kendi sınıfı için çalışmaya. Kısa süre sonra yeraltı yaşamı da başlar Kerim Korcan’ın. 1938’de de 1 Mayı s’a katıldığı için gözaltına alınır. Yoğun bir işkenceden geçer: “Bu günlerim için, ATEŞTEN KÖPRÜ diyorum ben” Ateş Köprüsü’nden geçtikten sonra Donanma Kor Askeri davasından yargılanır. Suçu(!), “Askeri, isyana teşvik etmek”tir.16 arkadaşıyla birlikte yargılanır ve toplam 184 yıl ceza alırlar. Kelepçe takılır kollara ve doğru İstanbul merkez kumandanlığı hapishanesine götürülürler... Orada kısa bir süre kaldıktan sonra bu kez de Sultanahmet Hapishanesi’ne... Burada bir yıla yakın kaldıktan sonra arkasından bir yazı gelir hapishane idaresine: “Görülen lüzum üzerine…” Kerim Korcan yıllarını dolduracağı meşhur Sinop kalesine sevk edilir. Kerim Korcan, Sinop Kalesi’nde tamı tamına 10 yıl yatar. 10 yıl sonra dışarıya çıktığı anda Sinop Milli Parkı’ndaki şu levhayı okur:”Kalbe ışığı dolar, sakın dokunma solar” ... Bu sözü hiç unutmaz… Sinop zindanı ve insan, Sinop milli parkı ve çiçekleri… Hapisten çıkar çıkmaz da askere alınır. Korcan, İstanbul’a ancak 1950’de döner. Hapishanede marangozluğu öğrenen Korcan, yaşamı nı marangozlukla sürdürmeye çalışır. 1953’te evlenir. 1954’lerde de Vatan Partisi’ne katılır. 1957’de Vatan Partisi Merkez Heyeti üyeliğinden yargılanır. İlk tanıştığı hapishanede, Sultanahmet’te iki yıl yatar. İki yılın ardından serbest bırakılır.
92
onurlu aydinlar 2.indd 92
11/5/14 8:22 PM
Yaşadıklarını yazmaya başlar Kerim Korcan... “Şiir ince gümüş bir deredir, çağıldar uzaktan yeşil ovalarımızda. Çobanın kavalından dökülür inildeyerek. Suya inen koyunu geri döndürür. Hikaye dersen bir ırmak, onun ışıltılı sularında yüzümüzü seyrederiz. Roman derseniz kocaman bir nehirdir. Ay vurur geceleri, biz o nehirde kendimizi ararız yıldızlar yukarıdan bakışırken. Peki, şiir mi, hikaye mi, roman mı? Ben hikayede karar kıldım. Hikaye yazacaktım Sinop Cezaevi’nde kahırlı günlerimi doldururken. Kalem, kağıt, ışık lazımdı bunun için. Günün akşamına kadar çalışıyorduk karnımızı doyurmak uğruna.” (sayfa 247) Edebi çalışmaları ilk ürününü 1962 yılında düzenlenen bir yarışmada verir. Milliyet Gazetesi’nin “Bir Memleket Gerçeği” konulu yarışmasında Korcan, “Köşe” adlı röportajıyla ikinci olur. “Linç” isimli romanı 1970’te hem filme alınır, hem de oyunlaştırılır. Linç, dönemin en önemli filmlerinden olur. Linç adlı romanında adli tutuklular arasındaki çekişmeleri verirken bir toplumsal gerçeği ve halkın değer yargılarını da özellikle vurgular. Hapishaneden firar eden Arap Kadir’i evinde yatırıp sonra da ihbar eden muhtara şunları söyler Arap Kadir: “Muhtar bunu da unutmadan işit: Kahpelik bir marifet değildir. Ahlatlar köyünün bu davetsiz misafiri unutulur, fakat Arap’ın sözleri unutulmaz!” Doğayı, insanları sürekli görmekle, yaşamında ilk ve son kez göreninsanın arasındaki farkı şu güzel imgelerle anlatıyor Kerim Korcan: “Karadeniz’e yukarıdan bakıyordu. Mahpushane icat olalı kaç mahkum kale duvarından yıldızlı bir gecede denize bakabildi acaba? Onun yaptığı aslında zor değil, çok zor bir işti. Onun için, bir balıkçı, bir gemici Arap kadar manalı bulamazdı Karadeniz’i.” (Linç / syf. 84.) 1976 yılında “Tatar Ramazan” isimli hikaye kitabı tiyatroya uyarlanır.Bu kitap 1990’da sinemaya da uyarlanır. Başrolünü Kadir İnanır’ın oynadığı, müziğini Ahmet Kaya’nın yaptığı film, defalarca TV’lerde gösterilmesine rağmen, hala ilgiyle izlenmektedir. Mertlik, cesaret, zulme başkaldırı gibi erdemler, simgeleşir Tatar Ramazan’da. Yoksulun yanındadır Tatar Ramazan, yoksulun isyanıdır bir bakıma. Bu yüzden geçen onca yıla rağmen Tatar Ramazan, akıllardan silinmeyen bir eserdir. Film 1991’de Ankara Çankaya Belediyesi’ni düzenlediği,
93
onurlu aydinlar 2.indd 93
11/5/14 8:22 PM
İnsan Hakları konulu yarışmada birincilik ödülü alır. Kerim Korcan’ın dilinde kurgu gerçeğe yediriliyor, gerçekler kurguya yedirilmiyor. Haksızlık yoktur edebiyatında, eşit davranır (Bu, tarafsızdır anlamına gelmesin, Korcan taraftır...) Kahramanlarına baktığımızda hemen hepsi cinayetten girmiş hapishaneye. Katil olarak bakmaz, merhametli davranır, insan olarak hakkını verir. Bakın, İdamlık Hüseyin’in idam edilmeden önce yaşadıklarını nasıl anlatıyor Korcan: “İhtiyarlar, bütün çırpınmalarına rağmen, oğullarıyla yüz yüze görüşememişlerdi. Görüşüp konuşamamışlardı. Ne var ki, idamlık Hüseyin’i, yarım saat için bile olsa, son bir defa mahpushane bahçesine çıkartmışlar ve masmavi gökyüzüne bir daha bakmasını sağlamışlardı” Bir idam mahkumunun son anları ve doğanın güzelliği ancak bu kadar güzel ve etkileyici anlatılabilir. Onlarca eser verir Kerim Korcan. “Ateşten Köprü” isimli romanında komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla İstanbul DGM’de yargılanır. 1989’da beraat eder. Eserlerinin çoğunda hapishane gerçeğini anlatır Kerim Korcan. Ezilenler, başkaldıranlar, idamlıklar... Kitaplarının kahramanlarıdır. İçinde bulunduğu koşulları anlatır tüm yalınlığı ve doğallığıyla. Kahramanları nı genellikle kendi şiveleriyle konuşturur. Eserlerinde bu yalınlık hakimdir. Şükran Kurdakul, şöyle tanımlıyor Kerim Korcan’ı: “(...) Yayımladığı roman ve öykülerinde diri, canlı, doğal bir anlatım içinde, yer yer kişilerin iç hesaplaşmalarını yansıtarak toplumcu- gerçekçi akımın başarılı örneklerini verdi.” Sorgulayıcıdır Kerim Korcan. Okuruna da sorgulayıcı olmayı öğretir eserlerinde. Bir hapishane yaşamını sadece o duvarların arasındakianla sınırlamaz. Hapishane müdürü nezdinde düzeni, o günkü iktidarı ele alır, bir tutuklu nezdinde ise o toplumun yapısını ve değer yargılarını... Kahramanlarına baktığımızda bugün karşılaştığımız hemen her kesimden insanlar vardır. Ne kadar delikanlı varsa bir o kadar korkak… Ne kadar acımasız varsa bir o kadar da merhametli olanlar vardır eserlerinde.
94
onurlu aydinlar 2.indd 94
11/5/14 8:22 PM
Kavuşmak ne kadar zorsa ayrılmak da bir o kadar zordur uzun yıllar yatmış bir tutsak için. Sinop’tan ayrılırken sevinmeyi düşünen Korcan, iki damla gözyaşı hediye bırakıp geliyor… Ya yıllardır görmediklerine kavuşmak? Bir babanın oğlunu tanımaması… Tanıyınca da, “O zaman bir ah koptu ciğerlerinden. Hiç böyle bir karşılama beklemiyordum.” Bir kez daha gözlerini siliyor Kerim Korcan… Bu kez kavuşurken.Birçok esere imza atan Kerim Korcan 9 Kasım 1990 tarihinde tedavi gördüğü kanser hastalığına yenik düşer ve hayata veda eder. YAYIMLANAN ESERLERİ: Linç (Roman), Tatar Ramazan (Öykü), İdamlıklar (Öykü), Ter Adamlar (Roman), Patrona (Roman), Dimitrof Geçiyor (Roman), Canlı Bayraklar(Öykü), Ölüm Pusuda (Öykü), Ateşten Köprü (Anı) Harbiye Kazanı (Anı), Ey Gaziler (fiiir), Acılar Çemberi (Çocuk Romanı), Capon (Çocuk Romanı) 2007 Şubat
95
onurlu aydinlar 2.indd 95
11/5/14 8:22 PM
96
onurlu aydinlar 2.indd 96
11/5/14 8:22 PM
Mahmut Tali Öngören’i Kaybettik Geçtiğimiz aylarda, sağlık problemleri nedeniyle İbni Sina Hastanesi’nde tedavi gören Mahmut Tali Öngören’i 12 Ekim 1999 68 yaşında aramızdan ayrılan Mahmut Tali Öngören, 28 Mart 1931 yılında İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini istanbul Robert Koleji’nde tamamladı. Yüksek öğrenimine Amerika Birleşik Devletleri Columbia Üniversitesi Radyo Televizyon Bölümü’nde tamamlayan Öngören, 1955 yılında buradan mezun oldu. 1959 yılında Ankara Radyosu’nda Program Müdürlüğü yaptı. TRT’nin ilk yayın ekibinin ve Program Dairesi’nin başkanlığını yapan Öngören, 12 Mart döneminde hazırladığı ve sunduğu bir program nedeniyle, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde yargılandı ve TRT’den uzaklaştırıldı. 1967 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın-Yayın Yüksek okulu’nda, radyo-televizyon ve sinema bölümlerinde öğretim üyeliği yaptı. Yazılarına üniversite yıllarından başlayan Mahmut Tali Öngören, Sinema- Tiyatro Dergisi’nde, televizyon ve sinema üzerine çeşitli araştırma ve inceleme yazıları yazdı. “İletişim Notlar ı” ile birlikte 12 kitabı bulunuyor. Öngören’in senaryo ve film yapıtı üzerine olan yapıtları İletişim fakültelerinde ders kitabı olarak okutuluyor. Ankara Film Festivali’nin kurucusu ve 11 yıldır başkanı olan Mahmut Tali Öngören, 1978 yılındaİstanbul’da düzenlenen 3. Balkan Filmleri Festivali’nin başkanlığını da yaptı. Köln’de düzenlenen Türk Filmleri Festivali’ne katkıları oldu. Sinema alanında bir çok katkıları olan Öngören, senaryo yazımı konusunda “Senaryo ve Yapım” adlı eserleri hazırladı. Yılmaz Güney’in sinema alanındaki önemini ve katkılarını kavrayan
97
onurlu aydinlar 2.indd 97
11/5/14 8:22 PM
insanlardan biriydi. 1972 yılından beri iletişim konusunda Cumhuriyet Gazetesi’nde “Mercekle Bakınca” adlı köşesinde yazılar yazdı. 1981-82 döneminde Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanlığı yaptı Milliyet Sanat Dergisi’nde yazdığı “Yasaklar dosyası” adlı yazı dosyası ile yaşamı boyunca köşe yazılarında, radyo-televizyon yayıncılığı ve sinema alanında basküara, sansüre ve yasaklara karşı mücadele etti. Mahmut Tali Öngören, son dönemlerinde bir yandan Ankara Film Festivali’nin hazırlıkları ile uğraşırken bir yandan da sağlığının bozulması nedeniyle tedavi görüyordu. Mahmut Tali Öngören’in anısına; Milliyet Sanat Dergisi’nin Yasaklar Dosyası adlı köşesinde, Grup Yorum ile ilgili yazdığı yazısından bazı bölümleri yayınlıyoruz.
11 Şubat 1994 Milliyet Sanat Sayı: 330 Yasaklar Dosyası “Eskisi de Aynı, Yenisi de...” Grup Yorum, grubun kuruluş amacını şöyle anlatıyor: “80 sonrası sessizliğinde, insanların kendini ifade edemediği bir ortamda bir ses olmaktı amaç. Halkın sanatçısı olan, onlarla iç içe yaşayan, dertlerini paylaşan bir grup olmak istedik. Grup Yorum halkı, halk Grup Yorum’u sahiplendi. (...) Üzerimizde çeşitli baskılar, engellemeler her zaman vardı. Ancak Beyoğlu ilçesi SHP örgütünün düzenlediği gecede verdiğimiz konserden sonra bu baskılar kurumsallaştı.” İşte Grup Yorum “kurumsallaşan” bu baskılar sonucunda Temmuz 1989’da Mersin E Tipi Cezaevi’nde... Grup elemanları, daha önceleri
98
onurlu aydinlar 2.indd 98
11/5/14 8:22 PM
tek tek gözaltına alındıklarını, ancak Mersin’de hiçbir gerekçe gösterilmeden dinletiye çok az bir zaman kala y asakla karşılaştıklarını, biriken dinleyicilerin ve Grup elemanlarının coplandığını ve topluca tutuklamanın yapıldığını v e tutukluluk sırasında da Grup elemanlarından iki arkadaşın durumlarının dayaktan ve işkenceden ötürü ağırlaştığını söyledi. (...) Grup Yorum’un avukatları da, “Biz, halkımızın kültürel değerlerinsahip çıkanlar olarak Mersin’de baskıya maruz kaldık. İç işleri Bakanlığı’nın olağanüstü hal uygulamasının olmadığı yerlerde kültürel ve sanatsal etkinliklerde bulunmak için önceden izin almaya gerek olmadığına dair karar varken ve gecenin emniyet müdürlüğünce 24 saat önceden iptalinin bildirilmesi gerekirken bildirmediklerinden dolayı, bu tutumu protesto etmek demokratik değil midir?” dediler. Avukatlar, belgelerde tahrifat yapıldığını da ileri sürerek gözaltı ve adliyeye sevkin gece yapıldığını belirtti ve “bir şeylerin gözden kaçırılmay a çalışıldığını” ileri sürdü. “Polis her fırsatta genç arkadaşlarımızın ceza alması için çalışmalar yapacağını söylüyor. Ben hakimle görüştüm. Bana ‘polis doğru söylüyor’ dedi. Bu ne demek? Öy leyse bırakın, yargı görevini polis yerine getirsin. Sizin, yargıçların işi ne? Genç arkadaşlarımın çoğu işkence görmüş. Bunu sorgu yargıcına da anlatmışlar, ancak zapta geçmemiş, suç duyurusunda bulunulmamış. Grup üyelerinin yüzlerinde belirgin işkence izleri var. Herhalde işkence başvurusunu kabul etmek için izlerin geçmesini bekliyorlar. Genç arkadaşlarımız, Mersin’de işkencenin insanlık onurunu yeneceğini belirtmişler. İşkenceye karşı insanların tutuklanmasını hiçbir mantık alamaz.” Anlaşılıyor ki, Grup Yorum’u durdurmak için keyfi yasaklamaya gidilmişti Mersin’de. Bu arada, bayan Yorum’culara cezaevinin doğal uygulaması denilerek “bekaret kontrolü” yapılmak isteniyor. Ama Cezaevi Müdürü Oğuz Atıcı bu savı yalanladı. Cezaevi Savcısı Alper Özdoğan ise olaydan haberi olmadığını söyledi. Peki, böyle bir aşağılayıcı işlem geçerli değil miydi? Cezaevi Müdürü Oğuz Alıcı: “Böyle bir olay olmadı. Kızlık kontrolü yaptırma gibi bir düşüncemiz olsaydı, onları mücadelesiyle yapmamazlık etmezdik. (Ne güzel de açıklıyor!) idare olarak, hü-
99
onurlu aydinlar 2.indd 99
11/5/14 8:22 PM
kümlüler için bunu yapabiliriz. (Yani, Böyle bir yola başvuruluyor.) Ancak Grup Yorum’un bayan elemanları tutuklu olduğu için böyle bir şey yapmak istemedik. Onlar istemedikten sonra böyle bir şey olmaz.” Cezaevinde görevli savcı Alper Özdoğan: “Resmi bir başvuru olmadı. Şartlar gerektirirse kızlık kontrolü gerek cezaevinde, gerek dışarıda yapılır (Ha şunu kabul et.)” (...) Grup Yorum elemanlarına böyle bir “test” uygulamaya çalışmaları çok önemli ve aşağılayıcı bir davranış, ama böyle bir tutuma sahip olunması ve keyfi bir anlayışla istenildiğinde buna başvurulmaya kalkılması ise çok daha önemli ve ciddi... Grup Yorum’un cezaevindeki yolculuğu sürerken, Antalya Belediye Başkanı’nın telefonu çaldı. Telefondaki ses, “Ben Grup Yorum’dan arıyorum. Antalya konserimiz için konuşmak istiyorum,” dediğinde, Figen Akşit’in 6 Ağustos 1989 günlü Nokta dergisinde belirttiğine göre, Belediye Başkanı “koltuğundan hoplamıştı”. Başkan bu sese anlam verememişti doğrusu. Grup Yorum bir süre önce Mersin’de dinleti vermeye kalkışmış ve tutuklanmıştı. Böylece Antalya’da dinleti vermeleri gibi bir “tehlike” ortadan kalkmış ve Antalya’daki çeşitli amirler rahat bir nefes almıştı. Ama biri kalkmış, “Ben Grup Yorum’dan arıyorum,” diyordu. Bu yeni “Grup Yorumcular gerçekte eski “Grup Yorumculardı. Çeşitli nedenlerle gruptan ayrılmış, ancak böyle bir ortama girince bir araya gelmiş, sımsıkı kenetlenmiş ve içerdeki arkadaşları çıkana dek “Grup Yorum’u yaşatmaya karar vermişlerdi. Artık dinletileri onlar sürdürecekti. Antalya dinletisi ise önceden ayarlanmıştı. Biletler ise kapış kapış satıl mıştı. Ama emniyet yer belgesi istiyordu Yeni Grup Yorum’dan. Dinletinin verileceği yer belediyeye aitti ve encü menden “olur” alınmıştı. Ancak Grup Yorum’un “ününü” bilen Belediye Başkanı, bu karan değiştiriyor ve “O günlerde faaliyetlerimiz olabilir” diyerek yeri vermiyordu. Eski “Yorumcular” binbir yasakla boğuşup içeri alındıktan sonra yeni “Yorumcularda yasakla karşılaşıyorlardı. Ona da “yasaktı, buna da. Yasak şaşmazdı. Mersin’de tutuklu bulunan Grup Yorum’un ilk kurucularından oluşan “Grup Yeni Yorum”da 6 Ağustos 1989’da İstanbul’da, Beşiktaş Tarihi Bahçesinde dinleti vereceklerdi, yasaklandı.
100
onurlu aydinlar 2.indd 100
11/5/14 8:22 PM
14 Ağustos 1989 günlü Cumhuriyetinbildirdiğine göre, daha önce Antalya ve İstanbul’da engellenen “Yeni Grup Yorum” Mersin’de 12 Ağustos 1989 akşamı dinletisini sundu. Geniş güvenlik önlemleri altında... Dört dinleyiciye bir polis düşüyordu. Dinletiyi 500 kişi izledi. Resmi ve sivil polisler çevreyi doldurmuştu. “Grup Yorum”un eskisi de, yenisi de tehlikeliydi. 1999 Aralık
101
onurlu aydinlar 2.indd 101
11/5/14 8:22 PM
102
onurlu aydinlar 2.indd 102
11/5/14 8:22 PM
Gözleri Anadolu’yu Gören Ressam Yüreği Halkı Seven Şair, Yazar
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU Eylül 1975 yılındasaramızdan ayrılan Bedri Rahmi Eyüboğlu, 1911 yılında Giresun Görele’de doğmuştur. Ortaöğrenimini Giresun Görele’de tamamladıktan sonra 1929’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer. 1931’de diploması nı almadan Fransa’ya gider. Paris ve Londra’da iki yı resim eğitimi g.rdükten sonra 1936’da ülkeye döner ve diplomasını alır. Ve Güzel Sanatlar Akademisi’nde ölümüne kadar ders verir. Başarılı bir ressamdır. Yurtiçinde ve yurtdışı nda eserleri sergilenir, pek çok ödül alır. Bedri Rahmi Eyüboğlu; aynı zamanda iyi bir şairdir de... İsmi bilinir, duyulur... Ansiklopedilerde hep böyle anlatılır Bedri Rahmi Eyüboğlu. Ama ansiklopedilerin hiç anlatmadığı bir şey vardır usta da; “halk ve vatan sevgisi”... 1938 yılında yaptığı bir yurt gezisi ressamın gözlerini Anadolu iletanıştıracak ve eserlerinde Anadolu ölümsüzleşecektir. Anadolu’yu tuvale dökecektir Bedri Rahmi... Anadolu onun tuvallerinden İstanbul’u görecektir, İstanbullu da Anadolu’yu... Bedri Rahmi’yi, Bedri Rahmi’ yapan da bu olacaktır. Hayatında bir dönüm noktası olan bu olay nasıl gerçekleşir? 27 Temmuz 1938 tarihli gazetelerin birinci sayfalarında şöy le bir başlık göze çarpar: “Sanat Hayatımız İçin Müspet Kararlar.” Bu, CHP Genel Yönetim Kurulu’nun bir açıklamasıdır. Haber şöyle de-
103
onurlu aydinlar 2.indd 103
11/5/14 8:22 PM
vam eder; “Yurdun güzelliklerini yerinde tespit ettirmek ve sanatkarlarımızın memleket mevzuları üzerinde çalışmalarını kolaylaştırmak maksadıyla yurt içinde bir Sanat Tetkik Seyahati tertip edilmiştir” (*) CHP taraf ından düzenlenen etkinlik kamuoyuna böyle duyurulur. Daha sonra “Yurtiçi Ressamlar Gezisi”, “Memleket Gezileri”, “Memleket Resimleri Gezisi” gibi değişik adlar verilecek olan bu proje gerçekten de sanatçıları etkiley ecek, güzel ürünlerin ortay a çıkmasına katkıda bulunacaktır. Bu proje duyulduğunda kamuoyundan olumlu tepkiler alır. Bu sanatçılar için “yeni imkanlara davet”tir. Tek parti olan CHP, “Sanatın bir milletin sosyal hayatında oynadığı rolün farkında olduğunu” ifade eder. Aradan bir süre geçtikten sonra ise bu tabloları depolarda .ürüterek sanata ne kadar “değer” (!) v erdiğini gösterecektir. Bu konuya daha sonra değineceğiz. Yurt gezileri etkinliği ilk duyurulduğunda sanatçılar arasında coşku ve sev inçle karşılanır. Bedri Rahmi ise duygularını şöyle ifade eder; “Dünyanın en güzel memleketi olan İstanbul’da bulunmalarına rağmen, hepsi için için Anadolu peyzajlarına hasret çeken ressamların arasında bir havadisin ne büyük bir sevinç dalgası halinde dolaştığını tasavvur edemezsiniz... Bir kaç ay yalnız meslek endişeleriyle başbaşa kala-(*) İlk yurt gezisi, 1 Eylül 1938’de başlayacak ve bir ay sürecektir. CHP, gidecek ressamların seçimlerini ve yerlerini belirlemeyi Güzel Sanatlar Akademisi’ne bırakır. Parti, sadece sanatçıların yol paralarını karşılayacaktır. Güzel Sanatlar Akademisi bu ilk geziye katılacak olan on ressamı ve gidilecek illeri belirler. Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Ali Avni Çelebi, Cemal Tollu, Hamit Görele, Mahmut Cuda, Saim Özeren, Zeki Kocamemi, Malik Aksel ve Bedri Rahmi çantalarını sırtlayıp Edirne’den, Malatya’ya kadar memleketin yollarına düşerler. Çekilen kurada Bedri Rahmi’ye de Edirne düşer. CHP’nin bir şartı vardır. O da sanatçılardan gezidönüşü en az dört resim getirmeleridir. Bir ay sonra döndüklerinde hepsinin kucağı resimlerle doludur.Toplam 113 resim çıkmıştır bu geziden. Sanatçıların bazıları dört değil, 14 değil 20 resim bile yapıp getirmişlerdir. Bedri Rahmi de,Edirne’den 12 resimle dönmüştür. Bir ay kadar kaldıktan sonra döndüğü Edirne’den izlenimlerini şöyle aktarır; “Edirne’de, İstanbul’a hiç benzemeyen bir yönü gösterecek renk ve çizgileri bulmakta çok zorlandım. Irmak kenarlarındaki söğütleri olmasa “Edirne’de İstanbul’un aynısı olacaktı...Edirne’ye
104
onurlu aydinlar 2.indd 104
11/5/14 8:22 PM
özgü o söğütleri istediğim gibi yorumlayamadığıma eminim, ama gökteki o mavi tonu tuvale doğru olarak geçirmeyi başardıysam kendimi mutlu sayacağım.” (**) Gerçekten de, Bedri Rahmi, Edirne’de, İstanbul’dan çok farklı bir şey bulamaz. Ama eserleri başarılıdır. Ve 23 Mart 1939’da, Ankara’da, Halkevi Salonu’nda açılan, Birinci Yurt Gezisi Sergisi’nde eserleri diğer ressamların eserleriyle birlikte sergilenir. Sergi ilgiyle karşılanır. Eserlerin yarısından fazlası devlet tarafından satın alınır. Bedri Rahmi o dönemlerde bir tek resim bile satılmadan kapanan sergilerden sonra bu olayı yıllar sonra anlatacak, “Resimlerimin yarısından faz lası satıldı “ diyerek şa şkınlığını dile getirecektir... CHP’de sonuçtan memnundur. Ve kısa bir süre sonra İkinci Yurt Gezisi’nin müjdesini verir. Bedri Rahmi, 1942 yılında ikinci kez yurt gezilerine çağırılır. Ve Bedri Rahmi, bir sanatçı olarak ilk defa Anadolu ile tanışacak, ve ressamın gözleri Anadolu ile buluşacaktır. Bu onun sanatında bir dönüm noktası olacaktır. Çorum’dan döndükten iki yıl sonra 1944’te duygularını şöyle dile getirecektir: “Çorum’da geçirdiğim günleri kolay kolay unutmayacağım. Oranın insanlarına da, taşına toprağına da selam.” Ve Bedri Rahmi gerçekten de sözüne sadık kalacak Çorum’u hayatı boyunca hep hatırlayacak, her fırsatta dile getirecektir. Bedri Rahmi, Çorum’da o ünlü ‘Han Kahvesi’ adlı eserini yaratacak Yurt Gezileri ve Çorum’a gidişini şöyle değerlendirecekti; “Bu gezilerin en güzel tarafı, kendilerini memleket içerisinde lüzumsuz bir süs eşyası gibi görmeye başlayan ressamlarımıza, bir işe yaramak fırsatı vermiş olmasıdır.” “Partimizin altı yıldır muntazam tertiplediği yurt gezilerinden benimde payıma Çorum düşmüştü. Çorum’da ve kasabalarında üç ay dolaştım. Osmancık’tan başka, bütün kasabaları gördüm. Gezdiğim kasabalar arasında bilhassa İskilip’e hayran oldum. Ressamlar için, İskilip’ten daha zengin bir memleket tasavvur edemiyorum. Halbuki, Çorum’a giderken bana İskilip’in yalnız turşusunu methetmişlerdi. İskilip’i çevreleyen dağları ve bu dağlar arasından fışkıran hususiyeti anlatmak güçtür. Bunu anlatabilmek için oraya bir değil, yüz ressam gitse azdır...” (**) Anadolu böylesine derin bir yer bulur sanatçının yüreğinde... Çorum’da gördüğü ve ilginç bulduğu olayları yıllarca
105
onurlu aydinlar 2.indd 105
11/5/14 8:22 PM
belleğinden silemez, kendini de bunun bir parçası sayar. Yine Çorum’da gördüğü ve “En harikulade şeylerden biri “ de Amasya yolu üzerindeki Bizans’tan kalma Beki Kaplıcası’nda bir bayram öncesi gördüğü yüzyıllar öncesinden beri süregelen bir gelenektir, kendi dilinden aktaralım; “Meğer, arife günü, bütün civar köy sakinleri kaplıcaya yıkanmaya gelirlermiş. Kaplıcanın yanıbaşındaki tepelerden birinde civar köylülerin rengarenk demetler halinde, halka halka halay çekerek hamama doğruyaklaştıklarını seyrettim. Kadınlı erkekli geliyorlardı. Aralarında çocuklar da vardı.Kaplıcaya gündelik iş elbiseleriyle geldiler, yıkandıktan sonra rengarenk bayraml ıklarını giydiler, sıralarını beklerken, türlü çeşit oyunlar çıkardılar; bütün bunlar kendiliğinden ve harikulade bir intizam içinde olup bitti. Ben de kırmızı dağların arasında kaybolan Beki Kaplıcaları’nda, hayatımın en güzel bay ramını yaşadım.” (**) Çorum’u, Çorum’un insanlarını da çok sever Bedri Rahmi. İlginç anıları daha Çorum’a giderken başlar. Bir röportajında Çorum’a giderken y aşadığı ilginç bir anısını şöy le anlatır; “Çerikli’den Çorum otobüsüne bineceğiz. Resim tezgahını otobüsün üstüne yerleştire dururken otobüs dolup taşmış. Arka kapıyı zorla kapattıkları zaman kendimi yolcuların dizleri üstünde buldum.” Bedri Rahmi böyle düşer düşmez yanında bulunan iki asker onu kaldırır.. Tıklım tıkış otobüste nefes alacak hava yoktur. İnsanlar fenalaşır. Öğürenler, kusanlar... Yolcular bağıra çağıra şoföre durmalarını söylese de ne şoför ne de muavin oralı olmaz. Bedri Rahmi sinirle elindeki termosu muavinin kafasına tam indirecekken otobüs durur. Yolcular kendilerini dışarı atarak rahatlarlar. 5-10 dakika moladan sonra tekrar bir kıyamet kopacak diye beklerken bir türkü patlar; “Aman bir yıldız doğdu yüceden, şavkı vurur pencereden...” Ve otobüs Çorum’a neşe içinde bir düğün alayı gibi varır...Bedri Rahmi şaşkındır... Anadolu insanının kendi tanımıyla bir garip düny anın insanlarının y üzleridir bunlar...Kimi zaman öfkeli , kimi zaman ise küçük şeylerle mutlu olmasını bilen kanaatkar, çilekeş Anadolu insanıdır gördüğü... O güne kadar yabancı olduğu bu dünyanın insanlarına karşı derin bir
106
onurlu aydinlar 2.indd 106
11/5/14 8:22 PM
sevgi besler. O ünlü “Karadut “ şiirindeki “Çatalkara”sınında bir öy küsü vardır. Bir gün İskilip Kalesi’nin karşısına tuvalini kurmuş resim yaparken, yanıbaşındaki boş alanda çığlık çığlığa top oynayan çocukları fark eder. Onların ellerine kağıt kalem verir ve İskilip’te ne kadar meyve varsa adlarını yazmalarını ister. Çocuklaruzay ıp giden meyve listesine bir de Çatalkara diye bir şey yazarlar. Bedri Rahmi bunun ne olduğunu sorar çocuklar anlatır. Çatalkara, yer yer mora kaçan, kuzguni renkte bir kara üzüm salkımıdır. O kadar güzel anlatırlar ki çocuklar bu üzüm salkımını. Bedri Rahmi pazarda eliyle koymuş gibi bulur “Çatalkara”sını... “Çatalkara, kat kat kara, özlü, tatlı, uçsuz bucaksız kara, pırıl pırıl kara, bilal kara, bir dilimi zehir zıkkım, bir dilimi candan tatlı kara. Sevda karası...” “Çatalkara”yı çok sever Bedri Rahmi. Tıpkı Anadolu’y a, Anadolu insanına ait ne varsa sevdiği gibi... Yıllar sonra bir Avrupa yolculuğu dönüşü, yanında getirdiği bir top kağıda gümrükte el konulmak istenir. Ukala gümrük görevlisi “Bu güzel kağıtlara ozkargacık burgacık resimlerinden yaparsan yazık olur. Bu kağıtların üzerine o güzel şiirlerinden yaz.” der ve başlar Bedri Rahmi’nin Karadut şiirini okumaya; “Karadutum, Çatalkaram, çingenem Nartanem, nurtanem, birtanem...” Bedri Rahmi dayanamaz keser ve sorar; “Sen Çatalkara nedir bilir misin?” Gümrük görevlisi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırır. Bedri Rahmi’nin ise cevabı şöyle olur; “Bunun anlamını anlamak için İskilip’e gitmeniz gerek...” Paris’i, Londra’yı görmüştür ama y ıllar önce gördüğü Anadolu’su ve Çatalkarasının sev dasını hala yüreğinde taşımaktadır. Bedri Rahmi Çorum’dan epey yüklü eserlerle döner. Çorum’un kırmızı kiremitli yoksul evleri, telli kavakları ve çok sevdiği köylüleri Bedri Rahmi’nintuv allerinde .lümsüzleşir. Çorum özelinde duyduğu Anadolu sevgisini daha sonraları da tuvallerine yansıtacaktır.1943’te Beşinci Devlet Resim ve Hey kel Sergisi’ne, 6 Çorum resmiyle katılır. En çok bilinen eseri “Han Kahvesinidaha sonra “Han Kahveleri Dizisi” izleyecektir. Bugün ressamın pek çok eseri kayıptır. Peki ne olmuştur da onun ve pek çok ressamın eserleri kaybolmuştur? Bunu yine Bedri Rahmi’nin kaleminden okuyalım;
107
onurlu aydinlar 2.indd 107
11/5/14 8:22 PM
“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde sene 1938 içinde, mevsim yaz iken, irili ufaklı bütün ressamlarımızı sevindiren bir havadis gerçek oluyordu. Her yıl ressamlarımız onar onar yurt gezilerine gönderiliyordu. Yol paralarıyla birlikte beş yüz lirayı bulan bu rakam mühim bir şey değildi ama ressamlarımızın arasında girişilmiş olan en hayırlı, en verimli alışveriş bu oldu. Dört tablo yerine on dört tablo getiren oldu. Ömründe Pendik’ten öteye adım atmamış bazı ressamlarımız bu geziler sayesinde yurdun bir ucundan girip ötesinden çıktılar. Kısacası şu son yirmi beş sene içinde ressamlar ımızın görüp görebilecekleri rahmet bu olmuştur. Peki bu tablolar ne oldu? İşte burası oldukça dokunaklı bir hikayedir. Bundan dört beş sene evvel bu tablolara Ankara’da bir lisenin bodrumunda rastladık. Bir ressam arkadaşla bazılarını seçecek ve gün ışığına çıkaracaktık. Bütün bu emekler, sevinçler, acılar, tasalar içinde işlenmiş olan elli ressamın yüzlerce eseri bir bodrum katına rastgele atılmıştı. Kiminin çerçevesi fırlamış, kiminin kasnağı...Kiminin beli bükülmüş, kiminin tutar tarafı kalmamış. Bunlar arasında büyük tamire muhtaç olmayanlardan bir kaç tanesini temizledik... Toz toprak içindeki tablolarqarasında kendi resimlerimi güç bela tanıyabildiğimi söylesem mübalağa sanmayın. Bunları asacak yer mi yoktu? Bunları tıka basa bir bodrum katına atmakta ne mana vardır? Burasını anlayamadık gitti. Yüzlerce resim arasında en aşağı elli tanesi Avrupa galerilerinde bizi utandırmayacak kadar sağlam işlerdi.” Olay trajik bir öyküden ibarettir... Bir sanatçının duyabileceği en büyük acılardan biridir bu. Belki de en büyük acı ... Bedri Rahmi’de, resimlerinin akıbetini öğrenen diğer ressamlar da aynı hayal kırıklığına uğrarlar.Gerçekten de Bedri Rahmi’nin dediği gibi bu resimleri asacak bir duvar bile yok mudur? Vardır elbette. Ama halka da, sanatçıya da değer vermeyen politikacılar elbette ki sanata da hiçbir değer vermeyeceklerdir. Hepsi politik birhesaptır. Yurt Gezileri, açılan sergiler hepsi politikacıların politik çıkarları gereğidir. Yıllardır bir kenara itilen sanatçılar bu yurt gezileriyle ‘sahipleniliyor’ görülmüş ve eserleri bodrum katında çürütülerek emekleri hiçe sayılmış, onurlarıyla oynanmıştır.
108
onurlu aydinlar 2.indd 108
11/5/14 8:22 PM
Ama ne bu olay ne de daha sonra yaşayacakları baskılar, değerverilmeme olgusu sanatçıların halka duyduğu sevgiyi öldüremeyecektir. Bedri Rahmi daha sonra ki yaşamında da güzel eserler vermeyi sürdürecek, şiirlerinde de Anadolu’ya ve Anadolu insanına duyduğusevgiyi dile getirecektir. “Memleket” der örneğin; “Türküler Dolusu” bir avuç memleket... Bedri Rahmi serbest konuşma diliyle yazdığışiirlerini, “Yaradana Mektuplar (1944), Karadut (1948), Tuz (1952), Üçü Birden (1953),Dördü Birden, Karadut 69, Dol Karabakır dol (1974)” adlı kitaplarında toplamıştır. Şairliğinin yanında aynı zamanda bir yazar olan Eyüboğlu’nun, “Canım Anadolu (1957), Tezek (1975), Delifişek (1975)” adlı gezi, “ Nazmi Ziya (1937)” adlı monografi kitapları ölümünden sonra yayı mlanmış olan “Yaşadığım (1977)” adlı ş ir ve “Resme Başlarken (1977)” adlı deneme kitapları vardır. Ayrıca çeştli resim ve çizimleri , “ Binbir Bedros (1977), Karadut (1979) ve Babatomiler” adlı albümlerde toplanmıştır. 2000 Ocak
109
onurlu aydinlar 2.indd 109
11/5/14 8:22 PM
110
onurlu aydinlar 2.indd 110
11/5/14 8:22 PM
YÖNETMEN BEKLAN ALGAN GELDİ GEÇTİ mehmet esatoğlu Yetmişli yıllar. İstanbul’un Tepebaşı semtinin ortasında büyük bir yapının içinde altmış genç toplanmış. Yapının içinde marangozluk aletleri var. Zeminin değişik yerleri tahta kalıntıları ve kırıntılarıyla dolu. Burası bir tiyatro. Daha doğrusu yanmış bir tiyatronun marangozhanesi. Görkemli bir mimarisi olan tiyatro binası (Dram Tiyatrosu) Beyoğlu’nun ortasındaki bu araziyi kendi çıkarları için kullanmak isteyen birileri tarafından yakılmış. Yangın binayı yakıp yok etmiş ama marangozhane sağlam duruyor. Tiyatronun arsasına el koymak isteyenler ellerini ovuşturarak binanın çevresinde dönüp dururken binayı ya da tiyatroyu o çıkarcılara kaptırmak istemeyen bir kültür-sanat adamı burada “deneme sahnesi” kurma hedefiyle harekete geçiyor. Ülke ilginç bir dönemeçte. Kısa bir süre önce askeri darbe yapılmış. İlerleme ve aydınlanma yolunda önemli adımların atıldığı, emeğin kendi ekseninde örgütlendiği, üniversitenin bir bilim yuvası olarak ışığını ülkeye saçtığı, ülkenin elli yıldır çözülemeyen sorunlarıyla yüzleşilip hesaplaşıldığı ve çözüm için adımlar atılmaya çalışıldığı bir ortamda ordu darbe yapmış, binlerce insan hapislere tıkılmış, onlarca ilerici, devrimci genç
111
onurlu aydinlar 2.indd 111
11/5/14 8:22 PM
kurşunlanarak öldürülmüş, üç devrimci genç ise idam edilmişti. Devletin çatısı altında “sağlıklı bir sanat kurumu” var etmek için neredeyse bir ömür harcamış tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın başına yeniden getirildiğinde ise 12 Mart darbesi günleri geride kalmıştı. 1974’de şair Can Yücel’in “Af bir atıfettir / şartı bunun nedamettir,/ Nedamet te hiyanettir, / Hiyanet te fazilettir / Fazileti faşizmin... / Hiiç merak etme, / bunlar eveleye geveleye /böyle / Eninde sonunda Affı verecekler bize. / Amaaaa / Biz onları / Biz onları affetmeyeceğiz, / azizim.” dizelerini kaleme aldığı günlerde ülkede başka bir rüzgar esiyordu. “Af”la mapushaneler boşalmış ve ülkede politik mücadele yeniden yükselmeye başlamıştı. Şehir Tiyatrosu da bu rüzgardan nasibini alıyordu. Yeniden yönetime gelen Muhsin Ertuğrul “Ben ne yapacaksam çocuklarımla yaparım” diyerek ülke tiyatrosunun aklı başında bir dolu sanatçısını tiyatronun çatısının altına çağırmıştı. O günler Şehir Tiyatrosu’nda oyun seçiminden tiyatral atılımlara önemli adımların atıldığı bir dönem oldu. Yakılmış tiyatronun marangozhanesinde “deneme sahnesi” açma düşüncesi de o günlerin rüzgarıyla öne çıkmış bir projeydi. Bu projeyi gerçekleştirmek için gençlere gereksinim vardı. Ülke gençliği ise kulaktan kulağa haberleşerek koşmuş, gelmiş marangozhaneyi doldurmuştu. Parıltılı gözlerle çağrıyı yapana bakıyorlardı. Çağrıyı yapan yönetmen Beklan Algan’dı. 40 yaşının olgunluğu ve birikimiyle duruyordu karşılarında. Kafasında, gönlünde deneme sahnesini var edecek bu genç leri bilgiyle deneyimle yoğurarak yetiştirmek yatıyordu. Beklan Algan bilgiyi ve deneyimi kendi tekelinde görmezdi. Çok yönlülüğü ve sesliliği yeğlerdi. Bu perspektifle Tepebaşı Deneme Sahnesi’nin temelini oluşturacak
112
onurlu aydinlar 2.indd 112
11/5/14 8:22 PM
gençleri yetiştirecek eğitmenleri bir araya getirdi. Duygu eğitiminden gövde eğitimine, değişik estetik yaklaşımlarla oyun üretimine dek birçok alanda eğitim verecek geniş eğitimci kitlesi kolları sıvadı. Taner Barlas’dan Józef Szajna’ya, böyle bir kadroyu toparlamak için Beklan Algan olmak gerekirdi. Tepebaşı Deneme Sahnesi harekete geçiyordu. Ancak kış koşullarında soğuk marangozhaneyi ısıtmak olanaksızdı. Tiyatroda yönetici kılığında gezinen zevat marangozhanenin ısıtılamayacağı, orada tiyatro yapılamayacağı yolunda “kurt masalları” anlatıyorlardı. Beklan, sıkıntılı bir yüzle dinliyordu onları. Ancak anlatılanlara kulak asmıyordu. Çünkü o bir tiyatro savaşçısıydı. Onların uyduruk önermelerine kansa o büyük savaşımı nasıl kazanırdı? Zorlu kış günlerinde marangozhaneyi ısıtmak için her yolu denedi. Ancak her defasında önüne başka bir engel çıkarıldı. Öğrencilerini hasta etmemek için çalışmalarını Beyoğlu’nda Yeni Komedi Tiyatrosu’nun fuayesinde sürdürdü. Tiyatronun fuayesi, balkonuna çıkan merdivenleri, gardrobu birer eğitim alanı oluvermişti. Bir yandan eğitim sürüyor öte yandan gazeteci Zeynep Oral’ın “Adsız Oyun”u çalışılıyordu. Bilgi ve deneyimi ile yoğurduğu genç oyunculara birer armağan sunarcasına rollerini dağıttı. Onları öylesine bir bilinç ve duyarlıkla yetiştirmişti ki herkes kendi rolüne olduğu kadar arkadaşının da aldığı role seviniyordu. Hemen ardından karşılıklı rol çalışmalarına girişiyorlardı. Provalar tüm gün sürüyordu. Oyun çalışmalarına katılan gençler bir yıl boyunca ücret almadıklarından provalara gelecek yol parası bulamıyorlardı. Ancak onlar Beklan Algan’la üretmeye öylesine gönülden bağlanmışlardı ki saatler öncesinden yola çıkıp yürüye yürüye tiyatroya varıyorlardı. Prova yapan gençleri doyurma işini ise dekoratör ve mask
113
onurlu aydinlar 2.indd 113
11/5/14 8:22 PM
sanatçısı Güner Peyman üstlenmişti. Kasaplardan ücretsiz topladığı kemiklerden çorbalarla doyuruyordu gençleri Peyman. Bu, kurum yaratmak için verilen büyük bir savaşımdı. Beklan Algan da bu savaşımı bir yaşam biçimi olarak görüyordu. “Adsız Oyun” yüzyıllar boyu kurulu sisteme başkaldırmış kişileri konu alan bir oyundu. Sokrates’ten Dimitrov’a başkaldıranlar bir kez daha mezarlarından çıkarılıp yargılanıyordu. Bir dönem önce gençleri idama mahkum etmiş darbenin yargıçları misali üç yargıç sorguluyordu çağlar boyunca başkaldıranları. Tam yanı başında ise sistemden pay alanlar bitip tükenmez bir yeme içme faaliyeti içinde seyrediyorlardı olup biteni. Beklan Algan için bu oyunu klasik çerçeveli bir İtalyan sahnede sergilemek olası değildi. O da mekan olarak marangozhaneyi seçmişti. Onun sahne tasarımı geniş bir alana yayılmıştı. Düşlediği, izleyicinin yanında önünde, arkasında kimi zaman ayaklarının dibinde onlarca oyuncunun yan yana oynayacağı bir oyundu. Algan oyun sahnelerken oyuncunun önüne açtığı geniş alanda onunla birlikte ilerlerdi. Sergilenecek rolün boyutları ona göre metnin yazdıklarının çok ötesindeydi. Metin rol için bir ışık yakardı. Beklan Algan ise bu ışığın aydınlattığı alanı provada genişleterek ilerlerdi. Onunla yeni çalışanların provalarda kafaları karışırdı. Onun tek bir satırdan bu kadar çok boyutu nasıl ürettiğine şaşarlardı. Eğer süreç içinde onunla düşünsel ve sanatsal bir yolculuğa çıkmayı başaramazlarsa bir süre sonra tıkanıp kalırlardı. Bu tip oyunculardan biri “Adsız Oyun”da hamile kadın rolüne seçilmişti. Bir yanda başkaldıranlar yargılanacaklar öte yanda bir hamile kadın acılar içinde kıvranıp duracaktı oyun boyu. Algan oyuncuya hamile kalmanın, çocuk doğurmanın güzelliğini anlatan uzun bir konuşma yaptı. Hepimizin kafası allak bullak oldu. Yirmili yaşlarda kafamızda dar bir bakışla yaklaştığımız kadın-erkek ilişkisinin
114
onurlu aydinlar 2.indd 114
11/5/14 8:22 PM
bu kadar geniş boyutlu olacağını düşünememiştik. Bizler öğrendiklerimizden ötürü coşkuluyduk ama kazın ayağı öyle değildi. Kadın oyuncu ertesi gün provaya gelmedi. Birkaç gün sonra ise bir gazetede verdiği demeci okurken şaştık kaldık; “Beklan Algan provada seks egzersizleri yaptırıyordu onun için rolümü bıraktım” Beklan Algan Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde bir tiyatro dünyası kurdu. Bürokrasinin ve ilişkilerinin kapıdan giremediği bu alan fiehir Tiyatroları’nda hep farklı bir mekan olarak yaşadı. Bertolt Brecht’in “Cesaret Ana ve Çocukları”, Peter Weiss’ın “Marat-Sade” oyunları bu çatı altında gerçekleşti. 12 Eylül 1980 darbesinin hedefleri arasında Tepebaşı Deneme Sahnesi ve Beklan Algan da vardı. Önce Algan 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu ile tiyatrodan atıldı. Ardından dozerler onun tiyatrosuna yöneldiler. 1987 yılında 1402’liklerle birlikte fiehir Tiyatrosu’na döndü Beklan Algan. Yeniden kolları sıvadı. Hep yanı başında bulduğu Muhsin Ertuğrul ölmüştü. Tiyatro dünyasını kuracağı bir marangozhane bile kalmamıştı. Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun arka odalarında bir yerler gösterdiler. Son düşü Tiyatro Araştırmaları Laboratuarı’ nı (TAL) burada kurdu. TAL geniş bir odada çalışmaya başladı. Oysa onun düşleri alanlara sığmazdı. TAL’de oyuncu Erol Keskin ve Ayla Algan’ın başını çektiği bir ekiple metnini Güngör Dilmen’in kaleme aldığı “Troya İçinde Vurdular Beni” adlı çalışmasını sahneledi. Hep sahnelemeyi düşlediği Alman yazar Goethe’nin “Faust”unu ise çok uğraşmasına rağmen gerçekleştiremedi. Beklan Algan’ı hep ilerici, atılgan ve yaratıcı yanlarıyla tanıdım. O da ölümüne dek duruşu ile bunu doğruladı. 2006 yılında da bunun bir örneğini yaşadık. Yazar BilgesuErenus’la birlikte tecride karşı “Hepimiz Tecritteyiz” adlı oyun çalışması hazırlarken bir döndük baktık ki yanı başımızda ve bütün yüreği ile bizi destekliyor. Beklan Algan inançları, hedefleri ve kavgası olan bir sanat adamıydı.
115
onurlu aydinlar 2.indd 115
11/5/14 8:22 PM
Onu anlamasını beklediği resmi çatılardan beklediği desteği göremedi. Aksine onlar kendi kokuşmuş yapılarına zarar vereceği endişesiyle ona karşı durdular. Ama ne yaparlarsa yapsınlar o ülke tiyatrosunda yerini aldı. Onun çizgisinden gitmek isteyenler ise en az onun kadar yürekli ve kararlı olmak zorundalar.
“Eğer tiyatro, yapıldığı sürece var olup, belgelenmesi olanaksız sanat dalının, deney taşında dövülüp, ayıklanması ise; geçmişi değerlendirip, geleceğini yaratacak biçimde, yazarı, oyuncusu, sahneye koyucusu, tüm teknik ekipleriyle birleşik ekip çalışmasının ürünü olacaksa, ancak seyirciyle varolobileceğinin bilincinde, oluşumuna seyirciyi de yaratıcı güç olarak katmayı yeğliyorsa, eğer tiyatro, yaşamın dinamik ve değişken yansıması ise; ulusal ve evrensel kültürün sentezinde, kendi oluşumunu hazırlıyorsa, teknoloji ve bilimde olduğu gibi tiyatroda da çağdaş olabilmenin yol ve yöntemi, planlı araştırma ve denemeden geçecektir. Denemeler günümüzün tiyatrosunu doğuracaktır.” (Beklan Algan)
2010 Ekim
116
onurlu aydinlar 2.indd 116
11/5/14 8:22 PM
GIARDANO BRUNO 1548-1600
Şimdi gecedir ve Bruno, ustası Kopernik’in kitabını okuyor. Bu kitabı zaten zor buldu ve gizlice okuyabiliyor ancak. Ki bu satırlara değen gözlere selam olsun, çünkü doğru tahmin ettiniz: Bu yazı filozof, şair ve astronomi bilgini Giordano Bruno’nun macerasına dair. O halde serüvene devam edip açalım tarihin perdesini. Bruno’nun gizlice okuduğu kitabın tam adı şudur: “Torn’lu Nikola Kopernik’in Gök Kubbelerin Dönmesine Dair Altı Kitabı”. Kopernik bu eserinde bahsettiği sonuçlara hangi yoldan vardığına ilişkin der ki; “… yıldızların, dünyamızın çevresinde döndükleri inancına dayanarak gök olaylarını çözemiyorum. Birde tersini deneyeceğim. Dünyamızın onların çevresinde döndüklerine inanarak bakacağı m gök olaylarına…” Kopernik’e gök olaylarını çözdürtmeyen bakış açısı, din-kilisenin bakışıdır. İkincisi ise bilimsel bakıştır ve öyle baktığı için gerçeği görebilmiştir Kopernik. O gerçeği bugün bilmeyen yok gibidir: Dünyanın biçimi küre şeklindedir… Dünya diğer gezegenlerle beraber güneşin etrafında dönüyor… Ama bu bilgiler o günün dünyası için sarsıcıydı. Çünkü din hakim ideoloji konumundaydı ve bu haliyle de, bilime gelişeceği bir zemin bırakmıyordu. Bilim dinsel zeminde olacak ve ona hizmet edecekti. Değilse, şeytan işi bir sapkınlık sayılıyordu bilim… İşte bu yüzden uzun süre kitabını yayınlayamadı Kopernik. Çünkü Engi-
117
onurlu aydinlar 2.indd 117
11/5/14 8:22 PM
zisyon tarafından sapkınlıkla suçlanıp yakılmak, ciddi bir ihtimaldi. Öyle ya, yeni bilgiler, eski harafeler üzerinde kurulu saltanatları sarsar her zaman. Taht sahipleri bu sarsıntıdan korktukları için, hayata dair yenilik içeren bilimsel-devrimci düşüncelere daima düşman olurlar. Biraz önce, Kopernik için “Bruno’nun ustası” dedik ama fikri bir rehberlikten ibarettir bu ilişki. Zira Kopernik, kitabının yayınlandığı yıl olan 1543’te ölmüş, Bruno ise 1548’de doğmuştur. Ki bir asker ve şairin oğlu olarak dünyaya gelen Bruno, ondört yaşında Dominiken tarikatına ait bir manastıra girdi. Ve bir Dominiken papazı olacak şekilde yetiştirilmeye başlandı. Adını, kurucusu Dominik ve Guzman’dan alan bu tarikatın üyeleri, kendileri için “tanrının köpekleri” diyorlardı. Bayraklarındaki sembol, ağzında meşale tutan bir köpek başıydı. O denli bağnaz ve kıyıcılardı ki, kısa sürede Engizisyon’un köpeği olarak ün yaptılar. Engizisyosoruşturmalarında ve işkencelerde görev yaptılar. Tarikatın adı en çok bilineni Akinyolu Thomas (1227-1274) isimli filozof-din bilginidir. Aristo’nun düşüncelerini hıristanlığa yedirerek kullanmıştır. Yazdığı “Din Bilgisinin Esasları” kitabı, türünün klasik eserlerindendir. Genç Bruno’nun girdiği manastır, işte bu Dominkenlerin eindeydi.Kendilerince klasik eserlerden oluşan, epeyce geniş kitaplığı vardı manastırın. Ve öğrenme arzusuyla dolu olan Bruno, habire okuyordu. Kısıtlı imkanlar içinde, insanlığn oluşturduğu ve insanları oluşturan birikimi özümsemeye çalışıyordu. Eski Yunan filozoflardan Arap bilginlerine kadar, okuma eylemini sürdürüyordu. Okudukça, araştırdıkça, düşündükçe, din büyüklerinin yazdıklarının akıl dışı ve karanlık olduğunu fark ediyordu. Onların dillerinde cehennem azabı, şeytan, günahtan başka bir şey yoktu. Her şeyi getirip bir biçimiyle onlara bağlıyorlardı. Hepsinin özetide aynı yere çıkıyordu: Ey insan sen bir gü nahkarsın! Cehennemde cayır cayır yanmak istemiyorsan, boyun eğmelisin. Görünürde tanrıya boyun eğmek kılıfına sokulmuştu bu tahakküm ilişkisi. Ama işin aslı nda din büyüklerine, krallara ve çeşitli derebeylerine kul köle olmak dayatılıyordu halka. Baş eğmeyenler ise “zındık”, “kaşr”, “cadı” sayılıp Engizisyonun hışmına uğratılıyorlardı. Yüzünden kan damlayan besili papazlar, yoksul insanları dinsiz diye işkenceden
118
onurlu aydinlar 2.indd 118
11/5/14 8:22 PM
geçirip yakıyorlardı. Bir yandan okudukları, bir yandan gördükleri Bruno’nun iç dünyasında fırtınalar yaratıyordu. Bilimin rüzgarı köhne harafeleri savuruyor ve Bruno’nun bilincini keskinleştiriyordu. Ki okumak Bruno için gerçekten de bir eylemdi. Çünkü yasaklı kitapları edinmek, cesaret işiydi. Üstünde bulunsa başı belaya girerdi. Ama böylesi olasılıklar yüzünden, okumaktan vazgeçemezdi. Korkuyordu belki ama korkusundan daha büyüktü yüreği. Ve işte o büyüklülük karşısında küçülüyordu cümle korkular. Zulalar yapmıştı kitapları için. Ama esas zulası kafasının içiydi elbette… İşte bu okumaları sonucunda Akinyolu Thomas’ın zindanından Aristo’nun bahçesine çıktı Bruno. Ve giderek Aristo’nun yanılgılarla dolu bahçesinin duvarları olduğunu keşfetti. Engel tanımayan ruhu, o duvarları da aştı. Artık bilim dışı hiçbir şeye boyun eğmeyecek, sadece bilimin peşinden gidecekti. Tanrının köpeği değil, ama aşığı olmaya hazırdı. Öyle de oldu… Ondaki değişimin, manastır ortamında hissedilmemesi mümkün değildi. Bruno göz hapsindeydi. “sapkın” olduğundan şüphe ediyor ve bir açığını bulmak için pusuda bekliyorlardı. Bruno ise, sıradan papazlık işlerine devam ediyordu. Doğanları vaftiz ederken, ölmek üzere olanlara da günah çıkartıyordu. Böylece doğum ve ölüme yakından tanık oluyordu. Ne kadar da doğal, ne kadar da birbirini tamamlayan dönüşümlerdi bunlar… Böylesi işler için, manastır dışına çıkıp Napoli’ye gittiğinde, yasak kitaplar edinmeye devam ediyordu. Kopernik’in kitabı da eline böyle geçmişti. Ve yeni bir yol açmıştı ufkunda. Adımladıkça Kopernik’in sınırlarına da ulaştı. Ve artık geri dönülmez bir biçimde anladı ki; fokur fokur kaynayan cehennem ile, içinde hürilerin dolaştığı cennet arasına sıkışmış bir mekan değildir dünya. Güneşin çevresinde bulunan bir gezegendir. Ama, daha da ötesi olmalıydı Bruno’ya göre. Gerçi Kopernik, ötesine geçmek istememişti belki ama,
119
onurlu aydinlar 2.indd 119
11/5/14 8:22 PM
onu da aşan bir adımın eşiğindeydi Bruno. Güneşe benzeyen başka yıldızlar da olmalıydı evrende. O halde Demokrit, Epikür, Kukretius gibi materyalist filozoflar haklıydı: Evren sonsuz ve güneşler sayısızdı… Bruno’nun gözleri, kamaşarak açılıyordu bu hakikat karşısında. Çıktığı yolda sadece kilisenin değil, dünyanın duvarlarını da parçalamıştı. Gözlerinin önünde uzanıyordu artık evrenin sonsuzluğu bilgisi. Ve Bruno şahsında insanlık, bu bilgiyi kavramanın yeni bir adımını daha atıyordu. Ki daha önce, bu bilginin eşiğine gelen kimileri, korkuya kapılıp geri dönmüşlerdi. Ama Bruno, bilimi meşale yapan insanlığın yolundan şaşmadı, beynini ve yüreğini açtı bilimsel gerçekliğe… Bir yanda içinde gezegenler, yıldızlar olan uzayın sonsuzluğu, diğer yanda gözle görünmez zerreciklerden oluşan sonsuzluk… Ve bu ikisini kavramaya çalışan insanlığın o andaki adı: Bruno! Karanlık zihinlerin kara cübbeleri, Bruno’nun etrafında yaptıkları pusudan çıkmakta gecikmediler. En nihayetinde 130 maddelik bir suçlama listesi hazırladılar. Suçlayıcılar için, Bruno’nun durumu net sayılırdı. Hemen katledebilirlerdi ama kılıfına uygun olmalıydı bu iş. Ne de olsa, kendi tarikatlarından sayılırdı hala. Oysa, insanlığı karanlığa mahkum eden din bezirganlarının yolundan çıkalı çok olmuştu Bruno. Artık, bilimin aydınlık yolunda ilerleyen insanlığı taşıyordu omuzlarında… Papaz cübbesini çıkartmanın vakti gelmişti. O da öyle yaptı ve halkın giyisilerine büründü. Bir de kılıç kuşandı. Bundan böyle silahlı bir filozof, şair ve bilim aşığı olarak devam edecekti macerasına. Ki insanlığın bilimlessilahlanmış yüzüydü Bruno. Tam da bu nedenle kaçaktı, ilegaldi ve ayrılıyordu İtalya’dan… şehirden şehre, ülkeden ülkeye sürdürdü firari yaşamını. Her gittiği yere taşıdı bilimin ışığını. Ama bu aydınlık, ürkütüyordu o kaftanlı muktedirleri. Öyle ya, halkın gözü bir açılırsa, kendilerine soylu diyen soysuz haramilerin gerçek yüzünü görürdü. Görmesinlerdi. Halkın gözü hep kör kalsındı. Bilimsel düşünce tehlikeliydi ve Bruno, yakılması gereken bir zındıktı. Hal böyle olunca, hiçbir yerde uzun süre kalamıyordu “Ve serüvenciler düşer yollara…” misali, devam ediyordu
120
onurlu aydinlar 2.indd 120
11/5/14 8:22 PM
büyük yolculuğuna. Çünkü o bir aşıktı. Bilim aşkıydı Bruno’yu yollara düşüren. Tehdit, emir ve fermanlara papuç bırakacak biri değildi. Muktedir sofralarında zıkkımlanmak için, ruhunu satacak bir riyakar hiç değildi. Bruno, bilgisinin ateşini gittiği her yere taşımaya devam etti. Ve özetin özeti olarak, savunduğu düşünceler şöyleydi: “…Kopernikus sisteminden esinlenerek evrenin sonsuzluğunu kavramış. Tanrının da, varsa eğer, ancak böyle bir sistem içinde,sonsuzlukta gerçekleşebileceğini düşünmüş. Aristoteles’in evreni bölümlere ayırmasını açıkça gülünç buluyor. Ona göre gök, sonsuz evrendi. Akıl için iki sonsuz olmayacağına göre Tanrı ve Evren bir ve aynı şeydiler. Tanrı evrenin yaratıcısı değil, kendisidir. Yaratılan birey yoktur, olmakta olan bir şey vardır. Ne yaratan vardır, ne de özgürce bir yaratma işi. Bunların yerine doğayı ve meydana gelme zorunluluğunu koymamız gerekir…Ölüm hayatın bir değişmesindan başka bir şey değildir. Sadece her şey sürekli olarak değişir, o kadar. Bu değişim sonsuzdur. Tohumlar başka tohumlara yönelirler, değişirler. Örneğin tohum, ot olur, başak olur, ekmek olur, kan olur, insan tohumu olur. İnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki tohumu olur. Bu değişmeler ve yenileşmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir.” 2 Böylesi düşünceler, dinsel taassup altında inleyen Avrupa için sarsıcıydı. Engizisyonun zulmü, şafaktan önceki zişrisini yaşıyordu. Dillerinden İsa’yı düşürmeyen egemenler, yoksulların felaketine sebep olarak semiriyorlardı. Bu sömürü çarkına şkri veya fiziki olarak çomak sokanların karşısına Engizisyonu çıkartıyorladı. İşte bu tablo içinde, sözünü sakınmadan konuşan Bruno da “tehlikeli” sayılıyordu. Kendisinden önce ismi geliyordu gideceği şehirlere. Ve sinsi gözler, her adımını izliyorlardı. Cenevre’deki günleri, böyle bir kuşatma altında geçti. Katıldığı tartışmalarda, bilim adamı geçinen sahtekarları teşhir edince, hapishaneye bile atıldı. Neyse ki tutsaklığı kısa sürdü ama kenti terk etmek zorunda kaldı. Serüvenciler için “Ne bir adresleri vardır onların, nede aşktan başka bir
121
onurlu aydinlar 2.indd 121
11/5/14 8:22 PM
sığınakları” diyen şarkı, doğrudur elbette. Ve yeni mekanı Fransa’daki Tuluz Üniversitesi oldu Bruno’nun. Küşü hurafeleri yineleyen hocalara hiç benzemeyen bu bilim aşığını, ilgiyle dinliyordu öğrencileri. Çünkü öğrencilere bilim aşkının ne ve nasıl olduğunu somutluyordu Bruno. Onun bilimsel aşkınlığından, şairliğinden ve düşüncelerinden ürken diğer hocalar, Bruno’yu zındıklığıyla baş başa bırakıp “şükretmeye gittiler Tanrıya, papaza, krala / acı-larımız üstüne cenneti kuranlara”3 Bruno ise, orada daha fazla kalamayacağınıgörerek, Paris’e gitti. O Paris ki, daha yeni yıkanmıştı Hügenotlar’ın kanıyla. Fransız Calvinistleri olan Hügenotlar, “zındık” sayıldıkları için “Saint Barthelemy Gecesi” denilen katilama maruz kalmışlardı. 1572 yılının 23- 24 Ağustos gecesinde, Paris’te binlerce Hügenot öldürülmüştü. Katliam öncesi, Hügenotlar’ın evlerine haç işareti çizilmişti. Ve o gece, işaretli o evlerde oturanlar çoluk çocuk demeden öldürüldüler. Sokaklara çıkartılıp boğazlandılar ve cesetler, Seine nehrine atıldı. O gecenin Paris’i bir yandan işte böyle kan ağladı, bin yandan da Saray’ın pencerelerinden yükselen kahkahalara tanık oldu. Katliamı o pencerelerden izleyen soylular, gülüyorlardı çünkü. Ki değişik mezheplerden insanları kışkırtıp birbirlerine kırdıran egemenler, dökülen kanla yağlıyorlardı sömürü çarkını… Paris’e gelişinden bir süre sonra, kralın huzuruna çıkartıldı Bruno. Kral, onun bilimsel yetkinliğinden etkilendi. Ama bu etkinin kapsamı, kral için ilgi çekici yeni bir eğlenceye sahip olmaktan öte değildi. Bruno bu durumu kabul edip, tahtın dibinde uslu uslu oturursa, unvan ve zenginlik elde edebilirdi. Saray uleması olarak, şatafatlı bir yaşam sürebilirdi. Ne kaçma kovalamalar ne de tehdit ve tehlikeler, hepsi geri de kalırdı. Ama bu, elbette krala uşaklık etmek şartına bağlıydı. Böylesi bir soytarılık için, yola çıkmamıştı Bruno. Dahası, haddinden fazla uşak ve kral, insanlığın yolunu kesmek için uğraşıyordu zaten. Onlardan biri olmayacaktı. Kral eteği öperek, elde edilen unvan ve zenginliğin, zerre kıymeti yoktu Bruno için. O bir kapıkulu değil, bilim savaşçısıydı. Ölüm tehditlerine teslim etmediği ruhunu, rahat yaşam teklişerine de satmayacaktı. Nite-
122
onurlu aydinlar 2.indd 122
11/5/14 8:22 PM
kim dilini tutmadığı gibi, şaha kaldırdı yine. Ve bilimin yücesinden, sahtekarlığın düzüne inmediği için hakkında fermanlar çıkartıldı. Bunun üzerine, Fransa’yı da terk edip İngiltere’ye geçti… İngiltere’nin bugün de meşhur olan Oksford’unda bilimsel tartışmalara katıldı. En bilgili profesör diye karşısına çıkartılanların hurafelerini, çöplüğe yolladı. Ama yarasalar gibi gözleri yobazlık karanlığına alışan Oksford ulemaları, bilimsel aydınlığa tahammül edemediler. Bir kez daha yol görünmüştü Bruno’ya. İngiltere’de kalamazdı artık… Ülkeler, şehirler değişiyor ama, dinsel gericilik her yerde hep aynı kalıyordu. Kendisi gibi düşünmeyeni susturup yok etmek üzerine kuruluydu gericiliğin iktidarı. Ki onlara göre Bruno, katli vacip bir zındıktı. Yakılmalıydı. Ama henüz değil. Çünkü, henüz ele geçiremediler. Cenevre, Tuluz, Paris, Londra, Magburg, Vittenberg, Prag, Frankfurt… Avrupa’yı dolaşıyordu Bruno. Her gittiği yerde bilimin gücüyle konuşuyor ve karşısına çıkartılan yalan bezirganlarını alt ediyordu. Böylece suçlarını büyütüyordu Bruno. Suçu malumdu: Bilim…Bir hakikat dervişi ve bilim aşığı olarak, şehirden şehre dolaşan Bruno, vatan özlemi de çekiyordu elbette. Bu arada, Dominiken Tarikatı da onu ele geçirmenin ince hesaplarını yapıyordu. Çünkü, Bruno’nun bir dönem kendilerinden olmasını bir leke olarak görü yorlardı. Temizlenmesi gereken bir leke… Kirli masalarından pis hesaplarla kalktılar. Plan şuydu: Venedikli bir soylu, Bruno’yu davet edip bilimsel çalışmalarına güvenli bir ortam sağlamayı vaat edecekti. Öyle de yaptı. Tuzaktan habersizdi Bruno. Bir ihtimal,aklından geçmiştir. Ama başına gelebilecek her şeyi, çoktandır göze alıyordu zaten. Kalkıp gitti Venedik’e. Ölecekse de vatanında ölmeliydi… Geldi ve bir süre sonra da, yakalanıp hapsedildi. Zindana atılmış olması yıldıramadı Bruno’yu. Çünkü değil bu zindan ya da Venedik, dünya bile küçük kalıyordu onun ufku karşısında. Hal böyle olduğundan, o güneş görmez esaretinde bile, özgürdü. Deyim yerindeyse, bir özgür tutsaktı Bruno. Ve Engizisyonun sekiz hafta süren işkencelerine direndi. Cellatların ifti-
123
onurlu aydinlar 2.indd 123
11/5/14 8:22 PM
ralarını reddetti. Düşüncelerini savundu ve boyun eğmedi. Papazlardan oluşan engizitörler, işlerinde ustaydılar. Ama hepsi boşunaydı. Bruno nedamet getirmedi, cellatlarından af dilemedi ve bilimi savunmaktan vazgeçmedi… Venedikli engizitörlerin başarısızlığını gören Papalık, Bronu’yu Roma’ya getirtti. Şanslarını deneyecek ve eğer mümkün olursa, teslim alma başarısını kendi hanelerine yazacaklardı. Bunun için, tam altı yıl boyunca uğraştılar. Altı koca yıl boyunca, Bruno’yu bilimsel düşünceler taşıdığına pişman ettirmek için, ellerinden geleni yaptılar. Ama başaramadılar, teslim alamadılar… Elbette, fiziken Engizisyonun elindeydi zaten. Ama bu, muktedirler için yeterli değildi. İstedikleri zaman öldürebilirlerdi, ama bu haliyle gene de teslim almış sayılmazlardı. Çünkü, esas olarak fikren teslim olmasını istiyorlardı. Bunun yolu ise, Bruno’nun kendi kendisini çürütmesi, dün savunduklarını bugün inkar etmesiydi. Engizitörler, Bruno’nun ateşini söndürmek için, nedamet getirmesini istiyorlardı. Ki ancak böylesi bir kusmuk içinde boğulan Bruno’yu teslim almış olurlardı. Fakat, yine başaramadılar: “… Tartışmalarda Bruno’nun şkirlerini çürütebilecek bir filozof daha dünyaya gelmemişti. O halde Bruno kendi kendisini çürütmeliydi. Ölümden önce, kendi öğretisini kendisi öldürmeliydi. Bilimi öven, savunan Bruno’dan, herkesin gözleri önünde, sevgilisini bilimin yüzüne tükürmesini, onu lanetleyip ondan vazgeçmesini istiyorlardı. Ama Bruno’ya bunu yaptırabilecek işkence yoktu dünyada… Bruno bu son sınayışa çoktan hazırdı zaten. Defalarca kendi kendisine şu sözlerle seslenmişti: Dayan, mert ol, cahillerin yargısı seni tehdit etse bile şkrinden dönme. Işığı karanlıktan ayırabilecek yüksek bir akıl mahkemesi vardır. Sadık, vefalı tanıklar ve avukatlar senin davanı savunacaklar. Düşmanlarınsa, kendivicdanlarından kendi cellatlarını ve seninintikamını alacak birini bulacaklar.’ İşte koridorda yine adımlar duyuldu. Kapa açıldı. Bruno’nun önünde Dominiken generali, ihtiyar bir papaz duruyordu. Papaz Bruno’ya öğretisinin din kurallarına aykırı olduğunu kabul etme-
124
onurlu aydinlar 2.indd 124
11/5/14 8:22 PM
sini, yanlış fikirlerinden dönmesini bir daha teklif etti. Bruno, son derece büyük mertlikle cevap verdi: Fikrimden dönemem ve dönmek de istemem. Döneceğim hiçbir fikir yok zaten…” 4. Bruno’nun sözleri, Engizisyonun bu tarihsel davayı kaybettiğine dair, bir hüküm olarak yazıldı insanlığın bahtına. Engizitörler’in kaybettiği gelecekti ve bunun yarattığı tahammülsüzlükle açıkladılar, diri diri yakma kararını. Dinledi bu kararı Bruno ve sonra konuştu: “ Siz kararınızı bildirirken bile korkuyorsunuz ama ben, onu dinlerken korkmuyorum.” Tarihler 17 şubat 1600’ü gösterirken, Roma’nın Çiçekler Meydanı’nın ortasına odunlar, etrafına da ahali yığılmıştı. Papa, kilise büyükleri ve çeşitli elçilerden oluşan muktedir zevat, yakma törenini izlemek için hazırdılar. Diri diri yakılacaktı yine bilimin ışığı ve aşığı. Ama birazdan yükselecek ateşler, yakanların tarihsel yenilgisini de aydınlatacaktı. O gün orada toplanan güruh ve cellatlar, bu gerçeğin farkında değildi ama Bruno farkındaydı: “ … Ateşte diri diri yakılmak suretiyle ölüme mahkum edilen Bruno, korkmadan insanların gözlerinin içine bakıyor, cellatsa yüzünü bir maske altında gizliyordu. Odunlar tutuşturuldu. Yel, ateşi körükledi. Alevler Bruno’nun ayaklarına yaklaştı, elbiselerini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakika da pişman olup fikirlerinden döner miydi acaba? Fakat umutları boşunaydı. Bruno aman dilemeyecekti. Ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı. Bruno bilincini kaybetmemişti. Duyduğu acıyı bastıran, iniltilerini açığa vurmamasına yardım eden kuvvet neydi? Hayatının bu son dakikalarında Bruno’nun ne düşündüğünü bilmiyoruz, ama çok daha önce, ölümünün kaçınılmaz olduğunu sezerek yazmış olduğu şu sözleri biliyoruz: “Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçe savaştım. Fakat ruhuma verilen kuvvet, bedenimden esirgenmiş… Yine de bende, gelecek yüzyılların kabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar: ‘Ölüm korkusu bilmezdi. Karakter gücü bakımından, herkesten yüksekti ve gerçek uğruna savaşmayı, tüm yaşama zevklerinden üstün tutardı.’
125
onurlu aydinlar 2.indd 125
11/5/14 8:22 PM
diyecekler…” 5 Ve bu yazının son sözü malumdur: Bruno’ya selam olsun. Çünkü o, ölüm korkusu bilmeden gerçek uğruna savaştı ve yaşamaya devam ediyor. Yaşamın acılarına ve hazlarına yenilmeyen karakteri ve kalbinin ateşi, hakikat yolunu aydınlatıyor hala. Selam olsun Bruno’ya… Kaynakça : 1 – Düşünce Tarihi – Syf:282. Orhan Hançerlioğlu - Remzi Kitabevi. (4.Baskı) 2 - Age. Syf : 199 – 200 3 – şair William Blake – Baco Temizlikçisi şiirinden 4 – İnsan Nasıl İnsan Oldu? - Syf : 530 – M. İlin – E. Segah – Say Yayınları (12.Baskı) 5 – Age. Syf : 532 – 533 2008 Şubat
126
onurlu aydinlar 2.indd 126
11/5/14 8:22 PM
sosyal realizmin edebiyattaki “kaptan”ı:
ATTİLA iLHAN “ben gidip başıma belalar aramışım o kalıp mevlasını bulmuş boynuna o yeşil fuları sarma çocuk gece trenlerine binme kaybolursun sokaklarda mızıka çalma çocuk vurulursun” Attila İlhan, sevdamızın başımıza vurduğu saatlerde mısralarıyla kalbimizin derinliklerine inerek içimizi titreten bir şair olduğu gibi, tarihsel birikimi, geçmiş dönem kültürlerine olan hâkimiyeti ve bunlara eklediği ilerici tavrı ile kültürel yaşantımıza da katkısını dürüstçe sunan bir yazardı. Edebiyat yaşamına 1941 yılında şiirle başlamış olan şair, babasının etkisiyle Divan Edebiyatı’ nı öğrenmeye çalışmış, Mehmet Akif Ersoy’un, Necip Fazıl Kısakürek’in, Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerini okumuş, çocukluğunda dinlediği masallar ve türküler sayesinde Dadaloğlu, Dertli, Gevheri gibi halk şairlerinin etkisiyle halk şiirini tanımış ve sevmiş, Nazım Hikmet’le de toplumculuğu tanımıştır. 16 yaşında bir lise öğrencisiyken Nazım Hikmet’in şiirini kız arkadaşına yolladığı için “komünizm propagandası” yapmak suçundan tutuklanarak Sansaryan Han hücresine atılır ve bu dönem, onun siyasi düşüncesinin köşe taşlarını oluşturur. Çünkü hapisten çıktıktan sonra Esat
127
onurlu aydinlar 2.indd 127
11/5/14 8:22 PM
Adil Bey’in başında bulunduğu Türkiye Sosyalist Partisi’yle bağlantıya geçer ve partinin yayın organı olan “Gerçek” gazetesinde Asım Bezirci, Hasan Tanrıkut gibi isimlerle çalışırken; hem gazeteciliği, hem de sosyalizmi öğrenerek ilk siyasal yazılarını kaleme alır. Şairin şiir yazmaya başladığı 1940’lı yıllarda edebiyat çevrelerinde ikisi iktidardan yana, ikisi iktidara karşı dört ayrı grup bulunmaktadı r. İktidar ise Cumhuriyet Halk Partisi ve İsmet İnönü’dür. Birinci grupta Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu ve Yaşar Nabi’nin desteklediği Garip üçlüsü (Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat) vardır. İkinci grup da Suut Kemal Yetkin idaresinde görünen Behçet Necatigil, Oktay Akbal, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Salah Birsel’dir. Bu iki grup var olan iktidara muhalif bir tavır izlemeden sanatlarını geliştirmeye çalışırken üçüncü grup Nazım Hikmet etkisinde şiire başlamış olan Rıfat Ilgaz, Ömer Faruk Toprak, Cahit Irgat, Attila İlhan, Ahmet Arif, Arif Damar (Barikat), Şükran Kurdakul, Niyazi Akıncıoğlu gibi sanatçılardır. Dördüncü grup ise ırkçı-turancı ların oluşturduğu Nihal Atsız ve grubudur. Attila İlhan, 1946 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin düzenlediği şiir yarışmasında “Cebbar Oğlu Mehemmed” şiiriyle ikinci olur. Bu yarışmada ayrıca Cahit Sıtkı Tarancı “Otuz Beş Yaş” şiiriyle birinci, Fazıl Hüsnü Dağlarca ise “Üç Şehitler Destanı” ile üçüncü olur. “…cebbar oğlu mehemmed/ fransız’a silah çekmiş/ hür yaşamak uğruna/ ırz namus uğruna ana için baba ve kardeş için/ şu mübarek topraklar/ şu mübarek vatan için…” 1948 yılında ilk şiir kitabı “Duvar”ı çıkarır. Kitap, Gavur Dağları’ndan Rivayet, Hürriyet Yürüyor, Karanlıkta Kaynak Yapan Adam, Harb Kaldırımında Aşk, fiafak Vakti Dünya bölümlerinden oluşur. “Gavur Dağları’ndan Rivayet”te yedi ayrı şiir vardır. Bu şiirler birbirinden bağımsız görünse bile konu ve anlatım bakımından benzerlikler göze çarpar. Anadolu’nun yaptığı savaşlar, kahramanlıklar, yüce dağlar, toprak için verilen mücadele, insanların mekanla bütünleşen yaşam tarzları sergilenir. Zaman, Kurtuluş Savaşı öncesi, Fransızların işgali, Kurtuluş Savaşı veCumhuriyet sonrasıdır. Bağımsızlık mücadelesi bölge gerçekliği ve kahramanlıklarıyla anlatılırken şair, destan niteliğindeki denemelerini bu şiirlerle yapmıştır. Karacaoğlan, Dadaloğlu, Dertli gibi halk ozanlarının söyleyişini dönem şartlarıyla bütünleştirerek dile getirir. Kitabın diğer
128
onurlu aydinlar 2.indd 128
11/5/14 8:22 PM
bölümü olan “Şafak Vakti Dünya”, İkinci Dünya Savaşı’nı ve faşizmi konu alır. Polonya, Belçika, Hollanda ve Fransa işgal edilirken; hürriyet, eşitlik, sulh ve saadet toprakları için yani yaşamak için ölünürken “Lili Marlen Türküsü” her gece Zagrep radyosunda çalar: “biz dünyalılar yemin içtik imanımız var hürriyet için hürriyet aşkına savulacak dönem savulacak düşman dehrin sefasını çektiksafasını süreceğiz akşam olur mektuplar hasretlik söyler zagrep radyosu’nda lili marlen türküsü dost ağlar karanfilim dost ağlar marş söylemeden ölmek bize yakışmaz ve biz yine yıldızlara bakarız ve yine yıldızlar bize bakar duadır güneş baht olasın civan oğlum hürriyet için dipçik tutan el dert görmesin” Kitaba adını veren “Duvar” şiiri ise II. Dünya Savaşı içinde kahredilen bütün dünya duvarları için yazılmıştır. fiair, hücreyi duvarların dilinden aktarır. Güneş görmemiş her duvar, her insanın farklı hikayesine tanık olmuştur: “ben bir duvarım hiç güneş görmedim/ sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar/biz de duvarız dinleyen duyan düşünen duvarlar/ ve bizim kucağımızda kasırgalı insanlar/ işte o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk” “biz duvarız neyleyelim gözlerimiz ağlamayı bilmez/ onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler/ kendi gitti ismi kaldı yadigar bağrımızda/ o zaman mayıstı yağmurlar başımızda ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler/ öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil/ getirirler vururlar biz öyle dururuz/ yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil/ elimizden ne geldi de yapmadık/ ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz.” II. Dünya Savaşı sürerken ve bittikten sonra faşizmin ezdiği halkların
129
onurlu aydinlar 2.indd 129
11/5/14 8:22 PM
yanında olduğu için düşüncesini söyleyen ve savaşan hangi aydınhücreye atılmadı ki? Sabahattin Ali’nin “Aldırma Gönül” şiiri o günleri unutturmak istememektedir ve bugünlere seslenir: “Görmek istersen denizi Aldırma gönül aldırma Yukarıya çevir gözü Ağladığın duyulmasın Deniz gibidir gökyüzü; Aldırma gönül aldırma” Ahmed Arif ise “Dağlarına Bahar GelmişMemleketimin” şiiriyle mücadelede umutsuzluğa yer olmadığını söyleyerek güzel günler görüleceğine inanmaktadır ve duvara şu dizelerle seslenir: “Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere Yastığım, ranzam, zincirim Uğrunda ölümlere gidip geldiğim Zulamdaki mahzun resim. Görüşmecim yeşil soğan göndermiş Karanfil kokuyor cigaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.” Attila İlhan’ın toplumcu şiirleri ilk başta Nazım Hikmet’in etkisinde olsa da daha sonra “Sisler Bulvarı” şiir kitabında toplumcu şiirlerinden kopmamak kaydıyla kendine özgü çizgisini bulur. 1940 yılından sonra 1950 seçimleriyle iktidara gelen Demokrat Parti “Truman Doktrini”yle ülkemizin ekonomik programını şekillendiriyor, diğer yandan toplumcu edebiyatçıların örgütlenmesine izin vermeyerek dergilerini sürekli basıyordu. “Tan” matbaasının dönemin iktidarınca yaktırılıp yıktırılması bunun en belirgin örneğidir. Attila İlhan da bu dönemde siyasi olarak Nazım Hikmet’i kurtarma kampanyasına katılırken şiir alanında onun etkisinden kurtulmak ve kendine özgü bir şiir anlayışı ve üslubu geliştirmek çabasındadır. 1954 yılında “ben” şiirleri ön plana geçerek modern şiir anlayışı, toplumsallık ve sınıfsallık teması üzerinde şekillenmeye başlar. “Sisler Bulvarı”ve “Yasak Sevişmek” şiirinde bir taraftan Paris günlerini düşünürken diğer taraftan komitacılık yaptığı yaşantısının izlerini “gerilimli” olarak adlandırdığı bu şiirlerinde yansıtır. Çünkü kullandığı kelimelerde yaşanılan atmosfer anlatılmıştır:
130
onurlu aydinlar 2.indd 130
11/5/14 8:22 PM
“sisler bulvarı’nda öleceğim sol kasığımdan vuracaklar bulvar durağında düşeceğim gözlüklerim kırılacaklar sen rüyasını göreceksin çığlık çığlığa uyanacaksın sabah kapını çalacaklar elinden tutup getirecekler beni görünce taş kesileceksin ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!” Buradan yola çıkarak Attila İlhan’ın şiiri üç dönemde incelenebilir: 1941-1954: Nazım Hikmet’in etkisi altındaki toplumcu dönem 19541968: Bireyin kendi iç çalkantılarıyla toplumculuğun birleştiği dönem 1968 sonrası: Divan şiirlerinin özelliklerinin dönüştürüldüğü ve yeniden üretildiği dönem Yukarıda da belirttiğimiz gibi Attila İlhan, 1949 yılında Paris’e önce otuz beş yıl hüküm giymiş olan Nazım Hikmet’i kurtarma komitesiyle gider, daha sonra ise Marksizm’i öğrenmek için. 1949–1953 yılları arasında ve 1960’ların başında toplam beş yılını orada geçirir. Bunun temel nedenleri olarak iktidarın sol eğilimlere karşı yaptığı baskı, 1944 süreci ile birlikte ilerici ve solcu profesörlerin üniversiteden atılması, gazetelerin basılıp yıkılması v.b. gösterilebilir. Marks ve Engels’in sanat alanında düşünceleri dışında, Sovyet yazarlarından Plekhanov’un diyalektik ve tarihsel materyalizme dayanarak geliştirdiği toplumsal kuramını Stalin’in “sosyalist gerçekçiliği”nden ayırır ve şiirde “Plekhanov’un estetiği”ni seçer. Türkiye’ye döndükten sonra modernleşmenin aslında Türkiye’de yaşanmadığına dair tespitlerde bulunur. “Türkiye modernleşmesi nasıl yaşanmalı? Ulusal sentez, sanat ve edebiyat alanında nasıl toplumculuk temelinde üretilebilir?” sorularının cevabını denemelerinde vermeye çalışır. Plekhanov sosyalist sistemde ve üst yapıda edebiyatı nerede görüyordu? “İnsanın insan tarafından sömürüldüğü bütün düzenlerde bir yanda, mevcut düzeni savunan bir edebiyat bulunur. Bu edebiyat, bu sosyalist düzende bir üst yapı olabilir. Sınıf mücadelesi içinde yer alan edebiyat eseri, içinde doğduğu ve kendisine bağlı bulunduğu tarihsel konjonktürle açıklanır. Estetik eleştiri olmadan tarihsel eleştiri ve buna karşılık, tarih olmadan estetik, tek yanlı ve dolayısıyla yalancıdır. fiu halde bir eserin, bir sanat şeklinin asıl estetik anlamını bulup çıkarmak, bunları
131
onurlu aydinlar 2.indd 131
11/5/14 8:22 PM
taşımış olan ekonomik ve toplumsal altyapı ortadan kalktığı halde nasıl olup da estetik bir anlam ve değer muhafaza ettiğini araştırmak gerekir.”(1) Plekhanov’un estetiğinin yanında Fransız şair Apollinaire’ın şiiriyle tanışması onu imgeye yaklaştırır. Küçük harşe ve noktalama işareti kullanmadan yazma tekniği buradan gelen bir esinlenmedir. Büyük kentin yorgunluklarını, aşklarını, kavgalarını, modernleşme kaygılarını imgelerle yansıtmaya çalışır şiirlerinde. Sisler Bulvarı’nın devamı sayılabilecek diğer şiir kitaplarında Yağmur Kaçağı (1959), Ben Sana Mecburum (1960), Bela Çiçeği (1962), Yasak Sevişmek’te imgelerle dolu lirizm ve coşku imkansız aşklar ile melankoli adeta iç içe geçmiştir. 1968 yılından sonraki şiirlerde “ben”in hesaplaşması devam ederken, Tutuklunun Günlüğü, Elde Var Hüzün, Korkunun Krallığı, Ayrılık da Sevdaya Dahil şiirlerinde 12 Mart ve 12 Eylül’ün izleri göze çarpar. Tutuklunun Günlüğü’nde başlayan “40 Karanlığı, Tutukluyu Uyutmamak, Tutanak kısımları Gizli Duruşma ve Gereği Düşünüldü” bölümleri Türkiye’de iktidarın tutsaklara uyguladığı o günün tecrit işkencesinden kesitleri anlatır: “hücremin karanlık olması iyi/ yalnızlığımı görmem böylece/yırtıldı içimdeki afişler/olduğum yerde sakatlandım/içim dışım eylemim gece… nasıl oluyor anlamıyorum/ gece yayın bitmiş televizyonu kapamışım/ ekranda ansızın birileri/kapalı bir demir gibi suratları/gözleri ateş saçıyorlar…” “Ben-Heyecan-Korku”nun yarattığı izlerin dışında 1968 yılından sonra şiirde Divan Edebiyatı’na dönüş, rubailer, serbest gazeller, beyitler ve bentlerden oluşturulmuş şiir denemelerine girişen şair, ekonomik sömürü, ırksal sömürü ve cinsel sömürüyü son şiir kitaplarında ve Fena Halde Leman, Zenciler Birbirine Benzemez romanlarında ele alır. Garip, İkinci Yeni ve Mavi 1940 yılında şiire yeni bir ses, yeni bir soluk gelir. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat şiirlerini ilk olarak Varlık dergisinde yayımlarlar ve 1941 yılında “Garip” adlı bir kitapta toplarlar. Genel düşünce olarak; kendilerinden bir alıntı ile “bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiç bir işe yaramamış olan şiir”e karşı çıkan ‘garip’çiler, diğer yandan da, Nazım Hikmet ile gelişen politik şiire de karşı durmaktaydı. Şiirde, uyak ve ölçüyü tümden yok ederek müziği azaltıp, içerik ve şekle önem veren, biçim olarak Fransız gerçeküstücülerden etkilenerek geniş bir topluma hitap eden Garip şi-
132
onurlu aydinlar 2.indd 132
11/5/14 8:22 PM
iri, insanların sorunlarını yazabilmiş ve bu şiir o döneme göre ilerici bir duruş sergilemiştir. Fakat toplumsal gerçekçiliğin biraz daha geriye itilmesiyle Garip akımı ucuz halkçılığa kaymaya başlamışken 1945 yılında yavaş yavaş toplumculuğa yönelmişler, halk şiirinden ve halk dilinden yararlanmışlardır. Attila İlhan o dönem toplumcu şairler içerisinde şiir yazmaya çalışmaktadır ve Garipçilere karşı bayrak açanlardan biri olmuştur. Eleştirilerinin temelinde ise biçimin ya da içeriğin birbirinin önüne geçmemesi, eğer geçerse sanatçıyı çağından, yaşadığı toplumdan alıp, soyutlama dünyasına götüreceği düşüncesi; ikinci olarak ise etkilendikleri gerçeküstücü akımların felsefe anlamında idealist, soyut kalması fikridir. Son bir eleştiri olarak ise, yaşama sevincinin ne olduğunun irdelenmesi ve insanın hangi gerçeklikler karşısında bu hislerle dolu olduğunun tekrar tekrar sorgulanması gerektiğine inancıdır. Sosyalist gerçekçilikle sosyal realizmi ayıran şair, kültürün ve edebiyatın birbirine bağlı olduğunu yeni gelenin öncekini silmektense ilerlemeden geçmesinin tarihsel zorunluluk olduğu görüşündedir. “Sosyal Realizm”i şöyle tarif eder: “Toplumsal gerçekçilik, ülkemizin ve ulusumuzun bütün sorunlarını, toplumsal ve tarihsel bir görüş açısından bilimsel olarak görüp, en uygun ve yeni estetik biçimler içerisinde yansıtmaya çalışan bir sanat yöntemidir. Toplumsal gerçekçilik geçmiş çağlarımızın başarılı eserlerini koşulları içersinde değerlendirmeyi ve bu eserlerden gereğince faydalanmayı; gerek halk edebiyatımızın gerekse divan edebiyatımızın geleneğini iyice inceleyip anlamayı, benimsediği ulusal koşullarımıza en uygun sanat bileşimini vermeyi düşündüğü için Milli; sanatın toplumsal bir amacı olduğuna ve bu amacın Mustafa Kemal’in tanımladığı anlamda ‘memleketin ve milletin gerçek saadet ve imarına çalışmak’ olduğuna inandığı için Milliyetçi; alaturka ve Osmanlı geleneğinin terk edilerek ulusal koşullar içerisinde batılı sanata ait estetik kavramaların geliştirilmesine çalıştığı ve Türk sanatının batı estetiği içinde bir değer olabilmesini amaç edindiği için Batılı; memleketin ve milletin gerçek saadet ve imarına çalışmasının ancak toplumsal bir platform ve programla girişilecek toplumsal eylemlerle gerçekleşebileceğine ve bunda ulusun büyük çoğunluğunu meydana getiren işçiler, köylüler, yoksul şehirliler ve aydınlara büyük işler düşeceğine ve bu yolda sanatın yol gösterici bir görevi olduğuna inandığı için toplumsal; toplumsal
133
onurlu aydinlar 2.indd 133
11/5/14 8:22 PM
gerçekler ne kadar acı ve ne kadar yıkıcı olursa olsun, ulusumuzun ve ülkemizin mutlu geleceğine inandığı için iyimser ve aydınlık bir sanat tutumudur.” (2) Görüldüğü gibi, Attila İlhan, o günkü koşullar içinde, sonuçta ilerici sayılabilecek bir yaklaşımda olup fakat diğer yandan da, sonradan çok daha net görülebilen, ulusalcı kemalist çizginin etkisi ile, toplumcu gerçekçiliğin temel vurgularına ters düşen bir kavram karmaşası yaşamaktadır. Kemalizm’in anti-emperyalist çıkışı ve halk desteği sağlamış iktidar başarısı pek çok sosyalist aydın ve sanatçıda olduğu gibi, Attila İlhan’da da, “milliyetçilik” açmazının, temelsiz bir Batıcılığın başlamasının sebebi olarak görünmektedir. Bu durum, örgütlü-devrimci ve sınıfsal bir bakışa sahip olamayan bu kesimin, sonradan devletçileşerek halktan kopan tutumunu anlamamıza da yaramaktadır. 1950–1960 dönemi arasının şiiri sayılabilir İkinci Yeni şiiri. Menderes döneminin politikaları yla edebiyatta içe kapanma dönemi geçirir, halkın yaşamından ve sorunlarından uzaklaşmaya başlar, atılan edebi sanatlara düzenin üst yapısına dahildir. Fakat bunun yanı sıra bir de ilerici edebiyat vardır. Önceleri yükselen sınıfın fikir ve duygularını dile getiren bu edebiyat, yeni temel, eskisinin yerini aldığı zaman bir üst yapı haline gelecektir. Bu edebiyat da sadece bütün sömürülen insanların fikirlerini, duygularını ifade edebilir. Sömürücü olmayan bir düzende, yani yeniden kucak açar ve şiiri akılcılıktan, duygu temeline sürükler. Yani biçimi ön plana alarak anlamda kapalı bir söyleyiş ve özde de bir kaçıştır aslında. Kapitalist sistemin dünyaya yaymak istediği hükümranlık ve makineleşmeyle birlikte bireyin yabancılaşma süreci bu şairleri böyle bir tavır almaya yanaştırsa da esas olan şey, neye karşı neden mücadele edildiği sorularının yanıtını aramak olmalıdır. Tıpkı Abdülhamit İstibdadı’ndaki Serveti Fünun edebiyatı gibi. İkinci Yeni şiiri yükselen devrimci hareketle çıktığı tıkanıklıktan özeleştiri vererek kurtulmak ister ve şairler teker teker toplumculuğa tekrar yönelirler. Attila İlhan, II. Yenicilerin başta biçimciliklerini sert bir dille eleştirerek şunları söylüyor: “O tarihte, imgeyi getirelim demek, imge temeline yaslanan özcü ve toplumsal sanatı geri getirelim demekti, tek başına imgeyi alıp getirelim demek değil! Yıl 54-55. O sıra Menderes diktası katılaştıkça ka-
134
onurlu aydinlar 2.indd 134
11/5/14 8:22 PM
tılaşırken ‘toplumsal gerçekçi’ tezlerle ortaya çıkmanın anlamı budur ve açıktır. Ne var ki, imgeye yaslanmadan özcü sanat yapmak nasıl biçimciliğin elleri üstünde yürümesiyse (Orhan Veli Takımı, Son Mavi) imgeyi toplumsal ya da bireysel özünden ayrı ve bağımsız ele almaya kalkışacak bir sanat tutumu da biçimciliğin önde gidenidir. Çünkü ikisi de estetik bileşimi, belirli bir toplumsal bireysel içlemin imgelerle deyimlenmesi diye almaz da, o belirli özden apayrı, düşünülmüş dil olanaklarının süslemeci ustalığıyla kullanılması diye alır. Kendilerine ‘ikinci yeni’ adını yakıştıranlar işte bu temel yanlışı yapmışlarıdır.” (3) Garip ve hece şiirine bir tepki olarak, “Mavi” dergisi, 1 Kasım 1952 yılında bir grup genç tarafından çıkarılır. Derginin kapanmasından sonra da Attila İlhan, Orhan Duru, Ferit Edgü, Özdemir Nutku, Ahmet Oktay, Adnan Özyalçıner gibi sanatçılar dergiye ilgi göstermeye başlar ve 1956 yılına kadar çıkarırlar. Derginin amacı batılı yöntemlerle ulusal ve Atatürkçü bir çizgide sosyal realizmi anlatmaktır. Tanzimatçılık, Kemalizm, Sosyalizm, Toplumculuk: Türkiye 1920–1923 sürecinde Ulusal Kurtuluş savaşını yapmış, anti-emperyalist kimlikle bu savaşı kazanmış, bu savaşın öncüsü olan Kemalistler, iktidar da olmuş fakat ekonomik politik tutumu ve sınıfsal karakteri ile bu bağımsızlıkçı tavrı, siyasal ve ekonomik bir zafere dönüştürmekten çok uzak oldukları için, ülke, 1940’lı yılların politikalarından sonra ikili anlaşmalarla Batı’nın bir kez daha hegemonyası altına girerek “Tam Bağımsız Ülke” yaratılmak istenirken, yenisömürge durumuna düşürülmüştür. Yönünü sola ve Marksizm’e çevirmiş aydınların II. Dünya Savaşı sürecinden ve politikalarından etkilenerek iktidara karşı tavır almalarının yanında, elbette “Tam Bağımsız Türkiye” temelinde üretim araçlarının kimin elinde olduğu sorunu yatar. Çünkü ülkenin alt-yapısı o ülkenin üst-yapısını başta kültür-sanatedebiyat alanlarında şekillendirecek ve yön verecektir. Attila İlhan, Paris’te, Üçüncü Dünyacılık ve Marksizm ile tanıştıktan sonra Batı’nın aslında görüldüğü gibi modern olmadığını ve onun emperyalist yüzüyle karşılaştığını özellikle Fransa’nın Cezayir’e yaptığı işgal ve ırk ayrımcılığıyla örneklendirerek 1972 yılında “Hangi Batı?” kitabını çıkarır. Anti-emperyalizm olmadan sosyalizmin olamayacağını Mustafa Kemal’in bağımsızlık anlayışına ve yurt milliyetçiliğine sahip çıkılması gerektiğini yazar. İsmet İnönü’nün CHP’sini dikta rejimiyle suçlayarak
135
onurlu aydinlar 2.indd 135
11/5/14 8:22 PM
Türkiye solunun gelişemediğini halbuki Mustafa Kemal’in anti-emperyalist söyleminin ve halkçılığının, sosyalizmin yolunu açacağını savunur. “Hangi Sol?” kitabında bu duruma eklektik olarak Stalin dönemi Sovyet Rusya’sı ile Türkiye’nin anti-emperyalist mücadelesi hem bileşke içerisinde hem de karşıtlıklarıyla anlatılır. Türkiye’de Batı’daki gibi aşağıdan yukarıya bir aydınlanma dönemi yaşanmadığı için iktidar, özellikle İsmet İnönü döneminde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in öncülüğünde kültür alanında aydınlanma için belirli yön vermeye başlar. Başta “Tercüme Odası” nın kurulması ile Doğu-Batı klasikleri Türkçe’ye çevrilmiş, 17 Nisan 1940 yılında Köy Enstitüleri kurulmuştur. Böylece köylü, yıllardır süren feodal ağalığa eğitim ve kültür bilinciyle karşı çıkacak; böylece Türkiye’de modernleşmenin temeli atılacaktı. Köy Enstitüleri sistemine Attila İlhan; “CHP faşizminin yanlış kültür sorunsalı” diye karşı çıkar ve Mustafa Kemal’in sisteminden farklı olduğunu söyleyerek Mustafa Kemal’in altı okundan “Devrimcilik” ilkesinin “sürekli devrimciliğe” değil “Batılılaşma”ya kaydığını ve bunun da ülkeyi sosyalizme değil, Tanzimatçılık’a götüreceğine işaret eder. “İnönü Atatürkçülüğü”nün öykünme düzeyinde olduğunu, Müdafaa-i Hukuk doktrininden ve Kuvayi Milliyecilikten temel bir sapma göstererek, devlet baskısını, faşizan baskıyı, yukarıdan aşağıya zorlamaları, resmi kültür ve sanat yönlendirmelerini içeren bir sistem olduğunu edebiyatta, ekonomide, siyasette bunların halkçılık adına toplumcu, solcu olmadığını bu yüzden “ortanın solu” kavramının çok tuttuğunu böyle bir karşılaşmadan yola çıkarak anlatır. Yazara göre Mustafa Kemal’in ulusal demokratik devrimi yozlaştırılmıştır. Yunan-Latin klasiklerinin çevrilmesi Avrupa kültürünün ortak temelidir ve Hıristiyan-Ümmet kültürünün bir parçasıdır. Mustafa Kemal, “ümmet” kültüründen “millet” kültürüne geçişi sağlamak için ardı ardına reformlar yapmıştır. Önce feodalite tavsiye edilecek, toprak reformu yapılacak ve sanayi devrimi başlatılacaktır. Yani Batı’nın yaptığı reformları aşağıdan yukarıya doğru Mustafa Kemal’in gösterdiği yolda yapılacaktır. Fakat ondan sonra gelen iktidarlar Batı’ya karşı tek taraşı bir teslimiyet sürecine girmiştir. Attila İlhan, bu düşünce sistemine sonraki yıllarda da tutarlı bir şekilde sahip çıkmış fakat gerek Kemalizm’in aslında kendi doğası ile geliştirdi-
136
onurlu aydinlar 2.indd 136
11/5/14 8:22 PM
ği bu devletçi yapıyı ve gerekse de emperyalizmin Türkiye’deki özgün sömürü biçimlerini anlayamaması sonucu, başlarda sahip olduğu ve o dönem ilerici kabul edilebilecek ulusalcı çizgiye bağnazca sahip çıkışı onu şoven milliyetçilerle aynı noktaya getirmiş, Kemalizm’i savunayım derken devleti sahiplenmek zorunda bırakmıştır. Attila İlhan’ın romanlarından olan Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın panoraması olarak nitelendirilebilecek Ayna’nın İçindekiler serisindeki “Dersaadet’te Sabah Ezanları” ise Osmanlı Devleti’nden başlayarak Cumhuriyet’in ilk yıllarına dek uzanır. Yazar, bu romanı yazmaya iten nedeni “Hangi Edebiyat” denemesinde, 1950 yılında Paris’te bir Fransız’ın ona; “…devrim iyi hoş ya, sizin orada 1920 yılına doğru basbayağı anti emperyalist bir savaş verilmiş, Mustafa Kemal diye bir adam çıkmış, nedir bu adamın özelliği, bu savaşın ve devrimin özü?” demesi olarak açıklar.(4) Bu romanın diğer önemli bir özelliği de, romanda işgal edilen kent İzmir’dir fakat işgal karşıtı protesto İzmir yerine Dersaadet’tir. Göstericiler Sultanahmet Camii’nin önünde toplanır ve kürsüdeki kadın, “ezan sesleri” eşliğinde halkı ulusal bir direnişe çağırır. Roman konusunda ise yazarın tespitleri şunlardır: “Romanlaştırma anlayışında önce genel bir ayırım olduğunu sanıyorum, bir romancı anlatacağı dönemi ve insanlarını ya diyalektik olarak ele alır, ya metafizik olarak! Yaygın olan ikincisi, yani o dönemin, insanları ve koşullarıyla durağan olarak ele alınması ve yansıtılmasıdır. (…) Diyalektik öyküleştirmede, romancı bir insanı bir dönemi değil bir süreci anlatacaktır, bu süreç elbette iç çelişkileriyle ve statik olarak değil, dinamik olarak anlatılacaktır. Ben bir kere bunu yapmaya çalışıyorum, ister Kurtuluş Savaşı anlatacak olayım, ister başka bir şey, önce anlatacağı m sürecin ne olduğunu, çelişkilerini ve koşullarını bulmaya çalışıyorum, bu da benim için sıçramalarla, geriye dönüşlerle dolu bir roman tekniğini geliştirmek oluyor. (5) 1981 yılında yayımladığı “Hangi Atatürk?” kitabında en çok Mustafa Kemal’iin antiemperyalist yönünü vurgular. Bundan birkaç yıl önce çıkan “Allah’ın Süngüleri, Gazi Paşa ve O Sarışın Kurt” kitaplarında da Kurtuluş Savaşı’nı roman tekniğine dayandırarak tasvirlerle ve geri-dönüşüm teknikleriyle, tarihsel süreci bozmadan verir. Yazar, şiirde diyalektik bir bileşimle ulusalcı toplumcu bir senteze gitmek isterken Mustafa Kemal’in “Sürekli Devrimcilik” ilkesinin var olan aydın çevrede gelişmesi için çeşitli dergilerde yazılar yazar ve kitaplar
137
onurlu aydinlar 2.indd 137
11/5/14 8:22 PM
çıkar. Doğan Avcıoğlu’nun 1965 yılında yayımladığı “Yön” dergisi bunlardan biridir. Doğan Avcıoğlu da Attila İlhan gibi Mustafa Kemal’in anti-emperyalist savaşının sosyalizme gideceğine dair ve sorunun üretim araçlarının hangi sınıfta olması gerekliliğini yazmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra Nihat Erim’in başında olduğu CHP çok daha faşizan bir niteliğe bürünerek ülkedeki hiçbir kuruma göz açtırmamıştır. Attila İlhan 1966’dan sonraki yazılarını ise “Faşizmin Ayak Sesleri” kitabında toplamış, aydınların orduya dayalı bir devrim yapma fikrine başta Doğan Avcıoğlu’nu işaret ederek baştan beri sıcak bakmadığını ve gelecek olan hareketin faşizan bir hareket olduğunu belirtmiştir. Ülkenin bu hale geliş sürecini “Aydınlar Savaşı”nda ve başta aydınları suçlayarak yapmış ve bunu iki nedene dayandırmıştır. Birinci neden olarak Tanzimat’tan gelen bir “Batılı” ve “Batıcı” aydın tipi olduğunu (Bu aydın tipini komprador ekonomisinin yarattığı bir garip yaratık olarak görmektedir.) ve bu aydın tipinin emperyalizme alışmış “İlerici” değil bürokrasiye dayalı olduğu için işbirlikçi olmasını belirtir. İkinci nedeni bu aydınlardaki sosyalizm anlayışı olarak görür. Türkiye sosyalistlerinin ve aydınlarının körü körüne bağlanıp, kuramı bilemediklerini ve ulusal koşullara iyi uygulayamadıklarını, başkalarının yanlış ilericiliklerini tartışmasız benimsedikleri görüşüne dayanır. Sonuç olarak, Attila İlhan yaşadığı dönem içerisinde fikirleri tartışılan ve bazen sahiplenilen bazen sahiplenilmeyen ama şiirleri çok okunan, yakın tarihimize çağdaşlaşma, kültür, ulusallık, sınıfsallık konularına antiemperyalist temelden yola çıkarak, tarihsel süreci sınıfsallığa doğru giden ve Kemalizmi “Marksizmin yerelleşmiş hali olarak gören” değerlendiren ve eleştiriler sunarak günümüz tarihine de ışık tutan bir şair ve aydın olarak Türkiye tarihinde yerini almıştır. Attila İlhan’ın yazı içinde sayamadığımız kitapları şunlardır: Şiir: duvar sisler bulvarı yağmur kaçağı ben sana mecburum bela çiçeği yasak sevişmek
138
onurlu aydinlar 2.indd 138
11/5/14 8:22 PM
tutuklunun günlüğü böyle bir sevmek elde var hüzün korkunun krallığı ayrılık da sevdaya dahil kimi sevsem sensin Roman: sokaktaki adam zenciler birbirine benzemez kurtlar sofrası aynanın içindekiler: 1/bıçağın ucu 2/sırtlan payı 3/yaraya tuz basmak 4/dersaadet’te sabah ezanları 5/o karanlıkta biz fena halde leman haco hanım vay Deneme/Anı: abbas yolcu yanlış kadınlar yanlış erkekler anılar ve acılar: 1/hangi sol 2/hangi batı 3/faşizmin ayak sesleri 4/hangi sağ 5/hangi Atatürk 6/hangi laiklik 7/hangi küreselleşme 8/hangi edebiyat Attila İlhan’ın defteri: 1/ gerçekçilik savaşı 2/ikinci yeni savaşı 3/faşizmin ayak sesleri 4/batı’nın deli gömleği 5/sağım solum sobe 6/ ulusal kültür savaşı 7/sosyalizm asıl şimdi
139
onurlu aydinlar 2.indd 139
11/5/14 8:22 PM
KAYNAKÇA: 1-Plekhanov, Sanat ve Toplumsal Hayat, Sosyal Yayınlar 2-Attila İlhan, Gerçekçilik Savaşı, BDS Yayınları 3-Attila İlhan, İkinci Yeni Savaşı, Bilgi Yayınevi 4- Attila İlhan, Hangi Edebiyat? Bilgi Yayınevi 5- Attila İlhan, Hangi Sol? Bilgi Yayınevi 6- Attila İlhan, Faşizmin Ayak Sesleri, Bilgi Yayınevi 7- Attila İlhan, Aydınlar Savaşı, 8- Attila İlhan, Duvar, Kültür Yayınları 9-Attila İlhan, Sisler Bulvarı, Kültür Yayınları 10- Attila İlhan, Tutuklunun Günlüğü, Kültür Yayınları 11- Attila İlhan, Korkunun Krallığı, Bilgi Yayı-nevi
140
onurlu aydinlar 2.indd 140
11/5/14 8:22 PM
öykünün bir “yalnız adam”ı:
sait faik
“Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey”
“Edebi eserler, insanı yeni, mesut, başka iyi ve güzel dünyaya götürmeye, kurmaya yardım etmiyorsa neye yarar?” diyor, “bir yalnız adam” Sait Faik. Çirkinlikler güzelliklere dönüşemiyorsa, dünyanın insan için ne anlamı vardır ki? O da güzelliklere dönüştürmek için “kâğıda kaleme sarılmayı” seçti; asıl bunları “yazmazsa deli olacağını” düşünüyordu ve söylüyordu insanlığa. Hayatı seven; ama çirkinliklerden korkan, güzellikleri tükenmeye başlamış dünyanın umutsuzluğunda, bir çırpınışla umudu aramak istedi aslında Sait Faik. Öykülerindeki “gel-git”leri ise kendi gözünden gördüğü hayattan baretti. Basit ama gerçek; çözümü olan ama insan aklının kendi çıkarları için halletmek istemediği, sorunlar yumağına dönüştürdüğü bir hayat.
141
onurlu aydinlar 2.indd 141
11/5/14 8:22 PM
1906 yılında Adapazarı’nda doğdu, çocukluğunu orada geçirdi. Orayı anlatan öykülerini ise İstanbul’da yazdı. 1925 yılında edebiyat dersinin ödevi olarak “İpekli Mendil” öyküsünü yazdı. Öyküde, kendisinden aşkı için ipekli mendil çalmaya çalışan hırsız bir çocuğa sevgiyle yaklaşarak onu anlamaya çalıştı. İnsanlara olan bu katıksız sevgisi sahip olduğu hümanist duygulardan kaynaklıdır. Bu özelliği, ilk öykü kitapları Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan’da çok belirgin bir şekilde görülmektedir. 1931 yılında Fransızcasını ilerletmek için Fransa’ya giden yazar, döndüğünde öykülerini “Varlık” dergisinde yayımlattı. 1935- 1936 yılları arasında çok kısa bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı, ancak Adapazarı Belediye Başkanı olan babası, oğlunun ticaretle uğraşmasını istedi ve ona bir dükkân açtı ticarete soğuk bakan Sait Faik ise, boş dükkânı n anahtarını babasına verdi. Baba-oğlun ilişkisi hayat boyu resmi kalsa da yine de 1936 yılında yayımlanan ilk kitabı Semaver, babasının maddi desteğiyle ortaya çıktı. “Semaver” deki öykülerde fakir insanları, temiz duygulara sahip olarak görüyor yazar. “Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Semaver ne güzel kaynardı. Ali, semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilebilirdi.” (Semaver) “Çoktan beri şehre inmemiştim. O gün insanları sevebilmek arzusuyla otelin kapısını açtığım zaman karşıma ilk çıkan insan bir küfeci çocuk oldu… Sarhoştum. İnsanlar beni bir mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyorlardı. Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum.” (Şehri Unutan Adam) Fakat yazar, insanları ne kadar severse sevsin; sevmekten korktuğunu itiraf ederek, sevgisinin belki de dünyadaki insanları mutlu etmeye yetmeyeceğini düşünüyor kendi içinde. “Küçük şeyleri unutmayanlar en geri hatıraları da unutmayanlardır” diyerek, duygularını sınırsızca gösteriyor. 1939’da yayımlanan “Sarnıç”ta, insan sevgisine kendi hayallerini ekleyerek, toplumun ezilmişlerinin hayallerini, nefretlerini; “kahraman- anlatıcı” “anlatıcı-kahraman” biçiminde verdi. “Bir Karpuz Sergisi” öyküsün-
142
onurlu aydinlar 2.indd 142
11/5/14 8:22 PM
de iki arkadaş karpuz sergisi açmaya heveslenir mesela. “Mavnalar” öyküsünde de iki tane amelenin yüksek kaldırımda izlediği sinema sonrası hayalleri… Ama hayal bu ya, sonu yok! Hayalin yerini başka hayaller alıyor başka öykülerde. Peki, sadece hayallerini mi anlatır Sait Faik? Hayat, sadece hayal kurmaktan ve o hayalöykününlerle yaşamaktan mı ibarettir? Bir bakıma evet! Bir bakıma da hayır! 1939-1945 tarihleri arası, dünya tarihi açısından keskin bir dönemecin, II. Paylaşım Savaşı’nın yıllarıdır. Türkiye bu savaşa katılmadı; ama ekonomi yönünden büyük sarsıntılar yaşadı. Ekmeğin karneyle dağıtıldığı günlerde halk, yoksullaşmaya başlamışken, savaş zenginleri de birdenbire türedi. Bu dönem, tarihsel olarak Türkiye’nin “az gelişmiş ülke” olarak kalmasının başlangıcını oluşturuyordu. Türk Edebiyatı’nda 1940 dönemi yazarları, II. Paylaşım Savaşı’ nın olumsuz etkisini sınıfsal gerçekliklerle anlatmaya başladı. Böylece toplumcu, sosyalist gerçekçi bakış açısı eserlerde ağırlığını iyice hissettirdi. “Sarnıç”, II. Paylaşım Savaşı’nın zengin ve fakir insanlara yansımasının, buna bağlı olarak da sınıf farkının toplumda ne kadar derinleştiğinin gözlemidir. Sait Faik, kitabın dikkat çeken iki öyküsünde bu derinliği; zengin avare gezen bir adamın ve kenar mahallede yaşayan insanın gözünden vermiştir. “Sarnıç” öyküsünde harp zamanında, üstüne belirli belirsiz tereyağ sürülmüş ekmek yemektedir anlatıcı. Ama halkın içinde olmaktan mutludur ve hala içi yaşama sevinciyle doludur, fakat karısı bir gün annesini ve babasını görmeye gider, bir daha dönmez; çünkü sefalet çekmektedir. Bu yüzden anlatıcıya hayat, egoist olarak gözükmeye başlamıştır. “Kalorifer ve Bahar” da, kenar mahalleli çocukların “kalorifer”i algılayışı, yaşadıkları şartlardan ba ğımsız değildir. “Şehrin şimaliyle şarkı arasında surlar... Surların üstünde ve etrafında sefil kulübeler, bostanlar, kenar mahalleler… Kenar mahallelerin merkezde konuşulan dile göre yayık telaffuzlu kızları; çamur yüzlü, bazen de zeki çocukları vardır. Kadınlar bu mahallede doğarlar, yine aynı mahallede; fakat bir başka seŞl kulübede ölürlerdi. Erkekler bu mahallede doğarlardı; ama katiyen bu mahallede ölmezlerdi. Kimi hapishanede, kimi duvar dibinde, bir cami avlusunda, ne bileyim başka yerlerde, kendi doğdukları yerden başka yerde ölürlerdi. Herif bana kenarında dur ısınırsın dedi. Bu ne dedim kalorifer dedi. Capon ismi o gün unutulmuş. Caponun adı kalorifer olmuştu. Kış yaklaşırken, ilk yağmurlarla beraber
143
onurlu aydinlar 2.indd 143
11/5/14 8:22 PM
bütün mahalle akşamüstleri yazın evlerinden kaçmış olanların dönmesini beklerdi. Dönenler saatlerce dayak yerlerdi. Sanki Caponu kalorifer mahalleye döndürmedi sandılar.” (Kalorifer ve Bahar) “Beyaz Altın” öyküsünde ise, savaş zamanı büyük esnafın küçük esnafı ezmesini, savaş koşulları içinde halkın da bakış açısıyla vermektedir. 1940 yılında yayımlanan “Şahmerdan”da gözlem yoluyla toplumdaki insan ilişkileri klasik öykü tarzına dayalı olarak verilmiştir. Yazar-anlatıcı, bu kitaptaki öykülerinde 1. tekil şahıstan çok 3. tekil şahıs anlatımı tercih etmektedir. Yalnız diğer öykülerden ayırıcı olarak, “Yoksul insan iyi insandır.” anlayışından sıyrılıp, insanları kendi durumları içinde kendi psikolojileriyle göstermeye başlamıştır. “Bir Defne Arayıcısı”, “Mahpus” ve “Çöpçü Ahmet” öyküleri ayrı temalarda; ama kitapta en dikkati çeken öyküler denilebilir. “Sanatçının düşüncesi sınırlanamaz. Şu karşıki sandalı görüyor musunuz? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatları yolunsa artık uçabilirler mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasına kapatılmak istenirse, kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün manasını kaybeder.” Bu sözlerle düşünce ve Şkir özgürlüğü, sanata sanatçıya sansür konularındaki düşüncelerini açıklayan Sait Faik, ne yazık ki duyguların-düşüncelerin özgürce açıklanabileceği bir ülkede yaşamıyordu. Çok sürmeyecek, yazdığı bir kitap nedeniyle soruşturmaya uğrayacaktı. 15 Haziran 1940 tarihinde, “Çelme” adlı öyküsü Varlık’ta yayımlanan Sait Faik, halkı askerlikten soğuttuğu gerekçesiyle Askeri Mahkeme’ye verildi. Öykü, savaş koşulları nın korkunçluğunu anlatır. Ve insanları n savaştan korkusunu... Sait Faik, öykünün sonlarına doğru “Topal bir askerin bir çelmede yere doğru yıkıldığını, değirmen ahalisinin zeytinyağlı dolmaların ve kocaman ekmeklerin, kaşar peynirlerinin üzerine atıldıklarını, bayılanların ve ölenlerin, az da olsa doyanların olduğunu” söyleyerek öyküyü bitirmiş. Bu tür anlatımların yer aldığı öykü, orduyu rahatsız etmiştir. 1944 yılında Yeni Mecmua dergisinde tefrika edilen “Medar-ı Maişet Motoru” (Geçim Vasıtası) yayımlandı. Kitap yayımlandıktan birkaç gün sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı. “Birtakım İnsanlar” adıyla tekrar yayımlanan kitap, yazarın gözünden, Burgaz Adası’nda emeği
144
onurlu aydinlar 2.indd 144
11/5/14 8:22 PM
ile çalışan, küçük insanların büyük kentin içinde savrulup gitmelerini resmetmektedir. Paris’te tedavi gören Sait Faik’in 1948 yılında hastalığının siroz olduğunun kesinleşmesi, onun yaşama karşı bakış açısını bir anda değiştiriverdi. Yaşama sevinciyle dünyayı kucaklayan adam gitmiş, yerine büyük şehirden, insanlardan korkan ve kaçan, her şeye “pis” olarak bakan bir Sait Faik gelmişti artık. “Lüzumsuz Adam”, bu dönemde ortaya çıktı. İlk başta “Kestaneci Dostum” adıyla yayımlamak istese de Yaşar Nabi, Sabahattin Ali’den duyduğu “Lüzumsuz Adam”ı önerince kitabın adı “Lüzumsuz Adam” oldu. Kimdir Lüzumsuz Adam? Her gün aynı işleri yapan, yalnız, umutsuz bir adam… Her ne kadar bu öykü Sait Faik’in hastalığından dolayı psikolojisini yansıtıyor, yorumu yapılsa da 1940’lı yılların kapitalizminin “yabancılaşma” kavramı çıkıyor karşımıza. Kavramın çıkışıyla geldiği nokta, insanla toplum üzerinde somutlaşmaktadır. 19. yy Sanayi Devrimi’yle birlikte sermayenin alanını fabrikalar, kentler oluşturmaktadır. İlk olarak Hegel’in yazılarında “Pozitifik” adıyla ortaya çıkan kavram, Feuerbach’ta “dinsel yabancılaşma”, Marx’ta felsefe, sağduyu, sanat, ahlak biçiminde; ekonomik etkinliğin ürünlerini meta, para ve sermaye biçiminde; toplumsal devlet, hukuk ve toplumsal birimler biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kısaca yabancılaşma; insanın diğer insanlarla kendisi ve doğa arasında kurduğu ilişkilerde açığa çıkar.* “Yedi senedir bu sokaktan gayrı İstanbul Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?” (Lüzumsuz Adam) Sait Faik, bu öykünün sonunda bile “Kimseler yoksa denize bırakmak istemektedir.” kendisini. Bu yüzden şehirden baktığı zaman Burgaz Adası, onun “haritadaki noktasıdır.” “Lüzumsuz Adam”ın hayatını aynı monotonlukta sürdürmesi de Türkiye’nin ekonomik ve sosyal gidişiyle paralel gitmektedir. İnsanların bugün kentte birbirinden kopukluğunun ve sevgisizliğinin temelinin sistemidir oysa, görülmesi gereken.
145
onurlu aydinlar 2.indd 145
11/5/14 8:22 PM
Şunu da belirtmek gerekir ki; Sait Faik, büyük şehirdeki “yabancılaşma” ya kapitalist temelde bakmaz. İyi bir dünya kurma düşüncesi sosyalist sistemde şekillenmez. Yalnız küçük üreticileri tutması, insanların başkalarını sömürmeden, kendi güçleriyle üreterek geçimlerini sağlamalarına duyduğu saygı vardır onda.** 20. yy’daki küçük burjuva insanın yalnızlığıdır yaşadığı bir bakıma. Hem kendi yaşamına, hem de öykülerine yön veren, sınıfsal bakış açısından uzak tutan, bu küçük burjuva ideolojisidir. Yaşamını duygularıyla öykülerine yansıtan yazar, modern öykü anlayışıyla toplumun fotoğrafını kendi dünyasından çekmiştir. Nedir modern öykü anlayışı ve Türk Edebiyatı’na nasıl yansımıştır? I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra eski iyimser inançlar sarsıldı ve gerçekliğin ne olduğu konusunda kuşkular belirdi. 19. yy’ın iyimser inancını paylaşamayan yazarlar, insanın iç dünyasına, bilincinin karmaşıklığına eğildiler. Çoğu Tanrı’ya, dine inancını yitirmiş modernistler bu anlamsızlıktan kurtulmak için sanata sığınmakta buldular çareyi.*** Modern öykü anlayışı, anlatıcının farklı bakış açılarıyla aktarıma gittiği, sesin kimi zaman karakterler arasında kaymalara uğradığı, zaman ve olay aktarımında metnin içinde gidiş gelişlerin sıkça yaşandığı, boşlukların oluştuğu ve bütün bunlara bağlı olarak “gerçeğin” çok daha karmaşık, kimi zaman gerçeküstünün sınırları içine taşınarak, rüya ve bilinçdışına uzanan türlü dı şavurum ve çağrışımlarla sunduğu anlatılardır. **** Sait Faik, Türk Edebiyatı’nda modern öykünün temelini de, teknik yönden atmış oldu. Klasik cümle yapısının ve olay hikâyelerinin yerini “an”; “şimdiki zaman” aldı. 1950’lerden sonra A Dergisi etraŞnda toplanan edebiyatçılar, bu akımın başını çekti. Sait Faik de bu tekniği, “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öyküsünde olduğu gibi kullandı. Farklı tekniklerde farklı konular işlemelerine rağmen Türk Edebiyatı’nın en büyük öykücüleri onun için Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kenan Hulusi Koray’dı. En büyük şairleri ise Yahya Kemal, Orhan
146
onurlu aydinlar 2.indd 146
11/5/14 8:22 PM
Veli ve İlhan Berk... Kendini kendine alıştıran yazarı Andre Gide olarak görüyor, Lautreaumont’u ise başucundan ayırmıyordu. Sanatçıya bakışı da, öykülerindeki halka bakışıyla hemen hemen aynıydı. “Sanatçı, değişik bir yaratık olarak görünmemeli, insanlar içinde bir insan olduğunu unutmamalı idi. Halktan ayrılıp onun üstünde görünmek ve imkânlarını kötü kullanmak isteyen sözde aydın kalabalığı zindan kalabalığı gibidir.” anlayışıyla hareket ettiği için emekçi insanların yanında olmayı seçti. 1950 yılında “Mahalle Kahvesi” yayımlandı. Sık sık kahvelere giden ve oradaki insanların konuşmalarını dinleyerek yaşadıklarına şahit olan yazarın en çok yapmak istediği meslektir kahveci olmak. “Yazar olmasaydı m kahveci olurdum. Hem yine de istiyorum. Şöyle deniz kenarında sessiz bir kahvem olsun, oraya kimbilir ne çeşit insanlar gelip gidecek, ben onları tanıyacak, seveceğim” Çünkü o, insanların bazılarının içinde hikâye taşıdığına inanıyordu ve ona göre hikâyeciye düşen iş, bu hikâyeyi ortaya çıkarana dek uğraşmaktı. Hayaller kurmayı ve onlarla geçinmeyi çok seven yazar, gerçek dünyanın çirkinlikleri karşısında karamsarlığa düşerek, kendince çıkış yolları arıyordu. “Hallaç Baba” ya da “Kör Mustafa” gibi bir kamburla, “iyi” oldukları için beraber olmaktan mutlu oluyordu. “Karanfiller ve Domates Suyu” öysait küsünde kitapların insanları, doğayı, dolayısıyla dünyayı sevmesi gerektiğini düşünürken; bir zaman sonra artık kimi sevdiğini ve kime saygı duyduğunu bilmemektedir. “Kış Akşamı Masa ve Sandalye”de ise yalnızlığı sevmeyen; ama boyun eğmiş bir Sait Faik vardır karşımızda ya da şehre indiği zaman kendi kendine “söylenip duran”; insanların kendi sistemleri içinde her türlü durumu mübah görerek, diğerlerini sömürmesine tepkili bir öykücü... “Kumpanya”, 1951 yılında yayımlanır. Yazarı n daha önceden kaleme aldığı “Kriz” ve “Gauthar Cambazhanesi” de bu eserin içindedir. 1952’de yayımlanan “Havuzbaşı” eserinde, gerçeküstücülük kendini gösterir. Ama iyi yürekli, halktan insanların anlatıldığı öyküleri tekrar kaleme alır yazar. “Mektup, Bir Sonbahar Hikâyesi” isimli düzyazı-şiir biçimindeki eserinde ise, sevgiliye mektup ve sevgiliye sitem şeklinde duygularını açıkça ifade etmekten çekinmez.
147
onurlu aydinlar 2.indd 147
11/5/14 8:22 PM
Şehirdeki kötülüklerden ada’ya; ada’dan kendi ütopyalarına kaçış Sait Faik’in öykülerinin temelini oluşturdu. Kendini doğada mutlu hissetmesi, onu Ada’ya götürüyordu, ancak burada ticaretle uğraşan insanların doğayı sadece kendi çıkarları hizmetine kullanmasına içten içe tepkiliydi. Senelerin geçip kuşların Ada’ya uğramamasına çok üzülüyordu; ama dünyanın daha kötüye gitmesine yine de inanmak istemiyordu. Çünkü aynı Sait Faik, “İnsansız hiçbir şeyin güzelliğinin olmadığının farkındaydı.” O, zenginleri sevmiyordu. “Zenginle işim olmaz benim! Yaşamayı bilmez onlar, sadece doğayı katlederler.” derdi. Yaşamak felsefesi ise “Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğimle, insan tanımak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün.” idi. Burgaz Adası’nda en çok sevdiği şey balıkçılarla beraber vakit geçirerek, denizin kenarında martıların hüzün verici sesini dinlemekti. Kuşların ölümüne, doğanın katledilmesine dayanamazdı. Bu nedenle insanı çirkin gördü, herkesten ve her şeyden kaçmayı istedi. Hayatı boyunca beraber oldu ğu balıkçıların öykülerini ise sürekli yazdı. “Nerede insanlar? Balıktalar mı, kahvedeler mi? Biri mesut, öteki saadet peşinde, hangi dünya içinde bulunsak bir başka dünyanın var olabileceğini düşünüyoruz. Hepimiz başka türlü. Göğün bir tarafı mavi mavi… Bir taraŞ simsiyah, ya siyah, ya mavi, ya ölesiye gülerek, ya yaşayasıya üzülerek… Bu dünya kime kalmış ki balıkçıya kalsı n?” (Balıkçının Ölümü) Çirkinliğin her yerde aynı olduğunu görünce sınırlarını aşmak istedi; kendine dünya sınırları içinde haritada bir nokta bulup oraya edebiyat aracılığıyla varacağına inandı. İstediği dünya ise “Ayışığı” öyküsünde söylediği gibi: “Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarına tecavüz etmelerin hiç bulunmadığı bir dünya…” 1953 yılında dünya edebiyatına ettiği hizmetten ötürü kendisine Mark Twain Cemiyeti’nde fahri üyelik verilen yazar, ilk romanı “Kayıp Aranıyor”u ve ardından da ilk şiir kitabı “Şimdi Sevişme Vakti”ni yayımladı.
148
onurlu aydinlar 2.indd 148
11/5/14 8:22 PM
Zengin hayatından ve şehirdeki çirkin insanlardan bunalan gazeteci bir kadının, kendine başka hayatlar seçmek istemesi ve yaşadığı ikilemi, “Kayıp Aranıyor”un konusunu oluşturuyordu. Ölmeden iki ay önce 1954 yılında yazdığı “Alemdağ’da Var Bir Yılan”, toplumun baskılarına boyun eğmeyerek sınırsız özgürlüğe kavuşmasının öyküleridir. Biçim olarak gerçeküstücü öğelere yer vererek, hayali kahramanları dış dünyayla birleştirdi. Eşyalara kişilik verdi, onlarla konuştu. Böylece kaçışın sonunu yalnızlıkta bularak ölüm Fikrine iyice alıştırmak istedi kendisini. “Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel var mı? Hiçbir şey ölüm kadar güzeldir.” (Yalnızlığın Yarattığı İnsan) Varmak istediği en son nokta ölüm değildi aslında. Çünkü yaşamayı çok seviyordu. Oysa ölüm korkusu içine yerleşmişti bir kere. Bu sebeple, artık gözleri şehri farklı görüyordu. “İstanbul çirkin, köprüsü balgamlı, yan sokakları çamurlu ve molozlu, geceleri kusmuklu, evler güneşe sırtını çevirmiş, sokakları dar, esnaşarı gaddar, zengini lakayt” idi. Sadece yalnızlığı ve ölümü sorgulamak, belki de cezalandırmak için yanına hayali arkadaşı Panço’yu da alarak huzur duymak istediği Alemdağı’na kapattı kendisini. Aynı yıl hayata gözlerini yumdu. “Yalnızlık, dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor”du. (Alemdağ’ da Var Bir Yılan) Sonuç olarak, belki şu sorulmalı; İçinde yaşama sevinci olan ve dünyayı kucaklayan Sait Faik neden bu kadar karamsardır; emeğiyle varolan insan, doğada gerçek eşitliği ve adaleti bularak yalnızlığı ortadan kaldıracak mıdır? Bu sorunun cevabını ömrü boyunca arayan Sait Faik, hayata ve insanlara bakış açısındaki diyalektik yoksunluğundan ve daha çok da sınıfsal bakış açısına yeterince sahip olmayışından dolayı, sorunun cevabını bulamadan aramızdan ayrılmıştır. Çağdaşı birçok öykücü, yazar gibi olmamış, onlar gibi toplumsal gerçekçiliği/sosyalist gerçekçiliği tercih etmemiş, ancak öykücülüğümüze yaptığı katkıları çok büyük bir yazar olarak öykü tarihine geçmiştir Sait Faik... KAYNAKÇA: *Tom Bottomore: Marksist Düşünce Sözlüğü;
onurlu aydinlar 2.indd 149
149
11/5/14 8:22 PM
Derleyen: Mete Tunçay **Fethi Naci: Sait Faik’in Hikayeciliği ***Berna Moran: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakı ş II ****Berna Moran: Edebiyat Kuramları 1-Sevengül Sönmez: A’dan Z’ye Sait Faik 2-Öyle Bir Hikâye: Hayattayken Yayımlanmış Hikâye Kitapları; Hazırlayan: YKY 3-Sait Faik: Balıkçının Ölümü-Yaşasın Edebiyat 4-Hilmi Yücebaş: Bütün Yönleriyle Sait Faik 5-Bir İnsanı Sevmek Sempozyumu 6-Muzaffer Uyguner: Sait Faik Abasıyanık 2008 mayıs
150
onurlu aydinlar 2.indd 150
11/5/14 8:22 PM
KEMAL ÖZER İLE RÖPORTAJ tavır Kemal Özer şiiri, neyi, kimi, nasıl anlatır? İlkeleri, kuralları var mıdır? Neyi hedefler? “Yaşanan”ı yazmak diye özetlenebilir bir anlayış sözkonusu. “Yaşanan”lar, onların tepkileri, uyandırdığı tepkiler, kısacası yaşamla insan arasındaki ilişkiler benim ilgi alanım. Onları hem kendi adıma, hem toplum adına dile getirmek, ama bunu bir sanat diliyle yapmak... Bu anlayışın kaynağı, bir başka deyişle söylersek, toplumsal işbölümüyle, ozanın bu işbölümünde üstüne düşeni yerine getirmesiyle ilgili. İkinci Yeni döneminizden bahseder misiniz? İkinci Yeni’den toplumcu şiire geçişinizi bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Sözünü ettiğim bugünkü anlayış, bilinçli bir seçmeye dayanır. Yazmaya başladığımda ise, bu bilinç yerine içgüdüsel bir tutum sözkonusuydu. Niçin ve nasıl yazacağımı okuduklarımdan öğrendiklerimle, denebilirse bir şiir görgüsüyle belirlemiştim. İkinci Yeni, bu içgüdüsel dönemin adı oluyor benim için. Bilimsel bir dünya görüşü edindikten sonra, bilinçli bir seçimle yazmaya başladım. Bu seçime uygun bir sanat anlayışına bağlanmış oldum. O sanat anlayışı, İkinci Yeni denilen estetik anlayışla bağdaşmıyordu. Çünkü bu anlayışla içerik,ozanın söylediğini iletmesine, okurun o içeriği yeniden üretmesine uygun verilemiyordu. Kemal Özer’in ’70’lerdeki şiiri toplumla nasıl ilişki kuruyordu? Kısaca söylemek gerekirse, toplumun gereksinimini karşılamaya yönelik bir şiir üretiyorsanız, o şiir toplumda dolaşıma çıkacak, şiir yazıldığı gibi kalmayıp okurlarca yeniden üretilecektir, 70’lerde, “yaşanan”ların şiirde yer alması, hem duyarlık hem bilinç bakımından bu dolaşımı ge-
151
onurlu aydinlar 2.indd 151
11/5/14 8:22 PM
niş ölçüde sağlamıştı. Üstelik bu dolaşım, yalnız yazıyla sınırlı kalmıyor, insanların tepkilerini, dileklerini, hedeflerini dile getirdikleri her yere sesle, görüntüyle de ulaşıyordu. 12 Eylül’de yapılan baskılara karşı hangi yöntemlerle mücadele ettiniz? Şiiriniz bundan nasıl etkilendi? Yazmayla ilgili olarak, 12 Eylül’ün getirdiği koşulların sanat ve kültür alanındaki değişime karşı direnmeyi hem yazdıklarımla, hem de Varlık dergisinin yönetimini üstlendikten sonra bu direnişi orada yaptığım yayınla sürdürdüğümü söyleyebilirim. Sanat anlayışım, sözümü yalın ve anlaşılır söylemeye dayandığı halde, bu olanağın ortadan kalkması karşısında, susmak yerine, alegorik sayılabilecek bir anlatımla şiir yazdım. Araya Giren Görüntüler (1983) kitabım bu dönemin tanığıdır. 12 Eylül, aydını ve sanatçıyı nasıl etkiledi? Özel olarak da kimi şairlerin suskunluğa girişini, şiirde yenilik adına toplumdan, toplumsal sorunlardan ve gerçeklerden kaçışını nasıl değerlendiriyorsunuz? 12 Eylül, bilindiği gibi, yalnız toplumsal ve siyasal gelişimin yolunu kesmek için değil, bir daha müdahaleye gerek duyulmayacak biçimde toplumu siyasallıktan ve toplumsallıktan uzaklaştırmak amacıyla, bunu sağlayacak yeni bir toplumsal yapılanma için yapıldı. Bu yapılanmanın kültür ve sanata yönelik yönü, kimi aydınları ve sanatçıları etkiledi. Kendi geçmişlerini yadsıyanlar olduğu gibi, susanlar ya da yeni koşullara uygun bir değişime yönelenler de görüldü. Bu olgunun bir yönü, bilinç kavramının yorumunda yatıyor. Dünya görüşü anlamında bir bilince varmakla, o bilincin sürekli sınanması, her vesileyle sorgulanması gereği ortadan kalkmış olmuyor. Bir yönü de, dünya görüşünü yansıtacak sanat anlayışının gereklerini, kendini o gereklere göre yapılandıracak ölçüde kavrayamamakla ilgili. Başka bir deyişle, yazdığının adamı olamamakla. “Kimlikleriniz Lütfen” kitabınızın şiirinizdeki yeri nedir? 12 Eylül habercisi yoğun sıkıyönetimler döneminde başlayan, 12 Eylül’ün ertesindeki ilk yılları da içine alan bir tepki üzerine oturtulmuştu o kitap. Yoğun kimlik sorgulamalarının ardında yatan, insanları kimliklerinden dolayı yargılama yönelişine, ya da düpedüz kimliksizleştirme saldırısına karşı bir tepkiyi oluşturmak için yazılmış, her biri bir kimliği konu edinen şiirleri bir araya getiriyordu.
152
onurlu aydinlar 2.indd 152
11/5/14 8:22 PM
’90’lı yıllar 12 Eylül döneminden daha beter bir katliamlar dönemi oldu. O dönem sanatçı ve aydın çevrelerini nasıl etkiledi? Sonuçları ne oldu? ’80’li yılların sonuna doğru, kültür ve sanat alanındaki yeni yapılanma bir yandan ürünlerini açıklığa kavuşturmuş, kimin nerede olduğu, nasıl davranır hale geldiği ortaya çıkmıştı. Bir yandan da baskı altındaki kesimlerin yeniden seslerini yükseltmeye, tepkilerini ve varlıklarını duyurmaya başladığı bir döneme giriliyordu. Denebilirse yeni bir uyanış ve devinim dönemi, bu kez başka ve sinsi yöntemlerle kırılmak istendi. Gözaltında kayıplarla, yargısız infazlarla vb. Bunlara yönelen tepkilerin içinde sanatçı ve aydınların yer almasına karşılık, sanat ürünlerinin dönemi etkili ve düzeyli yansıtmada başarı lı olduğu pek söylenemez sanırım. Ben kendi açımdan, emekçilerin yeniden sesini yükseltmeye başladığı yılları “Onların Sesleriyle Bir Kez Daha” kitabımda; kimliklerinden dolayı baskı gören, ikinci sınıf yurttaş sayılan, öldürülen insanları “Bir Adı Gurbet” kitabımda; çeşitli kıyımlara uğrayanları ve onların geride bıraktıklarını “Oğulları Öldürülen Analar” kitabımda kendi tutumumdan ödün vermeden yansıttım. Kemal Özer kendi şiiri dışında şiir alanımıza dünyadan bir dolu şairi taşımış bir sanatçı. Bir dolu şairin yalnızca kendi şiirine endekslendiği bir dünyada siz bu yaklaşımınız hakkı nda bize neler söylemek isterdiniz? Bir de buna bağlı olarak, çeviri şiirler, çevirinin ülkemizdeki bugünü hakkında neler düşünüyorsunuz? Benim şiir çevirisine yönelmem, dünya görüşüme ve şiir anlayışıma hizmet olarak görülebilir. Özellikle 12 Eylül’den sonra toplumcu şiire yöneltilen bir saldırı vardı. Batı örnek gösteriliyor, “Bu anlayış çağdışı, Batı’da artık böyle şiir yazılmıyor” deniyordu. Günün koşulları da bunun okurda, edebiyata yönelen gençlerde etkili olmasına yol açıyordu. Örnek gösterilen Batı şiiri türdeş değildi oysa. Batı şiiri dendiği zaman yalnız belli örnekler öne sürülüyor, oysa bunların dışında Batı’yı temsil eden başka bir şiirin de varolduğu görülmek istenmiyordu. Ayın öteki yüzü gibi görülmeyen, görülmek ve gösterilmek istenmeyen bu Batı şiirinin örnekleri ortaya konmalıydı. İşte bu amaçla emeğimi çeviriye de yönelttim. Neruda, Lorca gibi zaten bilinen ozanların yanı sıra Macar, Bulgar, Danimarka şiirinden de (Attila Jozsef, Miklos Radnoti, Lubomir Levçev, Lıçezar Elenkov, Erik Stinus, Niels Hav vb gibi) kimi ozanları Türkçeye kazandırmaya çalıştım. Şiir çevirisi konusunda, bilindiği gibi, çeşitli görüşler, çeşitli uygulamalar
153
onurlu aydinlar 2.indd 153
11/5/14 8:22 PM
var. Hiç çevrilemeyeceğinden tutun da, aktarıldığı dilde yeniden yazılacağına kadar. Ben bir dilde bir şey söylenebilmişse, başka bir dilde de söylenebilir görüşünü benimsiyorum. Bir de, seçilen şiirle çevirenin (gerek dünya görüşü, gerek sanat anlayışı açısından) ortak bir paydada buluşmasının gerekli olduğunu... Bu görüşlere uygun başarılı çeviriler ve çevirmenler belki çok değil, ama var. Sosyalist gerçekçiliğin şiirdeki önemli isimlerinden birisiniz. Sosyalist gerçekçilik hakkı nda neler söyleyeceksiniz? Bu kulvardaki şairlerimizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyalist gerçekçiliğin Sovyetler Birliği’ndeki resmî görüşü içeren anlayışla ilişkisi konusunda bir açıklık önemli. Gerçekçiliğin bence ileri bir aşaması. Gerçeği geçmiş-bugün- gelecek bağlantısı içinde görmek ve göstermek anlamında. Dünya görüşünü en iyi yansıtacak bir sanat anlayışıyla bağdaştırarak. 12 Eylül sonrası, bunun için bir sınavdı. Ne yazık ki, bu sınavı veremeyenler sayıca daha çok oldu. “Temmuz İçin Yaralı Semah – Yangın Şiirleri” nasıl oluştu? Siz sivas olaylarının hemen ardından yurt içinde ve yurt dışında bu konuya ilişkin onlarca toplantıya katıldınız. Bu kitabın oluşum sürecini anlatır mısınız? Öteki kitaplarda olduğu gibi, bu kitapta da “yaşanan”a bakmak istedim. Zihinsel olarak 2 Temmuz 1993’le başladı. Ama yazılması 2002’ye kadar gecikti. Denebilirse olayın sıcak duygu ve tepkiler dönemi geçtikten sonra, uzun bir araştırma, yaşananları onlardan kalanlarla birlikte yeniden değerlendirme süreci araya girdi çünkü. Her yıl yinelenen “Sivas’ı Unutmayalım” sloganının içeriği ne olmalı sorusuna bir yanıt oldu benim açımdan. Şiirlerle yapılan bir suçüstü kitabı diyebilirim. “Yolun sona erdiği yerde yeniden yola çıkan”ı görmek, benim kitapta ortaya koyduğum yorum. Yangın neyi bitiriyorsa onun içinde bir başka yürüyüşün ilk adımını da barındırıyor. Tıpkı semahın döne döne kendini yenilemeyi görünür kılması gibi. Onun için de kitabın adı Temmuz İçin Yaralı Semah... 2008 Temmuz
154
onurlu aydinlar 2.indd 154
11/5/14 8:22 PM
filistin direnişinin kalemi:
ghassan fayiz kanafani
“Direniş hareketi, acılarından başka yitirecek hiçbir şeyi olmayan Filistinliler için tek çıkış yoludur.” Ghassan Fayiz Kanafani “Eğer Filistin’de kamplarda ve sokaklarda, insanların ruh halini, yaşadıklarını ve devrimin halini anlamak istersek, Ghassan Kanafani’nin yazılarını takip etmemiz yeterlidir…”... İsrail İşçi Partisi’nin lideri ve uzun zaman İsrail’de başbakanlık yapan Golda Mair böyle diyordu. Ghassan Kanafani, 1936 yılında İngiliz işgali altındaki Filistin’in Akka şehrinde doğar. Sünni-Müslüman orta sınıf bir avukatın oğludur. 1948’de Arap-İsrail savaşı sırasında sürgüne gönderilene kadar Fransız Misyonerler Okulu’nda okur. Kısa bir süre Lübnan’da kaldıktan sonra ailesiyle beraber Şam’a yerleşir. Kanafani, öğreniminin ikinci bölümünü burada tamamlar ve BM’nin mültecilerle ilgili bölümünden 1952’de öğretmenlik belgesi alır. Aynı yıl Şam Üniversitesi’nin Arap Edebiyatı Bölümü’ne kayıt olur; ancak, 1955’te Arap Ulusal Hareketi’yle ilişkilerinden ötürü okuldan atılır. Üniversitedeki tezinin konusu “Siyonist Edebiyat’ta Irk ve Din”dir. Bu arada Kanafani, daha 1953’te Dr. George Habbaş’la birlikte hareket etmeye başlamıştır. 1955’te öğretmenlik göreviyle Kuveyt’e gider ve sonraki yıl orada Arap Ulusal Hareketi’ne bağlı Al- Ra’i (Düşün-
155
onurlu aydinlar 2.indd 155
11/5/14 8:22 PM
ce) gazetesinin editörlüğünü yapar. Daha sonra Dr. Habbaş tarafından ikna edilerek Beyrut’a gelir ve hareketin resmi sözcüsü olan Al-Hurriya (Özgürlük) gazetesinin kadrosuna katılır. Kuveyt’te bulunduğu sürede Kanafani sayısız kısa öykü yazar ve Marksizm’le ciddi şekilde ilgilenmeye başlar. Aynı yıllarda Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC)’nin kuruluşunda yer alır ve hareketin Polit Büro üyeliğini yapar. Ghassan Kanafani, Filistin’in özgürlük mücadelesinde George Habbaş, Vadi Haddad, Abu Ali Mustafa ile birlikte, sağın (El Fetih) mücadele anlayışını reddeder, feodal ve gerici Arap ülkelerinin liderleriyle ittifak yapılarak bir yere varılamayacağına inanır. Kanafani, Filistin mücadelesi için gerçek anlamda Marksist-Leninist devrimi ve işgale karşı direniş anlayışını benimser. Filistin devrimci hareketinin ilk ve temel taşlarını oluşturan FHKC’nin içinde, kültürel ve sanatsal faaliyetlerin silahla birlikte aynı zamanda ve aynı yoğunlukta yürütülmesi gerektiğini hem örgüt içinde hem de kendisinin kurduğu El’hadef dergisinde inançla savunur. El’hadef ilk sayfasında “Öyle bir gazete düşünün ki, bir kıvılcıma benzesin, o kıvılcım büyük bir ateşe dönecektir.” diye yazıyordu. 1960’ların başında, Filistin’in asi umudu Hanzala’nın yaratıcısı Naci el-Ali ile hapishanede tanışır. Ali’nin çizdiği karikatürlerden etkilenen Kanafani, bu alanda profesyonel olarak çalışması için ona imkân sağlar. İlk çalışmasını El-Hürriyet adlı dergide yayınlatır. “Tüm gerçekler kitlelerin olmalı.” sloganına dayanarak Kanafani’nin tüm entelektüel ve sanatsal çalışmalarının temelinde emekçi kitlelerin çıkarlarını savunmak ve korumak vardır diyebiliriz. Yalnızca Filistinli emekçilerin değil, aynı zamanda tüm Arap emekçilerinin ve tüm dünyanın ezilenlerinin çıkarlarını savunmak vardır. Tüm çalışmalarının temelinde duran bu bakış açısı nedeniyle Kanafani bir Marksist olarak silahlı mücadeleyi ezilenlerin kurtuluşunda en önemli yol olarak görüyordu. Kanafani tarihsel materyalizme hakim olmakla kalmamış onu tüm çalışmalarında birebir uygulamıştır. Neye inandığı ve neyi yaşadığı, yazdıkları ve söylediklerinde çok net biçimde görülebilir. Temel çelişki; emperyalizm ile olan çelişkidir. Siyonizm ve ırkçılık ile olan çelişkidir. Bu uluslararası bir çelişkidir ve tek çözüm silahlı ve birleşik bir mücadeledir. Tanıdığı, bildiği, konuştuğu, hitap ettiği herkeste enternasyonalizm ruhunu yaratmaya çalışır Kanafani. “Direnişin edebiyatı” temelini kuran, araştıran Kanafani, örgütün içinde sağlam, bölgesel- enternasyonalist kültürel eğitimin her devrimcinin ruhunun gı-
156
onurlu aydinlar 2.indd 156
11/5/14 8:22 PM
dası olması gerektiğini savunur. Devrimci silah taşıyorsa, aynı silahının gücüyle olduğu gibi kültür ve bilinç gücüyle kuşatılması gerektiğini hep dile getirir. Büyük eser niteliğindeki kısa hikâyeleri, romanları ve tiyatro eserleriyle, Filistin halkının derin yaralarını anlatırdı. “Neden İsrail’in ilk hedefleri arasına girdi?” sorusunun cevabı onun yaşamında gizlidir. Onun yaratıcılığını gösteren en önemli kısa romanlarından biri olan “Güneşin Altındaki Adamlar”da Kanafani; “Neden tankerin duvarına vurmadılar?” sorusuyla işgal edilen bir ülkenin yaşama hakkı elinden alınmış halkının psikolojisini tüm açıklığıyla gözler önüne serer. Bu hikâyede zengin, Arap ülkesine giden üç ayrı nesilden kaçak Filistinlinin durumunu ve yaşadıklarını anlatır. Filistinliler, vize alamadıkları için bir petrol tankerinin şoförüyle (o da “Filistinli”) onlar için büyük bir rakam sayılabilecek bir paraya anlaşırlar. Amaçları petrol ülkesine gizlice girebilmektir. Hayatları değişsin diye kaçıyorlardır, sınırda şoförün fazla durması ve sınır bekçisinin sorgulamayı uzatması ve gevezeliği yüzünden tankerin içinde boğularak ölürler, şoför tankerin kapısını açtığı nda ve cesetlerle karşılaştığında yüksek sesle tekrar tekrar kendine sorar: “Neden tankerin duvarına vurmadılar nefessiz kaldıklarında?” Neden boğularak ölmeyi tercih ettiler? Korktular... Yaşadıkları sıkıntıları giderebilmek için zengin bir dünya hayal ederek mi? Aynı sıkıntıya tekrar dönmemek için mi? Boğularak gelen bir ölümün, boğularak yaşamaktan daha kolay gelmesinden mi? Kendi gerçeklerinden kaçıyor, umutlarını kolayca hiçe sayabilecek bir adama teslim ediyorlardı. Korku... Onun Siyonist katillerin ölüm listesine girmesinin nedeni de siyonizmin korkuları değilmiydi? 9 Temmuz 1972’de, FHKC’nin, Japon Kızıl Ordu’sunun havaalanı eylemini sahiplenmesinden birkaç hafta sonra, Kanafani ve küçük yeğeni İsrail gizli servisi MOSSAD tarafından arabasına konulan bir bombayla şehit edildiler. Kanafani, böylece Filistin halkının mücadelesinde ölümsüzleşti. Kız kardeşi o günü şöyle anlatıyor: “8 Temmuz 1972 Cumartesi sabahı saat 10.30’da Lamees (Kanafani’nin yeğeni) ve amcası birlikte Beyrut’a gidiyorlardı. Onlar evden çıktıktan birkaç dakika sonra tüm binayı sarsan korkunç bir patlama duyduk. Korkuya kapıldık, ama Lamees’i hiç düşünmüyorduk, Ghassan’a bir şey olmasından korkuyorduk. Lamees’in onunla birlikte çıktığını unutmuştuk bile. Koşarak dışarı çıktık, Ghassan’ı arıyorduk her yerde. Hiçbirimiz Lamees’e seslenmiyorduk. Lamees henüz on yedi yaşında bir çocuktu. Her şeyiyle hayat doluydu. Ghassan’ın bu yolu seçen ve ne olursa olsun o yolda yürüyecek biri olduğunu biliyorduk.
157
onurlu aydinlar 2.indd 157
11/5/14 8:22 PM
Daha bir gün önce Lamees, amcasına devrimci eylemlerini azaltmasını ve hikaye yazmaya yoğunlaşması nı önermişti. Lamees, ‘Hikâyelerin çok güzel’ dediğinde, Ghassan onu ‘Hikâye yazmaya geri dönmek mi? İyi yazıyorum, çünkü ilkesel olarak bir davaya bağlıyım. İlkelerimi bıraktığım gün, hikâyelerim de bomboş kala kalacaktır. İlkelerimi ve davamı bırakacak olursam, sen kendin bana hiç saygı göstermezsin emin ol’ diye yanıtlamıştı. Ghassan, kızımı, yeğenini sonunda mücadelenin ve ilkelerin savunusunun her şeyi güzelleştiren temel şey olduğu konusunda ikna etmişti.” Ondan geriye kalan en önemli miras ise yazar ve militan kimliklerinin mükemmel bir bileşimidir. Gerçekten de Kanafani, yazar, gazeteci, edebiyat araştırmacısı gibi son derece renkli özellikleriyle kurucu politik kadro görevleri arasında az rastlanır bir uyum yaratmıştır. Bugün bile doğum gününün Filistin’de kutlanıyor olması ise onun halkın gönlünde kazandığı yeri göstermektedir. Devrimci Edebiyatçı Ghassan Kanafani... Direnişin edebiyatını araştırırken, bilimsel bir araştırma olarak yaklaşmak gerektiğinin bilincindedir. Sadece edebiyat olarak ya da kültür olarak da yetinmemek gerektiğini biliyordu. 1919’da İngilizlerin işgali altında bulunan Filistin halkının direnişi ve özellikle 1936’da “1936 devrimi sorunu” altında yaptığı uzun araştırma-okuma niteliğindeki kitapları devrimci insanların dikkate almaları gerektiğini ve FHKC’nin içinde okutulması-eğitilmesi ve tartışılması gerektiğini bir ilke olarak koydu ve FHKC’nin ilk genel kurulunda programında yer almasını üstüne basa basa savundu. Filistin tarihini sorgularken doğru ve bilimsel saptama yapmak gereğini de şiddetle savunurdu. 1936’da İngiliz işgali karşısında, İngilizlere karşı dünyada ilk defa ve rekor düzeyde olarak tarihe geçen 6 aylık bir genel grev vardır. Bu süre içinde grevi başlatan ve önderlik eden İzzeddin El-Kassam (şu anda HAMAS’ın askeri kanadı adını buradan ilham almıştır) bir cami imamıdır. Filistin toprağının işgal altında olmasından dolayı, halk İngilizlere karşı bu imama sadık kalır ve arkasından gider. Yine aynı lider (El-Kassam) İngilizlerle oturup anlaşır ve grevi bitirir. Sonrasında ise anlaşma yaptığı işgalci İngilizler tarafından sınır dışı edilmiştir. Filistin halkı 1919-1948 tarihleri arasında İngiliz işgali altında ya-
158
onurlu aydinlar 2.indd 158
11/5/14 8:22 PM
şamış ve bu uzun süre boyunca işgalcilere karşı direnmiştir. Bu direnişin neden başarılı bir sonuç getirmediğini, bunca kitleyi arkasına almış olmasına rağmen (Filistin halkının tümü diyebiliriz) ve halkın tamamına yakını genel grevin olduğu 6 ay boyunca hiçbir ticaret yerini açmaması na rağmen ve neden bunca acıya rağmen başarılmamış olmasını, Ghassan Kanafani basit ama aynı zamanda derin bir saptamayla işaret eder; din, feodalizm, gerici ve işbirlikçi Arap liderlerinin rolü çok etkilidir bu direniş sürecinde. Yaptığı araştırmalarda ve yazdığı eserlerde hem zengin direnişin izlerini, hem de başarı sızlığı ve bunun bilimsel nedenlerini ele alır. “Kör Adamla Sağır Adam” hikâyesinde, topluma zeki ve derin bir yaklaşımda bulunuyordu ve halkın hurafelere inancını ve dini farklı bir ele alışı vardı. O hikâyede iki adamın toplumun zorlamasıyla “ermiş” sanılan bir şeyhin türbesinde buluştukları anları ve aralarında geçen konuşmaları anlatır: “Sağır olan, kör adama neden oraya geldiğini sorar bağırarak. Kör adam anlatmaya başlar ama sağır olan onu duyamayacağını söyler. Çünkü kendisi sağırdır. Kör adam işaretle ailesini ve çalıştığı iş yerini anlatır, -fırın işçisi olarak çalışmaktadır- sonra kör sorar işaret diliyle sağırın neden geldiğini, bağırarak da olsa anlatır; Birleşmiş Milletler’in insani yardım kuruluşunda çalıştığını ve sağırlığın tek güzel tarafının, o azıcık yardımı alabilmek için insanların oluşturduğu kalabalık selinin sesini duymamak olduğunu söyler. Zorla ve işaret diliyle ona buraya gelmesinin, ailesinin tekrar işitme hissine kavuşacağını ısrarla anlatmalarından kaynaklandığını belirtir. Ermiş kişinin kendisinin mezarının başındaki ağaçta yüzünün belirdiğini ve herkesin bundan medet umduğunu ve herkesin hastalığını iyileştirdiğini, tıpkı kendisininki gibi, gelme nedenini de anlatır kör olana. Kör ona sorar: “Peki ne görüyorsun orada?” Sağır olanı pek net göremediğini söyler. Kör adam; gel omzuma çık diye teklif eder, sağır kabul eder ve gülmeye başlar. Kör olanı ne gördüğünü sorar merakla, sağır dur bir dokunayım der ve alaycı, gür ve keskin bir sesle mezarda haykırır: “Sadece mantar... Sadece mantar...” Kör adamla sağır olanı, ikisinin birleşiminin bir tam adam ettiğini topluma işaret eder; özürlülüklerini tamamlayarak, böylece uzun ve sağlam bir dostluk kurarak, topluma karşı batıl inanışlara karşı, işgale karşı direnişin içinde yer alır. Bu kısa hikâyeyle farklı bir bakış açısı yakalar.
159
onurlu aydinlar 2.indd 159
11/5/14 8:22 PM
Kanafani, 18 kitap yazmıştır. Aynı zamanda kültür, politika ve Filistin halkının mücadelesi üzerine yüzlerce makalesi vardır. Kanafani’nin Arap Edebiyatı’nın modernleşmesinde önemli bir etkisi vardır ve Filistin Edebiyatı’nın önemli bir figürüdür. Kitapları genellikle Filistin ve Filistin halkı üzerinedir ve sık sık mülteci olarak özgün tecrübelerinden bahsetmektedir. Onun El-Hedef çalışanları ile gerçekleştirdiği bir toplantıda söylediği gibi: “Bu dünya üzerinde tek bir şey dışında her şey çalınabilir, yağmalanabilir; çalınamayacak ve yağmalanamayacak tek şey bir insanın bir davaya ya da bir ideolojiye bağlılığından doğan aşktır.”... Kanafani bu “aşk”la yaşadı, yaptıkları hep bu “aşk”ın eseridir. Eserleri: - Ard al-burtuqal al-hazin, 1963 - Rijal fi-sh-shams, 1963 - Al-bab, 1964 - ‘Aalam laysa lana, 1965 - ‘Adab al-muqawamah fi filastin al-muhtalla 1948-1966, 1966 - Ma tabaqqa lakum, 1966 - Fi al-adab al-sahyuni, 1967 - Al-adab al-filastini al-muqawim taht al-ihtilal: 1948-1968, 1968 - ‘An ar-rijal wa-l-banadiq, 1968 - Umm sa’d, 1969 - A’id ila Hayfa, 1970 - Al-a’ma wa-al-atrash, 1972 2010 Ocak
160
onurlu aydinlar 2.indd 160
11/5/14 8:22 PM
“kevkeb-uş şark” doğu’nun yıldızı: ümmü gülsüm kevser sarıca
“Hayatı çokça ızdırablarla sürmüş bir kadına, “Bunca acıya nasıl da yandın” diye sorduklarında O vakur bir eda ile iç çekmiş, “Taş olsam dayanamazdım, toprak oldum dayandım” diye cevap vermiş.
Nil, nasıl ki Mısır’a hayat veren can damarı ise, o da halkının kalbinden bilincine uzanan bir ses oldu. Sesiyle, söylediği şarkılarıyla Arap halkının duygularını güçlendirip canlandıran bir aydın, sanatçıydı. Yoksulların aşağılandığı ve hor görüldüğü bir coğrafyada yoksul bir köylü kızı, bir Fellah olduğunu her fırsatta dile getirdi. Bununla övündü, gurur duydu. Yoksulluğunun yanında kadın olması, onun hayat kavgasını daha bir zorlu kıldı. Ne de olsa, bir yüz batıya baksa da “doğu”ydu burası… Bir genç kadının topluluk içinde şarkılar söylemesinin hoş karşılanmadığı koşullarda ilahilerle, yerel şarkılarla adım adım engelleri aştı. Hiçbir bas-
onurlu aydinlar 2.indd 161
161
11/5/14 8:22 PM
kıya teslim olmadı. Kadının yok sayıldığı topraklarda, kendine güveniyle Arap kadınlarına örnek oldu, onunla gurur duydular. Yürekten konuştu… Kalbi duygularla seslendi halkına. Halkı ve Arap alemi ise kalbinin en müstesna köşesinde yer açtı ona… Öyle ki şarkılarını söylediği vakit hiçbir Arap lideri konuşma yapmaya cesaret edemez oldu. Halk, onun radyodan şarkı söyleyeceği vakitler, soluksuz halde radyo başında toplanır, onun canlı, güçlü ve içten şarkılarını dinlerdi. Bu Arap kadını, sadece şarkıcı ve sanatçı olmadı. “Ben sadece sanatımı icra ederim” demedi. Her daim halkıyla omuz omuzaydı. Halkının yaşadığı tüm zorlukları, sıkıntıları ve sevinçleri kendisi de yaşadı. Acılara ve yoksulluklara, sürgünlere tanıklık etti. Siyonizme karşı savaşları ve yenilgileri gördü. Ama asla bu yenilgiler onu Siyonizmle ve emperyalizmle uzlaşmaya götürmedi. Bir yurtsever olarak Arap halklarıyla birlikte emperyalizme ve Siyonizme karşı duruşundan vazgeçmedi. Halkının ve tüm Arap aleminin acılarını acısı, sevinçlerini sevinci bildi… Şarkılarıyla gönülden gönüle, dilden dile köprüler kurdu… Ve işte bundan dolayı halkı çok sevdi onu… Ve hiç unutmadı… Nil Deltasından Yükselen Ses Yoksul Mısır’ın ezgili yüreği, halk şarkılarının ölümsüz sesi Ümmü Gülsüm; Mısır’ın can damarı, Nil deltası üzerindeki Tomay Zahayra adlı bir köyde doğar… Yıl 1904’ü gösterir. Ülkedeki yoksulluk, bu köyde de fazlasıyla hissedilir. Fakir bir ailenin üç çocuğundan en küçüğüdür. Babası köyün imamıdır. İmamlıkla ailesinin geçimini sağlayamadığından düğün ve cenazelerde kuran okuyarak ek gelir sağlar. Sadece kendi köyünde değil, farklı köylerden de davetler alır. Annesi ev işlerinde çalışır. İki katlı evin çok nadir görüldüğü bu köyde, at arabasının geçeceği kadar bir yol ancak bulunur. Ümmü Gülsüm, anılarında 10 yaşlarında iken köyünün bağlı olduğu kasabayı, dünyanın en büyük şehri olarak gördüğünü anlatır. Bu yıllarda Mısır’a feodal kültür ve klasik sömürgecilik dönemine ait ekonomik ilişkiler hakimdir. O da kırlarda, yaşayan milyonlarca yoksul halk çocuğundan biridir. Ülkenin idaresinin Fransız ve İngiliz emperyalistlerinde olduğu bu yıllarda Mısır’ın nüfusu 16 milyon civarındadır. Ama 225 bin işgalci, ülke servetinin yarısından fazlasına el koyuyordur. Sömürgecilik Mısır halkını iliklerine kadar sömürmekte, tüm halkı açlığa, yoksulluğa mahkum etmektedir. Hayata böylesine ağır koşullar içinde başlar. Ama yine de bu zor koşullara boyun eğmez. Henüz çocukluğunda çok güç-
162
onurlu aydinlar 2.indd 162
11/5/14 8:22 PM
lü ve güzel bir sese sahip olduğu fark edilir. Babasının öğrettiği güzel kuran okuma dersleriyle sesini kullanma yeteneği ve sesinin gücü herkesçe görülmeye başlanır. Önceleri kendi köyünde, ki düğünlerde çok geçmeden de sesinin güzelliği duyan komşu köylerde şarkı söylemek için çağrılır. Feodal ilişkiler, İslam’ın kadına bakışı gibi etkenlerin getirmiş olduğu tüm zorluklar bu köyde de Ümmü Gülsüm’ün yakasını bırakmaz. Öyle ki, düğünlerde bir genç kızın şarkı söylemesi aykırı bir durumdur. Yine de babası işi kuralıyla yapması için yardım eder kızına. Bu güçlü ve güzel sese, teklifler gelmekte gecikmez. O günün tanınmış ut sanatçılarından Zekeriya Ahmet, henüz 16 yaşın daki bu genç sesin kendisine eşlik etmesini ister. Fakat ailesi tedirgindir. Onun Kahire’ye, bilinmezliklerle dolu bir yolculuk yapması noktasında tereddütlüdür. İlk başlarda kendisi de ailesini bırakmak istemez. Ancak kendine güvenli kişiliği, ailesinin tereddütlerini giderir. Kararlıdır. Ve 1923 yılında kesin kararını vererek Kahire’ye gider. Ve Kahire... Yurdunun Kalbinde... O artık sömürgecilerin etkin olduğu Mısır’ın başkenti Kahire’dedir. Buraya yerleşmesinde ve taşınmasında da yardımcı olan şair Ahmet Rami yanı başındadır. Ki onun çabalarıyla Kahire müzik yaşamında daha fazla yer almaya başlar. El Asabgi, Ümmü Gülsüm’ün tiyatro salonlarında sahne almasını sağlar. Bu yıllar da hayatını kazanmak için şarkı söylerken bir yandan da dönemin önde gelen hocalarından müzik ve ses eğitimi almaya devam eder. Ünü hızla yayılmaktadır. Yıl 1930’u, gösterdiğinde Arap kadınının o güçlü yanını temsil eden sesiyle sadece Mısır’da değil, tüm Arap halkları arasında tanınmaya başlamıştır. Değişik Arap ülkelerinde art arda konserler verir. Artık Araplar arasında tanınmış bir sanatçıdır. Ümmü Gülsüm’ün tanındığı bu yıllar aynı zamanda Mısır’ın çok hızlı bir dönüşüm yaşadığı yıllardır. Dolayısıyla ulusalcı yurtsever anlayışlardan etkilenen müzikal atmosfer gibi Gülsüm’de bu dönüşümden payını almakta gecikmez. Bir yanıyla birbirine paralel gelişen bu süreç, bize dönemin müzikal atmosferinin anlaşılması için fazlasıyla ipucu verir. Şöyle ki Mısır’da müzik pek çok Arap-Müslüman ülkelerde olduğu gibi tam olarak geliştiği söylenemez. Halk ozanlarının söylediği, doğrudan halkın
163
onurlu aydinlar 2.indd 163
11/5/14 8:22 PM
yaşamını konu eden şarkılar, bölgenin kendi özelliklerine göre değişkenlik gösterir. Diğer müzik türü de saray ve din çevresinde, eğitimli kişilerin söylediği müziktir. Dinsel anlayış ve dogmatik önyargılar müziğin gelişmesini engelleyen bir faktör olsa da halklar bir şekilde yaşadığı acıları, felaketleri, katliamları, aşkları, özlem ve umutlarını müzikal ezgilere yansıtarak yaşatmasını bilmiştir. Bölgede din ve saray çevresi dışında müzik eğitimi veren okullar ancak 20. yüzyılın başlarında Mısır ve Beyrut’ta açılmaya başlar. Bu yıllarda kapitalist ilişkilerin gelişimi, emperyalizmin ülkedeki varlığı müzikte de kendini gösterir. Özellikle yurtsever, ulusalcı duyguların geliştiği, bağımsızlıkçı düşünce ve hareketlerin yaygınlaştığı bu dönemde müzik de kendine has kanallardan akmaya devam eder. Halkın yurtsever duygularına, özlemlerine, yaşamında ifadesini bulup mücadelenin bir aracına dönüşmeye başlar. Müzik bu anlamda asla yaşamdan kopuk olmaz onun bir parçasıdır. Geleneksel halk sazlarının yanında farklı müzik aletleri de kullanılmaya başlanır. Ancak bunda halktan kopuk, onun dünyasından uzak arayışlara pek yer yoktur. Halka hitap eden müzikler yapılmaya başlanır. Halk artık sömürgeciliğe ve feodalizme karşı sesini daha fazla, canlı çıkarmaya başlar. Bunu müzikal üretimde de gösterir. Bu anlamda müziğin gücü egemenler için rahatsız edicidir. Sömürgeciliğe karşı yurtsever muhalefet kendini her alanda hissettirir. Sömürgeciler 1936’da Mısır’ın bağımsızlığını tanıyarak, ilan etseler de, bunun göstermelik olduğu çok geçmeden anlaşılır. Bu yıllar Ümmü Gülsüm’ün yurtsever duygularının ve bilincin geliştiği dönemdir. 1930’lu yıllar Ümmü Gülsüm’ün modern-romantik şarkılar söyleyen Ümmü Gülsüm’den popüler Mısır şarkılarını seslendiren Ümmü Gülsüm’e geçiş yaptığı yıllar olur. Bu durum, onun çok geniş halk tarafından dinlenmesini beraberinde getirir. 1950’li yıllara doğru ise Riyad El Sunbeti’nin eski Mısır şiirlerini besteleyip seslendirmesiyle kendi tarzını yakaladığı gibi, halka dönüş açısından önemli bir dönüşüm yaşar. Bu aynı zamanda gelişen yeni nesil için örnek bir yol göstericilikken, Arap kültürünün korunması ve beslenmesi
164
onurlu aydinlar 2.indd 164
11/5/14 8:22 PM
gereken kaynağı göstermesi açısından önemli bir örnek olur. Ki artık eski şarkıları söylemeye devam etmek; halkın bilincindeki gelişimi, içinde bulunduğu duygu selini göstermemek, halka yabancılaşmak, onu anlamamak demektir. Bir aydın-sanatçı olarak Mısır halkı gibi Ümmü Gülsüm de değişmekte, yurtseverliğinden etkilenmekte, ürettikleriyle onu beslemekte, halkla çıkarsız, gönülden, ölümsüz bağlar kurmaktadır. Ümmü Gülsüm’ün hayata bakışı ve duruşu gibi, sanatsal yeteneği ve icra tarzı da çok sevilir. Çünkü değişik bir ses tonu vardır. Adeta Arap halklarının tüm acılarını omuzlamışçasına yürek sızlatıcı; aşktan yoksulluğa, ayrılıktan özleme... İnsanı sarıp sarmalayan tüm duyguları ifade eden şarkılarla, yürek titreterek büyülercesine size seslenir. Gerek ülkede, gerek dünyada bağımsızlık savaşları gelişip anti emperyalist bilinç hızla yükselir. Emperyalizm halkın kültürüne saldırdıkça, halk kendi kültürüne daha fazla sarılır. Mısır’da da gelişmeler bu yönde olur. Ümmü Gülsüm de bu dönüşümün bir parçasıdır. Müziği ile hep bunu gösterir. Ancak onun için daha da önemlisi Arap halklarının bağımsızlığı, kendi topraklarında onuruyla yaşamasıdır. Hayatının bir yanı hep bunun kavgasıyla geçer. Anti Emperyalist, Yurtsever Bir Kadın… 1950’li yıllar bölgede, özellikle Mısır’da siyasi çelişkilerin derinleştiği, gelişmelerin dünya tarafından ilgiyle izlendiği yıllar olur. Ancak 1948’te İsrail ile yapılan savaşta alınan ağır yenilgi, Mısır ve Arap halklarını derinden etkiler. Mısır ordusunun yenilgisi ve içine düştüğü acizlikten dolayı üzgündür. Ancak bu acizlik ve emperyalizmle işbirlikçiliğe karşı ulusal gurur duygusuyla yurtsever subayların harekete geçmesini sevinçle karşılar. Gelişmeler anti emperyalist ve anti Siyonist duyguların daha da güçlenmesine yol açar. 1952’de Hür Subaylar iktidarı ele geçirir. Ardından Cemal Abdul Nasır devlet başkanı olur. Nasır, anti emperyalist, bağımsızlıkçı, eşitlikçi ve ulusal dayanışmacı ilkeler etrafında halkta büyük umutlar yara tır. Ümmü Gülsüm de, Nasır’ın bu siyasi hedeflerini paylaşarak ona destek olur. Kendisi de sanat cephesinden halkın bu duygularına katkı sunar. Ki başka türlü olsaydı Ümmü Gülsüm ne doğunun yıldızı olur ne de yer ederdi halkın kalbinde. Onun halkla kurduğu ölümsüz gönül bağının sırrı tam da buradadır. Sekou Toure; 1959’da Yazarlar ve Sanatçılar Kongresi’ne sunduğu “Bir Kültürün Temsilcisi Olarak Siyasi Lider” adlı tebliğinde bu sırrı şöyle
165
onurlu aydinlar 2.indd 165
11/5/14 8:22 PM
açıklar: “Afrika devriminin bir parçası olmak için devrimci bir şarkı yazmak yeterli değildir, bu devrimi gerçekleştirmek için halkla birleşmek gerekir. Halkla birleşince şarkılar kendiliğinden gelecektir. Bir eylemin özgün olması için Afrika’nın ve onun düşünce tarzının canlı bir parçacı olmalısınız, Afrika’nın kurtuluşu, ilerlemesi ve mutluluğu için seferber olan bu halk enerjisinin bir parçası olmalısınız. Bu biricik mücadele dışında, Afrika’nın ve ızdırap içindeki insanlığın verdiği büyük savaşta halkla birlikte seferber olmamış ve kendini adamamış ne sanatçıya ne de aydına yer vardır.” (1) Ümmü Gülsüm böyle yaptığı için halk onu unutmaz. Onu farklı kılan sadece güzel ve güçlü bir sese sahip olması değildir. O bu güzel ve güçlü sesiyle halkının duygularına tercüman olmuş; halkının eşitlik ve demokrasi mücadelesinde hesapsızca yanında yer aldığı için bağrına basmıştır. O aynı zamanda yoksul halkla iç içe yaşar ki her defasında yoksul köylü geçmişini unutmadığını belirtir. Bu anlamda ünlü oldum diye geçmişinin bilinmesini istemeyenlerden, geçmişinden utananlardan olmaz. Yoksul halka yardımlarda bulunup dayanışma konserleri organize eder. Zamanını ve enerjisini, kazandığı parasını halkına adamaktan kıvanç duyar, mutlu olur. Müzik alanında, halk için müzik alanında halk için müzik yapan girişimleri destekler. Bazılarında ise bizzat kendisi katılır. Bundan da öte Müzisyenler Sendikası’nın başkanlığını yaparak, hak mücadelesinde yer alır. Arap ülkelerinde Mısır’ın elçiliği görevinde bulunur. Gittiği her ülkede halkların coşkun sevgisiyle karşılanır. Perşembe Günleri Verdiği konserlerin yanında o güçlü ve güzel sesiyle özellikle radyodan da halkına ulaşır. Yaklaşık 50 yıl her ayın ilk Perşembe günü geldiğinde yaptığı programlarla gönüllerde taht kurar. Halk onun acılı, özlem dolu, coşkun sesiyle söylediği şarkıları dinlemek için radyoya taparcasına eve kapanır. Sokaklar, caddeler boşalır. Ailece radyonun başına geçilir. Öyle ki yoksul Mısır halkından, Irak’tan gelip Hayfa’nın merkezinde Filistinlilere ait evlere yerleşen Yahudilere; 1948’te etnik temizlikten kurtulmayı başaran Filistinlilere; Karmal Dağı’ndaki Durzi topluluklara dek o gün, o saatte onu dinlemek için radyosu olan evlerde toplanan hepsinin tek dileği “Kevkebuş Şark” dediği,
166
onurlu aydinlar 2.indd 166
11/5/14 8:22 PM
“Mısır’ın 4. Piramidi” olarak adlandırdığı doğunun yıldızı Ümmü Gülsüm’ü ağız tadıyla dinlemektir. Daha sonraki yıllarda Kahire’den Arapların Sesi Kanalı, Sawted Arap tarafından sesi daha geniş halka duyurulur. Ve Kudüs, Ramallah, Amman, Beyrut ve Şam’daki yerel radyo kanalları Ümmü Gülsüm’ü Arap halkına duyuran yayınlar yapmaya başlar. Halkla Beraber, Halk İçin 1967 Arap-İsrail savaşında alınan yenilgi, tüm halkı etkilediği gibi Ümmü Gülsüm’ü de etkiler. Yalnız onu etkileyen şey yenilginin bunca ağır olması, Arap devletlerinin tümüyle çaresiz görünmesidir. Ancak yine de Siyonizme karşı savaşın ve ona karşı Arap-Filistin halklarının verdiği mücadelenin haklı meşru olduğu inancından hiç vazgeçmez. Çok geçmeden de yenilgi psikolojisini üzerinden atmasını bilir. Bir kenara çekilenlerden olmaz. Halka yılgınlık, umutsuzluk tohumları atmadığı gibi atılmasına da izin vermez. Yeniden kaldığı yerden şarkılarına, etkinliklerine devam eder. Halkın ondan beklentiler, onunda halkına karşı sorumlulukları vardır. O bir aydın-sanatçı olarak halka güven verip umutlarını canlı tutmak gibi bir de sorumluluğu olduğunun farkındadır. Bu amaçla Mısır’ın pek çok kentinde ve Arap ülkelerinde konserler verir. Dayanışma konserleri organize eder, edilenlere katılır. Ümmü Gülsüm, siyasal olarak Arapların birliğini savunmasının yanında, Arap kültürünün de yaşatılmasını, bu kadim top raklar üzerinde onuruyla yaşayabilmesine büyük önem verir. Arapları böylesine bölüp-parçalayan emperyalizm olduğu gerçeğinin de farkındadır. Bu anlamda anti emperyalist olunmadan ulusal bir kültürün savunulmayacağı gibi gerçek anlamda yurtsever de olunamaz. O bu duygularla hareket eder. Ömrü boyunca bu amaçla politik ve müzikal çalışmalarını birleştiren bir aydın-sanatçı olur. Görkemli Son!... ’70’li yıllardır… Artık yaşı ilerlemiştir. Buna rağmen yaşlandıkça sesi daha da güzelleşir. Şarkılarını on yılların birikimi ve deneyimiyle söyler. Ancak sağlık sorunları ilerlemiş durumdadır.
167
onurlu aydinlar 2.indd 167
11/5/14 8:22 PM
Gençlik yıllarından bu yana peşini bırakmayan kalp sorununa, gözlerindeki rahatsızlık eklenir. Işığa karşı daha fazla hassaslaşır. Yine de her fırsatta halka ulaşmaktan vazgeçmez. Fakat konserlerinde hiç eksik etmediği mendilinin yanında şimdi gözlerinde siyah gözlükler de vardır.1972’de bazı konserlerini sağlık nedeniyle ertelemek durumunda kalır. Aynı yılın Aralık ayında verdiği bir konserde baygınlık geçirir. Buna rağmen halkın kendisine gösterdiği sevgi ve bağlılığı karşılıksız bırakmayarak konsere devam eder. Fakat bu onun son konseri olacağından habersizdir. Sağlık sorunları iyice artarak müzikle ilgilenmesinin önüne geçer. Zor ve yıpratıcı yılların ardından bedeni yorgun düşmüş; Arap-Mısır halkının sesi soluğu olmuş, kadınlara güven vererek onlara örnek olmayı başarmış yürekli kadın; halkının sanatçısı ve aydını, 3 Şubat 1975’te kalp yetmezliğinden yaşama veda eder. Halk, cenazesinde evladına büyük sevgi gösterir. Cenazesine katılmak için yoksul köylerden, üniversite gençliğinden, işçiler, memurlar, yaşlı-genç, özellikle kadınlar… Cenazesine Cemal Abdul Nasır’dan sonra Mısır tarihinde tanıklık etmiş en büyük cenaze töreni olur. 4 milyon insan, Mısır halkının sesi soluğu olmuş bu kadını şükran duygularıyla uğurlarlar. Ve yürekten gelen bir sesle söylediği şarkılarla ve yurtsever tutumuyla Arap halkının bilincinde ve inancında yol gösteren ışıl ışıl bir yıldız olur. Ve yıllar yılı öyle anılır… Ve Şark’ın semasında öyle parıldar… KAYNAK: (1) Yeryüzünün Lanetlileri / Frantz Fanon / Sayı: 201 (Versus Yayınları)
168
onurlu aydinlar 2.indd 168
11/5/14 8:22 PM
macide tanır’la oyunculuğun izlerinde mehmet esatoğlu
Oyuncu Macide Tanır büyük sanat ve yaşam serüvenini tamamladı. Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği önde gelen oyunculardan biriydi. Tanır; oyunculuk disiplininden sahneye ve izleyiciye büyük saygısına, ömrünün yirmi dört saatini sanatına adamasından, oynadığı role büyük özenine dek bir dolu örnekler sundu bize yaşadığı 90 yıl boyunca. Sahneye ilk adımlarını atmaya çalışırken ülkede de her şey adeta yeni baştan kurgulanıyordu. Toplumun Osmanlı yaşamından kopamadığı, iktidar tarafından ise tepeden aşağı batılı bir yaşam tarzı inşa edilmeye çalışıldığı yıllardır bu yıllar. Kadınların kafes arkasından dışarıya ilk adımlarını atmaya çabaladıkları günlerde kimi kadınlar olmayacak bir işe soyunuyorlar: Oyunculuk yapmaya. Bir adım öncelerinde Afife Jale’nin yanı sıra adını bile bilmediğimiz, oyunculuk yaptığı için başına olmadık işler gelmiş örneklere rağmen kolları sıvıyorlar ve sahneye 169
onurlu aydinlar 2.indd 169
11/5/14 8:22 PM
çıkıyorlar. Oyuncu Macide Tanır da bu zorlu yola soyunanlardan biridir. Cumhuriyet, kültürel inşasını yaparken gözünü batıya dikti. Müzikten tiyatroya, plastik sanatlara, sanatın her bir alanında yerelde olanla ilgilenmek yerine batılı örneklerin taklidine girişti. Anadolu’nun binlerce yıllık müzik, tiyatro geçmişini görmezden gelerek yapılan bu girişim, halkın yabancı ve şaşkın gözlerle baktığı bir sanatsal ortamı var etti. Erenköy Kız Lisesi’nde genç bir öğrencidir o yıllarda Macide Tanır. Oyunculuk yapmayı önüne hedef olarak koymuştur. Okulun iyi öğrencilerinden biridir Macide. Çalışkandır, kararlıdır, engel tanımazdır. Oyunculuk yapmak üzere Ankara Konservatuarı’nın yolunu tutar. Büyük yeteneği ile öne çıkar. Tiyatro ve Opera bölümünde sınıf atlatılarak üç yılda mezun olur. Konservatuar yıllarında Almanya’dan Hitler rejiminin baskı ve zulmünden kaçmış tiyatro adamı Carl Ebert’le karşılaşır ve sahne çalışmaları yapar. Ebert dramatik tiyatro üslubu ile yetişmiş bir tiyatro adamıdır. Geldiği ülkede ise büyük bir göstermece tiyatro üslubu vardır. Cumhuriyet yöneticileri Karagöz, Ortaoyunu, Meddah gibi sahne birikimini Osmanlı’ya mal ettiklerinden görmezden gelirler. Ebert de bu birikimle ilgilenmez. Öğrencilerini dramatik oyunculuğun klasik kalıplarıyla yetiştirir. Ebert’in sınıfı yetenekli öğrencilerle doludur. Tiyatroya önem veren Cumhuriyet yönetimi, ince eleyip sık dokuyarak ülkenin yetenekli gençlerinin sanat alanına yönelmesine ve bir sanatsal taban oluşturulmasına çaba sarfetmektedir. Bu 170
onurlu aydinlar 2.indd 170
11/5/14 8:22 PM
yeteneklerden biri de Macide’dir. Konservatuar günlerinde Ebert “Kibarlık Budalası” nda aynı role iki oyuncuyu çalıştırmaktadır. Biri Nermin Sarova, diğeri Macide Birmeç’tir (Tanır). Bir gün Nermin Sarova’nın provaya gelmeyişi Ebert’i Macide ile karşı karşıya bırakır. Hiç sahne alamadığı Macide ezberi ve konsantrasyonu ile Ebert’i şaşırtır. Ebert prova sonunda sahneye yönelerek onu kucaklar. İlerleyen provalarda Macide ile aynı rolü paylaşan arkadaşına onun oynayışını örnek gösterir. Macide Tanır nasıl bir oyuncuydu? 40’lı yıllarda başlayan ve 80’lerin ortasında emekli edilerek noktalanmak istenen serüvenine bakarsak tüm zamanlarına damgasını vuran özelliğinin oyunculuk disiplini olduğunu görüyoruz. Bu disiplin alışagelmiş askeri disiplin anlayışının çok dışında bir duruştur. Oyuncu sıradan bir insan gibi yaşayamaz. Onun yiyip, içmesinden uyumasına her şey oyunculuğun disiplini ile bağlantılıdır. Kendini bu disiplinle yöneten bir oyuncu için tiyatro ve oyunculuk öncelikle bir yaşam biçimidir. Tiyatroyu yaşam biçimi olarak seçmiş bir oyuncu için yaşam oldukça zordur. Onun her anı tiyatronun kuralları, sanatsal üretim, izleyiciye karşı sorumluluk gibi kavramlarla biçimlenir. Bu kavramlar onu ciddiye alan oyuncuya uyku uyutmaz, yemek yedirmez, soluk aldırmaz. Oyuncu prova yapacaksa ya da oyun oynayacaksa yaşamında her şeyi tiyatronun yeryüzünün dört bir yanında geçerli kurallarına göre kurgulayacaktır. Kimi oyuncu bunu kendine bir yol edinir, kimisi de bir türlü ayak uyduramaz. 171
onurlu aydinlar 2.indd 171
11/5/14 8:22 PM
Macide Tanır oyuncu olmaya ilk karar verişinden itibaren yaşamını ve sahne üretimini sanat disiplini çerçevesinde örgütlemeye başlıyor. Yaşamı boyunca hep tepesinde olduğunu kabul ettiği sanatçı Macide’nin gözetiminde adımlarını atıyor. Her yaptığını onun gözünden ele alıyor, tartışıyor ve karar veriyor. Oyuncu rol ile nasıl tanışır ve süreçle nasıl buluşur? Burada önemli bir modeli onun yaşamında ve anlattıklarında görebiliriz. Bir rolü kabul edip etmemek Macide Tanır için yaşamsal bir sorundur. Aklına yatmıyorsa reddeder. Rolü oynamaya karar vermişse işte o andan sonra büyük bir yolculuğa çıkar. Öncelikle oynayacağı karakterle buluşturacak olan oyun metni, onun en ciddiye aldığı unsurlardan biridir. Ülkemizde kimi oyuncular yazarları tanıma, anlama çabasına girişmezler. Ellerine geçirdikleri bir metni rastgele anlamaya, algılamaya ve sergilemeye çalışırlar. Macide Tanır’ın tutumu ise araştırmacı 40 kuşağı yazarları gibidir. Metinden önce yazarı tanımaya anlamaya çalışan Tanır, bir dramaturg gibi yazardan yapıta yolculuğa çıkar. İbsen’den O’Casey’e, Sofokles’ten Wilder’a bir dolu yazarı sahnede oynayan Tanır’ın bu yazarlara ilişkin çok önemli araştırmaları vardır. Araştırmacı bir tutumla metne yaklaşan Tanır, metinde aklına yatmayan bir yanla karşılaştığında “herhalde böyledir” diye kendini ikna etmek yerine “var bu işte bir iş” mantığıyla işin peşine düşüyor. Tanır’a bir rol önerildiğinde önce bütün 172
onurlu aydinlar 2.indd 172
11/5/14 8:22 PM
huzuru kaçıyor. Büyük bir tedirginlikle rolün çevresinde dönüp durmaya başlıyor. Şaşkın, saftirik gözlerle rolle tanışmaya, onu anlamaya çalışıyor. Burada sarıldığı en önemli silah gözlem, dramaturgi ve bilimsel araştırma oluyor. Rolü çalışmaya başlama serüvenini “Tiyatronun Cadısı” kitabında şöyle anlatıyor: “Şimdi bir eseri oyna diye tahtaya yazdılar Devlet Tiyatrosu’nda değil mi? (…) o geceyi heyecandan yarı uyur yarı uyanık geçirip istenilen tiyatroya giderdim. Ve bir gün okuma provasında bütün antenlerimi açık bırakarak eseri okurdum. Oynardım diyebiliriz hatta. İlk günler ilkokula öğrenmeye giden talebe gibiyimdir. (…) Rejisörün ağzına düşecek gibi, ilk kez sahneye çıkacakmışım gibi, hiçbir şey bilmeyen biri gibi öğrenmeye çalışırım.” İşte prova yapan ve üreten Macide işe böyle başlıyor. Role başlarken yöntemini şöyle açıklıyor: “Ben ilk okuma provasında kontrolsüz, bütün duygularımı serbest, rahat, eserin emrine bırakırım. Her gün değişik anlamlar vererek okurum.” Yapıta böyle yaklaşmasının mantığını da şöyle izah ediyor: “Bir meydana çıkan pek çok yol vardır”. Macide Tanır’ın politik duruşu da dikkat çekici yanlarından biriydi. Cumhuriyet’in atılım yıllarını büyük bir coşku ile anımsayan sanatçı daha sonraki yıllarda gerileyen ve çıkmaza giren devlet yönetimini yakından gözlemliyor. Uysal bir devlet memuru gibi davranmayı reddedip sanatçının hak mücadelesi için çaba harcayan Tanır, bu alanda kurulan örgütlenmelere de omuz veriyor. 173
onurlu aydinlar 2.indd 173
11/5/14 8:22 PM
1980’li yılların ortasında içinde kendisinin de bulunduğu sanatçıların emekli edilmesine karşı çıkıyor. Büyük başarıyla oynadığı “Ağaçlar Ayakta Ölür” oyunundaki kadın gibi sanatçının da sahnede ve ayakta ölmesi gerektiğini düşünüyor. Katıldığı her davette yöneticilerle bu konuda tartışmalar yapıyor. Dönemin yöneticisi Turgut Özal’dan söz almayı başarıyor. Özal sözünde durmayınca rastladığı davetlerde yakasına yapışıyor, hesap soruyor. İki binli yıllarda ülke gençliğini ve halkını dört duvar arasında çürütmeyi planlayan F tipi cezaevi mantığına ve onun tecridine karşı duruyor. Grup Yorum ve Tecrite Karşı Sanatçılarla birlikte çeşitli etkinlikler düzenliyorlar ve bunlara katılım gösteriyor. Yine bu derginin sayfalarında bu yıllarda röportajı çıkıyor. Devrimcilerin F Tipi hücrelerde yok edilmesine göz yummuyor. Emekli olduktan sonra bir dolu rol önerisini kabul etmezken yaşamda güvendiği iki kişiden biri olduğunu söylediği yönetmen Nedim Saban’ın Tiyatrokare’de sahneye çıkma önerisini kabul ediyor. “Müziksiz Evin Konukları” oyunu büyük bir emek ve özenle hazırlanıyor. Sahneye çıktığı gece ortalık alkıştan yıkılıyor. Tüm yaşamına damgasını vuran “Hortlaklar”, “Ağaçlar Ayakta Ölür”, “Hile ve Sevgi”, “Yanlışlık”, “Altın Göl” ve “Gölge Ustası”ndaki başarılarına bir yenisini daha ekleyerek veda ediyor sahnelere. Bu ülkede sahnede bir bilim insanı titizliğinde sanat üreten bir Macide Tanır yaşadı. Rolünü seçerken de oynarken de 174
onurlu aydinlar 2.indd 174
11/5/14 8:22 PM
ülke tiyatrosuna önemli bir model sundu. Emeğinin hakkını almak için savaştı. Verilmek istenen uyduruk ödüllendirmelere de karşı durdu. Bir dolu sanatçının almak için birbirini ezdiği Fettullah Gülen’in sanat ödülünü elinin tersiyle itti. Alanların tutumunu da teşhir etti. Macide Tanır 90 yaşına kadar sürekli yaşamın içinde capcanlı durdu. Bilgisini kendine iktidar yapmadı, aksine herkesle cömertçe paylaştı. Ülkenin anıt kadın oyuncuları içinde adı daima anılacaktır. 2013 mart
175
onurlu aydinlar 2.indd 175
11/5/14 8:22 PM
176
onurlu aydinlar 2.indd 176
11/5/14 8:22 PM
oyun ve müziğin yol arkadaşı:
esin afşar mehmet esatoğlu
Ülkemizde sanat yaşamının gelip geçtiği yollar içinde adı köşe taşı olmuş sanatçılar vardır. Sanatın herhangi bir dalından söz ederken onların adlarını anmamak olanaksızdır. Oyuncu, müzikçi Esin Afşar da bu isimlerden biridir. Sanatsal serüveniyle, üretimiyle, duruşuyla özel yeri olan sanat insanlarımızdan biridir. Esin Afşar’ın sanat için kollarını sıvadığı bin dokuz yüzlerin ikinci yarısı ülkemizin ekonomiden, politikadan sanata her alanda sancılar içinde olduğu yıllardır. Dünya, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan henüz çıkmıştır; ancak savaşın ve ekonomik, politik yıkımın acıları yeryüzünün dört bir yanında yaşanmaktadır. Ülkemiz savaşa girmedi. Ama dünyadaki yıkımdan nasibini aldı. Savaş sonrası ABD emperyalizmi dünyada yeniden kapitalizmi organize ederken ona bağımlı bir ekonomi ve politika yolunu seçmiş; ülkemizin iktidar sahipleri, bu rol dağılımında yer kapmak için çırpınmaktaydı. Ülke aydını, gençliği, halkı ise dünyada yaşanan ekonomik ve politik
onurlu aydinlar 2.indd 177
177
11/5/14 8:22 PM
trajedinin, acıların ayrıntılarını öğrendikçe farklı bir yol arayışı talep ediyordu. Ülkenin işadamları ve onların politikacıları, iktidarın yöneticileri ise ABD emperyalizminin yolundan gitmekte kararlıydı. Ülkedeki bu çatışmadan sanat alanı da etkileniyordu. Müzikten, plastik sanatlardan tiyatroya, dansa her alan geçmişini ve geleceğini sorgulamaya ve yeni yollar aramaya koyulmuştu. Geçmişte Cumhuriyet’in yöneticileri sanatın her alanına “gereken ehemmiyet”i vermek üzere çeşitli girişimlerde bulunmuşlardı. Ancak resmi çatıların altında sanat ellerinde patlayan bir bomba haline gelmişti. Sanat iyiydi hoştu ama bir de muhalif yanı vardı. Resmi çatılar altında muhalif yanı budanan, biçimi iktidarın gerici zevklerine göre şekillendirilen sanatsal alan, moda bir deyimle adeta bir “ucube”ye dönmüştü. 60’lı yıllarda müzik alanında, halk türküleri kentlerde yok sayılıp bir yandan Osmanlı saray müziği uzantısı bir müzik yaygınlaştırılırken öte yandan da klasik batı müziği dar bir kesimin beğenisi ve desteği ile soluk almaya çalışıyordu. Ülkenin müzikçileri konuşup tartışıyorlardı. Bir yol arıyorlardı. Ortada bir dolu öneri kol geziyordu. Kimileri tek ses-çok ses ikileminde sıkışıp kalırken, kimileri söz-müzik üzerinden bir yol bulmaya çalışıyordu. Kimileri müziğimizi batı enstrümanlarıyla icra edip önce batıya ardından bütün dünyaya tanıtmak için çabalıyordu. Ülke insanına nasıl bir müzikle gidilmesi gerektiği ise çok gündemde değildi. Bu müzikal kargaşa döneminde büyüyen Esin Afşar, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda müzikal yaşamına başlarken ünlü opera sanatçıları Leyla Gencer, Maria Callas gibi isimlere öğretmenlik yapan Madam Hidalgo, Madam Böhm gibi isimlerden ses ve şan dersleri alarak çocuk yaşlarda batı müziği ile tanıştı. 1940’lı yıllarda piyanist olarak girdiği Devlet Tiyatroları’nda, Muhsin Ertuğrul’un desteğiyle 12 yıl oyuncu olarak yer aldı. Ankara Meydan Sahnesi’nde konuk oyuncu olarak çalışırken tekrar müziğe yöneldi. Afşar’ın şarkı söylemeye başladığı günlerde müzik alanımızda yaygın mo-
178
onurlu aydinlar 2.indd 178
11/5/14 8:22 PM
dalardan biri de “aranjman müziği”ydi. Müzikçilerin itirazlarına rağmen bu terim ’80’lerde yaygınlaşan “özgün müzik” terimi gibi alanın başına uzun yıllar bela oldu. Yabancı dillerde üretilmiş şarkılara Türkçe sözler yazılarak seslendirilen bu şarkılar; kendi dilinde şarkı dinlemek, söylemek isteyen kent insanı arasında hızla yaygınlaştı. Afşar da müziğe başlarken bu tarzda şarkılar söylemek önünde tek seçenek gibi duruyordu. O günlerde tüm kesimlerin yoğun bir biçimde dinlediği radyolar ve kırkbeşlik plaklarla “aranjman müzik” yaygınlaşırken müzikçi Ruhi Su bağlamasıyla başka bir yoldan ilerliyordu. Onun önünde iki yol vardı ya piyasaya teslim olacaktı ya da zor olanı seçecekti. Afşar kendisiyle yapılan bir söyleşide o günleri şöyle anlatıyor: “Evet, aranjmanlar üzerine bu tür tartışmalar yapılırdı. Aslında ben de, açık bir şekilde olmasa da, aranjmana karşı çıkanlardan biriydim. Bir kere isim yanlıştı. Aranjman demek, düzenleme demektir ve her müziğin düzenlemesi vardır. Çok yanlış bir tanımlama! İnanılmaz bir yanlışlık aslında! Ancak, aranjman adıyla radyolarda bol bol çalına çalına, bu çalışmalar popüler oldu ve hayatımıza yerleşti. Bu şekilde, birtakım yabancı şarkılar, her yerde Türkçe sözlerle söylenmeye başladı. Yine aynı dönemlerde türküler moda oldu, türkülerde çokseslendirme çalışmaları başladı. Gerçi bizden önce, Tülay German’lar yapmışlardı bu tür çalışmaları; ama ondan sonra unutuldu bunlar. 1969’da benimle birlikte tekrar başladı bu çokseslilik olayı.” Ruhi Su’nun yolundan giden Afşar tekses yerine çoksesi, tarz olarak da halk müziğini seçer. Yaşayan ozanlardan Âşık Veysel’den etkilenir. Onunla tanışıklığını Afşar şöyle anlatıyor: “Benim Âşık Veysel’le dostluğum vardı zaten. Ben konservatuvarda öğrenciyken, o geldi sazıyla türkülerini söyledi ve ben de aynı gün orada onun şiirlerini okudum. Derken yıllar sonra ‘Güzelliğin On Para Etmez’, ‘Kara Toprak’la başlayarak, Âşık Veysel’in türkülerini çoksesli yapmaya başladım ve de aynı sahneyi paylaştık. Beni çok severdi, ‘Aferin Afşar, ağzına sağlık!’ derdi. Çokseslilikten yanaydı, ileri görüşlü de bir ozandı! Bir gün Âşık Veysel’e demişler ki, ‘Esin Afşar, Hümeyra, Fikret Kızılok senin türkülerini başka türlü söylüyorlar.’ O da, ‘Valla kimi elmayı dalından koparır öyle yer; kimi de alır kompostosunu yapar!’ demiş. Çok
179
onurlu aydinlar 2.indd 179
11/5/14 8:22 PM
esprili de bir ozandı. Ben o zaman, kendisi için ‘yaşayan en büyük ozan’ derdim.” Otantik olanı yinelemek yerine ona yorum katarak yeni bir boyuta taşımaya çalışan Afşar, kendi yolunu şöyle şekillendiriyor: “Ben de bu tür çalışmalar yaptım; ama türküyü o çok bilinen haliyle, türkücüler gibi söylemedim hiçbir zaman. Formunu bozmadan, kendi yorumumu getirmeye çalıştım. Çünkü bu türküleri dejenere etmeye de hakkımız yok; ama bir türkücü gibi de söyleyemem. Tavır olarak daha çağdaş söyleme tarzım var.” Emperyalist kültürün bir dayatma halinde halklara yöneldiği bir dönemde sanatçılarımız halkın kendi bağrında biriktirdiği zenginlikleri bulup çıkartıp paylaşmaya koyuluyorlar. Afşar, müziğini oluştururken önüne konan “batı” dayatmasına, “Bizim folklorumuz, dünyanın en zengin folkloru. Şarkılar olsun, danslar olsun… Cahilce, ‘Aman şu folklor da, tu kaka!’ deyip abuk sabuk şeyler yapmanın âlemi yok” diyerek karşı çıkıyor. Müzikte kendine doğru bir yol aramaya çalışan müzikçilerimiz dönemin esen politik rüzgârlarının da etkisiyle güçlü, vurucu müzikler için vurucu sözlerin de peşine düşüyorlar. Uzun yıllar yasaklar dolayısıyla basılamayan daktilo ile pelür kâğıtlarına yazılmış bir biçimde elden ele gezen, ’60’larda kitaplaşma özgürlüğüne kavuşan Nazım Hikmet’in, Rıfat Ilgaz’ın, Hasan İzzettin Dinamo’nun dizeleri tüm sanat alanlarını olduğu gibi müzikçileri de etkiliyor. Bu dizeleri bestelemek üzere denemeler yapılmaya başlanıyor. Esin Afşar da bu yola giriyor. “Türkülerin dışında, tabii kendi bestelerim de vardı. Ya da işte çağdaş bestecilerden de söyleyebiliyordum. Mesela Nazım Hikmet şiirleri besteledim; Mevlana, Ahmet Yesevi şiirleri besteledim” diye anlatıyor bu yönelişini. Afşar, ürettiği müziği bir yandan ülke izleyicisiyle paylaşırken öte yandan da başta Fransa olmak üzere dünyanın dört bir yanına taşıyor. Oyuncu Esin Afşar ise bu büyük müzik koşturmasının arasında zaman zaman ortaya çıkabiliyor. Ankara Devlet Tiyatrosu’nun orkestra çukurunda piyanosunu çalarken sahnede buluyor kendini. On küsur yıl değişik rolleri büyük bir özenle oynuyor. Özellikle Garson Kanin’in “Dünkü Çocuk” ve usta oyuncu Yıldırım Önal’la sahne paylaştığı Edmund Morris’in “Tahta Çanaklar”, Ankara Meydan Sahnesi’nde Kartal Tibet’le karşılıklı oynadığı “Poker Partisi”, Ankaralı izleyicinin uzun süre belleğinde kalıyor. Di-
180
onurlu aydinlar 2.indd 180
11/5/14 8:22 PM
limize kazandırdığı Andersen Masalları’ndan oyunlaştırılmış “Kırmızı Papuçlar” adlı çocuk oyunu ise hem o günün çocukları hem de büyükleri arasında adeta bir “efsane” oluyor. Yıllarca sahneleniyor. Televizyon için çekimleri yapılıyor. “Fantastik” müzikalinde oynarken tiyatrodan kopup müziğe yönelen Afşar’ın yeniden tiyatro sahnesiyle buluşması ’80’li yıllarda oluyor. Yazar Bilgesu Erenus’un kaleme aldığı “Kelaynaklar” oyunu Mehmet Akan’ın yönetiminde sahneye geliyor. Oyuncu, mim sanatçısı Ali Erdemci ile oynayan Afşar’a sahnede vurmalı çalgılarda film yönetmeni Ezel Akay eşlik ediyor. “Kelaynaklar” oyununda sahnede hem oyuncu hem şarkıcıdır. Bir Kelaynak kuşu eşliğinde uzun bir yolculuğa çıkarır izleyiciyi Afşar. Oyunun finalinde 12 Eylül karanlığında zor günler yaşayan izleyiciye umudun bitmediğini, bitemeyeceğini fısıldar. Afşar’ın sanatında öne çok çıkmayan bir de yazarlığı var. Gençlik yıllarında tiyatro ve müzik için yeryüzünün dört bir yanına koşarken bir yandan da küçük notlar alıyor. İleriki yıllarda bu notlar karşımıza “Esintiler”, “Anılar Yanıltır mı?” ve “Sefername” kitapları olarak çıkıyor. 90’lı yıllardan sonra Esin Afşar gibi sanatçılar için “zor yıllar” başlıyor. Sanat ortamına büyük sermayenin saldırısı yoğunlaşıyor. Medyatik bombardıman ortasında onun gibi özel duruşu olan sanatçılara artık yer yoktur. Para ve mülk uğruna herkesin şekilden şekile girdiği bu ortamda onlar yeni yetişen kuşak için birer olumsuz örnektir. Afşar örneğine bulaşmadan geçen bir dolu sanatçı piyasayı kaplarken dünyayı değiştirmek isteyen kimi sanatçılar da onun gelip geçtiği yola ve ilerlediği çizgiye baktılar elbette. Kimileri onun gibi zor yollara soyunurken kimileri kolaycılığı seçip onun modelini görmezden geldiler. Esin Afşar kendi başına yetişmedi. Çevresinde Âşık Veysel’den İlhan Selçuk’tan, Ruhi Su’dan, Bilgesu Erenus’a bir dolu ilerici, mücadeleci aydın ve sanatçı vardı. Onlardan aldı, kendi yoğurdu ve ülkenin her döneminde dik durmayı bildi. 60’larda çizgisini belirleyen ve üreten, her zaman halkının ve haklının yanında yer alan, ’80’lerde 12 Eylül cuntasına karşı çıkan aydınlarla omuz omuza veren, dinci-gericilerin tehditlerine karşın bildiğini okuyan bir Esin Afşar yaşadı. Biz onun bu güzel anısını ve duruşunu selamlıyo-
181
onurlu aydinlar 2.indd 181
11/5/14 8:22 PM
ruz, onu unutmayacağız. O da o güzel duruşu ve ürettikleriyle aramızda hep yaşayacak. 2011 Aralık
182
onurlu aydinlar 2.indd 182
11/5/14 8:22 PM
Yangınlar Ülkesinin Genç Ozanı
HASRET GÜLTEKİN Hasret Gültekin, Sivas’ın İmranlı kasabasına bağlı, Kızılırmak kenarında kurulu Han köyünde 1 Mayıs 1971’de dünyaya gelir. Süleyman ve Hacıhanım’ın, Nazire ve Güler’den sonra üçüncü çocuğudur. Ona nerelisin diye sorulduğunda; “Koçgiriliyim, Alişan’ı n soyundanım, hatta Alişan annemin dedesidir.” der. Alişan, Koçgiri Kürt isyanının önderidir. Han köyü ise bu isyanda üs olarak kullanılan bir mezradır. Han köyünde yaşayan Kürt çocukları, kıvrıla kıvrıla akan Kızılırmak’ın karşı kıyısına “Ütay” derler. Ütopya, düştür “Ütay”... Kızılırmak’ın karşı kıyısına geçmek... Dağların ardına uzanmak, yeni bir güzelliği keşfetmek… bir tutkudur. “Ütay”da baharda her renk çiçek açar, ortalık renk cümbüşü olur. Hasret Gültekin “Ütay”ın renklerini tüm dünya halklarının ve müziklerinin renkleri olarak algılar. Yani türküdür “Ütay”. Tek tek ütopyaların keşfidir. Bunun için, “Türkülerimiz enternasyonalisttir. Enternasyonalist olmayan insanın ütopyası da olamaz; olsa bile siyahbeyazdı r.” Bizimki ise mavidir” diyen genç bir ozandır. Hasret Gültekin üç yaşında iken, ailesi ve akrabaları ile birlikte eğitim ve koşullar uygun olmadığından İstanbul’a göç eder. “Babamız işçiydi o zaman Almanya’da, yurtdışındaydı.” diyor ablası Güler Gültekin... Aynı apartmanda kaldıkları akrabalarından saz çalan iki kardeş vardır. Hasret Gültekin sürekli onların yanındayken, bağlama çalmak için üzerleri-
183
onurlu aydinlar 2.indd 183
11/5/14 8:22 PM
ne atlar. Bağlama çalma isteği çok küçük yaşta başlar. Evleri sobalıdır. Annesi ile birlikte odun-kömür çıkarmak için kömürlüğe indiğinde, yan kömürlükte telleri olmayan, arka gövdesi kırık bir divan bağlaması görür ve hemen alır eline. Annesi bir elinde kömür kovası, kırık divan bağlama ile birlikte onu sürükleyerek çıkarır kömürlükten. Artık hiç bırakmaz elinden o kırık çalgıyı. Hatta ilk önce süpürgeyi bağlamaya benzettiği için süpürge çalarak başlar bağlama çalmaya! Bütün bu merakından dolayı babası izne gelirken ona bir bağlama getirir. Daha sonra da çocukların kullanacağı boyutta, orijinal İspanyol gitarı. Hiç bırakmaz elinden bağlama ve gitarını. Bu merakı, çabası, ısrarı ve ciddiye alması sonucu çok küçük bir yaşta, altı yaşındayken bağlama çalmaya başlar. Çok çabuk benimser bağlamayı, özümser onu ve yolunu belirler. Onunla bütünleşir ve devam ettirir bu ısrarını, çabasını. Asla yılmaz, onunla yatar, onunla kalkar. Duyduğu bir türküyü, tam o yöreye özgü yanlarıyla yorumlamadan, onu özümsemeden bırakmaz. Öyle titiz yaklaşır elindeki bağlamasına. Bu merakına dair Güler Gültekin şunları söylüyor: “ Tabi bizi besleyen en büyük unsur kendi kültürümüz. Alevi inancımız, Alevi deyişleri. Biz Kürt-Alevi aşireti Koçgiriliyiz. Hem Alevilik anlamındazengin, inançsal bir olgu, hem Kürtlük anlamı nda zengin bir müzik. Yöre zaten kültür olarak çok zengin. Hasret, zeki bir çocuktu. Buna merak da eklenince ortaya bu sonuçlar çıkıyor. Çıkış noktasını oradan alıp götürebildiği kadar götürdü….” Hasret Gültekin’in bağlamaya ve ozanlara olan sevdası öyle bir sevdadır ki, daha ilkokul öğrencisi iken, Davut Sulari’nin ölüm haberini duyunca üç gün okula gitmez. Odasına kapanır, koltuğun arkasında ağlar, Sulari’nin ardından gözyaşı döker. Çok küçük biryaştadır ama yası büyük olur. Mahsuni, Davut Sulari, Rıza Aslandoğan, Ali Ekber Çiçek, Arif Sağ, Muhlis Akarsu... vb. o dönem sevdiği, yollarından ilerlediği ozanlardır. Birçok ozanı dinleme olanağına sahiptir ve onların her biri ayrı bir özellik taşır Hasret Gültekin’e. “Hiçbirinin adını anmadan geçemeyeceğim ama ilk öğrenip, söylediğimiz, çok söylediğimiz türkü ‘Bu yarayı dosttan aldım ezeli’ olur.” diyor Güler Gültekin. Okul yıllarında da sürekli bir faaliyet içindedir. Özellikle müzikal alanda öne çıkan yanları vardır. Tanıştığı insanların beğenisini
184
onurlu aydinlar 2.indd 184
11/5/14 8:22 PM
kazanan, saygılı ve sınırını bilen bir kişiliğe sahiptir. Edirne Anadolu Lisesi’nde okuduğu bu dönemde arkadaşlarıyla birlikte tasarladığı Keşanlı Ali Destanı piyesini sergiler. Aynı zamanda Edirne halk oyunları ekibinde yer alır. Müziğe, bağlamaya olan sevgisi onu lise ikinci sınıfta ya okul ya müzik tercihi yapmaya zorlar. Tercihini, hiçbir zaman bağının kopmasını istemediği bağlama ve müzikten yana yapar. Hasret Gültekin’i çevresinde birçok ozanın var olması etkiler ama o sadece aldığını, duyduğunu olduğu gibi çalan biri değildir. Yaşamı boyunca hep öğrendiği her neyse alıp, daha ileri bir noktaya taşımak ve yeni bir şeyler katmak, zenginleştirmektir amacı. Bunun için sürekli araştırır. Onun en öne çıkan özelliği araştırmacı, meraklı ve ısrarcı bir kişiliğe sahip olmasıdır. Her türlü müziği araştırır. Kendi geleneksel Anadolu kültürünü, her yöreyi, ablasının deyimiyle, “toprağın altını eşelercesine” arayıp bulur ve onu kendi halk kültürüne yaraşır, hem bağlama-da, hem söylemde, hem icrada hakkını vermektir bütün derdi. Örneğin; Kürt dengbejlerinden şakiro’yu duyar. Kalkar onu dinlemek için Muş’un Varto ilçesine gider ve sesini kasete alır. Artık bir hafta boyunca el teybinden sürekli fiakiro’yu dinler. Ya da Maraş’ta bir Alevi dedesinin çalış tarzını dinlemek adına gider, arar ve onu bulmadan geri dönmez. Bir gün Han köyünde birisinin öldüğünü duyar. “Koçgiri’nin en güzel ağıt söyleyen kadını Makbule Teyze’dir.” derler ve gider onu dinler, dinlediği ağıtı kaydeder. Yani bir işin kaynağı neredeyse oraya koşturur, kaynağından alır ve bir yerlere götürür. Sanatsal anlamda hiçbir üretimi es geçmez. Sanat anlamında, müzik anlamında her şeyin özünü görmeye çalışır. Özüne inerek herkesin göremeyeceği şeylere bir pencere bulur ve açar. Mutlaka her insanla da ortak bakabileceği bir penceresi vardır. “Halk müziğini geliştirmek, halk çalgılarının ses özelliklerini bilmekten geçer.” diye düşünerek sürekli araştırır, öğrenir. Gitar’ı, nefesli sazları, piyanoyu çalmayı bilir. Bağlama ailesinden olan curayı, divan bağlamasını ve ayrıca kabak kemaneyi, tarı öğrenir. Halk müziğini geliştirmek anlamında dünya müzikleriyle de çok ilgili, alakalı olur. Hatta Paco De Lucia’yı görebilmek için İspanya’yabile gider. Orada en hızlı gitar çalanlarla yarıştığını anlatır geri döndüğünde.
185
onurlu aydinlar 2.indd 185
11/5/14 8:22 PM
Batı müziği kalıpları içerisinde, türküleri ve türkü motişi besteleri düzenlerken; “Bir kompozisyon içerisinde sunabilmek için, ses bütünlüğünü sağlamak gerekiyor. Artı, Anadolu’da yaşayan yerel ozanların tavırlarını bilmek lazım.” diyen Hasret Gültekin; bunun için, Anadolu’nun en ücra köşesine kadar hatta dünyanın değişik yerlerine gider. Değişik müzik türlerini de inceleyerek, geleneksel müziğin gelişimine katkısunar. “Kafasında Paco de Lucia, Paco Pena, Peter Gabriel... caz, folk, şamenko, reggae, bağlama Hasret’in elinde piyanolaşırdı. Hızlı, kimi zaman dingin ama her zaman damıtarak çalardı. Parmakları hiçbir zaman tedirgin ve ürkek dokunmadı tele, kendinden emin ve onurlu. Bilincini, beynini olduğu gibi müziğe aktarırken, enstrümanına son derece hakimdi. Perdeler Kütahya, Erzincan, Ağrı, Van, Fethiye olurdu. Teknik ve duygu bilinçli bir biçimde işlenince yalnızca yüreği değil beyinleri de büyülerdi.” diye anlatıyor bu yönlerini Kadir Karakoç... Bir sanatçıyı yaratıcı kılan en önemli yanı araştırıcı olmasıdır. Araştırdıkça üretir sanatçı. Hasret Gültekin de kendi topraklarının kültürünü, çevresindeki, Neşet Ertaş’tan, Talip Özkan, Nesimi Çimen’e… ozanları ve üretimlerini araştırır. Anadolu halk kültürünü özümsemiş, üretken sanatçıları araştırır, bunun için sürekli okur. Tarih bilincini okuyarak, araştırarak geliştirir. Bundan dolayı, Anadolu’da yaşayan uygarlıkların, aşiretlerin, beyliklerin, kavimlerin…kısacası bütün etnik kültürlerin zenginliklerini öğrenir ve sindirir. Çıraklık yıllarıdır ve öğrenmek için her türlü fedakarlığı yapar. Giderek ustalaşır ama mütevazılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu şekilde Anadolu’nun kültürel birikimini, zenginliğini milim milim işler ve bir birikim yaratır. “Anadolu! Ne arıyorsak burada bulacağız.” diyerek dalar derinliklere. Ve önce müzik, giderek Anadolu kültürünün zenginliklerini açığa çıkartma çabasında olur. Bütün yerel ozanları, Avşarlar’ın, Bozlaklar’ın, Abdallar’ın otantik çalgılarını; Virani’nin,Hatayi’nin yapıtlarını; Ömer Hayyam’ın, Nesimi’nin beyitlerini; Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun, Köroğlu’nun, dörtlüklerini, deyişlerini, koşmalarını, semahları, horonları, zeybekleri, barları öğrenir, tanır. “Halk, toprak ve emek” vurgusunu öne çıkartarak her bölgenin mızrabının özünün korunmasını ister. “Halk müziği ozanlarına ve halk müziklerine baktığımızda halk ozanları geçmişten bugüne bize bu kültürü
186
onurlu aydinlar 2.indd 186
11/5/14 8:22 PM
taşımış. Bu sazdan saza, dilden dile hep birilerinin aracılığıyla bir anlatım, günümüze kadar gelmiş. Hasret de biraz halk ozanı gibi, bunları geleceğe taşıyan biriydi...” diyor Güler Gültekin... Abuzer Karakoç ise buna dair şöyle diyor: “Ozanlık geleneğini geçmişten günümüze, günümüzden ise yarına aktaracak bir köprü idi. Cehaletten bilimsel ve akademik bilince sıçramanın adıydı.” Hasret Gültekin ilk resitalini 1987 yılında Kadıköy Moda Sineması’nda verir. Aynı yıl ilk çalışması “Gün Olaydı” albümünü çıkarır. Albümdeki çoğu beste kendisine aittir. Ve henüz 16 yaşındadır. Ablası Güler Gültekin de bu albümde kardeşine vokal olarak eşlik eder. Hasret Gültekin, yaptığı sanatın asaletli olduğuna inanır. Bunun için bağlamaya dair; “Bu sizin düşündüğünüz kadar dar bir enstrüman değil. Bunun açılımları çok geniş olabilir.” diye düşünerek şelpe çalışmalarına yoğunlaşır. fielpe, bağlamaya tezenesiz, tele elle dokunarak çalınan bir tekniktir. Çıplak telin ve tenin tınısal zenginliğindeki sadeliği dolayısıyla şelpe tavrını çok sever ve bütün enerjisiyle onu öğrenmeye çalışır. Üç telli sazın ustalarından Nesimi Çimen’den öğrenir şelpe tavrını. Öyle ısrarcıdır ki, sürekli Nesimi Çimen’in Çengelköy’deki evine gider, bıkmadan usanmadan çalışır. “Babam, öğrenmek isteyen herkese şelpenin çalış özelliklerini göstererek anlatırdı. Çoğu kişi öğrenmeden bırakırdı. Hasret ise öğrendiğiyle kalmadı. Şelpe tavrını tam anlamıyla özümsemişti.” diye anlatıyor bu süreci, Aşık Nesimi Çimen’in oğlu Mazlum Çimen... Bu anlamda Hasret Gültekin, Nesimi Çimen için çok özel bir öğrenci olur. Onların arasında sadece bir öğretmen-öğrenci ilişkisi değil, aynı inancı ve aynı müziği paylaşmanın getirdiği bir dostluk da oluşur.Bunun tanıklarından biridir Mazlum Çimen. Bir gece buluşurlar ve Nesimi Çimen’in evinde geceyarısına kadar çalar söylerler. Maraşyöresindeki Alevi dedelerinin çaldığı üslupları öğrenir. Geç saatte evine gitmek için yola çıkar. Takside giderken kafasına bir şey takı lır. Taksiciye “geri dön” der. Çengelköy’e geri döndüğünde herkes yatmıştır, kapıyı Mazlum Çimen açar. Ona, “Nesimi babayı görmem lazım.” der. Mazlum Çimen; “Hasret,babam yattı.”der. Ama dinlemez, ısrar eder ve kaldırtır. Nesimi baba
187
onurlu aydinlar 2.indd 187
11/5/14 8:22 PM
kalkar. “Ne oldu oğlum, bir şey mi oldu?” diye sorar. “Yok baba kafama takıldı, uyuyamam sabaha kadar. Hani biz bu deyişi şurada çaldık ya; şurada şelpede bir tavır gösterdin, onu bana bir daha göstermen lazım, çalar mısın?” der. Aslında şelpe, Türkmenlerin, Avşarların ve Alevi dedelerinin kullandığı bir çalma tekniğidir. Eski Alevi dedeleri, Alevi deyişlerini yüzyıllarca bu şekilde çalarlar. Hasret Gültekin ise, bunu irdeleyen, araştıran ve tarz kazandıran olur. Dolayısıyla zeybekleri de, deyişleri de, semahları da her yöreye özgü tezene vuruşlarını da şelpeyle çalan ilk sanatçılardandır. Ablası “Çok zengin bir toprak bu. Çok derine inmek lazım. Hasret’in özelliği buydu. En çatlak, en derine inmek, köklere inmek. Köklerden alıp evrenselliğe gitmek. Bir kısırdöngüde kalmadı Hasret. Kültürümüzün binyıllar önceki derinliğini kavramış onu bugünden yarına taşımıştır. Geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olmuştur.” diyor bu konuda da... 1988 yılına gelindiğinde Almanya’ya gidip gelmeye başlar. Ara verdiği okula bu defa Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencisi olarak devam eder. Aynı yıl içinde Abuzer Karakoç, Hüseyin Aydın, Ali Ekber Eren’in de yer aldığı “Bitmeyen Türküler, Dostlar Muhabbeti” kasetinin müziklerini ve müzik yönetmenliğini yapar. 1989 yılında “Gece ile Gündüz Arasında” isimli ikinci albümünü çıkarır. Aynı yıl ayrıca Hollanda Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine “Genç Türkler” festivalinde Birsel Acar’la birlikte Türkiye’yi temsil eder. Yaklaşık iki sene sonra da aynı ülkede birçok sanatçı ile birlikte “Türk haftası” etkinliklerine katılır. Hasret Gültekin, 1980’li yılların yarattığı yılgın, arabesk müzik piyasasının dışında araştıran, üreten ve yeni şeyler katarak ileriye taşıyan bir tarz izler. Genç yaşlarda sanata yönelirken çevresinde farklı yollardan ilerleyen sanatçılar vardır. Özellikle 1980’lerin ikinci yarısında 12 Eylül’ün etkileri yavaş yavaş dağılırken, kimi sanatçılar Anado lu’da duydukları, buldukları her türden müziği ard arda ekleyip, albümler yaparak, para kazanma yoluna giderler. Ne bestecisine,ne de kaynak kişisine para ödememek için türkülerin önüne “anonim” sözcüğünü yazan İMÇ’li sanat ve emek hırsızlarıyla el ele verirler. Hasret Gültekin ise, bir albüm yaparken işin ticari yanını değil, sanatsal ve estetik yönünü düşünür. O
188
onurlu aydinlar 2.indd 188
11/5/14 8:22 PM
sanatsal değerlere para getiren bir meta olarak bakmadığı için bulduğu her şeyi çevresindeki dostlarıyla paylaşır. Anadolu kültürünü geçmişten bugüne taşıyan ozanlara ve bağlamaya inanır, bağlanır. İnandığı şeylerin derinliklerine dalar. Ama o derinliklerde kaybolmaz. Tam tersine bir hazine çıkarır gibi özenli ve titiz davranarak anlamaya çalışır. Aşıklık geleneğini anladığı oranda anlatır ve kendinden de katar. İçinde bulunduğu dönemle birlikte düşündüğümüzde bağlama ile ilgili çok şey yaptığı görülür. fielpe dışında bağlamanın tüm tavırlarıyla ilgili çok uzun çalışır. Bunun için Talip Özkan, Neşet Ertaş, Hacı Taşan, Muharrem Ertaşlar’ı dinler, öğrenir ve kendi özgün tarzını yaratır. Örneğin, Talip Özkan’ın çaldığı kavalla ilgili ulaşabileceği ne kadar kaynak varsa hepsini alır, okur, dinler ve gerçekten hakkını vererek, onun gibi çalana kadar elinden bırakmayan bir çalışma tarzı izler. Ayrıca her anlamda kendine özgü bir tarz yaratmak ve yorumlama yanını güçlendirmek için artık Paris seferlerine başlar. Bu konuda en iyi isim Talip Özkan’dır. Aşıklık geleneği, zeybekler, Bozlaklar, hareketli ve güçlü reşeksler, ince kıvrımlar… vb. hepsi Talip Özkan’a özgüdür. Bütün bu çalışmalar boyu Hasret Gültekin çok mutlu ve sevinçlidir. Böylece en büyük düşünü de gerçekleştirir. Talip Özkan, Arif Sağ ile birlikte çalıp söyler ve bu kaydedilir. Onun için yaşamının en güzel günleridir o günler. Paris dönüşü artık müzikte, yorumlamada, çalış tarzında daha bir olgun ve yetkinlik vardır. Hasret Gültekin’in ana dili Kürtçedir. Sadece Kırmanci değil, Dımili ve Sorani de bilir. Düzgün bir diksiyonu vardır. Kürt müziği çalışmalarına bakıldığında önemle üzerinde duran dört beş isimden biri de Hasret Gültekin’dir. Dönem, Kürtçe müziğin Unkapanı’ nda ticari hesaplarla kullanıldığı bir dönemdir; bu anlamda birçok firmadan teklifler alır. Ama hepsini reddeder. Hatta bu duruma ilişkin o günlerde bir şiir de yazar: “Mem talan olur, Zin ziyan olur Ben yine bu ellerde, Gül dere dere yaşarım”
189
onurlu aydinlar 2.indd 189
11/5/14 8:22 PM
Kürt müziğinin yozlaştırılmaması için, Kürt ezgileri ve ritimlerinin özgünlüğünün iyi özümsenmesi gerektiğini düşünür. Kürt halkının dengbejlerini çok dinler. Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da “govend” denilen halayların müziklerini dinlerken figürlerini de öğrenmeye çalışır. Birçok Kürtçe beste yapar. Bir tane de film müziği vardır. Müzik yönetmenliğini yaptığı “Newroz” adlı kaset, Kürtçe müzik yasağını delen kasetlerden olur. 1990’dan önce enstrümantal olarak, sonra da Nilüfer Akbal ve Rıza Akkoç’un katılımıyla şarkıların Kürtçe okunmasıyla gerçekleşir bu albüm. fiivan Perwer’in “Krivo” adlı karma kasetinin yayımlanmasına öncülük eder. Ayrıca daha çok 1990-1991 yılları arasında müzik yönetmenliğini ve müziklerini yaptığı Kürtçe kasetler vardır. Örneğin; Gani Nar’ın seslendirdiği “Jiyan”; Avrupa’da yayımlanan Abuzer Karakoç’un seslendirdiği “Avşar Deyişleri”; Emekçi’nin seslendirdiği “Güle Barut Serdin mi?”; Nurşani’nin türkülerinden oluşan kaset; Lütfü Gültekin’in seslendirdiği, “Karanlıkta Vurdular” ve “Newroz 2” isimli türkülerden oluşan kaset… Ayrıca 1991 yılında “Rüzgarın Kanatlarında” isimli üçüncü albümü yayımlanır. Bu albümdeki “Güle Yel Değdi” isimli türküyü, “Bu benim kendime yazdığım bir ağıttır.” diye söyler ablasına. Aynı yıl Almanya’da yaşayan Yeter Fırtına ile evlenir ve tamamen oraya yerleşirler. Almanca yabancı dil eğitimi alır. Burada da yine tercihini müzikten yana yapar. Ve Almanya’da Köln Üniversitesi’nin müzik bölümünde öğretmen olarak girdiği sınavı kazanır. Oradaki öğrenciler bu olumlu haberi ablasına, Hasret Gültekin’in ölümünden sonra ileteceklerdir. Hasret Gültekin, Almanya’ya yerleşir ama yine bir ayağı Almanya’da bir ayağı Türkiye’dedir. Çünkü önüne koyduğu hedefleri, istekleri gerçekleştirebilmesi için her iki ülke koşullarında kalması gerektiğini düşünür. Hasret Gültekin, yaşamı boyunca her konuda sanki bir yere yetişecekmiş, sanki zamanı çok kısaymış, sanki bir anda her şey tükenecekmiş gibi bir dakikasını bile ziyan etmeden her şeyi çok acele yapar. Hep bir telaş içinde, hep bir üretim içinde, hep bir yerlere yetişme ve bir şeyleri yetiştirmek ister gibi yaşamı, müzikle ilgili koşuşturmacası ve evliliği olur. Türkiye’nin birçok yerinde konserler verir. Birçok Avrupa ülkesinde festivallere katılır ve konserler verir. Ayrıca 1992’ye gelindiğinde, Arif Sağ, Emekçi, Mehmet Koç, Emre Saltık, İhsan Güvercin’in de yer aldığı “Türküler Yalan Söylemez” isimli kasette sadece üç türkü seslendirir. Ayrıca Ahmet Arif’in şiirlerini besteleyen sanatçılar olarak, Cem Karaca,
190
onurlu aydinlar 2.indd 190
11/5/14 8:22 PM
Ahmet Kaya, Sadık Gürbüz, Esin Afşar, Rahmi Saltuk’la birlikte Ahmet Arif’in anısına çıkardıkları kasette yer alır. Bunun dışında birçok sanatçının kasetlerinde bağlama, cura ve şelpesiyle yer alır. Hasret Gültekin’i anlatırken mutlaka Pir Sultan’ı ifade etmemizi isteyen Güler Gültekin; “Hasret Gültekin’in dünya görüşü Pir Sultan’ın duruşudur. Nesimi’nin Enel Hak’kıdır.. Mansur’un duruşudur. İcra ettiği sanatla, kişiliği aynı parelelde yürüyen bir insandı. Bu çok önemli. Bence sanatçılarda aranması gereken en büyük özellik bu…” diyor. Hasret Gültekin bir konser sonrasında, seyircileri, “Dünya alışkanlıktan değil, sevgiyle, mutluluktan dönsün. Hepinizi yüreğinizden öpüyorum” sözleriyle selamlar. İnsanları yüreğinden öpen bir anlayış, bir düşünce, sevgi ve ruh haline sahiptir. Hasret Gültekin’i tanıyanların ortak düşüncelerinden birisi de insan sevgisidir. İnsanlara olan sevgisi onun kişiliğini belirleyen bir yandır. Dolayısıyla insan ilişkileri ve dostlukları güçlüdür. “Tabi dolu yaşadı, güzel şeyler biriktirdi. İnsanları sevdi. Sadece araştırma için dağ bayır gezmedi. Dostluk ilişkilerinde çok sağlamdı. İnsana sevgisi vardı. İnsanın penceresinden bakardı dünyaya. Girdiği yerde kendi ağırlığını hissettiren muzip yanları olan bir insandı.” diyor Mazlum Çimen. Hasret Gültekin, müzikle rinde olduğu gibi şiirlerinde de halkı, halk ozanlarını ve Anadolu isyanlarındaki halk önderlerini anlatır. Bunlardan bazılarının isimleri; Bedrettin’e, Hayyam, Ben ve O, Yunus’a, Hasretin Hasretnamesi, Sevdalan, Sevda Seni Sözlük Yaza, Sıkı tutmalı, Bu Gece Bendeki Canıma ve Hayat’dır. O yıllarda şiirleriyle ilgili olarak Kadir Karakoç, onun şunları söylediğini aktarıyor: “Çok yanlış yapmışım. Şiirleri zaten ayrı birer melodi, bir senfoni. Belki ileride, şiirleri şarkı sözü gibi kullanmadan, Ahmet Arif’e adanan bir müzikal yapabiliriz.” Hasret Gültekin, bütün yoğunluklarının içinde kitap okumaktan davazgeçmez. Ve aydınlanmış olması onun müziklerine de yansır. Kitaplarını sürekli sırt çantasında taşır. Sahaflara giderek Virani’nin, Kaygusuz Abdal’ı n, Hatayi’nin, Nesimi’nin kitapları nı da alır ve okur. Okudukça, araştırdıkça, öğrendikçe düşünceleri daha yerli yerine oturur. “Hasret tanrının insanda olduğuna inanan bir insandı.Yani varsa öyle bir şey
191
onurlu aydinlar 2.indd 191
11/5/14 8:22 PM
insan tanrıdır diye düşünürdü. Tanrının insanda vücut bulduğunu söylerdi…” diyor Lütfü Gültekin. Hasret Gültekin’le sadece bir soy isim benzerliği olan Lütfü Gültekin’in oğlu Emre’ye bağlamaya ve müziğe dair birçok bilgi aktarır. Onu geliştirmek için emek harcar. Birgün Emre’ye sarılarak, “Benim geleceğim sensin Emre” der. Hasret Gültekin sanatını çok temiz yapan ve paylaşımı seven bir insandır. Sürekli ileriye dönük hedeşer koyar önüne. Hedeflerinden birisi, en az yedi CD’lik bir çalışma yapmaktır. İsmini de Enel Hak olarak düşünür. Bunun için Lütfü Gültekin’e “ Bana yardımcı ol, beraber yapalım .”der. Ve birlikte birçok şiir, türkü vs. toplayarak arşiv yapmaya başlarlar. Lütfü Gültekin, onun Enel Hak projesi ile ne yapmak istediğini “Onun amacı Hallac-ı Mansur’ların, Seyit Nesimi’lerin düşüncelerini alıp yazıya, albümlere döküp halka taşımaktı ama ömrü yetmedi.” sözleriyle aktarıyor. Çalışmaya Hasret Gültekin’in Sivas dönüşü başlayacaklardır. Ama o Sivas’tan dönemez. Ayrıca Türkiye’den uzak yaşayan Talip Özkan’la birlikte halk müziği resitalleri düzenleme isteği vardır. Bu çalışma ile tek enstrüman yerine; gitar, bas gitar, şüt, elektro gitar ve davulun da kullanıldığı bir müzik topluluğu ile çalışma yapmak hedefidir. Bu çalışmayla amaç, Anadolu’daki aşıklık geleneğine özgü doğaçlama örnekleri sunmaktır. Hasret Gültekin, Sivas’a giderken hem eşi hem de ablası hamiledir. “Ben dedim eşin hamile, gitme diye konuştum. Gitti. Yiğit onurlu bir çocuktu. Halkından, çevreden kopmayan bir insandı.” diyor Lütfü Gültekin. Küçük yaştan itibaren peşine düştüğü ve her bir kavşakta izlerini bulduğu halkın kültürel, sanatsal değerlerinin hem araştırmacısı, hem derlemecisi, hem de tüm sanat alanı ile paylaşımcısı olur. Çok genç yaşına rağmen Anadolu kültürüne, müziğe, bağlamaya ve ozanlık geleneğine kattığı birçok ürün vardır. Ölümünün ardından her yıl ailesi Hasret Gültekin’e doğum günü yapar. İnsanları öldükleri günle değil doğdukları günle anmaktır buradaki amaç.
192
onurlu aydinlar 2.indd 192
11/5/14 8:22 PM
Türkiye’den, yurtdışından birçok sanatçı katılır bu doğum günlerine. Hasret Gültekin’in ölümünden sonra ismi Roni olan bir oğlu doğar. “Hayat çok güzel bir armağan. O bir yol buldu kendine, bir yol edindi ve o yolu sonuna kadar yürüdü, durmadan. Kendini ona adadı. Bir ışığa yürür gibi kendine de inandı, çaldığı saza da inandı. İşini inançla yaptı. İnandığı ve kavradığı için Hasret Gültekin oldu. Hasret öyleydi. Söylediği gibi yaşayan, yaşadığı gibi düşünen ve düşündüğü gibi de ölen bir insandı.” diyor Güler Gültekin. Hasret Gültekin, 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde, yakılarak katledilen 33 aydın ve sanatçının içinde en genç ozanlardan biridir. Katledildiğinde 22 yaşındadır.
“Bu gece ben giderim resmim kalır, belli ki bir hevesim kalır, gözüm arkada kalmaz, seni göresim kalır… sesim kalmaz, sözüm kalmaz, yarım kalır bir öykücük, bozulmuş bir tılsım kalır. güze ulaşır vakit kurur dallar, ayaz kalır… gece çöker baykuş öter, yaşanmamış bir yaz kalır. söner içimdeki yangın, direnen kımıl, göğ ekinler, açar güneş mevsim ilkbahara döner, yemyeşil bir tınaz kalır. alacalı renkler susar, ortada tek ‘beyaz’ kalır. çürür düzen zulüm biter, kar altında gülüm biter, vakit ulaşır yolum biter, bir de yasak ‘adım’ kalır. toplatılır yazılarım,
onurlu aydinlar 2.indd 193
193
11/5/14 8:22 PM
yakılır dizelerim, kurutulur gözelerim, geride genç ölüm kalır.” 1990 / Hasret Gültekin 2008 Temmuz
194
onurlu aydinlar 2.indd 194
11/5/14 8:22 PM
YARIM ASIRLIK EMEKÇİYE SAYGI
CÜNEYT TÜREL mehmet esatoğlu
Ülkemizin ’60’lı yıllarda yaşadığı bir tiyatro kalkışması vardır. Yazarıyla, yönetmeniyle, oyuncusuyla, izleyicisiyle yeni bir yol arayışına girer ülke tiyatromuz. Gözlerini dünyada ve ülkede olup bitene diker. Sorar, sorgular ve yeniden yaratır. Ülkenin gençleri ortaya çıkar. Soğuk salonlarda saatlerce tartışırlar, prova yaparlar. Büyük çoğunluğunun tiyatro eğitimi yoktur. O günlerde tiyatroya dair çokça kaynak da yoktur. Onlar karanlıkta el yordamıyla araya taraya yola düşerler. İşleri oldukça zordur. “Metin nasıl çözülür? Aktör sahnede neler yapmalıdır? Dekor nasıl çakılır? Müzik nasıl olmalıdır? Efekt nereden bulunur? Kadın oyuncu olarak kimi ikna edebiliriz?” gibi sorunlar, önlerinde dağlar gibi durmaktadır.
onurlu aydinlar 2.indd 195
195
11/5/14 8:22 PM
Bayazıt’ın “Hürriyet Meydanı” diye anıldığı günlerdir onlar. O meydanda bir genç koşuşup durur. Bir ayağı üniversitede, bir ayağı Talebe Birliği Sahnesi’ndedir. Uzun ince boyludur. ’68’in gençleri gibi yakışıklıdır, görkemlidir. Can Yücel’in Deniz Gezmiş için söylediği onun için de geçerlidir. “En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi...” O günleri şöyle anlatıyor Cüneyt Türel: “Yıl 1961. Eminönü Öğrenci Lokali’ndeki Gençlik Tiyatrosu’na ayrılmış olan bölümde bir sınav var. Lise öğrencisiyim. Gençlik Tiyatrosu’na girmek istiyorum. İşim zor. Çünkü bu tiyatro üniversitelilerin. Neyse ki kazananlar arasında ben de varım. Çalışmalar başlıyor. Ağabeylerim var. Bir tanesi Vasıf Öngören, fizik bölümü öğrencisi. Musahipzade Celal’in ‘Kafes Arkasında’ oyununu hazırlıyoruz. Ben doğal olarak küçücük bir rol alıyorum. Vasıf Öngören’i dikkatle izliyorum. Öğrenmeye başlıyorum. Benim kuşağım Vasıf’tan çok şey öğrendi; ve sonraki kuşaklar da...” Türel, ’60’lı yıllarda Gençlik Tiyatrosu ülkemizde kaleme alınmış ve ilkler içinde anılan devrimci oyun metinlerinden olan “Ayak Bacak Fabrikası” üstüne çalışmaya başlar. Sermet Çağan; egemenler tarafından sakatlanan, ardından da ayak-bacak satın almak için çırpınan bir halkın öyküsünü anlatır oyunda. Cüneyt Türel oyunda canla başla çalışır. Susturulmuş ve ağzı bağlanmış genci oynar. Oyun Almanya’da Earlangen Festivali’ne katılır ve üçüncü olur. ’70’lerin ortası ülke yeni bir coşku içinde. Şehir Tiyatrosu 12 Mart darbesi karanlığını aşmış. Muhsin Ertuğrul yeniden tiyatroda kolları sıvamış; Cüneyt Türel, Beyazıt Meydanı’nın ardından ikinci koşusuna başlamış. Biz gençler onun sahnede Yunus Emre oynayışını izliyoruz. Sahnede duruşundan etkileniyoruz. Ses tonundan etkileniyoruz. Ona hayranlıkla bakıyoruz. Ancak o çok mütevazı. Hiç böbürlenmiyor. Biz onun sahnede yaptığı bir güzelliği, övmeye kalktığımızda yüzü kızarıyor. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Vasıf Öngören’in “Oyun Nasıl Oynanmalı?”yı sahneleyeceğini duyduğunda bir çocuk gibi seviniyor.
196
onurlu aydinlar 2.indd 196
11/5/14 8:22 PM
Rol dağılımı açıklandığında gözlerimize inanamadık. Vasıf Öngören ona Kabadayı Mecit rolünü vermişti. Rol çizelgesinde bir yanlışlık olduğunu düşündük. O Yunus Emre’den dizeler okuyan yumuşacık sesli adam ve para babası Kudret beyin vurucu gücü Mecit. Olacak şey değildi. Vasıf Öngören’in oyun metni yerine “Bilgi Teorisi” kitabıyla geldiği o ilk provada, bir ilkokul öğrencisi heyecanıyla masanın kenarına yerleşmiş onu dinlerken gördük. Oyun provaları sırasında Vasıf Öngören’le el ele verip, o üzerine ya pışmaya başlayan “romantik jön” havasını nasıl sıyırıp attığını heyecanla izledik. “Oyun Nasıl Oynanmalı?”yı oynarken sahnede beyaz takım elbiseli bir katil vardı. Oldukça nazik ama patronunun çıkarı adına alabildiğine gaddar davranan Mecit’i büyük bir özenle oynadı. Vasıf Öngören ve yapıtları onun sanat duruşunu derinden etkilemiştir. Öngörenle ilgili Türel şunları anlatıyor: “Vasıf’ın asıl eğitmenliği, Doğu Berlin dönüşü ile başladı. Tarihi maddeci, sosyalist gerçekçi tiyatronun, en güvenilir adresi artık o idi. Kurulan-dağılan tiyatrolar, turneler, darbeler -kolluk kuvvetleriyle köşe kapmacalar, bildiriler açık oturumlar, dayanışmalar-ayrışmalar, mahpusluklar, özgürlükler ve yazdığı oyunlar. Ve bugüne kadar yaşıyorken hiçbir yazara nasip olmayan bir başarı. ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’ oyunu ile sarsılan koca bir ülke. Hatta Asiye ile özdeşleşen bir ülke. Oyunun izleği ile bütünleşen bir Türkiye siyasasının terminolojisi. Öyle ki, kim Türkiye için bir hikmet yumurtlayacaksa ‘Asiye’ye değinmeden edemezdi artık” ’90’lı yıllarda bu kez dramatik tiyatronun hakkını veren bir Cüneyt Türel izledik. Rus yönetmen Heifes, İstanbul’a gelmişti ve Anton Çehov’un Vişne Bahçesi’ni sergiliyordu. Cüneyt Türel evin asalak dayısı rolündeydi. Türel için bir öğrencilik dönemi daha başlamıştı. Türel, Heifes’ten öğreniyordu ama Heifes de Cüneyt Türel gibi bir büyük aktörle çalışmanın heyecanını yaşıyordu. Çehov’un “Vanya Dayı” oyunu provalarına başlarken Heifes ona; bu oyunda üç ayrı yerde “evet” sözcüğünü kullanacaksın. Bu “evet”leri
197
onurlu aydinlar 2.indd 197
11/5/14 8:22 PM
doğru ve yerinde olarak kullandığın an bu oyun da çıkmış olacak dedi. Türel üç ay boyunca o “evet”leri aradı durdu. Gerçekten de onları kotardığı gün oyun da sahnede akıp gidiyordu. Türel’in yaşamı boyunca düştüğü en büyük yanılgı Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu oldu. Sabancı Holding bünyesinde yer alan Aksanat’ta bir tiyatro var etmeye çalıştı. Uzun çabalar harcayarak birkaç oyun üretti. Ama holding yöneticileri onun repertuarını ve tiyatro anlayışını beğenmediği için, her defasında önüne engeller çıkararak sonunda tiyatroyu yok etmeyi başardılar. O yaşamı boyunca üretti. Her oyuna bir amatör heyecanıyla başladı. Profesyonel bir duruşun da hakkını verdi. Ülke tiyatrosuna yarım asır emek harcamış bir sanat emekçisini uğurluyoruz. Onun 30 yıl emek harcadığı Şehir Tiyatroları şimdi tehlikededir. Ama ne güzel ki Cüneyt Türel’in çocukları ve arkadaşları ayaktadır. Ona layık evlatlar olarak kol kola vermişlerdir. Selam olsun ülke tiyatromuza, selam olsun 50 yıllık büyük emekçi Cüneyt Türel’e. BİYOGROFİ Cüneyt Türel, 1942 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu olan Cüneyt Türel, tiyatroya Yeşil Sahne ve Gençlik Tiyatrosu’nda başladı. Aynı dönemde İstanbul Üniversitesi Türk Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu`na katıldı. Burada hem konservatuvar düzeyinde bir iç eğitim alıyor hem de pratik olarak seyirci karşısına çıkıyordu. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, 1962 yılında Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu’nda profesyonel oldu. Daha sonra Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda çalıştı. 1965 yılında Cimri oyunu ile 30 yıl boyunca çalışacağı Şehir Tiyatroları’na geçti. 1995 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan ayrıldı ve Tiyatro İstanbul bünyesinde bir sezon “Sanat” adlı oyunu oynadı. 1975 yılında Ajda Pekkan’ın “Palavra Palavra” şarkısında yaptığı düetle, herkesin hafızasında sesiyle kalıcı iz bıraktı. 1995 yılında Işıl Kasapoğlu ve Tilbe Saran ile birlikte Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu’nu kurdu. 2007 yılında kapanana kadar bu tiyatronun her oyununda oynadı. 2004 yılında Kent Oyuncuları’na misafir oyuncu olarak katıldı ve üç oyunda rol aldı. 2007 yılında tekrar Tiyatro İs-
198
onurlu aydinlar 2.indd 198
11/5/14 8:22 PM
tanbul’da Çıkmaz Sokak Çocukları adlı oyunda misafir oyuncu olarak oynadı. 2008 yılında Tiyatro Dot’a Karatavuk adlı oyunla misafir oldu. 2007 yılından başlayarak rol aldığı Robert Wilson’un yönetimindeki “Rumi” (In the Blink of the Eye) oyunu Atina’da, Varşova’da ve Ravenna Festivalinde sergilendi. 2009 yazında İstanbul Tiyatro Festivali’nin özel projesi kapsamında ünlü Fransız oyuncu Jeanne Moreau ile birlikte Rumeli Hisarı’nda sahnelenen ve Amos Gitai’nin yönettiği, “Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı” adlı oyunda rol aldı. Oyuncu, 1979 yılından bu yana çeşitli sinema, televizyon ve seslendirme çalışmalarını da sürdürdü. 2012 Mayıs
199
onurlu aydinlar 2.indd 199
11/5/14 8:22 PM
200
onurlu aydinlar 2.indd 200
11/5/14 8:22 PM
yaşamı umuda ayarlama ustası:
güngör gençay çağlar mirik
Güngör Gençay’ı 23 Nisan günü toprağa verdik. Gençay 23 Şubat günü kaldırıldığı hastanede tam iki ay boyunca tedavi gördü. Hastaneye kaldırıldığı ilk günden bu yana O’nun yanındaydık. Kendisini bir kez bile olsun aramayanlar, ölümünden sonra gazetelere demeçler verdi. Tedavisi boyunca ziyaretine gelmeyenler, cenazesinde en önde olup, kendini göstermek için çabaladı. Tüm bunları ve daha fazlasını tarih not etti. Bu yazıda böylesi vefasızlıkları ve utanmazlıkları bir kenara bırakıyoruz şimdi. “Yaşamak, kavganın en büyük alanıdır.” Güngör Gençay, 1952’de başlayan yazın hayatında 60 yılı geride bırakmıştı. Ortalama bir ömür olan bu altmış yıl boyunca Gençay, inatla direnmiş ve tek başına da kalsa, eğilip bükülmeden bildiği yolda, doğru bir insan olarak yürümüştür. Bu altmış yılı insanlığın kurtuluş mücadelesine adamıştır. 12 Mart, 12 Eylül faşist darbelerinde bile sözünü sakınmamış, taviz vermemiştir. Gerçek Sanat Dergisi kapatılınca, Gerçek Sanat Yayınları’nı kurup devrimci şair ve yazarların kitaplarını basmıştır. Herkesin devrimyaşamı cilere sırt döndüğü bir dönemde O, devrimci sanatçılara yeni alanlar açmayı kendine görev bilmiştir. Elbette ki bunları yapmak için insanın içinde büyük bir tutku ve sağlam bir inanç gereklidir. O’nun şiirinin ana izleği insan ve sosyalizm düşüdür. O, insanın insan gibi yaşamasının ancak sosyalizmde olduğunu bilen bir aydındı. Bunun için burjuvazinin boyunduruğundan kurtulmanın ve
201
onurlu aydinlar 2.indd 201
11/5/14 8:22 PM
gerçek özgürlüğe kavuşmanın gerektiğini ve bunun mücadele ile olacağını söylüyordu. Şiirlerindeki dil yalın ve duru ama aynı zamanda özgürlüğün diliydi. “Özgürlüğün kendine ait bir dili vardır” derken, O bu dili iyi bilenlerdendi. Yaşamındaki ve eserlerindeki özgürlük fikrinin kökenini şu sözleriyle açıklamaktadır bizlere: “Eğer aklımızda ve de özlemimizde özgürlük düşüncesi yoksa onu yaşantımızdaki diğer alanlara da sokmamız mümkün olmaz.” “Canımız Güler Zere İçin” adlı kitapta (Yar Yayınları, Ağustos 2009) şöyle diyordu: “Yaşamak güzel bir şey elbette / ama insanca yaşamanın bir adı da özgür yaşamak / Onun için Güler Zere de hak ettiği özgürlüğe kavuşmalı / umutla bekliyoruz.” 29 Kasım günü gala gösterimi olan “Damında Şahan / Güler Zere Belgeseli”ne davet ettiğimizde hastalığına rağmen gelmiş ve belgeseli izlemişti. Yaşamı umuda uyarlama ustası Umutla yaşamayı ömrünün son anına kadar sürdürdü. Bunun içindir ki “yaşamı umuda uyarlama ustası” olarak anılmaktaydı. Hastanede yatarken bile çevresinde olup bitenleri kafasında kurguluyor ve “buraların öyküsünü yazmalıyız” diyordu. Kendisiyle ilgilenen hastane çalışanlarından yeri geldiğinde özür dilemeyi, onlara teşekkür etmeyi, mümkün oldukça onlarla konuşmayı eksik etmedi. Bir olay üzerine doktorları Güngör Gençay’a “Güngör Bey, sözünüzü hastayken bile sakınmadan konuşuyorsunuz” dediğinde, Güngör Gençay’ın cevabı belliydi: “Biz 12 Mart’larda, 12 Eylül’lerde bile sözümüzü sakınmadık!” Bir yazısında şöyle diyordu: “Devletin faşizan zihniyetli olduğu ülkelerde en büyük ceremeyi çeken kesimlerde şairler ve yazarlar bulunurlar. Gerçi anti demokratik ve baskı uygulamalarının karşısında doğal olarak başkaldırı da artar ama, bu olgu, ilerici aydın ve şair/yazarların derin yaralar almasını, hatta kıyıma uğramasını engelleyemez.” Edebiyattaki tutumu gerçeklerden yanaydı. Eğer bir eserde gerçekçilik varsa, Güngör Gençay o eseri ancak o zaman değerlendirirdi. Şüphesiz kendi yazdıkları da böyleydi. Gerçeklerden süzülmüş ve insana
202
onurlu aydinlar 2.indd 202
11/5/14 8:22 PM
umut veren eserlerdi. Gerçekler saklanamaz, gizlenemez şeylerdi. Gerçekleri eserlerinde yansıtırken umudu yere düşürmez; umutsuzluğa kapılmazdı : “Bir ülkenin gerçeklerini, o ülkenin edebiyatından saklamak mümkün değildir. Toplumcu edebiyat anlayışı, özünde yılgınlık bilmeyen bir umudu taşır.” “Düşünce korkakları, hayatın da korkaklarıdır.” Güngör Gençay’ın gerek şairlik yaşamı, gerekse yayıncılık yaşamı korkusuzca, meydan okumalarla geçmiştir. Gürültü etmeden, savaşımını sanatıyla sürdürmüştür. Bileğini bükmeden yazmıştır. Sermayenin kölesi olmadan emeğin yanında olmuştur. Emeği işlemiştir şiirlerinde, emekçileri kaleme almıştır. “Sermaye, düşünceyi köleleştirir” derken, O, emeği eserlerinde başat unsur kılar. Güngör Gençay’ın hazırladığı antolojiler ayrı bir yazı konusu oluşturur ancak anmadan geçilemez: 1 Mayıs Şiirleri Antolojisi / Hayatı Dokuyanlara, Emekçi Kadınlara Şiirler / Zalim Titreme, Deprem Şiirleri / Şalterler İnince, Grev ve Direniş Şiirleri / Alevler İnsan Sesi, Sivas Kıyımı Şiirleri. Tematik antoloji olan bu çalışmalar ülkemizde şimdiye kadar örneği olmayan çalışmalardır. Uzun yıllar süren ve yoğun bir emek harcamayla ortaya çıkan bu antolojilere, devrimci şiirler antolojisi de denilebilir. Güngör Gençay, tecrite karşı mücadelede de ön saflarda yer alan aydınlardandı. Tecrite Karşı Sanatçılar oluşumu içerisinde kuruluşundan bu yana yer alarak, tüm etkinliklerine katılmıştır. Bu yılın baharında sana veda edeceğim diyen Güngör Gençay sözünde durdu. Onu sonsuzluğa uğurladık: “Şair, ancak şiir kendisinden, ya da zorunlu olarak kendisi şiirden vazgeçtiği zaman ihtiyarlar. Şair ölene dek delikanlıdır.”
Özgürlüğe Nöbet Tutan * Alnında taşıdı güneş bandını Nikâh yüzüğü gibi yetmiş altı gün Başucunda sözleri çırpaladılar Dilsiz bekleyişinde gözlerinin Bir cana doğru akarken su
onurlu aydinlar 2.indd 203
203
11/5/14 8:22 PM
Ayağa kalktı ihtiyar ölüm Alnında taşıdı güneş bandını Bir taç gibi yetmiş altı gün “Paris Düşerken” ne diyordunuz? Elleri, gözleri, ayakları zulmün Geldi-gördü, aldı ve gitti, Ayağa kalktı ihtiyar ölüm Güneş gibi taşıdı güneş bandını İnancın burcuna yetmiş altı gün Bir tomurcuktu hayata koşan Güzellenen delikanlı yüreklerinde. Kuşlar uçup gitti özgürlüğe Buyursun gelsin ölüm. * “Yaşam Çavlanında” adlı şiir kitabının bu ilk şiirini “ölüm orucunda yaşamını yitirenlere” adamıştır.
204
onurlu aydinlar 2.indd 204
11/5/14 8:22 PM
UMUTLU OLMAK, HALKIN AYDINI OLMAK tavır Halk olmak demek, halktan biri olmaktır en başta. Tevazu dolu, sevgili ve derin... Güngör Gençay için usumuzda kalan hatıralardan en önemlisi budur işte. Sessiz, tevazu dolu oluşu. Sessizdi, oysa bağıra bağıra konuşurdu şiirleriyle. Sessiz ancak doğru zamanda, doğru yerde, hayatın ona gösterdiği yerde durmasını bilirdi. Halkın yanında. Zulmün karşısında. 2009 yılında gaz bombalarıyla boğulan İstiklal Caddesi’nde, 1 Mayıs’ta polis barikatının önünde dururdu kocaman yüreğiyle. Doğru zamanda, doğru yerdeydi Güngör abi. Tutsaklar tecrit edilirken akciğerlerinin ona ettiği eziyete aldırmadan yavaş yavaş, soluklana soluklana yürür gelirdi Tecrite Karşı Sanatçılar’ın toplantılarına. Ne yapsak... ne etsek... Tutsaklar tecritte. Ne yapsak... Çırpınırdı adeta. Konu tutsaklar olunca daha bir ataktı o. Çok sevdiği belli oluyordu tutsakları. Tecrite Karşı Sanatçılar’ın hiçbir eylemini kaçırmadı desek yalan olmaz. O yaşına rağmen, onca işine rağmen koşa koşa gelirdi. Ölüm orucundaki Av. Behiç Aşcı’nın yaşamını kurtaralım, tutsakları tecritten çıkaralım amacıyla kurulan bu aydın-sanatçı hareketinin, bu yüreğini demokrasi mücadelesine adamış duyarlı insanlar birliğinin en sadık eylemcisiydi Güngör abi. Delikanlıydı hepimizden daha çok. Dinamik, coşkulu... Öneriler sunar örgütlediğimiz eylemlere gelirdi. Verdiği sözü tutardı. Tutamayacağı sözleri vermezdi. Yürekten, isteyerek, gülerek umutla... Umutsuz olmadı hiç. Umutsuzlar onu umutsuzlandırmadı. Biz yürüyelim, bizim bu yozlaşmış insanlarla
205
onurlu aydinlar 2.indd 205
11/5/14 8:22 PM
işimiz olmaz diyordu Tavır Festivali için yazarları ararken. Yürüyorduk. Anlatıyor, ikna etmeye çalışıyorduk. Biz evet, biz bağımsız kitap fuarları kuralım, örgütlenelim. Örgütlülüğümüzün gücü ile başarırız tekellere ihtiyacımız yok diyordu bizimle birlikte o da... Yürüdü Güngör abi. Kitapları onun eteklerinden ayrılmayan çocukları gibiydi. Ne zaman gitsek o tarih kokan Gerçek Sanat Yayınları’nın yığılmış tozlu rafları arasında bize gülümserdi umutlu, mavi gözleriyle. Gözleri güzeldi. Yüreği kadar masmavi, okyanuslar kadar derindi gözleri. O gözlerde hiç umutsuzluk görmedik. Hangi işe başlasak onun heyecanını duyar, elinden gelen desteği sunmak için kafa yorardı. Yaşlı bedenini sürükler getirirdi. O yaşlı ve yorgun bedenini, sadece kasları ve omurgaları değil, o güçlü yüreği taşırdı çünkü. Tevazu sahibiydi. Kendisini ne zaman evine ya da işyerine bir araçla bırakmayı talep etsek bunu kabul etmez, asla böyle bir talepte bulunmazdı. Ezilirdik. Öğrenirdik de ondan. Öğretirdi bu tavırlarıyla. Bir etkinlikte olası bir polis baskısına karşı ilk onu korumak hep aklımızın bir köşesinde olurdu. Oysa o ilerleyen yaşına rağmen kendini korumazdı. Böyle bir kaygısını hiç hissetmedik. Ve bir gün onun 12 Eylül cuntasına karşı duran o cesur yüreği durdu. Şair Ruhan Mavruk mezarı başında ağumutlu layan Güngör abinin ablasına şöyle diyordu güçlü bir ses tonuyla: “O bir döneme damgasını vurmuş bir insandır, öyle insanlar hiç ölmez anlıyor musun, topla kendini!” Böyle bir insandı toprağa verdiğimiz. Çağlar Mirik bu sayımıza yazdığı yazısında güzel anlatmış Güngör abiyi. Bir de fotoğrafını göndermiş Tavır Festivali’nde çektiği. Öyle güzel gülüyor ki o fotoğrafında. O festivalin en umutlu yüzüydü Güngör abi. Halk da hakkını verirdi onun, o umutlu gülen yüzünün. Cenazesinde TAYAD’lı analar oldukça kalabalık gelmişlerdi. Bir dert ortaklıkları vardı besbelli. Bir çay içmişlikleri, beraber yürümüşlükleri. Cenazede TAYAD’lı Bedriye Ana’nın yanına yanaştığımda üzgündü. Bir şey sormadan birkaç cümle etti ki Güngör abiyi özetleyiverdi: “Öyle iyiydi, öyle iyiydi ki, insan kendini çok rahat hissediydi yanında...” Halkın aydını olmak insanı kendi yanında rahat hissettirendi. Analar bu nedenle üzgün yüzleriyle cenazesindeydiler. Sevmişlerdi Güngör abiyi. Çünkü kötü gün dostuydu. Tecrite atılan evlatlarının mücadelesine
206
onurlu aydinlar 2.indd 206
11/5/14 8:22 PM
omuz vermişti çünkü. Sadece bir imza atıp köşesine çekilmemiş, eylemlerde bizzat bulunmuştu. Nice festivaller örgütleyecek, sanatçıların sanat cephesini kuracaktık beraber. Hepsinde varım diyordu. Hepsinde olacaktı. Yine olacak. O gülen umutlu mavi gözleriyle, kocaman yüreğiyle yine yanımızda olacak. Yine birlikte karşı duracağız tecrite. Umudu, sosyalizmi anlatan şiirler yazacağız. Gaz bombalarına karşı dikileceğiz polis barikatlarına astımlı ciğerimizle. Meydan okuyacağız yine. Tavır Festivali’nde kitap imzalayacak, şiire dair, sanata dair söyleşiler yapacağız halkımızla. O da bizimle olacak. Güngör abiye de sözümüz olsun. Bağımsız bir ülke kuracağız! 2012 Nisan
207
onurlu aydinlar 2.indd 207
11/5/14 8:22 PM