Ömer Seyfettin - Sanat ve Edebiyat Yazıları

Page 1


BİLGİ YAYlNLARI : 95 ÖMER SEYFETIİN, BÜTÜN ESERLERİ

:

14

ISBN 975 - 494- 1 36- X

98 . 06

.

Y. 0 1 05 . 1 265

Birinci Basım 1990 İkinci Basım Nisan 1998

BILGI YAYlNEVI Meşrutiyet Caddesi, No: 46/A, Yenişehir 06420 1 Ankara Teli : (0-312) 431 81 22 - 434 12 71-434 49 98-434 49 99 · Faks: (0-312) 431 77 58 http://www.bilgiyayinevi.com.tr e-mail: info @ bilgiyayinevi.com.tr

BILGI KITAB EVI Sakarya Caddesi, No: 8/A, K ızılay 06420 1 Ankara Teli : (0-312) 434 41 06 - 434 41 07 Faks : (0-312) 433 19 36

BILGI DAGITIM Narlıbahçe Sokak, No: 17/1, Cağaloğlu 34360 /Istanbul Teli : (0-212) 522 52 01 -526 70 97 Faks : (0-212) 527 41 19



ÖMER SEVFETTiN Bütün Eserleri 14

Sanat ve Edebiyat Yazıları

Baskıya Hazırlayan: Muzaffer Uyguner

BİLGİ YA YlNEVi

·


kapak düzeni : fabri karagözoğlu

ÖMER SEYFETTiN BÜTÜN ESERLERi • 1. Efruz Bey "roman" •

2. Eski Kahramanlar "öykü"

• 3. Bomba "öykü" • 4. Harem "öykü" • 5. Yüksek Ökçeler "öykü" • 6. Yüzakı "öykü" • 7. Yalnız Efe "öykü" • 8. Falaka "öykü" • 9. Aşk Dalgası "öykü" • 1 O. Beyaz Lale "öykü" *1 1 . Gizli Mabet "öykü" 1 2. Doğduğum Yer "şiir" 1 3. Dil Konusunda Yazılar "deneme" 1 4. Sanat Ve. Edebiyat Yazıları "deneme• 1 5. Olup Bitenler, Toplumsal Yazılar "deneme• 1 6. Türklük Üzerine Yazılar "deneme• e

Ömer Seyfettin "kaynak kitap" sanatı, seçmeler

Yaşamı,

Haz. Muzaffer UYGUNER

Milli Eğitim G ençlik ve Spor B akanlığı'nın 4.3.1987 gün ve 1832 sayılı yazılarıyla okullara tavsiye edilmiş; karar 23.3.1987 gün ve 2230 sayılı Tebliğler Dergisi'nde yayım­ lanmıştır.

baskı : telf

:

cantekin matbaacılık yayıncılık ticaret ltd. şti. 384 34 35

384 34 36

384 34 37


iÇiNDEKiLER

Bu

Kitap Üzerine (Muzaffer Uyguner)

Saadet ve Sa'y Üslub-ıinşa'i

. . . . . . ......................... . . ...

.... . . . . .

: .......... 7

.

....................

........................................ . . . . . .............

Sanat-ı TahrireDair: 1 Tavsiyeler

....................... . . .

9

14 20

Sanat-ı TahrireDair: 2 Okumak 25 . "Benı TerkEti" . ş··. ıırıneDaır ................................... 29 ...... . . . . . . . . . . .............

.

..

Milli Şiirler

........................... . . . . ............. . . .................

Ali Canip Bey ve Sanatı

.........................................

Büyük Bir Şiir: "Ey Türk Uyan"

.................. . . . . . . .......

60 65

....................................................

68

MekteplerdeEdebiyat

...................... . . . . . . ................

Azerbaycan istiklali Münasebetiyle HarpEdebiyatı Hamlet.

..

71

... ........ . . .

74

. . . .......... ............................ ..............

78

.......

.

.......................................... . . . .......... ...... . . . . . .

DonKişot

42

..................................................

Matbuatta Palavra Rıza Tevfik Beye

36

.

Tenkidin Faydası

81

.............

92

.................................................. . .

99

....... . . .............. . . . . ....... . . .. . . . ........

Sanatıidrak

......................................... .................

103

Felsefe

.................... .............................................

107

Pusuda

....................................... . ....

Sanatın Mevzuu

.

.........

...... ....... ............ . . ......

Tenkit ve Terbiye

. ........

. 109

.

.................

.

111

............ . . . . ..........

112

..................... ....... . . . . . . .. . . .

113

......................

Edebiyatta Arz ve Talep

.

5


Vaziyet-iEdebiye

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . .

Bugünkü Şairlerimiz

..... . . ..... . . . . . . . . .... . . . . . . . . . . . ........ . .

118 121

GençKızlarımıziçin Altı Derste Tabii Yazmak Sanatı

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... . . . .. . . . . . . . .

Şairlerin Kitabı Münasebetiyle Halkımız Niçin Okumuyor? Sahir'eKarşı

. . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

133 172

. . . . ..... . . . . . . . . . . . ...............

177

.................... .....................................

182

BirEdebiyat Meraklısına Mektuplar Birinci Mektup ikinci Mektup

. . . .. . . ...... . . . . . . . . . . . . . ........... . . . . . . . . ...

189

... . . ....... . . . . .... . . . . ..........................

191

Üçüncü Mektup

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... . . . . .. . . ..........

Dördüncü Mektup Beşinci Mektup Altıncı Mektup

. . ...... . . . . . . . . . . . . ............. . . ........

........ . . . . . . . .

................ ........................... . . .

Sekizinci Mektup

........ . . . . . . . . . . . . . . . . . . .... . . . . . .........

Dokuzuncu Mektup Ali Canip'e Mektuplar

199

, .............................. 200

.............. . . . . . . . .......... . . . . .......... . . .

Yedinci Mektup

195

201 204 205

. . . . . . . . ...... . . . . . . ....................

206

. . . . . .... . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . ...... . . . . .

207

Ömer Seyfettin'le Mülakat

.................................. . .

214

Sözcük Dizini ...................................................... 217

6


BU KiTAP ÜZERiNE

Bu kitapta, Ömer Seyfettin'in edebiyat ve sanat ile ilgili yazıları toplanmıştır. Yazılarının bir bölüğü, Marmara Üniversitesi'nin yayımladığı Doğumunun 100. Ytlmda Ömer Seyfettin (1984) adlı kitaptan alın­ mıştır. Bir bölüğü de, çeşitli kaynakçalardan yola çıkı­ larak tarafımızdan derlenmiştir. Ömer Seyfettin'in yazıları ile ilgili kaynakçaların tam olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü, Ömer Seyfettin imzası yanında "Ö.S. (Ayın Sin), Ç. Kemal, C. Nazmi, Süheyl Feridun, Perviz, M. Enver, Camsab, Şit, Ayas, Tarhan, Enver Perviz, Ayın Ha, Tekin" takma adlarını da kullanmıştır. Dergilerimizin bilgisayardan yararlanı­ larak tam bir dizini yapılmadıkça kesin bir sonuca var­ manın olanaksız olduğunu sanıyorum. Sözgelimi, şiir­ leri birçok kişi tarafından derlenmiş ve artık başka şiiri yayımianmadığı izlenimi ortaya çıkmıştır. Ama 1910'da yayımlanan Piyano dergisinin 1O. sayısında "Hürriyet'i Hakikiyye" adlı bir şiirine rastlamış bulunuyoruz. Güzelimf Sizden uzak işte şu bir hafta bile Sürmeyen ayrtltğm ben elem-i hicri ile

O kadar kimsesizim, öyle perişamm ki. Kalbimin mahrem-i razmdaki Me'yus, baki Aşk-t mektubumu izhara biraz mecburum.

dizeleriyle başlayan bu şiir, ilerde şiirlerinin toplandığı kitaba girecektir elbette. Yazılar, yayım tarihlerine göre sıralanmıştır. Kita­ bın sonuna konulan sözlük, bazı hatalarına karşın, okuyuculara yararlı olacaktır sanırım. 7


Okuyuş yaniışı ya da eksiklerimiz varsa, affolu­ na! Sözlükte eksiklerimiz olmuştur elbette. Bana, derlemenin yeni harfiere aktarılmasına yardımcı olan herkese teşekkür ederim. Böylece, Ömer Seyfettin'in yalnızca hikayeci olarak tanıtılması­ nın yerinde olmadığını bir kez daha anımsatmak iste­ rim.

Muzaffer Uyguner

8


SAADET VE SA'Y Herkes saadeti başka türlü telakki eder, değil mi? Fakirler kendi karanlık ve kederengiz noktai na­ zarlarından zenginliği müşaşa ve münir bir kaşane-i saadet gibi görür. Nevrasteninin gadr-ı asabı içinde kıvranan zavallı zenginler köylüleri, çobanları mesut addederler. Geçmiş vicdan azaplarının, kalp rahat­ sızlıklarının ferda-yı huzur ve nekahetinde muztarip olanlar hayalat-ı ezeliye rücu ile mesut ve müteselli olunacak zannederler. . . Ben, hatta saadetin nispi tariflerini kabul etmeyerek demek isterim ki saadeti­ mizi mahveden tembellik ve tembelliğin bize açtığı boşlukta, "düalite"nin tesirinde fazla bulunmaklığı­ mızdır. Saadeti her noktai nazardan tetkik eden fey­ lezof, bu müphem keşfinden memnun, mutmain ba­ na ne diyor, bakınız: "Saadet, azizim, hava gihidir. Daima tebeddül eder. Mütemadiyen mesut olmak gayrı kabildir. Hissimiz memnun olurken , hissimiz memnun edilirken mesut oluruz. Ufak bir hareket, ani bir haber bizi saadetten mahrum eder; bir sevgi­ linin vefatını, bir dostun matemini duyarız, canımız sıkılır. Zaman, deva-yı müruruyla, bu kederimizi şi­ fayap eder. Yeni bir refike rastgelir, hava bozulur, rutubet hava-yı nesimiyi mütebahhir bir gözyaşı ha­ line kor, asabi isek o kadar saadetten uzak ve meh­ cur kalırız ki, gayrı ihtiyari bir intihar arzusu hatıratı­ mıza karışır. Faniyyet-i mutlakamız, bir heyula-yı şek gibi zihnimize h ücum eder. Her şeyin bütün var­ lıkların intiba-yı mutlakını, onu, ölümü düşünürüz. Sonra bahar . . . Açık ve handan bir yaz sabahı. . . 9


Kuşları; o dernde asab-ı rakika-i ihtisasatımızın ama­ kında, kanımızın içinde kaynaşan ve 'saadet' dediği­ miz o mühim huzuz-ı ruhiyyeyi besteliyorlar zanne­ diyoruz. Hava saftır, gönlümüz şendir. Herkesi, hat­ ta düşmanlarımızı der-aguş etmek arzusunu duyarız. Sonra bir yağmur . . . Işte bir hüzün! Pencerelerden , saçaklardan düşen damlaların aheng-i yeknesak-ı sukCıtu asabımıza o kadar şedit bir insafsızlıkla tesir eder ki, en sevgili bir arkadaşın elini sıkarken, en fa­ ideli bir işin üstesinden gelmişken , en büyük bir nai­ liyete muvaffak olmuşken, düştüğümüz hüzünden ve dalgınlıktan kendimizi kurtaramayız. Her saadet, her dakika, hatta her saniye tebeddül eder. Biz de bazen mahzun, bazen mesut oluruz. Azizim , ebedi � ir saa­ det , ebedi bir hayaldir. . . " Fakat bahçe-i saadet katiyyen mütebeddil değil ve muayyendir. Daha doğrusu ben "meşgul olmak, mesut olmaktır" diyen Ingiliz şairi Gray'ın fikrinde­ yim . Saadeti arayanlar birçok gevezelik yaparlar, tayf-ı mefhum-ı saadetin arkasında koşanlar hep tembellerdir. "Ben tembellik aşığıyım!" itirafını eden Balzac bütün hayatında mesut olamamış, her şeye ; parlak ve maddi muhitine siyah ve mübalağacı bir güzellikle bakmıştır. "Yarın" manzumesinde tembelli­ ğini ve bundan mütehassıl ezay-ı hissini terennüm eden sanatkar kendisini şaşırtan düalitede, hüwi­ yet-i fikr!yyesinden bahsederek böyle taganni eder: "Ka'r-ı mahfiyyetinde bir leylin, biri hab-ı huzura mail iken, biri mahzuz olur didinmekten. Bu tehalüf­ tür işte her meylin mahveden bende-i ruh-ı lezzetini, mahveden ruhumun saadetini!" Tembellik de bir hastalık, şekl-i haricisi "boş durmak"tan ibaret bir hastalıktır. Ve buna en çok kadınlar musap olur. Tembel hareketi sevmez, ciddi­ yetten nefret eder. Gürültü -hatta bazen kalabalık­ onu muztarip eder. Bir kitabı tamam okuyamaz. Ga­ zete asabına dokunur. Lakırdı söylemesini arzu et10


mez, kuwe-i hayaliyyesi faaliyettedir; tabii vehmi de . . . Meşguliyeti büsbütün kalbidir. Meşguliyet-i kal­ biyye ise yegane saadetten münekkidi yani muterizi­ dir. Başkalarını, başkalarının saadetini düşünür. Kendisini bedbaht addeder ve kararına cidden kani olur; sonra saadet-i zatisi için hakikatten bait ve hül­ ya-arniz bir program . . . Kendisi ne kadar mesut şera­ it-i hayatının tahtında yaşasa yine işte bir yer, başka bir şey ister. Halbuki saadete en büyük mani pek büyük bir saadete müntazır olmaktır. Bu gibi meşa­ gil-i fikriyyenin tabii olarak hasıl edeceği yorgunluğu bedbahti zanneder . . . Ben saadetin ademini muhakeme etmeyi ve bedbahtiyi sırf bir meşguliyet-i mütezade-i fikriyye telakki ediyorum. Mektepte iken o kadar mesut idim ki. . . Dersler, oyunlar, sonra gevezelikler, sonra jimnastik! Bir gün gözlerim ağrıdı. Pederimin yanı­ na, "hiç kitap okumayacaksın," tembihiyle tebdil-i havaya gönderildim. Orası tenha bir deniz kenan idi . Her gün sahilde, köpüklerle yıkanan temiz ve naim çakıllar üzerinde gezinirdim. Pek garip fikirle­ rim, muztarip etmeye başladı. Hayatın boşluğunu ve ahit-i müteselselesini muhakemeye başlıyordum. Iki haftada o kadar tebdil-i tabiat ettim ki neşemi kay­ bettikten sonra, o vakte kadar lakayt ve şeıi nasıl yaşadığıma taaccüp ediyor, gafletime , safiyetime acımaya bile cüret ediyordum. Maziye hazırlanan, gelecek hayatın afak-ı duradur-ı amalini bir sine­ mograf süratiyle gözümden, piş-i hÇtyalimden geçir­ dikten sonra yuvarlanır gibi havf ve hayretle karışık bir ümitsizlikle na-yab bir bedbinliğe düşüyor ve . kendi kendime: "Ey nihayet, diyordum. Nihayet? . . Yine hiç değil mi?" O dakika muhabbet, şöhret, mu­ vaffakıyyet, sanat, sanat bile boş, feci bir hiç oluyor­ du. Beste-i elfazın tahammül ederneyeceği bir enin-i nevmidevle duyduğum füturu, yorgunluğu, hiçliği 11


haykırmak istiyor, dudaklarımı ısırıyor, mütekallis parmaklarımla mendilimi koparmaya çalışıyordum. Tebdil-i hava müddetim bitti , mektebe geldim. Dersler, rekabet, jimnastik, sonra gevezelikler, ge­ vezelikler? . . Mesuttum, çünkü kedere , eleme mey­ dan bulamıyorum. Arkadaşlarıma tefewuk benim için cazip bir emel oluyor, onun için yoruluyor, baş­ ka bir şeyle iştigal edemiyorum. Mektepten çıkınca, yani şanoya atiayınca rollerime, mevdu vazHelerime bi-vefa kaldım. Pek bıkarak yaşıyordum. O kadar ki dışarı çıkmaya bile karar veremez, masamın üzerine yahut kitabın arasına bir para atar, yazı gelirse evde kalır, tura gelirse en ehemmiyetsiz bir şeyde bile "tesadüf"ü kendime kumanda ettirirdim. Azıcık daha bende tehlikeli bir maraz, bir nostalji yapacaktı. Nihayet sevda-yı sanatla tekrar çalışmaya kıy­ ınettar ve muhterem mektep hayatını takibe başla­ dım. Kitaplarım çoğaldıkça bedbahtiden uzaklaştım , mesut oldum. Ve bugün saadetimi yalnız saye-i mü­ talaaya, meşguliyete, sanata borçluyum . Insan boş durursa, dimağ adem-i meşguliyetten yahut bu adem-i meşguliyetten ve yerdeki faaliyet­ ten (dikkat!) bir fütur hissi -darılmazsanız fütur-ı ma­ nevi diyelim- duyar. Bedbaht olur. Düalite bütün tu­ haflıklarını, bize itisaf eden garabetlerini boş durdu­ ğumuz zamanlar gösterir ve hakikatın farkına vardır­ maz. Bütün bedbahtlıklara sebeb-i hakiki addettiği­ miz "düalite"den şimdi bahsedemeyeceğim; çünkü uzun ve muğlak sevgili karilerim. Eğer mesut değil­ seniz size yalnız meşguliyeti tavsiye edeceğim. Meş­ guliyet sizi iki adamlıktan çıkaracak, bir adam yapa­ cak, ufkun öte tarafındaki gözlerinizi muhitinize çe­ virecek, hatta fakirseniz sizi zengin edecek, zayıfsa­ nız kuwet verecek, muztaripseniz müsterih edecek. Ah vakitlerini tahayyül etmekle, dalgayla geçi­ renler, şimdi beni şu serin eylül gecesinin hafif ve 12


ratip dalgalanan tatlı rüzgarıyla, riyah-ı nuşin-i teşvi­ kiyle muhat kitaplarımın arasında, masanın başında müsterih ve şad, yazarken şüphe etmem ki saadet-i sa'yi o anda hissedecekler. Lüzumsuz tenkidat-ı ruhi­ ye ve indiyyeyi bırakacaklar "meşgul olalım , eğlene­ lim" diyeceklerdir. Evet, işte bir mevsim-i saadet, ka­ rilerim, kış geliyor, bizi bunaltan harareder yok! Uzun ve vefakar gecelere malik olacağız. Bu kıymet­ tar ve muazzez geeelerio saat-i samimisini boş dur­ makla, elemle, elemi tevlit eden hayaile çıkarmayı­ nız. Meşgul olunuz! Zahmet ediniz, bir kere meşguli­ yeti tecrübe ediniz, belki mesut olacaksınız. lzmır gazetesi, Nr: 8 1 0 Eyliil 1323 (23 Eyliil 1 907)

13


ÜSLUB-1 İNŞA'I -Mektub üslub-t inşaiyeye dair-

Bahsi uzatmayacağız. Hissolunan daima iyi be­ yan olunduğundan ihtimal ki hiçbir mevzuun tevsi'i bunun kadar faidesiz değildir. Ve alel-ıtlak mektup bir şeydir ki hissolunur. Zira o sırf şahsidir. Delil şudur ki bütün kadınlar mektupları pek güzel yazarlar. La Bruyere der ki: "Kadın lar, bu kısm-ı tahrirde pek i leri gider­ ler. Ka lem lerinin a ltında öyle şive/er, öyle tabir­ ler bulurlar ki onlar bizde ancak uzun mesa inin m üşkil taha rriyyatının eser ve mahsulü olabi lir. İn tihab-ı terakipte mesuttur/ar. On ları o kadar ye­ rinde ku llanı rla r ki, malum şeyler olduğu ha lde bir yen ilik fetafetine maliktirler. Ve san ı l ı r ki ko­ n u ldukla rı yerde is timal olunmak için yapı/m ış­ lardır. Bir kelimede bütün bir h issi okutmak ve nazik bir fikri nazikane anlatmak ancak kadın la­ ra hastır. Öyle gayrı kabil-i tak lit bir teselsül-i ke­ lam ları va rdı r ki tabii bir s u rette teakup eder ve ancak mana ile rabıtadardır. Eğer kadı n lar daima doğru olaydı lar, içlerinden bazılarının mek t upla­ rı n ı n ih timal ki lisa n ı m ızda bulunan yazı ların en iyisi olacağı n ı söylemeye cesaret edecekti m . "

La Bruyere bu cümleleri yazarken düşündüğü şüphesiz Madame de Sevigne değildi. Çünkü Mada­ me de Sevigne'nin mektupları La Bruyere'nin ölü14


münden çok sonra neşrolundu. O, bütün kadınları düşünüyordu. Ellerinde kilitli muhaberat-ı nisaiyye bulunanlar bilirler ki kadınlar umumiyyet üzere mü­ kemmel ve mütevaffıkane yazarlar, umumu müte­ hayyir edecek mektupları tabedilmeye layık yüzlerce kadınlar vardır. Ben onları , avam kadınlar tarafın­ dan yazılmışlarını okudum ki, harikulade zarif ve ta­ bii idi . Kadınlara üslub-ı inşai tedrisinden sarf-ı na­ zar olunabilir. Sevk-ı tabii ile onu bilirler. Onu bize öğretebilecek kadınlardır. Erkeklere gelince, onlarda daha az incelik, da­ ha az tabiilik vardır. Fakat denilebilir ki herkes mev­ zuunu hissedeceği bir mektubu yazmasını bilir. His­ solunmayan bir mevzu yazmasını bilir. Hissolunma­ yan bir mevzu üzerine bir mektup yazmasını öğret­ meye gelince, bunu deruhte faidesizdir. Ewela his­ setmek lazım. Umumi üslubun talimi; bir kitap, bir makale , bir tavsif noktai nazarından yazmak sanatına dair bir tederrüs anlaşılır; lakin mektup ekseriyyet için meluf ve ihtiyari bir şube-i tahrir, intihabi bir sa'y değildir. Bu bir mecburiyettir. Hayatın tesadüflerine göre gönderilecek bir mektup, yapılacak bir muha­ bere olur. Başınıza şu, bu gelir. Hülasa gaye, mev­ zu, esbap mektupların keyfiyyeti hadd-i zatında şah­ sidir. Bu şerait dahilinde herkes işinin üstesinden gelir. Takip olunacak ancak bir tavsiye var: Çok müsveddeler okumak. Yalnız mektupların kıraatı mektup yazmasını öğretir. Zaten muhtelif mektuplara ait merasim-i nispiy­ ye, tabirat-ı malume-i resmiyye, tarz-ı tahrir göster­ meye mahsus iyi sanatı inşai risaleleri vardır. Mektup, tahriri mükaleme olduğundan , her şeyden ewel tabiilik ve iyi bir mükaleme evsafını is­ ter. Tabii , kendiliğinden , gayrı masnu, işlenınemiş olmalıdır. Fransa'nın büyük münşileri telkip olunan Balzac ve Voltaire'nin mektupları gibi bir tarz-ı tah15


rir-i hassı takiben, bunun zıddı olursa başka. Onlar kasten ehemmiyetsiz şeylere dair fikirlerini göster­ mek ve Grande Monde'u eğlendirmek için yazıyor­ lardı. Onlar çok zendosti, sahtelik, gösteriş yapıyor­ lardı. Yine o vakit, mektupları bir nevi mukaleme-i tahririden başka bir şey değil ve hemen salonlarda sade giyimli birinin caliyyet-i merasim-kaim salonlar­ da konuşulan bir lisandı. Mektuplarınııda yorucu iştigalden, cebr-i tabiat­ dan, birkaç cümleden mürekkep kelimeden, fen üs­ lubundan kaçınız. Sadegi ile, ihmal ile değil. Fakat gelişigüzel ifade-i meram ediniz. Iyi söylemek şartıy­ la söylenildiği gibi yazılmalıdır. Hatta söylendiğinden bir parça daha güzel yazılmalıdır; mademki söyleni­ ten şeyi tanzim etmeye vakit var. Madame de Sevigne: "Son derece hoşa giden ve mertebe-1 i t i la eden o doğru ve kısa üslubu k u llan ın ız," der.

Kızına yazar ki: "Bana gülünecek s u re tte diyors u n uz k i, mek­ t up larınızı tahsis ve tezyin ederek benden bazı şeyler kap tığınızı zannediyorsun uz. On lara do­ k u n maktan sakınınız; fasahat yamaları yapıyorsu­ n uz. Bahsettiğiniz saf-ı tabiat . . . · İşte hasseten gü­ zel bu, yegône hoşa giden budur."

Madame de Sevigne yine der ki: "Siz, siz olun uz, başkası değil. Mek t upları n ız bana kalbinizi açmalı, k ü t üp hanen izi değil. Par­ lak görün mek arzusu kadar soğuk ve beğen ilmez bir şey yok t u r. Mek tuplar tezyinat i le mah m u t ol­ mamalıdır. Doğru ve uzu n cüm le lerden ve usu l-ı tersiden ari s u h u le t-i kalbiyye i le yazılmış olma­ ları ·kôfidir. " 16


Bırakınız fikir, nükte, zerafet kendiliğinden gel­ sin . Birkaç satır: "Hakikaten çok m ü teezziyim. Tıpkı, di /siz ol­ mayan bir k ıza ifade-i kelam etmeye çalışan ve yoru lan Mo/iere 'in doktoruyu m . " Madame de Sevigne "Der-hatır ediyorum ki Paris'te iken ben ve refi klerim pek ehem m iyetsiz şeyler, ö rümcek ağı ndan terazilerde sinek y u m u rtala rı n ı ciddiyet­ le tartan h iç nazı m larıydı k. " Vo/ta i re "Don Sefre'de, Paris 'te Eriike'n i n man tos u a l­ tında büyü k bir taş göt ü rdüğü h i kaye olunuyor­ du. Bu taşı ne yapacağı soruldu. Bu taşın, sat­ mak istediği bir evin levazım-ı inşaiyyesinden nu­ m une olduğun u söyledi. Bu ben i gü ldürdü. Kı­ zım, bu 'ih ti ra 'ı n a razi n izi satmak için iyi olduğu­ nu zannediyorsanız, s iz de öyle yapabilirsiniz. " Madame de Sevigne "Bi r parça sabra malik o/unsaydı, birçok elem lerden m u h afaza o/unabi /irdi. Zaman, verdi­ ği h üzün kada r h üzün def' idi. Bilirsiniz ki zaman vaz' eden, tekrar ihdas eden, tanzim eden ve ba­ zen si/en ve hemen tanı namaz iyi ve fena şeyler yapan hakiki bir m ü televvin, bir ti tizdir. Zamanın ihtira m la m u hafaza e ttiği ve daima edeceği an­ cak dostluğum uzd u r. " Madame de Sevigne "Parasız/ık gibi h içbir harabi olmadığı n ı ken­ di kendim ize söylediğimiz vakit, ken dimizi iyi an­ lıyoruz. " Madame de Sevigne 17


Madame de Sevigne ihtiyarlığından bahsederek der ki: "Boşuna çırpındım , yek-şekil ve hazin bir ha­ yattan başka bir şey çıkmıyor." Belagatın ve fesahatın alisi mektuplarda bulu­ nabilir. Madame de Sevigne, bazen Bossuet ile re­ kabet eder. İşte Monsieur de Coulange , Monsieur de Lois'nin ölümünü hikaye eden beliğ ve meşhur mektuptan iki satır: "Monsieu r de Lois 'nin vefat-ı anisinden öyle kendi m i kaybettim ki bunu size söylemek için ne­ resinden başlayacağı mı bilm iyorum."

Tutulacak en büyük kaide, ki onunla vesayayı inşaimizi hulasa -edeceğiz, budur: Kalemini kendi haline bırakmak, hissolunanı aramadan ifade-i me­ ram etmek lazımdır. Birisine yazmak için kalem ele alınınca, ne denmek istendiği iyice bilinmelidir. Bü­ tün bunu tahrir cihetine gelince, meşgul olmaya ha­ cet yok. Yüksek sesle onu söyleyiniz. Tabir kendili­ ğinden gelecektir. Bilhassa mevzuunuza mahirane hulul için muz­ tarip almayınız. Mektubun başlangıcı tabii ve riyasız nageh-zuhur olmalıdır. Kızının tehlike içinde olduğu­ nu öğrenen Madame de Sevigne, "Ah, kızım, ne mektup! Bulunduğun hall-i musawer ne tablo! " diye başlar. Başka yerde kızının kaybolan bir mektubun­ dan bahseder: "Kalbime nüfuz eden bu sevimli mek­ tuplardan ancak ilçünü aldım. Bir tanesi gelemedi." Diğer bir deb kızına yazdığı ilk mektup da böyle başlıyor: "Heyhat yine mektuplar içindeyiz!" Mektupların sonları sade ve cebr-i tabiatsız ol­ malıdır. Madam e de Sevigne hatm-i kelam için asla sıkılmamıştır: "Adieu, benim gayet muazzez, gayet sevgili ço­ cuğum; kimse tasawur etmiyorum ki seni nasıl sev­ diğimi görüp de senin beni sevmekte haklı olduğuna 18


inanmasıno" Bazen: "Sen, sevgili kızım , size verdi­ ğim zamandan iyi meşguliyet bulmuyorumo En kü­ çük menafinize her şey feda; o zavallı kontu kucak­ larım, daima onu sevebilir miyim? Ondan memnun musunuz?" Yahut da: "Adieu sizi der-aguş ederim; fakat daha yakından ne vakit der-aguş edebilece­ ğim? Hayat o kadar kısa ki! Ah! Işte bakıp aldanıl­ mayacak bir şey: Şimdi sabırsızlıkla beklediğim sizin mektuplarınııdır Sanat-ı inşa'da, Buffon'un "üslup, bu insandır" kelamı bir hakikattir. Hulasa, mektup yazmasını öğrenmek için bir­ çok mektuplar okumak lazımdır o"

o

izmlr gazetesi, Nr: 9 22 Eylül 1323 (S Ekim 1 907)

19


SANAT-l TAHRIRE DAIR: I TAVSIYELER Kalemi elinize alıyorsunuz, başlıyorsunuz düşün­ meye. Önünüzdeki boş kağıdın asla merhamet etme­ yen beyazlıkları, altı ay devam eden bir kutup gün­ düzünün hipayan ve namütenahi bürudetiyle büyü­ yor, kıvranıyor, asabileşen parmaklarınızla saçlarını­ zı karıştıhyor, nihayet hiddetle masanın başından kalkıyorsunuz. Çünkü, yarım saat evvel o nuşin zevk-i tahrikin hayalinizde dalgalandırdığı nesim-i ernelle mahzuz oturmuştunuz. Halbuki evvelden ya­ zacağınız şeyi düşündünüz müydü? Hayır, kalemi hokkanıza hatırınca bir şey yazmak istediğinizi der­ hatır ettiniz. Fakat ne? Tabii bilmezsiniz. Günlerce, aylarca, senelerce evvel yazacağınız şeyi düşünecek­ tiniz. O sizin dimağınızda yerleşecek, hayalatınıza, hatıratımza karışacak, sonra, evet, sonra yazılabilir bir mevzu olacaktı. Fakat siz öyle yapmadınız. Işte sıkılıyorsunuz. Bakınız bu tahammülsüz sıkıntınız için Buffon ne diyor: "Mevzuunu kafi derecede dü­ şünmediği içindir ki, bir müellif sıkılır." Düşünülmesi elzem olan mevzuunuza gelince, o evvela hissedil­ melidir. Anteine Albalat'nın "güçlük yazmakta değil hissetmekte, hissettirmektedir" sözünü en doğru ha­ kikatlerden addediniz. Kısa, fakat saati uzun olan bu hayatta sizi ihata eden menazır-ı müteakıbe ve müte­ selsileden birini yazmak istiyorsunuz. Fikirler tevarüt etmiyor, çünkü mevzu hissen kemale ermemiştir. Onu tekrar düşününüz. Uzun müddet düşününüz. Ne vakit o tekamül-i zihniyyeye dahil olacak, bir 20


cuş-u huruş, müphem bir ihtiyaç onu size pek tabii olarak yazdıracak ve yazdığınız pek güzel olacaktır. Mevzuunuzu uzun müddet kafanızda taşımaya mecbursunuz. Rousseau bile birçok kere düşünme­ den yazmıyor. O halde ki sahifeler, kağıt üzerine geçmeden aklında, dimağında yazılıyor, tecessüm ediyordu. Mevzu bir fikir, bir vahdet, hasılı basit bir şeydir. O; anat-ı hayaliyenizle imtizaç ve izdivaç et­ mez; onlarla tezauf etmezse, pek kısa ve bi-hayat kalır. Hissen yaşamadığınız sahneleri yazmakta pek dikkatkar olunuz. Mesela bir gece yolunu tarif ede­ ceksiniz, gece yolda kalan , yorgun bir adamı tasvir edeceksiniz. Fakat şimdiye kadar böyle bir sahnede bulunmadınız. Geceleyin yalnız ve tenha bir yoldan geçmediniz, karanlığın sükCın-ı tehdidhizini işitmedi­ niz; ihtiva ettikleri mana-yı amik size telkin etmedi. Nasıl yazacaksınız, değil mi? . . Bir geceyi dışarıda geçiriniz, karanlık ve mahuf rüzgarı dinleyiniz, son­ ra tasvir edeceğiniz adamın şahsına inkılap ediniz. Hayaliniz yine barit, yine bi-his mi? . . Onu tahrik ile perverde ediniz. Mevzuunuzla münasebettar şeyler okuyunuz: Zir-i enzarınııda olmayan bir ormanı yaz­ mak istiyorsanız Flaubert'in L 'Education Sen timan­ ta/e adlı eserindeki Fontainbleu ormanının tasviratı­ nı okuyunuz. Goncourt'ların Manette Sa /omon un­ daki, Taine'in Le Voyage au Pirenees ormanlarını okuyunuz. Chateaubriand'ı, Bemard de Saint Pierre'i ihmal. etmeyiniz. Hayal-i habidenizi mütalaa ile bi-dar ediniz. Hissiniz barit ve müteceddiddir. Günlerce hül­ yasız ve boş yaşarsınız. Bir gün, asude bir sokaktan geçerken bir enin-i musikinin yükseldiğini, bir piya­ nonun, bir orgun hüzn-i tanini işitirseniz, yahut bir orkestrayı dinlersen iz, yahut bir latif manzara görür­ seniz o saatte efkarınız uyanır. Hayaliniz tebdil-i hiss ve hall eder. Ve anlarsınız ki bir hiç hüviyet-i zekaiye ve maneviyenizi ıslah ve tadile kafidir. '

21


Hayalin terbiye ve tevsii pek mühimdir. Her şey hayale vabestedir. Edeb_iyat noktai nazarından hassasiyet, kabiliyet-i his bile "hayal ile müteheyyiç olmak simatı"ndan başka bir şey değildir. Hatıraya gelince , onun da hayal-i edebiyyede büyük bir vazi­ fesi vardır. Albalat, kitabında hatıradan bahsederek diyor ki: "Ağustos ayında karların suku tuna dair bir tavsif yapın ız. İşe giren hatıradır. Mukaddema gördüğünüzü yazaca ksı nız. On u yddın ızda bula­ cak, hatı ratınızın ianesiyle tekra r yaşayaca ksınız. Fikrim iz fotoğrafa benzer, bir deri n /i k ti r. Orada gördüğ ü m üz çok veya h u t az zaman için teressüm eder. Ha tıra daima iktibas edeceğim iz bir hazine­ dir ki m u h teviya tı bila-fası la tera k ü m eder. Bu h azineyi m ü m k ün olduğu kadar zengin/eştirme/i, görü lene iyi bakma/ı, m üessirleri not etme/i, taf­ silata tamam ıyla m üşahedeyle ehem m iyetli şeyle­ re dikkat ederek hatıra t ve malumatı m ü teva liyen biriktirme/i ve sanata, tabia ta, hasılı her şeye a i t tahassüsatı tespit etme/i. Son ra bun lardan istin­ bat-ı efkar edi lecek. Ve bütün bu m evaddı faa li­ yet-i hatıra; hayal namı tah tında i m t izaç ettire­ cektir. "

Bir mevzu sizin hoşunuza gidiyor, bunu mutla­ ka yazmak istiyorsunuz, günlerce düşünüyor, yine muvaffak olamıyorsunuz. Kabahat ya düşünmenizde yahut sizdedir. lktidarınızı tanıyınız; küçük bir nou­ velle yazmadan büyük bir roman yazmaya, bir bu­ çuk sahifelik bir mektupta sıkılırken dört yüz sahife­ lik bir seyahatname telifine cesaret ediyorsunuz. Ta­ biidir ki muvaffak olamayacaksınız . . . Hakiki, yaşan­ mış, kabil-i müşahede şeyler intihap ediniz. Yazdık­ larınızı yırtınız, asla acımayınız. Yırtmazsanız, birin­ ci, ikinci, üçüncü defa olarak ilaveler yapıp tekrar yazınız. Chateaubriand bile yazdığı bazı parçaları üç 22


tashihten sonra ancak beğenebilmiştir. Taklitten korkunuz siz; siz olmaya gayret ediniz. Çalışılmadan yazılmış eserleri zaman çürüterek tahkir eder, mah­ veder, unutturur . Taklit olunmuş eserler; asılları ya­ nında pek sefil ve şayan-ı merhamet kalır. Yazılmış bir şeyi değiştirip, süsleyip yahut bozup tekrar yaz­ mak sanatın pek amiyane bir adiliğidir. Mutlaka ya­ zılmamış şeyleri arayınız. Kıraat için Victor Hugo gi­ bi kayalara tırmanmayınız, tehlikeli çağlayanların , derin uçurumların hain kenarlarında dolaşmayınız. Mevzu-ı şiir bir bıldırcın değildir ki, garip bir ısrarla onu mutlaka kırlarda, oturduğumuz şehirlerin uzak­ larında, yaşadığımız cemiyetin bigane tenhalıkların­ da arayasınız . . . Madde olarak sizi ihata eden her şey; masanız, kaleminiz, pencereden gördüğünüz karşıki evin solmuş duvarı, lambanın etrafında bırak­ tığı hale-i mühtez, kitap yığıntıları, duvardaki tak­ vim, eski kapı, evet hasılı her şey bir hakikattir. Yazdığınız hakiki olursa, kıymeti büyük olur. Hakikat, hayat, müşahede . . . Işte üç şey ki sı­ nai-yi edebiyyeye daima riyaset eder. Ve bütün ameliyyat-ı fikriyye bunlara istinat eder. Bu üç keyfi­ yet-i esasiyenin haricindeki yazılar manaca adi bir öksürük kadar kıymetsiz ve ehemmiyetsizdir. Bulut­ larla, göklerle, yükseklerle, meşbu şairler yarın size saz şairlerinin hezeyanlarından daha ziyade abes ve soluk gelecek. İçerisi duman dolmuş bir gazinanun kapısını iterken dumanlı camında gördüğünüz mü­ him hayalinizin mana-yı enzarını düşüneceksiniz. Şairin de hakikate doğru yürüdüğünü ve hakikatin daima maddeye tekarrüp ederek hulyadan uzaktaştı­ ğını göreceksiniz. Musawer yazıların kıymetini anlayacaksınız. Bir maddeyi yani hakikati yazarken levn-i mevkiyeyi ihmal etmeyiniz. Yazılarınız fotoğraf olmasın. Sulu­ boya olsun, renge dikkat ediniz. Yazarken vazifeniz ressamınkinden daha fazladır. Ressam fırçasıyla, gö23


zünü kullanır. Siz kaleminizle gözünüzü, gözünüzle kulağınızı, kulağınızla kuwe-i hissiye ve vicdaniyeni­ zi kullanacaksınız. Eskiden yazılmış bir fikri tekrar; intihaldir. Laf­ zen bile kimseye benzemeyiniz. Sanat-ı tahririn en büyük muavini fizyolojidir. Hakaik-i hissiyenizi hak­ kıyla bilmez, fennin söylediklerinden bihaber olursa­ nız masum kalacaksınız. Yazılarınız eser değil, kara­ lama olacak. Fizyoloji için metin ve esaslı bir fikir peyda etmeden kalemi elinize almayınız. Her şey­ den hatta cümle teşkilinden ewel dimağınızı, öğre­ niniz. Fizik biliniz, görmenin, işitmenin havas-ı vic­ daninin hakayıkına vakıf olunuz. Zannetmeyiniz ki kavaid-i li san yazmak öğretir. Bugün yazmayı fen haline koyan , yazmayı talim eden yine fendir. Apol­ linaire ve Musset'nin malikanelerine şimdi mevki-i fen vari s olmuştur. Yazmak için mütefennin olduktan sonra bu sa­ natta en cesaret edemeyeceğiniz şey tercüme olsun ! Bir lisanı gayet mükemmel bilmek oldukça, yazabii­ rnek için belki bir vasıtadır. Fakat tercüme için as­ la . . . Tercüme için iki lisanın amak-ı mana ve elfazı­ na vakıf olmak icap eder. Bunun için de hiç olmaz­ sa rubi asırlık bir sa'y ister. Bu kısa müddeti doldur­ madan tercümeye kalkarsanız kaleminizi suiistimal ediyorsunuz demektir. Üşenmeyiniz, bu kısa müdde­ ti kitaplarınızın üzerinde geçiriniz, hakk-ı tahriri ka­ zanacaksınız, söyleyeceksiniz ve unutulmayacaksı­ nız. Tahayyül edebileceksiniz. Aksi takdirde çalışma­ yanların, göz nuru dökmeyenlerin nevrastenisi olan akarnet-i tahrir barit ve muharrip nöbetleriyle elini­ ze her kalem alışta sizi karşılar. lzmir gazetesi, Nr: 1 8 1 Kinunuevvel 1 323 (14 Aralık 1907)

24


SANAT-l TAHRIRE DAIR: 2 OKUMAK Ahval-i tahrir muallimleri kendilerinden bir sihr-i telkin beklenen mümtaz talebelerine son ve ebedi bir ders olmak üzere "mütalaa, sanat-ı tahririn teme­ lidir" diyen Antoine Albalat'nın şu sözlerini tekrar et­ melidirler: "Sahib-i iktidar alacağınızı bilmek istiyor musunuz? Okuyunuz. Kitaplar onu size öğretecek; yazıyorsunuz, fakat işte tevakkuf ettiniz, değil mi? Okuyunuz. Kitaplar size iras-ı ilham edecek." ''Yazmak istediğiniz vakit okuyunuz, yazabilece­ ğiniz vakit okuyunuz; artık yazamayacağınız vakit de okuyunuz; iktidar bir temessülden başka bir şey de­ ğildir. Başkalarının yazdıklarını okumak lazım; niha­ yet okunmak için yazmal ı." "Mütalaa hissizliği mahv, havassı faal, zekayı bi­ dar eder ve hayali serbest bırakır." Sonra bizdeki şairliğin, eski tarz tahririn hala aramızda yaşayan bir fikrini öldürmek, onun taze ve müstait dimağlarda bıraktığı boşluğu doldurmak için yine Albalat'nın şu sözünü edebiyat defterlerinin ilk sayfasına, hatta mümkünse her kitabın kabına bü­ yük ve sülüs harflerle yazdırmalı: "Bir şey tanımak istemem, bir şey okumak istemem, tabiat bana kifa­ yet eder! diyenlerden sakının ız. " Çünkü kim yazmışsa, kim yazıyorsa mutlaka okumuştur. Deha-yı tahririn menbaı mütalaadır. He­ va-yı nesimi kitaplardır. Bilmeliyiz ki eserleri hala nazar-ı ihtiramımızda zi-hayat duran büyük Rousse­ au, yazmadan Montaigne'i, Plutarque'ı tekrar tekrar 25


okumuştu. Fransızcaya süluk etmezden ewel Latin­ ce yazan ve tekellüm eden Montaigne'nin mütalaası darb-ı mesel hükmüne girmiştir. Chateaubriand bila­ fasıla Bemard de Saint-Ph�rre'i okuduğunu itiraf ederdi. Hasılı bütün muharrirler okumayı tavsiye et­ mişlerdir. Sanat-ı tahrir için mütalaa en büyük bir ser-esasiyedir ki her şeyi, imladan cümle teşkiline varıncaya kadar bize öğretir. Çok kitap mı okumalı , az kitap mı? Işte hakika­ ten nazik ve ehemmiyetli bir madde . . . Darmadağı­ nık, serseri bir mütalaa şüphesiz pek bi-faidedir. Yalnız bir muharririn de mütemadiyen okunması mutlaka bizi ona meylettirecek, onu taklide sevkede­ cek ve netice-i taklidimiz olarak müntehabımız olan muharririn bütün hataya-yı asarını bize nakleyleye­ cektir. Az okumayı tavsiye eden Seneca her şeyi okumak arzu eden hiss-i tecessüste iştiha-yı kıraatı ifsat edecek bir kusur görüyor. Her şeyi okumayı, her şeyi anlamadan gözden geçirmek addediyor. Ben de müteaddit müşahedelerime istinaden derim ki bunaltacak derecede okumak insandaki mevhibe ve istidadı zayıflatır. Onu bi-his, fakat her şeyi havi bir kütüphane kadar fikren bi-hayat bırakır. Raks-ı desatirin gayr-ı kabil-i ictinap nöbetleriyle muztarip eder. Mutedil okumalı ki okuduklarımız bizde müste­ rih ve sahih olarak temessül etsin . Herbert Spen­ cer'in dediği gibi "Mideler vardır ki pek çok gıda bel' eder ve hiç hazmetmez, halbuki bazıları az alır ve hepsini hazmeder." Mide için söylenilen bu hakikat dimağ için de bir hakikattir. Muntazam ve mutedil okuyan hepsini temessül ettirir. Çok ve serseri okuyan , tabii çok bel' eden mide gibi hiç hazmedemez, yani temessül ettiremez, hepsini pek kısa bir maziden sonra kay­ beder. Nasıl okumalı ve kimleri okumalı? Bunları bil­ mernek pek 'feci'dir Bir zekayı mahveder, belki bir ·

26


dehanın meçhul kalmasına sebebiyet verir. Zira ben öyle zeki, tahsil-i aliyi öyle mükemmel temessül et­ tirmiş tazeler tanıyorum ki popüler bir romanda ke­ mal-i ehemmiyetle vesaik-i edebiyye arıyor, tedkik-i mana-yı elfaza kalkışıyor. Bugünkü edebiyatın haka­ ik-i psikolojiyesinden bi-haber hala Dumas Pere'i okuyor. Yine bir diğeri bütün münekkitlerce reddo­ lunmuş en saçma ve nazari bir muharriri okuyor. Okumakta kalmıyor, hatta tercüme ediyor. Tahsil-i alinin dimağlarına yığdığı bar-ı vukuf altında hala musanna kasideler yazanların maraz-ı tahassüslerin­ den bahsetmeyeceğim. Fakat ne şayan-ı hayret bir acip sebat . . . Nasıl okumalı; değil mi? . . Herhalde vakit geçir­ mek için okumamalı, ·vakit geçirmek için bilardo, bezik, spor var. Ve bilmeli ki mütalaa eğlence değil­ dir. Eğlence yorgunluk çıkarmak için, yorgunluğun tahribatını tamir için aranır. Halbuki ciddi bir müta­ laa insanı yorar, bir fikr-i ciddi takip etmeyerek oku­ yorsanız pek boşuna bir zahmete giriyorsunuz. Nafi­ le gözleriniz kızarıyor. Nafile oturmaya mahkum ka­ lıyorsunuz. Koltuğunuza yaslanıp tahayyül etseniz hayatınızı daha makul bir surette iktisat etmiş ola­ caksınız. Ciddi okumak dikkatle okumak demektir. Hatıranıza ne kadar mutemet olsanız yine not almaya tenezzül ediniz. Hiç olmazsa, bir kitapta na­ zarı dikkatinizi eelbeden satırları, fikirleri kurşun ka­ lemiyle çiziniz. Bu çizgiler fennin bize izah ettiği muhtır timsaller olur. Sonra "Bu fikir kimindi?" diye şüphede kalmazsınız. "Kimleri okumalı"ya cevap güç. Nesirde ancak iki muharririmiz var; Eylül ve Aşk-ı Mem n u sahip­ leri. Birincisi Paul Bourget'nin hata-kar ve taşkın bir mukallidi, ikincisi bütün muharrirlerin , bütün mesa­ lik ü mekatib-i edebiyyenin ve galiba hassaten Les Amour defendues muharriri Rene Maizeroy'nun mukallid-i bedayiperveri! Bunları okuyunuz, sakın 27


taklit etmeyiniz, sonra müebbeden hiç kalırsınız. Al­ balat en kabil-i temessül muharrirleri okuyunuz der. Halbuki bu iki muharririn okuduklarını temessül etti­ remedikleri eserlerinde görülür. Siz de bunun üzeri­ ne kalkar onları okuyarak temessül ettirmek isterse­ niz garip olmaz mı? Kimseyi taklide heves etmeyiniz, ewela üstat olmaya çalışınız, dikkatli ve biraz müşkilpesent olu­ nuz, kaleminizin ucunda hususi ve zarif bir üslup sizi bekler. Kelimeleri, hatta harfleri mütehayyil gözlerle görünüz, onların arnakma yalnız hayalin incelikleri nüfuz eder. Beyaz ve hep size muntazır kağıdımza resmettiğiniz bu işarat-ı fikriyyenin mana-yı eşkalini anlayınız. O vakit muharrir olmaya kesb-i istihkak etmiş olacaksınız. Bu vukuf-ı mu'tena içinde lisan-ı mader-zadınızdan, yani yazdığınız lisandan başka zi­ hayat ve sahib-i edebiyat bir !isan bilmeye mecbur­ sunuz, bir lisan ki yirminci asra, hal-i hazıra ait ol­ sun. Bir lisanı hakkıyla bilmek mutlaka diğer bir !isa­ nı bilmeye vabestedir. Bir lisanın içinde ne kadar te­ tebbuat yapsanız anlayamayacaksınız, mutlaka hari­ cine çıkmak lazım. Evet zi-hayat bir lisan bilmeye mecbursunuz. In­ gilizce, Almanca, hasseten Fransızca gibi. . . Yalnız muhibb-i edebiyat, yalnız mutali' kalmak isteyene belki ecnebi bir lisanın lüzumu yoktur, fakat yazmak isteyene , muharrir olmak, münekkit olmak isteyene, bilhassa gazetecilere behemehal elzem. Bu lüzumu, bu ihtiyacı teşdit eden lisanımızın bugünkü tufuliyyet-i edebiyye ve ilmiyyesidir. Dikkatle çalışmalı, okuduklimmızı hakkıyla te­ messül ettirmeliyiz. Muharririn sa'yı nihayetpezir ol­ maz. Ne kadar muktedir olursa o kadar okumaya, o kadar ilerlemeye muhtaçtır. Çünkü "ilerlemeyen ge­ riler." izmir, Nr: 1 8, Kinunuevvel 1 323/ 1 4 Aralık 1 907 (Emel, Nr: 2, 8 Teşrinievvel 1 324/2 1 Ekim 1 908) 28


"BENI TERK ET!" ŞiiRINE DAIR -Muhiddin Beye-

Azizim; bugünkülere hücum ediyorsunuz: "On­ lar yoktur!" diyorsunuz. Vakıa bu iddianız redde bile değmez. Size cevap vermeye kalkanlar vakitlerini is­ raf etmiş olurlar. Çünkü sizin fikrinizi tashih etmek imkan haricindedir. Inat sizde o kadar marazi ve müzmin bir hal kesbetmiş ki artık asla tahawül kabi­ liyetiniz kalmamış! Mazinin, kıyınetsiz mazinin müt­ hiş bir müdafiisiniz. Yeni bir şey, eskiye benzerne­ yen her şey sizin nazarınızda fenadır. Mizacınız dok­ torların tecessüsünü mucip olacak derecede garip. Evet azizim , bugün Muallim Naci yahut Şeyh Vasfi sağ olsaydı, bin üç yüz yirmi altı senesinde, bin do­ kuz yüz onda, yani yirminci asrın orta yerinde, za­ vallı Servet-i Fün u n sahifelerine: o o

Ulü 'l-bagiye yağdı rdı nar-ı azab Ceza-yı tahatti-i hakk u sauab Vah i m ü 'l-auakıb, hezilü'l-menas Ecel, gölgesiyle ederdi temas

tarzında mesneviler, böyle korkunç ve kuwetli saç­ malar yazmaya cesaret edemeyecekti, fakat siz, bü­ tün değişrnek isteyen bir gençlikten sıkılmadınız. Buna cesaret ettiniz. lsmine varıncaya kadar yanlış tercüme ettiğiniz bir romanı kitap şeklinde bastırır­ ken, bütün ihtarlara, alaylara, tenkitlere rağmen -hiç olmazsa ismini olsun!- tashihe teşebbüs etmediniz. Ewel zamanda okuyup yazma bilmemekle iftihar 29


eden kahramanlar gibi hatanız ve cehaletinizle ka­ bardınız. Sonra Rumefi'nin en hassas, en sanatkar bir şairine hücum etmeye kalktınız, o şair ki bugün bütün sanatını, edebi mizacını milliyetine, vatanına feda etmeye hazırlanıyor. Ustalarınız tarafından kat­ Ionunan "yeni lisan''ı, tabii lisanı, konuşulan ana li­ sanı, İstanbul Türkçesini neşretmek ve edebi bir li­ san haline koymak, ilim ve edebiyatı bütün Türkle­ re, bütün vatana tamim etmek istiyor. Siz bu kadar esaslı, bu kadar ali düşünen müte­ ceddit bir ge nce sıkılmadan hücum ediyor, onun "büyük fikir"ini idrak edemiyorsunuz. Ben , size cevap verecek, bu kadar zaman son­ ra hücumunuzu iade edecek değilim. Yalnız hiçbir güzellik göremediğiniz "Beni Terk Et!" şiirine dair birkaç söz söyleyeceğim. Siz yine diyeceksiniz ki: "Ne hakla? Ben seni tanıyorum! . . " Vakıa doğru . . . Fakat Münif Paşanın şu meşhur sözünü hatırlayınız: "Istediğini söyleyen, istemediğini işitir." Siz nasıl kim olduğunu tanımadığınız bir gence hitaba kalkı­ yorsunuz, tanımadığınız bir adamın da size hitabına tahammül edeceksiniz. "Beni Terk Et!" şiiri ewela "yeni lisan"la yazıl­ mıştır. Durunuz, acaba siz "yeni lisan"ı takdir edebi­ liyar musunuz? Zannederim ki, bu da "yeni lisan" olan her şey gibi nazarınızda fena ve münasebetsiz­ dir. Lakin ihtiyarlamış gençler onun ehemmiyetini anlarlar: Dünkü !isan, "Edebiyat-ı atika ve cedide"nin li­ sanı Türkçe değildir. İhtiyaç her lisana ecnebi keli­ meler sokar, lakin ecnebi kaidelertsokamaz. Birkaç yüz sene ewel kendi milliyetlerini takdir etmeyen şairlerimiz, ediplerimiz, esasen ve aslen lisanımıza son derece yabancı olan Arapça ve Acemceden kai­ deler almışlar; dünyanın en kısa ve en mükemmel 3o


sarfına malik olan lisanımızı berbat etmişlerdir. Son­ ra bu kaideleri kimse -bir malmış gibi !- atmaya kı­ yamamış, hatta sizin ustalarınızdan yalnız biri lisan­ lardan alınmış, birtakım kelimelerin ihtilatından meydana gelme musanna' lisanın yaşamayacağını iddia ve teessüf olunur ki lisanımıza Arabi, Farisi ke­ limelerle beraber Arabi ve Farisi kaideler de almışız• diye teessüf ettiği halde teceddüde cesaret edeme­ miş, fenalığını vicdanen bildiği tarza dair "sarf ve na­ hiv" yazmıştır. Işte bugün birkaç genç, Ali Canip ve arkadaşla­ rı Türkçeyi berbat eden Arabi ve Farisi kaidelerini Türkçeleşmemiş edatları, bu üzücü ve tabiatımıza muhalif kapitülasyonları atmak istiyorlar. Yalnız Türkçenin sarfını bütün kelimelere hakim kılmaya bu suretle Arabi ve Farisi kelimeleri tedricen Türkçe­ leştirmeye çalışıyorlar ve muvaffak oluyorlar. İşte iki aydan ziyade oluyor ki Rumeli'nin başmakaleleri bu tabii lisanla intişar ediyor. Tekellüm lisanına girmiş, klişe haline geçmiş terkiplerle , ıstılahiardan başka Arabi ve Farisi kaideleriyle yapılmış bir şey yok. Ali Canip ve arkadaşlarının fikirleri pek tabiidir; çünkü dünyada ne kadar edip, ne kadar !isan alimi varsa kendi dillerini sadeleştirmeye, hatta en muha­ fazakar olan Ingilizler bile mahut müzekkerlik ve müenneslik garabetinden kurtulmaya çalışırken bi­ zim en basit ve tabii olan zavallı lisanımızı teşvişte devam ve inat etmemiz çılgınlık değil midir? Lakin , azizim Muhiddin Bey, mademki bu çıl­ gınlık maziye aittir, siz onu bir şeref, bir şan adde" dersiniz. Yine öyle addediniz ! . Tabii olan "yeni li­ san"ın galebesi bütün eskilerin muhakkak ölümü demektir. Ve biraz düşünen inkar edemez ki milli bir edebiyat ancak annelerimizin konuştuğu lisanla, Is­ tanbul Türkçesiyle hani birbirimizle her gün konuş•

Kavgalarım, s. 300. 31


tuğumuz bir lisanla vücuda gelebilecektir. Işte vazife­ lerini, milliyetlerini seven gençler buna çalışıyorlar. Siz mukavemet ediniz. Eskiyi, eskileri, eski lisanı müdafaa ediniz. Bakalım mevkiiniz müstakbelde ne­ resi olacaktır? "Beni Terk Et! "i ancak şimdi izahıının sebebi, arkadaşlarımla beraber, onun, yeni lisanın esaslarını hazırlamakla meşgul olduğundandır. Fakat nasıl olursa olsun "yeni lisan"a ait hücumları yıkmaya ah­ dettiğimizden işte şimdi boş vakit bularak bunları ya­ zıyorum. Siz "Beni Terk Et !" şiirindeki tabiiliği, bu tabiili­ ğin kıymetini anlamadıiıız. lstiyordunuz ki sizin ve arkadaşlarınızın kasideleri, mesnevileri gibi uzun, sı­ kıcı olsun; ancak o vakit "güzel" diyebileceksiniz. Halbuki bir şiirin güzelliği veya fenalığı hacmen bü­ yüklüğünde , küçüklüğünde, uzunluğunda, kısalığın­ da değildir. Dört mısralık bir şiir olabilir ki en uzun romanlardan ziyade insanı mütehassis edebilir. Ya­ bancı olmadığınızı iddia ettiğiniz Arap edebiyatında birçok şairlerin ne kadar "minyon" şiirleri vardır ki anlamayan bir nazara, ancak bir hitap, bir gevezelik gibi görünür. Lakin o küçüklükteki derinlik, o kısa­ lıktaki mana . . . Ah azizim Muhiddin Bey, insanı çok yoran, be­ dii meyillerini öldüren gazetecilikten vazgeçip edebi­ yatı kendinize bir meslek edinseniz, okusanız, biraz "sanat"ı anlasanız, o aniatılmayan manayı anlaya­ caksınız. Siz onun , yeni lisanın: Ben i m Aşkım Benim aşkım zavallı bir çocuğun Bazı çrlgrn, hayatı m üstahkôr Bazı pek hasta pek h azin, yorgun R u h u n un h is/i bi r m ü masi lidir. 32


Ben i m aşkım, bu çiçek ki uzun Ömrü yoktur; hemen so/ar ve erir Kır, kopar her yerinde bir solgun Tazelik var ki bak, ne hoş �zilir. Kı r, kopar lakin a tma, sakla onu; Bir zaman son ra bir hediyem olur Sana öksüz, hazin, bugün boynu Kır, kopar lakin atma zalim . . . Dur! Ben i pek titretir bu gizli firar, Çün k ü genç, büyük gururu m var!. .

gibi samirniyetlerini hiç takdir edemiyor musunuz? Bunlar, minimini, hemen şöyle birkaç satırdan iba­ ret de onun için mi fena? Durunuz öyle ise aklıma gelen bir iki küçük Fransız şiirini de yazayım. Işte Akademi azasından Jean Aicard'ın bir şiiri:

·

Ce ver luisan t Pet i te luciole Fo/ le Fu it, je t'attraperai Petite luciole Fo lle Cache-toi, je t 'a u ra i Pet i te luciole Fo lle Eteins-toi, je mou rrai•

Şiirsel olmayan çevirisi şöyle olabilir (M. U.): Ey ateş böceği Minik ateş böceği Kaçı k Sıvış, yakalayacağım seni Minik ateş böceği Deli Saklan, tutacağım seni Minik ateş böceği Çılgın Söndür ışığını, öleceğim 33


Hiçbir şey! Değil mi? . . Hakkınız var . . . Fakat bi­ raz daha sabrediniz, size dünyanın en küçük şiirini; mısraları yalnız bir heceden ibaret olan "Jules de Resekiye"nin meşhur soneciğini yazayım. Senelerce (hatta hala! ) birçok şairler tarafından çalışıldığı hal­ de, bir misli ibda olunamayan bu esere, bu sanat in­ cisine ne diyeceksiniz? ·

Sonnet Fort Belle, Elle Dort,

Sort Frele Quelle M ort:

Rose Close La

Prise L'a Prise•

Bu da hiç! Değil mi? . . Öyle ise heyhat Muhid­ din Bey, siz "Beni Terk Et!" şiirindeki güzelliği yazık ki görmek ve anlamak istidadından katiyyen mah­ rumsunuz. Isterseniz, bir kere de beraber okuyalım: Ben i Terk Et! Kirli, pek kir/i bir güze//iksin; Dikkat ettim sen in hayatına ben Bir sukut ey zavallı her nefesini O kadar k irlisin k i ben bi/e bak, Ayrı lmak bence tıpkı ölmekken. Pek ça m u rlandın ey güzel zam bak; Sen o maziye belki ağlarsın; Ben i terk et, fakat uzak /aşarak; Çün k ü genci m, yazık çam u rlars ı n !. .

Fena, vesselam değil mi? Siz onun "şekli" ve "ruhi" güzelliğinden, şimdiye kadar hiçbir ustanızın Dinç Güzel

o

Uyuyor

Çıkıyor Nazik Ki o Ölüyor:

Gül Kapanıyor Ve 34

Sapı Onu Tutuyor


yapamadığı kafiye nescinden, sonra minimini on sa­ tır içindeki büyük tahlilinden bir şeyler çıkaramıyor­ sunuz değil mi? . . Karikatürümüzde tafsil edilen yazı müteahhitliğine bile layık değilsiniz; benden size na­ sihat: Siz yine tavukçuluğa, ticarete, ziraata avdet ediniz azizim. Baki ihtiramlar. . . Genç Kalemler dergisi, Cilt: ll, Nr: 3 Nisan 1 327 (1 91 1 )

35


MILLI ŞIIRLER Eskiden şairlerimiz yalnız meyden, mahbuptan , muğbeçeden bahsederlermiş. Sonra kelebekler, ha­ valar, bulutlar, ahlar, ohlar başladı. En nihayet ku­ ğular, göller, kamerler, mehtaplı geceler, bitmez tü­ kenmez mesafeler, füsunlar moda oldu . . . Edebiyatta Arap, Acem, Frenk ruhu kaynaşıyor, Türklük kör ve sağır bir şuursuzluk içinde kaybolup gidiyordu. Son zamanlarda "milli edebiyat" için bir hare­ ket, bir arzu görüldü. Lisanımızda ilim ve fen huzu­ runda yabancı olan aruz vezinleri ihmal olunmaya ve bütün medeni milletierin kabul ettiği hece vezniy­ le manzumeler inşadına başlandı. Lisan, sadeleşti . Hayır, lisan sadeleşmedi . O zaten sade idi. Konuştuğumuz lisanın içinde ne öyle mana ve tertibi Türk selikasına, Türk sarfına uyma­ yan Arapça, Acemce terkipler, ne de Arapça, Acemce edatlar vardı. Konuşurken cümlelerimiz kısa, Arapça, Acem­ ce terkiplerden "atf-ı tefsiri"lerden külliyen muarra idi. Savti ahengimizle şivemiz kökçe Türkçe olma­ yan kelimeleri bile yumuşatıyor, Türkleştiriyordu. Mesela ilk hecesinde "Ü" olan bir kelimenin ikinci hecesi "Ü" olacaktı . Üzüntü, üzüm gibi . . . Sonra Arapça "münir" kelimesini biz "münir" telaffuz etmi­ yor, daima savti ahengimize uydurarak: "münür" di­ yoruz. Ve hemen her kelimeyi lisanımıza girince bo­ zup kendi şivemize sokuyor ve o kelime eski milliye­ tini ancak imlası ve ecnebi terkip kaideleri sayesin­ de muhafaza ediyordu. 36


Yavaş yavaş tasfiyeciler de anladılar ki, "Bir li­ san kendi cezirlerinden değil, tasarruflarından mü­ rekkeptir." Tasarruf ettiğimiz kelimeler ise tekellüm lisanına inen ve Türkçesi olmayan Arapça, Acemce kelimelerle ecnebi ıstılahlardır. Konuşur gibi yazar­ sak Türkçe yazmış addolunuruz. Tabii hareketlerin yanında daima gayrı tabii hareketler de yaşar. Türk­ çede Türkçe sarfının hakimiyetini eskiler ve hatta ye­ nilerden bir kısım istemiyorlardı. Son günlerin gayet tabii sade, terkipsiz ve saf yazıları yanında yine bir­ çok Arapça, Acemce terkiplerle doldurulmuş, anlaşıl­ maz, ağır, tatsız yazılar yazılıyordu. Mesela Hüseyin Daniş Beyin manzumeleriyle Süleyman Nazif Beyin makaleleri. . . Tahriri lisanı tekellüm lisanından uzak­ laştırmak, milletsiz bir !isan kullanmak -her ne kadar fena ise de- yine bir meslek, bir mektep demekti. Bu mektebin şimdi yazan ancak birkaç müntesi­ bi var. Zaten onlar mesleklerini bırakamazlardı. Ni­ tekim Şinasi lisandan atf-ı tefsirileri kaldırdığı vakit yine birçok edipler bu atıfları daha fazla kullanmaya başlamışlardı. Ekrem Beyin ve Harnit Beyin teced­ düdüne Muallim Naci Efendinin nasıl mukavemet et­ tiğini daima edebi musahabelerde okuyoruz . Aynı hal bugün de tekerrür ediyor. Milli edebiyat yavaş yavaş teessüs ediyor, milli vezinler doğuyor. Fakat eskiler yine o milliyetsiz ve anlaşılmaz, uydur­ ma lisanlarını bırakmıyor ve onu yaşatmak istiyorlar. Milli şiirler millet için yazılır. Bir kısım, bir züm­ re için yazılan şiirler milli addolunamaz. Işte eskiler bu noktayı düşünerek kendileri gibi Arapça ve Acemceye soh derece vakıf, hususi ve edebi bir !isa­ na sahip edipler içirt yazmadıkları zaman Türk mille­ tinin konuştuğu lisanı, Türkçe sarfını, Türk selikasını okşayan ahenk ve tertibi kullanmalıdırlar. Milli matemler, milli sürurlar milli ve konuşulan lisanla terennüm olunmalıdır. Ve bu pek mantıkidir. Aksin i, biraz düşünen iddia edemez. 37


Yazarken konuştuğumuz saf ve sade Türkçeyi kullanmayarak "Osmanlıca" denilen Arapça, Acem­ ce terkipierin selika, şive ve hissimize muhalif bir tertip ile yan yana getirilmesinden hasıl olan suni enderun lisanını terennüm eden eski şairimiz Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey de tayyarecilerimiz için bir şiir neşretti. Niçin bu şiiri Türkçe yazmadı? Bu milli matem, lazımdı ki Türkçe yazılsın. Ve eminim ki kimse o terkipierin bitmez tükenmez zincirinden bir şey an­ layamadı. Bu şiirinde, dikkat olunursa görülür ki, Ekrem Bey mümkün olduğu kadar ecnebi kaidelerle terkip yapmış, Türkçenin yalnız kelimelerini değil, selikasını, sarfını, cereyanını da sevmediğini göster­ miştir. Iki üç parça nakleyedim de bakınız: Va tan ey fikr-i asman-peyma Vatan en ha-yı za r-zarından Vatan euladının mezarından Ba kıyor tabiş-i güza rından Ona cuşan olur n ücu m-ı sema İşte bir (asman-ı ruh-alud) Ki heuasında (ibtisam-ı bahar) Ki kebudunda (cün büş�i ebhar) Bus eder arzı bir (tarauet-i har) Yükselir ceuue bir (dua-yı uedud) San k i (aguş-ı bezm-i maderdir) Çırpı n ı r kollarında bir neu-zad Vech i bir (zü h re-i m ü beşşerdir) Şimdi bir "tü nd-bad-ı cuşacuş" ue il h . . .

Şimdi bundan ne anlaşılır. "Tünd-bad-ı cuşa­ cuş"un Türkçesi yok mudur? Yoksa Türklere bu ter­ kibin de lüzumu yoktur demek. Lakin maksat söyle­ nilen tabii Türkçeyi yazmamak . . . Milli matemi konuşulan güzel Türkçe ile ve mil­ li Türk vezniyle yazan Aka Gündüz'ün de şiirini nak38


!edeceğim. Aka Gündüz bu şiirinde "şevket, gayret , hamiyyet, saik, layık, gafil, küfran ve ilh . . . " gibi keli­ meleri Türkçe addediyor. Çünkü bunlar tekellüm li­ sanına girmiş, tasarruf edilmiş, manasını her Tür­ kün öğrenmiş olduğu kelimelerdir. Hiçbir Türk konuşurken "zühre-i mübeşşer, dua­ yı vedud , tünd-bad-ı cuşacuş, taravet-i har, süküt-ı hırman, hayal-i nigar, enha-yı zar-zar, tabiş-i güzar, cünbüş-i ebhar ve ilh . . . " demez hatta diyemez. Çün­ kü Türkün sadrında ancak Türk sarfı yaşar. İşte Aka Gündüz'ün konuştuğumuz güzel, sade ve saf Türkçe, milli Türk vezniyle yazdığı şiir. YAŞA YAN ÖLÜLER Gökte bulu tlara bir yoldaştın ız, Denizler aştın ız, dağlar aştın ız, Hi lal n u ru gibi uçup taşt:n ız, En sonra düştünüz toprak üstüne, Ta rih te bir altın yaprak bstüne. Ey Fethi! Ey şeh it! Gördü şu cihan Öldüğü (oprak ta, yeniden doğan Kaçan lar önünde, uçan kahraman, Aktı m ı kanların toprak üstüne? Ta ri h te bir şan/ı yaprak üstüne! Va tan ın ey sadık saydığı şehit! Yükselmekle k ı ldın k üfrônı tehdit Çürük imanla rı ey/edin tecdit En sonunda düştün toprak üstüne, Tarihte bir antı yaprak üst üne. Kanatlandırdınız Müslümanlığı, E/lake saldınız kah raman lığı, Yü kselttiniz gafi l, kör insan lığı, Lakin siz düştün üz, toprak üstüne, Toprakta bir altın yaprak üst üne. 39


Ası l ölü biziz, asıl cansız biz, Siz iman lısın ız, ası l kansız biz Siz şereflisiniz, ası l şansız biz, İşte siz düştün üz toprak üstüne, Ta rih te bir altın yaprak üstüne. Ey çifte şeh itler! Çifte kahraman! Şah i t sizlere, yer ile asuman, Yok luğu örtt ü n üz uarlı k la hernan Düşmediniz asla toprak üstüne. Düş t ü n üz bir şanlı yaprak üstü ne. Yok bir küçük şeref, bir küçük duygu! Kah rı m ıza kafi, bir küçük pusu! Bizi ister m i h iç bu toprak, bu su? Felek bizi a tsın toprak üstü ne, Hazana uğramış yaprak üstüne. Bir lokma ekmeğe uatanı satan, Bir lahza haya t için silahı a tan, lrzını düşman ı n h ı rsına katan A tı lsın çürü m üş toprak üstüne, Yazı lsın çam u rl u yaprak üstüne! Saklamak gerekmez, duyuyor uicdan Ya landan ağlıyor, size ağlayan Ku rtarsın bu h a lden bizi yaratan Ne yiğitler attık toprak üstüne! Ne k u rt lar üşürttük yaprak üstüne! Şerefe, hayata layık ola n la r, Vatana, m i llete sadı k olan lar, Vicdan la r fethine saik ola n lar Düştüler, gittiler toprak üstü ne, Ta rihi n u riayan yaprak üstü ne. Ha m iyyet ağlasın, gayret ağlasın, Sah i bi kalmayan, şeuket ağlasın, Sadı k 'la Fethi'ye m i llet ağlasın. Düş t ü ler gittiler toprak üstüne, Ta r i h i ağiatan yaprak üstüne. 40


Şimdi bu şiiri okur da hangi Türk anlamaz. Hangi Türk müteessir olmaz? Çünkü lisan Türkçe­ dir. Konuştuğumuz dildir. Eskiler, enierun Osmanlı­ casıyla terkipler, terkipler, terkipler yazan şairler bari kırk yılda bir defa milli bir matemi , milli bir sü­ ruru Türkçe terennüm etmek lütfunda bulunsalar . . . Ve aniasalar ki artık Türkler Arap, Acem, Frenk edebiyatının doğurduğu çirkin ve piç. mahsul­ leri istemiyorlar. Gördükleri rağbetsizlik olsun bu zatları uyandırmıyor mu? Uyanan , kendi dilinin sa­ tırlara geçtiğini görmek isteyen koca bir milletin kavmi ve meşru iştiyaklarını duymuyorlar mı? . . . Zeki (Yirminci Asırda Zeki) dergisi Nr: 22, 27 Şubat 1 329 (12 Mart 1 912)

41


ALİ CAN İP BEY VE SANA Tl Yavaş yavaş milli edebiyat uyanmaya başladı. Yani konuştuğumuz saf, sade ve güzel Türkçe ile şi­ irler, edebi parçalar okumak saadetine nail olduk. "Her millet kendi lisanında yaşar." Lisan vatan ka­ dar mukaddestir. Fiili vatanımız olan Türkiye'de, milli vatanımız olan bütün Turan'da nasıl yabancı düşmanlar bulunmasını istemezsek lisanımızda da Türkleşmemiş ecnebi kelimeleri, ecnebi kaideleri is­ temeyiz. Milli gurura, milli izzeti nefse malik olmayan es­ kiler güzel Türkçemize giren yabancı kelimelerin Türkleşmemesine, ecnebi kaidelerin ecnebi kelime­ lerle sanki kendi öz yurtlarında imiş gibi hakimiyet­ lerine kızmıyorlardı. Uyanan Türk gençliği bu haki­ rniyete kızdı. Çünkü lisanlarını milletleri kadar sevi­ yorlardı. "Yeni lisan" namı altında hakiki Türkçeyi, konuştuğumuz güzel ve ahenkli lisanı meydana çı­ karmak, gayrı milli enderun edebiyatının yadigarı olan eski terkipli ve muğlak edebiyat lisanını bırak­ mak istiyorlardı. "Osmanlıca" diye Arapça, Acemce, Türkçe ke­ lime ve kaidelerden mürekkep bir lisan olamayaca­ ğını lfsaniyat ilmi söylediği gibi Şemseddin Sami Bey tekrar ediyor ve "bu, adet-i ilahiyeye mugayir­ dir" diyordu. Sonra hangi millete mensup oldukları­ nı bilen gençler kullandıkları yeni lisanı, bu hakiki, güzel ve sade Türkçeyi şöyle izah ediyorlardı: 1- Arapça, Acemce terkip ve cem kaideleri kullanılmayacak (ıstılahlar ve müfret makamında 42


kullanılan cemler müstesna. Sadrazam , ahlak, kai­ nat gibi. . . ) . 2 - "Ama, şayet, yani, lakin" gibi Türkçeleşmiş ve tekellüm lisanına geçmiş olan edatlardan maada Arapça, Acemce edatlar kullanılmayacak. 3- Türkçede milli ve basit sarf hakim tanılacak, tekellüm lisanı, birçok TürkiE!r tarafından anlaşılan latif ve tatlı "Istanbul Türkçesi" nazım ve nesirde be­ daata misal ve mikyas addolunacak. Konuşulan tabii Türkçeye doğru yürünmek iste­ niyordu. Bu hareketten ne tasfiyeciler, ne de ende­ run edebiyatı fesahatçıları memnun oldular. Bu mühim bir şey değildir, diyorlardı, mademki Arapça ve Acemce kelimeler yine kalıyor, eski lisan­ la yeni lisanın o kadar büyük bir farkı yok. Halbuki gayet büyük bir fark vardı. Şinasi ve ondan sonra gelenler Türkçeden yalnız atf-ı tefsirile­ ri kaldırmışlardı. Nergisi lisanı yine yaşıyordu. Arap­ ça ve Acemce terkip kaideleri yine Türkçe sarfının tamamiyetini bozuyor, yazı lisanıyla konuşma li sanı birbirinden ayrılıyordu. Yeni lisancılar Türkçe milli sarfın hakimiyetini , tamamiyetini temin etmeye ça­ lıştılar. Tasfiyecilere cevap olarak diyorlardı ki: - Her lisan cezirlerinden değil, tasarruflarından mürekkeptir. Türkçeye giren ve manasını Türk hal­ kının bildiği her Arapça ve Acemce kelime Türkçe­ dir. Mesela "ateş" gibi tamamıyla tasarruf olunmuş bir kelime "od" gibi kökçe Türk olan bir kelimeden ziyade Türktür. Bugün biz sizin gibi "od" demez, fa­ kat "ateş" deriz. Çünkü Türkler bu kelimenin mana­ sını öğrenmişler ve kendilerine mal etmişlerdir. Hal­ buki lisanda asıl yabancı olan Arapça ve Acemce terkip kaideleri, cem edatları vesairedir. Mesela "mamirin-i hükümet" Türkçe değildir. Enderuncadır. Fakat "hükümet memurları" Türkçedir. Çünkü "hü­ kümet ve memur" kelimeleri Türkçeye girmiştir. Yal­ nız yabancı olan ecnebi terkip kaidesidir. "Asakir-i 43


Osmaniye" Türkçe değildir. Fakat "Osmanlı askerle­ ri" pekala Türkçedir. Çünkü Türk sarfının hakimiye­ ti altında söylenmiştir. Konuşulan tabii lisana asla girerneyen bu ecne­ bi kaideleri edebiyat lisanından da atarsak fazla ve lüzumsuz ecnebi kelimeler de sayfalarımııda yaşa­ mayacak, kendi vataniarına kapitülasyonsuz kalmış bir ecnebi gibi savuşup gidecektir. Mesela ecnebi terkip kaideleri atılırsa "seng-i mezar" diyemeyece­ ğiz. Türk sarfıyla terkip yaparken de "mezar sengi" diyemeyeceğiz. Çünkü zevkimiz mani olacak. Desek desek "mezar taşı" diyeceğiz ki, mezar da, taş da birbirinden farksız Türkçedir. O "seng" kelimesinin lisanımızda "taş" dururken ve "taş"la arasında anatça hiçbir fark yokken ancak ecnebi terkip kaidesinin hatırı için ve onun sayesinde yaşadığını anlayacağız. Hasılı yeni lisancılar yalnız milli Türk sarfının hakimiyetini temin etmeye ve lüzumlu lüzumsuz, ec­ nebi ve gayrı Türk kelimelerin tasfiyesini milletin se­ likasına, tabiatına, zevkine, tecvidine bırakıyor, tas­ fiyeciler gibi ölüleri dirHtmeye kalkmıyorlardı. Ve karşılarında tasfiyecilerden başka enderun fesahatçılarını da gördüler. Bunlar diyorlardı ki: - Bu gençler bir !isan tesis etmek istiyorlar. Halbuki bir !isan tesis edilmez, teessüs eder. Yine bu gençler birtakım kaideler koymak istiyorlar. Hal­ buki bir' lisana hariçten ve birkaç kişinin teşebbüsüy­ le kaide vaz' olunamaz. Halbuki yeni lisancılar bir !isan tesis etmek iste­ miyorlardı. Onların maksatları asırlardan beri tees­ süs etmiş konuşulan tabii Türkçeyi edebiyat lisanı yapmaktı. Tetkik ettiler. Gördüler ki konuşulan Türk lisanında cümleler gayet kısa idi ve atf-ı tefsir­ ler yoktu. Arapça, Acemce terkip ve cem kaideleri konuşulurken asla kullanılmıyordu. Hatta halk "mü­ lazım-ı evvel, mülazım-ı sani" gibi resmi ıstılahiarı bi­ le bozarak milli Türk sarfıyla eda etmeye çalışıyor 44


"ewel mülazım, sani mülazım" diyordu. Sonra yeni lisancılar birtakım kaideler koymak istemiyorlardı . Vaktiyle enderuncular tarafından Türkçenin tabiatı­ na, zevkine, selikasına muhalif olarak zorla konulan ve asla halkın aniayıp tasarruf etmediği Arapça, Acemce terkip kaidelerini ve ecnebi edatları kaldır­ mak istiyorlardı . Enderun fesahatçıları dikkat etseler yeni lisana, konuşulan tabii, saf, güzel ve sade Türk­ çeye tecavüz ederken kendi milliyetsiz tahrir ve ede­ biyat lisanlarının gayrı tabiiliğini meydana çıkardık­ larını anlayacaklardı . Hasılı uzatmayayım , hakikat yürüdü. Ve bir şey onu tutamadı, '1isaniyat" ilmiyle biraz uğraşan eski Arapça ve Acemce terkipli ve alacalı enderun lisanı­ nın münasebetsizliğini ve manasızlığını anladı. "Milli edebiyat" iştiyakı milli sarfın hakimiyeti iddiasını da doğurdu. Yavaş yavaş, Nergisi lisanının hala aramız­ da kalan yavruları gibi lehçemizi bozan , dilimizi do­ laştıran terkipleri yakında mey, mahbup, saki, seei­ ler gibi kaybolacak. Yeni lisan iyice yayılınca fesahatçıların daima bozmaya çalıştığı "Türk tecvidi" de canlanacak, Türkçeye giren her kelimeyi şivem ize uyduracaktır. Mesela Türkçe kelimeler hafif başlarsa hafif, ağır başlarsa ağır biter. "Yara, para, hasta , düşman" gibi. Ecnebi ter­ kipler olmazsa "yare-i hicran, haste-i firkat, düş­ men-i din" diyemeyeceğiz. Ve: "hicran yarası, firkat hastası, din düşmanı . . . " diyerek milli Türk tecvidimi­ zi Arap ve Acem şivesinin hatırı için harap etmeye­ ceğiz. Işte bu konuşulan Türkçe ile, yeni lisanla zan Ali Canip Beydir. tahlil etmek istiyorum .

saf, sade, terkipsiz ve tabii ilk defa bize güzel şiirler ya­ Sanatını ve bazı parçalarını Karilerime onun şiirlerindeki 45


güzelliği göstermek için biraz yeni lisandan bahse mecbur oldum . Ali Canip Bey milli edebiyat mevzularını, mem­ leketimizde, yaşadığımız muhitin içinde bulmuş ve konuştuğumuz saf ve tabii Türkçe ile terennüm et­ miştir. Ve zannederim ki Albalat'nın, "Iyi tasvir etmek, yani tabiatın hissini vermek için (tabiata göre) yapmak lazımdır" nasihatına ya­ bancı kalmamış. İşte benim en beğendiğim, en derin şiirlerden daha derin bulduğum , en büyük şiirlerden daha büyük gördüğüm minimini bir şiiri: SOKAK FENERi Ölü bir camdan ağlayan korku İn iyor serseri ve boş geceye; Kaldırı m la r bütün sükut, uyk u . . . Her du var, her kovu k ta şimdi yine Bir büyük göz n iyôz eder, ağla r "Dinsin artık bu gizli şüphe!" diye. Korkarım, saklan ı r heyula lar. . . Bana der: "İşte bir sah ife, oku, Sa rı bir camdan h asta kalbin var. " Ölü bir camdan ağlayan korku.

Bu sokak feneri Fransa'da, Almanya'da, Ingilte­ re'de görülen sokak fenerlerinden , lükslü, şaşaalı, cewal elektrik fenerlerinden değildir. Bizim kendi diyarımızın, zavallı Türk ilinin ücra bir mahallesinde­ ki bir belediye fenerciğidir. On satır, minimini on satır . . . Fakat içinde bütün bir Türklüğün , bugünkü zavallı ve perişan Türklüğün ruhu var. Ten ha ve eski sokaklarımızdaki gaz fenerlerine dikkat ediniz. O ay­ dınlık "ölü bir camdan ağlayan korku" değil midir? Evet bir korku ki yıllarca silinmemiş, sararmış bir camdan akıyor. Sonra bu serseri gecelerde kaldırım46


lara bakınız, nasıl bir sükut, bir uyku saklar. Bu ser­ seri gecenin içinde ağlayan bu alil ışık hiçbir yeri ay­ dınlatamaz. Yavaşça duvarlara dönünüz. Hepsinde sanki saklı birer göz vardır ki, şarkın bu ezeli ve ebedi gizli şüphesinin artık dinmesi için niyaz eder. . . O zaman korkarsınız, sizi de şarkın ruhu, es­ rar ile dolu ruhu bendetmiştir. Korkarsınız. Etrafını­ zı alan heyulalar saklanır. O zaman yine o "ölü bir camdan ağlayan. korku" ile yalnız kalırsınız. O der ki: "Işte bir sayfa, oku, sarı gölgernde hasta kalbin var". Evet bu feci sahifede, ey bugünkü perişan Türk ilinin perişan çocuğu! Senin hasta kalbin var, oku . . . Bu bir şiir ki tam tabiata göre . . . Şiirde "tabiata ·göre (d'apres nature)" demek ifa­ denin, teşbihin, istiarenin, hulasa hiçbir şeyin "mü­ cerret-abstrait" olmaması "müşebbeh-concret" bu­ lunmasıdır. Halit Ziya Beyi okuyunuz, evet bilhassa Halit Ziya Beyi okuyunuz; bütün teşbihleri, bütün "imaj"'arı mücerrettir. Yani teşbihi teşbih için yap­ mıştır. Fikret Beyde de bu vardır. Mesela: '

Çocu k o (vaz'-ı yetimône)siyle bir

[(dürr-i nôb) Kadın o (ha l-i harabıyla) bir şikeste-sadef!

Çocuk neden (dürr-i nab?), kaqın neden (şikes­ te-sadef?) bu teşbih "d'apres nature" tnüdür? Asla . . . Meşhur "dürr-i yetim" klişesi yok mu? . . . Bir de rah­ metli Cevdet Paşanın Belaga t-ı Osmani ye 'sinde an­ lattığı "vech-i şebeh" var ya . . . Hazır çocuk da öksüz imiş. Şair Himmet "inci"ye benzetiyor . . . Şüphe yok "inci" yazılınca arkadan (gül ile bülbül gibi) sadef de geliyor . . . Işte enderun edebiyatı ! Ali Can ip Bey bu klişecilikten kurtulmak ve milli edebiyatımızı da kur­ tarmak istiyor. Maupassant'ın "kelimelerin birer ru­ hu vardır" sözüne ka il . . . Evet kelimelerin birer ruhu 47


vardır. Bu ruhu bulmalı. Sonra ifadelerimiz tama­ mıyla 'müşebbeh' olmalı, gürültüye, tantanaya lüzum yok. Lüzumsuz sayfalar doldurmamalı. Artık Süley­ man Nazif Bey gibi (nahuda-yı Huda-na-şinas) terki­ bini edebiyat zannetmemeli. . . Sokak fenerini gözü­ nüzün önüne getiriniz. İhtiyar ve tembel fenereinin silmediği, senelerce silmediği o cam "ölü"dür. O 'gu­ bar-ı pür-iğbirar ile mal-a-mal . . .' diye bir satır laf dizrnek lüzumu yoktur. O zavallı ışık da 'ümid-i va­ pesin-i şebab' gibi klişelerle anlatılamaz. Bu ışığa dikkat ediniz? Nedir? Bir korku . . . Öyle değil mi? Bu bir korku değil midir? Tevfik Fikret Bey nazımda bir "autorite"dir. Fa­ kat Osmanlıca nazımda. O aruz ile enderun lisanını tamami bir telife uğraştı. Ve şüphe yok, çok muvaf­ fak oldu; yalnız bir şeyi, mühim bir şeyi ihmal edi­ yordu: Zihafa (yani kısa okumak kusuruna) meydan vermemek için -kendisinden ewel gelen şairler gi­ bi- medli Arapça ve Acemce kelimelerin bir hecesi­ ni ikiye iblağ ettirerek uzatıyordu. Yüzünde gölgesi meşh Ud çektiği m ihen k!

Burada "meşhud" ne fena çekiliyor! Değil mi? Fakat Arapça olduğu için kısa okunsa daha fena olurdu; çünkü bir kere kelime Arapça . . . Sonra bizim lstanbulumuzda latif ve küçük bir met vardır; ne yapmalı? İşte Ali Canip Bey onu buluyor: Ka ldırı m la r bütün s ü k u t, uyk u . . .

Bakınız, burada uzun okunacak "sükut" kelime­ si var; kısa okunmuyor. Türkçenin hafif meddi mu­ hafaza edilmiş; fakat Fikret Beyin "meşhud"undaki ecnebi meddi gibi değil. . . O ne yapıyor? Medli Arapça ve Acemce kelimeleri ya: 1- Meful ve yahut muzaf halinde getiriyor. 2- Veyahut da bu kelimelerden sonra elifli bir kelime . . . ·

48


Ali Canip Bey Türk şivesini aruza da uyduru­ yor. Bu muvaffakıyet şüphesiz tamamıyla kendisine aittir. Tevfik Fikret Bey nazımda harika olan iktida­ rına rağmen Türk şivesini ihmal etmiş, hatta bazı kelimeleri iki türlü kullanmak garabetini göstermiş­ tir. Bir misal: Ken 'an köyüne (yôre)/1 dön müş geliyordu Krizan tem içimde bir (yara)dı r

Birisi Türk şivesiyle, birisi değil . . . Ali Canip Beyin sevdiği bir şiiri daha: KURBAGALAR Şimdi göllerde süzü lmüş uyuyan gözler var; Bu güzel gözlerin üstünde yeşil k urbağalar Çiziyor gölge/i, durgun suya bir gizli elem; Her kovuk saklıyor artık ebedi bir matem. Her kovuk şüpheli, korkunç. . . Eriyor şimdi {hayat; Gülüyor, hasta söğütlerde hazin bir heyhat!. . Her taraf gölge/i, baygın . . . Bu her akşam {böyle Örtün ü r göller uzun, şeh kalı n isyanla r ile . . . Ve biraz son ra kamer gökleri yaldızla rken Haykı rı r k urbağalar sis/i, karan lı k geceden; Haykırır gizlice bir şey; m ü tevahhiş asabi Du lları n tıpkı mınidandığı bir ninni gibi. . . Belki bir gizli şikayet ve biraz belki niyaz, Ah lakin bu duman vahalar asla duyamaz. Gömecek on ları n isyanlara avare sükut Zü h reler her gece göklerde sönerken {mebh ut . . . 49


Bu göl Ahmet Haşim Beyin 'göller'inden değil­ dir. Içinde ne kuğular var, ne de kenarında 'fağfur kaseler. . .' Heykeller ve ilh . . . Bu Türk ilinin, hani Rumeli'nde gördüğümüz göller yok mu? Işte onlar­ dan . , . Yeşil kurbağaları, hasta söğütleri , şüpheli, korkunç kovukları var. Son iki mısraa dikkat ediniz. Şarkın sakin fakat bir feceata, bir maceraya bakıyor gibi susmuş bir gecesinde kurbağalar tıpkı evinde yalnız kalmış dulların yavrularına mırıldadıkları ninni gibi mütevahhiş ve asabi haykımlar değil mi? Bunda biraz ni yaz ve . biraz şikayet vardır. Şimdi son iki mısraa gelelim; bu feryat, şarkın ezeli nisyan eliyle sabahleyin silinir: "Zühreler her gece göklerde meb­ hut şönerken avare sükut onları n isyanlara gömer" değil mi? Işte şarkın bir sahifesi daha . . . Albalat der ki : "Üslup fikirlerle şekil ve şekille fikirler yaratmaktır. Muharrir yeni bir şeyi eda için hatta kelime bile yaratır. Üslup mütemadi bir yara­ tıştır: Tanzim, tabir, şive, ıstılah, kelime ve hayal ya­ ratmak. " Ali Can ip Bey de hiç klişe kullanmıyor. Fi­ kirleriyle, hisleriyle şekiller yaratıyor. Tü rk Yur­ du nda, "Milli Edebiyat Meselesi" makalesinde diyor ki: '

"Beşer n ihayeti gelmez bir yolda çı lgınca ko­ şuyor, koştu kça yen i ô leme doğuyor gibi masnu­ ların, yen i mefh u m ların karşısında bulun uyor; ve işte her kavim bu yen i şeylere delalet edecek yen i kelimeler 'ibda ' ediyor, bu yen i keli melerden m ü­ rekkep /isan o asrın u m u m i natıkası demek tir k i m a l i k olmaya n lar d a istinsah ede ede noksan la rı ­ nı ikmale gayret ederler: Türkçem izde aeroplane m u kabi/i tayyare ve ideale m u kabil mefku re k u l­ lan maya başlamamız gibi. 'Realite'ye karşı 'şe 'niyyet' bu kabildendir. Hulasa her ka vmin ilim lisanı gitt ikçe lafız/arını a rtı rı r ve gittikçe zengin­ leşi r. Fakat yine her kavmin bir 'sanat lisa n ı ' var50


dır ki o yen i kelime/ere i h t iyaç göstermez; mev­ cut kelime/ere yen i manalar veri lmesini ister: Ediplerim iz eskiden beri bu hakikattan gafi l ol­ dukla rı için dilimizi lüzumsuz ve yabancı kelime­ ler/e doldurmuş/ardır: Kız varken duh ter; yı ldız varken a h ter, kevkeb, sitare, necm; alın varken nasiye, pişa n i ve i /h . . . " Mevcut kelimeye mana nasıl verilir? Mesela: Yeşi l den izleri bir gizli raşe örterken Mesafelerde söner ince, gölge bir yelken . . .

Burada "gölge" yeni bir manaya bürünüyor. "Isim" iken "sıfat" oluyor. Gölge bir yelken . . . Fakat bunu sırf yeni bir mana vermek için yapmamalı. Uzakta bir yelkene bakalım. D'apres nature bir tas­ vir için çalışmalı, o her şeyden ewel "gölge bir yel­ ken" değil midir? "Yıldırım" manzumesinden birkaç satır nakledeyim : Yeşil denizleri b i r gizli raşe örterken Mesafelerde söner ince, gölge bir yelken . . . Örer ağaçları bir uyku hasta bir rüzgar, Erir, duman laş ı r a va re h is/i yapraklar, Ve ansızın şu beyaz, sis/i asmanı boğa r Büyük, feci i, e bed i darbe darbe isya n /a r. . .

Yağmur yağmadan ewel denize bakınız. Yeşil­ dir değil mi? Aynı zamanda durgun . . . Bazı yavaşça, bir rüzgar buruşturur. Bir 'gizli raşe . . . ' Evet şarkın hasta rüzgarı ağaçlara bir uyku örer! O zaman yap­ raklara dikkat ediniz. Ne kadar hislidir. Erir ve du­ manlaşır. Sonra gök gürültüsü (darbe darbe isyan­ lar. . . ) . Türkçenin son "tekamül devresi"ni kim "son nefes" gibi kudretsiz buluyor? Ben ona şu satırları okurum: 51


S ü kiıta düşmanım ey diu sadası ben artık, Bü tün bu matemi sen hoşmetin le ez, yak, yık? Gürülde, h ı rpala, bir şey bırakma, ağiatma Sa k ı n bu kah reden ô uôza merhamet katma! . . S ü kiı ta düşmanım ey yıldırım k i bir da rben Susan karan lığı çıldı rt ı r, i n fetir birden . B u h as ta sahada tufa n i.J r istiyorsan eğer O kanlı k u uueti sen bir dakikacık bana uer; Her aczi, her m ü temadi sükiıtu pa rça layı m; B u öksürüklü karan l ı k tan Intikam a layım; Bütün ufu k ları örts ün h u ruş eden kan lar; Büyük, feci, ebedi da rbe darbe isya n /a r! . .

B u mısralardaki kuwetli ifade Türkçenin işlen­ miş bir lisan olduğunu ·anlatmaz mı? Bir gece . . . Bir yaz gecesi. . . Pencere açık . . . Şair dalgın . . . "Mavi bir gölge" içeri giriyor, bakıyor ki bir kelebek. . . Bu zavallı yanıveriyor. Küçük bir levha . . . Sade fakat düşündüren, yine sade küçük düşündü­ ren bir levha . . . Şair bunu tasvir etmek istiyor, ama Süleyman Nazif Bey gibi değil, Halit Ziya Bey gibi de değil . . . Hemen iki fırçada bir resim meydana çı­ karan ressamlar gibi . . . Öyle ki her şeyi küçük; vezni, kelimeleri. .. Sonra her şeyi samimi. . . '

KELEBEK Ma ui bir gölge uçtu pencereden; Baktım auare bir küçük kelebek! Yaramaz, geldi kim bilir nereden ?. . . 52


Belli yorgundu; bürümlü çiçek Gibi serpi/di lam ban ın yanı na; Bir duman uçtu, gitti titreyerek . . . An ladı m kıydı yavrucak canına. Söyle ey mavi gö lge, söyle, eğer Bir ölü mden de çok fenaysa bana Şu karan lık, şu ki msesiz gece/er?. . .

Işte yeni l isan . . . İşte Süleyman Nazif Beyin ga­ raz bağladığı hakiki edebiyat li sanı. . . Şair Ali Canip Bey bir aşk çocuğudur. Akraba­ larından yaşlı bir hanım bana anlattı. Henüz altı ya­ şında yokmuş. Annesiyle Galata'da bir akrabalarının evine misafir giderlermiş. Orada komşu bir Alman ailesi otururmuş. Ve bu ailenin daha küçük bir kızla­ rı varmış ki Ali Canip Bey ona "Mınık" dermiş. Mavi gözlü, sarı saçlı bir kız . . . Işte bütün güzelliğin ondaki intibaı! . . Misafirlikten kalkıp kendi evlerine gelince hep bu minimini Alman kızını düşünür, ağlar, huy­ suzluk edermiş. Şair büyüyüp yazmaya başlayınca hep aşkı te­ rennüm etmiştir. Bir manzumesinde: Ben i m aşkım, bu bir çiçek ki uzun Ömrü yok t u r; hemen so/ar ve erir; Kı r, kopar; her yerinde bir solgun Tazelik var ki bak ne hoş ezilir. . .

der, ve Kı r, kopar, lakin atma, sakla onu; Bir zaman son ra bir hediye olur Sana öksüz, hazin, bükük boynu

diye yalvarır. 53


"Gecelerimiz" şiirinden birkaç parça alıyorum: Elem şebabı m ızın hakkıdır ve ağlamayan Her aşk evet ne kadar sahte bir muhabbettir; Ve sak la n ı rsa elem belki bir cinayettir. Bakın denizlere hicran bakışlı dalgaların Şu taşlar inei terek gizli gizli her yerini Nas ı l kana ttırıyor incecik keder/erini. Ve siz de ey büyük, ey hasta, ey sevimli kadın Biraz gururumu yerlerde şöyle ağ/a tın ız; Biraz bu kalbime en doğru aşkı an/atınız! Sön ük, m üzeyyen geceler öptü s i ldi bizi; Sema yok işte; uzak la rda zühreler eriyor, Karanlık en acı, en sis/i perdeler geriyor. Bi raz karan lığa yak/aştırın şu kalbinizi; Yazıktır aşkımı h issettirin, yeter, başımı Biraz da okşam ayın, si lmeyin bu gözyaşı m ı

Bu şiirini Ali Canip Bey yeni lisanı iyice tetkik etmeden yazmıştır. İçinde lüzumsuz yabancı kelime­ ler vardır. Mesela "cebin" kelimesi. . . "Alın" ile ara­ sında anatça "nuance" bir fark olmadığından cebin, pişani vesaire kullanmak edebi bir günah, milli bir cinayettir. Işte diğer bir manzumesi:

GİT Aşkın ben inledi m en uzun, en h azinini, Git, ah uzatma elierin a ldatmasın ben i . G i t m a v i gözlerindeki rüyaya dalmasın. Ka lbirnde istemem yine bir u kde kalması n . Ben korkarım güzelliğin in ruhu pek a teş, Ben korkarı m o ru h a büyü k yı ldı rı m la r eş. 54


Bir ses içimde acze "felaket, ölüm!" diyor. Kalbirn ezilmek istemiyor, ezmek istiyor! Kalbirn ezi lmek istem iyor, gi rye, ses, figan Bunlar bü tün bu andaki düşman iarı m inan!. . Git sönmesin içimdeki isyan emelleri m, Git ben de ağlamak değil, ağia tmak isterim.

Öteki manzumesinde ezilmek isterken bunda ezmek istiyor. Bu tahawül, bu ruhi tahawül her gün şiddetleniyor, nihayet "Şarkın Ufukları" meydana geliyor. Türklerden hiçbir şair şarkın miskin tevek­ külüne isyan ederken bu kadar muvaffak olamamış­ tır. Herkese soruyorum. Tevekküle karşı bu şiir ka­ dar haykıran diğer bir manzume bulurlarsa bana göstersinler. Iddiarndan vazgeçerim: ŞARK/N UFUKLARI Da ldım gözünde ueh m uyuyan susmuş [ufkuna, Ey şark, kanmadın mı ası rlarca uykuna? Halô h u ş u 'a k ubbeler en h is/i bir penah, Halô m inarelerde teuekk ü l diyen bir ah, Hala kouuk la rında ö ter baykuş evlerin, Ha la köpek sadala rı serper sokakta kin, Halô h u rafe ler yaşa t ı r her çürü k kafes, Hala beşi k gıcırtısı, h ala o toz/u ses . . . Yükselmeyen tazarru un ey şark bitmiyo r, "Hayye-a le-1-fe la h "ı n ı gökler işitm iyor. Sönsün sema larında sükCm işleyen seher, Dönsün zem in lerinde de isyana secdeler, Diz çökmesin sağı r göğe öksüz duala rı n, Yaksın bütün ufu kları artık bela/arın, Her zulmü, kah rı boğmuş bir parça kan [yeter, Ey şark uyan, yeter, ey şark uyan yeter. . . 55


Ben bu şiire yaklaşır ikinci bir şiire edebiyatımızda rastgelemiyorum.

·

HECE VEZNI VE ALl CANIP Şüphesiz istikbal veznimiz hece vezinleridir. Ve Emin Bey bir kahraman, bir müceddit, büyük, pek büyük bir adamdır. Hece vezinlerinde başka bir ruh vardır ki Emin Bey onu bulamamış ve yazık ki son zamanlarda yazan genç ve muktedir şairler de bu ruhu bulmaya muvaffak olamamışlardır. Türklerin en hassas, en ince, en mükemmel şairi Celal Sahir Bey bile henüz muvaffak olamadı. Hece vezinlerinde de klişecilik hüküm sürmeye başladı. "Gül ile bülbül" gibi dağ gelir gelmez "yüce" de gelmeye başladı. Ali Canip Bey· bu klişecilikten başını kurtar­ maya çalıştı. Işte hece 'vezniyle, milli anızia bir şiiri: TURAN'IN YOLU Ufu klar uyu rken tan yeri attı; Gecelerden korkan, gizlenen şeyler Çı ktı gö lgelerden hep birer birer, Seherin n u runa biraz ru h kattı. . . Ka rşı mdaki dağlar büyük, kat kattı. Çı ktım, çıktım; düşer gibiydi her yer Dedim: "Yü kselişler böyleyse eğer Alçaklarda beni neler a lda ttı?. . /' .

Dağlar ceuap uerdi, dedi: "Tü rk oğlu Da ha çık yukarı baş dön dürücü Uç u rum da olsa yeter Türk gücü" Çı ktım çıktım; güneş büsbü tün doğdu, Altın saçlarıyla zu lmeti boğdu : Göründü karşıdan Tu ran 'ı n yolu . . . 56

·


Gayrı milli aruz vezninin en büyük kusuru fazla ahengidir. Bu ahenk o kadar fazladır ki manaya nü­ fuz ettirmez. Hece vezninin günahı ise henüz üze­ rinde zekalarımızın dolaşmamış olmasıdır. Hece vezninin milli ve tabii olduğunu ve mutlaka istikbaldeki vezinlerimizin bu olacağını itiraf edenler yine: "Kabil değil aruz vezninin yerini tutamaz . . . " di­ yorlar. Niçin? Niçin? Fransızlara, İngilizlere, Almanla­ ra ne diyeceğiz? .Evet doğru, aruz vezninin yerini tu­ tamaz. Eğer bugünkü ifade ve beyanıyla kalırsa . . . Çünkü bu ifade pek plastik, pek zihni , pek şiir­ siz, pek ahenksizdir. Ve yazık ki genç ve muktedir şairler Celal Sahir Bey bile bu ifadeden kurtulamı­ yor. Bir ifade yaratamıyor. Yine üstadımızı taklit ediyor. Kabahat hece vezninde mi? Yoksa şairde mi? Işte Sahir Beyin merhum Niyazi için yazdığı mersiyenin başlangıcı: Sen ilk önce Resne 'n i n dağlarında pariadın {ey güneş! Işığı n ı n okunu İstanbu l'un göğsüne çeuirdin; Va rlı kları kara rtan, don duran bir geceyi {deuirdin; Döktün bütün ru h la ra bir m u kaddes {aydınlık, bir a teş.

Hep aynı "ifade" , hep aynı "beyan" , fiilierin sonda gelişi ve bu gelişten doğan fena bir şamata . . . Hele üç mısraını daha okuyalım: Kork usundan kapanıp taş kesilen dudakları {açı ldı, Hepsi sen in adı n ı sevgi ile, h ü rmetle anardı, Ya lnız zulüm baykuşu bu ha lleri gördükçe {yanardı. . .

Oh, bu sonra gelen fiilierin şamatası ne kadar berbat. . . 57


He ce vezni zekanın tetkikine muhtaçtır. Öyle manzumeler yazmalı ki Frenklerin souple dedikleri vaz'ı haiz olsun. Gregh'in "Berceuse"ü kadar nefis olsun . . . Ali Can ip henüz kavrayamadığı, hakim ola­ madığı hece vezinlerinde klişecilik yapmıyor. ihtiyat­ la pek beğendiğim bir şiirini naklediyorum. Karile­ rim dikkatle okuyup hükümlerini versinler: KA VAL Boş bir ufuk, benzi uçuk bir h i la l; Kô inatın kalbi durm uş gibi bir şey: Bir [yoksulluk, bir me/al. . . Bir yoks ulluk, bir me/al, son ra bir serseri [ses . . . Bir k uzucuk kaybolm uş, anasını arıyor, İn ey çoban tepeden, kava l ı n ı biraz kes! Ova la rı pek hain karan lıkla r sarıyor . . . Ben istemem ey sevgi/i genç çoban Ürk ü tmesin sen i korku baykuşu; Gece/ere lakin kanma; afacan B i r k u rt sak/ar, her i n iş i yokuşu . . . Toplandı m ı k uzu/a rı n ? Fak a t y i n e getir ya rın!. . Bir çı ngı rak çalar, s ü k ü n ü rperir, S ü rü y ü rü r, yü rür, tozla n ı r erir. . . A rt ı k her şey siner, uzqk dağlardan Dök ü l ü r k ı rlara yo rgun bir /igan Bana a n la t duyuyorsan ey h i lal! Gece/ere ne söylüyor bu kaval?. . Ne söylüyor yakın, uzak, kapka ra Yok l u k la rdan m a tem yağan k ı rla ra? Küs k ü n deği/, şen h iç değil! Yarabbi, Yuvasından düşen yavru kuş gibi 58


Bilmeksizin çırpı nı yor, i n liyor; On u ya lnız meçh u l bir şey din liyor. . . Bana anlat duyuyorsan ey h i la l! Gece lere ne söylüyor bu kaval?. . Meşhed'den ta Akden iz'e ceset, kan Sü rü k leyen Va rda r'a bir cevap m ı ? Yoksa güzel Selan ik'in o yaman, O vefasız gu rubu na i tab mı?. . Niçin baygın gözlerin Görmeks izin bakıyo r?. . Ben i yine bir derin, Za lim şüphe yakıyor.

·

A h ey h i lal Rumeli'de cam i lere takılan, Yere göğe hakim bir çığlı k saçan nôkuslar Be lki sen in ku lağı n ı sağır etm iş; bu figôn Asırlardan akşam ia ra bu ezeli yadigôr Demek sana ebediyyen yabancı ? Bu böyleyse, pek acı. . . B u böyleyse ey t ufa n la r baştan başa akınız, Türke m u t i olmadı kça garbı, şarkı yakın ız!

Hece vezni daha çocuktur. Onu büyütecek ze­ ka ve deha lazımdır. Ali Canip Bey şüphesiz bu memleketin yegane şairi olamaz. Sahir ve Fuat Bey­ ler ve diğer milliyetini idrak etmiş şuurlu şairler de bu işlenmemiş sahaya girmeli, zeka ve iktidarlarını göstermelidirler. Nevsal-i Milli dergisi, 1330 (1914)

59


BÜYÜK BİR ŞİİR: "EY TÜRK UYAN" Işte kaç sene var ki bütün rebapların telleri koptu. Bir ahenk, bir nağme işitemez olduk. Bunun sebebi o kadar anlaşılmaz ve derin bir şey değildir: İçtimai inkılap . . . Lisan değişti, emeller değişti, hisler değişti ve nihayet dini intibah ile beraber milli mefkure yaratıcı nurlarını inadın karanlıklarında kal­ mak istemeyen bütün saf ruhlara serpti . Başka bir güneş doğdu. Başka bir alemin mevut saadetler sak­ layan aydınlık yolları açıldı. Böyle mukaddes ve ali bir hengamede hodgam şairler, "Yalnız ben . . . Baş­ ka hiçbir şey yok" diyen sanatkarlar tabii susacaklar­ dı ve sustular. Milletimize kendi varlığını idrak etti­ ren mazi ve ananelerinden aldığı ümit ile ileriye, muzafferiyete doğru gitmesini tavsiye ve teşyi eden o kanlı felaketlere, tahtımızın ufuklarını sarsan top seslerine onlar yabancı kaldılar. Çünkü tehlike karşı­ sında, birdenbire doğan içtimai ve müşterek ruh içinde fertler mutlaka kaybolacaktı. Sonra inkılap bir kere bu sanatkarların aleti olan suni lisanlarını bozdu? Artık uyanan, "ben varım!" diyen millet, ma­ nasını, selikasını tanımadığı Arapça ve Acemce ter­ kipleri, yabancı kelime oyunlarını, yabancı aruzu is­ temiyordu. Böyle bir zamanda kimin sesini işitecek­ tik? Milletinin elem ve saadetlerini duyan, milletini kendi varlığından ziyade seven, milletine tapan, biz­ zat milletinin kalbi, ruhu, dili olan bir şairin . . . Işte şimdi işittiğimiz bu ilahi ahenk, bu peygamber sesi milli ve büyük şairimiz Mehmet Emin Beyin hitabı­ dır: ·

60


"Ey Türk, uyan ! . . . Biz "Yaralar ve Sargılar" şaırının büyüklüğünü hakkıyla idrak edemeyiz. Fertler, fertterin yarattığı ferdi güzellikleri göı:ür. Fakat kendi müşterek ruhu­ nu terennüm eden bir şairin sanatını, içtimai ve mu­ kaddes heyecanını bizzat millet ve milletler görür. Böyle büyük ve milli bir şairin asla fertterin tak­ dirine hiç ihtiyacı yoktur. Çünkü o birkaç dostu için , fertler için yazmamıştır. Milleti için yazmış ve doğru­ dan doğruya milletine hitap etmiştir: "

Ey m i lletimf Sen bundan tamam beş bin yıl {evvel A ltaylarda yaşa rken Tan rı m sana dedi ki: "Ey Türk ı rkı, bu yerden Güneşiere süzü len karta/ gibi uç, yüksel! Sen in her bir k u vveti ramedici elierin Bütün m ağru r başiara yı ldı rı m la r saçacak, Sana Çin 'in, İran 'ın, Hind'in, Mısı r'ın, her {yerin Er isteyen tah t ları kolla rı n ı açacak." Sen bu sesin ö n ü nde rütgar gibi dolaştın; Sert yelesi dikilen a rs lan gibi savaştın. İlk erieri tanıyan Buzlu A lp/er, Kafkaslar Tufan larta çağlayan Coşkun Nil/er, Araslar Sen in gibi bir yiği t ve bir ulu m i lleti Hiçbi r zaman görmedi.

Samimi, rasin ve ali bir galeyanla başlayan bu büyük şiir o erişilmez, saf ve sade lisanıyla ewela şan ve nur dolu maziyi hikaye ediyor. Türklüğün ge­ niş göğsünü iftiharla kabartan Karahanlar, Oğuzlar, Atillalar, Cengizler, Timurlar, Yavuzlar, Fatihleri ha­ tırlatıyor ve milletimizin asaletini, alicenaplığını, yüz­ lerce cilt tarihin ifade edemeyeceği, şu kısa mısralar­ la ne mucez, ne samimi anlatıyor: 61


Sen tuğu n u diktiğin üç dünyanın üstü nde Beyaz, siyah ı rkların di/lerinde a n ı ldın, Şa rkın, Garbı n yüzlerce p u tları n ı n önü nde Kı lıç i le kalkanın bir tan rısı tan ı ldın. Ta h tlar yıktın! Lakin sen m i h raplara kol {gerdin Taçlar a ldın, lakin sen m i l letiere h a k uerdin. Sen de kanlı meydanda Bir yakıcı a teştin Lakin başka zamanda Isı tıcı güneştin Toprağı nda ne zalim Engizisyon pençesi, Ne Barteli gecesi. . .

Medeni zannolunan asaJetsiz Avrupa'ya karşı milletimizin mazisinde bir Engizisyon , bir Barthelemy gecesi bulunmaması için ne kadar iftihar etsek az­ dır. Mehmet Emin Bey bütün şiirinde rüyamızın yal­ nız mülk fethetmek olmadığını, ilmin, hikmetin, ak­ lın, mantığın, şiirin, sanatın vakur surlarını, ali takla­ rını aldığımızı anlatıyor, kervanlarımızla lsfahan'dan, Pekin'den , incilerden daha değerli metaları taşıdığı­ mızı, korkunç Gobi Çölünden , İskender'in seddin­ den fikri, dini, medeniyeti, hasılı her şeyi bizim gü­ cümüzün aşırdığını söylüyor. Hatırlıyoruz ki bütün dünyaya inkılap tohumlarını saçan biziz, İslamiyet aleminde cehalet karanlığını aydınlatan bütün Fara­ bi, İbn Sina, Mevlana, Zemahşeri, Buhari, daha bir­ çok ulema, Türklüğün can ve kan evlatlarıdır. Altın kubbeleri, gök çinili mihraplar, işlemeli türbeler, medreseler, çeşmeler kurduğumuz medeniyetin şa­ hidi . . . Mehmet Emin Bey milletine "Sana demir el demek bühtandır" diyor, Türkün pençesi gibi kafası­ nın medeniyet için çalıştığını terennüm ediyor. Son­ ra, evet, şu son üç yüzyıl içinde bahtımızın dönüklü­ ğüne , ikbalimizin sönüklüğüne geliyor. Ağlıyor, fer62


yadını, heyecanını yükseltiyor. Bugünkü perişanlığa soruyor:

·

O bin lerce tezgah ları çalıştı rtan beldeler Şu rüzga rlar ıslık çalan ovaların sı rtı m ı ? O sütünlü has bahçeler, kırk sütunlu caddeler Şu baykuşlar yuva yapan taşlı kların altı m ı ?

Soruyor, soruyor, a h çekiyor. Fakat şairin kalbi ümit ve emel dolu . . . Mefkuresinin yaratıcı kuwetine imanı var: Hayır, h ayı r, h içbir vakit düşmek, ölmek [sayı lmaz; Bu dünyada kalbieri n i kaybeden ler ayı lmaz; diyor.

Şair büyük eserinde ulviyetine, azametine hay­ ran kaldığım saf ve sade ahengiyle yüz milyon Tür­ kü, yüz milyon kan ve din kardeşini birer birer sayı­ yor, istikbalimizi, ikbalimizi gözümüzün önünde par­ tatıyor: Fakat bunu yara tacak yalnız m i lli duygudur; Ölü lere meza rlardan başlarını kaldırtan, Dirilere gökten a teş, yerden demir a ldı rtan, Rüyaların yurt larını yükseltti rten sur budur.

diye her saadeti mefküreye atfediyor. Milli mefküre ve milli vicdan . . . Şair bu güneşin doğmasını bekliyor ve diyor ki: Mi lli vicdan ca h i li, sefi l Tü rkü yerecek; Onun aziz m i n beri Göğüslerde kıskançlık yaratacak sözleri Alna rüya, ruha aşk, ka lbe ü m i t verecek Bugün sana yabancı, m elez gelen öz dilin Her şeyini Tü rklüğün vicdan ı ndan a lacak; Da h i lerin doğa rak sen in dah i Vi rji l'in A ltın sazla Tu ran 'ı n destanını ça lacak . . . 63


Lakin ey büyük şair! Türklüğün ve milli vicda­ nın hala bir dahisini mi bekliyorsun? O doğdu; onun dili bize asla melez gelmiyor; o altın sazıyla Turan'ın destanını çalıyor; alınlarımıza rüya , ruhlarımıza aşk, kalplerimize ümit veriyor . . . Ey büyük şair! O dahi iş­ te sensin ! Tanin gazetesi, Nr: 2097 24 Teşrinievvel 191 4 (24 Ekim 1914)

64


Tenkit

MATBUATTA PALAVRA . . . Hiç yoktan , durup dururken dünyada kimsenin bilmediği "ilm-i menafi-i ruh" gibi bir ilmin yalnız is­ mini icat ve bu ilimle fikirlerine de şahit getiren meşhur Ali Kemal Bey son defa Türklüğe hizmet, "havsala-i kübra"dan masal uydurmakla olamayaca­ ğını yazıyordu. Hak verdim. İçinden daima malu­ mat ve beyt aldığı "Mecmua-i Muallim" kadar doğru söylüyordu. Sonra, olsa olsa doktor ve filozof ve eski meb us Rıza Tevfik Beyefendinin mesaisinin bir hizmet, hem de gayet büyük ve mühim bir hizmet sayılabileceğini tekrarlıyordu. Zaten bundan tabii bir şey yoktu. Üç milyon kitap okumuş, altı yüz bin sahifelik gayri matbu bir eser yazmış meşhur ve muktedlr bir zat kadar kim hizmet edebilirdi. He­ men doktor ve filozof Rıza Tevfik Beyin son defa yazdığı makaleleri buldum ve dikkatle okumaya baş­ ladım. Zekam, muhakemem, fikrim bu gayet büyük adamın yazılarını anlamaya müstait değildi. Anla­ madım, "Aman Yarabbi! Ne vukuf, ne kuwet, ne feda­ karlık" diyordum , zavallı filozof kırk sekiz yaşından sonra yüz binlerce eski kitapları karıştınyar, meyda­ na inciler çıkarıyor . . . Vatanımın böyle bir alim yetiştirdiğine için için seviniyordum. Kendi yazdığı altı yüz bin sahifelik gayr-i matbu eserini tabettirmeyi sonraya bırakıyor; Risa/e-i Va hdet-i Vücud unvanlı eski bir kitabı bas­ tırmak istiyor idi . Bu ne alicenaplıktı! 6 Mart tarihli Peyarn ilavesinde bunu vaat ediyordu. Fakat, yalnız 65


o kadar zahmet çekerek bulduğu ve hiçbir yerde di­ ğer nüshasını görmediği bu kitabın müellifi için te­ reddüt ediyor: - Ya Ahmet-ül Buhari'nin yahut da Idris-i Muh­ tefi'nin diyordu. Ben hakikaten büyük ve alimane olan bu sa'ye şaşırdım. Başka hangi Türk veyahut hangi Yunanlı alim vardı ki böyle müellifini bilmedi­ ği görülmemiş kitaplar bulsun! Ve tabettirmeye kalksın . . . Hayret ve meftuniyetimi dün akşam vapurda rasgeldiğim arkadaşıma anlattım. "Gayet büyük bir adam . . . Oxford'a gitse bu an­ da profesör yaparlar . . . " diyordum. Arkadaşım yüzü­ me baktı. Filozof doktora karşı beslediğim hürmet ve hayreti zaten bilirdi. Ama bilmem niye, "Şaka mı ediyorsun ," diye sordu. "Niçin şaka edeceğim?" "Şaka etmiyor isen budalasın . . . " "Niçin budalayım?" "Ayol, daktorun yazdığına inanıyor musun?" dedi. "Onlar hep palavra . . . " "Hep palavra mı? . . " Arkadaşım istifini bozmadan cevap verdi: "Evet, hep palavra . . . O kadar ilmi ne, fazlma bayıldığın bu meşhur filozof hiç mütalaayı sevmez. Eline geçen bir kitabı okumadığı gibi müellefinin is­ mini bile aramaya üşenir. 'Gizli fakat ruhlu bir ede­ biyat' makalesinde bahsettiği Risa /e- i Vahdet-i Vü ­ cud ne Ahmed-ül Buhari'nin ne de Idris-i Muhte­ fi'nindir. O, öyle ağzına geldiği için bir palavra savu­ rup geçiyor. Halbuki, o kitap, ı O ı O tarihinde vefat eden mutasawıfeden divan-ı eş'ar sahibi Seyit Sey­ fullah Efendinindir ki bu zat Silivri Kapısı civarında Üçler Dergahı'nda yol üzerinde medfundur. Ve meş­ hur Seyyid Nizameddin'in mahdumudur. Ve yine fi­ lozofun 'diğer nüshasını hiçbir yerde görmedim' diye bir palavra savurarak bastıracağını müjdelediği bu ri66


sale yirmi otuz sene ewel sarı kağıt üzerine tabolun­ muştur. Yakın zamana kadar Bedesten yanındaki sahaflarda bulunurdu. Kütüphane-i Umumi'nin 'kü­ tüb-i tasawuf' kısmının 1 70 numaralı mecmuasında Mısrı-i Niyazi ve Sarı Abdullah Efendinin risaleleri arasında bu risale de vardır. Ve matbuunda olduğu gibi 'Seyit Seyfullah'ın eseridir' diye yazılıdır. Ben , alim ve iddiacı değilim. Lakin mütalaaya bir parça merakım vardır. Bunun gibi ne kadar 'biraz mütalaa' meraklısı varsa· doktor filozofun 'hiç görülmemiş bir eser' diye halka yutturmak istediği bu matbu kitabı okumuştur. Filozofun maksadı birtakım cahillere 'ba­ kınız, ben şimdi de eski ve meçhul kitapları buluyo­ rum, bunları bulmak için ne kadar çok kitap oku­ maklığım icap ettiğini düşünün . Hem öyle eski eser­ ler buluyorum ki müellifleri bile malum değil' demek­ tir. Halbuki palavra kuwetiyle o kadar naclide ve meçhul yaptığı bu risale o kadar malumdur ki. . . He­ men kütüphanelere giren her adam bilir. Hele sa­ haflarda bilmeyen kitapçı pek azdır. O kadar malum bir şey için bu kadar siyah bir bilgisizlik gösteren meşhur filozofun diğer palavralarını da bir kere dü­ şünün! Şimdi sana nasıl budala demeyeyim , söyle . . . " Ah sevgili ve muazzez doktor! Bana "budala" dedirttiğin için sana kızmıyorum . Fakat. . . Fakat ne yalan söyleyeyim? Benim gibi birçok cahillerin seni hala bir şey zannederek ezeli palavralarını sahih sandıklarını düşünüyor ve bilinmez nasıl bir sihir ve sanatla kazandığın o sebepsiz ve kuru etiketten iba­ ret olan şöhret sayesinde hükümetten rahat rahat, hiç yorulmadan, her ay aldığın liracıkları kıskanıyo­ rum. . . Çünkü bundan başka kıskanacak bir şeyin yok! Zekiii mecmuası, s. 25 21 Mart 1330 (191 4)

67


Bir Cevap

RlZA TEVFiK BEYE Gayet malum ve okunmuş bir kitabı gayet meç­ hul ve naclide bir şey gibi göstermeye kalkışmadı­ nız? Ben münekkit olmadığım için latife tarzında bu­ nu yazdım. Çünkü herkes bana sizden bahsederken , "Kalenderdir, zekidir" diyordu. Bundan cesaret alarak sözümün nihayetinde de bir iltifat, bir şaka yapmak istedim . Şakaya kimlerin tahammül edeme­ diğini tabii bilirsiniz. Siz de bu şakaya kızdınız. Ve bu kızgınlıkla hem bir cevap, hem de bütün muvaf­ fakıyetlerinizin sebeplerini , esaslarını gösteren bir makale yazdınız: Amerikanizm . . . Sizin gibi tasawuftan, hatta kabalist olduğun­ dan bahseden bir adam matbu ve meşhur Va hdet-i Vücud risalesinin kime ait olduğunu bilmiyordu. Çünkü -hiç olmazsa- fihristine bakmak için olsun kütüphane-i umumiye gitmemiş, tasavvuf kısmını zi­ yaret etmemişti! Sizde hakiki bir ilim aşkı olsaydı bu bilgisizliğinizden bahsolunduğu zaman susacak ve belki daha ziyade tafsilat almak için hususi olarak bana müracaat buyuracaktınız. Fakat hayır . . . Siz öf­ kelendiniz. Şahlandınız. Yine mutadınız veçhile ken­ dinizi methe başladınız. Ben de size mukabil benim eserlerimin de Avrupa lisanlarına tercüme olundu­ ğunu, Avrupa'nın en meşhur ve en okunur risalele­ rinde benden bahsolunduğunu, hiç hususi münase­ betim olmayan Avrupalıların Avrupa'dan eserlerimi istediklerini yazarsam merhum saf yağcı Cemalettin Efendi gibi reklamcılığa, şöhret tacirliğine kalkmış olmaz mıyım? Kendimi söylemeyeceğim . Henüz bir 68


satır yazı yazmaya cesaret edemeyen arkadaşlarım var ki , mektuplaştıkları müteveffa Alfred Föyye , Güstav Löbon gibi meşhur mütefekkirlerin mütead­ dit mektuplarına malik bulunuyorlar. Şimdi bu genç­ ler, ister misiniz sizin gibi bu mektuplardan ikide birde bahsetsinler ve, "Ey Türkler! Bakın bize kimler mektup yazıyor. Biz filozofuz. Avrupa'da dostlarımız var . . . " diye ba­ ğırsınlar. Lakin hayır . . . Onlar bunu yapmazlar. Son­ ra müsteşriklerle münasebetinizden bahsediyorsu­ nuz. Müsaade ediniz de bu müsteşriklerin, saflık ve cahillik başlıca sıfatları olduğunu söyleyeyim. Daha harflerimizin. şekillerini tanımadan eserlerimizi ter­ cümeye kalkarlar. Ve "Aşık Kerem"in "mimi" "lk­ dam"ın mimi gibi yazılı olduğundan "ACHIK KERMR" diye lisanlarına geçirirler. Ve bana: "Siz o matbu risaleyi neden o kadar müddet cebinizde sakladınız da istifade etmediniz?" diye soruyorsunuz. Bunu sormaya hacet var mı? "Amerikanizm"e alışmadığım için . . . Yoksa hayatta muvaffakıyetin kuru gürültüye, şarlatanlığa vabeste olduğuna mutmain olsam o kitabın başından sizin gibi bir sayfa kopya eder, "Bu eserin sahibini bilmiyorum. Yazmadır. Ga­ yet eskidir. Galiba Ahmet Elbuharlnindir. Dünyada görülmemiş bir nefisedir. Kitap şeklinde yakında {!) bastıracağım . . . " diye hokkabazlıklarla "el çabukluğu marifet, ne sihirdir, ne keramet" yapmaya kalkar­ dım. Para bahsinde benim fakirliğime pek çabuk hükmediyorsunuz. Eğer "Öteye beriye sekiz yüz kü­ sur lira borcu olmamak . . . " sizce fakirlik demekse ben fakirim ve hükümet memuru olmaya niyetim ol­ madığı için sizin yerinize göz dikemem. Bundan emin ve müsterih olunuz. Filozofluğunuza gelince . . . İşte bu, sizde olmayan bir şey! Sizin filozofluğunuz sizin kendi iddianızla, sizin kendi kendinize yaptığı­ nız ve devamından asla bıkıp usanmadığınız reklam 69


sayesinde kazanılmış kuru bir namdan başka bir şey değildir. Siz bu "Amerikanizm"de adeta "Barnon"u geçtiniz. Resmi istidalarınıza, hususi mektuplarınıza, fotoğraflarınıza, makalelerinize "Filozof! " diye imza attınız. Kırmızı horozdan ziyade duvarlara astırdığı­ nız büyük kıtada resimlerinizin altına "Filozof" yazdı­ nız. Adeta "Filozof" kelimesi "Rıza Tevfik" gibi ismi­ niz oldu. Halbuki kimse kendine has bir "usul, mes­ lek, eser" meydana koyamaz. Sıtkı ve arkadaşları gi­ bi külhanbeylerini bulunuz. Onlarda -hem okunaklı bir surette yazılmış- binlerce destan var. Her gün bi­ rini kopya eder ve gündeliğinizi düzeltirsiniz . . . İşte benim istifade edemediği m bir menba' . . . Çünkü size nispetle bir insanım. Siz insansınız! İsti­ fade ediniz. Ve elinizi kalbinizin üzerine koyarak de­ yiniz ki: "Onlar Amerikanizm yapıyorlar . . . "

Zeki mecmuası, Nr: 28, 1 0 Nisan 1 330 (1914)

70


MEKTEPLERDE EDEBiYAT Dünyada hiçbir memleket bizim kadar seri bir inkılaba maruz kalmamıştır. Yarım asır evvel, vak­ tiyle devierin kurduğu bir imparatorluğun sahibi idik. Medeniyetimiz tamamıyla şarklıydı. İdaremiz alabildiğine teokrattı. Coğrafi vaziyetimiz bizi esas medeniyetimize tamamıyla zıt olan yeni bir aleme temasa mecbur bıraktı. Bu, garp medeniyeti idi. Garbın faikıyetini sezen gafil Tanzimatçılar acele ül­ duğu kadar hakiki bir inkılap hazırladılar, kanunlar yaptılar, asri mahkemeler, asri mektepler açtılar. Çok akil, çok hakim oldukları için eskiyi birdenbire ilgaya teşebbüs etmiyorlar, her şeye bir "arta kalış" hakkı bırakıyorlardı. Devletin hemen her müessese­ sinde tezatlar, ikilikler baş göstermeye başladı. Bu zaruriydi . İHm , sanat, adalet hasılı her şey ikiye ay­ rıldı. Biri eski, biri yeni . . . Asri mekteplerin yanında medreseler eski hallerinde kaldı. Şinasi ile doğan tabii Türkçeye temayGI, asri edebi neviler yanında eski şairlerin iskolastik lisanla­ rı, divan edebiyatları da devam etti. İnkılap büyük, pek büyüktü ! O kadar büyüktü ki onu yarım asır değil, fakat üç dört asır istiap ede­ mezdi. Her müessesenin buhranı arasıra sarsıntılı ihtilaller alevlendiriyordu. Eski imparatorluğumuz gi­ bi içtimai inkılabımız da bayağı bir tahavvül değil, emsali görülmemiş bir "dev inkılabı" idi. Kağnıdan inip otomobile, hatta tayyareye biniyorduk. Bu "dev inkılabı" ilk kati zaferini edebiyat sahasında kazandı. İskolastik lisan, yani Arapça, Acemce terkipli lisan 71


son nefeslerini alıyordu. Divan edebiyatı nevileri öl­ dü. Asri edebiyat nevileri onların yerine kaim oldu. Tiyatro, hikaye, roman, şiir yazılıyordu. Hele artık hemen hemen on sene var ki ne divan neşreden , ne kaside düzen var! Muhterem Ali Emiri Efendi üstadı­ mızın zihniyetinde iki üç gazel-seradan başka bütün şairler asri nevilerle meşgul. . . Bütün gençlik iskolas­ tik üsluba nispetle "yeni lisan" namı verilen tabii Türkçe ile yazıyor. Konuşurken gülünç görünen gayri menus lafızlar, klişeler, satıriara geçirilemiyor. Zevklerde, vicdanlarda bu büyük inkılap mukaddes ateşini yakmışken , hayat telakkisi gibi edebiyat te­ lakkisi de tamamıyla değişmişken mektepler hala yarım asır ewelki umdeleri gençlere telkin etmeye uğraşıyor. Bugünkü asri edebiyat telakkisiyle hiç münasebeti olmayan ilm-i bediiler, beyanlar genç di­ mağlara istif . ediliyor. Bir sultani mezunu hiçbir arneli faydası , asri kıymeti olmayan şeyleri su gibi bildiği halde bir hikaye ile "nouvelle"i birbirinden ayıramıyor. Asri edebiyat nevilerinin asıllarından, tekamüllerinden, menşelerinden haberi yok, yahut malumatı pek eksik, pek sathi. . . Artık ruhu "şarktan garba tenasüh" olan inkıla­ bın edebiyat, sanat, lisan sahasındaki kati zaferi in­ kar olunmamalı, ilmi mebdeler gibi manevi mebde­ ler de mekteplere girmeliler. Cevdet Paşa merhu­ mun Arapçadan alarak Türkçeye tatbik etmeye ça­ lıştığı kaideler, "Belagat-ı Osmaniye" gençlere hiçbir şey öğreter:ıez. Maziyi bilmek farzdır; fakat hali, is­ tikbali ihmal etmemek şartıyla . . . Gençler eski iskolastik edebiyat ile meşgul olur­ lar iken asri edebiyatı da öğrenmeliler. Mademki de­ mokrat garp medeniyetine mecburen giriyoruz. Bundan içtinap kabil değil. O halde garp edebiyatı­ nın usullerini, kaidelerini , tekniklerini ihmal etme­ meli , artık tedrisata sokmalıyız. Garp edebiyatı kla­ sikierin bir istilalesinden ibarettir. Yunan , Latin kla72


siklerini, garp edebiyatının son şekillerini sultaniler­ de göstermek icap eder. Gençler, bu malumatı elde etmek için darülfünunu bekleyemezler, çünkü hayat için, hal-i hazır için elzemdir. Asıl arneli bir kıymeti olmayan , bugün yaşamayan iskolastik edebiyatımı­ Zin yeri darülfünundur. Çünkü divan edebiyatı artık nihayet ilme, edebiyat tarihine bir mevzudur. Sultani tedrisatında asri edebiyatın ehemmiyetini çoğaltıp iskolastik edebiyatı ihtisar etmek, iskolastik edebiya­ tın tamikini tamamıyla darülfünuna bırakmak en makul, en mantıki bir harekettir. Hayatı görebilen bu zarureti inkar edemez. i nci dergisi, Nr: 6, Temmuz 1335 (1914)

73


AZERBAYCAN İSTİKLALİ MÜNASEBETIYLE Azerbaycan'daki kardeşlerimizin istiklali Avru­ pa'da tasdik edildi. Bu, bizim için çok büyük bir saa­ dettir. Çünkü, Türkler son asırlarda benliklerinden uzak yaşıyorlardı. Münewerlerimiz kendilerine "şeh­ rilik" diye bir milliyet uydurmuşlar, Türklüklerini in­ kara kalkmışlardı. Asya'da henüz "mezhep" milliyet sanılıyordu. Azeri kardeşlerimiz Avrupa ilmine, Avrupa edebiya­ tına, Avrupa telakkisine bizden çabuk hulul ettiler. Bugün bir devlet olarak varlıklarını meydana koyuyorlar. Biz Osmanlı Türkleri medeni telakkiler, iktisadiyat, ilim, bilhassa fen hususunda Azerbay­ canlı kardeşlerimizden çok gerideyiz. Birçok sebep­ ler bizim zamanımızı onlarınki gibi serbest bırakma­ mış, telakkilerimizi "yavaş yavaş" kabusundan bir türlü kurtaramamıştır. Biz zannederiz ki bu asırda medeni haraplığımı­ zın içinde yalnız edebiyatımız yüksektir; hayır . . . Bi­ zim edebi telakkilerimiz de kurun-ı vustaidir. Azeri kardeşlerimiz kırk elli sene ewel gayet geniş bir sahne edebiyatı vücuda getirmişlerdir ve içlerinde Mirza Ahundof gibi garp telakkisini tamamıyla kav­ ramış münewerler yetişti. Mesela, işte bu zatın pi­ yesleri birçok Avrupa lisanlarına tercüme olunduğu gibi "edebiyat mükafatı" da kazanmıştır. Bizim ede­ biyatımııda tercümeye şayan, mükafata layık görü­ lebilecek eser hangisidir? Diyelim ki, Fin ten. Bir ke­ re alınız, dikkatle okuyunuz, sahne sanatına dair en 74


iptidai malumattan haberiniz varsa şaşıracaksınız. Bütün lafız gürültüsü, mübalağalar, golois (goluva­ lar) görülür. Azeri kardeşlerimizle bizim şivemiz ayrılır. Va­ kıa onlarla konuşup pek güzel anlaşırız. Yalnız telaf­ fuz tarzları bize biraz yabancı gelir. Azerbaycan leh­ çesine Osmanlı lehçesinden ziyade Farisi kelimeler girmiştir. Bununla beraber bir Anadolulu ile bir Azerbaycanlının arasında şivece hemen hiç fark yoktur. Bazı mahalli kelimeler Anadolu ile Azerbay­ can lehçesini birbirinden katiyyen ayıramaz. Müs­ takbeldeki edebi Türk lisanı için Istanbul şivesi esas addedilmiştir. Bütün Turan , edebiyat lisanını Istan­ bul şivesine yaklaştırmaya uğraşıyor. Bu temayül bü­ yük milliyetperver İsmail Gaspiranski Beyin tercü­ mesiyle başlar. O, gazetesinin başına şiar olarak: "Dilde, fikirde, işde birlik" düsturunu yazmıştı. Türk milliyetperverleri bu şiarı kendilerine mebde ittihaz ettiler. Istanbul'da konuşulan lisan bütün Türkle�ib lisanı olacaktı. Fakat konuşulan lisan! Yazılan !isan değil. . . Merhum İsmail Gaspiranski Bey bizim edebiyatımı­ zın yazdığı iskolastik suni divan lisanına "tuti kuşu dili" namını verdi . Azerbaycan milliyetperverleri "millet"in manasını da tam Avrupalılar gibi anlamış­ lardır. Yani 'dili bir, dini bir' olan heyete millet der­ ler. Içlerinden Istanbul'un eski divan lisanını taklit edenler de vardır. Fakat gençler konuşulan lisanı kendilerine numune ittihaz etmişlerdir. "A. Cevad" ismindeki şairin Koşma/ar unvanlı şiir kitabı sanki İstanbul'da yazılmış zannolunur. Vezinleri millidir. Halbuki beş on sene ewel Azeri kardeşlerimiz de bi­ zim gibi Acem aruzunu kullanıyorlardı. Bizdeki milli edebiyat hareketi oralara kadar aksetti . Emin Beyin, bu saf Ziya'nın , Ziya Gökalp'ın manzumelerini oku­ dular. İstanbul'un milli edebiyat cereyanını taklide başladılar. Azerbaycanlı kardeşler sanatı, edebiyatı 75


bizden çok severler; ediplere, san.atkarlara da biz­ den daha çok hürmet ederler. Bunun sebebi ise aşi­ kardır. Orada edip yahut şair kendisini milletinden ayrı saymaz. Milletinin lisanını bizimkiler gibi hor, hakir görerek ilmi, müktesep, suni bir kitap lisanı te­ rennüm etmez. Buradaki genç mümessilleri bile bir edip, bir hikayenüvistir. Azerbaycanlılar küçük bir istiklal sen'esi içinde bizim asırlardan beri yapamadığırniZ şeyleri yap­ mışlardır. Memleketin her tarafını mekteple dol­ durdular. Türkçe lisanı resmi !isan ittihaz ettiler. Tiyatro mektebi açtılar. Sonra ilk Azerbaycan tari­ hini yazacak muharrire de büyük bir mükafat tah­ sis ettiler. Genç siyasilerden biri, daha geçen gün dedi ki: - Dünyanın en tabii devleti, milli olan devlettir. Bu basit içtimai hakikatı bizim siyasilerimizden hangisi anlayabilmiştir? Hem şimdiden sonra basit milliyet asrının ta orta yerinde hangisi gıll-u gıştan azade olarak anlayabilecektir? Ne ise . . . Meyus olmayalım! Türk sanatkarları için artık bugün Istanbul gibi hatta İstanbul'dan daha serbest bir vatan açılıyor. Yeter ki coğrafi hududun haricindeki Atinalı Rum , İstanbullu yahut Trabzonlu Ruma kendisinden ayrı bir millettenmiş nazarıyla bakar mı? Osmanlı devleti­ nin hududu içindeki Türkler de Türktür. Azerbay­ can, Şimali Kafkasya , Türkistan , Hive, Buhara, Se­ merkant ve Fergana ülkelerindeki Türkler de Türk­ tür. Aralarında küçük bir şive farkından başka hiçbir yabancılık yoktur. Umumi, milli edebiyatın bu farkı da bir iki asır geçmeden kaldıracağından şüphemiz olmasın! Azerbaycan bizim müstakbeldeki milli ede­ biyatımızı bütün Turan sahasına, yani Türklerle meskCın ülkelere neşretmekte samimi bir amil ola76


caktır. Onun için Azerbaycan'ın istiklali, hemen bü­ tün Turan'ın istiklali demektir. Evet, Hazar Denizi'nin öte tarafındaki kardeşle­ rimize Avrupa medeniyetini bizden ewel mutlaka onlar götüreceklerdir. Türk Dünyası dergisi, Nr: 1 -94, 29 Kinunuseni 1332/1 3 Şubat 1916

77


HARP EDEBiYATI Geçenlerde "TANİ N", harp edebiyatı hakkında ufak lakin çok mühim bir makale neşretti. Almanlar­ la Fransızların, memleketlerindeki fedakarlık, kahra­ manlık hislerini uyandırmak, gergin sinirlerini daima müteyakkız bulundurmak için boyuna neşrettikleri bitmez tükenmez eserleri İsviçre kitapçılarının ca­ mekanlarında adeta istila şeklinde gören muharrir, pek tabii ve haklı bir infial ile , bizim niye böyle eser­ ler vücuda getirmediğimizi soruyor ve bütün müte­ fekkirleri, muharrirleri, şairleri bundan mesul tutu­ yor. Çok doğru bir infial, pek meydanda bir mesuli­ yet! Karşımızda Avrupa'nın bütün muharip milletle­ rini yalnız harp sahnelerinde değil, fikir ve sanat va­ dilerinde de gergin bir faaliyette görüyoruz. Silah al­ tındaki ordu, karınca yollarına benzeyen siperlerde, yüksek karlı dağlarda çarpışırken, cephe gerisinde maddi manevi ne kadar kuwet varsa, hepsini, top­ lanmış, muayyen bir hedefe doğru ilerlemekte görü­ yoruz. Şair manzumeleriyle, romancı hikayeleriyle, temaşa muharriri piyesleriyle, ressam fırçasıyla, bes­ tekar nağmeleriyle milletin heyecanını duyuyor, du­ yuruyor; elemli kalplere teselli, yorgunlara ümit ve kuwet, ümitsizlere aşk ve heyecan veriyor; hasta ruhları dinlendiriyor; yorgun sinirleri teskin ediyor. Ak saçlı bir ninenin ulvi matemi, hiçbir şeyden ha­ beri olmayan küçük bir yetimin lakayt bir gülüşü, si­ yahlar giyinmiş bir zevcenin gözlerindeki tevekkül, ufak bir veda, taze bir mezara konulan çiçek demet78


leri. . . Hulasa daha bunlar gibi yüzlerce, binlerce kü­ çücük şeyler bazı bir beste, bazı bir manzume yahut bir hikaye, bazı ufak bir levha halinde bütün kalple­ re giriyor; ruhlardaki yakınlığı arttırıyor. Hayatın hiçbir hadisesi yok ki, dostlarımız yahut düşmanları­ mız ondan kendileri için manevi bir gıda çıkarmasın­ lar; milletin heyecanını yükseltmek, kahramanlık ve fedakarlık hislerini en son derecesine çıkartmak için ondan istifade etmesinler! Halbuki bizde?. . Bu o kadar feci bir suat ki, bunun karşısında mütefekkirlerimiz, şairlerimiz, sanatkarlarımız başla­ rını eğmekten fazla bir harekette bulunamazlar. Evet! Kahraman askerlerimiz Kafkas hudutlarında, Sina ve Irak çöllerinde, Çanakkale'de nihayetsiz bir iman ve heyecan ile mütemadi çarpışırken, o insan­ lığın fevkine yükselen kahramanlık sahneleri hangi şiirde kendisine ma'kes buldu? Hangi bestekar o kalpteki sesleri zaptedebildi? Hangi fırça onları tes­ pite muvaffak oldu? Hiç, hiç değil mi! Belki birkaç soluk manzume, bir iki ahenksiz beste, üç dört basit levha vücuda geldi; fakat insaf etmeli : Milletin asıl ruhundan , deruni heyecanından kopmuş olsaydı, bu eserler bu kadar mahdut ve bilhassa bu kadar az kıy­ metli mi olacaktı? . . Bunun sebeplerini uzun uzun aramak, milletin en yüksek sınıfını asıl milletten bu kadar uzaklaştı­ ran, ona bigane bırakan arnilieri ortadan kaldırmak, şüphe yok ki, kolay bir iş değildir. Yalnız, memleke­ tin mütefekkirlerinde, şairlerinde, sanatkarlarında göze çarpan bu hastalığı, hiç olmazsa şimdiden teş­ his etmek bile büyük bir istifadedir. Bu zavallı mem­ leketin başına her ne geliyorsa işte bundan, müte­ fekkirlerinin, güzideler sınıfının milli olmamasından ileri geliyor. Milletle yüksek sınıf arasında asırlardan beri devam edip duran bu ayrılık, bu alakasızlık de­ vam ettikçe, bizde yalnız harp edebiyatı değil hiçbir 79


şey olamayacağına iman etmeliyiz. Bir millet tasav­ vur ediniz ki onun büyükleri milletin lisanını, zevki­ ni, ahiakın ı, tabiatiarını taşımasın ; b ila ki s milli olan her şeye karşı -bilerek bilmeyerek- bir nefret gös­ tersin; yabancı dillerle konuşmayı, halkın bilmediği bir lisanla yazmayı, onunla temastan kaçınmayı ken­ disine marifet bilsin! "Demokrasi"nin her gün biraz daha mevki kazandığı , kuvvetlendiği bir asırda bu­ nun ne kadar gayri tabii olduğunu söylemeye bil­ mem hacet var mı! Hayatın tuhaf tesellileri var: Bizim gibi , kalbin­ de felaket, asırlarının söndüremediği kahramanlık ateşleri parlayan bir millet, kendi destanını haykıra­ cak yüksek bir ruha malik alamıyor da, beri tarafta, ltalyanlar gibi her gün rezaletle mağlup olmak için yaratılmış korkak ve gülünç bir milletin , "Danonçi­ yo" kadar heyecanlı destaneılan yetişiyor. . . Yeni Mecmua dergisi, Nr: S 9 Ağustos 1918

80


HAMLET Edebiyattaki meşhur enmuzeçler ekseriya haya­ ta model olabilecek yüksek, ulvi, ahlaki numuneler değildirler. Vakıa bunlar biraz herkesten başka, bi­ raz fevkalade adamlardır. Fakat çoğunun sedyesi de "seciyesizlik"dir. Ümmet devrimizin yarligarı olan klasik edebiyatımız marazi ve mücerret bir şekilde devam edegeldiğinden içinde canlı enmuzeçler bul­ mak imkanı yoktur. Onun için garp edebiyatından misal getireceğiz; Hamlet, Macbeth, Don Kişot, Tartuffe , Figaro, Faust, Tartaran de Taraskin, Ma­ dame Bovary , Bay Ganio ve ilh . . . Hiçbirisi tabii ha­ yata model olamaz. Bu meşhur enmuzeçlerin kimi hodgam ve ahlaksız, kimi fena halde ferdiyetçi, kimi maskara ve hesapçı, kimi mefkCıreci ve şahsiyetçi, ama son derece gülünçtür. Hayatta birçok dahiler yetişmiştir . Fakat edebi­ yatta bir dahi enmuzeci yaratılamamıştır. Edebiyat­ taki layemut ve hayali mevcutların -biraz mübalağa etmemize müsaade ediniz- hemen hepsi birbirinden berbattır. Garp klasiklerinin eserlerinde yaşayan ta­ rihi şahısların gayrı tabii azametleri, ulviyetleri ya­ nında küçükleri de sırıtır. Birçok muvazenesizlikler göze çarpar. Xavier de Montepin, Petson de Terra­ ille romanlarında birçok ahlaki enmuzeçler dolaşır. Ama bunlar o kadar şe'niyete muhalif, o kadar suni mahluklardır ki canlı olmadıkları için yaşayamamış­ lar; sanat yolundan edebiyata, ezeliyyete, layemutlu­ ğa geçememişlerdir. Sonra trajedi içinde başlıbaşına bir "şaheser" olan layemut nereden ! Hakiki hayatta , 81


hatta tarihte o ne çirkin, ne iğrenç bir enmuzeçtir. En mükemmel, en hissi, en ulvi bir şövalye gibi gö­ rünen Cyrano de Bergerac'a bakalım. Şair Ras­ tand'ın tarihi hakikati o kadar bozarak yükseltmek istediği bu enmuzeç ahlaki ve içtimai kıymetler kar­ şısında nedir? Hiç! Kendi gururunun, benliğinin fev­ kinde yüksek bir mefkCıreden mahrum, daima ferdiy­ le; büyük burnuyla meşgul, başkalarının güzelliğini kıskanır bir adam . . . Aşkından haberi olmayan bir kadını senelerce seven bir manyak! Her an ruhunda ferdi ve uzvi çirkinliğinin acısını duyarak bütün cemi­ yete hasım kalmış bir hayalperver! Sonra bütün bu marazi ıstıraplarını, ferdi tefahürlerini fazilet sanan bir gafil! Ve . . . Nihayet zavallı! Vakıa edebiyatta da bellibaşlı enmuzeçler yanında bazı ahlaki kahraman­ lar da vardır. Fakat bunlar pek sönüktürler. Adi ve ehemmiyetsiz görünürler. Sunidirler. Canlı ve meş­ hur enmuzeçler sırasına geçip o nefis eserlerin ezeli ve ölmez hayatına karışmamışlardır. Biz, bu makalemizde, garp edebiyatındaki en meşhur enmuzeçleri ahlaki, yani içtimai kıymetler karşısında tahayyül edeceğiz. Fakat zannetmeyiniz ki fena, ferdiyetçi bulduğumuz enmuzeçlerin eser içindeki edebi kıymetlerini hiçe sayacağız. Eser için­ de onlar pek güzel, pek bediidirler. Halbuki hayat­ ta? . . Hayır. Bununla beraber, bu ana kadar edebiyatta yara­ tılmış meşhur ve layemut enmuzeçlerin hayata mo­ del olamayacağını göstermekle bir "kanun" çıkarma­ ya da kalkmayacağız. Hayatta gizli ve şahsi bir ahlak kuwetinin her şeyi "güzel, iyi , doğru"ya götürdüğü­ ne itikadımız var. Bu temayül, edebiyatta da izlerini bırakacak. Ve bizim gibi ümmet devresinden çıkma­ ya çabalayan genç bir milletin sanatkarları, muhitin bütün aşağılıklarını , çirkinliklerini, noksanlıklarını, kabalıklarını "Bay Ganio" gibi tek bir enmuzece yük­ seltmeyecekler. Bugün onların vazifesi -bu ana ka82


dar misali bulunmamasına rağmen- milletierin bü­ tün faziletlerini, yüksekliklerini , ahlakiyatını fevkala­ de bir şahısta biriktirip dehai bir enmuzeç yaratmak­ tır. İşte ancak buna muvaffak olan sanatkarı tebcil edeceğiz. Biz, uzviyetçe, birer hayvanız; acıkmak, doy­ mak, susamak, korkmak ve ilh . . . gibi uzvi haz ve elemler duyarız, insan şeklinde bizi hayvandan ayı­ ran yalnız natıklığımız değil , ahlakiyatımızdır. Cemi­ yetin �efkCıresini duyup ona uyunca insan oluruz. Uzvi haz ve elemlerden başka birtakım ruhi haz ve elemler de duymaya başlarız. Varlığımızda "hayvan­ lıkla insanlık" birbirine girift olarak yaşar. Bu iki hal­ den birisinin kuweti ve şiddeti, diğerinin zaafını in­ taç eder. Cemiyetin, mefkCırenin içinde fena bulan bir adam mümtaz ve mesut bir şahsiyet sahibi olur. O hiç kendini düşünmez. Hayatı idrak tarzı çok va­ si, çok şümullü, çok yüksektir. O kadar yüksektir ki uzviyeti , maddi varlığı, benliği adeta gözüne görün­ mez. O artık ahlaki bir "şahıs"tır. Sonra muhiti olan cemiyetin ibram ettiği mefkCıre temayülünü kendi uzvi temayülleri kanalına akıtarak bütün zekai varlı­ ğını nefsi etrafında toplayan adam ahlaksız bir "fert"tir. Manevi bir kördür. Vakıa tam bir hayvan değildir. Fakat ruhi hazları, uzvi hazlar derecesinde şiddetle duyamaz. MefkCıre karşısında lakayttır. Uz­ viyeti ruhiyatma galiptir. Ve adeta kendi benliği et­ rafında marazi bir cihan yaratmıştır. Her şeyin, her duygunun , bütün kainatın merkezi kendi nefsidir. Ama bu hal tabii olmadığından , o, ruhi elemleri uzvi elemlerden daha şedit duyar. O kadar ki bu elemler, gayesini nefsine atfettiği ferdi mefkCıresini bile bo­ zar. Uzvi hazlarını da zehir eder. Nihayet avare ka­ lır. Sinirleri hastalanır. Muvazenesizlikler başlar. Pe83


rişan ve bedbaht olur. Çünkü "ferdiyetçi" ne kadar mefkCıreye ve ahlakiyata yabancı kalsa tamamıyla hayvanlığa dönmesine imkan yoktur. Daha açık söyleyelim: "Varlığımızda hayvanlıkla insanlık girift olarak yaşar" demiştik. Tamamıyla, ya­ ni her türlü alakadan mücerret bir halde insan olarak uzvi, yani hayvani haz ve elemlerden kurtulması na­ sıl imkansızsa; ahlaki insanlıktan; yani mefkCıreden ayrılarak tamamıyla müsterih bir hayvan olmamız da mümkün değildir. Hayatta insanlıkla hayvanlık ara­ sında gayet dehşetli bir "araf" vardır. Insan olmayan hayvanlığa dönemez. Fakat bu arafta kalır. Işte HamJet bu arafta kalan bir fertçidir. Asır­ lardan beri hayat, arafta kalmış mefkCıresiz "fert"lerle insanlığa suud etmiş "şahıs"lara sahnedir. Şahıslar faniliğin acılığını duymazlar. MefkCıre, fazi­ let ve sükCın içinde mesut yaşarlar. Fertçiler her şe­ ye maddi varlıklarını merkez yaptıklarından onun ergeç yıkılacağını ve her şeyin onunla beraber bite­ ceğini düşünerek ümitsizlik içinde teselli kabul et­ mez ıstıraplar çekerler. Hayat diğergam bir şahıs için ezeli ve nihayetsiz bir mefkCırenin yaşayışıdır. Hodgam fert için ölüme giden kısa bir yol. . . Bir uçurum! HamJet müthiş bir hodgamdır. Devletine, nam­ zet olduğu taca, tahta, vatanın, tebaasının haline, is­ tikbaline, saadet yahut felaketine dair hiçbir düşün­ cesi yoktur. Hiçbir şeye inanmaz. Yalnız kendisi .çin yaşar. Kendisinden gayrı, kendisinin haricinde:: ve fevkinde hiçbir şey onun için mevcut değildir. Ham­ Jet "kendi"ne de inanmaz. Fakat bu inanmadığı "ken­ di"ne son derece merbuttur. Çünkü mefkCıresizlik onun için muhitini karanlık bir ademe çevirmiştir. Bu ademin içinde tutunacak bir şey bulamayınca mecburiyet tahtında "kendi"ne döner. Daima kendi "ferd"iyle uğraşır. Daima hayattaki ferdi mevkiini gö­ zetir ve asla içtimai vazifelerini aklına getirmez. 84


Ferdiyetçi, içinde yaşadığı cemiyetin mefkCıresi ve ahlakiyatı altında, denizde dümensiz kalmış bir gemi gibi, sendeler parçalanır. M'ana ve mahiyetini bir türlü anlayamadığı harici bir tazyik onu bunaltır. Aczini, iradesizliğini, kararsızlığını acı acı duyar ve bir gün gelir ki kendine de başkalarına baktığı o ha­ kqret nazarıyla bakmaya başlar. Hamlet'te bu hali pek bariz bir surette görürüz: O her şeyden şüphe ve nefret ediyor; hatta bazı anlar kendinden bile . . . Daima kendisini tahayyül ile üzülüyor, kendi zaafını, noksanlarını derin derin arıyor, buluyor. Fertçilik ruhunda, maraziyeti neticesi olarak, ni­ hayetsiz "tezat"lar vardır. Hamlet'in sözlerinde, etva­ rında mantıki münasebetten ziyade' çok tezatlar gö­ zümüze çarpıyor. Mesela Hamlet'in kendine itimadı yoktur. Zaafiyetini bilir. Fakat aynı zamanda yine bir tefahürcüdür. Ne istediğinden haberi yoktur. Hayatı gayesiz­ dir. Fakat bu gayesiz, manasız, emelsiz hayatı yine son derece bir şiddetle sever. Her vakit hayatından şikayetçidir. Hayatı usan­ dırıcı, berbat, kıymetsiz, ıstıraplı bulur. Fakat bu şi­ kayet ettiği hayatı asla feda edemez. Amcası tarafın­ dan öldürülen ve pek iyi , pek kahraman , pek vatan­ perver bir kral olan babasının onu intikama davet eden hayalini görmezden çok ewel intiharı kurmuş­ tur. Ama daima bu fikirden ürker. Çünkü tatsız, boş, adi gördüğü hayat onca pek tatlıdır. Bütün duy­ duğu ıstıraplara rağmen yine kendini öldüremez. Hiç iradesi yoktur. Ferdiyetçi, daima kendisiyle meşgul olduğun­ dan bu zihni ve marazi faaliyeti, hali, tavrı ona hari­ ci bir garabet verir. İlk nazarda gayet mümtaz, ga­ yet zeki , gayet yüksek, muhitine gayet faik görü­ nür. Reybi olduğu için d imağındaki intibalarda dai­ ma bir med ve cezir dalgalanır. Bir bürkan fışkırır. Halbuki "şahsı"nın ruhunda ulvi istirahat ; bazen ha85


rici bir: sükCın ile müterafıktır. Şahıs bazen fert ka­ dar göze çarpmaz. Sönük gibi durur. Halbuki Ham­ let gayet cazibelidir . Kendisine iskelet kafalarını gösteren mezarcılarla konuşmasını hatırlayınız. Meçhul kederi, solgun çehresi, narin endamı, ma­ nalı, heyecanlı hali, muammalı nazariarı ne latiftir! Gayet şık kadifeden esvapları, şapkasının tüyü, za­ rif kibar edası, beliğ sözleri ne güzeldir. Hep müte­ vazı görünmek ister. Buna muvaffak olamaz. Muhi­ tine, herkese , her şeye faik bulunmak itikadı, ne kadar saklarsa saklasın, yine her halinden belli olur. Halbuki kendi acizlerin acizidir. Iyi, alicenap, mert bir kral alçakça öldürülünce, eviadı intikamını almaya mecburdur. Hatta bu mukaddes bir vazife­ dir. Bu vazife birsan şeklinde Hamlet'in karşısına çı­ kar. Haml·et bu vazifeyi icradan korkar. Ama -hani o bazen acı acı duyduğu- aczini itiraf edemez. Ken­ di kendisini aldatmak için birçok bahaneler uydu­ rur. Cinayetin hakikatinden son derece emin iken "yalancı bir şüphe" icat eder. Ve son derece kani iken, yine kanaat getirmeye kalkar. Birtakım ek­ santrik, sahnevi, mütereddit tahkikata başlar. Bu tahkikatı uzatır, genişletir. Tuhaf bir diplomasi ile kendi kendisini aldatır, vakit kazanmaya çalışır. Sanki sonra bir şey yapabilecekmiş gibi. . . Ve her adımda düşünür, taşınır. Bizim bir atasözümüzdür ki; "Çok düşünen babasının öcünü alamaz !" Hamlet de babasını öldüren amcasından asla intikam ala­ maz. Trajedinin içinde bu katilin ölümü sırf bir tesa­ düf, bir kaza neticesidir. Fertçilerden cemiyete hiçbir fayda gelmez. Hat­ ta bunlar cemiyete muzırdırlar. Çünkü cemiyeti mefkCırevi gayesine doğru sürükleyemezler. Cemi­ yetteki ham bir gayeyi keşf ve tebellür ettiremez, kemaline erdiremezler. Çünkü bizzat kendileri için bile rriuayyen bir gayeleri yoktur. Cemiyete, halka ehemmiyet vermezler, hakaretle bakarlar. Kendileri 86


gibi olmayan her "şahıs" nazariarında aptal, budala, hayvan , ahmak, dogmatik, mahdut, fikirsiz ve ilh . . . dır. Kendi gibi tefahürcü "fert"leri de beğen­ mezler. Çünkü samimi oldukları anlar, kendilerini de beğenmezler. Kendisine hakaretle bakan başkası­ na hürmet edebilir mi? Hamlet tam böyle bir "fert" numunesidir: Cemiyet ve halk aleyhinde dehşetli bir nefret duyar. Dikkat edilirse görülür ki bu nefretin sebebi onun demokrat olması, asil bulunması değil­ dir. Halk onun nazarında pis, kaba, hayvan , tenez­ züle değmez bir kütledir. Bu gibi enmuzeçlerde ulvi­ yete hiçbir temayül yoktur. Bunlardan cemiyete ma­ nevi hiçbir yadigar kalmaz. Bunlar yalnız garip ve marazi "ferdiyet"lerinin hatırasından başka bir şey bırakmayarak ıstırap ve elem içinde sönüp giderler. Cemiyeti sevmedikleri için , cemiyet de onları sev­ mez. Cemiyete inanmadıkları için, cemiyet de onla­ ra inanmaz. Fertçi cemiyeti sevmediği gibi, ayrı ayrı hiç kimseyi de sevmez. Hatta kadını da sevemez. Çün­ kü hodgamdır. Hodgam için kendinden başkası esasen yok demektir. Hodgam fertçi sevmez, ama aşık rolü oynar. Sever görünür. Aldatır. Adeta bir aşk aktörüdür. Fakat yaptıkları hep yalandır . . . Ha­ kikatte o ancak bir sefihtir. Shakespeare ferdiyetçi­ nin bu halini · büyük bir sanatta gösterir. Trajedinin bazı yerlerinde mükemmel bir sefih olduğunu anla­ dığımız Hamlet, Ophelia'yı sever gibi görünür. Ve o derece bu yalanla kızcağızı inandırır ki, nihayet felaketine sebep olur. Ophelia'nın babası Polonius bu yalana kanar. Onun delilik rolünü kızının aşkın­ dan sanır. Annesi kraliçeye ve amcasına ikisinin birleştirilmesini bir deva gibi tavsiye eder, sonra sözde sevdiği Ophelia Hamiefe aşkından bahsedince, "Buna inanmamak lazımdı. Ben seni sevme­ dim , " cevabını alır. Trajedinin zevkine varılır, ruhu87


na inilirse , HamJet'in Ophelia için temayülü pek adi, pek çapkın , pek çirkin, pek kelbi olduğu na­ zardan kaçmaz. Aşkı esnasında Hamlet, Ophelia ile değil her vakitki gibi yalnız kendisiyle meşgul­ dür. HamJet münkirdir. Yalnız iyiyi değil, fenayı da münkirdir. İnkar ettiği bir şey uğrunda çalışmak is­ ter. Fakat her reybi fertçi gibi onun da "irade"si yoktur. Çırpınır, ileri atılamaz. Ayaklarını oynatır, yürüyemez. Yerinde sayar. O kadar feci bir mevki­ dedir ki ne ileri gidebilir; ne de geri dönebilir. Çün­ kü iyi ve fena bir hareket için mutlaka irade lazım­ dır. Onun iradesiyle düşüncesi hiçbir vakit birleşip "hareket"e münkalip olamaz. Hamlet , darülfünun tahsili görmüştür. İlimden , sanattan anlar. Her şeyi ihata eder. Fakat sabit ve muayyen bir noktaya te­ veccüh edemez. Çünkü bunun için de " irade"ye ihti­ yaç vardır. Mukaddesata hürmeti yoktur. En büyük ve muhterem adamlara küfrü basar. Adil değildir. Zalim ve müstebittir. Hatta vahşidir. Öldürdüğü Po­ lonius'un naaşına karşı söylediği sözleri hatırlayı­ nız . . . Ferdiyetçilerin bir mazhariyetleri vardır ki tah­ lil olunınazsa uzaktan göze bir fazilet gibi görülür. _Bu _ � bazen kazandıkları "dostluk"lardır. Fertçi , mahdut fikirli, kendinden aşağı, saf ve çömez ruhlu bir adam buldu mu ona karşı vefakar bir dostluk gösterir. Onun muhabbetini celbeder. Onu fikrinin med ve cezirlerine uydurur. Onu reybiliğinin müte­ havvil intibaatına bir ayna yapar. Rus edibi Turgan­ yev ve Horatio'nun HamJet hakkındaki muhabbeti­ ni, kendisinin mahdut fikirli stoist olmasına atfedi­ yor; Horatio, kendi enmuzecindeki adamlar arasın­ da bir müstesna. Çünkü mütevazı . . . Kendi zaafının kifayetsizliğini biliyor. Hamlet'i zekaca çok yüksek görüyor. Ve ona prens olduğu için değil, kendin­ den çok yüksek gördüğü için bağlanıyor. Hamlet, ·

BB


l;loratio'yu takdir ediyor. N için? Çünkü onun da takdir ettiği şey bizzat kendi fikri , kendi telkinidir. Denilebilir ki , Horatio bahanesiyle yine kendi ken­ disini beğeniyor. İşte fertçinin dostluğu ve takdiril HamJet'te hiçbir mefkure gibi dini his, dini he­ yecan da yok. Ve zaruri olarak son derece ümitsiz ölüyor . . . Ölürken her şeyin kendisi ile beraber bitti­ ğirie kail! Ölüm karşısında küçülüyor, gururu kırılı­ yor. Sükun buluyor. Fakat marazi bir sükun . . . Shakespeare Hamiefi ile bize müebbet bir "fertçi" enmuzeci çizmiş sanıyoruz. HamJet hiçbir şeye inanmıyor, sevmiyor, takdir ve takdis etmiyor. Etrafına hakaretle bakıyor. Hep kendisiyle meşgul. Kendisinin haricindeki her şey nazarında zerre ka­ dar ehemmiyetsiz. . . "Hayr"a itikadı yok. Ama "şerr"e de taraftar değil. Ne istediğini, ne yaptığını , n e yapacağını bilmiyor. Hayatı baştan başa bir sinir fırtınası . . . Muhiti onu deli sanıyor. Halbuki deliliği de uydurma . . . Muhabbeti de, asabiyeti de yalan . . . Herkes gibi kendisini de aldatıyor. "intikam alaca­ ğım" diye vakit geçiriyor.. Her isterik gibi tuhaf, fev­ kalade, garip, cazibeli bir adam . . . Hasta bir zavallı! Fakat trajedinin içinde ne bedii, canlı, ne güzel mü­ kemmel . . . Sonra bu enmuzece, bir de hakiki hayat­ ta bakınız. En kötü, en berbat, en tahammül olun­ maz, cemiyete en muzır, tefahürcü, muvazenesiz, hodgam bir fert . . . HamJet'in bütün ıstıraplarını , elemlerini, nev­ rastenisini, ümitsizliğini, cesaretsizliğini, iradesizliği­ ni, vahşetini '(sözde intikam almak istediği cinayetin hakikatine gayetle kani iken, artık bilinmez neye ka­ naat getirmek için tertip ettiği), o sahnevi tahkikat şantajcılığını, tefahürcülüğünü bugün cemiyetin mefkuresine yabancı kalan, insanlıkla hayvanlık ara­ sındaki arafta dolaşan her fertçide az veya çok bir 89


miktarda görebiliriz. Bu fertçilerin hemen hepsi, kendi benliklerinin fevkindeki bir "mefkCıre" şevk ve heyecanının ademinden başka bir şey olmayan ruhi serseriliklerini, uzvi yahu� asabi hastalıklar sanırlar. Ve bütün hayatlarınca birtakım "tababet edebiyatçısı doktorlar" ı kazandırırlar. Fakat Hamlet gibi içlerin­ den hiçbirisi iyi olamaz. Yeni Mecmua dergisi, Nr: 33 Şubat 1918

90


DON KİŞOT Büyük şaheserlerin hala lisanımıza geçirilme­ mesi edebiyatımız için pek acıklı · bir noksandır. Altı sene ewel Darüşşafaka Kütüphanesi tarafından Don Kişot'un neşredildiğini görünce ne kadar sevin­ miştim . Yazık ki bu kitabın ikinci cildi çıkamadı. Tercüme yine yarım kaldı. Çünkü birinci cilt satılma­ mıştı. Tab'ı nefisti. Fiyatı cildine, kağıdın güzelliğine nispeten pek ehvendi. Fakat isimlerini saklayan mü­ tercimler en adi , en bayağı, en köhne bir "kitap lisa­ nı" kullanmışlardı. Vakıa bu lisan pek muğlak değildi, fakat hayi­ deydi. Eserin canlılığıyla taban tabana zıttı. lanne­ derim bu tatsız lisan için Don Kişot tercümesi rağ­ bet görmedi. Vakıa her eser, tercümesinde aslının güzelliğin i kaybeder. Bu bir hakikattir. Lakin her li­ sanın bir canlılığı, bir tabiiliği vardır. Bu tabiiliği boz­ mamaya çalışsak aslın en esaslı güzelliklerini kaybet­ meyebiliriz. "Kitap lisanı" dediğim Arapça, Acemce kaideleriyle yapılmış "basmakalıp terkiplerle" dolu suni bir ifadedir. Bu ifadeyi kullanan hiçbir sözü ta­ bii söyleyemez. Mutlaka zihninde bir klişe bulur. Onunla fikrini eda etmeye çalışır. Işte buna bir misal getirmek için Don Kişot tercümesini gelişigüzel açı­ yorum. Yarım sahifede bakın ne kötü klişeler var. "A rkadaşına boş yere anlatmaya sa 'yetti . . . Hayvan iştira etmek bahanesiyle . . . Pederinin ha­ nesine n azil oldular. . . Hane-i pedere a vdet edince m u h a rebede m ü katebeye başladı. Tem aşa ederek 91


teskin-i hasret ederdi. . . Lucinde'i görm üş h üsn ü bi-adi/ine hayran olmuştu . . . Kızın vasf-ı cemaliyle beraber mektupları nda. . . Kızın cazibe-i h üsn ü anına mağlup olarak çiftlikteki sevdasını çoktan feram uş etmişti ve i/h. " (s. 1 32).

Kitap lisanı kullananlar "çalıştı, satın aldı, etti" diyemezler. "Sa'y etti, iştira etti, nazil oldu" derler. İşte bu hal canlı lisanı edebiyattan kovan bir veba­ dır. Hiç olmazsa doğduğu memleketlerin, doğduğu asırların hudutlarını aşarak bize kadar gelmiş olan büyük şaheserleri tercümeye kalkanlar bu vebadan kendilerini kurtarmalı. Ölmez şaheserleri öldürme­ meli . . . Cervantes üç yüz sene ewel yaşamış bir İspan­ yol muharriridir. Birçok komediler yazmıştır. Yalnız Don Kişot'u ebedi kalmıştır. Üç yüz sene ewelki bir "enmuzeç" bugün muhakeme olunabilir mi? Üç yüz senede "hayatı idrak tarzı" ne kadar değişmiştir! De­ ğil mi? Fakat ruhumuzun bazı halleri vardır ki, asır­ lardan beri aynı mahiyette durur. Eğer Don Kişot'un zihniyetinden, hayatı idrak tarzından bugün bir iz bulunmasaydı bu şaheserin yaşamasına imkan yok­ tu. Cervantes'in tezi meydandadır. Şövalye romanla­ rını tehzil etmek. . . Fakat hayalinde yarattığı kahra­ man belki onun arzusunun hilafına olarak canlanı­ yor. Hakikatin eleınli bir çehresi gibi yaşıyor. Birinci ciltte garip, kaçık, bön, saf gördüğümüz Don Kişot ikinci ciltte nasihatçı, akil, oldukça muvazeneli bir adam oluyoro Kitabı bitirdikten sonra kahramanı dü­ şünmeye başlarsak onun halis bir idealist olduğunda şüphemiz kalmıyor. Müphem bir hüzün duyuyoruz. Hayaile hakikatin çarpışmasından çıkan gülünç gü­ rültü bir müddet bizi eğlendiriyor. Don Kişot'un ha­ rekatına bakarken ruhunu görmüyoruz. Sanço'yu bi92


le anlayamıyoruz. Ewel zamanın şakrak "fars"ları gözümüzü boyuyor. Don Kişot'un birsamiarına tıpkı hancılar, köylüler gibi gülüyoruz. Şimdi Cervantes'in dehasıyla soğukluğunu giderdiği mübalağalardan bir an uzaklaşalım. Bu şövalyeciği muhitinin hissizliğin­ den dışarıya çıkaralım. Ahlaki vaziyetini : Şahsiyeti­ ni, emelini, aşkını tayine çalışalım. Enmuzeçlerin ru­ huna hulul etmek için onları etrafiarını saran vaka­ lardan, hadiselerden, zihniyetierden muvakkaten ayırmalı. Rivayete bakılırsa Cervantes bu eserlerini Cezayir zindanlarında yazmıştır. Yaralanarak sakat kalan, kurtulup vatanına dönmek ümidi pek zayıf olan bir adamın ruhundaki hal nedir? Yeis. . . Kırı­ lan, sönen bir hayaile kahramanlığa, şövalyeliğe , fe­ dak�ulığa karşı itimatsızlık. . . İşte Cervantes hakiki bir kahramanken, hakiki bir fedakarken, hiç şüphe­ siz o şövalye romanlarını da noktası noktasına veed­ le okumuşken bu ruhi haletin altında harsını aldığı şeylere hücum ediyor. Kahramanlık, diğergamlık mefkCıresini veren şövalye romanlarının insanı de­ lirttiğini, gülünç bir vaziyete soktuğunu anlatmak is­ tiyor. Hiçbir hicivci tezi için kahramanına Cervantes kadar itisaf etmemiştir. Zavallı şövalye birinci ciltte her gün rastgeldiğinden dayak yer. Halkın onu deli yerine koyarak eğlenmeleri, şakaları o kadar kaba o kadar insafsızcasınadır ki, gülerken aynı zamanda acır, hiddetlenir gibi olursunuz. O, Cervantes'e inat, o kadar yüksektir ki. . . Yerdeki şe'niyeti görmez, bel­ ki görmeye tenezzül etmez. Don Kişot'ta her şeyden ewel "iman" vardır. Ezeli bir şeye, kendi ferdiyetinin haricinde ulvi bir hakikate inanır. "Ideal" aşkını duymuştur. Bu ideale erişmek için her şeyi hatta canını feda etmeye ha­ zırdır. Zaten hayat onca ideal içinde yaşamaktır. ideali "dünyada hakikatle adaleti muzaffer etmektir." 93


Don Kişot bu ideali nerede buldu? "Şövalye roman­ larından, hurafelerden mi?" diyeceksiniz. Ne olursa olsun . Bunu aramayınız. Onun ahlaki düşüncesine bakınız. Don Kişot kendi ferdiyetine, şahsına hiç ehemmiyet vermiyor, ideali içinde fena bulmuştur. Yaşı eliiye yakın . . . Zayıf, kemikli, uzun boylu . . . Şö­ valyelik kitaplarını vecd ile okuyor. Nihayet bu ki­ taplardan bir kütüphane vücuda getiriyor. Bunun için yegane serveti olan tarlaların yarısından ziyade­ sini satıyor, kitapları onu zapt ediyor. Fasılasız oku­ maktan, uykusuzluktan dimağı kuruyor. Aklını ayna­ tıyor. . . Görüyoruz ki Don Kişot hasta . . . Ama ideali ruhunda sapasağlam duruyor: "Kendisi için değil, başkaları, kardeşleri için çalışmak, fenalığı dünya yü­ zünden kaldırmak, insana düşman kuwetlerle, dev­ lerle, sihirbazlarla dövüşmek!" Ruhunda hodgamlı­ ğın gölgesi bile yok. Lakin cahil. Yüksek bir tahsil görmemiş ama, bütün müessesata, dine, Allah'a, asilzadeliğe itikaclı, hürmeti var. Aynı zamanda ken­ di hürriyetini düşünüyor, başkalarının hürriyetini de ihmal etmiyor. Zaten uğraşması hep başkalarının hürriyetini temin etmek için değil mi? Bütün şahsiyeti fedakarlıktan, ihlastan ibaret! Onun için son derece cesur! Hiç düşünmez, tek ba­ şına yüzlerce kişiye birden h ücum eder. Gözünü ateşten sakınmaz. Korku bilmez. Mağlupluk hatırın­ dan bile geçmez. "Gezginci şövalyeler gibi bütün cihanı dolaşa­ yım . Zayıfların , zulüm görenlerin imdadına yetişe­ yim! " diyen Don Kişot çok büyük ruhlu, çok müte­ vazı, çok merhametli bir kalbin sahibidir. Tefahürcü değildir. Yapacağı büyük işe vücudu, sıhhati, kuwe­ ti müsait midir? Bunu hesap etmeye hacet görmez. Yalnız çelikten daha pek bir "irade"si vardır. Emeli, sabit fikir halindedir. Emeline erişmek için koşar. Etrafına bakmaz deli gibidir. En bariz, en aşağı ha­ kikatler vücudunun ateşiyle eriyor. Yeldeğirmenleri94


ni, koyun sürülerini, dev düşman kümeleri halinde görür. Mızrağını çeker, saldırır. Emeli o kadar kuv­ vetlidir ki. . . Hiç başka bir şey düşünemez. En kaba tecavüzlere maruz kaldığı zaman sanki yine haki­ katten haberi yoktur. Ulvidir. Lafı , tavrı, hareketi hep yüksektir. Ahlaki kuvveti bir an zayıflamaz. Ernelinden başka şeye karşı kayıtsıziiğı pek samimi , pek tabiidir. Geçirdiği badireleri aklında tutamaz. Bir saat sonra unutur. Aklını, hatırasını dolduran mefkCıresinin şahıslarıdır. Tasawuru: Evvel zaman şövalyeleri gibi rastgeldiği fenalıkları ortadan kaldır­ mak, haksızlıklara mani olmak, macera peşinde do­ laşmaktır. Yavaş yavaş sönen gezginci şövalyelik müessesesini uyandırmak kadar vatanı için faydalı bir şey olamayacağına kaildir. Ahırda ihtiyar, zayıf atına bakarken lskender'in Bucephale'ını hatırlar. Daha macera aramaya çıkmadan ona "Rosinante" adinı kor. Sonra kendisine bir ad lazım. Bu adı bir hafta arar, nihayet bulur. Don Kişot . . . Fakat, o yal­ nız kendinin şeref kazanmasına razı değildir. Naza­ rında kendisinin ehemmiyeti yoktur? Hemen oku­ duğu şeyleri hatırına getirir. Şövalye Amadis adına vatanın namı olan "Gol" kelimesini ilave etmemiş miydi? lleride büyük muvaffakıyetler kazandıktan sonra bu şerefin yalnız kendisine ait olmasına razı değildir. Bu şeref memleketine ait olmalı . . . Kendi adını " Don Kişot de la Manche" kor. M aksadı ulvi­ dir. Tedarikini tamamlayınca duramaz. Durursa dünya yüzünde vaki olacak fenalıklardan kendisi mesul kalacağına emindir. Don Kişafta imandan sonra en bariz bir suret­ te göze çarpan haslet "vazife hissi"dir. Yüksek bir emrin, bir vazife emrinin icrasına çalışır. Bu emri yerine getirmek için her türlü sefaletiere katlanır. Mukabilinde hiç şahsi bir menfaat düşünmez. Üstü başı perişandır. Tolgasının yarısı mukawadandır. Sefildir. Hatta açtır. Fakat bunlardan hiçbirisinin 95


farkında değildir. Çok fakirdir . Acizdir. lhtiyarcadır. Bununla beraber bütün dünyanın zulüm görenlerini kurtaracak bir kuweti kendinde bulur. Kendinden hiç şüphesi yoktur. Öteye beriye hücumlarında neti­ ceyi, faydayı , teferruatı düşünmez. Çünkü maksadı­ nın esası fedakarlıktır. Halbuki hiçbir fedakar hare­ ketinden sonraki neticeyi hesap etmez. Hesap eder­ se yaptığına "fedakarlıj{" denmez. Don Kişot'un sevgilisi de tamamıyla bir hayal­ dir. Fakat kuwetli imanı sayesinde onun vücudun­ dan, varlığından bir an şüphelenmez. Talihi bir gün yardım eder de, bir deve rastgelirse . . . Tabii onu iki parça edecek. Yahut dev ona teslim ola­ cak. O vakit deve, "Git sevgilime teslim ol ! " diye­ cek. Gençliğinde "Quixada" (Kiksada) yahut "Que­ sada" (Kesada) namı altında aviarda dolaşırken gü­ zel bir köylü kızını sevmiştir. Bu kız onun muhab­ betini hiç duymamış, yahut ehemmiyet vermemiş­ tir. Fakat daima kalbinin hakimidir. Ismi "Aidonzo Lorenco. " Don Kişot ile aynı köyde oturuyor. Ama Don Kişot bu ismi yüksek görmüyor. Uzun müddet düşünüyor. Ona da bir isim buluyor: "Dulcinee To­ boso . " Artık hep onun güzelliğ i , şanı, şerefi için yaşıyor. Mektubunu götüren Sanço'nun sevgilisine dair verdiği hakiki tafsilatı reddediyor. Daima onu bir ulviyet halesi içinde gözünün önüne getiriyor. Ona imanı o kadar kuwetli ki . :. Uğrunda ölmeye hazır! Hasmı tarafından yere serilince , "Ey şövalye beni öldür. Fakat benim zayıflığım Dulcinee'nin şa­ nına asla zarar iras etmez. O yine dünyanın en gü­ zel kadınıdır" der. Sevgilisini hakiki bir aşkla bir ideal gibi sever. Dulcinee kaba saba, pis bir köylü kadın kıyafetinde karşısına çıkınca gözlerine inaria­ maz. Büyücülerin, sihirbazların onu bu hale koydu­ ğuna ka il olur. 96


İdealinin şe'niyet karşısında iflasına inanmayan­ lar hala yok mudur? "Ben hakika tten i h ti rOz ederim " diyen şair bu şe'niyet karşısında ne kadar ıstırap duymuştur. Şe'niyete mugayir bir ideale iman edenlerin nesille­ ri kesilse tarih kitapları kapanır. Aramızda daima "oiana" değil , kendilerince "olması icap edene" ko­ şanlar vardır. Işte Don Kişot da bunlardan biridir. Fakat Cervantes şe'niyete taraftardır. Şe'niyetle be­ raber ona zulmediyor. Maskaraya çeviriyer. Ama Don Kişot yine hiç aldırmıyor. Gayet iyi terbiye görmüş, asil, kibar, civanınert bir adam gibi hare­ ket ediyor. Tavırları hep mümtaz, hep ağırbaşlı . . . Son derece nefsine hakim! En büyük hakarete ma­ ruz kaldığı zaman bile soğukkanlılığını kaybetmiyor. ldealiyle o kadar meşgul ki, bazen izzeti nefsini bile unutuyor. Gitgide şahsına teveccüh eden taarruzla­ ra pek aldırmamaya alışıyer. Bir sofrada " . . . Ben asla barbar değilim. Ilmi, edebiyatı sever, alimiere hürmet beslerim" diyor. Onca harbin gayesi, "dün­ ya nimetlerinin en birincisi olan sulhu, asayişi in­ sanlara vermektir ." Onca dünyada en büyük vazife muharebedir. Muharipler dünyada en faydalı bir va­ zifeyi icra edenlerdir. Çünkü gayesi "sulh, sükun" olan harbi onlar yaparlar. Muhariplerle alimleri mu­ kayese ettiği zaman ulviyette ikisini bir tutmaz. Mu­ haripleri daha yükseğe çıkarır. Alimler için der ki , " . . . Çok vakit işkenceye uğrarlar. Cehalet, gayz, ha­ set onları hırpalar. Bunu da itiraf eder ama zaruret saikasıyla zenginlerin önünde eğilirler. Minnettarlık gösterirler. Bazen -pek nadir olarak- bir alim, ser­ vete nail olursa eskiden çektiği meşakkatleri hemen unutur (bir cahil gibi) , o günkü saadetinden istifade eder." Halbuki muharipler? .. Ediplerin, alimierin niha­ yet iki bin rakibi vardır. Bir muharibin karşısına otuz bin rakibi çıkar. Muhariplere mükafat nedir, nis97


yan . . . Fakat bunu bildikleri halde yine gayretlerine h afel getirmezler. Don Kişot'un ölümü pek hüzünlüdür. Cervan­ tes burada insafsız şakalara kalkmaz. Lakin bir uşak yine rahat durmaz. Zavallıya son nefesinde teselli vermek ister. "Yakında yine yeni maceralar peşinde dolaşacaklarını" söyler. Fakat Don Kişot inanmaz, herkesten af diler, asıl ismini söyler. "Ben artık Don Kişot değilim !" der. Bu eseri üç yüz senedir akuttu­ ran Cervantes'in mübalağalı, ibtidai kaba şakaları, latifeleri değil , Don Kişot'un ruhudur. Don Kişot da­ ima vecd içinde yaşayan, vecdi içinde kendini kay­ betmiş olan bir adamdır. Etrafında yapılan münase­ betsizliklere yabancıdır. Ulvi bir fikrin saltanatı altın­ da, kendi kendine uydurduğu, fakat bütün kuwetiyle iman ettiği hayali bir alemde yaşar. Ulvi bir fikri n mutaassıp hizmetkarıdır. Fakat bu fikir hayata uy­ maz. Eski, cansız bir mazi "hal" içinde yaşamaya kalkarsa tabii gülünç olur. Işte Don Kişot mazi ol­ muş, masala geçmiş bir hayatı, şövalyeliği yaşatmak istediği için "hal''in taarruzuna uğruyor. Barut dev­ rinde kılıç kahramanlığı iflas etmiştir. O bunu dü­ şünmüyor. Her adımında masalı tarih zannedenlerin idealine, şe'niyetin ibrama göre bir şekil veremeyen­ lerin hüsranına düşüyor. Bununla beraber maddiyatı şe'niyetin altında eziHrken ulvi ruhunun daima yüksekte kaldığını gö­ rüyoruz. Onu çok seviyoruz, güldükten sonra, hak­ kında merhamet, hürmet duyuyoruz. Geçen neşemi­ zin izi derin bir hüzün oluyor. Yeni Mecmua dergisi, Nr: 37 28 Mart 1 91 8

98


TEN KI DiN FAYDASI Edebiyatı yüksek milletlerde tenkidin mevkii pek mühimdir. Tenkit edebi cereyanlara sahih isti­ kametler verdiği gibi muhtelif sebepterin muhtelif tesirleriyle sanat sahasında baş gösterecek bozuk­ lukları, hastalıkları da tedavi eder, gizli, sakin, gürül­ tüsüz kıymetleri meydana çıkarır. Şartatanları sustu­ rur, manevi muhtekirleri iflas ettirir. "Tenkit" olmadı mı sanatın inzibatı gevşer, zev­ ki bozan marazi inhiraflar, irticalar ortalığı kaplar. Edebiyat sahası o vakit, tıpkı zabıtası dağa kaçmış bir şehre benzer. "İçtimai nizam" kırılınca anarşi na­ sıl başlarsa sanatın inzibatını muhafaza eden "ten­ kit" de mevkiinden düştü mü "edebi anarşi" olanca savletiyle zevklere musaHat olur. Marazi iddialar o kadar kuwetlenir ki , adeta bir hakikat gibi cemiyete kendilerini ibrama kalkarlar. Bütün bu manevi bol­ şevikliği terbiye edip normal muhiti husule getirebi­ lecek yegane "el" ilmi tenkidin bitaraf etidir. Memle­ ketimizde tenkidin tarihi pek kısa, hem de hiç iftiha­ ra şayan değildir. Bizde her tenkit karşılıklı bir mü­ cadeleye kalbolmuş, nihayet çirkin sövüşmelerle ni­ hayet bulmuştur. Bunun sebebi ise pek aşikardır. Bizden ewelki nesil tenkidin ne olduğunu, kimin ta­ rafından, nasıl yapılacağını bilmiyordu. Ilmi endişe­ ler, ilmi umdeler zihinlerde esaslı arniller değildi. "Tenkit" diye yapılan şeyler de -hatta gayrı ilmi- bir "fikir" bile değil , dümdüz bir "his" hükmünü iı:;ra edi­ yordu. Kemal Beyin, Muallim Naci'nin, daha sonra­ kilerin yazdıkları buna şahittir. Biz, bu his girivesine düşmernek için , edebi va99


zifemizi yaparken, takip edeceğimiz müspet istika­ metin kısa bir programını çizeceğiz. Işte bu program şu sualciklerin cevapları içindedir: 1- Tenkit nedir? 2- Nasıl yapılır? 3- Kimin tarafından yapılır? 1- Tenkit, hiçbir vakit bir "hükm-i karakuşi" değildir. - Enfes efendim, enfes . . . - Berbat bir şey! - Okunmaz! - Saçma. - Zırva . . . gibi, iyi kötü, ispatsız, iknasız verilen her hükmün kıymeti birdir: Sıfır! Indi hükümterin te­ siri nihayet bir his meselesi olabilir. Bir müellif yıl­ larca çalışarak bir piyes yapsın! Onu sahneye koy­ dursun , sonra kalksın biri hiç tahlil etmek eziyetine girmeden, ilim, sanat gözüyle bakmadan, hiçbir "mebadi" terazisinden olsun geçirmeden "fena" diye mahkum etsin . İşte olamaz. Bu tenkit değil, "sui­ kast"tır. - Öyle ise tenkit nedir? - Tenkit, ameli, şen'i, etraflı bir tahtilin zaruri, gayrı ihtiyari bir neticesidir? Elimizde "ilim" aleti dururken "zevk" gibi mu'fil bir şey hiçbir vakit tenkidin esasını teşkil edemez. Aldığımız terbiye, büyüdüğümüz muhit, gördüğümüz tahsil bizde hep ayrı ayrı "zevkler" husule getirmiş­ tir. Zevklerimiz de yüzlerimiz gibidir.- Hiç birbirine benzemez. Hepimizin zevkleri fevkinde bir de umu­ mi, milli bir zevk vardır ki tenkitte ilmin , mantığın yanında bulunmaya ancak o layıktır. Fakat bu "umu­ mi, milli zevki" de kullanmak mutlaka ilim vasıtasına müracaatla kabildir. Ewela milli zevki duymak, anla­ mak, görmek için birçok ilmi tahliller, tecrübeler la­ zımdır. Yoksa kimse kendi zevkine: "İşte bu milli 100


zevktir!" diyemez. Tekrar ediyorum : Milli zevk, bi­ zim şahsi zevklerimizin fevkinde bir şe'niyettir. Bu şe'niyeti tenkit gibi zihni bir arneliyede de kullana­ cak olan, mevzuuna ilim gözüyle bakmaya mecbur­ dur. 2 - Tenkit nasıl yapılır? Maupassant, münekkit­ lerin hükümlerini kabul etmezdi. "Ben yeni bir şey ibda ediyorum . Halbuki onlar daima eski modaları hatırlayarak, eski modalarla karşılaştırarak hükümle­ rini veriyorlar" derdi. Ihtimal bu hissi tenkitçiler için­ di. Halbuki sanatın müesses bir inzibatı dururken "tenkit"in lüzumsuzluğunu iddia etmek boştur. Sana­ tın gayelerinden biri de "tabiat"tır. Tabiat adeta sa­ nat eserlerinden bir disiplin husule getirmiştir. Bir misaile izah edelim: Romanla hikaye nevinde tabiat endişesiyle kahramanlar hep kendi lehçeleriyle ko­ nuşturulur. Bu artık roman, hikaye sanatının bir kai­ desidir. Dünyanın en büyük mühendisi nasıl hende­ sedeki eşek davasını bozamazsa, dünyanın en · büyük edibi de bu kaideyi bozamaz. Meğer ki yazdığı bir fantazi ola . . . İşte münekkit bir eserde. bu gibi esasla­ ra muhalif yanlışlar görürse meydana kor. Sonra tenkidin ilk vazifesi "doğru ile yaniışı ayırt etmektir!" "İyi ile fena", "güzelle çirkin"in muhakemesi ikinci iştir. Vakıa her doğru güzel değildir. Her vücudu noksansız insan güzel değildir. Her kambur, her ço­ lak, her topaJ güzel midir? Tenkit güzelleri, çirkinle­ ri ayırmadan karnburları, çolakları, topalları arar. Çünkü bu ameliye metindir. Kolaydır. Inkara, münakaşaya tahammülü yoktur. Bunun için pek adildir. Kimsenin gönlünü, hatırını kırmaz. Tenkit, eğer kendine güvenebilirse "güzel çir­ kin , iyi fena" muhakemesine de girişir, fakat hü­ kümleri mutlaka şen'i tahtilin zaruri neticeleri olma­ lı. Bu en birinci şarttır. 3 - Tenkit kimin tarafından yapılabilir? "Hükm-i karakuşi" vermeyen herkes tarafın101


dan . . . Evet bir cebir muadelesini riyaziye bilen her­ kes nasıl halledebilirse sanatın esaslarını bilen, milli zevki sezecek kadar hassas bulunan, ilimierin meba­ disine vakıf olan her zat bir eseri tenkit edebilir. Bir eseri tenkit edemeyenler ancak "hükm-i ka­ rakuşi"cilerdir. Onlar kendi şahsi zevklerini "milli zevk" zannetmek gibi bir hataya düşmüşlerdir. Hal­ buki hepimizin ayrı ayrı zevklerinin mecmuudur ki milli zevkin nüvesini teşkil eder. Bu umumi zevkin mahiyetini anlamak için ewela kendi zevkimizin ni­ hayet bir "cüz" olduğunu, büyük "küll"e nispeten hiçbir ehemmiyeti haiz olmadığını teslim etmemiz lazımdır! Tenkidin diğer bir vazifesi de; eserleri tenkide hiç hakları olmayan "hükm-i karakuşi"cileri sustur­ maktır. Işte biz bu vazifeyi -zaten bir edebiyat mual­ limi gibi her çıkan eseri okumak mecburiyetinde bu­ lunduğumuz için- bugünden itibaren memnuniyetle uhdemize alıyoruz. Kalamış 25 Eylül 1 9 1 8 Akşam gazetesi, N r : 8 , 2 7 Eylül 1 339 (1 918)

1 02


SANATI İDRAK Ahmet Mithat Efendi bir vakitler yazdığı ro­ manları, gazetesinde tefrika ederken karileri mat­ haaya kadar gelirler "O ihtiyar falan paşa değil mi? O genç falanın oğlu değil mi? Ben Dürdane Hanımı tanıyorum. Bebek'teki saraylı hanım değil mi?" ve ilh . . . gibi şeyler sorarlarmış! Halk o zaman edebiya­ tında "roman" nevinin ne olduğunu bilmediği için hayali şahısları hakiki adamlar sanırmış! Artık bugün "elhamdülillah" romanı "sahih vakıa" zanneden bir devirde değiliz! Fakat "asri edebiyat"ın nevilerini id­ rak etmeyenler daha pek çok! Nasıl sokakta asri ha­ yatı idrak etmeyen köylülere rastgelirsek fikir ale­ minde de zihninin hacmi gayet dar aşinalarla karşı­ laşırız. Tramvayda, tünelde, vapurda biletini pazar­ lıkla almak isteyen köylü, mark isteyen ihtiyar ha­ nım, şüphesiz asri hayatın bedihiyyatını anlayama­ mıştır. Yine fikir aleminde de bunlara benzer tuhaf­ lıklar gördüm . Bolayır'da medfun Süleyman Paşayı Fatih'in damadı sanan müverrih gördüm . "Nouvelle" ile "hikaye" arasındaki farkı bilmeyen romancı gör­ düm? "Devlet" ile "hükümet"in hudutlarını tayin ede­ meyen ulum-ı siyasiye doktoru gördüm. "Vezn"i "na­ zım"dan ayıramayan edipler gördüm. "Lisan" ile "be­ yan"ırı ayrı ayrı şeyler olduğunu bilmeyen şairler gördüm. Ahmet Mithat Efendinin romanı "sahih vakıa" sanan devri nasıl geçtiyse, şüphesiz fikir alemimiz­ deki bu masumiyet de memlekete klasik tahsili neş­ redecek liselerin sayesinde, darülfünunun yararlana1 03


cağı ilmi telakki sayesinde gülünç bir rüya gibi geçip gidecek. Meyus olmayalım; yirmi beş sene sonra ge­ lecek nesil ilmin mebadisini, mütearifeleri, lafızların hadlerini şüphesiz tanıyacak! Ama şimdi? . . "Romanı sahih vakıa sanan devirde değiliz!" demiştim. Fakat asri edebiyatın nevileri , bedihiyyatı henüz bizce meçhul. . . Şakayı tahkir, m izahı ciddi, masalı tarih, fantaziyi ilim sanan vatandaşlarımız var! Milli, yani hakiki edebiyatımız daha yeni başla­ dığından "edebi terbiyemiz" hemen yük diyecek de­ recede! Işte bu iptidailik, bu masumiyet bazen sa­ natkarı müteessir ediyor, "anlaşılmadığını, yahut yanlış anlaşıldığını gören" şair, ressam, edip : "Aca­ ba gayri tabii bir şey mi yaptım?" endişesine kapı­ lır. Vakit'te "Çakmak" unvanlı mizahi bir hikayem çıkmıştı. O akşam evime sevgili bir arkadaşım gel­ di. Bu genç hukuku mukuku bitirmiş, hatta Avru­ pa'da bile birkaç sene bulunmuştu. Daha elimi sık­ madan, "Ne yaptın sen Ömer," dedi. "Ne yaptım," diye şaşaladım. Ihtimal sarardım. "Mahkeme masrafını beraat kazanan mı veriyor?" "Yok . . . " "Ya kim verir." "Tabii davayı kaybeden verir . . . " dedim . . . Bunu bildiğim halde niçin hakime davayı kazanandan mahkeme masrafı istediğimi sordu. Güldüm. Omzunu okşadım. Karşıma oturttum. Zavallı mizah sanatının mantıkını, ruhiyatını bilmi­ yordu. Suyu arşınla ölçmeye kalkan bir adam kadar heyecanı gülünçtü. Haberi yoktu ki mizah hakikatı "tepetaklak" getirmektir. Bunu anlattım. Kalktım. Dolabımdan karikatürler çıkardım. Avrupa meşahi­ rinden bazılarının "tavşan, domuz, kaz, ördek, at ve 104


il h . . . " şeklinde resimlerini gösterdim. Ben söyleme­ den bunların kim olduğunu tanıyordu. "Hani uzvi hakikat?" dedim . "Ama bunlar· karikatür . . . " "Mizah da edebiyatın karikatürüdür! lçtimai ha­ kikati tersine getirmek 'gülü.m setme'nin sanatıdır! 'Çakmak' hikayesinde 'kal'leriyle 'hal'leri taban taba­ na zıt iki arkadaş, yine kendileri kadar tuhaf bir ha­ kimin huzuruna çıkarak 'bir anda' birbirini dava edi­ yorlar. Müddei ile müddei aleyhi ewel ayırmayan bi­ lakis karıştıran hakim tek bir yeminle davayı bitirin­ ce gözüne kestirdiğinden masraf istiyor. Ihtimal bu hareketi ile davacılarından daha tuhaf oluyor. Hem de bu talebin havasında gülünecek derecede kaba 'suiistimal' var!" Bunu anlattım. Müselleslerin müsa­ vatı gibi anlattım. Arkadaşım anlamadı. Çünkü bu hikayeyi -kendisini kızdıracak derecede güldürmerli­ ği için- mizah addetmiyordu. Fikri, kanuni hakikate saplanmıştı. Eğer kanuni hakikat bozulmazsa kaba bir suiistimalin karikatürü, mübalağası nasil yapılabi­ lirdi? O gittikten sonra asri edebiyattaki masumiyeti­ mizi düşünmeye başladım. Hürriyetimizin ilk günle­ rinde bir muharririn daima eserlerinin başına: "Mi­ zahtır, şakadır. Sakın ciddi zannetmeyin ha . . . " ihta­ rını yazdığım hatırladım. Gözümün önüne -halkça­ en namlı sanatkarlarımızdan meşhur Ressam Hu­ lusi Efendinin taşbasma levhaları geld i . Hulusi Efendi levhalarında denizin üstüne "deniz", şimen­ diferin üstüne "şimendifer" , topun üstüne "top" ve il h . . . yazar! Eserleri adeta bir tarifat haritası gibi­ dir. Halkın "menazır" kaidelerini bildiği kadar "asri edebiyat"taki nevilerin ruhiyatını bilmeyen karilere karşı hikayeciler de Hulusi Efendinin usulünü kabul etselerdi. . . 1 05


"Rahat olacaktı!" dedim. "Mesela ben , 'Hakim böyle istenmeyecek bir adamdan mahkeme masrafı­ nı istemekle gülünç bir suiistimal yapıyor, başkasını zannetmeyin! Kanunun bu noktasını bilmez değilim!' şerhini verseydim. . . Fakat o vakit sanata ne lüzum kalırdı." Vakit gazetesi Nr: 45 5 Kinunuevvel 1 334 (Aralık 1918)

1 06


FELSEFE Mithat Bey yirmi senedir Amerika-yı Cenubide oturuyordu. Son günlerde vatanı olan lstanbul'a gel­ di. Yirmi sene ne matbuatı, ne edebiyatı takip et­ mişti. Türkiye havadislerini yalnız Amerika gazetele­ rinde okuyordu. Galatasaray'dan çıkmıştı. Istan­ bul'da birçok sınıf arkadaşlarının meşahir sırasına girdiğini gördü. Hele sınıfın en tembeli, diplomasını alamayan bir arkadaşı, meşhur bir gazeteci olmuş, "akaidi cezriye" neşrine başlamış, hatta evet hatta, Sultani'nin Türkçe kısmından diploma alamamışken Fransızca romanlar bile yazmıştı. "Harika, harika!" diyordu. Bir gün köprüden geçerken sınıfının birincisi olan Mahmut'a rastgeldi. Zavallının saçları ağarmış, üstübaşı dökülmüştü. Yir­ mi sene ewel bu çocuk mektebin en meşhur şairi idi . Düşündü ki şairler biraz süfli olurlar . . . Selam verdi. Kendini tanıttı . "Ah Mahmut!" dedi. "Şeref, şan , şöhret çok iyi ama . . . Biraz üstüne başına baksan . . . " "Ne şerefi, ne şanı?" "Sen memleketin tabii en büytik bir şairisin !" "Yanılıyorsun ! Ben şair falan değilim ." "Öyleyse muharrirsin! " "Hayır bi r satır yazı yazmadım. " " O halde b u kıyafet ne?" "Parasızlıktan!" "Canım mektepte iken ne güzel yazılar yazar­ dm, yine yazsana . . . " Mahmut, derin derin içini çek­ ti, 1 07


"Heyhat!" dedi. "Eğer kalemime kalsaydım, şimdiye kadar açlıktan ölürdüm. Bereket versin her­ kesi zehirleyen tütüne!" "Ne demek?" "Ne demek olacak. Yirmi senedir Reji'de me­ murum ! " Diken dergisi Nr: 25 Mayıs 1 919

1 08


PUSU DA

Bazıları derler ki: "Bu memlekette cehaletin hakim olduğunu zan­ netmek sırf bir vehimden ibarettir." Hayır bu bir vehim değil. Apaçık bir hakikat. Üç yüz sene ewel suclurdan Baki Efendi bir gazel yazmış. Bu gazelde, "Yusuf'u bilmezim amma seni rana bilürüm ," demiş. Hemen, İstanbul ulemasının ayaklandığını, Saray'a koştuğunu görüyoruz. Baki Efendinin idamı-. nı talep ediyorlar. Niçin? Bilmem kaç asır ewel ge­ lip geçmiş bir peygambere fena gözle baktığı için . . . Fakat o vakitte bile cehaletin tuğyanına aklıselim ga­ lebe çalıyor. Müfsitlerin, müfterilerin düşmaniarına kimse inanmıyor. Gözümüzü son asra çevirelim. Bir sarıklı hoca muhalliyetülhava aletini tecrübeye kalkı­ yor. Haydi bir ulema kıyamı daha . . . Niçin? Bir gü­ vercin katlolunuyormuş! Amma büyük iş ha! . . Görüyorsunuz ya garez, mefsadet dumanları vicdanları karartınca bir insanın ithamma ne ehemmiyetsiz bir şey sebep addolunabi­ liyor. Ahmet Mithat Efendi de romanlarını yazdığı zaman yine bu güruh gayzı saklayamıyor. Biçare , efendinin üzerine saldırıyorlar: "Dinsiz, alçak, vicdansız, namussuz! Ahlakı, ai­ leyi, dini bozuyor . . . " il h ve il h . . . Bugün bu güruh, hücumlarına tekrar biişlıyor. Bir muharrir bir hikaye yazmış. Bu hikayedeki eş1 09


hastan bir İtalyan koltuk altındaki kılların vazifesine dair küçük bir kelime söylemiş. Vay, dine muhalif bir hareket! Din, millet, aile düşmanlığı! Behey in­ saf! Senin bu yerde ismini bilen yok mu? Büyük Mecmua dergisi Nr: 1 1 1 9 Haziran 1 335 (1919)

11o


SANATlN MEVZUU

Bu cahillik gençlere de musallat! Mesela, gaze­ telerden biri "Sebilürreşat ve tıraş meselesi" diye bu tecavüzü haksız görüy�r. Fakat, sanat hakkındaki telakkisi Sebilci'lerle müsavi. . . Onlar nasıl, sanatın ne demek olduğunu bilmiyorlarsa o gençler de dün­ yada bazı mevzuların sanatta alışverişi olmadığına kail. Halbuki eski yeni hemen bütün filozoflar, bü­ tün bediiyat mlitehassısları sanata her şeyin mevzu olabileceğini beyanda müttefiktirler. Artık bugün kimse, "Bir levhanın içine eşek hayali resmetmek sa­ nata muhaliftir!" diyemez. Ama, Türkiye'de buna ce­ vaz vardır. Bu suni mevzuların sanatta alışverişi ol­ madığına biz hala itikat edebiliyoruz. Bu ne fikri se­ falet yarabbi ! . . . Jül Rötar'la Balleklerk'in bazı p�rça­ ları lisanımıza tercüme olurtmuştu. Bari onları bulup okusak da sanata ne kadar ehemmiyetsiz şeylerin mevzu olabileceğini görsek. . . Büyük Mecmua dergisi, Nr: 1 1 1 9 Haziran 1 335 (1919)

111


TENKIT VE TERBIYE

Tenkitle terbiye! Tenkit doğru yahut yanlış olabi­ lir. Fakat herhalde terbiye hududunu aşmamalı. Sebil­ ci'ler bu lüzumu idrak edemezler. Fakat gençlerden bi­ ri de uluorta ağzını açıyor. Bir hikaye için, "Sanatla alışverişi olmayan müptezel bir mevzu" diyebiliyor. "Müptezel" vasfı ne ağır bir ithamdır. Acaba muharrir bunun manasını düşündü mü? Müptezel diye herkes tarafından tekrarlanan, çok söylenilmiş, hayide şeyle­ re derler. Acaba bahsolunan hikayenin mevzuu, vaka­ sı, tafsilatı başka bir yerde görülmüş müdür? Görül­ düyse bunu göstermeli, sonra "müptezel" demeli. Ten­ kidin şartlarından birisi de müspet esaslara istinat et­ mektir. Hükm-i karakuşi, ağza geleni gelişigüzel söyle­ yivermek, hakarete benzer hükümler vermek adeta terbiyesizliktir. Bir eser fena ise, fena demezden ewel niçin fena olduğunu ispat etmek, hiç olmazsa söyle­ mek icap eder. Delilsiz, ispatsız "Fena, adi; müptezel ve ilh" gibi küfürleri savurmak doğru olamaz. Memleketimizde en muhtaç olduğumuz hakiki, müspet, ilmi, edebi tenkit başlayınca Sebilci'lerin düşmanları, hakaretleri, tekfirleri nihayet bulacak. Hiç kimse sanatla alışverişi olmayan mevzu tahayyül ederneyecek Ilmin mütearifelerine zıt hükümler ve­ rilemeyecek! Fakat bugünlerden ne kadar uzağız! Büyük Mecmua dergisi, Nr: 1 1 1 9 Haziran 1 335 (1919) 1 12


EDEBİYATTA ARZ VE TALEP Her sanatkar gibi beni en ziyade müteessir eden şey: "Sanatın, bilhassa edebiyatın memleketi­ mizde insanı besleyemeyeceğine dair olan yanlış ka­ naat"tir. Sanat her meinlekette olduğu gibi Türki­ ye'de de ancak muvaffak olanı mesut eder. Muvaf­ fak olamayan, ammesini keşfedemeyen , ammesinin bedii talebini sezemeyen sanatkar her yerde meyus olur. Bunda Türkiye'nin, Türklüğün bir dahli yoktur! Eski ediplerimizden biri diyor ki: "Eğer kalemime kalsaydım, açlıktan ölürdüm. Bereket versin herkesi zehirleyen tütüne!" (Yani Re­ ji'deki memuriyetime!) Diğer biri de kalemine güvenemeyerek münev­ verlerin tenezzül ederneyeceği bir ticaret vadisine sapıyor. Bu iki üstadı taklide yeltenenler az değil . Kalemi bırakanlardan kimi kömür, kimi zerzevat alışverişine dönüyor. Hepsinin mazereti bir: "Bu memlekette edebiyat adamı beslemez! " "Niçin?" diye sorunuz. Bu cevabı alacaksınız: "Halk okumuyor. Ne yapalım?" Halkın okumadığı da gayet yanlış bir zandır. Bizim milletimiz okur. Hem çok okur. Fakat okuya­ cak şey bulamazsa? Bu kabahat şüphesiz kendisinin değildir. Biz daima muvaffakıyetsizliğimizi halkın anlayışsızlığına hamlederizi Ne küstahça bir cesa­ ret! Halk denen kütle bir "deha" menbaıdır. Her şey ondadır. Acz, anlayışsızlık; zevksizlik ancak bizde­ dir. Muvaffakıyetsizliğimizin sebeplerini araştırırsak 113


hakikatı görebiliriz. Asırların içinde, "hayat telakki­ si" değişir. Bu değişen "telakki" ile beraber edebiya­ tın da esasları, tekniği, sanatkada ammesi arasında­ ki münasebet değişir. Yazık bu değişme hakikatini sezerneyene L . Işte "Türkiye'de kalem insanı besle­ mez!" diyenler bu zavallı Ashab-ı Kehf'tir. Ne arn­ melerini tanırlar, ne de herhangi bir ammenin "be­ d ii taleb"ini! Bunun neticesi olarak tabii "sanatkara­ ne bir arz" yapamazlar. Amme ile sanatkar arasındaki münasebeti kısa­ ca bizim edebiyatımııda arayalım: Bir asır ewel he­ nüz bir "ümmet" halinde yaşıyorduk. Milletin yani "Türk"ün adı ortada yoktu. Etrafında -birçok vezir di­ vanları bulunan büyük bir divan vardı. Mektep yal­ nız medrese idi . Müdürler, münewerler halktan ay­ rı, halkın fevkinde bir zümre teşkil ediyorlardı. Bu devirde Türk sanatkarları ewela medreseye girmek, güzel Arapça, Acemce, belagat falan öğrenmek mecburiyetinde idi. Matbaa yoktu. Yazılar halk için, herkes için değil, divan için, yalnız divanın etrafın­ daki münewerler için yazılıyordu. Divan edebiyatı­ nın, medrese lisanının bedii bir ananesi vardı. Onun haricine çıkmak, sanatın zapt ve raptını bozmak de­ mekti. Ümmet devrinde ekseri şairler ulema sınıfın­ dan olurdu. Çünkü mutlaka medreseden çıkmak mecburiyetinde idiler. Doğrudan doğruya eserleri sayesinde yaşamaları mümkün değildi. Kasidelerini vezirlere arz edecekler, aldıkları caizelerle geçine­ ceklerdi. Zavallı Fuzuli'nin meşhur mektubu bu vazi­ yetin ne feci bir abidesidir! Halk bu caizeci şairleri hiç anlamazdı. İzzet Molla'dan Keşan'da şair olduğu­ nu duyanlar biraz saz çalmasını rica ediyorlardı. Türkçe yazan , Türkçe terennüm eden milli şairler tamamıyla ayrıydı. Divan, medrese onlara hiçbir kıymet vermiyordu. Ümmet devrinde muvaffak olan 1 14


bir sanatkar, ammesi olan divan zümresi, padişah, vezirler nezdinde hemen takdir olunuyor, hatta ba­ zen Baki gibi şeyhülislamlık, Ragıp Paşa gibi sacla­ ret mevkilerine bile çıkabiliyordu. Halkın kuşbaşı parçaiamak için kovaladığı esnada kaçarken dam­ dan düşen Şair Nedim'in ağzını divan ehli altınla dolduruyordu. Matbaa, gazete başlayınca sanatkarın ammesi de değişti. Bu değişikliği anlamayanlar hala medrese lisanıyla Telamak tercüme ediyorlardı, hal­ buki artık sanatkarın ammesi yalnız divan , yalnız bir zümre değil , bütün milletti. Sanatkar medrese lisanı­ nı bırakıp halkın konuştuğu, bildiği lisanı kabul et­ meye mecburdu. Ahmet Mithat Efendi bir dereceye kadar bunu yaptı. Yazılarını münewer, gayri mü­ newer herkese okuttu. Birçok da para kazandı. Şi­ nasi, Harnit edebiyatı asrileştirmek istiyorlar, asri nevileri tatbike çalışıyorlardı. Fakat halkın tabii lisa­ nına bir türlü suut edemediler. Medrese lisanının, di­ van edebiyatının bedii bir aleti olan Acem aruzuyla terennümde ayak dirediler. Halbuki Acem aruzuna asılları Türkçe olan kelimelerin yüzde sekseni gire­ miyor, girebilirse ahengi bozuluyordu. Edebiyatımız­ da en büyük inkılabı yapan, yani asri nevileri hiç bozmadan şiire, hikayeye, romana tatbik eden Ede­ biyat-ı Cedide erkanı da hakiki lisanla iskolastik yani medrese lisanı arasındaki farkı göremiyorlardı. En güzel hislerini Arapça, Acemce terkiplerle edaya uğ­ raşıyorlar, suni medrese lisanını Türkçe, konuşulan tabii Türkçeyi de "Patoua" sanıyorlardı. Tabii halkın anlamadığı, zevk rluymadığı iskolastik lisanla yazıl­ mış eserlerin karileri mahduttu. Edebiyat-ı Cedide erkanından hiçbirisi kalemiyle geçinemedi. Memuri­ yetler, valilikler, müsteşarlıklar onlara mekel oldu. Edebiyat-ı Cedide haricinde yalnız kalemiyle yaşa­ yan sanatkarlar yok değildi. Mesela Hüseyin Rahmi gibi . Seruet-i Fün u n 'un ancak dokuz yüz :ıüsha sattığı zamanda halk lisanıyla yazılmış roman tercü.

.

1 15


melerinin kaçar bin defalar hasıldığını eski kitapçı­ lardan tahkik ediniz. Hayretler içinde kalacaksınız. Aşık Garip, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı falan gibi milli lirik efsanelerimizin ne kadar basıldığını, her sene ne kadar satıldığını bilmeyen yoktur. Halk anladığını okur. Medrese lisanının vakıa ilmi kıymeti çok büyüktür. Kendine mahsus bir bedaatı vardır. Fakat halka bununla hitap olunamaz. Yarım asır ev­ vel Ziya Paşa bu hakikati meşhur "Şiir ve Inşa" ma­ kalesinde haykırmıştı. Acem aruzunun Türkçeye uy­ madığını da müverrih Cevdet Paşa söyledi. O vakit­ ten beri sanatkarlar bu iki ikaz sadasma kulaklarını tıkadılar. Edebiyat karisiz kaldı. Karisiz edebiyat müşterisiz meta demektir. Elbette sahibine iflas geti­ rir. Refik Halit gibi küçücük bir yazısına yirmi lira, satırına yirmi kuruş isteyen saf Türkçe yazanlardan bahsetmek istemem. Cihan harbinden ewel ölen Baha Tevfik, faaliyeti , en çetin mebhasları nispeten sade Türkçeyle yazmak sayesinde ayda seksen altın liradan fazla kazanıyordu. Evet, Türkiye'de kalemin insanı beslemediği en yanlış bir. zehaptır. Ya tembe­ liz, çalışmak istemiyoruz! Yahut iktidarımız yok . . . Artık, hele bu cihan harbinden sonra mutlaka millet haline geçeceğiz. Rumlar gibi, Ermeniler gibi, Yahu­ diler gibi, hasılı dünyadaki her millet gibi biz de bir "millet" olacağız. Lisanımız medresede, mektepte öğretilen değil , anamızdan öğrendiğimiz, konuştuğu­ muz lisan olacak. Siyasi, içtimai herhangi bir mevki, bir memuriyet için edebiyatı alet yapmayan sanat­ kar, ammesinin "birtakım efendiler zümresi" değil, halk olduğunu anlayacak. Halkın bedii talebini uzun uzadıya araştıracak. lskolastik lisanı bırakıp terkipsiz tabii lisanı kabul edecek. Garp edebiyatının tekniği­ ni, asri nevilerini bilecek. Milleti bir "küll" görecek, "avam, havas" diye iki mücerret kısma ayırmayacak. Eğer bu sanatkar halkın bedii talebine muvafık bir 116


"edebi arz" ibda edebilirse vakıa birdenbire milyoner olmaz. Lakin devletin en büyük memurundan ziyade para alır. Müreffeh yaşar. Kazanacağı şöhret de ya­ nına caba . . . itharn gazetesi (Haftalık ek) Nr: 1 18 Ağustos 1919

117


VAZIYET-l EDEBİYE ihtimal ki , henüz tamamıyla bir "millet" haline geçemedik. Mazi olan ümmet devrinin izleri hala ru­ humuzda yaşıyor. Fakat içtimai inkılaplar bir "hare­ ket" ise, o hareketin şuuru da edebiyattır. Edebiyat bir cemiyetin adeta müfekkiresidir. Bir şeyi yapma­ dan , ewela nasıl düşünür, nasıl niyet edersek cemi­ yet de bir inkılaba hazırlanırken uğrayacağı tahav­ vülleri ewela edebiyatında izhar eder. Işte bizim ce­ miyetimiz de asrileşmek ihtiyacını ilk defa bu saha­ da gösterdi. Osman Nevreslerin , Hersekli Arif Hik­ metlerin arasında Namık Kemal yetişti. Asri şekille­ ri, iskolastik edebiyatın yani medresede öğrenilen il­ mi edebiyatın üzerine aşılamaya kalktı. Roman yaz­ dı, hikaye yazdı, tiyatro yazdı, makale yazdı. Gaze­ teci oldu. Zamanındaki edebi vaziyet şimdi tıpkı Bu­ hara'da, Hive'de olduğu gibidir. O, her şeyi bir ham­ leyle yıkmak istedi . Tabii muvaffak olamadı. Medre­ se , medresenin ilmi, Arapça, Acemce kıymetleri da­ ha capcanlıydı. Harnit'le Ekrem asrileşmek ihtirasla­ rına rağmen ne medresenin lisanından, ne de Acem aruzundan ayrılabildiler. Muallim Naci "artakalış" kuwetinin son teşennücü oldu. Adeta divan edebi­ yatını yeni baştan ihya etmeye çalıştı. Herkes gazel­ ciliğe, nazireciliğe koyuldu. Bir an için asri neviler unutulur gibi oldu. Sonra Fikret'in sayesinde " Edebi­ yat-ı Cedide" hareketi kımıldadı. Bu, hakikaten asri­ leşmekte çok büyük bir merhaleydi. " Lisan" hala is­ kolastik kalmakla beraber "beyan" tamamıyla değişi­ yor, son derece gayri tabiiliğine rağmen, yine med1 18


rese edebiyatından fersahlarla ayrılıyordu. Fakat Edebiyat-ı Cedide medrese anasırını, yani Arapça, Acemce terkipli iskolastik lisanla Acem aruzunu alet olarak muhafaza ettiği için katiyyen demokrat bir hareket sayılamazdı. Onların dilini -dikkat ister! Avam demiyorum !- yine halk anlamıyor, karileri medrese tahsili görmüşlere münhasır kalıyordu. Bugün edebi vaziyetimiz gayet esaslı bir surette değişti. On senelik "milliyet cereyanı" yeni lisanı edebiyata soktu. Konuşurken kullanılırsa pek gülünç olan Arapça, Acemce terkipler, hele alacalı vasf-ı terkipler satırlarda da gülünç görünmeye başladı. Bünyeleri , ahenkleri itibariyle Türkçe kelimelerin yüzde ellisini içine bozmadan alamayan Acem aruzu iflas etti. Medrese kıymetleri hakimken halkın sine­ sinde mütevazı yaşay<!tl , yalnız samimi hisleri beste­ leyen milli vezinler her vakit mazi zannedilmiş bir "hal"in karanlığından çıkarıldı. Refik Halit tabii Is­ tanbul Türkçesini olanca güzelliğiyle yazarken "Peri Kızıyla Çoban Hikayesi" şairi milli veznin , milli lisa­ nın, bilhassa milli beyanın bütün anatını gösterdi. Artık lisanda kendimizi bulduk, demektir! Cemiyette değilse bile edebiyatta rönesansımız başladı. Yani li­ sanla alette millileştik. Asrileştik. Fakat edebiyatta millileşmeye daha çok vakit var. Romantizm, mille­ tin edebiyatta kendini buluşu demektir. Yarım asırlık mesai ancak bize lisanda kendimizi buldurabildi . Acaba edebiyat için d e b u kadar uzun bir za­ man beklemek icap edecek mi? "Lisanda kendimizi bulduk!" deyişim tabii bugün umumi değildir. Kısmen parodi, fantazi halinde medrese edebiyatı devam ediyor. Acem aruzu da son nefesini alıp veriyor. Geçirdiğimiz buhranlar edebiyat faaliyetini durdurduğu için yeni zekalar ye­ tişemedi . Şimden sonra ister istemez yaşamaya mecbur olduğumuz millet hayatı yüzümüzü halka 119


döndürecek! "Efail ü tefail" medreseye kalacak. Halk dili, halk ruhu, halk felsefesi, halk aleti edebi­ yatın unsurları olacak! Şimden s6nra yetişenler Arapça, Acemce ter­ kipli gazeller, kasideler değil, milli vezinle açık, saf, samimi şiirler, hikayeler, romanlar, tiyatrolar, haile­ ler yazacaklar! Millet, yani halk muhabbeti genç alimiere içtimai şe'niyetleri, en doğru hakikatleri arattıracak! Yarın bütün cihanca kıymet verilen yük­ sek, orijinal, yeni bir Türk edebiyatı doğacaktır. Fa­ kat biz bu taayyün eden gayeden daha çok uzağız. Yapacağımızı biliyoruz. Kalem elimizde . . . Ama he­ nüz önümüzde sayfalar boş . . . Işte bugünkü edebi va­ ziyetimiz! Kalamış, 2 Eylül 1 9 1 9 itharn gazetesi (Haftalık ek) Nr: 3 1 Eylül 1 919

1 20


BUGÜNKÜ ŞAIRLERIMIZ

Tahsillerinin, mütalaalarının, zekalarının noksa­ nı sebebiyle "qsri edebiyat" telakkisini edinemeyen­ ler sanatı yalnız şekilden, kelime oyunundan ibaret sanırlar. Bu gibilerde "tasnif" kabiliyeti mefkut oldu­ ğu için herhangi bir hakikate müspet mefhumlarla bakabilmelerine imkan yoktur. Bununla beraber ata­ larının "kişi kişiyi kendi gibi bilir! " sözlerini yerine getirirler; herkesi "edebiyatı lisandan, şiiri vezinden ibaret zannediyor" diye ithama kalkarlar. Halbuki bu zan münhasıran kendilerine aittir. Buna en birinci şahit işte ortaya koydukları eserler. . . Baş yok, orta yok, nihayet yok! Bir sürü laf! Ne ağlatır, ne güldü­ rür, ne düşündürür, ne şevke getirir, ne hüzün verir! Sonra derler ki: "Halk okumuyor . . . " Halk nasıl okusun bu yaveleri? Halk bir eserde ihtiras, heyecan , canlılık, hareket, faikıyet , nihayet hiç olmazsa kendi hayatına müterafık tafsilat, hatı­ rat falan arar. Halkın bu talebini is'af edemeyen sa­ natkar değil , olsa olsa bir "mythomane"dir. Yani gayri ihtiyari sal')atkar oyunu oynayan bir yalancı! Biz bu yalancıları, karakuşlarının karanlık ka­ natları altında mebdesiz hükümleriyle yalnız bıraka­ rak bugünkü şairlerimizi arayalım. Bunlar kimlerdir? Fakat ewela edebiyat sahasının mahiyetini ayırdet­ mek lazım. Bugün ruhumuzda üç türlü hissiyat, üç türlü temayül var. · Bunların mecbuu bizim manevi varlığımızı teşkil eder: 121


1 - Ümmet hissi . 2- Avrupalılaşmak temayülü.

3- Milliyet muhabbeti. Son asır içinde ümmet hissiyatıyla Avrupalılaş­ mak tehalükü çarpıştı. On sene ewel milliyet cere­ yanı, Türkleşmek, kendimize doğru dönmek emeli doğdu. Edebiyat, hayatın makesi olduğu için , he­ men bu içtimai hareketlere intibak etti. Ümmet his­ siyahnın medrese edebiyatı Avrupalılaşmak temayü­ lü karşısında eski parlaklığını kaybetti. Kemal, Ha­ mit edebiyatı, nihayet Edebiyat-ı Cedide başladı. Milliyet cereyanı bu iki tarzın karşısına "milli lisan, milli vezin, milli edebiyat" iddiasıyla çıktı. Bugün bu üç tarz da yaşıyor: 1- İskolastik divan edebiyatı. 2- Edebiyat-ı Cedide. 3- Milli edebiyat . Tekrar edeyim ; bu üç tarzın üçü de bizimdir. Edebiyatımız bu üç tarzın mecmuudur. İçtimai inkıla­ bın buhranı geçineeye kadar bu tarzlardan biri tama­ mıyla hakim olamayacaktır. Işte şairlerimizi bu tar­ zın içinde ayrı ayrı aramak icap eder. ı

iskolastik Şairler Osmanlı Imparatorluğu'nu tesis eden Türkle­ rin en muhteşem eserlerinden biri de divan edebi­ yatıdır. Bu öyle bir sanat eseridir ki , başka millet­ Ierin tarihlerinde emsaline tesadüf muhaldir. Mo­ deli Acem edebiyatıdır. Fakat bu tarz içinde Baki gibi, Nef'i gibi dahiler taklit olan bu müesseseyi as­ lının fevkine çıkarmışlardır. Lakin bu haşmet im­ paratorluğun şaşaasıyla bir hizada yürür. lmpara1 22


torluğun inhitatı divan edebiyatını da inhitata sü­ rüklemiştir. Tü rki eş'arı eh /-i tah kik Üç sın ıfa eder bina vü tefrik Bak i 'ye gelince nazm-ı gıiyan Oldu kudema-yı eh /-i i rfan Andan Nabi'ye dek evasıt Eş'ar hen üz değildi sakıt Andan son ra ge/ür eva h i r B u sını/ta şair oldu nadir.

Nihayet garba, garp medeniyetine teveccühü­ müz divan edebiyatının hududundan bizi aşırmış. Görüyoruz ki Kemal , Hamit, Ekrem divan edebiya­ tmdan lisanlarını değiştirmeden asri edebiyata geç­ mek istiyorlar. Gazeli, kasideyi falan bırakıp mevzu­ lu şiirler, tiyatrolar, romanlar yazmaya başlıyorlar. Bu, Edebiyat-ı Cedide hareketine bir hazırlık olu­ yor. Bu yeni hareketin yanında divan edebiyatı dur­ muyor. "Edebiyat-ı Cedide" zamanında da devam ediyor. Bugün -ki milli edebiyat devridir- yine var. Fakat pek az! Pek zayıf bir C\rtakalış halinde . . . Ke­ mal'in yaşadığı zamanlarda divan edebiyatının elli­ den fazla şairi yaşıyordu. "Edebiyat-ı Cedide" dev­ rinde bu adet aşağı yukarı ona, on beşe indi. Bu­ gün divan tarzını bilen, duyan, seven, yazan dört beş kişiyi geçmiyor. Üsküdarlı Talat Bey, Ali Emiri Efendi, Süleyman Nazif Bey, Yahya Kemal gibi. Bunların iÇinde en şair olan şüphesiz Yahya Ke­ mal'dir. Yeni Mecmua'da çıkan gazelleri , şarkıları iskolastik lisanın tam bir zevkini haizdir. Çünkü aru­ zu içinde bozuk Türkçenin tadı vardır. Fikret'in ku­ sursuz, pürüzsüz nazım lisanı gazelin rindliğine ya­ kışmaz. Mesela: "Dün giceye dair bir işaret var içinde" mısra1 23


ındaki ahenk, zevk, Türkçe "gece" kelimesinin yan­ lış telaffuzunda mündemiçtir. Muallim Naci, İsmail Safa saf, sade, mükemmel lisanıyla yanlışsız kafiyeleriyle hakikaten gazelin ta­ dını kaçırmışlardı. "Son yarım asır içinde divan edebiyatının zevki­ ni mısralarında gösterebilen yegane şair Yahya Ke­ mal'dir" diyeceğim. Hareketi ispat için ağzını açma­ yan, yalnız kalkıp yürüyebilen filozof gibi ben de onun şu küçük gazelini naklediyorum: GAZEL Vi rane-i ci handa ne şah ız ne bendeyiz Rind-i aba-be-duş fakir-i reuendeyiz Pir ü ci uan bahar bahar eyleriz sefer Her dem otağ-ı Cem'le diyar-ı çemendeyiz Ya ttık bü lend seru/erin gölgesinde şad Deh rin bu hay u h Uyuna meçh u l-ı handeyiz Demdir yanar remad olamaz şe-çı rağ-ı dil Demdir ki ayş u n uş i le i/na-yı tendeyiz Kam a lmadık m üşaferetinden bu a lemin Canonla meyle son günü ey meut sendeyiz

Son asrın medrese edebiyatı içinde hakikaten Kör Hakkı Bey, Hersekli Arif Hikmet Bey, Avni Bey, Şeyh Vasfi gibi sanatkarlar yetişmiştir. Fakat içlerinde Yahya Kemal derecesinde bir şair gelme­ miştir. Bugün yaşayan medrese edebiyatçılarının en sanatkarı Üsküdarlı Talat Beydir. Bu zat, hatta bir gün tarih bile söyler. Yeni ilhamları eski tarzda mu­ vaffakıyetle eda eder. Fakat eserlerinde şiir adeta yok gibidir. Ali Emiri Efendi üstadımıza gelince, o da Talat Bey derecesinde bir sanatkardır. Acem aruzuna "ilmi vezin" der. Bu ne doğru bir hakikattir. Medrese ilmine , medrese edebiyatma cidden vakıf1 24


tır. Ihtimal "Mutawel"i de okumuş anlamıştır. Cen­ n�t-mekan Abdülhamit Han Efendimizin mahamidi­ ne dair yazdıkları şiir mecmuası "bir şey söylemeden, birçok şeyi söylemek" harikasının bir sanatkarda na­ sıl tecelli edebileceğine en büyük bir nişanedir. Bu­ gün divan edebiyatını sevenlerin, yaşatanların içinde Süleyman Nazif Beyi unutmak bir haksızlık olur. Na­ zif Bey nesrinde ihtiras, heyecan bulunan . bir edip­ tir. Gazelleri güzel olmakla beraber nesrindeki ahen­ gi, heyecanı havi değildir. Işte medrese edebiyatı­ nın, artık tarihe karışan bu ilmi edebiyatın bugünkü sanatkarları! Yahya Kemal'le Süleyman Nazif Bey bazen mevzulu şiirler yazarak Edebiyat-ı Cedide hududu­ na da girmişlerdir. Fakat Talat Bey buna asla te­ nezzül etmedi . Eski vadiden -velev fantazi için ol­ sun- bir dakika ayrılmadı . Ali Emiri Efendi üstadı­ mız bir vakitler eski vadi üslubuyla "tayyare, tahte'l bahr, telsiz, telgraf" gibi yeni ihtiraata dair gazeller yazmaya kalkmıştı. Fakat vazgeçti. Çok iyi etti . Gö­ rülüyor ki divan edebiyatı, medresenin bu ilmi sa­ natı yavaş yavaş sönmek üzere . . . Ne Talat Bey, ne Emiri Efendi büyük birer divan tertip etmek niye­ tinde! Ihtimal ki ikisi de daha otuz harfin otuz kafi­ yesini dolduracak gazeller yazmamışlardır. Yahya Kemal'le Süleyman Nazif Beye gelince, bunlar Fik­ ret'in ' lisanıyla ser-levhalı, mevzulu şiirler de yazı­ yorlar. O halde tamamıyla "edebiyat-ı kadime"ye mensup sayılamazlar. Bunlardan maada Fazı! Ahmet'le, Halil Nihat var ki hemen her gün medrese edebiyatının anası­ rından bir paradi yapıyorlar. Topu tüfeği iki sanatkarıyla, Yahya Kemal gibi vefasız şairiyle iskolastik edebiyata artık pek "yaşı­ yor" denemez. "Can çekişiyor" demek daha muva­ fıktır. Yeni gençlerin bu tarzı anlamaya ne tahsilleri müsait, ne de muhitleri? Bazılarının taklit için yaptı1 25


ğı gazelleri gördüm . Çok soğuk. Hele tahmisi, tesdi­ si hiç uyduramıyorlar.

2

Edebiyat-ı Cedide Şairleri Edebiyat bir "küll"dür. "Güzel"in eskisi yenisi ol­ maz? Fakat ciddi bir tetkik yapmak için mutlaka eserlerle kaillerini -müşterek olmayan sedyelerine göre- tasnif etmek lazımdır. Tasnif, yani ayrı ayrı görmek, bazılarının zannı gibi görmemek değildir. Mantığın, aklın, "usul"ün gayet basit bir kaidesidir. Tasnif bir nevi "tecrit" demektir ki, ancak bu vasıta ile muayyen mefhumlar elde edebiliriz. Şe'niyette (realite) mefhum yoktur. Biz tecrit ameliyesiyle şe'niyetlerden birer mefhum çıkarabiliriz. Hakikat (verite) işte bu mefhumlardan ibarettir. Mesela isko­ lastik divan şiiriyle asri şiir arasındaki farkı görmek için mutlaka müşterek olmayan yerlerini nazarı iti­ bara almalıyız. lskolastik ııazımla yeni nazım arasında müşte­ rek olmayan başlıca nokta birinin mevzusuz, vahdet­ siz olması, diğerinin mevzulu, vahdetli olmasıdır. İskolastik lisanla, Acem aruzuyla mevzulu, vah­ detli şiir yazan Harnit'le Harnit'ten milli edebiyat ce­ r.eyanına gelinceye kadar bütün şairleri bir sınıftan addedebiliriz. Çünkü her ne kadar hepsinin beyanla­ rı, şiirleri; edaları, tahassüs tarzları ayrı ise de, esas bir noktada birleşirler: Lisanla Acem aruzu! Harnit'in nasıl bir şair olduğuna Makber'i şahit­ tir. Hamit'i anlayamayanlar filozof Rıza Tevfik Be­ yin yazdığı büyük eserleri okumalıdır. Bu çok yük­ sek, çok hassas bir ruhtur. Emsalsiz bir şairdir. Şiir­ lerinde taşmayan, fakat kaynayan bir ihtiras vardır. Fakat nazım lisanı pek berbattır. Acem aruzunda 1 26


nazım lisanını pürüzsüz bir hale koyan üç sanatkar­ dı: Merhum Naci, Safa, Fikret. . . Onlardan sonra ge­ len mümtaz genç sanatkarların hepsinin lisanı pü­ rüzsüzdür. Yahya Kemal , Mithat Cemal, Akif, Ca­ nip, Halit Fahri, Faruk Nafiz ve ilh . . . gibi . Acem aruzuyla pürüzsüz Türkçe yazan, mevzulu, vahdetli şiirler meydana koyan bu sanatkarların içinde en li­ rik şair Yahya Kemal'dir. Sahir, Canip Bey en güzel aşk şiirlerini yazmakla beraber onun gibi lirik değil­ dirler. Yahya Kemal en parlak, en vazıh, en toplu, en mükemmel şiirleri yazmıştır. Acem aruzunun içinde katiyyen Arapça, Acemce terkip kullanmaz. Acem aruzunda büyük maharet gösterenlerden biri de Halit Fahri'dir. Şair olmaktan ziyade sanatkardır. Şair ruhunda ilahi bir ateş, bir ihtiras olandır. Şiir bizi zapt etmeli, ruhumuıda olmayan bir kuweti, bir hissiyah bize ilka etmelidir. Şiiri böyle telakki eden­ lere göre Acem aruzuyla yazanlar içinde bugünün en büyük şairi Mehmet Akif'tir. Safahat'ta umman gibi bazen dalgalanan, bazen sakin fakat son derece muhteşem duran bir ruhun akislerini görürüz. "Sü­ leymaniye Kürsüsü'nde" itiraz kabul etmez bir şahe­ serdir. Ben "İttifak-ı İslam" taraftarı bir milliyetper­ ver olduğum halde ne vakit bu şaheseri okusam he­ yecanım değişir; "İttihat-ı İslam" taraftarı bir ütopist oluveririm. Bu şair ilahi ihtirasında son derece sami­ midir. Hiç yapmayacağı falan yoktur. Dini heyeca­ nına o kadar mağluptur ki "Ölüleri hayır ile yad edi­ niz!" emrini bile dinlemez. Dinsiz zannettiği insanlar hakkında ölümlerinden sonra bile sükCın bilmez bir gayz besler. Işte bu tam şairdir. Şair affetmez. Şair kızar. Buğzunu yıllar silemez. Victor Hugo yirmi beş sene yüzünü görmediği bir düşmanının tesadüfen yanındaki bir odadan sesini işiterek hemen tanımış: "Orada bir eşek anırıyor!" demiş. Akif tek tük Arap­ ça, Acemce terkipler kullanmakta beraber lisanı ko­ nuşulan Türkçeye son derece yakındır. Bugün 1 27


Acem aruzuyla yazanlar içinde -Hamit müstesna­ ondan başka fırtınalı bir ruhla kariini heyecana geti­ ren, kariinde olmayan hisleri veren bir şair yoktur. Fakat maarifsizlik bizde "bedii vicdan"ın teşkiline mani olmuş. Liberaller "softa" diye bu hakiki şaire ehemmiyet vermezler: "Bedii vicdan"dan mahrumi­ yet hususunda bizim liberallerimizle müzedeki hey­ kellerin setr-i avret mahallerini örttürrnek isteyen muhafazakar arasında ne fark var? Liberaller dini ih­ tirasın, dini heyecanın meydana getirdiği muazzam şiiri göremiyorlar; muhafazakarlar da sanatın plastik güzelliklerini takdir edemiyorlar. Bugünkü gençlerin bir meziyeti varsa, o da Yah­ ya Kemal'i anlayabilmeleridiL Ona gelinceye kadar Acem aruzuyla mevzulu lirik şiir yazılmadı, d'iyebili­ riz. Onun şarkıları, "Leyla"sı edebiyatımııda büyük bir tesir bıraktı. Gençler hep onu taklit ettiler; hatta milli vezinlerin içinde bile . . . Bugün hiç genç bir şair yoktur ki, onun bütün şiirlerini ezberden bilmesin. Hemen her mısralarında Yahya Kemal'in bir kelime­ sine rastgeliriz. Yahya Kemal şiir hakkındaki telakki­ sini de gençliğe nefhetmiştir. O şiirlerde bir "heyet-i umumiye" görmekten ziyade mısralar, kısımlar arar. Zannederim ki bunun sebebi de iskolastik edebiyatını mübalağalı bir tehalükle tatmasındadır. Bugünkü gençlik de üstatları gibi şiirlerde mısra, kafiye , kısım, yer yer münferit güzellikler arıyor. Birbirlerinin eser­ leri içinde ufak parçalar beğeniyorlar. Gençlik Yahya Kemal'i yalniz bir noktada dinlemiyor. O Acem aru­ zuyla yazdığı halde muakkipleri milli vezinle yazıyor­ lar. Acem aruzuyla yazmakta ısrar eden yalnız bir genç var: Halit Fahri. Bu sanatkar hakikaten gayet kuwetli bir nazım. Acem aruzunun hayatı onun elin­ de. Milli edebiyat devresinde Edebiyat-ı Cedide'nin aleti olan bu aruzu o yaşatıyor. lleride yeni yetişecek nesle mümtaz bir üstat olabilirse bu nazım lisanı bel­ ki yarım asır daha devam edebilecektir. 1 28


3

Edebiyatta rçıilliyet . mevzuda değildir. Mesela Pierre Loti'nin Aziyade'siyle Desenchantees'si mün­ hasıran bizim hayatımızdan bahsettiği halde yine milli sayılamaz. Bu güzel eserler ancak Fransızlara göre millidir. Çünkü lisanları, tarzları Fransızcadır; görüş Fransız görüşüdür. Buluş, Fransız buluşudur. Tıpkı bunun gibi Turan'dan murandan, Ergene­ kon'dan bahseden bir sanat eseri de -eğer lisan, eda, alet unsurları, tahassüs tarzları Türkçe değilse­ milli addedilemez. Milli demek, halkça demektir! Bir şair halkın li­ sanını, halkın vezinlerini kullanarak en uzak, en ro­ mantik bir alemden , mesela Çin'den bahsetse, yine eserler millidir. Sanatkar mevzu hususunda hürdür. Bütün cihan, bütün hissiyat onun sanatına vatandır. Bir şair eski Firavunların, eski Mısır'ın hayatını tas­ vir eden bir haile yazsa eğer lisanı, aleti, edası, gö­ rüşü, duyuşu, Türkçe ise eserine kimse "milli değil­ dir!" diyemez. Fakat yine bir sanatkar çıkıp Acem aruzuyla, halkın anlamadığı iskolastik ilmi lisanla mesela Fatih'in İstanbul'a girişine dair bir şehname düzse bu eser şüphesiz milli değildir. Çünkü millet, yani halk ondan bir şey anlamaz. Onu anlayan yal­ nız münewerlerden mürekkep bir zümredir. Halbu­ ki bir zümrenin zevki bir milletin zevki değildir. Bir zümrenin lisanı bir milletin lisanı değildir. Sir züm­ renin edası bir milletin edası değildir. Dahi bir şair milletinin dehasından aldığı büyük tahassüslere mih­ rak olarak heyecanını milletinin anladığı tabii lisanla eda ederse milli olabilir. Mesela bizim sevgili Hami­ timizi, bütün Türk dünyasından . vazgeçtik, şu Istan­ bul'da kaç kişi anlar? N ihayet şairler, edipler, mual­ limler zümresi. . . Bunlar bir milletin içinde kaç kişi­ dir? Şimdi bir de D'Annunzio'yu düşünelim . Bu dahi son derece millidir, Latinceyi değil, milletinin lisanı 1 29


olan saf İtalyancayı kullanır. Heyecanını halkın müş­ terek kelimeleriyle eda eder. Bir şiiri koca orduları sarsar. Bir mısraı koca bir ·milleti düşünmeden, ta­ şınmadan harbe sürükler. Bir cümlesi en müthiş bozgunları durdurtur. Çünkü onun beyanı şahsi de­ hasının ise, lisanı doğrudan. doğruya hitap ettiği mil­ letindir. Şimdiye kadar ümmet sistemi içinde yaşadığı­ mız için bizde böyle dahiler, şairler yetişemezdi . Çünkü milletin, yani bütün halk kitlesinin bir kıyme­ ti yoktu. Zümrelerin kıymeti vardı. Ümmet devrinde bir şair halkın değil, medrese aleminin , divan muhi­ tinin , hasılı münewerlerin zevkine hitap ederdi. Şimden sonra tabii bizim de milli şairlerimiz olacak. En ulvi , en yüksek heyecanlarını kendi dehalarının hususi beyanıyla, fakat halkın lisanıyla eda edecek­ ler . . . Yani her millet gibi bizim de milli bir edebiyatı­ miz doğacaktı! Bu milli hareket işte yarım asırlık bir tereddüt­ ten sonra kati olarak başladı. Vaktiyle Ziya Paşa "Şi­ ir ve Inşa" makalesinde iskolastik lisanın , iskolastik şiirin aleyhinde bulunuyor, milli lisanın, milli şiirin ihmaline karşı "Vah bize! Yazık bize!" diye teessüf­ ler ediyordu. Cevdet Paşa Acem aruzunun Türkçeye hiç uymadığını en ilmi bir katiyyetle söyledi. Fakat Edebiyat-ı Cedide şairleri bu hakikatleri duyacak va­ ziyette değildiler. O vakit halkın, yani milletin kıy­ meti, ehemmiyeti yoktu. Tevfik Fikret konuşulan Türkçeyle yazmayı "aşağıya inmek" sanıyor, Arap­ ça, Acemce terkip, lügat falan paralamayı "yüksek­ lik" telakki ediyordu. Kendisine açık Türkçe yazma­ sını rica edenlere karşı masum bir gafletle, "Ben ahalinin derekesine ineceğime, onlar be­ nim seviyeme yükselsinler!" diyordu. Fakat münakaşalar azıştı. On sene içinde "tabii lisan, m illi vezin, asri edebiyat" umdeleri edebiyata hakim oldu. Bu on senelik münakaşaların ilmi birer 1 30


kıymeti varsa da şüphesiz edebi bir şerefleri yoktur . Bu şeref münhasıran milli sanat eserlerine de, bu eserleri meydana koyan sanatkarlara da aittir. Artık hemen bütün gençlik milli vezinlerle, tabii lisanla ya­ zıyor. Eski üstatlardan da milli harekete yabancı kal­ mayanlar var. Mesela "Fecr-i ewel"in mübdii adeta bu hareketin başındadır. O yalnız lisanını değil, be­ yanını da halka uyduruyor. Bugün milli edebiyat şairleri içinde üç genç te­ mayüz etti: O. Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz. Bun­ ların içinde en şair olan O. Seyfi'dir; eserleri son de­ rece samimidir. Samimi eseriere has olan "kuwe-i sariye"yi haizdir. Son şiiri, "Peri Kızıyla Çoban Hi­ kayesi" halk tarafından son derece sevilmiş hatta uzunluğuna rağmen birçok kadınlar onu ezberlemiş­ tir. Küçük şiirleri emsalsizdir. Halktan, halk lisanın­ dan , halk vezinlerinden son derece müteneffir olan­ lar bile onun şiirleri karşısında yumuşuyorlar. Yusuf Ziya, Seyfi gibi samimi bir şair değildir. Fakat son derece kuwetli, lisana son derece hakim bir sanat­ kar. . . Binnaz'ın lisanı, güzel Türkçenin gayesidir. Fikret aruzda ne yapmışsa, Yusuf Ziya da milli ve­ zinlerde o rolü oynamıştır. Onun parlak, pürüzsüz, vazıh, kuwetli nazmı yanında O. Seyfi'nin lirik rekaketi, lirik zaafiyeti he­ men göze çarpar. Gençlerin içinde nazımda Yusuf Ziya'ya en yaklaşan Faruk Nafiz'dir. Halit Fahri de milli vezinleri Acem aruzundaki maharetiyle kullana­ bilir. Harp içinde çıkıp pek nazarı dikkati celbede­ meyen "Cenk Duyguları" bu maharete en büyük bir delildir. "Cenk Duyguları"nın başındaki şiir, bütün bir maharettir. Ikinci "Tren" şiiri ise kusursuz bir so­ nedir. Ziya Gökalp şiirlerinde pek nesri olduğu için, bilhassa manasını bilmediğimiz ahenksiz, eski tarihi kelimeleri çok kullandığı için yazık ki hakkıyla ania­ şılıp sevilememiştir. Bununla beraber Kızıl Elma'nın içinde harikulade güzel parçalar vardır. 131


Milli edebiyat, milli şiir henüz bir çocuktur. Öy­ le bir çocuk ki, felaket buhranları, inkılap heyecan­ ları içinde kavrulmuş kalmış . . . Halbuki sanatın perisi biraz huzuru sever. Onun için zannederim , birkaç sene daha son neslin kati zaferini beklerneye mec­ buruz. itharn gazetesi (Haftalık ek) Nr: 4,6,7 15, 30 Eylül, 6 Teşrlnievvel 1919

1 32


GENÇ KIZLARlMIZ İÇIN ALTl DERSTE TABII YAZMAK SANATI

Sevgili k1zlanm, Semiramis'le Hamiwet'e ithat... •

Bu yaz tatilinde on beş günde bir evinize gelip size edebiyat dersi vereceğimi çok muhterem baba­ nıza vaat etmiştim. Bahar sonunda biriniz hastalan­ dığınız için derslerimize başlayamadık Ben işte ge­ lecek tatili beklemiyorum. Size söyleyeceğim şeyleri buraya yazarak vaadimi yerine getirmeye çalışıyo­ rum. Güzel yazın ayrı ayrı altı gününde kapanıp din­ teyeceğiniz tavsiyeleri bu abus kışın güneşsiz, renk­ siz, neşesiz altı saati içinde birdenbire okuyuvermek daha muvafık değil mi?

Birinci Ders: Doğru Yazmak Eskiden bir itikat vardı. Eline kalem alan Arap­ ça, Acemce iyi bildiğini göstermeye kalkar, birbiri arkasına birçok cafcaflı terkipler düzerdi: Konuşulan tabii !isan, avama mahsus bir "patua" sanılırdı. Ede­ biyat kamusu, Arapça, Acemce idi. Çarşıda satılan lügat kitaplarının içinde bir tek Türkçe yoktu. Bu hal, henüz içinden çıkmaya çalıştığımız ümmet dev­ rimizin medrese zihniyetinden artakalmış bir tema­ yülü idi, bu temayül sonra açılan mekteplere de gir­ mişti. İdadicle benim bir kitabet hacarn vardı. Sade Türkçe yazanlara kızardı: •

Avukat Haydar Rifat Vorulmaz'ın kızları. 1 33


"Bunlar laf çocuklarım," derdi, "halbuki kitabet­ ten maksat lügat yazmaktır." Iki defterimiz vardı. Biri ezberleyeceğimiz Arapça, Acemce kelimelere mahsus, öteki okudu­ ğumuz eserlerden toplanmış güzel Arapça, Acemce terkipiere mahsus . . . Bu terkipleri vazifelerinde en çok kullanan mükafat alırdı. Kamil Paşanın Tela­ mak tercümesi üslupta, yazıda mefküremizdi. Ama hocamızın fikri yirmi sene ewel pek umumiydi. "Recep Ferdi" isminde bir müellifin "Nev Usul İmla ve Kitabet" diye bir eserini hatırlıyorum. En muğ­ lak, en sun i, en soğuk, en çirkin bir iskolastik lisan­ la yazılmış birtakım mektup, tebrikname , taziyetna­ me numunelerinden başka, ezberlenip kullanılmak için birçok "an-samimü'l kalb, la-cülle'z-ziyare" gibi klişe terkiplerle dolu idi. Biz hep terkipleri ezber­ lerdik. En kurnazımızın cebinde mükemmel bir "terkip müntehabatı" vardı. Fakat bu telakki yalnız biz heveskarların değilmiş, en büyük ediplerimizin de "Arapça, Acemce terkip" defterleri varmış. Ha­ yat ve Kitaplar müellifi Ahmet Şuayip Beyin vefa­ tından sonra kitaplarının arasından büyük bir ter­ kip defteri çıkmış. Makalelerinde kullandığı terkip­ Ierin hepsi bu defterde yazılı imiş. Bunu bana akra­ basından gayet ciddi bir zat söyledi . Kezalik "Şeyh Muhsin-i Fani" müstearıyla bir vakitler ayetli, hadis­ li, beyitli, mısralı makaleler neşreden "Bağlar Ara­ sında" müellifi Hüseyin Kazım Beyin de "beyit" def­ terinden başka bir de "terkip defteri" varmış. Hasılı eskiden hisler, heyecanlar hep Arapça , Acemce terkiplerle eda olunabilir zannı umumi imiş. "Türk­ çe bir hayal söylenemez, sanat yapılamaz" itikadı o kadar hakimmiş ki. . . Mesela tabut karşısında gale­ yana gelen şair , "Tabut. . . O mezarlığın yolunu gösteren şey! Ta­ but. . . O kederli heykel! Tabut, o dilsiz hatip, o te­ cessüm etmiş soğukluk! O başından aşağı süküt olan 1 34


tabut ve il h . . . " diyebilecek yerde gayri ihtiyari kendi­ ni Arapça, Acemce nahvinin kabusuna kaptırıyor: Tabut . . . Tabut . . . Tabut . . . Tabut . . . Tabut . . . Tabut . . . Tabut . . . Tabut . . .

o o o o o o o o

(rehnüma-yı makber,) (heykel-i m ü kedder,) (ha t ib-i su mm u ebkem, ) (bürudet-i m ücessem,) (sü k u t-ı pay-der-ser, ) (m usibet-i m ükedder,) (vahşet-i m uannid,) (makber-i seferber. . . )

diyor, büyük Harnit gibi her şairimiz bu terkip derdi­ ne müptela . . . "Türkçe güzel yazılmaz" itikadı hepsi­ ni milli lisandan mahrum bırakmış. Bu itikada birkaç misal daha getireyim: Saadet (Kavafi l-i beşeriyet), (şi keste-i sak u t u van) Yü rü r sükut i le (feyfa-yı zindegan fde) Çölün hayatı gibi hep kavru lur kal ı r suzan (Hayat-ı kafi le) bir (ah ker-i n ihônfde) Bütün bu kafi len in (dest-i ızdırabın da) (Siyeh-dane-i eyyamı) (sü bha-ı ömrün) Bütün bu kafi lenin (ruh-ı pür-azabında) (Ha rfk-i hdi li) bir (teşnegf-i h a rr u m ü rrün)

Bu (dü rre-i İrem-arası) (arz-ı safi le)n in Bu hoş (cezfre-i şadab) edince (arz-ı lika) (Uyun-ı h asreti) merkuz kaldı kafi len i n O (sa h i l-i tarab u şevke), (pü r-sü rur-ı ziya) Cenap Şahabettin

Şimdi siz Lügat-ı Naci'yi açıp birer birer ma­ nasını bilmediğiniz kelimeleri bularak bu güzel şiiri Türkçeye tercüme edebilirsiniz. Tıpkı Fransızca, 1 35


. yahut Almanca bir şiir tercüme eder g ibi . . . Dünya­ da hiçbir lisandan yine o lisana tercüme olur mu? Victor Hugo'nun bir manzumesini nesre tahvil edebilirsiniz. Fakat asla Fransızcaya tercüme ede­ mezsiniz. Çünkü şairin halk ile lafızları birdir. Yal­ nız üslubu, hayali ayrıdır. Halbuki bizde halk ile şairin lafızları ayrı! Victor Hugo'nun grameriyle Fransız halkının grameri birdir. Halbuki Cenap'la halkın grameri ayrı . . . Halk tabii lisanıyla : "Kafile­ nin hasret gözleri o çalgılı çağnaklı, o aydınlık, o sevinçli sahile dikili kaldı" der. Terkipler, sıfatlar, tasrifler hep Türkçedir. Halbuki Cenap, Acem gramerin i kullanır: (Uyun-ı hasreti) merkuz ka ldı kafilen in O (sa h i l-i tarab u şevke), {pü r-s ü ru r-ı ziya)

Halk tabii lisanıyla: "Sabahleyin erkenden tenha , gamlı, siyah serviler altında dolaşıyorum, henüz ağarmaya başlayan tanyerinin akıcı gölgeleri matem serpintileriyle kalbimi ağlatıyor" der. Şair, bakınız suni iskolastik lisanıyla bu hissi nasıl eda eder: (A ie-s-seher) yine ben (reh-neverd-i h içistan) Siyah serviler altı nda m uğterib, ten ha, Eder {rişaşe-i matemle) kalbimi giryan Bütün (zı la l-ı girizan-ı fecr-i nev-peyda) (Hüseyin Siret)

Zihninde Arapça, Acemce grameri, terkipler harekettedir. Tabii lisanının zevkini tatmamış, güzel­ liğini görmemiştir. Onun için, "Sakin bir akşamın erguvan rengi duvağını, gecenin siyah eli çiğneye­ rek yırtarken yorgun bir gölge, sırtında bütün bir günün yükü, ağırlaşan adımlarıyla uzaklara gidi­ yor. . . " diyemez. Bakınız ne yazar: 1 36


Sôkin bir akşa mın (tu tuk-ı erguuônı) Yı rtarken ihtirôz ile (des t-i siyôh-ı şeb) Diış u n da bir günün y ü k ü bir (zı / 1-ı pür-taab) Seukeyliyor ufu k/ara {pôy-ı girôn ı n ı)

Buradaki "tutuk, dest, şeb, zıll, duş, taab, pah, giran" kelimeleri tabii lisanda yoktur. Tabii Türkçey­ le konuşurken kimse bu kelimeleri söylemez. Bunla­ rın Türkçeleri: "duvak, gece, gölge, hayret, yorgun­ luk, ayak, ağır"dır. Fakat sevgili Fikret bu Türkçe ke­ limeleri güzel, ahenkli bulmuyor. Açıyor Arapça, Acemce kamusu . . . Sözde güzellerini buluyor. Yeter artık; bu milliyet asrında böyle garip iti­ katlar yaşayamaz. Her millet, bir millettir: Üç dört milletten mürekkep bir millet olmaz. Tıpkı bunun gi­ bi her li san da bir li sandır, üç lisandan mürekkep bir lisan olmaz. "Türkçe; Türkçedir! " Arabi, Farisi, Tür­ ki lisanlarından mürekkep bir "Osmanlı lisanı" yoktur. Bugün "üç lisandan mürekkep bir lisan" tasav­ vur etmek en kara bir cahilliktir. İskolastik lisanımız, yani eski divan edebiyatının lisanı, Türkçenin hari­ cinde mücerret bir sanattı. Şairler medresede Arap­ ça öğreniyor, karşıianna model gibi Acem edebiyatı­ nı alıyorlardı. Türkçe, satırlarda değil, sadırlarda idi. Milli edebiyat . halk arasında saz şairleriyle yaşıyor, fakat saray kıymet vermediği için kütüphanelerde kendine bir köşe bulamıyordu. Tekkeler milli Türk­ çeyi enderun lisanına tercih ettiler. Milli edebiyat bir vakitler tasawufun tercümanı oldu. Tanzimattan sonra tabii lisanımızı da yazmaya başlayacaktık Nitekim Şinasi küçücük divanındaki safi Türkçe birkaç kıtayı yazmıştı. Fakat tabii lisanın konuşulan lisan olduğunu bilmiyordu. Zannediyordu ki "kelime­ leri kök itibarıyla bütün Türkçe olan bir lisan, Türk­ çedir! " Halbuki bu bir hata idi . Dünyada karışmamış bir ırk kalmadığı gibi karışmamış lisan da kalmamıştı. 1 37


Her !isan komşu lisanlarından ihtiyacı olan keli­ meleri almıştı. Fakat kaide almamış, aldığı ecnebi kelimeleri de kendi bünyesine, kendi tabiatma uy­ durmuştu, Türkçeye ecnebi lisanlarından girip de Türkçeleşen kelimeler, kamusa bakmadan , ezberle­ yerek öğrenmeden manasını "hadsimiz" vasıtasıyla bildiğimiz kelimelerdir. Mesela, "kalp, ateş, hasta, azap, keder ve ilh . . . " gibi. Bu kelimeleri konuşurken Türkçe kelimeler gibi kolaylıkla kullanabiliriz. Bilakis bu kelimelerin kökçe Türkçeleri tabii lisanda yoktur. "Od, kaygu ve il h . . . " gibi. İskolastlk li san ın Arapça, Acemce kelimeleri de Türkçeye karışmamıştır. Me­ sela "hadika, lane , murg, serteser, sefit, ser, şita, tü­ de, berg, semen, cenah, kebuter, sehap, ter ve il h . . . " gibi . Bu kelimelerin tabii li sa nda mukabilleri şunlardır: "bahçe, yuva , kuş, baştanbaşa, beyaz, baş, kış, yığın, yaprak, yasemin, kanat, güvercin, bulut, taze . . . " Şair bu güzel Türkçe kelimeleri, isko­ lastik lisanla yazdığı için beğenmez, kullanmaz. Hep Arapça, Acemce mukabillerini yazar: Sen i solgun (hadika)la rda a rar. Küçücük (ser-se/id) baykuşlar , gibi kar Sizi dal/a rda, (/ane)/erde a ra r Gittiniz, gittiniz siz e y (m u rgan) Şimdi boş ka ldı (serteser) yuvalar (Destinde) ey (sema-yı şi ta) (tude tude)di r. (Berg-i semen), (cenah-ı kebater), (sehôb-ı ter)

Bir lisanı doğru yazmanın ilk şartı, o lisanın tabiatını bozmamaktır. Doğrunun mi'yarı tabiattır. Es­ ki iskolastik !isan ise -içinde manasını hadsirniz vası­ tasıyla bilmediğimiz kelimelerle, ecnebi kaideleriyle yapılmış terkipler bulunduğu için- doğru sayılamaz. Çünkü hadd-i zatında sunidir. Tanzimattan sonraki­ leri bir tarafa bırakalım . Eski divan şairlerinden Fu­ zuli, Baki, Nef'i, Nedim gibi üstatlar bile yanlış yaz1 38


mışlardır. Eserler i lafz, mana hatalarıyla doludur. Her edebiyat kitabında yanlışlığa onlardan birçok şekiller bulabilirsiniz. Nesirde iskolastik lisanın son üstatları olan Namık Kemal, Halit Ziya, Süleyman Nazif, Cenap Şehabettin Beylerin "matbuu'l-endam , yare-i muhabbet ve ilh . . . " gibi birçok yanlış terkiple­ ri vardır. Tanzimattan ewel, iskolastik lisanın en kuwetli zamanında şairleri yine arasıra tabii lisanla birer mısra, birer kıta, birer gazel yazabiliyorlardı. Bünu bile bile yapmıyorlardı. Haberleri olmadan . . . Divan edebiyatından tabii Türkçeye birkaç mi­ sal getireyim : Aklım almaktan ise can ı m ı al dedim ana Ol peri güldü, dedi: Aklın alan canın ala (Ya hya Bey) Göre/i z u lfü n ü bilmem ki ne hal oldu bana Aklımı başıma devşirme m u hal oldu bana (Ni had) Şa i r/iğim de başıma derd oldu fazıla Hep çektiğim cihanda tabiat belasıdır Sabrım a lıp fe/ek bana yüz bin cefa verir Az ola bir meta 'ı ona i/ çok ba ha verir (Fuzu li) Bayağı sohbet ederken söz arasında hernan Alakarnı dile verdim o şuha külfetsiz (Pertev) Feleğin ahdi yalan derler idi gerçek i m iş Ben inan mazdım inan derler idi gerçek imiş (Galib-i Diğer) 1 39


Divan edebiyatında böyle tabii lisanla yazılmış, iyice parçalar bulabiliriz. Fakat ne kadar olsa yine Acem aruzu kelimelerin ahengini bozmuştur. Bunun gibi "Edebiyat-ı Cedide"nin en azgın zamanlarında, terkipçilerin en coşkun devirlerinde de muharrirler "samimi oldukları dakikalarda" bazen tabii Türkçeye yaklaşıyorlardı. Halit Ziya terkip yapmaktan yaru­ lunca bir iki sahife tabii Türkçe yazabiliyordu. Bakı­ nız, daha "yeni !isan" esasları, tabii !isan umdesi or­ taya atılmadan Mehmet Rauf nasıl tabii Türkçe ile yazıyor. Çünkü bu an samimidir; o kadar müteessir­ dir ki zihninde Arapça, Acemce kelimeler toplayıp terkipler yapmaya vakit bulamıyor: "İniltili, ıslak; siyah bir kış günüydü. Onun öldü­ ğü gündü. Onun . . . O benim dünyada bir tek karde­ şimin o meşCım hastanede, birçok sefaletierden son­ ra inleyerek, istimdat ederek, 'beni kurtarın, beni kurtarın' diye sıziayarak öldüğü gündü. O . ölüyordu. O; gözümün önünde ölüyordu. Gözleri korkudan ihtilaçlarla açıla açıla siyah bir çu­ kur oluyordu. Yüzünün soluk, terli derisi gerile geri­ le kemiklerin üstünde yırtılıyor gibi ağzında büzülü­ yordu. Dudaktan kuruyarak, morlaşarak, deri altında dişleri sayılacak kadar kemiklere yapışıyordu. Göğsü son harharalarla, son iniltilerle boğazına kadar çıkıp sonra alçalıyordu. Ve ben bir şey yapamıyordum. Hiçbir şey yapamıyordum. Onu bu hale getiren, in­ leterek böyle gaddarane öldüren derde, bu hain mevte hiçbir şey yapamıyordum. Bu aczin elinde ezilmiş, haykırmak istiyordum. Kudurmak istiyor­ dum. Ölmek muhakkak olsa bile vahşi vahşi kanlar iÇinde intikam almak için kuduruyordum. Fakat gidip sebep, hak sorulacak; gidip intikam alınacak hiçbir kimse yoktu. Son nefesini işitmernek için , şakaklara yapışmış ve şimdiden ölmüş bu zavallı perişan saçların içinde, bu o kadar güzel ve siyah gözlerin benim sefil karde1 40


şımın sefil gözlerinin söndüğünü görmemek için kaçtım oradan , yanından kaçtım . Fakat 'öldü' habe­ rinden de kaçamadım. Ondan kaçamadım . Öldü, evet, o da öldü. İşte hepsi öldü. On iki sene ewel ninem, üç sene ewel babam ve şimdi o . Aşkı kalbirnde hepsinin yerini tutan o d a öldü. Üçü de öldü. Ve ben onun mezarının, onların mezarları­ nın yanında açılan bu yeni mezarın başında bugün inierken benim için kendilerini artık bir daha gör­ mek muhal olduğu, bu kimsesizlik içinde sürünrnek­ ten başka hiçbir çarem bulunmadığı halde -mec­ nunane olsa da- onların şimdi beraber olduklarını düşündüm de 'ah, şimdi siz bana ağlayınız, siz ba­ na . . .' diye feryat ettim ." İşte bu parçanın içinde ne Arapça, Acemce ter­ kip, ne de ecnebi kaideleriyle yapılmış 'cem'ler var. " Mecnunane" diyecek yerde "delice", "mevt" diyecek yerde "ölüm" dese hiç kusursuz bir yeni lisan, yani tabii Türkçe numunesi sayılabilecek. Aynı muharririn bir tasvir yapmaya kalktığı za­ man tabii lisandan ne kadar ayrıldığını görmek için şu satırlarını da okuyunuz: "Kameri (ka'r-ı l�lCiverdi-i leylde) bize bütün bu'diyetini hissederek görüyorum. Deniz o kadar ra­ kittir ki koy zulmet içinde bir ayine gibi muzlim bir iltima'la (hab-alud) görünüyor. Koyun denize mülaki olduğu yerde (elhanbusiş) gibi hafif feşfeşeler var. . . Zatamın fevkinde, nari n bir bulutun (şeffafiyet-i bakirane)si titreyerek sema­ nın buradaki baygın mailiği kamerin (tabiş-i en­ var)ıyla birleşerek. . . denizin sathına aksediyor. . . Manzara en melul ve en ümid-perver renklerin mestane bir inhilalinden mütehassıl bir (lerze-i en­ var), bir (manzume-i elvan) gibi ketum , rakit, tit­ rek . . . " Ecnebi kaidelerle yapılmış terkipler, manası hadsimizde mevcut olmayan kelimeler, ecnebi tarif141


ler gözümüze batıyor, muharrir eğer sanat göster­ meye kalkıp kendisini zorlamasaydı terkiplerini böy­ le Türkçe yapacak. Türkçe lafızlar kullanacaktı. Kamer: Ay; ka'r-ı laciverdi-i !ey!: Gecenin laci­ vert derinliği; rakit: Durgun; zulmet: Karanlık; iltima: Parıltı; hab-alud: Uykulu; mülaki olduğu: Birleştiği; zalam: Karanlık; �lhan-ı busiş: Öpüş sadaları , nağme­ leri; fevkinde: Üstünde; şeffafiyet-i bakirane: Saf şef­ faflık; tabiş-i envar: Nurların parıltısı; lerze-i envar: Nurların titreyişi; manzume-i elvan: Renkler manzu­ mesi. Edebiyat-ı Cedide, . ski iskolastik divan edebi­ yatının edipleri aldıkları terbiye neticesi olarak Türk­ çe kelimelere bedii bir kıymet vermiyorlardı. Onla­ rın nazarında Arapça, Acemce kelimeler daha ahenkliydi. Mesela "ev, taş, yatak, güneş, yıldız, gök, el , ayak, ve ilh ." gibi hadsimizde yaşayan keli­ meleri adi buluyorlar da "hane, seng, hacer, firar, afitab, necm, asman, yeddest , pa ve ilh . " diyorlardı . Hep Arapça okudukları için , Acem edebiyatı model­ leri olduğu için zevkleri milli değildi. Marazi bir zevkle kendi ana lisanlarının kelimelerini, ahenkleri­ ni beğenmiyorlardı. Hala onlardaki bu "zevk şaşılığı" için · için bizde devam ediyor. En müstait talebenin, yazılarını bana gönderen genç hanımların ruhunda bu temayülü görüyorum . Hepsi hadsimizde yaşama­ yan lafızları daha ahenkli buluyor . . . Halbuki biraz mantıki düşünmek ümmet devrinin , medrese harsı­ nın zihnimizde bıraktığı bu izleri silebilir. Her lafzın bedii kıymeti mensup bulunduğu li­ san içindedir. Türkçe kelime Türkçenin , Arapça ke­ lime Arapçanın, Acemce kelime Acemcenin , Frenk­ çe kelime Frenkçenin içinde güzeldir. Fransızca içindeki en ahenkli, en güzel kelime Türkçenin için­ de buz gibi soğuk, yalan gibi çirkindir. Keza en gü­ zel Türkçe bir kelime Acemcenin, Arapçanın içinde yine kötü bir şekilde durur: 1 42


Bahr bir (sereni te) iç inde hôbide İsteyi n iz el-ilm (m ine'/ beşik) (ile'/-mezar) (Kavuşmak günü) es t bikeş t ig u bikuşf raz[mera Be (ayrı lık gecesi) mek u n baz gi ri/tar-mera ·

Şu misallerdeki "bahr, Jerenite , isteyiniz, raz, beşik, kavuşmak, gün , ayrılık, gece·' kelimeleri pek çirkindir. Çünkü mensup oldukları lisanın haricinde bir li sanda kullanılmıştır. Bilakis her lisanın hadsin­ deki kelimeler kullanı,ırsa hiç çirkinlik olmaz. Tabi­ at , güzelliğin en büyük bir mi'yarıdır: Den iz tatlı bir sükun içinde uyuyor. Ut lubü'l-ilm m ine'l-mehd i le'/-lahd RQz-ı vas/ est bikeş tig u bfkuşf raz-mera Beşeb-i h icr mek un-bôz giri/tar-mera

Medreseden gayri milli bir irfan alan eskilerin zevkleri hastaydı. Bu kadar sarih bir biçimsizliği göre­ miyorlar, modelleri olan Acem edebiyatının mazmun­ larını, tabirlerini , terkiplerini aynıyla Türkçenin içine sokuyorlardı. Milli vezinlerin de nazariarında kıymeti yoktu. Lisanımızın tabiatında bulunmayan medlerle gerek kökçe, gerek temessül yoluyla Türkçeleşmiş kelimelerin ahengini bozuyorlar, "efail ü tefail"e uy­ duruyorlardı. Saray divan zihniyeti, enderun . Ümmet·hayatının muhitimizde hasıl ettiği telak­ ki tarzı, dini temayüller, şer'i kıymetler, mazinin da­ ha birçok eski iskolastik edebiyatı vücuda getirdi. Yukarıda söylediğim gibi bu edebiyatın suni lisanı Tanzimattan sonra da devam etti . Doğru yazmak is­ teyen ewela işte bu Arapça, Acemce terkipli isko­ lastik lisanın tabii bir şey olmadığına akıl erdirmeli. Buna akıl erdiremeyen asla doğru yazamayacaktır! Üçüncü derste üsluptan bahsederken "yeni li­ san" umdelerini uzun uzadıya anlatacağım . Şimdilik kalemi elinize aldığınız vakit , tabiatın haricine çık1 43


mamak için bu kısa programcığı hatıırlamayı dene­ yiniz. 1- Arapça, Acemce kaideleriyle yapılmış terkip kullanmamak. (Sadrazam , şeyhülislam , sevk-i tabii ve il h." gibi klişe haline geçmiş ıstılahlar müstesna . . . Onları kullanabilirsiniz . ) 2- Arapça, Acemce cem' edatı kullanmamak (Talebe, Müslüman, ahlak, hukuk ve ilh . . . gibi klişe olmuş, müfret mahiyetini kesbetmiş tabirler müstes­ na.) 3- Konuştuğunuz gibi yazmak. Cümlelerinizi suni atıflarla uzatmaya değil , daima kısaltınaya çalış­ mak. 4- Konuşulan tabii lisanda mukabilleri bulunan lafızların Arapça, Acemcelerini yazmamak. (Mesela "örtü" varken "süt re", "ateş" varken "nar", "derin" varken "amik" ve ilh . . . gibi ezberlenmiş lüzumsuz kelimeleri yazmayacaksınız .) Hiç konuşurken kendi anadilini yanlış söyleyen bir adam gördünüz mü? Şüphesiz hayır . . . Beş altı yaşındaki masumlar bile annelerine, babalarına bir şey anlatırken Türkçe gramer hatası yapmazlar. Çünkü tabiat onları meneder. Halbuki -mahut tabir­ le- lügat paralamaya kalkanlar ne potlar kırmaz­ lar. . . Onları yanlış söyleten Arapça, Acemce sevda­ sıdır. Konuşurken olduğu gibi yazarken de milli Türk sarfının haricine çıkmayan hiç yanlış yapmaz. Hasılı: Türkçe için Arapçanın, Acemcenin sar­ fını , nahvini , tariflerini kullanmaya özenınemek tabi­ atın haricindeki suniliklere kıymet vermemek! Işte doğru yazmanın ilk şartı. . .

İkinci Ders: Yazmaya Heves Etmeden Okumak Ekmeden biçrnek ne kadar imkansızsa okumadan yazmak da öyledir. Hayalimiz tıpkı çorak bir 1 44


tarlaya benzer. Oraya hayaller, fikirler, hisler, nük­ teler sonradan ekilecektir. Bunun için alet yalnız "okumak"tır. Fakat siz diyeceksiniz: "Pekala! Ne okuyalım?" Işte Türkçeden bahsolunurken en cevapsız ka­ lacak bir sual . . . Ne okuyacaksınız? Eski divanları mı? Şinasi'den sonra başlayan edebiyatın mahsulle­ rini mi? Yoksa en yenileri mi? Birdenbire, "Bunlardan hiçbirisi size yazmak öğretemez!" de­ mek biraz "hükm-i karakuşi"yi andırır. Öyleyse acele etmeyiniz. Ewela edepiyatımızın bu üç nevi mahsulü­ nü iyice bir hatırlayalım. Bakalım işimize yarar mı? Bir insan kendi edebiyatının tarihini bilmezse mümkün değil milli bir satır yazı yazamaz. Mesela divan edebiyatının -buna "edebiyat-ı atika" da der­ ler- son derece suni olduğunu, hiçbir vakit hayatın ma'kesi olmadığını bize ancak edebiyat tarihi göste­ rir. Kasideleri, naatları, gazelleri, terkipleri, terciile­ ri, kıt'aları okumalıyız; fakat tecessüs için ! Ilim için ! Tıpkı bir müzenin içindeki eski eşyaya bakar gibi . . . Bugünkü hayatta ne miğferlerin, n e kalkanların , ne okların, ne yayların vazifesi vardır. Onların vazifesi camekanlarda, asıl sahiplerinin torunlarına görün­ mekten başka bir şey değildir. Divan edebiyatı da bugün manevi bir müzedir. Edebiyat tarihinin mev­ zuudur. F�kat bugün ne lisanı , ne sanat hakkındaki telakki tarzı, ne tekniği işimize yarar. Divan edebiyatından, mizah edebiyatı çok isti­ fade edebilir. Hersekli Arif Hikmet, Muallim Naci, Şeyh Vasfi gibi son artakalanlarıyla hemen bütün ortadan kalkan "edebiyat-ı atika" o kadar hayata muhaliftir ki, nazireleri şimdi insana son derece gü­ lünç görünür. Ahmet Rasim, Fazı( Ahmet en ince nükteleri, en şuh fikirleri divan edebiyatı tekniğiyle pek güzel eda ederler. 1 45


Hele "hiciv" nevi yalnız divan edebiyatma mah­ sus gibidir. Onun için meşhur Eşref'le, şakirdi Ney­ zen Tevfik Bey hiçbir vakit asri edebiyatı, milli ede­ biyatı idrak edememişlerdir. "Hiciv" gibi "fahriye" de divan edebiyatının mahsusatındandır. Tevfik Fik­ ret bu asrın ahlakına yakışmayacak bir surette ken­ di kendini methetmeye kalktığı zaman her vakitki nazmın ahengini hemen kaybediyor. Rübab-ı Şikes­ te'nin ilk sayfasını açınız. Resminin karşısına gelen satırları okuyunuz. Son devirde tamamen terk olu­ nan "failatün·, failatün" vezninde ağır bir divan kıta­ sı: Kimseden ü m m id-i feyz etmem dilenmem [perr ü bôl Kendi cevviin, kendi eflaki mde kendim [tairim in h ina tavk-ı esaretten girandır boynu ma, Fi kri h ü r, i r/anı h ü r, v icdanı h ü r bir şd irim.

Bugün bizim gayemiz asri olmak, milli olmak, hulasa: Tabii olmaktır. Mütemadiyen edebiyat-ı ati­ kanın eserlerini okumak zevkimizi bozar. Bizi tabiat­ tan ayırır. Sunilik uçurumuna sürükler. "Lafızcılık" tehlikesine maruz kalırız. Edebiyat-ı atikayı sevip taklide kalkmak, müzedeki kavukları, şalvarları, sarı çedik pabuçları giyip sokağa çıkmak demektir. Böy­ le maskara kıyafetinde halka görünürsek ne olur? Herkes bize güler . . . Divan edebiyatının terkipleriyle, üslubuyla, tarzıyla yazarsak zavallı karilerin hayretini celbedip güldürürüz. Şinasi'den sonraki edebiyat da bize tabii yazma­ sını öğretmez. Namık Kemal'in eserlerinde birçok faydalı şeyler vardır; ulvi fikirler, şiddet, çalaki , aza­ met, hayatiyet, enerji ve ilh . . . Tiyatrolarının lisanı tabiidir. Bizim yazabildiğimizden daha tabiidir. Fakat sanat göstermek için yazdığı nesir bugünkü zevke son derece muhaliftir. Bugün "vakta ki"li "hurşid-i ci1 46


han-tab"lı tasvirler pek soğuk düşer. Kemal'i eserle­ rinin manası için okumalı, üslubunu, tarzını taklide özenmemeli. Roman , tiyatro nevini edebiyatımıza sokan bu ediptir. Eserlerinin okunması "asri edebi­ yat" nevilerinin bize nasıl mütereddit adımlarla hulul ettiğini gösterdiği için pek büyük bir ehemmiye�i ha­ izdir. Kemal tiyatro, roman ' yazmış, fakat bunların tekniğine hiç ehemmiyet vermemiştir. Tiyatroların­ da hareket, tabiilik yoktur. Kezalik romanlarında da tertip, hareket, tasvir, tahlil , terkip, ilh . . . pek masu­ manedir. Abdülhak Harnit'in tiyatrolarında da bu gayri tabiilik kusuru pek barizdir. Li san tamamıyla iskolastiktir. Şeklin o kadar fenalığina rağmen esas, yani ruh o kadar yüksektir ki. . . Insan onu okurken hakikaten bir şiir cihanı içinde kaybolur. Eğer Ab­ dülhak Harnit esastaki azameti, şairiyeti kadar şekil­ de, yani lisanda tabii olabilseydi Türklerin en ebedi bir dahisi olurdu! Şinasi'den Fikret'e gelinceye kadar okunacak ancak Kemal ile Hamit'tir. O da kötü lisanlarına alışmak şartıyla . . . Fikret'le başlayan "Edebiyat-ı Cedide"ye gelince . . . Asri edebiyatın bazı nevileri ni hiç bozmadan muhitimize sokanlar bunlar­ dır. Edebiyat-ı Cedide'den ewel ne roman , ne hika­ ye, ne şiir vardı. Tanzimatçılar divan edebiyatının telakki tarzıyla asri edebiyatı idrak etmeye çalışıyor­ lardı. Mesela Ziya Paşa gibi. . . Halbuki Ha !it Ziya, Mehmet Rauf katiyyen böyle bir telife kalkmamışlar­ dır. Mai ve Siyah, Eylül , Hayal İçinde Bir Ölünün Defteri , Aşk-ı Memnu, ilh . . . teknik itibarıyla tam ku­ sursuz romanlardır. Tertip, hareket, terkip gayet mahiranedir. Muharrirlerin asri bir nevi tamamıyla anladıkları, sanatın gavamızına vakıf oldukları her sayfada göze çarpar. Fakat Fikret ve arkadaşları garp edebiyatının asri nevilerini nokta noktasına hiç bozmadan kabul ederlerken garp edebiyatının en mühim, en esaslı bir şartı olan "tabii lisanı" ihmal et­ mişlerdir. Hepsinde tek tük, oldukça Türkçeye yak1 47


!aşmış sade sayfalar görebiliriz. Fakat esas itibarıyla iskoJastik lisanı "Türkçe" zannetmeleri onları ebedi bir ömürden mahrum bırakmıştır. Eğer " Edebiyat-ı Cedide"ciler tabii lisanla yazabilselerdi, bugün bizim klasiklerimiz olurdu. Çünkü içtimai, edebi inkılabı­ mızda bize model onların nokta noktasına tarzını kabul ettikleri "garp"tır. Biz yazıda "teknik"i, mede­ niyeti içine girmek mecburiyelinde bulunduğumuz garptan alacağız. Kim ne derse desin . Artık teknikte model bize yalnız garptır. Maneviyatımız milli, mad­ diyatımız beynelmileldir. Mevzularımız, hislerimiz milli olabilir. Fakat edebiyat nevileri milli olamaz. Içinde yaşadığımız medeniyelin edebiyatlarındaki neviler birdir. Hikaye, roman, tiyatro, şiir, ilh . . . kaideleri, garp edebiyatının kaideleridir. Lisan, halkın manası­ nı hadsiyle bildiği konuşulan lisandır. Garptaki sana­ tın dişipiinine biz de tabiyiz. Vakıa, Avrupalılarla bi­ zim "görüş"ümüz farklıdır. Fakat gözlüklerimiz, dür­ bünlerimiz birdir. Garp tarzının bizde ilk tecellisi olan "Edebiyat-ı Cedide" kitaplarını mutlaka okuma­ lıyız. Vakıa bugün "elmas, inci yağmuru . . . " demeyi edebi zannetmeyen, parlak görünmek için "baran-ı dürr ü elmas .. " terkibini dü_zen Halit Ziya'nın "caf­ caflı" nesri çekilmez, fakat siz onun fikirleri nasıl muntazam, nasıl mantıki bir tertiple ifade ettiğine dikkat ediniz. Ondan lisan değil , ifade sanatını öğre­ niniz. Evet kim yazı yazacaksa Fikret'i, Cenap'ı, Ha­ Ht Ziya'yı , Rauf'u, arkadaşlarını mutlaka okumalı . Bu "okuyuş", gayemiz olan tabii lisanla suni lisan ara­ sındaki farkı da bize vazıhen gösterecek. Yeni yazılara gelelim: Tabii lisana en ziyade yaklaşan şüphesiz Refik Halit'tir. Yakup Kadri'de, Halide . Hanımefendicle hala bazı klişe terkipiere rastgeliriz. Falih Rıfkı'nın nesri biraz lüzucetine rağ­ men yine pürüzsüzdür. Genç şairlerden O. Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz milli lisanla, milli vezni en 1 48


muvaffakıyetle kullananlardır. O. Seyfi'nin samımı­ yeti, sade hemen , masum bir şair olması onu arka­ daşlarından ayırır. Öyle diyebilirim ki, bu genç bizim ilk samimi şairimizdir. Milli edebiyatın revişini gör­ mek için bu yenileri de ihmal etmemeli, hepsini okumalı. Bugünkü milli edebiyatın yanı başında "Edebi­ yat-ı Cedide" , hatta "edebiyat-ı atika" bile "artakalış" halinde devam ediyor. Bu gayet tabiidir. Ahmet Haşim, Tahsin Nahit gibi bazı genç şair­ ler, milli vezinleri kabul etmemişler, Acem aruzunda kalmışlardır. Acem aruzunun son kahramanı "Halit Fahri"dir. Acem vezinlerini kusursuz kullanan bu genç, yarım asır ewel Hersekli Arif Hikmet'in, Os­ man Nevres'in aynadıkları rolü tekrarlıyor. O vakit Tanzimat temayülleri gözlerimizi garba çevirmişti. Meşrutiyet, demokrasi fikirleri için için idaremize hulul ediyordu. Bir Şinasi, bir Kemal, bir Harnit çık­ tı, asri nevilerle yazmaya başladılar. Halbuki birçok muasırları , başlarında Osman Nevres, Hersekli Arif Hikmet, Avni Bey ve ilh . . . gibi üstatlar bulunduğu halde Baki, Nedim devrini yaşadılar. Gazel yazdılar, divan düzdüler. Bugün "tabii !isan , milli aruz, asri edebiyat" hakimken Halit Fahri piyesini yine Acem aruzuyla yazıyor, Ali Emiri Efendi gazel düzüyor. Celal Nuri Bey -Edebi bir iddia neticesi olmayarak, sırf zevki için- eski terkipli lisanı gündelik bir gazete­ nin sahifelerine geçiriyor. Tabii lisanın en menus ta­ birlerini Arapçaya, Acemceye tercüme ediyor. Bu hareketler tekamül kanununun en zaruri neticeleri­ dir. Artakalış, "değişmek" fiilindeki muvazeneyi hu­ sule getiren bir amildir. Eğer hala "Edebiyat-ı Cedi­ de", "edebiyat-ı atika" nazmı, nesri yaşamasa tabii nesir bir kıyınet kazanamaz. Suniliğin tabiilikle nasıl taban tabana zıt olduğu­ nu pek vazıh bir surette gösteren bu "artakalanlar"ı da okumalı . . . Sonra Aşık Garip, Leyla ile Mecnun , 149


Tahir ile Zühre , Aşık Kerem , Şahmeran ve ilh. gibi milli hikayeleri okumamak büyük bir noksandır. Türkçenin hakiki bünyesini biz ancak bu kitaplarda görebiliriz. Konuştuğumuz tabii li sa nda hiç atıflar, falanlar yoktur. "Vav" yoktur. Arap, Acem nesrinin zevkiyle bu fazla lügatlar bize musaHat olmuş! Şimdi yalnız Anadolu köylüleri­ nin okuduğu bu eski hikaye kitaplarında hakiki Türk nesrinin şeklini buluruz. Vakıa bunların kelimeleri, tabirleri eskimiştir. Mevzuları, asri bir tasviri haiz ol­ madıkları için ibtidai görünür. Fakat cümleleri o ka­ dar tabii, o kadar kısadır ki. . . Biz bugün o hikayeleri yazanlar kadar sade yazamayız. Işte Şahmeran ma­ salından gelişigüzel bir sayfa açıyorum. Aynen nak­ lettiğim şu satıriara bakınız; manaya değil, cümlele­ rin inşasına dikkat ediniz: ". . . Mu rg-ı şah k uş lara gitti. Ben yalnız kal­ dım. Bi rkaç gün oturdum. Gön lüm sıkı lıp ka lk­ tım, köşk leri gezdi m . Seyrederek dem i r kapıya geldi m . 'Acaba bunda ne uar k i ?'. . . Murg-ı şah be­ ni men'eyledi. 'Bunca acayipler gördüm. Bunun acayibin dah i göreyim ' deyip kapıyı açtım, içeri girdim ki bir hoş bahçe . . . Gündgün meyue ağaçla­ rı uar. Ol bahçen in orta yerinde bir altun köşk . . . Ön ünde bir azi m , hoş s u çağiayıp akar. . . Kena­ rında ceuah i rle m üzeyyen bir tah t k u ru lm uş. Cüm le etrafı n gezdim. Gördüm k i hauadan üç ta­ ne beyaz gü uercin bana doğru geldi. Ben köşk ta­ rafında gizlen dim. Bunlar gelip ol tahta kondu­ lar. Gördüm ki bunlar üç tane m ü m taz kız oldu­ lar. Bi rbi rlerine dedi ler ki: - Etrafa ba kın, kimse olmOs ı n ! Küçükleri eyi tti. - Bu raya bizden gayrı kim gelir? Soyu ndula r. Ceua hir fu talara sarınıp ha uuza girdiler. Bunların uücuduna bakınca gözleri m ka1 50


maştı. Ol va kit gön lüm ye rinden koptu. Küçük kıza gitt i. "

Evet, tabii nesrimizin izleri bu ibtidai masallar­ dadır. Kim yazmak istiyorsa mutlaka bunları okuma­ lı. Bir vakitler, konuşulan tabii lisanıQ da nasıl yazıldığını görmeli . Halk edebiyatından, edebiyat-ı atikadan, Edebi­ yat-ı Cedide'den okuyacağınız bu eserler, yine size tabii yazmasını öğretemez. Biz artık mutlaka garp medeniyetinin içine gireceğiz. Onun için bize şimdi­ lik mutlaka garp lisanlarından birisini öğrenmek la­ zımdır. Ya Fransızca, ya Almanca, ya Ingilizce . . . Yazı yazmasını isteyen behemehal bu üç lisandan birisini bilecektir. Nesrin , nazmın tekniği garptadır. Modeller garptadır. En büyük şaheserler garptadır. Bu üç lisandan birisine vakıf değilsek cihanın ölmez şaheserlerini okumak saadetinden mahrum kalaca­ ğız. Avrupa lisanlarından birini öğrenince ilk ewel mutlaka o lisana tercüme olunmuş bulunan şaheser­ leri okumalıyız. Sanatın sırrı Yunan-Latin klasikle­ rindedir. Sadelik, saflık, samimilik, vuzuh bu büyük eserlerin esasıdır. Okunacak klasik muharrirlerin en başına "Ho­ mer"i koymalı. Homer, her devrin , her yerin en bü­ yük muharriridir. Edebiyat muallimlerinden Albalat: "Tasvir içinde hayatın ilk modeli ancak Homer'de bulunur. Eğer Homer' i okumamışsanız hakiki realiz­ min, yazmak sanatının ne olduğunu asla anlayama­ yacaksınız" der . Homer Türkçeden başka hemen her lisana tercüme olunmuştur. Hatta Arapçaya bi­ le . . . Ermeniler bu şaheseri yarım asır ewel manzum olarak lisanlarına geçirmişlerdir. Ben üstatlarımızın gayretsizliklerinden müteessir olarak "llyada"yı ge­ çen sene tercüme ettim . Yarısından ziyadesini Yeni Mecmua'da bastırdım . Müsait bir zamanda "Ode�

1 51


sa"yı da tercüme ederek kitap halinde çıkaracağım. Çünkü "Homer" en faydalı bir "edebi kıraat"tır. Her edebi mektebin tohumu ondadır. Onda heyecan, be­ lagat, insanilik, müşahede, resim, renk, tasvir, hare­ ket o kadar canlıdır ki. . . Eseri hiç şüphesiz dünyada "yazmak sanatı"nın ezeli bir modeli halinde kalacak­ tır. Homer'den bir sahife okuduktan sonra en be­ ğendiğiniz muharriri elinize alınız. Hemen onun za­ aflarını, acemiliklerini , beceriksizliğini, madunluğunu göreceksiniz. Yazı yazmaya, hususuyla matbuat için yazmaya başlamadan ewel derin derin, ders gibi, mukaddes bir kitap gibi Homer' i okumalısınız. • Hayatın "oldu­ ğu gibi" satıriara nasıl nakledildiğini görmeli, hisset­ melisiniz. Ancak o vakit okunacak birkaç satır yazı yaza­ bilirsiniz . . .

Üçüncü Ders: Eski "Üslup" itikadı En büyük ediplerimizin "lisan langue" ile "be­ yan language" arasındaki büyük farkı ayırt etme­ dikleri eserlerinin delaletiyle sabittir. "Lisan" ile "be­ yan"ın hudurlunu çizmeyen hiçbir vakit "üslup"un ne demek olduğunu anlayamaz. Lisan , bir milletin bütün fertleri arasında müşterektir. Mahalli şivele­ rin , tabirlerin mevcudiyeti bu vahdeti ihlal edemez. Misal olarak Fransız lisanını alalım: Yazan, okuyan, edip,__ şair, dahi, alim, bütün Fransızın kullandığı la­ fızlar birdir. Harfleri, nahivleri birdir. Denize şair de deniz der; halk içinde rastgele herhangi bir adam da . . . Fransızlarda suyun, toprağın , taşın, hasılı bü­ tün isirolerin yalnız bir ismi vardır. Manaları birbiri=

=

*

Hangi Usandaki tercümesi olursa olsun ... 1 52


ne yaklaşan lafızlar arasında da mutlaka "ince bir fark" bulunur. Halbuki bizde halk ile halkın içinden ayrılan münevverlerin lisanı arasında büyük bir fark vardır. Halk ile münevverlerin lafızları ayrı, sarfları, nahivleri ayrıdır. Halk, suya su; toprağa toprak; ta­ şa taş der. Münevver, denize bahr, derya; suya ab, ma; toprağa hak; taşa seng, hacer falan der . . . Halk konuşurken yalnız milli Türk sarfını kullanır. Mü­ nevver kalemi eline alınca Arapça, Acemce terkip­ ler düzmeye; ezberlediği klişelerini düzmeye başlar. Türk milletinin konuşurke� bir türlü konuşup yazar­ ken halkla münevverlerin birbirlerinden ayrılışları yanlış bir telakkinin zaruri bir neticesidir: Türk "be� yan"da mümtaziyetin manada, yani esasta olmayıp "lafız"ların ecnebiliğinde olduğuna kaildir. Türkün bu eski kanaati kendi "milliyet" telakkisi kadar yan­ lıştır. Yeni !isan cereyanı kuvvetienineeye kadar bü­ tün edipler Arapça, Acemce kamuslarından manası bizce meçhul kelimeler bulup kullanmayı büyük bir marifet sanıyorlardı. Bu hususta Cenap'la Fikret ya­ rışa çıkmışlardı: "Talab, buhayre, pişani , hive" daha neler, neler . . .

Lisan unsurlarını hepimizin tanıdığı umumi bir alettir. Hepimizin lafızları, sarfı, nahvi, mantığı birdir. Beyan; lisanın şahsa göre değişen bir hususiye­ tidir. Hepimiz etten, kemikten, deriden ibaretiz. Fa­ kat çehrelerimiz, uzuvlarımızın hacimleri ayrıdır. Hepimizin umumi, müşterek malı olan lisanı biz böyle kullanırız ki lafızları, sarfı, nahvi bir olduğu halde ortaya mühim bir "beyan" farkı çıkar. Hayalle­ rimizin, hislerimizin, teessürlerimizin resmi olan "beyan" , çok müşahhastır. Mücerret bir şeyi hepi­ miz hemen aynı keliinelerle ifade ederiz: ·

1 53


İk i kere iki dört eder. Güneş doğunca gündüz olur. Kış soğu k t u r.

Bunların manalarını başka türlü söyleyemeyiz. Çünkü mücerret "fikir"Ierdir. Mücerret şeyleri ifade­ de müşterekiz. Mesela, "çıplak susuz bir kabile halkı" deriz. Bu mücerret bir tariftir. Fakat şair müşahhas ifadesiyle ona hayalden, muhayyilesinden renk, ziya , hayat ilave eder. "Giydikleri temmuz güneşi, içtikleri cihan yakıcı ateş olan bir kabile halkı. . . " der. Bu beyan onu herkesten ayırır. Kelimeleri her­ kesin bildiği umumi kelimeler olmakla beraber ifade­ sinde bir mümtaziyet, bir şahsiyet vardır. Fakat Türk bu ayrılığın esasta değil şekilde, kelimede oldu­ ğuna kaildir. Onun için, Giydik leri (afi tab-ı temm uz) içt i kleri (şu le-i cihôn-sQz)

der.

"Sahilde küçük dalgalar: Ey en kederli insan ! Bize gel , diye fısıldaşır. " B u nispeten mücerret bir ifa�edir. Şair ona ha­ yalinden bir şeyler katar. Gayet bedii bir beyan ile bu fikri bize anlatır: "Nazlı dalgalar, tıpkı bir güzel kadının bizi çağı­ ran ipek etekleri gibi fısıldaşır. Bu dalgaerkların rlu­ dakları tıpkı bir güzel kadının ipek etekleri gibi 'ey hayattan meyus olan zavallı! Benim arkarndan gel' diye söylenir. . . " Bu parçanın mümtaziyeti lafızlarında değil; bu lafrzların ifade ettiği hayaldedir. Halbuki Cenap du­ dağa "leb", dalgalara "mevcat" , hayattan meyus olan zavallıya "şikeste hayat" demekle fazla bir şey yapı­ yorum sanır: ·

1 54


İpek etekleri tarzında bir güzel kadının Fısı/daşı r /eb-i davet/e nazenin mevca t; İpek e tekleri tarzında bir güzel kadı n ı n "Ben i takip et ey şikeste hayat!" Diyerek söylenir /eb-i mevcat . . .

"Gece mezarlıkta rüzgarın serviierden geçerken çıkardığı ses beni çok müteessir etti." Bu mücerret bir ifadedir. Şair tıpkı lisanın keli­ meleriyle bu ifadeye başka bir mümtaziyet verir: "Derinden aha benzer _acayip bir ses getirdi. Yalnızlık vakit vakit nefes alıyor sanılacaktı. Ağaçlar­ dan yere düşen koyu gölgeler karşıya siyah bir per­ de çekmişti. Adem nişanı olan bu karanlığın içinde nazariarım dehşetle uçuyordu . " Şair, Türkçe kelimelerin bir hayali ifade edemeyeceğine kaildir. Bakınız ne yazar: Bir acaip ses gelirdi derinden (şebih-i ah) Vahdet teneffüs eyler idi sanki (gôh gôh) (Eşcôr)dan (zem ine) düşen (sôye-i kesff) Çekm işti (piş-gôhı m a) bir (perde-i siyôh) Ol (zu lmet-i amfka-i h içf- n ü m udda) (Pervôz) ederdi dehşet ile (tair-i n igah)

Görülüyor ki böyle nispeten basit değil, hatta en ulvi, en muğlak hayaller bile tabii lisanla eda olu­ nabilecek! Yani mümtaziyet göstermek eskilerin iti­ .kadı gibi ecnebi kelimelerde değildir. Biz mümtazi­ yeti herkesin kullandığı kelimelerle gösterebiliriz. Manasını bilidğimiz halkın Hsanında yaşayan her ke­ lime en ahenktar kelimelerden daha ahenktardu. Mesela medrese edebiyatıyla; iskolastik lisanla zevki bozulmamış her Türk için: "Ay, bahçe, kar, yasemin, su , kulak, deniz, baş, yer, yatmak, doldurmak, yıkanmış, yüz" kelimeleri pek güzel, pek ahenklidir. Türkçe kelimeleri ne çir­ kin ecnebi kelimelerle yazmıştır: ·

1 55


O zaman ki ederdi (a ks-i kamer) Suda (ta rh-ı riyaz-ı berf ü semen) O zaman ki gelirdi her yerden (Nağme-i a b) ile (beyaz-ı seher) O zaman (a ram ide-i gCrş u nazar) Eyleyip (terk-i nay-ı zar-ı h üzn) (Sah i l-i saf-ı bah re) indim ben (Serime) o ldu bir taş üstü (makar) (Ga rk-ı n Cr r u sürCrr) idi (derya) San k i bir sesle bir parr ltı idi Suda her katreyi eden (im lô) Görü len bir (ziya-yı şikeste-lika) Duyu lan tatlı bir çağı ltı idi. San k i ağiardı (ab) içinde ziya.

Cenap'ın kullandığı bütün gayri menus kelime­ lerin mukabilleri konuşulan lisanda vardır. Başa "ser", denize "bahr", kara "berf" demekle üslup bir şey kazanmaz. Üslup kelimelerde değil, yukarda söylediğim gibi kelimelerin ifade ettiği hayallerde, manalardadır. Bunu bilmeyen eski edipler, konuştu­ ğumuz lisanda bulunmayan ecnebi kelimelerle, Arapça, Acemce terkiplerle mümtaziyet göstermek istiyorlardı. Şöhretli üslupçularımızdan Cenap'la Na­ zif en mutaassıp terkipçilerdendir. Halit Ziya roma­ nın hayati lisanına hiç yakışmayacak terkipler düze­ rek üslup göstermeye özenmiştir. Arapça, Acemce terkiplerle üslup ibda' etmek ümidi en bariz bir su­ rette Celal Nuri Beyde tecelli eder. Bu zat doğrudan doğruya edebiyada iştigal etmemekle beraber Ce­ nap'la Nazif'in en ateşli meftunlarındandır. Veysi, Nergisi gibi yazılarında hiç Türkçe kullanmamış eski nasirlerin lisanı ona bir mefkCıredir. Bu fikrini gaze­ tesinde bir makale ile itiraf etmişti. Ewel zaman ter­ kipçiliğini gazete lisanına sokmak, gayesidir. Fakat yaptığı yenilikler -ki konuşma lisanımızdaki Türkçe tabirleri "nemek-alud" gibi Acemceye yahut Arapça1 56


ya tercümeden "derhal, taraftar ve il h . . . " gibi iyice lisana girmiş, Türkçeleşmiş klişeleri "der-an, canib­ dar" tarzında gayrı me'nuslaştırmaktan ibarettir- hiç kimse tarafından beğenilmemiştir. Üslubun sırrı mümtaziyetin lafızlarda, gayrı me'nus kelimelerde olmayıp, bilakis herkesin mana­ sını bildiği me'nus kelimelerin yan yana gelerek ifa­ de ettiği hayallerde, manada olduğunu bazı tercü­ melerle gösterebiliriz. Mesela, "ayın ışığı suya düşü­ yor. " Bu oldukça mücerret, çıplak bir ifadedir. Üs­ lup hususunda bir kıymeti yoktur. Fakat "ziya-yı ka­ mer sath-ı aba aksediyor" derseniz yine fazla bir şey söylemiş olmazsınız. Bu ancak yukarıdaki çıplak cümlenin Acemceye tercümesidir. Halbuki mümtazi­ yetin sırrı Türkçe kelimeleri Arapça, Acemceye ter­ cüme etmek değildir. Ona siz hayalinizden bir şey ilave etmelisiniz. Bakın Victor Hugo bu fikri nasıl söylüyor: La lune ouvre dans tonde Son even taif d'arten t.

"Ay suyun içinde gümüş yelpazesini açıyor. " Işte b u mümtaz bir ifadedir. "Ay, su, gümüş, yelpaze" kelimelerinin yan yana gelip bize duyurdu­ ğu hayal. Işte üslubun sırrı . . . Bu kelimeleri Türkçe­ nin gayrı lafızlara, tercümeye hacet yok, "Kamer, dahil-i abda, mervaha-i sirninini açı­ yor." Kamerle ay, suyla ab, mervaha ile yelpaze arasında ne fark var? Ifade ettikleri hayal, mana hep bir . . . Yalnız biri Türkçe , öbürü değil ; ahenk noktasına gelince: Mademki biz Türküz, dünyanın en ahenkli kelimeleri bizce Türkçe me'nus kelime­ lerdir. Terkipçiler marazi bir duygu ile Arapça, Acemce kelimeleri Türkçe kelimelerden daha ahenkli sanırlar. Bu herhalde tabii bir hal değildir. Kendi milli lisanı içinde Almanca kelimeleri ahenkli bulan bir Fransız tasawur ediniz. Bu adama 1 57


"sıhhati yerinde" diyebilir misiniz? Terkipçiler "ciha­ aydınlatan güneş batıyor" demeyi adi buluyor. Mümtaziyet için, üslup yapmak için, "hurşid-i cihan­ tab (yahut alem-ara) gurub ediyor" derler. Bunun be­ ğenmedikleri ifadeden yalnız kelime itibariyle farkı vardır; üslupça yok . . . Güneş yerine hurşid, batmak yerine gurub kullanmak! Acaba üsluba bedii bir ha­ yat ilave eder mi? Haşa. . . Fakat bakınız Heredia, Fransız halkının konuştuğu tabii kelimelerle nasıl bir üslup ibda ediyor: nı

"Le solei l ferme fes branches d'or de son rou­ ge euen tail. "

"Güneş kırmızı yelpazesinin altın kıvrımlarını kapıyor." Bir de Chateaubriand'a bakınız: "Le so/ei/, enflammant /es uape u r da la ci te, sembla i t oscill en temen t dans un fluide d'or com­ me le pendu le de l'ho rloge des s iecles. "

"Beldenin üstündeki hafif ormanları tutuşturan güneş asırların saati gibi, erimiş altın bir buhar için­ de yavaş yavaş salianıyor sanılıyor." Bu misalleri kafi görerek lafı uzatmayayım. Üs­ lubun , gayrı me'nus kelimelerde değil, bu kelimelerle ifade olunan şeyde olduğunu, "beyan"ın unsurları ta­ bii lisanın kelimelerinden ibaret bulunduğunu bize bütün milletierin eserleri gösteriyor. Hiçbir Almanın üslup yapmak için kendi lisanı içine İtalyanca keli­ meler koymak aklından geçmez. Vakıa kelimelerin de ahenk hususunda ayrı bir kıymetleri vardır. Fakat bu iskolastik lisan taraftarı terkipçilerin zannettikleri gibi değildir. Ahenk bahsinde bunu anlatacağım. Şimdi sizin yapacağınız şey: 1- Bugüne kadar yazılan edebiyat kitaplarının hayata uygun gelmeyen düsturlarına isyan etmek. 1 58


2- Ekrem Beyin, Muallim Naci'nin kitaplarına değil , hayata inanmak.

3- Türkçe kelimeleri Arapça, yahut Acemce yazmakla haiz oldukları manaları değiştirebilmek vehmine kapılmamak. İskolastik lisanın haricinde yazılmış bütün eser­ ler, Avrupa'daki milletierin bütün eserleri üslubun sırrı nerede olduğunu bize gösterir. Yalnız dikkat et­ mek ister: Şair, muharrir herkesten yalnız beyanıyla ayrılmıştır. Kelimeleri, sarfı, nahvi halk ile müşte­ rektir. Halk ile kelimeleri, sarfı, nahvi ayrı olanlar yal­ nız iskolastik edebiyatçılar, bizim edebiyat-ı atika ile Edebiyat-ı Cedide taraftarlarımızdır. Ilmi bir nazarla tahlil edersek bugüne kadar yazı yazanlarımızın içinde, Nergisi'den , Veysi'den tutunuz da Cenap'a, Nazif'e kadar, bir tane olsun üslupçu gelmediğini görürüz. Bu hakikat güneş kadar aşikardır. Çünkü üslubun ilk şartı, "tabiilik"tir. Dünyada kendi konuş­ tuğu lisanı bilen hangi Türk bu satıriara "tabii" diye­ bilir: Cem iyetleri (dam-ı hay/) (h uzzar-ı meclis/eri) (ü la ike ket en'a mü bel h ü m eda ll) (harekat-ı na­ hem var)ları (müsabe-i suhdn-ı ruh) (kelimat-ı ber­ azar)la rı (m üşabih-i em vac-ı Tufan-ı Nuh) selam verdim rüşvet değildir diye a lmadı /ar. Fuzu li . . . Bir veçhile k i ne (bazu-yı k u vve t ve ne zor) i le (ta h /is-i damana) meca l ve ne de s iper ve şur i le (m üdafaa-i zahm-ı in tikama) (/erce-i int ika­ ma) (ferce-i i h timal) bulur. Nergisi Bu (ta'riz-i m üşrikan-ı bed-kiş ü tehdid-i biga­ ne vü h iş) bana bu sülukumda mani olamaz ve bu 1 59


(em r-i ha tir) da ben i m (temşiyet-i mehômmı ma) (şedd-i n i tak-ı ihtimam) etmek size nô/i idi. Veysi (Ve m ine'l-m ücerrebôt) (harekat ü zevalf) gayr-ı kabil görünen (arz-ı saht) altından yavaş yavaş (hafr u naht) ile def'aten sükut edip yarlar ve uçu ru m lar seddeylediği gibi bir (h ü k ü met-i za­ lim) dah i (kuvve-i ce br ü teaddi i le). . . Telemak Terc ü mesi'nden Kam i l Paşa (Darb-ı n u t k u talôkat-ı lisanı) şöh ret-gir olan Kral-ı Felemen k ağzı dili kurumakla (yu t ı 'u çün sipi h r-i na-hem va r) medihasına ma-sadak olan (meşreb-i m u ka vvesin in) (m ı n taka-i m u 'tedile-i rastiden) (in h i raf-ı külli)ye mail ve (da i re-i sohbe t ü hatt-ı üstüva-yı hakkôn iyetten) (bu 'd-ı hakiki) i le (haziz-i isaete) nazif olduğu . . . Tabsı ra 'dan Akif Paşa Ekser gün lerde vak ta ki akşam takarrüb eder (bôd-ı şimal) i le (heva-yı cen ubi) birbirinin (aguş-ı vefa)sı ndan koparak her biri dünyanın bir köşe­ sinde gurub ile mem leketin en aşı kane bir sey­ ran-gah ı olan o (zemin-i bi-m isali) (mev'id-i visal) ey/emiş iki nôzenin gibi m u 'anakaya başlar. Nam ı k Kemal Nasıl cen net den i lmesin. Sahası ndan (ahval-i ukbô)yı andırır bir aleme girilir. Bu temaşiidan son ra (safa-yı cennet) soru/ur. Yan i bu (ravza-i va­ s i ' ul-en han ı n) bir köşesinde şimdiki imparatorun pederi Frederick'in zevcesinin t ü rbes i mevcuttur. Sad ul la h Paşa 1 60


(Na m-ı aza met-i ittisa m ı n ı) (zib-i ser-/evha-i m a tem) ey/ediğimiz Gazi Osman Paşa ben i nev'i n i n ol yeganelerinden idi ki (si ne-i m ü lu kanesin de) mevcut olan a rslan yüreği (ham­ le-i şirane) ve (sav/e-i kahharane)sini (ta h rib-i bi­ /ad) için değil belki bu mel'anet için h üc u m ey/e­ yen yüzbin lerce eşkiyaya bi'l-m üdafaa yüzbin lerce m u h azziratın, yüzbin le rce s ı byan ı n (hayat-ı masumane)si n i, yüzbin lerce a h rarrn h ü rriyet ini velhas ı l cihanda cen net olmak üzere tavsife şa­ yan o lan bir mem leketin ma'm u riyet ve mes'udiyetin i (eşkiya-yı merkume) (pay-ı tahribin­ den) m u hafaza için kendisini sevk eyledi. A h met Mithat Efendi Ya m ü te 'a/. Vaktiy le (i tida/ ü fezai/ ü a h laka) mesken o lan o (sakf-ı giyah-ı beste vü kaşane-i sa­ de/er) nereye gitti? Rom an ı n (sadegi-i ahva li) yeri­ ne kaim olan bu (ziynet-i m_en h Use) nedir? Bu (şi­ ve-i garabet- n üma-yı /isan) n edir? "Jean Jacques Roussea u 'dan tercü me" Kemal Paşazade Sa'id Cihad (ta 'm im-i diyan et) içinse tensib o l u n u r. Çü n k ü birden ta'a m m üm edince harb ü h usumet ü garaz ü nefsan iyet, (i h t i /af-ı mezahib ü edyan) m uhata ra larr kül/iyen ber-ta raf olarak a lemde (su lh-ı dai m i) h ü kümet eder. Abdülhak Ha rn i t İngiltere'n i n yakmaz fa kat ten vir eder (şua'-i şemsi) zan n u şüphe arası n da nazan n azan zihne n üsul eden bir (fik r-i şairane) gibi sisleri güzar ederek zem ine ancak dakunabi liyor ve bundan (reng-i a le) mail bir a kşam hôsıl oluyordu. Sa m i Paşazade Sezai 1 61


Sene/er! . . On latın (si /si /e-i bi-insafı) her gün (ser-i emel-per-i zerrin i) biraz daha indirecek, bi­ raz daha topraklara yak/aştırocak darbeler vura vura geçmiş (bi-meca l), (ş ikesteasab) yan dığı gece­ lerden son ra gündüzleri açan her (şems-i sabah) ona "bugü n yine dünkü gibi, her za manki gibi m ü vezzi'sin ve her zaman böyle olacaksın!" de­ m işti. A h , bu sokakların bi tmez tü ken mez (h u­ dut-ı piç-a-piçin i) du rmaz dinlenmez hatvelerle . . . Gezmeye mahkum olan (öm r-i sefil)! . . Ha/it Ziya Gü neşin doğacağı yerde bir (pervaz-ı reng-i kamer) vardı. Meh met Rauf (Mu h teviyat-ı m u tan tana-i kadime)sinin en­ kaz u iziali üzerine asırlarca gizli gizli yıkılarak n ihaye t kabristan larla viraneler a rası nda kaybo­ lan s ü rü n üzün dahili (ebn a-yı ademden) iki yüz bin (ma h luk-ı m üdrike) (penah-ı m u 'aşeret) oldu­ ğu za man larda . . . Süleyman Nazif

1 91 9 senesi Kan un-ı sanisinde meşrolunan bir makalesi nden : . . . Büyük n asirler bilhassa (ta h rik-i h issiyatı) kasdedince eserlerine dai ma (n im-mahsus) bir (hareket-i n azm iye) iare ederler. Nes rin de (şera it-i kemalinden) biri ahen ktir. Fa­ kat (servet-i m usikiye)si her ne olursa ols u n nesir h içbir zaman n azım ile (m üsabaka-i ahenge) kı­ yam edemez. Nazma (tayaran-ı kelam) derseniz nesre a n cak (reviş-i e/faz) demelisi n iz. ·

Cenap Şehabettin

Her !isan gibi "Türkçe"nin de bariz bir "ammi1 62


yet"i vardır. Her lisanın lafızları, sarfı, nahvi muay­ yendir. En mükemmel kamus, o lisana sahip olan milletin vicdanıdır. Bizim konuştuğumuz Türkçenin de sarfı, nahvi vardır. Bir Alman, İngiliz kaideleriyle Fransız keli­ melerini kendi lisanı içinde nasıl kullanarnazsa zevki bozulmamış bir Türk de kendi lisanı içinde Acem kaideleriyle Arap kelimelerini öylece kullanamaz. Zevk ise bir dereceye kadar terbiye mahsulüdür. Medrese ilmi, divan edebiyatı, Tanzimat maarifi, ümmet zihniyeti bize asırlarca benliğimizi duyurma­ dı. Halbuki bugün ilmin ianesiyle kendimize dönebil­ mek iktidarını haiziz. "Tabii" ile "suni" arasındaki farkı görecek kadar gözlerimiz açılmıştır. İşte bu açık gözlerle milli edebiyata kadar yazı­ lan nazımlardan, nesiderden de yine birçok dersler alabilirsiniz. Bütün bu eserler suni, ahenksiz, ağır, nihayet üslupsuzdur. Bir hakimin "terbiyeyi terbiye­ sizlerden öğreniniz" dediği gibi ben size şu tavsiyeyi edeceğim: "Bu üslupsuz eserlerdeki sunilikleri, çirkinlikleri dikkatle tahlil ederek üslubun ne olduğunu öğreni. 1" nız.

Dördüncü Ders: Manasızlıklardan Sakınmak Bazen elinize uzun bir şiir geçer, okursunuz. Bir şey anlamazsınız. Böyle nesirler de az değildir. Bunların kelimeleri düzgün , cümleleri endişe ile ter­ tip olunmuştur:. Adeta arasanız, bir kusur da bula­ mazsınız. Hatta biraz da güzel görünür. Fakat aldan­ mayınız. Bu nevi yazılar boş eserlerdir. Muharrirleri yazacak bir şeyleri olmadığı halde zorla kalemi elle­ rine alıp uğraşmışlardır. Mesela genç bir şair. . . He­ nüz derin bir teessür, bir heyecan duymamış, lakin 1 63


mutlaka bir şiir karalamak istiyor. Başlıyor düşün­ meden kağıtları doldurmaya . . . Vezin, kafiye bildiği için yanlış da yazmaz. Fakat yazdığının içinde hiçbir şey yoktur. O kadar yoktur ki. . . Bu yokluğu siz de yoklayabilirsiniz. Bakınız nasıl : Böyle bir şiiri tersin­ den okumaya başlayın ız. Yine aynı manasızlık . . . Or­ ta yerinden aşağı yukarı doğru iki tarafa sırayla sa­ parak okuyun uz. Yine aynı kelimeler , yine aynı ma­ nasızlık! Böyle şiirleri köşeleme yani çaprazvari oku­ sanız mutlaka yine bu neticeyi bulacaksınız, şiir kıs­ mında da böyle manasızlığa misal olabilecek birçok eser bulabiliriz. (Ben bu gibi eserlerden buraya misal getirmiyo­ rum . Edebiyat meraklısı her hanım kız boş gördüğü şiirlerin içierini bu usul ile yoklayabilir.) Şimdi sizin sakınacağınız şey üslup endişesin­ den ziyade; boş, manasız yazı yazmaktır! Mariasız yazılar insanı güldürür, sonra sıkar. Manasız, saçma yazıların ömürleri de yoktur. Daha doğmadan ölür­ ler. Gevezelik ne kadar fena ise manasız yazı yaz­ mak da o kadar fenadır. Söyleyecek bir şeyi olmadı­ ğı zaman susan adam geveze değildir. Yazacak şeyi olmayan da eline kalem almamalıdır. Ne yazacaksı­ nız? Bir mensure mi? Bir hatıra mı? Ewela zihnen onu kararlaştırınız. Bir hissinizi mi, bir fikrinizi mi kendinizden başka birisine telkin edeceksiniz. Onu iyice düşünün . Diğer hatıralarınızdan ayırınız. Mü­ fekkirenizde mevzuunuzu mücerret bir hale getiriniz. Sonra müşahhas bir surette yazmaya çalışınız. (Mü­ şahhas yani canlı olmayan yazılar edebiyatın hari­ cindedir. ilmi, fen ni tarifler gibi. . . ) Mevzuunuz ne olursa olsun, her ne yazacaksaniZ mutlaka, sırayla üç unsuru ihtiva edecektir: 1- Yazacağınız şeyin aslı, 2- Bunun tafsili , tahlili, 3- Çıkardığınız, yahut telkin etmek istediğiniz netice . . . 1 64


Bir istidadan , bir mektuptan, bir takrirden , bir layihadan tutunuz da bir şiir, bir hikaye, bir roman , bir tiyatroya kadar her yazıda bu üç ameliye vardır. Mesela tiyatrolarda muharrirler ilk perdede bütün şahısları sahneye çıkarırlar. Seyircilere tanıtırlar. Vak'anın esasını da duyururlar. İkinci perdede vak'ayı harekete getirirler. Üçüncü perde neticedir. İyi muharrirler hikayelerde, romanlarda da böyle ya­ parlar. Ewela "prolC>g-dibace" makamına geçecek bir fasılla vak'anın kahramanlarını, geçtiği yeri tasvir ederler. Yavaş yavaş vak'ayı yürütürler; tahlil eder­ ler. Son fasla kadar hep bir şey için kariyi hazırlar. Kitabın sonunda netice ile hatıranız dolu olarak ay­ rılırsınız. Müellifleri belli olmayan milli masallarda da bu tarzı görürüz. Nakil "bir varmış, bir yokmuş" diye ewela şahısları tasvirden başlar. Sonra vak'aya geçer. En sonra mutlaka bir neticeye gelir. "Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine" der. Manalı eserlerde bu "topluluk" şeklini bir belagat kaidesi zanneden gençler sözde bu yazı arneliyesine karşı gelmeye kalkarlar. Fakat bu hal uydurma bir kaide değildir. Bizim ruhumuzdan , uzviyetimizden çıkmış­ tır. Bakınız nasıl: Biz insanlar benliğimizin haricindeki eşyayı "ha­ vas-ı hams" vasıtasıyla hissederiz. Ya görürüz, ya işi­ tiriz. Ya dilimizle tadarız. Ya burnumuzla koklarız. Ya elimizle temas ederiz. Havas-ı hams vasıtasıyla duyduğumuz şeyi dimağımızda idrak ederiz. Sonra bir mefhum , hüküm çıkarırız. Şimdi gelelim yazma­ ya . . . Yazmak söylemek demektir. İkinci bir şahsa karşı bizim söyleyeceğimiz şey meçhuldür. Ewela söyleyeceğimiz şeyin aslını cehren tekrarlarız. Son­ ra o bunu duyup zihninde tahlil etmeye başlarken biz kendi muhakememizi ona telkin etmek için şifa­ hi tafsilata başlarız. Sonra yine susmayız . Zihnen vereceği hükme de karışırız. Lafımızdan muayyen bir netice çıkarırız. Mesela bir istida vereceksiniz. 1 65


Ewela kim olduğunuzu yazarsınız. Sonra hukukunu­ za, sanatınıza, arzunuza dair tafsilata girişirsiniz. En nihayet ne isteyecekseniz onu istersiniz. Bir mek­ tup, bir roman, bir hikaye, bir şiir, bir şarkı, bir des­ tan . . . Hasılı her şey böyle . . . Içinde manası olan her yazının bir başı, bir ortası, bir nihayeti olur. Böyle bir şekli, bir mevcudiyeti olmayan yazıya eskiler "bi­ ser ü bün" derlerdi. Hasta olmayan, hezeyan nöbeti geçirmeyen bir dimağın muntazam harekatı sahibini başka türlü fikrini edadan men eder. Büyük şairler hislerini fikirler haline geçirme­ den tebliğe çalışırlar. Fakat eserlerinde yine mantıki bir insicam vardır. Hislerin, heyecanlarm da teaku­ bu vardır ki onun revişini gösteremeyen şiirler baş­ tan aşağı saçmadır. Hezeyandır. Rübab-ı Şikeste'yi dikkatle okuyunuz. Fikret'in her şiiri mükemmel bir "topluluk" modelidir. Bir mısraını değil, hatta bir noktasını, bir virgülünü değiştiremezsiniz. Çünkü hemen his, mantıki cereyan, teakup bozulur. Evet üsluba dikkat etmekten ziyade topluluğa bakacaksı­ nız. Yazmak kendi maksadını başkasına tebliğ et­ mektir. O halde ewela ne neticeden, ne de tahlil­ den başlayabilirsiniz. Mutlaka teşhirden başlayacak­ sınız. Sonra tahlil, sonra netice yani "tez, antitez, sentez" bir bir ardına, sıra ile . . . Fakat bu üç ameli­ yeyi ayrı ayrı yapmayacaksınız. Eğer yazınııda bu üç ameliye gözle görülmeyecek derece birbirine te­ dahül etmemişse "topluluk" suni sayılır. Zihninizi dolduran bir mevzuunuz yoksa sakın kalemi elinize almayınız. Kağıdın karşısında taayyün etmemiş bir fikir hemen dağılır. Mevzuunuzu gelişi­ güzel kendinizi sıkmadan yazınız. En güzel "tertip" mantığımızdaki insicamdır. Eğer fikir zihnimizde iyi­ ce hazırlanmışsa mutlaka onu kusursuz yazarız. Ne uzun yazmaya, ne de çok kısa yazmaya he1 66


ves ediniz. Uzunluğun kısalığın hiçbir kıymeti yok­ tur. Fakat dikkat ediniz ki yazacağınız her şey ne ise canlı olsun, şahsi olsun . Yazılarda canlılığı öldüren taklittir; model olarak herhangi bir eseri göz önüne almaktır; zorla sanat yapmaya kalkmak hatasıdır. Siz, siz olunuz. O vakit ibdai olacaksınız. Bir dahinin eserini taklit etmekten, bir dahiye benze­ mekten vazgeçiniz, taklidin , tekrarın edebiyatta hiç ehemmiyeti yoktur. Rus muharrir!erinder. Dosto­ yevski der ki: "Başkasının söylediği büyük bir haki­ kati tekrar etmekten, kendi kendine bir yalan uydu­ rup söylemek daha hayırlıdır. Çünkü birinci halde papağan , ikinci halde insansınız."

Beşinci Ders: Tabii Aletler Her söz söyleyen hatip olmadığı gibi, her yazı yazan da muharrir yahut edip değildir. Bunun gibi mevzun yazı yazmak da yalnız şairlere mahsus bir şey addolunamaz. Dünyada mevzun söz söyleme­ miş, bu ihtiyacı ruhunda duymamış pek az adam vardır. Evet birçoklarımız musikişinas yahut bestekar almadığımız halde pek güzel şarkılar söyleriz. Bazı dalgınlıklarımız içinde ne güzel melodiler ibda ede­ riz. Şair almadığımız halde bazen bir beyit, bir kıta, hatta manzum bir mektup bile yazarız. Onun için ta­ bii yazmak bahsini yalnız nesre hasretmeyeceğim. Biraz da nazımdan, vezinlerden bahis icap ediyor. Mevlana'nın oğlu Sultan Veled babasının mesle­ ğini propaganda etmek için ilk defa Acem aruzunu Türkçenin içine sokarak bir kitap yazmıştır. Ondan sonra, esasen Müslüman olan Türkler "mektup bir edebiyat" olarak yalnız Acem edebiyatını tanıdıkları için bu gayrı tabii hareket kolaylıkla kabul olunmuştur. İskolastik, yani dini edebiyat alet olmak üzere 1 67


Acem aruzunu, model olmak üzere Acem edebiyatı­ nı almıştır. Altı yüz sene içinde bu mücerret mef­ hum edebiyatı yaşarken milli !isan gibi milli vezinler de ölmemiş, halkın vicdanında yaşamıştır. Fikrile­ şen , her an halktan, halkın telakkilerinden , ananele­ rinden aynlan münewerler sınıfı medreselerde öğ­ rendikleri Arapça, Acemce kuwetiyle divanlarda, kendi mahfillerinde bugün eserleri bize yadigar ka­ lan divan edebiyatını yaparken saz şairleri, halk şair­ leri tekkeleri , orduları , serhatleri, köyleri, kasabaları dolduruyorlar, milli lisanla, milli vezinlerle terennüm ediyorlardı. İskolastik edebiyattan ilk ayrılan "Edebi­ yat-ı Cedide"ciler tabii lisanı göremedikleri gibi milli vezinlerin de farkına varmamışlar, dini edebiyatın ecnebi bir aleti olan Acem aruzunu devam ettirmiş­ lerdir. "Yeni !isan" taraftarları, son nesli Arapça, Acemce terkipleri tabii !isan içinde nasıl tahammül olunmaz derecede çirkin görüyorlarsa Acem aruzu­ nun "efail ü tefail"ini de öyle gördüler. Halk içinde yaşayan vezinleri aldılar. En samimi hislerini onunla terennüme başladılar. Kaç yüz sene ümmi halk şairlerine bırakılan bu alet oldukça ibtidai kalmıştı. Mekteplerde okutturul­ muyordu. Fakat hemen herkes, hemen bütün halk bu vezinleri hadsleriyle biliyordu. Istanbul'da her çı­ kan türkünün vezni milli idi . Vakıa güzel şeyler yazı­ lamıyordu. Çünkü edebi-terbiye alan münewerlerin hepsi Acem aruzuna meftundu. Gayrı tabii aletlerde tabiatın fevkinde bir güzellik buluyorlardı. Mesela, Üsküda r'a gideriken bir mendil buldum. Katip ben im ben katibin el ne karışır.

gibi güftelerde lirizm yoktu. Yalnız milli olarak !isan­ la alet vardı. Heyecanlar adiydi. Sonra genç şairler çıktı. Milli veznin bu şekliyle yani (4-4-5) ile) çok ne­ zih, çok kıymetli şeyler yazdı. Bir misal getirelim: 1 68


İSTANBUL

Aşı kların ağ/aşıyor, düşman ların şen, Yetim, ıssız mezartarla doldu her köşen; Sen i binbir minaren/e dünya tan ısın, Uğrunda can veren lerin öz vatan ısı n !

Atasözlerimizin hemen yüzde doksanı milli ve­ zinlerle manzumdur. Acem aruzu asla halka sirayet edememişlerdir. Bunun sebebi "efail ü tefail"in Türkçemize katiyyen uymamasıdır. Çünkü (buna dikkat ediniz) Acem aruzu hemen hece aşırı bir med ister. Sonra leza Acem aruzuna girecek kelimenin sait yahut samitle nihayet bulan heceleri tenavüp et­ melidir. Hecelerinin birbiri arkasına üçü dördü mün­ hasıran sait yahut samitle nihayet bulan bir kelime efail ü tefail'le katiyyen uydurulamaz. Halbuki Türkçenin birçok kelimelerinde bu bir cins hecelerin teakubu vakidir. Arapça, Acemce kelimelerde ise med olduğu için bir cinsten hecele­ rin teakubu vaki değildir. Mesela, "Dün genç bir kızdan hoş bir mektup aldım" cümlesi kusursuz, ta­ bii bir Türkçedir. Bu cümlenin -istenildiği kadar takdim, tehir yapılsın- Acem aruzuna sokulması imkan haricindedir. Çünkü içindeki kelimelerin he­ celeri hep samitlerle nihayet bulmuştur. Acem aru­ zu için hece cinslerine tenavüp lazımdır. "Genç" yerine "taze", "kız" yerine "duhter", "mektup" yeri­ ne "name" falan dersek bu cümleyi Acem vezinleri" 1 69


ne sokabiliriz. Halbuki milli vezinlere hiçbir müşki­ latsız uyar. Işte : (6-5) Hoş bir rnektup aldım - dün genç bir kızdan . İşte: (4-4-3) Hoş bir mektup - aldım dün bir - genç kızdan. Genç kızdan - aldım dün bir - hoş mektup. Türkçenin birçok -hem pek çok- sigaları Acem aruzuna katiyyen girmez. Acem aruzuy)a terennüm ederken "uyuyamıyorum, uyuyamayacağım, seveme­ yeceğim , sevebileceğim ve ilh . . . " gibi binlerce fiil ya­ zılamaz. Sevgili anavatanımız (Anadolu) Acem aru­ zuna girmez. Acem aruzuyla terennüm eden şair pa­ yitahtından istediği gibi bahsedemez. Mesela: Şiiri­ nin içinde katiyyen "İstanbul'dan . . . " diyemez. Acem aruzuyla Türkçe yazmaya çalışan şairler mübalağasız tariflerimizden yüzde altmışını kullana­ mamışlardır. Türkçe kelimelerin ahengine son dere­ ce riayet eden Fikret bile tabiatı bozmuş "yara"yı hem "para" hem "niı.le" vezninde iki türlü kullanmış­ tır. Ken'an köyüne yôre/i dön m üş, geliyordu. *

Krizan tem içinde bir "yara "dır.

Türkçede iki türlü lafız vardır. Biri kök itibariyl� Türkçe olanlar: "El, ayak, taş, toprak, göz, baş, sev­ gi, istek ve ilh . . . " gibi. Diğeri Arapçadan, Acemce­ den gelip Türkçeleşenler: "Ateş, kalp, ri:iya, aşk, muhabbet, arz, haset, zulm ve ilh . . . " gibi . . . Bu ikin­ ciler konuştuğumuz lisanda artık yavaş yavaş tama­ mıyla Türkçenin tecvidine uymaya başlamıştır. Me­ sela "hasta" deriz. "Haste" diyemeyiz. Lisanımızın ahenk şeraiti Türkçeleşen kelimelerin asli şekillerini 1 70


bozmaktadır. Türkçede doğru olan işte bu bozuk şe­ killerdir. Acem aruzu Türkçeleşmiş kelimelerin milli ahengini bozar. Yani kısalan medler birdenbire dört e lif miktarı uzar. Mesela "hatırlamak . . . " değil mi? Biz katiyyen "hatır"ın "ha"sındaki Arap meddini iz­ har etmeyiz. Fakat en samimi, derin şairimiz Acem aruzunu kullandığı için bu gayrı milli meddi irtikap eder: "Seni "ha"tırlıyoruz. Viranbağ ! Okurken "ha"nın meddini izhar etsek "feilatün , feilatün, feilün" bozulacak. Acem veznini bozmazsak milli tecvidimiz perişan oluyor. Misalleri uzatmayayım. Uzun lafın kısası: Acem aruzu kök itibariyle Türkçe olan kelimelerin büyük bir kısmını kabul etmez. Hele Türkçe fiilierin yüzde altınışı şiir lisanından hariç kalır. Sonradan Türkçe­ leşen kelimelerin ahengini bozar, medler ilave eder. Bunun için bu ecnebi aletle katiyyen tabii Türkçe yazılamaz. Tabii yazmak isteyen tabii alete müraca­ at etmeli: Türkçenin bünyesine uyan, sinesinden çı­ kan münhasıran hece vezinleridir. Acem aruzu da çok ahenklidir, çok güzeldir. Fakat Acemce için ! . Çünkü Acemce her kelime, her fiil , her cümle Acem aruzuna uyar. Türkçenin ahen­ gi kendinde mündemiçtir. Milli vezinlerde meydana çıkar. Tabii şiir yazmak istediniz mi mutlaka milli vezinlerimizi öğrenmelisiniz. Milli vezinlerle yazdığı­ nız bir şiiri herkes yanlışsız okuyabilir; fakat Acem aruzuyla yazılmış bir şiiri yalnız bu aletin kaidelerini bilen doğru okuyabilir, takti edebilir. Yoksa herke­ sin işi değildir. Türk Kadını dergisi, Nr: 1 4-19, 21 1 2-26 Kanunuevvel 1334 (Aralık 1918); 9,30 Kanunusani 1335 (Ocak 1 9 1 9)

171


ŞAİRLERİN KİTABI MÜNASEBETİYLE Medrese lisan ını bırakıp m i lli lisanı k u llanan genç şai rlerim iz-Acem aruzu yerine m i lli vezin ler­ Saf Tü rkçe h ü lyası-Eskilerin gaflet i-Mercimek Ahmet-Şemsettin Sa m i, Ziya Paşa, Cevdet Paşa­ Meçh u l bi r Türkçe taraftarı-İk i Türkçe gazeli­ Mua llim Naci 'nin [isan telakk isi-Otuz beş sene ev­ vel açılmak istenen bir çığı r-Tea m ü l-i kadi m duy­ gusu-Muallim Naci buna razı deği l-İki gazelde ka­ panan "Tü rkône" çığı rı-Halbuki bugün . . . Mi lli li­ sana m u h abbet-Mi lli şairlere teşekk ü r.

Genç şairler eserlerini geçen hafta bir kitap ha­ linde çıkardılar. "Genç şairler" diyorum , vakıa bunla­ rın içinde Celal Sahir gibi yaşı kemale yaklaşanlar da yok değil . . . Fakat bu şairler hepsi meslekçe, "Edebiyatı telakki" nokta-yı nazarından genç . . . Hep­ si medrese lisanını, Acem aruzunu terk etmişler! Karşımıza -Refik Halit'in nesirde yaptığı gibi- altı is­ kolastik asrını devirerek çıkıyorlar. Ne Arapça, Acemce bir terkip! Ne köhne bir mazmun! Bir lisan ki cahil, alim, büyük, küçük hepimiz anlıyoruz . . . Bu şairler bizim fikrimize . . . Yani malumatımıza, mükte­ sebatımıza değil, ruhumuza, vicdanımıza hitap edi­ yorlar. Halkın dilindeki kelimelerle, tabii bir lehçe ile, güzel İstanbul şivesiyle yazıyorlar. Acem aruzu­ nu alimiere bırakıp kendi milletleri için milli vezinle­ ri, milli rebabı ele alan bu gençler içtimai şuurumu­ zun kati müjdecileridir! "Milli vezin , tabii Türkçe, as­ ri edebiyat" esaslarıyla hulasa edilebilen "milli edebi1 72


yat" cereyanını temsil ediyorlar. Ben "yeni lisan " münakaşaları esnasında galebenin bu kadar çabuk olacağını hiç ümit etmezdim. Çünkü memleketimiz­ de ilmi umdelerirı meçhuliyeti, tabii lisan ın , milli vez­ nin mahiyetini münewerlere aniatmayı imkansız bir hale koymuştu. "Türkçe ! . . " deyince herkes "safi Türkçe" anlı­ yordu. "Irk" nazariyesi gibi "lisan" hakikatı da yanlış telakkiye uğramıştı. İçtimai hakikat bize gösteriyor ki: "Her lisan cezirlerinden değil , tasarruflarından mürekkeptir." Halbuki en büyük lisaniyunumuz bile bu bariz şeyi görmüyor ve "her !isan tasarruflarından değil , cezirlerinden ibarettir!" sanıyordu. Bununla beraber Türkçe yazmak, iskolastik lisanı yalnız alim­ lere bırakmak temayülü pek eskidir. Bir padişahımız, Mercimek Ahmet isminde bir edibi çağırıyor, ona Arapça bir kitap veriyor, diyor ki : "Bunu milletimizin anlayacağı gibi açık lisanla tercüme et. lstılah falan karıştırma !" Mercimek Ahmet'in Türkçe tercümesini biraz sonra bir Bağdat valisi beğenmiyor. Aynı kitabı di­ vanının şairlerinden birine Arapça, Acemce terkip­ li medrese l isanıyla tekrar tercüme ettiriyor. Şem­ settin Sami Bey , Şinasi, Ziya Paşa, Cevdet Paşa gibi büyük alimlerimiz suni iskolastik divan lisanı­ nın aleyhinde bulunuyorlar. Ziya Paşa ile Cevdet Paşa Acem aruzunun Türkçemize uymadığını uzun uzadıya anlatıyorlar. Fakat heyhat ! O zaman ka­ ranlıklardayız. . . Edebiyat telakkimiz tamamıyla ku­ run-ı vustai ! . . Şinasi de Türkçe kıtalar yazmaya ça­ lışıyor. Fakat muvaffak alamıyor. Çünkü lisan haki­ katının mahiyetine vakıf değil; gözü hep cezri Türkçedel Türkçe yazmak merakı, tahrir lisanımızı konuş­ tuğumuz lisanla birleştirmek temayülü yalnız büyük alimierimize münhasır değil! Meçhul Türklerin de 1 73


bunu istediklerini goruyoruz. Mesela Tercüman-ı Hakikat edebiyatının en azgın devrinde Hüseyin Hüsnü isminde bir şaire rastgeliyoruz. Mütevazı bir zat! Sade Türkçe gazelini Muallim Naci'ye gönderir­ ken yazıyor ki: "Aksak hayvanla kervana karışmak kabilinden ise de tab'ı hususunda müttehaz olan usule riayetiniz tabiidir ." İşte gazeli: Sevdiğim dün gece sensiz içime sin medi h iç Ne yedimse bağazımda dizi/ip i n medi hiç Han i bir gün bana baktın da çevirdin başını Göz ü m ü n yaşı o günden beridir din medi h iç Ne deyim sağ olas ı n var olasın doğrusu ya Sen i sevdim seveli bu gön ül inein medi h iç Baş ına bindi riyors u n dediler sevdiğini Başı m üzre yeri var ise de ba k ! Bin medi h iç.

Fakat Muallim Naci: " . . . Gazellerin sade Türkçe olduğunu tasdik edemez isek mazuruz, diyor, çünkü 'Hiç'in Lügat'i Türki olduğu hiç hatırımıza gelmiyor." Evet Muallim Naci de bir lisanı cezirlerinden ibaret sanıyor. Halbuki dünyada böyle yalnız kendi cezirle­ rinden ibaret bir !isan yoktur! Tek bir ırka mensup, fertleri hiç karışmamış bir millet olmadığı gibi. O fa­ kir Hüseyin Hüsnü Efendi de bugün mektep çocuk­ larının bildiği bu hakikattan bihaber. İkinci bir mek­ tubunda bakınız nasıl müdafaa ediyor: "Faziletmendim efendim! Biri sırf Türkçe olarak acizane tanzim ve tak­ dim etmiş olduğum iki kıta gazel tenezzülen tab' bu­ yurulmuş. Teşekkür ederim. Bendeniz şiiri pek seve­ rim. Mamafi yalnız gördüğüm eş'arı lezzetle okur isem de zadei tab' olarak tevellüt eden efkan naz­ men tertibe pek az hevesim vardır. Lakin her gün bir türlü şive ile Tercüman-ı Hakikat sütunlarını tez­ yin eden parlak parlak eserler hissiyat-ı derunumu tehyiç etmiş idi de bendeniz o suretle teşaur etmiş 1 74


idim. Biraz çalışıyor isem şair olabilecek gibiyim. Fakat vaktimi bütün bütün şiire sarf etmek efkann­ da değilim . Yani vakit buldukça buna da çalışmak is­ terim. Her ne hal ise işte sırf TÜ.rkçe bir gazel daha yaptım . Takdim ediyorum. Ben de bir çığır açmak istiyorum. Yani hakikaten Fuzuliyane, Saibane, Sa­ bitane şiirler arasında bir de Türkane' -Tabir affolu­ na- gazeller bulunsun diyorum. Ancak ewelki gaze­ limde ilişilen 'Hiç' lafzı üzerine biraz söz söyleyece­ ğim. Birçok lisanlarda birçok elfaz-ı müteşabihe ol­ duğu malumdur. Mesela Fransızca ikiye 'Dö' ve Fari­ sice dahi 'Dü' denildiği halde bunun me'hazını katiy­ yen bulmak olur mu? Acaba Memaliki Osmaniye'nin Türk lisanı cari olan hangi yerinde 'Hiç' lafzı müsta­ mel değildir? Bahusus ki bunun dahi 'Dü' kelimesi gibi lisan-ı Fariside telaffuzu başka ve Türkide dahi başkadır. ihtimal ki suret ve mahall-i istimali dahi başkadır. Velhasıl bizim 'Hiç'e Türkçe Hiç' dersek teamül-i kadime binaen kimse bir şey diyemez. Eğer demezsek maşayı mangalı dahi elimizden kaptırarak bu kışta naçar kalırız . " Zavallı Hüseyin Hüsnü Efendi "teamül-i kadim" demekle "Bir lisanın tasarruflarından mürekkep ol­ ması" hakikatını sezdiğini anlatmak istiyor. Bu sefer gönderdiği gazel bütün cezren Türkçe olan kelime­ lerden mürekkep: Sevdiyse bu gön lüm a n ı bi lmem daha nitti Yetmez m i bu çektikleri m iz bi tmedi gitti Dün kan başıma sıçradı söylendim idi sert Birden bire bir parladı görsen neler etti Görmedi nasılsa anı iller/e gezerken Bir kaş çatarak yü reğin yağın eritti Gördükçe bu gün lerde çevi rmekte yüzün a h Ki m ler ne dedi ken dine? Bilmem n e işitti? Ben ölmeliyi m ! Ölmeli, k u rtulma lıyım ben Ka tlanmaya artık yüreği m kalmadı bitti. 1 75


işte böyle otuz beş , kırk sene ewel Türkçe yaz­ maya çalışa� "Türkane bir çığır" açmak isteyen bu genci Muallim Naci ernelinden vazgeçirtiyor. "Lisa­ nımızda cezren Türkçe olmayan kelimelerin Türkçe sayılamayacağı" fikrinde sabit kalarak bakınız ne di­ yor: " . . . Türkçe söylemeye çalışmak hususiyle şiirde daire-i ifadeyi bütün bütün daraltmak demek oldu­ ğundan sırf elfaz-ı Türkiyye ile asar yazmak iltiza­ mında devam etmemeniz daha ziyade arzu olunur." Muallim Naci bu . . . O vakit her söylediği ayn-ı hikmet! Hüseyin Hüsnü Efendi, açmak istediği çığırı ikinci gazelden sonra kapatıyor. Bir daha ne imzası­ nı, ne eserini görüyoruz. Bugün artık gençlik Mual­ lim Naci gibi " . . . O güzel elfaz-ı Arabiyye ve Farisiye ile elfaz-ı Türkiyye'yi mezcederek fasih ve beliğ söz söylemek"* sanatını hiç latif bulmuyor. Bugünün gençliği tabii lisan ı, milli vezinleri, milli edebiyatı se­ viyor. Eski divan edebiyatına, iskolastik şaheseriere de hakaretle bakmıyor. Fakat bu lisanı ilme , darülfü­ nuna, alimiere bırakarak milletin lisanıyla teganni ediyor. Eserlerindeki m ana kendi ruhlarının . . . Keli­ meler halkın . . . işte Ziya Paşanın istediği milli edebi­ yat! Bu felaket demlerinde bir araya toplanıp güzel Türkçemizin, milli rebabımızın ilahi ahengiyle bizi teseliiye koştukları için genç şairlerimize çok teşek­ kürler etmeliyiz . . . Vakit gazetesi, Nr. 786 1 3 Kanunusani 1 336 (Ocak 1 920)

Muallim Naci, Tercüman-ı Hakikat. 1 76


HALKlMIZ NİÇİN OKUMUYOR? Bugün bütün muharrirlerin, kitapçıların müşterek bir şikayeti var: "Okunmuyor, kitap satılmıyor! " "Niçin?" diye sorarsanız şu cevabı alacaksınız: "Muharebenin tesiri!"* Fakat başka memleketlerde harpten sonra ki­ tapların fiyatları arttığı halde satışı fırlamış. Hele Al­ manya'da halk eskisinden ziyade mütalaa merakına düşmüş. Bizdeki durgunluğu yalnız muharebeye yor­ mak doğru değildir. Birçok sebepleri n içinde hele birkaçı vardır ki, pek barizdir. 1- Lisan , 2- Edehiyat telakkisi, 3- Tabiierin zihniyeti . Gibi. . . Eski edebiyat, eski tarihler, eski divanlar yalnız münewerler zümresi içinde okuyucu bulur. Sahafların en sadık müşterileri alim lerimizdir. Halk bu kitapları okumaz. Okusa anlamaz. Çünkü medre­ se lisanını anlamak için medrese ilimlerine vukuf şarttır. Medrese lisanının, medrese ilminin halk ara­ sına girip harsa karışmaması Türkleri mütalaaya alıştır� amıştır. Ahmet Mithat Efendi tek başına ade­ ta bir inkılap yapmaya kalkmış, lisanını muvaffak olabildiği kadar tabii lisana yaklaştırmış. Edebiyat te­ lakkisini de vaktine göre oldukça asrileştirmiş, tabi de kendisiymiş. Kırk sene ewel halkı çok okutmuş, kendi tabiriyle söyleyeyim, bu milletin "Hace-i ev•

Birinci Cihan Harbi. 1 77


vel"i olmuş. Tabii lisanla asri edebiyat hareketine Ahmet Mithat Efendi önayak olurken alimlerimiz­ den hakikati sezenler varmış. Ziya Paşa "Şiir ve İn­ şa" makalesiyle eski medrese lisanının artık yaşama­ yacağını, tabii lisanı satıra koymak zamanının geldi· ğini söylüyor. Şemsettin Sami Bey de en ilmi biı tarzla divan lisanının suniliğinden şikayet ediyor . . . Hele daha sonra başlayan Edebiyat-ı Cedide hare· keti . . . Vakıa bunların edebiyat telakkileri tamamıyle asri, fakat lisanları halis muhlis su katılmamış med· rese lisanı! İşitilmemiş terkipler, vasf-ı terkibiler, la­ fız oyuncakları filan . O vakit edebiyatsız kalan , an­ lamadıkları, zevk duymadıkları bir lisanı okumayan halk, tercüme romanların üzerine atılıyor. Bu tercü­ melerin ne kadar satıldığını eski tabilerden işitseniz şaşarsınız. Görüyoruz ki, o vakit halk edebiyatın ha­ ricindeki neşriyatı okuyor. Sebebi basit: Eski edebi­ yat Iran taklidi, yeni edebiyat Frenk taklidi. . . Evet kariler bir türlü edebiyatı sevemiyor. Halbuki tercü­ me kapışılıyor. Sakın, "Avama mahsus eserler de ondan . . . " demeyiniz. Yarım asır ewel yapılan tercümelerin bugün bir nüshasını bulamazsınız; şaheserler ayrı ayrı müter­ cimler tarafından üçer dörder defa lisanımıza nakle­ dildiği, yine ayrı ayrı basıldığı halde bugün bunların da piyasada bir nüshası kalmamıştır. Muharrirler, "Kitap okunmuyor!" diye şikayet etmemeli, "Halk okuyacak kitap bulamıyor! " demelidir. .

.

Halkın okuyacak kitap bulamamasma biraz ta­ biler sebeptir. Bir kere bunların içinde Avrupa'da ol­ duğu gibi dolgun sermayeli bir adam yok. Işleri az olduğu için hepsinin gözü yüzde beş yüz, altı yüz karda . . . Bu zihniyette olan adamların akılları "tahrir 1 78


hakkı"na bir türlü ermez. Tercümelerini Fransızca bilmeyen gençlere yaptırırlar. Çünkü kocaman bir romanın sayfasına kağıt para iki kuruş verecek ka­ dar açgözlüdürler. Düşününüz. Bu tabi herhangi iki yüz elli sayfalık bir romanı müterciminden beş liraya alıyor. Sonra yüz elli liraya bastırıyor. Tanesini ya­ rımşar liraya satıyor. İşte kar bilançosu: Lira 1 000

"Iki bin iki yüz elli nüsha" Masraf pusulası:

Lira 1 50 Matbaa, kağıt, 20 Mücellit, harnal ve saire 5 Tahrir hakkı 1 75 Yekün

Yüz yetmiş beş lira masraf kitapçıya sekiz yüz yirmi beş lira kar bırakıyor. Tahrir hakkı ihtimal ki­ tapları matbaadan mücellithaneye, kitaphaneye taşı­ yan hamalınkinden. az . . . Artık kim kitap yazar? Ta­ savvur ediniz. Yalnız amatörler. . Hatta geçen gün bir tabiin böyle amatör bir muharrirden kitabını ta­ betmek için üste de "elli lira" aldığını işittim. Bu şart­ lar altında yazılan şeylerden halkın nefret etmeye hakkı yok mu? Bedava muharrir bulan fakir kitapçıc lar para isteyen muharrirlere adeta düşman nazarıy­ la bakarlar. "Bedava yazı çok! Basacak adam nerede?" diye iftihar da ederler. Bugün yazılarının hakiki kıymeti olan muharrir­ ler içinden Ahmet Mithat Efendi gibi hem yazar, hem basar bir tabi çıkmadığı için matbuatı amatörler istila etmiştir. Bunların ekserisi henüz mektep çocu1 79


ğu olduğundan yazıları nihayet, saçmadır . Karii oku­ maktan nefret ettirir. Sorira tabilerde cinai romanların çok okundu­ ğuna dair sabit bir fikir vardır. Onların bu itikadı ga­ zetelere de geçmiştir. Dikkat ediniz, tefrikaların , ba­ sılan kitapların yüzde daksanı cinai, kıymetsiz, adi, amiyane şeyler. . . Halbuki halkın ci na i romanlar okuması, başka okuyacak bir şey bulamamasından­ dır. Halkı okumaya alıştırmak için muharrirlerle ta­ biler fikirlerini değiştirmelidirler. Muharrir, eğer ki­ tabını akutturmak istiyorsa, hitap ettiği "amme"nin konuştuğu, bildiği lisanı kullanmalı . İskolastik lisanı bugünün mizahına, fantezisine bırakmalı. Sonra edebiyat telakkisini asrileştirmeli. Artık gazel, kaside devrinde değiliz. Edebiyat hayatın makesidir. Nasıl yaşıyorsak öyle şeyler okumak isteriz. Lisanını medrese tesirlerinden kurtarıp tabiileş­ tiren, edebiyat telakkisini asrın temayüllerine uydu­ ran muharririn vazifesi bitmiş demektir, eğer kendi­ sinde Frenklerin "mukaddes ateş" dedikleri "hüner, iktidar" varsa muvaffak olur. Kendini okutturur. Ta­ biin vazifesine gelince: Ewela, sermaye ister. Beş yüz lira ile kitapçılık olmaz, madrabazlık olur . . . Çün­ kü yatırdığı para belki üç dört sene bağlı duracaktır. Dört beş yüz lira ile yapılacak başka işler vardır. Mesela Bedestan işleri filan gibi; fakat kitapçılık de­ ğil . . . Adamakıllı bir sermaye sahibi olan tabi de "ucuz etin yahnisi yenmez" sözünü hatırlamalı. He­ veskar gençlerin değil, mesleğini aşkla sevmiş, çalış­ mış, yorulmuş muharrirlerin eserlerini basmalı. Gar­ bin şaheserlerini Türkçe bilir muktedir mütercimlere naklettirmeli. Ayak kavaflığına tenezzül etmemeli . Her şeyi ehline yazdırmalı. Ne vakit muharrirlerimiz "amme"lerinin lisanlarını, temayüllerini, ruhlarını 1 80


öğrenir, tabiler yüzde on karta mühimce bir serma­ ye ortaya karlarsa matbuat sahasına okunabilir bir kitap çıkar, halkımızdaki kırk sene ewelki mütalaa merakı tekrar uyanır. Yoksa, bu gidişle korkulur ki, ne kari kalacak, ne de muharrir. . � Yirminci asrın ta göbeğinde kurun-ı vustanın karanlık ümmiliğine dö­ neceğiz! Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin, istanbul 1 947, s. 1 34-137

1 81


SAHIR'E KARŞI -Bir defter-i metruktan kopya edilmiştir-

Bazen muvaffak olamamış bir sanatkar hicran ve ıstırabıyla mantıksız ve serseri. bir tugyan-ı heve­ sat içinde geçen mazimi düşünürüm . Bu natamam ve rabıtasız bir romandır. Bir uçurumdur ki amak-ı meçhulü yekdiğeriyle asla münasebeti olmayan çok zıtların gülünç ve facia hatıratıyla doludur. Orada sa­ nayi-i nefiseye ait matemler, pervanelerin ölümü için mersiyeler, kırmızı balıkların mana-yı enzarı, se­ vilmeyen bir kadının öksürüğü için şiirler, gecelerin kahkahalarını , gölgelerin musahafalarını haki neşi­ deler vardır. Sonra bu uçurumun başında serseri bir aktör vardır, ki -işte o benim- hayatta ne varsa bi­ rer defa yapmış; avcılıkların envaını kuşbazlıktan başlayarak domuz, geyik aviarına kadar eğlencelerin hepsi; en sefillerinden tutunuz da tiyatro, rakı alem­ lerine kadar merakların umumisi; fotoğrafçılıktan tu­ tunuz da ressamlığa, oymacılığa, heykeltıraşlığa ka­ dar, velospitten tutunuz da ata, sandala, cimnastiğe hatta pehlivanlığa kadar hepsini yapmış ve bu nevi meşagilden mütevellit teşviş-i efkanndan "sebat-ı ciddiyet" gibi şeylerin hepsini nezederek yerine anla­ şılmaz bir hercailik, sebepsiz bikararlık bırakmıştır. O birkaç lisana çalışmış, riyaziyeden başlayarak ede­ biyata, tıbba, ilm-i ketalama, hikmete, kimyaya, fel­ sefeye, fizyolojiye hatta hukuka kadar ne kadar ulum ve fünun-ı müstakille ve gayrı müstakille varsa hepsine birer defa girmiş, en aşağı hepsinde hayatı1 82


nın altı, yedi haftasını geçirmiş ve bu serseri yolcu­ luktan , biaram seyahatten bütün tehassüsatına ha­ kim bir hakikati: "Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şey öğrenemez" hakikatini istimzaç etmiştir ki, dün­ yada onun kadar hakikatı his ve tasdik etmiş olan adam olmadığını iddia eder. Sonra bu aktörün aşk­ ları . . . En sefil ve adi aşklarla, en saf ve en beyaz aşklar . . . Mesire dönüşlerinde ayrılık çeşmesinden geçerken "unutmabeni" çiçeği takdim eden , uzun yüzlü ateşin kadınlarla ewela ibzal-i muhabbet olu­ nan meçhul-üt-tahassüs duvar. Aşkın daha ne de­ mek olduğunu bilmeyen, sevk-i tabii ile müteheyyiç olan kızlar. Işte bu karışık gölgeler zılal-ı hatırat-ı aşk ara­ sında yalnız bir tanesini kendimle tekerrür edeme­ yen ruh-ı şahsiyetimle münasebettar farz ederim. Çünkü, bu yönü en ziyade mütehassıs eden bir tesa­ düfün hatırasıyla münasebettardır. Diğerleri. . . Öbür aşklar . . . Onların hepsi yalancı bir roldü. Hissetmek için değil bilmem ne için yapılmış şeylerdi . Kendimi aşık gösterdiğim bir kadının elini tutarken, sevmek­ ten en uzak şeyleri düşünür, o zavallının gözlerine gözlerimi diker, kırpmazdım. Bazen sorardı: - Daldınız, neden? - BiJiniz bakayım. Oh, bunu hissedemezsiniz! · Ve hakikaten hissedemezdi. En sürekli arzuları­ rnın altı haftalık mahduda bir edebiyyet-i muhayyile içinde üful ettiklerini bildiğim için benden sonra bu eli tutacak aşığı, onun gözlerinin rengini, onun tav­ rını, onun sadasının ahengini hayal ederdim . Sürat­ le terk ve tecdit edilen bu aşklar küçük hikayelerle defterlerimi doldurur, bu kimseye ait olmayan şeyle­ ri dostlarıma okur, yalnız elfazı için , ahengi için, gü­ zelliği için takdir ve temeddühat dinlerdim . Fakat, işte bir çehre, o akrabalarımdan küçük, ince bir kız ki , yakın bir mazide , daha iki sene ewel bana ağabey diye hitap ederdi. Her yazı yazan gibi 1 83


ben de yazdıklarımı okumak ve dinlemek ihtiyacına mağlubum. Boş ve arkadaşsız geçen uzun kış gece­ lerinin tenhaiyyesinde yazdığım manzumeleri ona okumak adetimdi. Yazım bitince haykırırdım : - Belkıs! . . O , tehalükle koşardı. Sonra kolunu benim ma­ sama dayardı ve dinlerdi; daima -bilaistisna daima­ takdir ederdi. Kendisinin mütalaa merakı benim ne kadar kitaplarım varsa onu okumaya mecbur etmiş­ ti. Bazen refikalarına, dışarda olan pederine, zabit olan biraderine yazdığı mektupları bana okur, ben­ den bir kalem-i tahsin beklerdi. Sonraları şiire heves etti. O kadar zeki idi ki, aruzu bir derste ihsas ettim. Nazm-ı eş'arı beraber yapıyorduk: "fe'alun fe'alun . . . " Bunu ne kadar sever ve "damlalar vezni" derdi. Bahr-ı hafife "enin-i elem" , bahr-ı hezece "nağme-i sükGn", bahr-ı m uzariye "vezn-i tesir" , o köhne bahr-ı remel için "bostan dolabının gıcırtısı" der, ha­ sılı hepsine, bütün evzana birer isim verirdi. Bu kü­ çük şair için fikrimden bir gün ansızın bir şey geçti: Bu, benim zevcem olmaz mıydı? Belki bu arzudan vazgeçerim korkusuyla uzun uzadıya muhakemeye cesaret ederneyerek buna karar verdim. Hemen, da­ ha o gece onunla istikbal-i izdivacımızın saadetlerini terennüm eden tiyatromsu bir manzume, bir "rüya­ yı hakiki" yazdım, ertesi gün ona manidar nazarla­ rımla müterafık, küçük ve hususi tafsilat ile okudum. Anladı , anlamış göründü. Filhakika, ruhumda bir arzu, bir muhabbet vü­ satıyla gittikçe büyüyordu. Maneviyatımdan uzak, maddi saaatlerimde bu yeni ve saf aşkımı tahlil ederdim: "İşte , ben, derdim . . . Bir hayalperver . . O , benim şiirlerimi seven ve tahsin eden küçük bir mü­ dahin ki bende gayet tabii bir his, bir hiss-i şükran ve minnetdari uyandırıyor. Ben , bu hissi gayrı ihti­ yari aşk zannediyor ve aldanıyorum . " Bir gece , ona bir şiir okuyordum : "Gözlerinin .

1 84


Vaatleri . " Bitirdikten sonra, gözlerimi o davetkar gözlere dikerek her vakitki takdir ve metihlere "Oh , bu o kadar güzel olmuş ki. . . " mukaddemesiyle meb­ zulen dökülen yeminiere meydan vermeden , - Lakin, Belkıs, dedim. Anlamıyor musun, bu senin için! Kulağının dibinde top patlamış gibi şaşırmış ve gözlerini açmıştı . Onun bu hayret-i müfritesi karşı­ sında mahcup olarak gayri ihtiyari gözlerimi indir­ dim. Onu sevmekliğim o kadar gayrı müterakıp, o kadar gayrı tabii mi idi? - Latife söylüyorum, diye tamir etmek istedim. Latife Belkıs! . . Nasıl, güzel olmuş mu? İlk defa olarak itiraz etti : - Hayır azizim, bütün güzeller için yazılan şiir­ lerdeki bir şey, bir hayidelik bunda da hissolunuyor. Bir hayidelik ki , ben ondan bir küf kokusu duyar gi­ bi oluyorum. - ! ? ! Ve devam etti: - Vakıa siz, "mademki bir mevzu içindir, aynı mevzu üzerine yazılan şeylerle arasında mutlaka mü­ nasebet bulunur" diyeceksiniz. Fakat öyle değil. "Handelerden selam-ı duradır 1 Gönderen gözlerin­ de en mahmur 1 Sihirlerin o derin reng-i mübhe­ miyyeti var . . . " Oh , bunu okudunuz mu? - Hayır. - Halbuki, ben sizin gazetelerinizde okumuştum. İşte bu da mai gözler için yazılmış bir şiir. Fa­ kat bu şiir, bütün bir yığın teşkil eden karalamaların hangisine benziyor? Tıkanmıştım. Bu mülayim talebeme, kendime meftun tahayyül ettiğim bu küçük, güzel ve muti şa­ kirdime ne cevap verecektim? Mırıldandım : - Bu kimin? - Sahir'in . . . Bir tehalükle, önümde duran manzumeyi kap1 85


tım , parçaladım. Masanın üzerindeki yaprakları ye­ ni, açılmamış ve okunmamış bir kitabı ele aldım. Ar­ tık, onu görmüyordum. Bu renkli fotoğrafın usul-ı ihzarından bahis bir kitaptı. Okuyor ve hiçbir şey anlamıyordum. Satırların arasında bütün heveskar-ı edep gençlerden gıpta ettiği bir şairin, hurdebini bir hizmetçisinin bastonunu saliayarak müstehzi ve va­ kur gezindiğini görüyordum: Sahir. Gece pek rahat­ sız ve geç uyudum . Hep Sahir'i düşündüm, ezici bir kıskançlık içinde, o vakte kadar asla hissetınediğim düzahi bir kıskançlık içinde . . . Kadınlardan kelal ve­ recek şekilde bahseden bu şairin yalnız imzasını ta­ nırdıin. Fakat, işte bir kin, gazap onun için kalbim� de canlanıyor. Bu rakib-i gaibimden , bu meçhul ve tanımadığım vücuttan nefret ediyordum. Rüyamda en müntehap kabalıklarımla onu tah­ kir ettim. Bu tıpkı, fotoğrafya kitabının satırları ara­ sında bana görünen gençti. Siyah ve ince bıyıklı, si­ yah ve ateşin gözlere malik, yakışıklı bir delikanlı, bir avcı idi ki , mütemadiyen kadınları avlıyordu. Rü­ yamın mütemewil seraplannda bütün elele vermiş bipayan kadınlardan müteşekkil bir ikiil-i zihayat ile ihata olunmuş, müstağni ilerliyordu. Işte benim kü­ çük talebem de ona manyazitma olmuş o kadın de­ metinin içine girmiş, o halenin bir zerre-i nuru ol­ muştu. Ben , onun ismi için mitolojiden bir istiare icat edeceğim diye günlerle, haftalarla eski kitapları, falanları . . . Bütün o eski Belkıs'ın mehakıb-ı muhay­ yelesini saklayan tozlanmış cilderi süzüyorken raki­ birn müsterih ve asude bir şiiriyle, bir mısraıyla işte bana galebe etmişti. Mesela, evet belki yalnız bu­ nunla: "Benim kadınlığa ifrat-ı hürmet im vardır." Bir hafta geçmemişti ki her şeyi, talebemi, kıs­ kançlığı, tanımadığım rakibimin beni müteezzi eden hatıratını unutmuştum . Beni muztarip edebilecek bir şeyi zorla unutabilmek, ondan nisyan ile intikam alabilmek hissine malikiyede iftihar ederim. Onun 1 86


için , mazinin hiçbir elemi bende ciddi bir keder hu­ sule getirmemiştir. Yine gayesiz ve neticeye m ün te­ hi olmayan hayatıma yalnız kilometrelerle yorgun­ luklar iktitaf ettiren tarz-ı hayatıma dönmüştüm. Parlak, mesrur, tannaz bir gün . Hususi bir cimnastik müsabakasından bitap ve pürteap avdet ediyorduk. Arkadaşım, sanayi-i fikriyye ve hayaliyye ile asla meşgul olmamış müthiş bir idmancı idi . - Tramvaya binelim, dedi, bugünkü yorgunlu­ ğumuz kafi! - Pekala! Tramvay pek tenha idi. Ben , Aksaray hattının , böyle geç vakit bu kadar tenha olduğunu hiç görme­ miştim. Galiba hava güzel olduğu içindi. İki çocuk, karşımızdaki pencerenin demir ve ince parmaklıkia­ rına tutunmuş dışarı bakıyorlardı. Ve ihtiyar bir uşak onlara nezaret ediyordu. Bir de köşede, kadınların mevkiini ayıran bölmeye yapışmış gibi, yorgun bir zayıf genç . . . Biletleri aldık. Ben, mendilimle terli yüzümü sil­ dim. Arkadaşım da benim gibi yapıyordu. Beyaz ke­ ten bir mendili boynuna yerleştirmekle meşgul, ba­ na eğildi, yavaşça, - Bu beyi tanıyor musun, dedi. Karşımızdaki delikaniıyı gösteriyordu. - Yok, dedim. - Sahir işte o! - Sahir mi? - Evet! O, bizden bihaber, bazen dışarıya bakıyor, ba­ zen kadınlar mevkiinin yollu ve kirli perdesini taras­ sut ediyordu. Bu, uzunca boylu, gayet nazik ve na­ rin, bir kadın çehresine malik ve gayet nahif bir genç, adeta bir çocuktu. Rüyamda tokatladığım o rakib-i meçhulüme, siyah ve ince bıyıklı, siyah ve ateşin gözlü Sahir'e asla benzemiyordu. Tüysüz çeh­ resi, mai gözleri, çokça saçları onda gayrı kabil-i ta1 87


rif bir masumiyet gölgelendiriyordu. Bu zayıf vücu­ dun karşısında bir ihtiram-ı merhamet-alut hissedi­ yorum. Ona karşı nefretimden , kıskançlığımdan na­ dim ve pişman oluyordum . Evet, bütün kadınların ruhları onun olmalı idi . Bacaklarını, incecik bacaklarını birbiri üstüne atmıştı. Eskrim egzersizleriyle kalınlaşan hacakları­ ma bakarak onunla aramızdaki farkı düşünüyordum . O, bir şair, hakiki bir şairdi. . . Bütün seven ve hisse­ den kadınların ruhları ona sermedi bir cefa-yı min­ netdari ile esir, pereştişkiu idi. Ve bu , pek haklı idi. Bir an oldu ki onun mai ve derin gözlerinin mübhe­ miyyet-i initafıyla benim gözlerim karşılaştılar. Onun ruhunun hakkına itisaf ve taaddi etmiş bir haydut gi­ bi mahcup ve perişan, gözlerimi indirdim. Bir hayal­ i neşevi kadar nazik ve narin olan bu vücud-ı muhte­ rem karşısında eziliyor, hayalimde açılan boşluğa halterlerin , av takımlarının , köpeklerin, velospitlerin karışmayan gölgeleriyle bir girdaba sükCıt ediyordum . , Arkadaşım hızla ayağa kalktı : - Çabuk, dedi, kalıpçının önünden geçiyoruz, feslerimiz . . . Ve kapıdan çıkarak caddeye atladı . Ben , ben de onu takip ettim. i zmir gazetesi, Nr: 5-405 1 2 Şubat 1320 (20 Şubat 1 905)

1 88


BİR EDEBİYAT MERAKLlSINA MEKTUPLAR

Bi RiNCi MEKTUP 7 Şubat 32 1 (1905) Kuşadası

Dün gayri müterakkip mektubunuzu aldım. Memnuniyetimden işte cevap vermek için gecikmi­ yorum. Bu gece, bütün teyal-i sa'yimin refiki olan yeşil örtülü vefakar masamın başında, sevgili kitap­ tarımın başında, hakiki bir muhibb-i edebin hayaliyle hemhuzur, en tatlı meşguliyetlerin ruhumuıda bırak­ tığı gaşy-i huzuz-ı mesut şu satırları yazmaya başlı­ yorum. Mübalağalı ve teveccühlerinizde tekrar ettiğiniz liyakatlara adem-i malikiyetle . beraber perestişkar-ı edebiyat olduğum için hayatta, bu karanlık ve müp­ hem yolda bir hemmesleğe kendim gibi bir perestiş­ kara, bir sanayi-i nefise müntesibine rastgelince gayri ihtiyari ibraz-ı ihtiram ve muhabbet ederim. Nezih ve zarif mektubunuza tarz-ı mukabelem hak­ kındaki düşüncenizde pek haksızlık etmişsiniz. Ewe,, la sizi temin ederim ki, her kimden olursa olsun al­ dığım mektuplara cevap vermek en samimi itiya­ dımdır. Bir gün , şimdi hoş gördüğünüz bu rişte-i muhaberemiz bizzat sizin tarafınızdan koparıldıgı va­ kit , münasebet-i galibanemizi örtecek olan nisyan-ı vefa içinde lütfen bu iddia-i itiyadımı derhatır etme­ nizi temenni ederim. 1 89


Lakin, rica ederim, bu temennimi sakın bir ser­ zeniş gibi telakki etmeyiniz. İlk mektubunuzda sizi taciz edecek kadar nezaketsiz değilim, buna mahza mektubunuzun son cümlesi sebeptir. Şimdi itiraf etmekliğim lazımdır ki, bendeniz si­ ze, hatta hiç kimseye üstatlık edemem. Yalnız sami­ mi bir el bulursam onu tutar, edebiyatın pertevşin ve emelperver hıyaban-ı sa'y-ü ictihadında beraber koşarım. Naci, Safvet, İlhami, H. Sami, E. Avni hep benim arkadaşlarımdır. Senelerce onlarla bera­ ber çalıştık. Yazdıklarımızı yekdiğerimize okuduk, tenkit ettik. Eğer siz de ciddiyetle arzu ederseniz bir üstat gibi değil, iki refik gibi sa'yimizi teşrik ederiz. Bunun için yekdiğerimizin şahsiyetini, ruh-ı şahsiyetini, efkar ve temayülat-ı edebiyesini anlama­ mız lazım gelir. Mesela siz bendenize en sevdiğiniz eserleri, en sevmediğiniz muharrirleri, şairleri yazar­ sınız. Ona mukabil bendeniz de size yazarım. Ac­ zimle düşünebildiğim şeyleri, edebiyat-ı sahihenin füsunkar yollarını size göstermeye çalışırım. Şimdi fikrimi anladınız ya! Gönderdiğiniz şiiri iade etmeye­ ceğim, münasebet-i gaibanemizin ilk hatırası, muaz­ zez bir yadigarı gibi yanımda saklayacağım. Muka­ beleten işte küçük bir sone de ben leffediyorum. Tahassüsat-ı edebiyenize dair uzun mektupları­ nızı okursam o vakit muhaberemiz bir esasa istinat edeceği için belki istifadeli olur. Kısa flattöri ile meş­ hun hoş mektuplar insanı muazzep eder. Sanki on­ ların siyah satırları altında birçok karlar, hasılı bir şi­ tay-ı resmiyyet vardır, ki ruhu dondurur. Ben daire-i resmiyetten çıkınanızı kusur addetmedikten başka bilakis o daireden sıçramanızı, uzaklaşmanızı arzu ederim. Çocuk Bahçesindeki " . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . " benimdir1 . _Fakat yemin ederim ki pek, pek fena . . . Kamil 1)

Yazının adı okunamamıştır. 1 90


Flamaryon'un bir romanına, Stella'nın kabına yaz­ mıştım, arkadaşlarıma göndermiş bulundum , onlar da neşretmişler. Süheyl Feridun, Ç. Kemal , C. Naz­ mi, Ayın , benim nam-ı müstearlarımdır. Bir de eser­ lerimi okuduğunuzdan bahsediyorsunuz . . . Rica ede­ rim hangilerini? . . Okunacak bir şey neşrettiğimi der­ hatır edemiyorum. Nispeten fena olmayanlar da ar­ kadaşlarımda mahfuzdur ve gayrı matbudur. Resminize teşekkürler ederim; pek naziksiniz . . . "Hande-i Giryenak"inizi tashih değil, ikinci mektu­ bumda tetkik ve teşrih etmek isterim. Muğlak bir mevzua iltifat etmişsiniz. Rica ederim bu perişan mektubu bir delir arni­ kal farz ediniz. Asabi olduğum için çabuk ve fena yazarım , bütün arkadaşlarım yazılarımın okunamadı­ ğından şikayetler ederler. Sizden de bu münasebet­ siz kusurumun affını istirham ile hatm-i kelam eder ve edebiyatın bize bahşettiği serbesti-i samirniyetle ellerinizi sıkarım , beyim efendim. H - Benim adresim: Kuşadası'nda Mülazım Ömer.

Ömer SeyfeHin i Ki NCI MEKTUP 23 Şubat 321 {1905)

Kardeşim , büyük bir kusur işledikten sonra mübhem bir azab-ı deruni ile müteezzi olanlar gibi, mütereddit ve acil, mektubuma başlıyorum; zanne­ derim ki bir parça geciktim , bunu itiraf ederim. Fa­ kat kaç gündür size uzun, mufassal, bir gazete kadar cevap yazmak için uzun ve sessiz bir zamanın hulu­ lüne intizar ediyordum. Bu zaman hulul etmedi. Ve ben de onu beklerneye tahammül edernedim işte. Yazık ki yazacaklarım istediğin gibi olmayacak. 1 91


Efkar-ı edebiyyemiz ve sevdiklerimiz için müta­ laanız pek kısa ve umumi , yalnız şunu ihtar edeyim­ ki Rauf, ha Nazım, Halit Ziya, hassaten "Yakazat-ı Leyliye" şairi2 sevildikten sonra aynı muhabbetten Muallim Naci'ye, Ahmet Rasim'e bir hisse-i muhab­ bet ayırmak "İçtima-ı hazin"e müsaade etmek de­ mektir. Ahmet Mithat ve Mehmet Celal için düşün­ dükleriniz sırf şahsınıza ait ise şayan-ı tebriksiniz. Eskilerden, zavallı eskilerden hiç, ama hiç bahsetmemişsiniz, sanki onların vücudu yokmuş gi­ bi. Edebiyat müzesini kıyınettar ve nefis eserleriyle dolduran FuzOli'ler, Nef'i'ler, Baki'ler, Nedim'ler, bütün bunlar sa natımız noktai nazarından o kadar tarihi, o kadar şayan-ı tetebbudurlar ki, unutmak kabil olamaz. Bence onları unutmak, eserlerini tak­ lit etmek kadar münasebetsizlik ve haksızlıktır. Evet, bugün bir gazel yazmak, Nef'i'yane bir kaside söylemek ne kadar cehalete, ne kadar mahdudiy­ yet-i fikre delalet ederse o rengin heyakil-i edebi­ ye-i nisyan içinde bırakmaya müsaade etmek sana­ yi-i nefiseden hisseyab-ı teessür ve tahassüs olama­ yan bir adamın asar-ı atika-i mimariye karşısındaki vehm-i lakaydisine benzer. Vakıa bugünkü manay-ı edebiyat ile yüz sene evvelki manay-ı edebiyat ara­ sında gayri kabil-i iktiham uçurumlar, faslolunamaz derinlikler var. O vakit bir neşidenin sırf beste-i el­ fazı hissolunurmuş, bugün ise hassaten güfte-i ef­ kan , mevzu-ı mündericatı düşünülür, muhakeme edilir. Muallirri Naci'nin nazireleri , kasideleri, hatta lü­ gatları, Avrupa bazar-ı sefil-i ticaretinde meşhur ve eski heykeltıraşların asar-ı nefiselerini takliden alçı­ dan imal olunan oyuocaklara benzer ki, aslıyla ara­ larında ne kadar müşabehet olsa onların kıyınetine bir pare zammedemez. 2)

Cenap Şahabettin. 1 92


Hasılı bu mesele geniş ve fizyolocyaya temas ettiği için diğer bir hasbıhale bırakalım. Şimdilik Ga­ lip Dede ile , Sultan Cem'in divanını okumanızı tavsi­ ye ederim. Aşkı terennüm eden neşidelerle, elemle ağlayan bir ruh göreceksiniz. Bahsettiğiniz eserierime gelince, bunları müm­ kün değil derhatır edemiyorum. Belki isimlerini ya­ zarsanız aklıma gelir. Mahazza ehemmiyeti yok, bunlarla izaa-i vakt etmeyin. "Hande-i Girye­ nak"inizi arzu ettiğiniz gibi leffen iade ediyorum. Göreceksiniz ki başkasının kalemi , eserinizdeki tarz­ ı tefekküre ne kadar muhalif hareket eder. Sorduğunuz: "Bir kitabın, bir eserin mütalaasıy­ la tarik-ı istifadesi ve bir eserin suret-i tahrir ve tan­ zimi" sualine cevap vermek için birkaç mektubum ki­ fayet etmez. Geliniz bugün yalnız şu sualinizi tavzih edelim: Ewela bir kitabın mütalaası. . . Umumi "ki­ tap" lafzı altında birçok şeyler içtima eder: Riyaziye, coğrafya, tarih, felsefe, fıkıh, ilah ve ilah . . . Sonra di­ van lar, romanlar, tercümeler, sergüzeştler , seyahat­ nameler. Daha bin türlü şeyler. . . Bunları okurken dikkat kuwetini muhtelif suretierde sarf etmek icap eder. Aynı dikkat-i mütesaviye ile bir kitabı okumak mümkün değildir. Mesela bir riyaziye kitabı okurken düsturlara daha ziyade sarf-ı dikkat edersiniz. Bu her kitapta başka . . . Sonra bütün bu kitaplar ya tedris gi­ bi mecburi bir istibdad-ı iktisap ile yahut arzuy-ı isti­ fade ile okunur; sonuncu da iki kısma inkısam eder: Ya tetebbu için , yahut onun gibi yazabiirnek için . . . Her iki halde dikkat kuwetini başka başka tarzlarda sarf etmek icap eder. Fakat sizin ne yolda istifade etmek istediğinizi bilmediğimden tafsilat veremem. Gelelim "bir eserin suret-i tanzim ve tahririne . " Kitap gibi ve eser namı tahtında birçok şeyler yazı­ labilir. Mesela felsefi , yahut tarihi bir eser vücuda getirmek için "not almak" usulü vardır. Romanların, romantik, realist tarzındaki eş'arın ve asar-ı edebiye1 93


nin ayrı ayrı eşkal-i tetebbuu vardır ki hepsinden bir­ den bahis mümkün değildir. Bu seferlik yalnız sanat, şiir ve nazma dair bir­ kaç satır yazmak isterim, bir manzumenin bedii bir surette güzel ve hakiki bir tarzda, nasıl yazılabilece­ ğini sonra konuşuruz. Bakinız, Ayın, Naci, H. Sami ile bir şiir ibdaına dair mubahase ederken Naci ne derdi: "Bedayi ue mahasin-i tabiat ten bir şey tausir etmek istiyorsu­ nuz. Mesela akşam rüzga r/a rını. Bunu düşündü­ ğün üz, hissettiğiniz a kşam yazmazsın ız. A radan üç, dört gün geçer ue daima bu meuz u u düşün ü r­ sün üz. Bu meuzuun intibaat ue teessüratı hayalat ue anat-ı tahassüsiyenizle imtizaç eder. Bu n u son­ ra yazdığımız uakit ilk yazacağı m ız, yan i h issetti­ ğim iz saat yazacağı m ızdan daha bedii ue daha gü­ zel olu r. " Naci'nin diğer bir tavsiyesi: "Daima bir şiirin son m ı s ra larını, son kı tasını güzel, bedii, beliğ yazmaya çalışın ız. Kaari sizden mem n u n ·ayrı lsın ue i mzan ızı h issinizle m ü teessi r olara k okusun. Ne kadar güzel bir şiir yazmış olsan ız son k ı ta, son m ı s ra bir parça nakıs, bir pa rça tatsız olursa ilk defa duyduğu teessü r ue telezzüz hemen söner ue sizi seumez. " Mektubum uzadı ve kağıtta yer kalmadı. Vah­ det-i mevzu ve imtizac-ı tabiat meselesini sonra mü­ zakere ederiz. Nam-ı müstearlarımla eser denilebile­ cek bir şey neşretmedim. Yalnız "C. Nazmi" imza­ sıyla "Canbazın Aşkı" serlevhalı büyük hikayemi neş­ rettim ki küçüklük hayatıma, edebiyata çalıştığım ilk günlere ait olduğu için bence pek kıymettardır. Sü­ heyl Feridun imzasıyla eski !zmir gazetelerinde "Sa­ hir'e Karşı" serlevhalı eseri neşrettim ki, Sahir'le ara­ mızdaki bir tesadüfü hakidir. Diğerleri Istanbul'da mukaddema neşrolunan müteaddit gazetelerde adi , ehemmiyetsiz manzumeler, tercümeler. 1 94


İzmirli Ahmet Celil Beyi tanımıyorum. Yalnız İstanbul'da bir heveskar-ı edel:ıin ondan bahseder­ ken , "Şişmanca, daima şen, lakayt" dediğini derha­ tır eder gibi oluyorum, belki yanılıyorum. Artık ceyaplarınızın uzun olması temenniyatiyle hatm-i kelam eyler ve uzattığınız eli bütün ruhumla sıkar ve tebcil ederim kardeşim.

Ömer Seyfettin

ÜÇÜNCÜ MEKTUP 3 Nisan 322, (16 Nisan 1906) Kuşadast

Geçmiş olsun, kardeşim, hasta olduğunuz için müteessif oldum. Sıhhatinize dikkat ediniz. Inşallah bir şeyiniz kalmaz. Fransızca biraz bildiğinizi yazıyorsunuz, ma­ demki bir tahassüs-i edebiye maliksiniz, mükemmel öğrenebileceğinizi temin ederim . Fakat vefakarane çalışmak lazım . Sa'y-i müstakbelinizin teferruatını -aczime rağmen- tertip etmeme müsaade ediniz, mutmain olunuz ki pek sami'miyim ! Evvela grame­ re son derece bigane kalmak icap eder. Bunun ak­ sini iddia eden muallimler şakirtlerine on, on beş senelik bir sıkiet-i tedris yüklettikten sonra onları bunalmış, ihtiyarlamış, her şeyden bihaber bularak me'yus olmuşlardır. Buna en ce li delil mekatib-i ali­ yemizdir. Mülki ve askeri idadiyeler, Mülkiye ve Harbiye-i Şahane, ilah ve ilah. . . Mekteb-i Sulta­ ni'den başka bunların hangisinden neş'et etmiş bir efendi Fransızca bilir? Bilenler ya hususi muallim görenler, yahut şedid bir arzu-yı ibtilakarane ile ça­ lışanlardır. Bir !isan, kavaidi öğrenildikten sonra öğrenil­ mez, o !isan öğrenildikten sonra kavaidi öğrenilir . . . 1 95


Evvela efal-i kıyasiyeyi , sonra efal-i gayri kıyasiye­ nin müstamel ve me'nuslarını ezberlersiniz, ondan sonra gayet açık ibareli bir kitap alırsınız, lügat mu­ avenetiyle onu tercümeye başlar ve bilmediğiniz ke­ limeleri bir deftere yazarsınız. Her sabah , yataktan kalkınca hatta yüzünüzü yıkamadan , yani fikri bir şeyle meşgul olmadan bu yazdığınız kelimeleri mun­ tazaman ezberlersiniz. Mürur-ı zamanla bu yazılan kelimeler o kadar azalırlar ki artık bilmediğiniz lügat bulunmadığına kaail olursunuz. Bir de diğer usul var: Mesela Mavi Oüşes'in ter­ cümesini alırsınız. Bir de aslını. Tercümeden bir sa­ hife okursunuz, dikkat ederek aynı sahifeyi aslından okursunuz. Fakat bilmem niçin bu tarz beni pek çok sıkard ı . . . Her gün hiç olmazsa beş sahife yüksek sesle , bağırarak ibare okumalı. Bunun faide-i fizyo­ lojiyesi gayri kabil-i tariftir. İnsanı Fransızca çalışırken en müteezzi eden şey Lafonten'in3 masallarını, yahut lektür kitapların­ da altı yedi yaşındaki çocuklar için tertip olunmuş tıflane, gayet basit ve adi parçaları okumak mecbu­ riyetidir. Düşününüz siz, vasi bir zevk-ı edebi ile mü­ tehassis olan siz "Bir çiftçinin üç oğlu vardı, onları ölürken yanına çağırdı; büyüğüne dedi ki . . ." gibi ba­ sit bir fıkranın mUtalaasından nasıl ve ne kadar üşü­ yeceksiniz . . . Asar-ı hakikiye-i edebiye içinde e n basit ve şef­ fafı G. dö Mopasan'ınkilerdir4. Kitap şeklinde -Bir Yazın Tarihi gibi- onu · mütecaviz küçük hikayeleri vardır ki hemen adetleri yüze baliğ olur. Mesela Kler dö lün , Madmuazel Fifi, Lö Hurla, La Mezon Telliye . . . 5 ibareleri o kadar basittir ki onun kadar 3) La Fontaine. 4) Guy de Maupassant (1 850-1 893). 5) Claire de Lune (1 884, Ayışığı), Mademoiselle Fifi (1 883, Ba­ yan Fifi), Le Horla (1 887, Lö Horla), La Maison Tellier ( 1 881 , Tellier Evi). 1 96


basit bir satır, alfa be kitaplarında bile bulunmaz di­ yebilirim. Zaman Kütüphanesinden isterseniz, size gönderir. Lügat kitaplarına . gelince; Türkçe lügat kitabı hemen yok gibidir. Onun için yine Larus'un, yahut Gazye'nin6 diksiy<;>nerlerinden birer tane edinmelisiniz. Mehmet Halit Beyin "Elfaz-ı Müteşabihe Lügat­ leri" serlevhalı küçük eseri. Keza Karnik Efendinin "Fransızca Arneli Tefrik-ı Cins Usulü" tahsil-i !isan için en kıymettar kitaplardır. La Plüm Endepandant'tan 7 tercüme ettiğiniz soneyi bilakis göndermeli idiniz. Aslıyla beraber gönderir iseniz mingayri had bazı tavsiyelerle sizi müstefit etmeye çalışırım ve rica ederim gönderiniz. Sa'yinizi teşyi ve teşvik etmek vazifemdir, arzu ettiğiniz tekamülü bu büyük lisanın hazain-i edebi­ yesinde bulacaksınız. Bir sene sonra Avrupa'da neşrolunan "La Vie e le livr"lerden8 getirtiriz, onla­ rı okur, ilim ve edebiyat için o kadar vasi bir vuku­ fa malik olursunuz ki, hani herkesin perestiş ettiği Mavi ve Siyah'ın, Aşk-ı Memnu'nun noksanlarını, onlarda ihmal olunan sanatları, mukallitlikte müte­ reddit bir elin kaffe-i ihtizazatını görürsünüz . . . Evet o vakit görürsünüz ki o parlak Edebiyat-ı Cedide ne kadar masum, ne kadar çocuk, ne kadar mini­ minidir. Erbab-ı vukuf'un taht-ı tasdikindedir ki bir şah­ sın ecnebi bir lisandan istifadesi yalnız fikir cihetine münhasır kalır, nükat-ı lafıiyesinden mümkün değil 6) Ünlü Sözlük Sahipleri ve Sözlükler. 7) La Plume lndependante: Fransız dergisi. 8) La Vie et Les Livres: Fransa'da o tarihlerde yayımlanan bir di­ zi. 1 97


hissedar-ı teessür olamaz. Tabii Fransızca şiirler size lafzen , ahenkçe tesir edemez, yalnız ondaki tefek­ kür ve tasvir sizi teshir eder. Mademki hastasınız, lafımı uzatıp sizi taciz etme­ yeyim. Üç, dört sene ewel yazılmış, rahatsızlık yadi­ garı bir soneyi leffediyorum. Fakat buna şiir denmez. Şifayap olduğunuzdan, hayatınızdan, hususiye­ tinizden , muhitinizden bahis mektuplarınızı bütün ruhumla tehalükle beklerim. Aziz ve kıymettar kar­ deşim . Ömer Seyfettin H - Taklit bahsini sonra hasbıhal edeceğiz.

TEMENNİ-İ HAB -Enfluenzadan m uz ta ripken­ Bir ağrı var başı mda . . . Vücudumda yok tü van Bitdb-ı neş'e, hem üşüyüp hem yanar gibi Terler donar donar, ya tarım ka/karım, zaman Geçmez . . . Bu bikarari-i bôridde ben şebi Bir in tizdr-ı m übrem ve sihr-i ônla bek lerimf Zan neylerim ki uykunun ôsude e/leri Okşar şu hasta varlığı mı; hep kederlerim Söndü! Un uttum on ları . . . Hatta emelleri, Hat ta sen in hayôlini, ey sevdiğim, bu dem . . . Hissirnde yok, inan, ne sevinme, ne bir elem: Bir boş odayla, kasvet-ôlude bir sükun, Boş bir m u h i t renc-ü azabın içinde ben . . . Artık ben i m düşündüğü m -ôvôre, dil/iken­ Bir uyk udur, o hôb-ı girizôn-ü pü r-füsun! -Pi rlepe 31 9-

ömer Seyremıt 1 98


DÖRDÜNCÜ MEKTUP 1 Haziran 322, (14 Haziran 1906) Kuşadast

Sizi unutmak . . . Bunu mümkün mü zannedersi­ niz kardeşim? İzmir'den ancak dün gelebiliyorum ve hemen , biraz dargınca yazılmış kartınıza cevap ver­ meye şitaban oluyorum. Eğer buradan gaybubetimi bir özür addetmez, yazamadığımı bir kusur telakki ederseniz, beni affediniz, bunu istirham ediyorum. Sizi temin edeyim ki edebiyatın müstakbel-i se­ rab-aludunda bir gün şüphesiz şa'şaat-ı feyziyle bedi­ dar olacak sizin gibi genç arkadaşlarımla muhabere ederek peyday-ı hatırat etmek, hayatıının en müfte­ hir ümit ve tesellisidir. Sakın zannetmeyin ki bu mü­ katebeden sıkılıyorum . . . Müsamaha ediyorum. Demek ki Fransızcaya çalışıyorsunuz. Memnun oldum ve tebrik ederim. Cidden müstait ve çalışkan olduğunuzu anlıyorum. Mademki çalışacaksınız, mu­ vaffakıyet muhakkaktır. Teessüfle gördüğümüz bir­ çok müntesib-i edep arkadaşlarımızın vahi hatt-ı ha­ reketlerinden inhiraf ettiğiniz için mesutsunuz. Şim­ di hissedeceksiniz; edebiyat nedir, saadet ve refah-ı ruh nedir ve ne kadar nuşindir. . . Manasız beyitlerin, soğuk kafiyelerin saha-i tenk-i ıztırarında malumatsız, mütalaasız, fensiz, ilimsiz, serseri dolaşanlara, o boşlukta müebbeden mahkum-ı fena ve zeval kalanlara ferda-yı muvaffa­ kıyetinizde o kadar acıyacaksınız ki . . . Belki m üp­ hem bir matem-i merhametle ağlayacaksınız, ağla­ yacaksınız . . . Mensur ve manzum Fransız müellefat-ı makbu­ lesinin esamisini istiyorsunuz . . . Buna hac et yok kar­ deşim. Mademki şimdi müptedisiniz nazmı sonraya bırakmak icap eder. Asar-ı mensureye gelince, Guy de Maupassant'ın asar-ı nefisesi kadar açık, sade ya1 99


zılmış bir eser hiçbir !insanda yoktur diyebilirim . Bü­ tün asarının fihristini leffediyorum . Şayan-ı intihab olanlarını da işaret ettim. Maahaza hepsi şayan-ı in­ tihab ve mükemmeldir. Bunlar insana hakikati öğretir. İnsanı hakiki görmeye ve düşündürmeye alıştırır. Bugün Victor Hugo'nun asar-ı müştehiresi ise sırf bir koşmar, bir kabus-ı edeb, kuklalardan müteşekkil bir hay-huy-ı hayalat ve muhalattır. İnşallah bunları sonraları daha iyi hasbıhal eder ve yekdiğerlerimizden istifade ederiz. Baki ruhumdaki uhuwetiniz ve uhuwetimize ihtiramım . . . Ömer Seyfettin

BEŞINCI MEKTUP 20 Eylül :J22, (3 Ekim 1906) Kuşadası

Sizi unuttum mu, zannediyorsunuz kardeşim, yemin edeyim ki, pek yanılıyorsunuz. Gönderdiğiniz gazeteyi ve kısa mektubunuzu almıştım. Müteakiben İzmir'e gittiğim için , nasıl oldu bilmiyorum tahassü­ sat-ı azimet içinde cevap yazamadım. Dün işte bura­ ya geldim, kartınızı buldum. Şimdi muazzep ve mü­ teezzi, affınızı istirham ediyorum , tesamühüm affı­ nı . . . Ada'ya teşrif etmeliydiniz. Memnun ve müftehir kalacaktım. O vakitler geleydiniz bu harikulade man­ zarayı, bu vasi ve tesliyesaz denizi , bu kederengiz adacığı bütün şi'riyet-i hülya-hiziyle temaşa edecekti­ niz. Fakat. . . Fakat şimdi bu huysuz ve geçimsiz kış o kadar çabuk geldi ki bütün bu sükGn-ı bedayi' üzerin­ de asabi fırtınalar, soğuk ve sevimsiz naralariyle ba­ har-i faninin' matemlerini ağlatıyor, yazın yeşil ve 200


mebhut hatıratını, o vakit uyuyan bu köpürmüş de­ nizi tahkir ediyor. Manzumeniz, ciddi söyleyeyim , gazetedeki komşularının hepsinden güzel, lakin sakın böyle mahdut ve müdahin mevzular üzerine müsabaka ve rekabete girişmeyin . Rekabet ve müsabaka için size iki şiir gönderiyorum. Onlar da sizin gibi pek genç ve zeki bir şair beyindir. Okuduktan sonra iade edersiniz tabii. . . Çünkü rüfekamın hiçbirisinin bana gönderdiği şeyi kaybetmek istemem . Fransızcaya çalışıyor musunuz? Ne kadar terak­ ki ettiniz? Cevabınızda en çok bundan bahsetmelisi­ niz ki, kardeşim, müstefit olasınız. Size "taziyane-i şevk-u gayret" olmak üzere Fransızca sonelerimden bir tanesini yazacağım. Bil­ seniz Fransız şiirleri ne kadar cazip ve meşbu-ı tees­ sürdür. . 9 Pol Verlen'in , Süli Prüdom'un 1 0 bir kitabı insana o kadar nazik ve o kadar serair-alud ihtisasat ilkaa eder ki muhitimizdeki bedayi-i hafayayı başka bir vuzuh ile görmeye başlar ve taaccüp edersiniz. Cevabınızı, hakkım olmayarak, çabuk beklerim, beni mahzun etmeyeceksiniz. Siraderiniz bey orada ise ihtiramatımı tebliğ et­ menizi hassaten temenni ederim. Ömer Seyfettin ·

.

ALTlNCI MEKTUP 6 Teşrinievve/ 322 (19 Ekim 1906) Kuşadasi

Kardeşim, Mektubunuru bugün aldım , bu gece cevap veri9) 1 0)

Buradaki bir sözcük okunamadı . Paul Verlaine, Sully Prudhome. 201


yorum. Eğer eserinizi de Ieffetmiş olaydınız pek gü­ zel olacaktı. Mahaza haftaya göndereceksiniz değil mi? "Une larme"ı nafile beğenmişsiniz. Çünkü o pek fena ve hata-aluddur. İnşallah iyileripi takdim ederim. Sorduğunuz apostrof maddesini muhtasa­ tan izah edeyim: Hani bizde romanlarda yok mu­ dur, eşhas-ı vakadan birinin söylediği yanlış lafı şekl-i imlaisiyle değil, şekl-i telaffuziyle yazarlar, işte bunun gibi. Mesela Hüseyin Rahmi'nin romanların­ daki bir Ermeninin "Kuyruk"a "Kuryuk" demesi gibi. Maydanoz, çamaşır ve bunun gibi birçok kelimatın ayrıca birer şekl-i harfi ve imlailleri yok mudur? Fransızcada, köylüler daima lisanı tahrif ederler. Gi dö Mopasan'ın hikayelerinde bir kadın, bir köylüye "Votre mere Valdeniz" diyecek yerde "Vot' me" der ki bu bir şekl-i harfi değil, şekl-i telaffuzdur; "r"lere gelince,. bir şekl-i talaffuz münasebetiyle irat olunmamış ise tekerrür manasını ifade eder; "Lire okumak" sonra bir "r" ilave edince "relire" olur ki "tekrar okumak" demektir, voir, revoir, görmek, tekrar görmek, venir, revenir ilah . . . gibi ki bu suret­ le tekerrür manasını kabul eden fiiller diksiyonerlere ayrıca kaydolunmuştur. İlk mektuplarımda size tavsiye ettiğim "Fiziyolo­ jia" kitabını getirtip okudunuz mu? Hayat-ı tahririye üzerinde bu gibi malumatın büyük bir tesiri olduğun­ dan , eğer ihmal etmiş iseniz, mutlaka getirtip oku­ ınanızı rica ederim. Fransızcaya mehemehal çalış­ malısınız ve emin olmalısınız ki, her boş geçirdiğiniz dakika, sonra size gayrı kaabil-i telafi bir nedamet bırakacaktır. Şiirlerini o kadar beğendiğiniz Avni'yi müstakbelde göremeyeceksiniz zannederim . Görse­ niz de pek sö nük ve şimdiki halinde . . . Zira o da ça­ lışmıyor ve hayat-ı maddiyeye bütün mevcudiyetiyle temayül ediyor, yani mahvoluyor. . . Ağabeyinize hassaten arz-ı ihtiramat eylerim. Cevabınızı uzatma­ yınız ki, kardeşim, muhaberemiz yekdiğerimizi faide=

=

202


ment edecek bir intizam kesbetsin. Baki muhabbet ve ihtiramım . . . Bir de sone1 1 yazıyorum, sırf Türkçe.

Ömer Seyfettin

GURB.ET ELiNDE Güneş batmakta . . Ovada gecenin Gölgeleri büyü r büyür, sararır. . . Ağaç/ ı k/ar, akan sula r bir serin Rüzgar i le da/ga la n ı r, kara rı r. Kuşlar ötmez, yuva la r boş, görü nmez Bir ışıltı uzaklarda; yazık ben Öks üzü m şimdi bu yolda giderken . . . Gök bile yı ldızia rına bürün mez! Eski izler; çirkin, korkunç lekeler Kılavuzluk eder. Zavallı atım Şüphe/en i r bu gidişten ve kişner. . . Gece gelir; ıssızlık san k i sol u r, Ve r u h u m uyur, uya n ı r her adım A tı m ı n nal sadası n in ni olur! . .

Haşiye - Bakınız kardeşim , azıcık daha unuta­ caktım ; size bir şey rica edeceğim; bana teklifsiz davranınız ki samimiyetinize kail olayım. Ben size nasıl basit ve sade hitap ediyorsam, sizin de bana öyle mukabelede bulunmanızı isterim. Hassaten zarfların üzeri mümkün olduğu kadar basit olsun; Kuşadası'nda Mülazım Ömer . . . Bu kadar kafi . . . Öyle yalan ve müdahaneye benzer sıfatiarın namıma ter­ difen sizin gibi arkadaşlarımın ağzında telaffuz edil­ diğini görmek beni cidden cerihadar eder, kuzum beni incitmeyiniz . . . "Perviz" nam-ı müstearıyla rnek11)

Sonnet bir Fransız şiir biçimi. 203


tuplaştığım bir Ermeni edibinin yazdığı Fransızca manzume ile mektubu ve mektubun zarfını -size bir nümune-i sadegi olsun diye- gönderiyorum . Darıl­ mayın ve cevabınızla iade ediniz.

YEDiNCi MEKTUP B Kanunusani 322 (2 1 Ocak 1906) Kuşadası

Kardeşim , Mektubunuzu aldım. Hemen cevap veremedi­ ğim için kusurumu affediniz. Zira mustaribim . Yaz­ mak değil , hatta düşünmeye bile iktidarım yok. Ve zannetmeyiniz ki hastayım . . . Kış olunca, havalar sağuyunca ben de en feci buhran-ı asabi başlar. Bu benim tabiatimdir. Bunu ancak yaz, güneş, tenhai ve sükCın tedavi eder. Halbuki şimdi. . . Yağmur, yağmur, yağmur . . . Haftalar geçiyor, güneş görün­ müyor. Ben odamda mahbus ve bi-emel kıvranıyo­ rum. Gayrı kaabil-i teselli bir bedbinlik siyah kabus­ larıyla beni ihata ediyor. Ölümü düşünüyorum, bü­ tün ölenleri , ölenlerin bütün hevesat-ı faniyesini diJ.şünüyorum. Her şey mahkum-ı ademken bu hab-ı muğfil-i hayat içinde nasıl aldanıyoruz; karde­ şim nasıl? . . Nasıl her şeyi, hakikat-ı hiçiyi unutuyo­ ruz? . . Okumaktan , yaşamaktan, konuşmaktan nefret ediyorum. Mademki bütün muhitat-ı mer'iyye ve gayrı mer'iyye yalancı bir rüyanın serab-ı inkılabatı­ dır, niçin üzülüyoruz, öyle ise . . . Karanlık bir bika­ rari bütün anat-ı tahassüsatıma hakim. Hasılı kar­ deşim farz ediniz ki hastayım ve size istediğiniz gi­ b i yazamadığım için danlmayınız. Şimdi zavallı Pol Verlen'in : 204


Un grand sommeil nair Tom be s u r ma vie, Dormez, ta n t espoir Dormez, tan t en vie.

Neşidesi benim heyula-yı şükCıhum. . . Benim nakarat-ı ızdırabım! . . Mektubunuza Ahmet Cemi! Bey diye bir şey yazmışsınız. Valiahi bir şey anlayamadım . Anlaya­ mamakla beraber pek muhtasar yazdığım birkaç sa­ tırı izah edeyim ; İzmir'de bulunuyordum , uzaktan belki on metre uzaktan Cemil Beyi gördüm. Rakı içiyor ve pek adi hareket ediyordu. İşte size geçen­ de yazıp da gönderemediğim mektupta bu gibi ah­ val-i sefihanenin hakikatperest gençlere yakışama­ yacağından uzun uzadıya bahsetmiştim, sonra ken­ dimi haksız gördüm kardeşim. Ve o satırları yırttım . Şimdi b u basit vakayı anladı�·lız ya. . . Artık bahset­ meyelim, zira tanımadığımız bir zattan -velev gayrı şahsi olsun- birden ziyade bahsetmek pek büyük bir abestir. Şu satırları d� mahza merakınızı tatmin için yazıyor ve müteezzi oluyorum . . . İhtiramat ve muhabbetlerimi kabul ediniz.

Kardeşiniz: Ömer Seyfettin

SEKiZiNCi MEKTUP 25 Ağustos 323 (B Ey/ü/ 1907) izmir

Kardeşim, İzmir'e ne vakit geleceksiniz? Ben burada müt­ hiş bir tembel oldum. Elime kalem aldığım yok. Ki­ tap okuyamıyorum. Gaib olan sıhhatimin rüyay-ı 20 5


kisbiyle dakıyka-güzar-ı ızdırab oluyorum. Ne vakit sevdiğim sükünete, sevdiğim tenhaiye , sevdiğim in­ zivaya avdet edeceğim . . . Burada asabiyetim tezayüt ediyor. Hiç sevmediğim ve bilmediğim yeis beni isti­ la ediyor. Hasılı kardeşim bana acı ve seni sık sık taciz edemediğim için mazur gör. O kadar acınacak bir haldeyim, o kadar biçare bir illet-i fikriyye ile musta­ ribim ki tarif edemem. Beni teselli için uzun, pek uzun mektuplar yazmalısınız, bir gün ben de sizi te­ selli eder, sizi memnun ederim. Baki hürmetler, hürmetler, hürmetler kardeşim.

Ömer Seyfettin

DOKUZUNCU MEKTUP 4 Kfmunuevve/ 323 (1 7 Aralık 1907) /zmir

Kardeşim, Kartınızı aldım. Teşekkür ederim. Sizi unuttu­ ğumu farz ederek büyük haksızlık ediyorsunuz. Kıy­ metli arkadaşlarım için bestelediğim muhabbet ve ihtiramı size anlatmıştım zannediyorum . Buna itimat ediniz. Ve hürmet-i daimemi yine kabul ediniz.

Ömer Seyfettin Hayat Tarih mecmuası, yıl: 4 Nr: 37, 38; Şubat ve Mart 1 968

206


ALl CANIP'E MEKTUPLAR 15 Kanunusani 1326, Yakorit

Sevgili Canlp B�y. 1 Cevabınızı almadan işte ben yazıyorum . Size bir teklifim var . Kanaatterinize pek yakın olduğu için hemen kabul edeceksiniz sanırım. Bakınız ne? Biraz izah edeyim: Edebiyattan nefret ettiğimi ve bu nefretimin iğrenç, tiksindirici bir nefret olduğunu yazmıştım. Bu nefretim edebiyata olmaktan ziyade lisanadır. Bizim lisanımız -her zaman düşündüğü­ müz gibi- berbat , perişan , fenne, mantığa muhalif bir lisandır. Garp edebiyatını biraz tanıyan , müm­ kün değil bu nefretten kurtulamaz. Bu lisanı zaman ve vakıfane bir sa'y tasfiye eder. Ben, işte, edebiyattan vazgeçtikten sonra te­ tebbu edeceğim fenlere, ilimiere çalışırken bu tasfi­ yeye de yardım edeceğim " . . . " ve " . . . " gibi, n ura ve hakikate muhtaç Türkleri Asya'nın karanlıkianna götürmeye çalışmayacağım. Sa'yimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça, Farsça terkipie­ rin hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Ki­ min gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa onları çok kullanmıştır. Eğer terkipler terk olunursa tasfiyede büyük bir adım atılmış olmaz mı? . . Bunu yalnızca başaramam: Geliniz Canip Bey, 1)

ö. Seyfettin'in bu mektubu, dizinin 1 3. kitabına da alınmıştır. Çünkü bu mektup, Ömer Seyfettin'in 'Yeni Lisan' davasının açılmasına neden olmuştur (bkz. Dil Yazıları, s.1 9). 207


edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücuda getirelim. Ah büyük fikir. Sa'y, sebat ister . . .

26 Haziran 1329, Nafliyori2

Sevgili Canibim, Geçen hafta bir hikaye gönderdim . Bilmem al­ dın mı? Çünkü şüphelendikleri ağır zarfları gönder­ miyorlar. Havalar çok sıcak. Rahat rahat yazılmı­ yor. Ben gece boş durmuyorum. En lazımlı bir şeyi yazıyorum. Gustave Flaubert'in "Biz bir çöldeyiz, kimse kimseyi anlamıyor" dediğini hatırlarsın. Asıl bu çöl Fransa değil , Türkiye . . . Türkiye'de kimse kimseyi anlamıyor. Şimdi avam edebiyatı yapmaya çalışan ( . . . ) ve arkadaşları ewelce bizi hiç anlamamışlardı. Niçin? His ve fikir meselesi. Hissi ve akli mantıkın biribirine h ücumu. . . Bütün kafalar hislerle fikirterin farkına varmıyor, bir mesele karşısında hissimizle mi, yoksa fikrimizle mi netice çıkarıyoruz, bundan kimsenin haberi yok. İşte ben Gustave Le Bon'un mantıka dair yazdı­ ğı bahisleri esas edinerek küçük bir kitap yazıyo­ rum: "Psikoloji ve Beş Türlü Ma n tık!" Bu kitapta açık ve yeni lisanımızla mantıkın fen karşısında aldı­ ğı şekilleri göstereceğim. Sırasıyla hissi mantıkı , es­ rari mantıkı, müşterek mantıkı, hayati mantıkı , akli mantıkı anlatacağım. Bizim memleketin vakaların­ dan misaller getireceğim . H e r halde bu kitabı çok faydalı görüyorum. Gönderdiğim hikayeyi "Halka Doğru"ya verecek­ sin . Para . . . Fena şey değil. Fakat ben on sayfalık bir yazı için küçük ve satılmaz bir mecmuadan üç lira al2)

Ömer Seyfettin, Balkan Harbinde Vanya Kalesinde Yunanlıla­ ra esir düşmüştü. işte bu mektubu oradan, Nailiyon kasaba­ sından göndermişti.

208


mayı, aynı yazı için "Tanin"den bir lira almaya değiş­ mem . Düşün, bir yazı "Tanin"de neşrolunursa ne ka­ dar kişi okuyacak? En aşağı on beş bin kişi. . . Halbuki Türkiye'de beş bin nüsha satacak mecmua yoktur. Gönderdiğim hikayeleri ve makaleleri birer lira­ ya Mehmet Ali Tevfik Bey vasıtasıyla "Tanin"e sa­ tarsan çok memnun olurum. Hem Canibciğim, biliyor musun, artık askerlik­ ten çıktım , fakat asla memur olmak istemem. Yani hiçbir zaman bilmem ne kalemine · başkatip olmaya­ cağım, hocalık da mizacıma göre biraz ağır meslek . . . Yalnız muharrirlik kalıyor. Tanin, hikayelerime, ter­ cümelerime, makalelerime -ki hepsi en aşağı altı sü­ tun uzunluğundadır- birer lira verirse, haftada iki ma­ kale, yani ayda sekiz lira beni rahat rahat yaşatır. Çünkü biliyorsun, ben yalnızım ve yapyalnız bir adam için , namuslu ve muntazam yaşarsa bu para az değildir. Çalışarak, göz nuru dökerek, tetebbu ederek yazacağım şeyleri, beğenilmeyeni geri verilmek şar­ tıyla, hep "Tanin"e vermek isterim; vasıtam sensin . . . Eğer "Tanin"le uyuşamazsak, yapacak bir şey kalıyor . Cemiyetin vilayetlerdeki gazetelerine baş­ muharrirlikle gitmek. İzmir'de Anadolu vesaire var. Herhalde . . . . . den iyi ve açık yazacağı mı ümit ediyo­ rum. Bunun için Ziya Beyin delaletine müracaat la­ zım. Sen benim için çalış. Yahut İzmir'deki . . . . a yaz. Başka muharrir aramasın. Ben gideyim . Anado­ lu'nun muharriri varsa yeniden tesis olunacak gaze­ telerden birisini benim için sen angaje et. Muharebeden ewel ben Ziya Beye yazmış, as­ kerlikten istifa ettirilerek Diyarbekir gazetesine mu­ harrir gönderilmekliğimi rica etmiştim. Bu ricamda hala musırrım , sen tekrar et. Ben çalışmamda de­ vam edecek tenha bir köşeye muhtacım. En uzak yerleri İstanbul'a tercih ederim ve mecbur kalmaz­ sam İstanbul'da yaşayıp tembellik ve akarnet içinde vakit geçiremem. 209


14 Teşrinisani 1329, Nafliyon

Sevgili Canibim, Mektubun beni pek sevindirdi. Teessüften ziya­ de hayret ettim. Ne diyeyim? Ahlaki ve ruhi sukut­ tan şüphesiz hepimiz hissemizi almışız. Gel artık, aramızda "vefa, mefkCıreye sadakat, kerem ve feda­ karlık" gibi faziletleri aramayalım. Gene eskisi gibi kendimci, şahsi olalım . Birer köşeye çekilerek çalı­ şalım . Lisan hakkındaki mefkCıremizi gölgede, uzak­ larda, tenha yerlerde husule getireceğimiz büyük eserlerle halka kabul ettirelim. Yani hakiki sanatkar olalım. Evet, senin Istanbul'da kalmaklığın lazımdı ve ben bunu pek ehemmiyetsiz bir şey sanıyordum. Demek aldanıyormuşum. Istanbul'da kalsaydın yeni !isan canlanacak, açtığımız tabii cereyan karşısında . . . . , . . . . , devrilecekler, hepsi bir gün . . . gibi : Lisan epeyce sadeleştirildL Fakat bu sadeleştirilmek için herhalde şimdiden bazı kaidelerin takarrürü lazım gelir: Terkib-i tavsifi ve izafilerin behemehal Türkçe­ den çıkarılması, sıga-i cem olmak üzere behemehal "ler" edatından başka bir şey kullanılmaması gibi, artık "terkib-i tavsifi" denileceğine "tavsifi terkip" : "mekatip" denileceğine "mektepler" , "mekatip" deni­ leceğine "mektuplar" demek iktiza edei . Lisanım ızı sadeleştirmek maddesi güç bir iş değildir. Bu pek kolaydır, çünkü "lisanımızın güçleştirilmesi bir lü­ zum-ı ilmi veya lisaniye mebni değildir" diye başları­ nı önlerine eğeceklerdi. Genç Kalemlerimiz çıksaydı belki yeni ve ibdai bir edebiyatın temellerini atmaya bile kendimizde cesaret bulacaktık. Lakin sen şimdi Istanbul'da yoksun! Bence bu ne demektir, biliyor musun? "Ben de İstanbul'da yo­ kum" demektir. Eğer askerlikten çıkarsam asla me­ mur olmayacağım. Avni gibi fahri muharrfrlik de edemem. Sen şimdi yoksun. Arkadaşlarımın da hiç210


birisi benim için yoktur. Hatta ihtimal Ziya Beyi , o kadar sevdiğim Ziya Beyi bile görmeyeceğim . Yazdığım yazıları Kazım Nami vasıtasıyla "Türk Yurdu"na vereceğim ve böyle yazılar için ayda "altı lira" verebilirlerse bununla iktifa edeceğim . Vermez­ lerse başka hususi bir işle uğraşarak sükCın ve meç­ huliyet içinde büyük eserimi vücuda getirmeye çalı­ şacağım . Ben arkadaşlarımıza karşı dargın değil, fakat müstağni kalmak istiyorum. dan bahsediyorsun, ben cahillerden fena halde ürkerim, biliyorum, senin izzeti nefsine indir­ diği darbe en kaba bir marsovan eşeğinin tekmesin­ den daha berbattır. Fakat mademki bunu tabii görü­ yorsun, kızmamalısın ve bu gibi mahdut fikiriiierin muhit ve tesirlerinden uzaklaşmak bizim için bir saa­ dettir. Evet, sevgili Canibim, bu bir saadettir. Çünkü sen onlarla yaşasaydın büyük eserini yaratamaya­ caktın. Onların ruhi aşağılıkları senin yükselmene mani olacaktı. Ben -Ziya Bey müstesna- onların hangisiyle bir arada bulunsam kendimi penceresiz ve kapısız bir ahırda sanıyor, adeta gübre ve fışkı kokuları duyar gibi oluyorum. Onlarla bir arada yaşadıkça adi, aşağı ve ihti­ raslı politika, ruhlarımızı lekeliyor, kalemimizin , ha­ yalimizin, fikrimizin serbesdiğini bozuyor, dimağımı­ za görünmez zincirlerden ağır ve demir sarıklar sarı­ yar, hasılı, lafın kısası, bizi akim ve ibdadan mah­ rum bırakıyor. Şimdi Canipciğim, sen Çanakkale Mektebinin edebiyat muallimisin. Maaşınla rahat rahat yaşayabi­ lir, sükCın' içinde büyük eserler yaratırsın . Sonra hiç kimseye minnettar olmadan bir gün gelir kendi hak­ kın ve kıdeminle İstanbul Sultanisine, yahut Darülfü­ nuna girersin. Sen eserlerinle yükselir ve bütün hal­ kı tılsımiayacak şöhret sırrını elde edersen bugün se­ ni küçük ve ehemmiyetsiz görenler o vakit ayakları0 0 0 0 0 0 0 0

21 1


na koşacaklar. Senin izzeti nefsini tokatlayanların bütün kuwetleri ani ve tesadüfi bir politika kuwetin­ den başka bir .şey değildir ve biliyorsun ki böyle müstear ve . sahte kuwetler pek çabuk zayıflarlar. Halbuki yavaş yavaş, sükCın içinde, gizli ve ciddi yük­ selen bir ilim ve sanat kuweti , hakiki bir şöhret eze­ lidir. Sen , gizli ve meçhul, abideni yaparken ben de boş durmayacağım. Tiyatro, tiyatro! . . . Sanat, şöh­ ret, servet. . . Hep burada! Kırk yaşıma daha on sene ister. Bu on seneyi serserilikle, mevzu toplamakla, tahlil ve mütalaa ile geçireceğim. Fakat on birinci sene, bir piyes ki ezeli olsun . . . Bir piyes ki münek­ kitler alkışlamaktan başka bir şey yapmasınlar. Gülüyorsun ve reverie poetique diyorsun , de­ ğil mi? Hayır, hayır. . . Hissi mantıkına kapılma. Muhitinin ahlakına uyup kolay ve çabuk muvaffakı­ yeder isteme. Düşün ki , Gustave Flaubert büyük eserini yirmi beş senede yazdı. Biz niçin elli milyon Türke ruhi gıda vermek idealiyle on sene çalışma­ yalım? . . Benim başka bir mazhariyetim var. Bana bakacak ailem yok. Annenle senin ayağın hakikaten bağlıdır ve hiçbir vakit sersesi olamazsın. Benim babam var. O ölünceye kadar hemşiremin çocuğu yetişecek. Ben hiçbir vakit eve reis ve hami olma­ yacağım . Oh günü gününe hayat. . . Tam sanatkar hayatı. Hayat ne tarafa atarsa oraya gideceğim . Belki Anadolu'ya . . . Belki Turan'a . . . Belki, belki de Avru­ pa'ya . . . Şu muhakkak ki sen yokken İstanbul'da ben de kalmayacağım. Çünkü artık Beha ile aramız soğudu. Onunla çalışmak bana ağır gelir. Geçerken vapurumuz durursa mutlaka çıkarım. Çıkamazsam İstanbul'dan mektup yazacağım ve dö­ nüşte mutlaka sana uğrayacağım. ·

212


Para meselesi için lstanbul'a gitmek katiyyen icap etmeseydi buradan döner ve lzmir'e çıkardım . Sen bana. hal ve mevki hakkında malumat ver­ medin. Bari Hakkı İstanbul'da olsaydı. . . "Türk Yurdu"nda para ve tahrir ücreti için ki­ minle müzakere etmek icap edecek? Bunları bana yaz. Ve galiba biz bu ayı burada geçireceğiz. Gözlerinden öperim.

5 Kfmunuewel 1329

Sevgili Canibim. Dün lstanbul'a geldim. Bugün işte sana şu mek­ tubu yazıyorum. Vapur Çanakkale'de durmadı ki , çı­ kayım . . . Annem hasta ve galiba ölecek. Çünkü pek zayıf ve harap gördüm. Zaten altmış yaşını geçmiş. Şimdi kan tükürüyor. Arkadaşlardan hiçbirisini gör­ medim. Cuma olduğundan merkezde ve "Türk Yur­ du"nda kimseler yoktu. ihtimal yarın veyahut öbür gün bir kere c;laha uğrayacağıin . Ve senin için mücahede edeceğim. Canipciğim . . . . . . . . . . yi görmedim . . . . . . . . . . yi keza. Bunlardan hiçbirisi benim için senin yerini tutamaz. Iki gün sonra gene bir mektup yazacağım ve bu tafsilatlı olacak. Ah ikimiz burada olsaydık . . . Ben gene mi ahıra gireceğim? . . Yazılarımdan başka ne sözlerim var ki, sana anlatacaktım , piyesi­ mi de beraber yazacaktık. Gözlerinden öper ve ancak senin samirniyet ve muhabbetinle bu muhite tahammül edeceğimi tev rarlıyorum, sevgili Canibim. Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfenin, istanbul 1 947, s. 1 56-160

213


ÖMER SEYFETTIN'LE MÜLAKAT Genç faal hikayeciye de müracaat ettim. Ewela, "Beni bu silsilenin içine katmayın! " diye itiraz etti . Birkaç vakit sonra bir gün fakirhanemizi teşrif etti. "Ben söyleyeceklerimi yazdım. Siz de, işte bu muharrir benim al:ıbabımdır. Yüzünde, hareketlerin­ de, sözlerinde nazarı dikkati eelbeden bir şey yoktur dersiniz cancağızım" dedi. Birkaç defa omzumu okşadı. Kağıtları, bıraka­ rak çıktı gitti. Kendisine teşekkür ettim. Ömer Seyfettin Bey şunları yazmış:

Eski Edebiyat - Daha çocukken evimizde birçok divanlar var­ dı. Onları okuya okuya edebiyata heves ettim. Fakat eski edebiyatın çeşnisi, zevkini tattığımı iddia ede­ mem. Çünkü bunun için başka bir ilim, başka bir tahsil ister. Pek gençken gazeller filan da yazdım. Fakat tabii saçma şeylerdi. O vakitten aklımda Leyla ile Mecnunlar, Şahmeranlar kaldı. Demek hakikatta yalnız onları anlayabiliyormuşum. Bir gün artık "edebiyat-ı atika"mıza hiç taraftar kalmadığı için bu bahse bile değmez sanırım. Divan edebiyatı ! İşte nihayet edebiyat tarihi içinde bir sa­ ha! Daha fazlasına aklım ermez. Şinasi'den sonraki edebiyata gelince: Kemal Beyi çok sevdim. Evrak-ı Perişan 'dan sayfalar ezberledim. Bana "hayatiyet" veren, beni iyiyle, doğruyla, güzelle, samirniyetle 214


alakadar eden Kemal'dir sanıyorum . Ne yalan söyle­ yeyim; Hamit'i pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Beye gelince, Nejad'ı için yazdığı şeylere hala bayılı­ rım . Ne müessir şeylerdir.

Edebiyat-I Cedide - Fikret! . . İşte bana "muallimlik" iştiyakını ve­ ren! ldadiye mektebinde iken hep Rübab'ı okuyor­ dum. Halit Ziya; bizim ilk üstadımızdır. Ben bir gece hiç uyumamış, sabaha kadar "Bir Ölü n ü n Defte­ ri "ni okumuştum. Onun yalnız lisanı iskolastiktir. Yoksa tekniği öyle kuwetlidir ki Avrupa'nın cenub-ı şarisinde, mesela Romanya'da , Sırbistan'da, Bulga­ ristan'da, Yunanistan'da o kuwette bir romancı yok­ tur. Buna emin olunuz. Bulgarların en büyük muhar­ riri Vazof'ın eseri bile bir han odası menkıbesine benzer. Ne tasvir vardır, ne de sanat! Hüseyin Cahit bir tek roman yazmıştır: Hayal İçinde! Ama ne ro­ man . . . Hayat, olduğu gibi içinde . . . Nezih hala gözü­ mün önündedir. Rauf'un Eylü l'ü bizim edebiyatımıı­ da emsali bulunmayan bir eserdir. Yüksek, ulvi, ma­ nevi, ruhi kadın aşkı! Hiç temas yok. Ideal aşk. Aş­ kın hürmetten nasıl doğduğunu anlamak için bu ro­ manı okumalı. Her vakit söylerim. Yine söyleyeyim. Fikret'le arkadaşları "Tabii lisan"ı kavrayabileydiler şüphesiz bizim edebi klasiklerimiz olurlardı . Çünkü asri edebiyatın tekniğini olduğu gibi kabul etmişler­ di.

Milli Edebiyat - Bakınız, ben milli edebiyattan ne anlarım: Ve­ zinle li sanın tam Türkçe, yani tabii olması. . . Zira ib­ da i bir sanatkarın duygularına hudut çizilemez. Mi­ zacına, terbiyesine, temayülüne göre duyar, yazar. Hem zannetmem bir adam , mademki bir cemiyetin 215


içinde yaşıyor, duyuşu, tarzı gayri milli olsun! Nor­ mal, anormal olabilir. Fakat milliyet denilen daire­ nin içinde her ikisi de yok mudur? Bu iki halin mü­ temadi mücadelesidir ki hayata can verir. Mücadele­ siz hayat ademin ta kendisidir! Genç şairlerden en beğendiğim Orhan Sey­ fi'dir. Sonra Faruk Nafiz . . . Nasirlerden lisanını en güzel bulduğum Refik Halit'tir. İşte tam Istanbul Türkçesi! Yakup Kadri nezih, derin bir muharrirdir. Ama ben Refik Halife tercih etmem. Çünkü Refik Halil'ten daha kolay lezzet alırım. Fikrim, hayalim yorulmaz. Halide Hanım son romancımızdır. Hatta henüz rakibi bile yoktur. Ben "Plastik" şeyleri çok sevdiğim için onun hakkında fikir beyan etmeye kendimde istidat göremem . Herhalde gayet nefis yazılar . . . Bana gelince: Ortaya esaslı bir eser koymadan sanatkarlık hülyasına kapıimam bile! Edebiyatımızın şiarı: "Çok laf, az eser"dir. Ben şimdi bu şiarı boz­ maya çalışıyorum. Ağustosböceği gibi öterek yan gelmekten ise, karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi. Biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin , değil mi? Siz de bu fikirdesiniz sanıyorum. Ruşen Eşref Ü naydın, Diyortsr k/, I stanbul, 1918

216


SÖZCÜKDiZiNi

A Aba-be-duş : ceket omuzda Abus : somurtkan Adem : yokluk Adem-i meşguliyet: işsizlik, işi olmama Adet-i ilahiyye: tanrısal gelenek Adiue (Fr.): Hoşça kal, allahaısmarladık Afak-ı duradur-ı amal: ernellerin uzak ufukları Aheng-i yeknesak-ı suküt: düşüşün tekdüze düzeni Ahit-i müteselsile: birbirini izleyen anlar, günler Ahval-i tahrir: yazma durumları, yazma oluşları Akaid-i cezriyye: köktaneilik inanışları (radikalizm) Akamet: kısırlık, sonuçsuzluk Akamet-i tahrir: yazma verimsizliği, kısırlığı Akil: akıllı Akim: kısır, sonuçsuz Alel-ıtlak: genellikle, rasgele Ali: yüce, ulu A'mak: derinlikler Amak: gözpınarları Amellye: işleme, işlem Amerika-yı Cenubi: Güney Amerika Amil: sebep, işleyen Amme: kamu Amiyyet: halka mahsus Anasır: öğeler 217


Anat: ince ayrıntılar Anat-ı hayaliyye: düşsel ayrıntılar, imgesel incelikler Anat-ı tahassüsat: duygu incelikleri, duygu ayrıntıları d'Apres nature (Fr.): doğal, doğaya uygun Araf: gelenekler, örtler Ari : sız, ayıklanmış, arıtılmış ArzO-yı iptilakarane: düşküncesine istek Asab-ı rakika-i ihtisasat: ince duyguların sinirleri, ince ...

duygular

Asar-ı hakikiyye-i edebiyye: gerçek yazın yapıtları Asar-ı mensure: düzyazı yapıtları Asar-ı m üştehire: ün kazanmış yapıtlar, ünlü yapıtlar Ashab-ı kehf: uyuyanlar, yedi uyuyanlar Asman: gök, sema Asrl: çağdaş Asrlleşme: çağdaşlaşma Asrlleştirmek: yorumsal bağlaç Avam: halk Avare: aylak Ayn-ı hikmet: hikmetin ta kendisi Azamet: ululuk

B Badlre: zor geçit, felaket Bahçe-i saadet (bağçe-i saadet) mutluluk bahçesi Bahls: söz açan, bahseden Bald: uzak, ırak Bari vukuf: mükemmel vukuf Barid: soğuk, çirkin Bariz: belirli, belirgin Bazir-ı sefil-i ticaret: sefil tecim pazarı Bedaat: güzellik, yenilik Bed_ayi ve mahasin-1 tabiat: doğanın güzellikleri ve eş­ sizliği

218


Bedbahti: bahtsızlık Bedidar olmak: kendini göstermek Bedihiyyat: açık şeyler, bilinen şeyler Bedii: güzellik, güzel Bedii vicdan: güzellik anlayışı Bediiyyat: güzel şeyler bilimi, estetik Behemehal : elbette, herhalde Belagat: uzdullilik, kusursuz söz söyleme Beletmek: yutmak Beliğ: açık, belli Bende: kul Beste-i elfaz: sözler bestesi, sözlerin müzikalitesi, ses uyumu

Beynelmilel: uluslararası Bidar: uyanık Bidar etmek: uyandırmak, aydınlatmak Bi-emel: emelsiz, isteksiz Bifalde: yararsız Bihaber: habersiz Bihayat: yaşamsız, ölü, ölmüş Bihls: duygusuz Bi-karari: kararsızlık Bilafasıla: aralıksız, kesintisiz Bina etmek: kurmak Bipayan: sonsuz Birsan (bürsan): ejderha, büyük yılan Bitaraf: tarafsız, yan tutmayan Bivefa: vefasız Bürkan: yanardağ Bürudet-i mücessem: somut soğukluk, soğukluk örneği ·

C-Ç Ca'liyyet-i merasim-kaim: tören yapmacıklığı, törensel yapmacıklık

219


Cebr-i tabiat: doğa zorlaması Cehren: açıkça, alenen Cemi: çoğul Cemiyet: toplum Cenub-i şarki: güneydoğu Cerihadar: yaralı, yaralanmış Cezir (cezr): kök Cuş-u huruş: sevinç ve uyum Cünbüş-i ebkar: denizierin oynaşması, dalgalanması Çalaki: çeviklik, tezcanlılık

D Dahli olmak: karışmak, etkilemek, etkisi olmak, baskısı olmak

Daire-i ifade: anlatım sınırı Dakıyka-güzar-ı ızdırap: acılı dakikalar geçirme, acılı dakikalar yaşama

D'apres nature: doğal, doğaya uygun Darülfünun: ü niversite Deha-yı tahrir: yazma dehalığı, yazma ustalığı Dehr: dünya, zaman, devir Delalet: aracılık, yardım Deli r amikal (Fr. delire amical): dostça sayıklamak Der-aguş etmek: kucaklamak Dereke: en aşağı kat Derhatır etmek: anı msamak, anmak Derun: gönül, kalb, iç, insanın içi Deva-yı mürur: küllenme, zamanla iyileşme, zamanın sağaltımı

Diğerkam: başkalarını düşünme Dikkat-i m ütesaviyye: aynı düzeyde dikkat, eşit dikkat Div: dev Dua-yı velut: doğurgan dua Düalite (Fr. dualite): ikicilik Düstur: kural 220


E Edat: bağlaç Edebiyat-ı atika: eski yazın Edebiyat-ı cedide: yeni yazın Edebiyat-ı kadime: eski yazın Ef'al-i kıyaslye: kurala uygun fiiller Ef'al-i gayr-i kıyasiye: kurala uymayan fiiller Efaül ü tefaül: aruz ölçülerinin temeli Elfaz-ı m üteşabihe: benzer sözler Enha-yı zar-zar: inleyen yollar Enin-i musiki: musiki sesleri, müzik Enin-i nevmidi: umutsuzluk iniltileri Enmuzeç: örnek, tip Esami : adlar Esrari mantık: gizemsel mantık Eş'ar: şiirler Eşhas: kişiler Eşkal-i tetebbu: inceleme biçimleri Etvar: tavırlar, davranışlar Evahir: sonlar, ayın son günleri Evasıt: ortalar, ayın orta günleri Eza-yı his: duygu üzüncü

F Faci: acıklı Fahriyye: övünme, övme Faidement: faydalandırma Faik: üstün Faikıyyet: üstünlük Faniyyet-i mutlak: mutlak ölümlülük Fasahat (fesahat): güzel ve açık konuşma, uzdil lilik Faziletmend: erdemli Fecaat: acıklılık 221


Fecr-i evvel : ilk aydınlık Ferda-yı huzur: huzur sonrası, geleceğin huzuru Ferda-yı muvaffakıyyet: başarının yarını Fertçi: kişiyi ön planda tutan Fethi: fetihle ilgili, fetih konusunda yazılan kaside Fevk: üst, yukarı Fikr-i ciddi: ciddi fikir, ciddi düşünce

G Gadr-i asap: sinir bozukluğu Gayri ihtiyari: elde olmadan Gayri kabil-I lçtinab: kaçınılmaz Gayri masni: uydurma, uyduruk Gayri matbu: basılı olmayan Gayri menus: alışılmamış Gayri mer'iye: geçersiz Gayri müterakip: beklenmeyen Gaşy-i huzuz-ı mesut: mutlulukla kendinden geçen Gaybubet: yokluk Gazel-sera: gazel yazan Girive: çıkmaz yol, zor durum Girye: ağlama, ağlayış, gözyaşı Golois (goluva): ne olduğu belirsiz, uydurma

H Hab-ı huzur: huzur uykusu Hace-i evvel: I lk hoca, Ahmet Mithat Efendi'nin unvanı Hads: sezgi, seziş Haile: dram, trajedi Hakayık: gerçekler Hakayık-ı (hakaik-i) psikoloji: ruhbilimsel gerçeklikler 222


Haki : hikaye eden, öyküleştiren Hakikat-ı hiçi: hiçliğin gerçeği Hakk-ı tahrir: yazı hakkı Hal-i hazır: şimdiki zaman, içinde bulunulan zaman Hall-i musavver: düşünülen çözümler Hami : koruyucu Handan: gülen, sevinçli Hande: gülüş, gülme Hande-i giryenak: ağlayan gülümseme, ağiatan gülüm-

seme Haslet: insanın huyu Haşmet: heybet, yücelik Hatakar: yanı lan, yanlış yapan Hataya-yı asar: görev yanlışlıkları Hatib-i summ-u ebkem: sağır ve dilsiz hatip Hatm-i kelam: sözü bitirme Havass (havas): duyular Havass-ı hams: beş duyu Hava-yı (heva-yı) nesimi-i vicdani: vicdanın ılık havası, iyi yaklaşım Havf: korku Havsala-1 kübra: büyiik anlayış Hata-I!!Ud: yaniışiar dolu Hayalat-ı ezeli: sonsuz düşler Hayal-l habide: uyumuş düşler, unutulmuş düşler Hayal-i nigar: resim düşleri Hayalperver: düşsever, düşçü Hayatiyyet: canlılık, canlı olma durumu Hay-huy-ı hayalat ve muhalat: düşlerin ve olur olmaz şeylerin vayvayı Hayide: köhne söz Hazain-i edebiyye: yazınsal hazineler Hemhuzur: huzur verici Hevesat-ı faniye: geçici hevesler Heykel-i mükedder: hüzün yontusu Heyula-yı şek: kuşku korkusu, kuşku tasımı 223


Heyula-yı şükuh: ululuk tasavvuru, ululuk korkusu Hezeyan: sayıkiama Hikayenüvis: öykücü, hikaye yazarı Hissedar-ı teessür: kederden pay alma, kedere katılma Hisseyab-ı teessür ve tahassüs: duygulanma ve etkilenme

Hiss-i tecessüs: merak duyma Hodgim: bencil Hurafe: yalan, uydurma Huruş etmek: coşmak Huşu: gönül alçaklığı, alçakgönüllülük Huzuz-ı ruhiyye: ruh rahatlığı Hülya-amiz: kuruntu uyandıran, düşe sürükleyen Hülya-hiz: kuruntu veren Hüviyyet-i fikriyye: düşünce kimliği Hüzn-def: sıkıntı gideren Hüzn-i tanin: vızıltı sıkıntısı, inleyiş sıkıntısı

ı,

i

iane: yardım için toplanan para, yardım parası ibda: örneksiz bir şey ortaya koyma, yaratı ibram: zorlama, üstüne düşme ibraz-ı ihtiram: saygı gösterisi, saygı gösterme ibtilakarane: düşküncesine içtimai nizam: toplumsal düzen, toplum düzeni içtinap: çekinme, sakınma ifade-i kelam: sözle anlatma, sözlü anlatım ifna-yı ten: vücudu yoketmek ifsat etmek: bozmak ihata etmek: çevirmek, çevreiemek ihlas: doğruluk, bağlılık ihtira: buluş ihtiraat: buluşlar ihtiraz etmek: çekinmek, korkmak 224


ihtlsar etmek: kısaltmak, özetlemek ilka etmek: bırakmak, atmak ilm-I bedll: güzellik bilimi, estetik ilm-i menafi-1 ruh: ruhbilim, psikoloji lmtizaç: uygunluk, uyuşma imtizac-ı tablat: tabiat uyuşumu indi: kendince, kendine göre infial: darılma, gücenma lnhlraf: sapma inhltat: çökme, düşme lıısicam: bir düziye gitme, düzgün söz söyleme inşat: şiir okuma, şiir söyleme intaç etmek: sonuçlandırmak intlbah:' uyanma, sinirlerin uyanması intiha-yı mutlaka: mutlak son, ölüm intlhab-ı terakip: tamlamaların seçimi intlhal: çalma, birinin yapıtını kendinin gösterme intışar: yayılma iras-ı Ilham: esin verme irtlca: geriye dönüş, eskiyi isteme irtikap etmek: kötü bir iş yapmak, yiyicilik yapmak isaf etmek: bir isteği yerine getirmek istlab etmek: içine almak lstlare: eğretileme istlbdad-ı lktlsap: edinme zorlaması istinbat-ı efkir: fikir türetme, fikir üretme istlnsah: alıntı lstitale: uzantı, uzama işaret-ı flkriyye: düşünce belirtileri, düşünce belgitleri iştiha-ı kıraat: okuma isteği, okuma açlığı iştiyak: özleme, şevklenma ltikat: gönülden inanma itisaf etmek: yolsuzluk yapmak izaa-ı vakit: zaman yitirimi izhar etmek: göstermek 225


K Kabalist (Fr. cabaliste): kabala ile uğraşan, cinci, dala· vereci

Kabil-i temessül: özümsenebilen Katfe-i ihtizazat: bütün titreyişler, titreyişlerin tümü Kaide: kural Kail olmak: boyun eğmek Kam almak: tat almak, haz duymak Ka'r-ı mahviyyet: alçakgönüllülüğün sonu, çok alçakgönüllü olma

Ka'ri: okur, okuyucu Kaşane-i saadet: mutluluk yuvası Kavald-i lisani: dil kuralları Kavmi: kavme ilişkin Keder-engiz: hüzün verici Kelbi: köpekle ilgili Kemal-i memnuniyet: son derece kıvandırıcılık Kesbetmek: kazanmak Kesb-l Istihkak: hak kazanma Kısm-ı tahrlr: yazı yazma bölümü Kitabet: yazı yazma sanatı Koşmar (Fr. Cauchemar): kabus, karabasan Köprü: Istanbul'daki Karaköy Köprüsü Kudema-yı ehl-i inan: kültür sahibi eskiler Kurun-ı vusta: Ortaçağ Kuvve-1 hayaliyye: düş gücü, imge gücü Küfran: iyilik bilmeme Kütüb-1 tasavvuf: tasavvuf (gizemcilik) kitapları Kütüphane-ı umumi: genel kitaplık, halka açık kitaplık

L Layemut: ölmez, ölümsüz Laylha: tasarı 226


Leffetmek: eklemek, bağlamak Levn-i mevkiye: yer sıfatı Leyal-i sa y: çalışma geceleri Leyl: gece Lisan-ı mader-zad: anadili Lisaniyyat: dilbilim Lüzucet: yapışkanlık '

M Madun: ast Mahall-i istimal: kullanım yeri Mahamit: övgüler Mahbup: sevgili Mahdudiyet-i fikir: düşünce sınırlılığı Mahirane: ustalıkla Mahkum-ı fena ve zeval: sonsuz olarak alçaklığa ve geçiciliğe hükümlü olma

Mahluk: yaratık Mahmul: yüklenmiş, yüklenik Mahuf: korkunç, tehlikeli Mahut: sözü geçen, sözleşilen Mahzuz: hoşlanmış Mail: eğik, eğilmiş Ma'kes: yansıma yeri, yansıma Mana-yı amik: derin anlam, anlam derinliği Mana-yı enzar: bakışların anlamı Mana-yı eşkil: biçimlerin anlamı Maraz-ı tahassüs: duygulanma hastalığı Marazi: hastalıklı Maraziyyet: hastalıklar bilimi, pataloji Masnu: sanatla yapılmış, güzel yapılmış, ustalıkla yapıl­ mış

Matem-i merhamet: acıma yası Mazhariyet: elde etme 227


Mebadi: ilkeler Mebder: başlangıç Mebhut: sessiz Mebni: den dolayı Mecmua-1 Muallim: o yıllarda yayımlanan bir dergi Mecmuu: toplamı Med: yükselme Mefkurevi: ülküsel Mefsedet: bozgunculuk Meful: tümleç Mehaz: kaynak Mehcur: unutulmuş, uzaktaşmış Mekitlb-1 Aliye: yüksekokullar Melal: sıkıntı, usanma Meluf: alışılmış Memallk-1 Osmanlyye: Osmanlı ülkeleri (ülkesi) Menazır-ı müteakibe ve müteselslle: birbirini izleyen ve ......

sürüp giden görüntüler

Mensure: düzyazı Merbut: bağlı Mertebe-1 itlla: yükselme derecesi Mesallk-ü mekitlb-1 edebiyye: yazınsal yollar ve okullar (ekol)

Meşahlr: ünlüler Meşbu-ı teessür: hüzün dolu, acı dolu Meşguliyet-l kalblyye: yürek uğraşıları, duygusal uğra­ şılar.

Meşguliyet-l mutazile-1 fikriyye: yadsınan düşüncelerle uğraşılar

Meşhut: gözle görülen, izlenebilen Meşhun: dolu Mevhlbe: bağış Mevsim-i saadet: mutluluk mevsimi, mutluluk zamanı Mevt: ölüm Mevzu-i münderecat: içindekilerin konusu Mihrak: odak 228


Mingayri had: haddi olmayarak, edeb dışı olarak Mi'yar: ölçü, ölçek Muadele: denklem Muarra: çıplak, soyulmuş Muazzez: sevgili Mu'fll: aldatan Muğbeçe: rrı eyhane çırağı Muhibb·i edebiyyat: yazın dostu Muhaberat-ı nisaiyye: kadınlar arası haberleşme, mektuplaşma

Muhal: olamaz, olanaksız Muhat: çevrili, çevrilmiş Mukaddesat: kutsallıklar, kutsal şeyler Mukallid-i bedayi-perver: güzellikleri sevenleri taklit Musap olmak: musibete uğramak, kötülüğe uğramak Musanna: usta elinden çıkmış yapıt Musır: ısrarlı, ısrar eden Mutali: kitap okuyan, mütalaa eden Mutavvel: uzatılmış, ayrıntılı yazı Mutemet olmak: güvenilen kişi olmak Muti: boyun eğen Mutmain: içi rahat, huzurlu Muzaf: bağlı M übdi: yaratıcı, yeni bir yapıt koyan Mübtedi: bir işe yeni başlayan, acemi Mücahede: savaşma, uğraşma Müceddit: yenileyici, yeniliksever Müdahin: içe girmiş Müddei: davacı, inatçı Müdde-i aleyh: davalı, karşı taraf Müebbeden: sonsuza dek Müellefat-ı makbule: ünlü yapıtlar Müessesat: kurumlar Müessir: etkili, dokunaklı, içe işleyici Müfekkire: düşünme gücü Müfret: tekil 229


Müfsit: bozguncu Müftehir:. övünmeye değer, övünücü Müfteri: kara çalıcı , iftira eden Mükaleme-i tahriri: yazılı konuşma, yazışma, mektuplaşma

Mükatebe: yazışma, mektuplaşma Müktesebat: edinilenler, edinilen bilgiler Mülakat: görüşme, konuşma Mümasil: benzer, eş Mümtaziyet: seçkinlik, üstünlük Mündemiç: içkin, içine yerleşik Münevver: aydın Münkalip olmak: dönmek, dönüşrnek Münir: nuriandıran Münkir: yadsıyıcı, yadsıyan, inkar eden Münşi: biçemi güzel olan Münteha: son uç, son kerte Müntehabat: seçki, antoloji Müntesip: ilgisi olan, kapılanmış Müptezel: orta malı Müselles: üçgen Müstahkar: aşağılanan, küçümsenen Müstait: istidatlı, yatkın Müsterih: huzurlu Müşahebet: benzerlik Müşahhas: somut Müşahede: gözlem Müşa'şa: gösterişli, şaşaalı Müşebbih: benzetilen Mütalaa: okuma, düşünme Müteaddit: fazla, çok Mütearife: kanıtlanması gerekmeyen söz Mütebahhir: buğulanan, tütsülenen Müteceddit: yenilikçi, yenilik seven Mütefekkir: düşünce adamı Mütefennin: fen adamı 230


Mütehayyil : düş adamı, imgeci Mütekallis: kas ı lan, kasılma Mütelevvin: kararsız, yanar döner kişi Müterafık: birlikte olan, bir aradalık Müteselli: avunma, avunan Mütevahhiş: korkan, ürken Mütevaffıkane: bir şeye bağlanan, bağlı olan Müteyakkız: uyanık, tetikte Müttehaz: kabul edilmiş, kullanılmakta olan Müzeyyen: süslü Mythomane (Fr.): yalancılık hastası, yalan söyleme has­ tası

N Nageh-zuhur (nagah-zuhur): ansızın ortaya çıkma Nahiv (nahv): sözdizimi Nailiyet: ele geçirme, murada erme Naim: uyuyan Nakil: anlatan, nakleden Nam-ı müstear: takma ad Namütenahi: sonsuz Naslr: düzyazı yazan Natıka: düzgün ve dokunaklı söz söyleme gücü Na-yab: bulunmaz Nazar-ı ihtiram: saygı bakışı Nazire: benzek Nazm-ı guya: şiir söyleyen Nefhetmek: üflemek, üfürmek Nekahat: hastalık sonrası zayıflığı Nergisi lisanı: Divan yazınında çok tumturaklı düzyazılar yazan Nergisi'nin kullandığı yazı dili

Nesim-i emel: emel yeli Netice-i taklit: taklit sonucu Nezih: temiz 231


Nisyan: unutma Nisyan-ı vefa: bağlılığın unutulması Nişane: belirti, iz Nlyaz etmek: yalvarmak Nouvelle (Fr.): öykü Nükat-ı lafziye: söz nükteleri, söz oyunları

o

Otağ-ı cem: cem çadırı, içki evi, içki içilen yer

p

Parodi (Fr. parodie): yansılama, kaba taklit, yansılayarak yapılan alay

Patua (Fr. patois): tuhaf ve yapmacık ağız Penah: sığınak, sığınma Perestiş: tapma Perestişkar-ı edebiyat: yazına tapan kişi Perverde etmek: beslemek Plş-1 hayal: düş öncesi

R Raks-ı desatir: kurallar raksı Rasin: sağlam, dayanıklı Raşe: titreme, titreyiş Ratib: düzenleyen, tertipleyen Refik: arkadaş Rehnüma-yı makber: mezar yolu, örnrün sonuna yakla­ şım

Reji (Fr. regle): tekel Rekaket: kekemelik 232


Remadet: insan ve hayvan kırımı Revende: gelip gidici, geçip giden Reverie poetique (Fr.): şiirsel düşler kurma, şiirsel sayıklama

Reviş: gidiş, biçem, yol Reybi: kuşkucu Aint: kalender, aldırış etmeyen Risale-i vahdet-i vücut: varlığın tek oluşunu anlatan kitapçık

Rişte-i muhabere: mektuplaşma dizisi Riyah-ı nCışin-i teşvik: özendirmenin tatlı yelleri Rub'i: dörtte bir Rücu etmek: geri dönmek, caymak

s

Saadet-i sa'y: çalışma mutluluğu, emek mutluluğu Sadegl: süssüzlük, yalınlık Saha-ı tenk-i ıztırar: zorunlu dar alan Sahib-I iktidar: erk sahibi Sahih: gerçek, doğru Said (sait): yüksek, yukarı çıkan Saik: gösteren, süren Sakıt: düşen, düşmüş Samit: sesi çıkmayan, suskun Sanat-ı i nşai : kaleme alma sanatı, yazı yazma sanatı Sanat-ı tahrir: yazı yazma sanatı Sanayi-i nefise: güzel sanatlar Sarf etmek: harcamak Sarf-ü nahv: dilbilgisi Savtl ahenk: ses uyumu Sa'y: çalışma, emek Saye-l mütalaa: okuma sığınağı Sa'y-ı nihayet-pezir: son bulan emek Sa'y-ı lçtihad: gücü yettiğince çalışma 233


Sebeb-i hakiki : gerçek neden Sebülürreşat: o yıllarda yayımlanan dinci dergi Seci: düzyazıdaki uyak Sefih: zevk ve eğlence düşkünü Selika: güzel söyleme ve yazma sanatı Serab-ı inkılabat: değişimierin serabı Serab-alud: serap bulaşmış, seraplı Serair-alud ihtisasat: gizli şeyler bulaşmış duygular aşılamak

Ser'i: hızlı Serhat: sınır, sınır boyu Serv: servi, selvi Setr-i avret: ayıp yerleri kapama Sevda-yı sanat: sanat sevdası Siga-i cem: çoğul kipi Sihr-i telkin: öğreti büyüsü Siklet-i tedris: öğretim yükü Souple (Fr.) esnek, bükülgen Sultani: o günlerdeki yeni öğretim yapan lise Suud: yükselme Sühulet-i kalbiyye: yürek yavaşlığı, huzur SükCın-i tehdit-hiz: korkutucu sessizlik, ürkütücü sessiz­ lik

SükCıt-1 hırman: umutsuzluk sessizliği, mahrumluk ses­ sizliği

SükCıt-ı payder-ser: sıkıntılı sessizlik Süluk: bir yola girme, tarikata girme, bir topluluğa katıl­ ma

Suret-i tahrir ve tanzim: yazma ve düzenleme yöntemi Sürur: sevinç

ş

Şano: tiyatroda oyun yeri, sahne Şayan-ı hayret: şaşkınlık verici, şaşırtıcı 234


Şayan-ı tetebbü: incelemeye değer Şebap: gençlik Şeb-çerağ-ı dil: gönül yakıcı gece Şedit: şiddetli Şehka: keskin çığl ı k Şekl-i harfi : yazı biçimi Şekl-i harici: dış görünüş Şekl-i telaffuz: söyleyiş biçimi Şeniyyet: gerçek, gerçekçilik Şerait: koşullar Şevket: büyüklük Şiar: ayırıcı işaret, ilke Şifayab etmek: sağaltmak, iyileştirmek Şiiriyet-i hülya-hiz: düşlere salan şiiriilik Şitaban etmek: acele etmek Şube-i tahrir: yazı bölümü Şümullü: kapsamlı, geniş

T Taayyün etmek: belirmek Tab'i: yayımcı, basımcı Tabir: deyim Tabirat-ı malume-i resmiyye: bilinen resmi deyimler Tabiş-i güzar: gelip geçici parlama Taharriyet: araştırma Tahassüs: duygulanma Tahassüsat-ı edebiyye: yazınsal duygulanma Tahassüsat-ı azimet: uğurlama duygulanması Tahavvül: değişme Tahkikat: soruşturma Tahmis: bir şiirin iki dizesine aynı ölçü ve uyakla üç dize ekleyerek beş dizeli duruma getirme, beşierne

Tahrir: yazma, yazı yazma Tahrir hakkı: yazı hakkı, yazar hakkı 235


Tahriri: yazılı Tahsil-i a li: yükseköğrenim Takrir: anlatış, aniatma Takti etmek: bir manzumeyi ölçü parçalarına göre ayırıp aralıklı okuma

Tamik: derinleştirme Taravet-i har: yıkıntı canlılığı Tarik-i istifade: yararlanma yolu, yararlanma biçimi Tarz-ı tahrir: yazma biçimi, yazma biçemi Tarz-ı tahrir-i has: özel yazma biçimi Tasvirat: betimlemeler Tayf-ı mefhum-ı saadet: mutluluk kavramı tayfı Tazarru: kendini alçaltarak yalvarma Tiziyane-i şevk-u gayret: sevinç ve çaba mızrabı Teakup: birbirini izleme Teamül-i kadim: eskiden beri yapılageldiği için yasa gibi sağlamlaşan yöntem

Tebcil etmek: ululamak, yüceltmek Tebdll-1 hava: hava değişimi Tebdil-i his: duygu değişimi Tebdil-i tabiat: tabiat değişimi (insanda) Teceddüt: yenilenme Tecrit: soyutlama Tecvit: Kur'an-ı Kerim'i okuma yöntemi Tederrüs: ders alma Tedris: ders verme Tedrisat: öğretme, öğretim Teessüs etmek: kurulmak Tefahür: övünme Tefevvuk etmek: üste çıkmak, üstün olmak . Tefrik: ayırım Tehalük: istekle atılım Tehyiç etmek: coşturmak Tekamül: olgunlaşma Tekamül-i zihniyye: zihinsel olgunlaşma Tekellüm: konuşma 236


Tektir: birini kafir yerine koyma, birine k�(dem� Telakki: anlayış, kişisel görüş Telezzüz: zevk alma Telkip olmak: lakaplanmak Temayül: eğilim Temessül: özümseme Tenasüh: ruh göçümü Tenavüp: nöbetleşme Tenkidat: eleştiriler Terdif: arkası ndan gitme, katılma Terennüm: şakıma, bir şarkıyı güzel ve yavaş sesle söyleme

Teressüm: biçimlenme Terkib-I tavsifl: sıfat tamlaması Tesdis: bir şiirin beyitlerine aynı ölçü ve uyakla dörder

dize ekleyerek her beytin altı dizeye çıkarılması, altı­ lama Teselsül-i kelam: sözün birbiri ardına gelmesi Tesis etmek: kurmak Teskin etmek: sakinleştirmek Tesliye-saz: teselli edici, avutucu Teşbih: benzetme Teşdit: şiddetlendirme Teşennüç: buruşma, kas kasılması Teşrik etmek: ortaklaşmak, ortak yapmak Teşvlş: karıştırma, karmakarışık yapma Teşyi: uğurlama Tetebbu: ayrıntılı inceleme Tetkik-i mana-yı elfaz: sözlerin anlamlarinı araştırma Tevakkuf: durma, eğlenme Teva.rüt: arka arkaya gelme, aynı şeyi birbirinden habersiz ortaya koyma Tevllt etmek: doğurmak Tevsi: genişletme Tezayüt: artma, artış Tezyinat: süsleme 237


Tezyin etmek: süslemek Tıflane: çocukça Tufuliyet: çocukluk Tuti kuşu: taklit yapan bir papağan Tünd-bad-ı cuŞacuş: coşturan bora

U, Ü Uhuvvet: kardeşlik Ukde: düğüm Ulum-i siyasiyye: siyasal bilgiler Ulviyyet: yücelik Umde: ilke Usul-i tersi: oymacılık yöntemi Uzviyyet: canlılık Ü mmet: bir dille konuşan insanların tümü Ü mmi: okuma yazma bilmeyen Ü slub-ı inşai: yazı biçemi, yazma biçemi

V Vabeste: bağlı Vahdet: birlik Vahşet-i muannit: inatçı yabanıllık Vasf-ı terkibi: birleşik sıfat Vasl: geniş Vazıh: açık Vaziyet-l edeblyye: yazınsal durum Vazolunmak: konulmak Vefat-ı ani: ansızın gelen ölüm Vehm (vehim): kuruntu, yersiz korku Vesaik-i edeblyye: yazınsal belgeler Vesaya: vasiyetler Vukuf-ı mutena: özenli bilgiçlik ....

238


V

Yadigar: bir kimseyi ya da olayı anı���D��{�nlıa­

ğan Yave: saçma Yek-şekil: tek biçim

z

Zade-i tab: şiir Zaflyyet: güçsüzlük Zendosti: kadınlara düşkün olan, zampara Zevk-i tahrik: kışkırtma zevki Zihayat: canlı Zir-i enzar: bakışların altı Zühre-i mübeşşer: muştucu Çobanyıldızı (Kervankıran)



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook

Articles inside

Sözcük Dizini

16min
pages 218-241

Ali Canip'e Mektuplar

8min
pages 208-214

Ömer Seyfettin'le Mülakat

3min
pages 215-217

Dokuzuncu Mektup

0
page 207

Sekizinci Mektup

1min
page 206

Beşinci Mektup

1min
page 201

Altıncı Mektup

3min
pages 202-204

Yedinci Mektup

1min
page 205

Dördüncü Mektup

1min
page 200

ikinci Mektup

5min
pages 192-195

Üçüncü Mektup

4min
pages 196-199

Sahir'e Karşı

8min
pages 183-189

Halkımız Niçin Okumuyor?

4min
pages 178-182

Bugünkü Şairlerimiz

13min
pages 122-133

Şairlerin Kitabı Münasebetiyle

7min
pages 173-177

Vaziyet-i Edebiye

2min
pages 119-121

Edebiyatta Arz ve Talep

4min
pages 114-118

Sanatın Mevzuu

0
page 112

Tenkit ve Terbiye

0
page 113

Pusuda

1min
pages 110-111

Don Kişot

8min
pages 93-99

Tenkidin Faydası

4min
pages 100-103

Sanatı idrak

4min
pages 104-109

Rıza Tevfik Beye

2min
pages 69-71

Hamlet

12min
pages 82-92

Saadet ve Sa'y

5min
pages 10-14

Harp Edebiyatı

2min
pages 79-81

Matbuatta Palavra

3min
pages 66-68

Mekteplerde Edebiyat

6min
pages 72-78

Sanat-ı Tah ri re Dair: 1 Tavsiyeler

6min
pages 21-25

Sanat-ı Tahrire Dair: 2 Okumak

12min
pages 26-36
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.