NUSRET ÖZCAN KIİTABI

Page 1

Nusret Özcan

1


Hayy’dan Hû’ya Nusret Özcan EDİTÖR Ekrem Ayyıldız YAYIN KURULU Gülcan Tezcan Alper Kanca İlhan Efe Yaşar Şadoğlu Mevlâna İdris Ekrem Ayyıldız TEKNİK HAZIRLIK Minyatür YAPIM www.buzzagi.com 1. Baskı, İstanbul, Kasım 2012 T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 23270 ISBN: 978-605-62678-1-9 BASKI VE CİLT İklim Matbaacılık Nişanca Mah. Arpacı Hayrettin Sk. No: 21 Eyüp - İstanbul Tel: 0212 577 77 45 - 0212 613 40 41

Yayın hakları yapımcıya aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

2

Hayy’dan Hû’ya


Hayy’dan Hû’ya

Nusret Özcan

Nusret Özcan

3


.

4

Hayy’dan Hû’ya


İÇİNDEKİLER Editörün Takdimi .............................................................................. 9 Bir Nusret Özcan Biyografisi ..................................................... 13

Dostların Kaleminden Şaban ABAK - Nusret’e Anlattığım Hikâye ..................................... 17 Suat AK - Günah ........................................................................... 22 Ali AKEL - Ölüm........................................................................... 23 Özlem ALBAYRAK - Müslüman’ın İstanbul Hâli ......................... 25 Ümmühan ATAK - Aklımda Kalan En Güzel Şey .......................... 29 İlhami ATMACA - Ebû Yusuf ’a Rahmet Olsun ............................. 31 M.Kemal AYÇİÇEK - “Sürgün” Yıllarından Bugüne .................... 33 Beşir AYVAZOĞLU - Nusret Özcan ............................................. 37 Ekrem AYYILDIZ - Bitmemiş Senfoni .......................................... 39 İbrahim BALCI - Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler .............. 51 Fatma K. BARBAROSOĞLU Nusret Özcan Ayvaz Dede Şenlikleri’ndeydi ................... 53 Yusuf Ziya BAŞBAY - Gittin ammâ ki… ........................................ 57 Turan BOZKURT - Himmet Limanım ........................................ 61 Hamit CAN - Seni Öyle Özledik ki ................................................ 69 Abdülkerim CANTÜRK - Beyaz Adam ........................................ 73 Murat ÇAPKIN - Yeni Şafak’ın “Ağ Yüzü” .................................... 77 Fikri Bülent ÇELİK - Akça Koca ................................................... 79 Ali ÇOLAK - Güzel Abim Benim! ............................................... 81 Cengiz DEMİR - Gökleri İçine Dolduran Güzel İnsana ................. 85 Nusret Özcan

5


Melih Bayram DEDE - “Gazetenin Ömrü 24 Saat” ....................... 87 A. Gürsel DÖNMEZ - Serüven ..................................................... 89 İhsan DURDU - Ak Saçlı, Ak Sakallı Delikanlı ............................. 93 Mehmet EFE - “Git biraz Üstad oku da polemik öğren!” ................ 97 Özlem ERDOĞAN - Leylî Derviş ................................................ 99 H. Murat FİLİNTE - Portre ........................................................ 103 Fethi GEDİKLİ - Yahşı Dost ........................................................ 105 Asım GÜLTEKİN - O Gece Sekiz Saat Konuşmuştu! ................... 107 Afet ILGAZ - Ses Dostluğu .......................................................... 109 Mevlâna İdris - Nasıl da Azalıyoruz Allahım............................... 111 Hasan KAÇAN - Kasım Ayının Altısı .......................................... 115 İbrahim KALKAN - Nusret Özcan’a ............................................ 117 Alper KANCA - “Dostlar Irmak Gibidir”.................................... 119 Sadettin KAPLAN - Nusret Özcan da Hakk’a Yürümüş ............... 125 Mustafa Nafi KAYA - Cennet Kokulu Dostum.............................. 129 Mehmet KAHRAMAN - Gönlü Güzel, Kendi Güzel Adam......... 131 Sefer KAYAOĞLU - Ölümüyle Bile Ders Veren Bilge Çerkes ........ 133 İbrahim KİRAS - Nusret Özcan’ı Nasıl Tanıdım? ........................ 137 Mustafa KUTLU - Gümüş Sakal Öldü mü? ................................. 141 M. Nihat MALKOÇ - Ani Veda................................................... 145 Mustafa MİYASOĞLU - Mahzun Yolcumuz ............................... 149 Abdullah MURADOĞLU - İnsan, Bir Kuş Misali ..................... 153 Burak NARİNÇ - Biricik Abimiz ................................................ 157 Nihat NASIR - Nusret Abi’nin Aziz Hatırasına ........................... 159 Mehmed Niyazi - İki Yıldız Kaydı ................................................ 165 Mustafa ÖZCAN - Bir Hüzün Yolcusu ........................................ 169 Emre ÖZDOĞAN - Bitmeyen Akşam ......................................... 173 Fadime ÖZKAN - Eğilmiş Kur’an Okuyor .................................. 175 Zeynep ÖZTÜRK - Engin Bir Gönül Adamı .............................. 181 Emeti SARUHAN - Bırakıp Gitti Bizi......................................... 185 Engin SOBİ - Hepimizin Gizli Hazinesi ...................................... 189 Cem SÖKMEN - Bir Nusret Özcan Geçti Bu Dünyadan ............. 191 Sait SÜZEK - Nusret Abimiz Yani Bizim Abimiz ......................... 195 Yaşar ŞADOĞLU - Gönüldaş ...................................................... 199 Mehmet ŞEKER - Nusret Özcan’ın Vasiyeti: Aşk Olsun ................ 203

6

Hayy’dan Hû’ya


Abdurrahman ŞEN - Nusret Özcan’ı Yitirdik Dostlar! ................. 207 Hasan Hüseyin ŞENER - Bu Çağın Mollası ................................. 213 Gülcan TEZCAN - Allah Onu Cennetine Hapsetsin! .................. 215 Ferhat ÜNLÜ - Kabristandaki Mütefekkir................................... 219 Hasan ÜRKMEZ - Gönlün Mücessem Hâli.................................. 225 İslam ÜRKMEZ - Sokağın Aynası ............................................... 229 İslam ÜRKMEZ – Yusuf Ziya BAŞBAY Bir N. Özcan Sohbeti .... 231 Hulusi ÜSTÜN - Mersiye ............................................................ 249 Mümin VATANSEVER - Dosdoğru İnsan ................................... 251 Necla VATANSEVER - Vefa Borcum ........................................... 255 İsa YAR - İslâm Hoca’nın Nusret Abisi ......................................... 257 Mehmet Nuri YARDIM - Yüreğiyle Konuşan Adam .................... 259 Olcay YAZICI - Ölümün Öğüdü .................................................. 263 Suavi Kemal YAZGIÇ - N. Özcan’ın Üç Geniş Zaman Ülkesi ...... 267 İsmail YEŞİLBAĞ - Nusret Özcan’la Geçen Yıllarım ................... 271 Ayhan YILMAZ - Bir Dostun Tabutuna Uzaktan El Sallamak.... 277 Selahattin YUSUF - “O Ölmüş ve Ölecek” .................................... 281 Yusuf Abi - Hatıralar ................................................................... 285

Kendi Dilinden “İbadeti de Arkadaşlığı da ‘Aşk’la Yapmak Lazım” Söyleşi: Ebubekir KURBAN ..................................... 293 “Çocuklar Zamansız Büyüyorlar” - Söyleşi: Hasan ÜRKMEZ .... 301 “Aşklarımdan En Önemlisi” - Söyleşi: Gülcan TEZCAN ............ 311 “Belalı Sevgilim İstanbul” - Söyleşi: Hakkı YANIK ..................... 319 M. Kutlu Kitabı’nın Öyküsü - Söyleşi: Melih Bayram DEDE ...... 327

Kendi Kaleminden Takdim ........................................................................................ 331 Zamana ve Hayata Dair ............................................................. 333 Unutulan .................................................................................... 335 Nur İçinde Yat Hilmi Ağabey! ...................................................... 337 Bir Savaşın Ardından................................................................... 339 60’ların Siyasetini Akyazı’dan Okumak ....................................... 345 Galiçya’dan Önce Kutlanan Zafer ................................................ 349 Nusret Özcan

7


Virginia Woolf ’a Dair İki Yeni Kitap ............................................ 353 Efendim! ...................................................................................... 357 Sesin............................................................................................. 361 Ağrılar ......................................................................................... 363 Hüzünlüyüz ................................................................................. 364 Ne Kadar Yalnızız ....................................................................... 365 Şehir Küçülüyordu ....................................................................... 366 Gazel............................................................................................ 367

Not Defterlerinden Kendi Notlarından........................................................................375 İktibaslarından ............................................................................ 377

8

Hayy’dan Hû’ya


Editörün Takdimi “Bu kitap şu tecelliden doğdu” yahut Der beyân-ı sebeb-i telif Bir dostu anlatmak, kendini anlatmak; bir dosta bakmak, aynaya bakmaktır bir anlamda; bu kitap bir aynadır. Bir dostu hayırla anmak ona dua etmektir aynı zamanda; bu kitap bir duadır. Bir dostu yazmak, bu Nusret Özcan gibi biriyse eğer, “iyi, doğru ve güzel” bir insana şahitlik etmektir aslında; bu kitap bir şehadettir. Sözün kısası; bu kitap Nusret Özcan’a duyulan sevgi ve hasretin tezahürüdür. Ve bu kitap, isabetli ya da isabetsiz her türlü çekinceye rağmen, “olması, olmamasından iyidir” kanaatiyle hazırlandı. Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi salmak iddiasında değilse de Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş fehvasınca yayınlandı.

İşbu kitâb hangi usûlde ve ne sûretle tertîb olundu; onu beyân eder Hayy’dan Hû’ya Nusret Özcan dört bölümden oluşuyor. “Dostların Kaleminden” bölümü Nusret Özcan hakkında yazılmış yazıların yer aldığı, kitabın hikmet-i vücudu olan bölümdür. Yazılar, soyisim kullanmayan birkaç istisna dışında, yazarlarının soyisimlerine göre alfabetik olarak sıralandı. Evvelce yayınlanmış yazıların orijinal şekilleri muhafaza edildi. Münhasıran bu kitap için yazılıp da editöryel desteğe ihtiyaç duyan yazılar mümkün mertebe yazarlarıyla iletişim içinde ele alındı. Yazarların tercihleri ve metinlerin çeşitliliğinden kaynaklanan imla ve noktalama farklılıkları bu tip kitapların malum özelliklerindendir. Nusret Özcan

9


Yazı başlıklarında monotonluktan kurtulmak için anlam, çağrışım ve ifade bakımından zorunlu olmayan “Nusret Özcan” ibareleri kaldırıldı. Zaten onun hakkında olan bir çalışmada başlıkların neredeyse yarısının bu ibareyi içermesi estetik olarak da rahatsız ediciydi. “Kendi Dilinden” başlıklı bölüm Nusret Özcan’la yapılmış söyleşilerden oluşuyor. Bunlardan biri, Almanya’daki Alman-Türk Televizyonu’nda canlı yayına telefon bağlantısı yoluyla yapılmış bir söyleşinin deşifre edilmiş şeklidir. “Kendi Kaleminden” adını verdiğimiz bölüm Nusret Özcan’ın yayınlanmış eserleri dışında kalan “ulaşabildiğimiz” yazı ve şiirlerini içeriyor. Not defterlerinde bulduğumuz şiirler, farklı eskizler halinde, kesin şeklini almamış başlıksız metinlerdir. Bunların başlıklarını biz koyduk ve yer aldığı sayfalarda dipnot olarak belirttik. Yayınlanmış yazılarının bazılarına “bu süreç içinde” ulaşmak nasib olmadı. Mesela Süleyman Alnıaçık’ın çıkardığı ve merhumun da yayınına büyük katkılarda bulunduğu Kitle dergisinde, yanılmıyorsam 1990’lı yılların başlarında yayınlanan yazılar ulaşamadıklarımız arasında; sözgelimi “Neo-mesihler, Neo-magdelenalar” adlı yazı. “Not Defterlerinden” bölümü iki başlık halinde tanzim edildi: “Kendi Notlarından” ve “İktibaslarından”. Bir yazar, şair ve okuyucu olarak Nusret Özcan’ın ilgilerini, dikkatini, seçimlerini, duygu ve düşünce dünyasını daha dolaysız aksettirmesi bakımından not defterleri ve günlükler önemliydi. Okuyucu notlar ve alıntılardan oluşturduğumuz bu seçkiyi – Mehmet Şeker’in yüksek müsaadesiyle – bir nevi “şekerlik” olarak da düşünebilir! Tevazu tavrında değil de mesuliyet bâbında söylersek, kitapta eksik ve kusur olarak her ne var ise bize aittir.

Varak-ı mihr ü vefa Başta biyografi olmak üzere kitap için gerekli bazı dokümanları ve not defterlerini temin eden Abdullah Ümit Özcan’a ve “aile”ye müteşekkiriz. Netameli bir iş olan not defterlerinin deşifrasyonu, deşifre metinlerin seçimi ve kritiği konusunda Murat Yoğurtçu ile çalıştık. Allah muradını versin. Gülcan Tezcan, Hasan Ürkmez, Yaşar Şadoğlu, Yusuf Ziya Başbay, Emre Özdoğan ve İhsan Durdu ile kitabın mutfağında beraberdik. Ellerine, yüreklerine sağlık.

10

Hayy’dan Hû’ya


Mümin Vatansever, Mükremin Atmaca ve Erol Olçok söz konusu Nusret Özcan olunca her zaman hazır ve nazır olan isimler arasındadır. Yine öyle oldu. Kitabın adını Mevlâna İdris verdi, yaşını Allah versin. Arkakapak deklerasyonu da Mevlâna İdris’ten, hepimiz adına. Çizgi üstadı Hasan Aycın, ithaflı iki çalışmasıyla bizi onurlandırdı. İBB Kültür İşleri Daire Başkanı Abdurrahman Şen ve İBB Kültür Müdürü Şevket Demirkaya, Nusret Özcan’la ilgili önceki faaliyetlere olduğu gibi bu çalışmayla ilgili faaliyetlere de mutad desteklerini verdiler. Hürmet ve muhabbetlerimizi sunuyoruz. Teknik hazırlığı yapan ve bu süreç boyunca yüksek gerilimimizi topraklayan Minyatür Ajans’ın sahibi Onur Sönmez’e ve çalışanlarına tebrikler. Kitabın yapım ve yayınını üstlenen Buzzağı Yapım’a, bu çalışmadan haberdar olur olmaz yayın işini üstlenmeye hazır olduklarını beyan eden İz Yayıncılık’ın sahibi Mehmet Kahraman ile Kitabevi’nin sahibi Mehmet Varış’a ve ayrıca katkılarından dolayı Mustafa Nafi Kaya, M. Lütfi Şen ve Ömer Onay’a teşekkürler. Ta başından, kitabın çıkması için asıl iradeyi koyan, maddenmanen azim ve sebat gösterip bizi teşci eden Alper Kanca’ya ve bu çalışmanın her aşamasında her türlü işe koşturan İlhan Efe’ye medyun-ı şükranız. Onlar olmasaydı bu kitap da olmazdı. Ve yazanları, yazamayanları; bir tebrik, bir dua, bir teşekkürle dahi olsa destek verenleriyle bütün dostlar! Herkes kendi enstrümanı ve kendi nağmesiyle, şefi Nusret Özcan olan bu büyük orkestraya iştirak etti. Varolsunlar. Bu kitap bir bakıma Nusret Özcan’ın opus posthumous’u arasında sayılsa yeridir. Çalışma hitama erdiğinde, Arif Nihat Asya ustanın Destan’ından şu üçlük geldi dilime: Sizlere Üçler, Yediler Bizlere Kırklar dediler, Daha çoğuz, daha çoğuz! Vesselam. Ekrem AYYILDIZ Cağaloğlu, Kasım 2012

Nusret Özcan

11


12

Hayy’dan Hû’ya


Bir Nusret Özcan Biyografisi 25 Kasım 1958’de İstanbul-Eyüp’te doğdu. Gümüşsuyu İlkokulu’nu bitirdikten sonra (1965-70) Gaziosmanpaşa İmam-Hatip Lisesi’ne kaydoldu. 1972’de İstanbul İmam-Hatip Lisesi’ne geçti. “Uyumsuz ve aykırı öğrenci” olarak 1977’de Tekirdağ İmam-Hatip Lisesi’ne “sürgün” edildi. Bu kısa maceradan sonra “yuvaya” dönerek 1978 yılında İstanbul İmam-Hatip Lisesi’nden mezun oldu. Bu dönemde anarşi olayları ve siyasi istikrarsızlık sebebiyle neredeyse kangrene dönmüş olan üniversite eğitim ortamı dolayısıyla üniversite hedefini erteleyerek öncelikle askerlik görevini aradan çıkarmak istedi. Bu arada nişanlandı (Şubat 1979). Mart 1979’da başladığı askerlik görevini, Antalya’daki acemi birliği dönemini müteakiben Mayıs 1979’da gittiği Ardahan’da, 12 Eylül darbesinin sert rüzgârları altındaki 1980 sonbaharında tamamladı (Kasım 1980). 1981’de Millî Gazete’de çalışma hayatına başladı. 3 Aralık 1981’de evlendi. Eylül 1982’de ilk oğlu Abdullah Ümit dünyaya geldi. 12 Eylül cuntasının baskıcı yönetiminin hüküm sürdüğü bir tarihte, 25 Mayıs 1983’te vefat eden büyük şair ve mütefekkir Necip Fazıl’ın cenazesinde gözaltına alınan gençler arasındaydı. 15 gün gözaltında kaldıktan sonra serbest bırakıldı. 1982 yılında girdiği Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bırakıp yine aynı üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi (1983-1987). Öğretmen olarak ilk atama yeri olan Bingöl-Kiğı’ya gitmedi. 1990 yılında ikinci atama yeri olan Nevşehir-Hacıbektaş ilçesinde öğretmenliğe başladı ancak ikinci oğlu Ahmet Bilal’in doğumu ve İstanbul hasreti dolayısıyla 15 gün sonra istifa ederek İstanbul’a döndü. Nusret Özcan

13


Birkaç arkadaşıyla kurdukları Nüans Ajans’ta dizgi, baskı, mizanpaj ve reklam işleri yaptı. Ağustos 1992’de üçüncü oğlu Mehmet Yusuf dünyaya geldi. Nüve Ajans’ı kurdu, daha sonra adını değiştirerek Ümit Ajans yaptı (1993). Bir süre TGRT ve MÜSİAD’da çalıştı. Kuruluş çalışmalarına katıldığı Yeni Şafak gazetesine geçti. Başta kültür-sanat sayfası olmak üzere muhtelif birimlerde editör olarak görev yaptı ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü. Ayrıca Radyo Onbeş’te “Her Mevsim İstanbul” adlı bir program hazırladı ve sundu. Lise yıllarında tiyatro ile ilgilenen Nusret Özcan, MTTB (Millî Türk Talebe Birliği) bünyesinde de oyuncu ve yönetmen olarak tiyatro faaliyetlerine katıldı. Büyük bir yetenek olarak görüldüğü hâlde 1980’lerin ortalarında çeşitli sebeplerle tiyatroyu bıraktı. Edebî çalışmaları ve yazıları İzlenim, Kayıtlar, Dergibi, Kafdağı, Kitle, Cemre, Semerkand Aile ve Bizim Market gibi dergilerde ve Yeni Şafak gazetesinde yayınlandı. Şiir, hikâye, roman ve deneme türünde eserler verdi. Çok önem verdiği, titizlendiği ve bir kısmını da “olmaya” bıraktığı şiir çalışmalarını kitaplaştırmaya fırsat bulamadı. Sağ ayağındaki damar tıkanıklığı sebebiyle son yılları tedavi sorunlarıyla geçen Nusret Özcan 22 Haziran 2007 Cuma günü sabaha doğru kalp krizi geçirerek önce Vakıf Guraba Hastanesine, oradan da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırıldı. Aynı gün saat 11:15 sularında vefat etti. 23 Haziran 2007 Cumartesi günü Eyüp Sultan Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra Eyüp mezarlığında Necip Fazıl Kısakürek ve Hilmi Oflaz’ın yakınında toprağa verildi. Yayınlanmış Eserleri: Birkaç Güzel Gün (çocuk romanı, 1998; 2002 baskısında adı Bizim Mahalle olarak değiştirilmiştir) Mustafa Kutlu Kitabı (Kemal Aykut’la birlikte, 2001) Sokak Sesleri (belge-anı, 2003) Beşir Ayvazoğlu Kitabı (Kemal Aykut’la birlikte, 2004) Leyla ile Mecnun (roman, 2005) Kar Kelebekleri (uzun hikâye, 2006) Bir Hüzün Yolcusu (hikâye, 2007, vefatından sonra yayınlanmıştır.)

14

Hayy’dan Hû’ya


Dostların Kaleminden

Nusret Özcan

15


Nusret Özcan’a - Hasan AYCIN 16

Hayy’dan Hû’ya


Nusret’e Anlattığım Hikâye Şaban ABAK

Nusret Özcan’ı 1987’de Ankara’dan İstanbul’a geldiğimde Mavera’da çalıştığım günlerde, aramızda “Erenler” dediğimiz Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde tanıdım. Bir ajansta grafik-tasarım işinde çalışıyordu. O yıllarda birçok şair-yazar arkadaşımız, Cağaloğlu çevresinde basın-yayınla ilgili türlü işlerde çalışanlarımız günde en az bir kere Erenler’e uğrardı. Bilen bilir, bazılarımız da postu hepten Erenler’e sermişti. Şiirlerini öykülerini orada yazan, sabah kahvaltısını da akşam yemeğini de orada yiyen, tüm randevularını orada veren, namazını orada kılan (çünkü bitişiği camidir), doktora çalışmasını bile orada, o kahve ortamında yapıp bitiren arkadaşlarımız vardı. Yazın mermer şadırvanlı bahçede, kışın bir zamanlar semahane olan kubbeli mekânda oturan, neredeyse tümü okur yazar, aydın insanlardan oluşan yüzlerce müdavimi vardı Erenler’in. Kalabalık ve genellikle gürültülü bir ortamdı ama yine de o gürültüde Nusret’in sesi duyulurdu. Neşeliyken coşkuya kapılır, yüksek sesle konuşurdu. Memleket millet meseleleri konuşuluyorsa o zaman da yine coşkuyla, bazen öfkeyle ama mutlaka açık, anlaşılır ve tüm kahvenin duyacağı bir sesle konuşabilirdi. Son derece güzel bir İstanbul Türkçesiyle konuNusret Özcan

17


şuyordu. Sûfiyane bir beyefendilik ile Eyüp’lü olmanın getirdiği ‘nazik bir külhanbeyi’ edasını birleştirmiş gibiydi. Üstad Necip Fazıl’a olan muhabbetini fark edince önceleri sadece merhabalaştığımız Nusret’le arkadaşlığımız gelişti. Gerçek bir “Büyük Doğu”cuydu. Benim dikkatimi çeken bir önemli özelliği de en ciddi meselelerde, dinî konularda bile daima bir neşe ve lâtif üslup sahibi olmasıydı. Biz Anadolu’dan gelen çocuklar ile doğma büyüme İstanbullu olan arkadaşlarımız arasındaki genel bir farklılıktır bu. Anadolu şehirlerinden gelen okumuş sınıftan kimseler, bir imparatorluk kaybetmişler gibi yıkılmış ve onu yeniden kurmakla görevliymişler gibi ağır bir yılgınlık içindedirler. Davayı sırtlamışlardır ama biçare gövdeleri bu ağır yük altında ezilmiş de kavrulmuş gibidir. Gülmeyi unutmuşlardır, dokunsan ağlayacak gibidirler. Üslupları ağır, sesleri titrek, konuşmaları ağdalıdır. İstanbul ise aynı dünya görüşündeki kişilere yüksek bir özgüvenle beraber çalışkanlık ruhu da verdiği için onları umutlu, coşkulu ve atik yapabilmektedir. Nitekim Nusret’in imam-hatip yıllarından beri beraber olduğu arkadaşlarının çoğunda bu hasletler uzaktan bile gözlemlenebilmektedir. Anadolu’nun İstanbul’dan asıl alması gereken de bu özgüvenle dopdolu olarak geleceğe umutla, neşeyle bakma ve çalışkanlık ruhudur. Bu ruha aşina olunması şartıyla taşralılıktan çıkıp İstanbullu olmak, kişinin eğitim durumuna göre 5 ila 15 yıl aralığında gerçekleşebiliyor. 1993-94 kışında yeni kurulmakta olan bir özel radyotelevizyonda Nusret Özcan, Mehmet Şeker ve Ebubekir Kurban’la birlikte çalıştık. Kurumun en havalı prodüktörleriydik. Ben iftar ve sahur programlarını yapıp yönetiyordum. Nusret her gün, “Bugün iftarda hangi aşr-ı şerifi dinleyeceğiz” veya “Sahur sohbetimizin mevzuu nedir bu gece? Dinleyelim mi uyuyalım mı?” diye takılırdı. Erenler’in film ve belgesellere konu olması, turist rehberlerinde yer alması üzerine turistlerin baskınına uğradığı yıllarda oradan kaçıp Sinan Paşa Medresesi’ni mekân tut18

Hayy’dan Hû’ya


tuk. Kıymetli şair Necat Çavuş’un girişimleriyle kapılarını bizlere açan ve bir odası İlesam’a tahsis edilmiş olduğundan adına “İlesam” dediğimiz medresenin bu nezih bahçesinde, Nusret’in de aralarında bulunduğu arkadaşlarımızla 10 yıldan fazla oturup sohbetler ettik. Medresenin revakları altında, kilim döşeli sedirlerde oturup mermer sütunlara yaslanarak doyumsuz çaylar içtik, kitaplar okuduk, yaşadıklarımızı, hatta yaşayamadıklarımızı paylaştık, ölümsüz arkadaşlıklar inşa ettik. İlk defa İlesam’da anlattığımda Nusret’in bayıldığı, sonradan defalarca anlattırdığı ve aramızda yıllarca takılmalara konu olan bir hikâyeyi de burada kısaca aktarmak isterim. 12 Eylül Darbesi öncesindeki gençlik teşkilatlarından biri de “Ülkücü Köylüler Derneği” adını taşıyordu. (Kurucu başkanlarının Fahrettin Öztoprak ve Yusuf Abi olduğu söylenir.) Ben 13-14 yaşlarındayken bu derneğin bir şubesinin de bizim köyde açılması kararlaştırılmıştı. Çok da ne olduğunu bilip anlamadan bu dernek fikriyle ilgileniyordum. Bir “mesele”si, bir “dava”sı olan şahsiyetler olacak, hizmete koşacaktık! Heyecan vericiydi. Nusret’e toprak damlı, taş duvarlı tek göz bir harap yerin, köyün gençleri tarafından el birliğiyle onarılıp “dernek binası” yapılışını, caminin çeşmesinden kovalarla su taşıyıp yaptığımız çamurla duvarlarını tamir edişimizi anlatmıştım. Heyecanla ve adeta gözleri parlayarak, “ee, sonra?” diye beni konuşturmaya çalışıyordu. Köyün meydanına bakan derneğin kapısına “Ülkü-Köy Cinis Şubesi” yazıp levhayı astık. Taze çamur yüzünden rutubet ve saman kokan bu içi boş dama nereden bulunduysa bir masayla beş-on sandalye konuldu. Bir de kitaplık. Herkes evinden bir-iki kitap getirecekti ve bir kütüphanecik oluşturacaktık. Aramızda dernek başkanı ve yönetim kurulu seçtik. İlk toplantıda alınan kararlar şöyleydi: Derneğimize içki içenler girmemeli, derneğimize gidip gelecek olan herkes Kur’an okumayı bilmeli, bilmeyenler de en kısa zamanda öğrenmeli! Bir de aramızda para toplayıp cami minaresinin Nusret Özcan

19


şerefesine kandillerde yanacak ışık tertibatı yaptırma kararı aldık. Herkes bir ampül parası verecekti. Bana da “seminercilik” görevi verildi. Neymiş seminerci? Davamızla ilgili kitapları okuyacak, notlar, özetler çıkaracak, gelip haftada bir gün gençlere bunları anlatacaktım. İlk seminer konusu da her yıl 3-10 Mayıs arasında düzenlenen “Esir Türkleri Anma Haftası” idi. Seminerci olarak benim seçilme sebebim ise neredeyse köyde kitap okuma alışkanlığı olan tek kişi olmamdı. (Tabii o tarihte sekiz on kitap okumuştum!) Hafızlığım vardı ve üstelik ortaokul son sınıftaydım. Yani oldukça tahsilli (!) sayılırdım. Belirlenen gün geldi, ödevlerimi yaptığım dolma kalemimle çizgisiz dosya kağıtlarına yazdığım üç sayfalık konuşma metnimi okumak için masanın kenarındaki yerimi aldım. Şiddetli kıştı ve ortada, borusunu pencereden çıkardığımız tenekeden bir tezek sobası yanıyordu. Ahırlardan akşam malını görmekten gelmiş, lastik ayakkabılı, üstü başı ot saman, hatta mayıslı köylü çocukları, Esir Türkler’i nasıl bağımsızlıklarına kavuşturacağımız konusundaki nutkumu dinlemeye hazır ve heyecanlıydılar. Rahmetli Nusret –nur içinde yatsın- bu sahneyi anlatırken hem ağlıyor hem gülüyordu adeta. Yaşlar yanağından, sakallarından süzülüyordu ama gözlerinin içi gülüyordu. Durmadan “ee, anlat, sen devam et, durma” diye de uyarıp tetikliyordu. Sonraki yıllarda bana sürekli “ülkücü köylü” ya da sadece “köylü kardaş” diye takılmayı adet edinmişti. Bir meclise yahut bir mekâna girdiğimde Nusret oradaysa, beni görür görmez taa karşıdan “Bu adamın ilk üye olduğu derneğin adı nedir, bilir misiniz?” diye bağırır, devamını bazen getirir bazen getirmezdi. Bu onun bana “hoş geldin” deme biçimiydi. 17 yıl İstanbul’da kaldıktan sonra nasibimiz tekrar Ankara’ya çekti bizi. Gazi Mahallesi’nde oturan bir arkadaşımın marifetiyle orada, demiryolunun hemen yanında bir ev kiraladım. Yolun hemen altında uzayıp giden yemyeşil yon20

Hayy’dan Hû’ya


ca tarlaları, söğütlü bahçeler ve bostanlar vardı. Başkent ilan edildiği zamanlarda devlet ricaline taze süt, yoğurt üretmesi için kurulmuş “Orman Çiftliği”, tarlaları, bağı bahçesiyle şehrin orta yerinde kalmıştı. Arsa olarak altın kıymetindeydi fakat bir tür kutsal inek muamelesi görüyor, kimse dokunamıyordu. Sahibi “devlet” olan tek yonca tarlası burasıydı. Şimdi hatırlamıyorum ama Mehmet Şeker, Mevlâna İdris, Ekrem Ayyıldız gibi ortak arkadaşlarımızdan birini arayıp durumu anlattım ve benden duymuş olduğunu belli etmeden gidip Nusret’e söylemesini istedim. “Şaban Ankara’ya taşındı, orada şehrin tam ortasındaki yonca tarlalarının kenarında bir ev tutmuş” deyin, bakalım neler olacak dedim. Tahmin edileceği gibi İstanbul’a gittiğimde Nusret beni görür görmez kahkahalar atarak, mübalağalı bir ballandırmayla bunu herkese anlatıyordu. “Millet, duydunuz mu, bu köylü ülkücü Ankara’da nerede, hangi muhitte ev tutmuş?” diye başlıyor ve ekliyordu: “Yahu arkadaş, sen koca metropolün, ülkenin başkentinin orta yerinde yonca tarlasını nereden bulursun, nasıl haber alırsın, ruhun mu çekiyor, kokusunu mu aldın! Yonca tarlasının kenarında ev! Başkentin orta yerinde!” Mekânı cennet olsun. Eşi hanımefendiye, sevgili çocuklarına, dostlarına, arkadaşlarına sağlıklı uzun ömürler dilerim. Nusret Özcan’a olan muhabbetimizin bir nişanesi olarak bu kitabı hazırlama girişiminde bulunan, maddî manevî katkısı olan arkadaşlarımıza da ayrıca teşekkür ederim. Varolun!

Nusret Özcan

21


Günah Nusret Özcan’a… bir kez kirlenince içimdeki mavi gökler… ufka doğru boşalır içi bütün eşyanın döşemeye, kalbimin yarası olup düşer paslı ışığı, tavanda sallanan lambanın yağmurlar artık dargındır bana, sokaklarda karanlığımdan tuhaf pıhtılar çiçeklenir acı suların kuyusunda, keskin rüzgârda bir çıkrığın sesine sanki sesim eklenir. Suat AK Kafdağı - Ağustos 1997

22

Hayy’dan Hû’ya


Ölüm Ali AKEL

Gidiyordum ben, gazeteye arkadaşlara hoşça kalın demek için uğramıştım. Gazeteye doğru giderken içimden “İnşallah herkesi görürüm” diyordum, “ihtiyar”ı da; yani yıllardır kendisine olan derin muhabbetimin şahsında ifade bulduğu ve sadece benim o şekilde seslendiğim gür kır saçlı, ak sakallı benim ihtiyar; yani Nusret Abi... Gazetenin kafeteryasında ihtiyarı gördüğümde ne çok sevinmiştim. Hastaydı, gerçi o sıralar iyiydi ama arada bir uğruyordu gazeteye, hasbihal etmek için. Derin nefesler çekemiyordu artık sigaradan. Sigara onu bırakalı epey olmuştu, dediğine göre bir sebebi de oydu hastalığının. Son görüşmelerimizin birisinde “Ya Ali’m, aslında artık gelsem diyorum, devam etsem gazeteye diyorum. Şu ayağımın parmağını kestiklerinden beri kendimi daha iyi hissediyorum ama gene de bir tuhafım” demişti. Ne zamandır, “Gelse, aslında bir şeylerle uğraşsa daha iyi olur onun için” diyordum kendi kendime ama hastaydı işte... Belli olmuyordu sonuçta. Bir gün hastanede, bir gün sokakta; bir gün iyi, öbür gün kötü... Hangisi iyi olurdu onun için bilemiyordum. “Dükkân senin abi, ne zaman ne yapmak istiyorsan” demiştim kendisine. Nusret Özcan

23


Her zaman olduğu gibi masanın etrafında birkaç kişi vardı. Bir ya da iki kişi ile oturduğunu görmek mümkün değildi ihtiyarı. Onu gördüğüme sevindiğim kadar o da sevinmişti beni gördüğü için. İkimizin de gözlerinin içi gülüyordu. Kucaklaştık. Oturduk masanın etrafına. Güzel konuşurdu ihtiyar, onun için masanın etrafındakiler konuşmaktan çok susmayı tercih ederdi, dinlemeyi... Son görüşümdü o ihtiyarı, ben son olacağını düşünmeden. Nerden bilirdim, nasıl bilebilirdim bırakıp gideceğini. Nereden, nasıl da girmiştik o konuya hatırlamıyorum. Masanın etrafında ölüm üzerine üst perdeden söylevler veriliyor. Diyaloglardan hatırladığım son cümleler... - Düşünsene ihtiyar, bu hayatta ebedî olarak yaşadığını... - Gerçekten de öyle, büyük bir eziyet olurdu herhalde... - Evet, ama Allah kuluna eziyet etmez. - Ölüm haktır Ali’m. - Ölüm haktır ihtiyar ve bilenler için ölüm nimettir, rahmettir. Ama çok az insan bilir bunu. - Ya sen ne güzel insansın böyle Ali’m. - O sensin ihtiyar, güzel olan sensin. - Demek gidiyorsun ha Ali’m. - Gidiyorum ya ihtiyar. - Ne yaparsın sen oralarda Ali’m, zor olmayacak mı... - Allah büyüktür ihtiyar, sen kendini ona tut, bütün zorluklar kolay olur. Kucaklaşmıştık bu sözlerden sonra ihtiyarla. Vedalaşmak için değil, öyle gelmişti içimizden. Müsaade istemiştim bir süre sonra, tekrar kucaklaşmıştık masadakilerin hepsiyle, en son da ihtiyarla. Meğerse müsaade istemek için oraya geldiğini ben bilmeden...

24

Hayy’dan Hû’ya


Müslüman’ın İstanbul Hâli Özlem ALBAYRAK

Topkapı’daki eski gazete binasının, şems kısaldıkça daha da uzayan koridorunda, kısa mesafe maratonculara nal toplatacak bir aceleyle gel git yaparken… Servis ve teknik oda arasındaki o gidiş gelişlere, “Hangi başlığı atarsam derdimi daha iyi anlatırım”, “İnşallah son anda değişiklik yapmazlar da bir günlük emeğimi, sayfamı yıkmak zorunda kalmam”; “Yarın özel haber çalışalım, ama önce bir özel haber bulmak gerek”; “Bu haberi de 1’den görmezlerse artık yuh” ya da gayet kişisel kafa karıştırıcı meselelerin ağırlaştırdığı dalgın mı, yorgun mu belli olmayan bir çehreyle eşlik ederken… Her seferinde yanımda bir ayak sesi, kulağımda bir soru belirirdi: -Merhaba hanımefendi birlikte yürüyebilir miyiz? Bozmazdım, şefkatle takdim edilen Yeşilçam rolüne hemence giriverir; “-Ne münasebet, ben sizi tanımıyorum hem” der ve bu babacan komplimana yüz çevirme havalarında az sonra beni güldürecek cevabı beklemeye başlardım. Gelirdi çabucak: -E birlikte koşalım o hâlde… Her ne hâl içinde olursam olayım; gülüverirdim işte. Nusret Özcan

25


Kalender bir iyicillik hissiyatından neşet edene şükran ifadesiydi latife dediğimiz; “nasılsın, iyiyim” türü bir şey. Beklentisinin hasıl olduğuna kanaat getirdiğinde, kendimi ve yüzümü hâle yola koyduğumu, bulutlarımın dağıldığını gördüğünde; içi rahatlamış bir baba edasıyla “Allah yüzünü hep güldürsün” der, birden hız keser, yanımdan ayrılır, işinin başına dönerdi. Sanırım sayfa yapmak için zamanı ekonomik kullanma stresinin, gündelik iş meselelerinin, ara ara hiç de gündelik olmayan kederlerin nemlendirdiği hâllerime bir tür merhamet beslerdi. Sanırım O, çoğu Yeni Şafakçı’nın hayatına, kadri ve boşluğu sonradan bilinmek üzere bahşedilmiş biriydi. Nusret Özcan, hem az sonra kafa göz birilerine dalacak izlenimi verecek kadar çağıl çağıl delikanlı hem dünyanın sırrına dair öneriler manzumesini sırtındaki heybeye atmış da yola çıkmış dervişler kadar bilge bir çınar, hem yeryüzünün devridaimiyle ince ince dalgasını geçen bir muzip hem cihanın manası peşinde ömür tüketen bir münzevi… O hem derviş edalıydı hem delişmen tavırlı, hem munis ve yapıcı hem öfkelendiğinde saman alevi gibi parlayıveren biri... Elbette ikincisi ilki için katalizördür; terbiye eder, değiştirir, dönüştürür, ama kişilik yapısının yanı sıra bir mümin olarak da Nusret Özcan’ın seyrüseferini farklı bir kulvarda hitama erdirdiğini iddia edebiliriz. Nusret Ağabey’in Müslümanlığına ne geleneksel ne modern, ne siyasal ne apolitik, ne radikal ne ılımlı etiketlerinden herhangi birini öyle bir lahzada, kolayından yapıştıramazdınız. Geleneksel olmak için fazla bilgili ve İstanbullu, modern olmak için fazla ilkeli ve lahuti, siyasal olmak için fazla sıddık ve sufi, apolitik olmak için fazlasıyla farkındalık sahibi, radikal olmak için fazla hikmetli ve sofistike, ılımlı olmak içinse fazla muhalif ve öfkeliydi. O’nun farkı; zihninde anlamlandırdığı ve elinden geldiğince hayatının her ânına sirayet ettirmeye çalıştığı İslam tasavvuru, Allah’a inanma ve hayatını Muhammed Peygamber’in (sav) dünyaya hediye ettiği itikat nizamına 26

Hayy’dan Hû’ya


göre ayarı yapılmış bir uygulama zemini olarak görmekti… Ama bir yandan da O’nun ayırıcı yanı, insanoğlunun yeryüzündeki serencamının peşine düşmeyi de, yüzyıllarda tortulanmış kültürel birikimlerin de, iyi edebiyatın da, aşkın da, güzelliğin de bir varoluş meselesi olarak İslam’a olan mesafelerini, İslam’la kesişim kümelerini aramayı İslam’dan addetmesiydi sanırım. İtiraz edecek olan varsa bile ben Nusret Özcan’ı böyle bildim. Platon’dan girip Dostoyevski’den çıkmasını, Drina Köprüsü’nden girip, içinde elbette bir miktar cismaniyet de barındıran hakiki aşkın teorik sularından çıkmasını; benim diyen kritiklere taş çıkartacak sanat tenkitlerinden “nahif günahtan uzak latif bir hayranlık” olarak tabir edebileceğim Türkan Şoray güzellemelerine uzanmasını nasıl unutabilirim ki… Ölümle geziyoruz, ölümü gezdiriyoruz, biliyoruz. Ama işte, elimde bavulum, havaalanına gidecek otobüsü beklerken aldığım kara haberine iki damla gözyaşımı kattığım bu adamın, dünyanın ilk durağından kalkan ve yolda döke döke menzile yol alan otobüsten son durağa gelmeden indiğini düşünmeden edemiyorum. Ölümün erken geleni de, geç kalanı da olmaz ama -Allah affetsin- sanki Nusret Özcan ellerimizin arasından çabuk kayanlardandı. Yolculuğunu tamamlamış menzile varmışlar değil ama erken inenler daha bir acıtır bilirsiniz… O, içimizi yakanlardandı. Daha önce de söylediğim gibi, o bizim ihtiyar delikanlımız, o eski usul, o güzel usul dervişimiz. O’nun baba şefkatine, gönül ilmine şahitlik etmek boynumuzun borcudur; vedasının muzdaribiyiz. Biz O’nu iyi bildik, keşke son duasını alabilseydik…

Nusret Özcan

27


28

Hayy’dan Hû’ya


Aklımda Kalan En Güzel Şey Ümmühan ATAK

Nusret Abi’yi ilk gördüğümde küçük bi şeydim ben. Daha sonra çokça tanık olacağım ve beni kendine her seferinde hayran bırakacak konuşmalarından birini yapıyordu. Hayran olduğum şey, inişli çıkışlı konuşmasının tam anlamıyla teatral nitelik taşımasıydı. Gün geldi, bana selam verdi. Haftalarca uzaktan izlediğim ve mütemadiyen ciddiyetle “edebiyat tartışmaları” yaptığını gördüğüm bu “ukala adam”, nasıl oldu da bana o kadar sıcak sesle selam vermişti, şaşırmıştım. Fakat sonra gördüm ki muhatabına şaşkınlık vermek onun bir parçası. “Allah seni cennetine hapsetsin, e mi!” derken de karşısındakine önce şaşkınlık, ardından tebessüm armağan ediyordu hep. “Haspolmak” ve “cennet” kelimelerinin bu denli kusursuz bir duaya dönüştüğünü görmek, sadece beni anlık ikileme sokmuyordu tabi. Daha sonraları bu “beddua” görünümlü duayı başkalarına söylerken de önce bize bakıyor, bu şakasına bizi de ortak ediyordu. Onunla son konuşmamız bir telefon görüşmesi oldu. Dergide mutsuz ve suratsız öylece otururken gelen telefondan Nusret Abi’nin sesini duydum. Bu sesi o an için sadece duymuş olmak bile beni rahatlatmıştı. Nasıl desem, o günlerNusret Özcan

29


de epey sıkıntılıydım. Yüzüm düşüktü işte. Bana, “Nasılsın, sıkıntıların hâlâ geçmeyecek mi?” diye sordu. “Cennete hapsolmak” gibi bir şeydi bu. Dehşet bir şey! Nasıl oluyordu da benim canımın sıkkın olduğunu biliyordu! Kem küm edip, uzun denilebilecek bir sürenin ardından içimi döktüm. Dinledi. Ama bence o anlattıklarımı da zaten biliyordu. Öğütler verdi bana. “Allah seni cennetine hapsetsin” dedi yine ve kapattı. O gün içimin ne kadar ferahladığını anlatamam. Nusret Abi, benim en kritik zamanlarda kendisine danıştığım biriydi. O gitti, sorunlarla baş başa kalmaya alışmak bana kaldı. Vefatının ardından, aylar sonra bile, “Nusret Abi’yi arayıp, bir de ona sorayım” deyip yutkunduğum çok oldu. Nusret Abi’den aklımda kalan en güzel şeylerden biri de, eşine duyduğu sevgiydi. Bazen gözlerindeki ışıltının neden kaynaklandığını soracak olsak, cebinden Mualla yengenin fotoğrafını çıkarır gösterirdi bize. “Bu benim sevdiğim”… İşte o öyle yaptığı zamanlar, ben farkında olmadan niyetlenirdim, “Ben de beni böyle sevecek biriyle evlenmeliyim!” O sevgiyi yanında götürdü Nusret Abi. Allah onu da, sevgilisini de cennetine hapsetsin.

30

Hayy’dan Hû’ya


Ebû Yusuf ’a Rahmet Olsun İlhami ATMACA

Doksanlı yılların başı... Hakan Albayrak’la İstanbul’a hicret ettiğimizin hemen ertesi günü... İstanbul’a dalmışız bodoslama... O kadar da hayırsız değiliz elbette. Şair Muzaffer Doğan’ı yıllar olmuş görmeyeli... Ofisini ziyaret ediyorum. Yılların hasret duygusu, İstanbul kokulu bir Çemberlitaş civarı... Sarılıyoruz... Oturuyoruz. “İstanbul’a gelen, ya Bizans’a dahil olur yahut Osmanlı’ya... Ben senin Osmanlı’ya dahil olacağını biliyorum ya” diyor, “Yine de Bizans’tan kolla kendini...” Çıkıyorum, bir süre yürüyorum. Erenler kahvesi hemen sağda. “Selamlık” bölümüne geçiyorum. Sonbaharın sonları. Ortada bir soba yansa da, henüz dışarıdaki soğuk o denli güçlü değil... Kalabalık da sayılmaz... Boş bir yeri gözüme kestiriyorum ve oturuyorum. Garson tepsideki çayları dağıtıyor sıradan... Bir çay da benim nasibime düşüyor... Çay nasip işidir burada... Dostlar da... Derken, kısa kırçıl paltolu, beyaz saçlı bir adam beliriyor kapıda... Ellerini uğuşturarak ortama bakınan beyaz saçlı adam için garsondan bir çay almak geçiyor gönlümden... “Bir çay daha bırak” diyorum. Olmadı ben içerim diye düşünerek. Dosdoğru benim yanıma geliyor, paltosunun yanlarını kavrayıp, toparlayıp yanıma oturuyor. Garsona doğru başını Nusret Özcan

31


çevirip tam seslenecekken kendisine uzattığım çayı görüyor... “Hayy Allah razı olsun üstad.” diyor ve çaydan bir yudum alıp ekliyor: “Yenisiniz galiba siz burada, ilk defa görüyorum sizi.” “Evet yeniyim, Ankara’dan geldim” diyorum. “İsminiz?..” diye soruyor, “İlhami...” diyorum. “Soyadım Atmaca demeyin sakın” diyor, “yoksa düşer şuraya bayılırım.” Gülerek “Maalesef Atmaca” diyorum... Kocaman bir tebessüm beliriyor yüzünde... “Saçlarını çöz geceye karşı / Adını inat koy bahçende açan gülün...” mısralarını okuyup “Muhteşem...” diyor. “Rapunzel... İlhami Atmaca’nın bu şiirini çok severim” diyor... “Nusret ben...” diyor yüzünde güzel bir tebessüm, kalkıyor, tokalaşıyoruz sımsıkı ve kucaklaşıyoruz... Ve muhabbet... Hakan Albayrak beliriyor bir iki saat sonra kapıda. Hızla yanıma gelirken Nusret Abi’yi fark ediyor. “İlo, bak seni dünyanın en güzel adamıyla tanıştıracağım... Nusret Abi...” “Tanıştık biz çoktan...” diyoruz. *** Nusret Ağabeyle her karşılaşmamız aynı sıcaklık ve güzellikle ve muhabbetle geçiyor. Bazen yürüyoruz kolkola Sultanahmet’e doğru... Bazen oturuyoruz Erenler’de, İlesam’da veya Yazarlar Birliği’nde... Hep keyifli... Sonra Yusuf isimli oğullarımız oluyor... Her sohbetimizde o ilk karşılaşmamızdan mutlaka ama mutlaka bahsediyor... Ve her karşılaşmamızda “Selamun aleyküm yâ Ebû Yusuf ” diye selamlıyor ve kucaklaşıyoruz... Yusuflar büyüyor, biz yaşlanıyoruz... Ve Hak emri erken düşüyor güzel ağabeyim Ebû Yusuf ’a... Emir yüceden... Tevekkül gerek... Onun hediyesi, yüzündeki herşeye rağmen mutmain tebessümüdür. Ve hatırasına hürmeten, anası ağlamış olsa da atmaya kıyamadığım iki alüminyum resim çerçevesi... Hâlâ evimin duvarını süsleyen... Özlüyoruz. 32

Hayy’dan Hû’ya


“Sürgün” Yıllarından Bugüne M.Kemal AYÇİÇEK

CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın sunduğu “liderler zirvesi” programına kilitlenmiştim, bu hafta yine politika yazacaktım güya, öyleydi niyetim ama olmadı. Hayatta planlananlar ne yazık ki her zaman insan elinde olmuyor, olamıyor. Bir sevgili ağabeyimi kaybettiğimi öz ağabeyimin mailinden öğrendim. Nusret Özcan, kalp krizi geçirmiş ve hakkın rahmetine yürümüştü. Gazeteci ve yazar Nusret Özcan ağabeyimle 1976 yılında Tekirdağ’da ağabeyim sayesinde tanışmıştım. Onlar, ağabeyimin devreleriydi. Recep Tayip Erdoğan’ın İstanbul Fatih Çarşamba’daki Draman İmam Hatip Lisesi’nde ağabeylik ettiği ekiptendi. Ağabeyim gibi devlet parasız yatılı öğrencileriydi ama onlar bir ekipti. On kişilik bir grup olarak Tekirdağ’a sürgün edilmişlerdi. Biraz İmam-Hatipliliğe uygun görülmeyen (!) davranışlardan (sigara içmek, kâğıt oynamak veya disipline uymamak vb.) dolayı ceza almışlardı. Kendince özgür takılan, dönemin âsisi sayılabilecek öğrencilerdendi Nusret Özcan da. Orta son sınıfta ben de Tekirdağ’da aynı okulda onlardan iki alt sınıfta okuyordum. Onların aksine ben paralı yatılıydım. Okulların bitiminde ben ikmale kalmıştım ve Haziran kurslarına devam etmek zorundaydım. Nusret Ağabeyler, İmam-Hatip Lisesi’nin pansiyon disiplinine uymadıkları için Nusret Özcan

33


birkaç arkadaş ev tutmuşlardı. Çingenelerin çoğunlukta olduğu bir mahallede ve tek katlı bir evdi. Ev dediysem iki küçük odası ve bir mutfağı vardı. Ağabeyim, beni haziran kursu boyunca on beş gün kadar Nusret Abi’ye emanet etmişti. İkmale kaldığım derslerin kursuna katılıyordum. Romanlar mahallesinde hele geceleri oldukça geç saatlere kadar yatılmaz, çaylar içilir, oyunlar, eğlenceler, cümbüşler gece yarılarına dek sürerdi. Bilmediğimiz ve alışık olmadığımız o kültür bize de yansımış, biz de onlara, mahalleliye ayak uydurmuştuk. Nusret Abi şairdi. Yazdığı şiirleri bana okur, nasıl olmuşluğunu tartışır, benden katkı isterdi. Ben o dönemler daha çok gurbet ve hasret şiirlerini severek dinlerdim Nusret Abi’den. Bir gece, muhabbeti hayli uzattıydık, sonra yattık ama o kendi odasından geldi bir hışımla, duvarda havlu aradı önce, ben uyanmayayım diye ışığı yakmamıştı, arandı ama olmadı, bulamadı. Havlunun yeri değişmiş meğer, ışığı yaktığında zaten uyanıktım. Ne oldu demeden sineklere meydan okuyordu, “yaktım çıranızı” diyordu. Ben silah aradığını falan düşündüm, “acaba!” mı diyerek -mahallede kavga eksik olmazdı- ama yok, o gece 3 tane sivrisinekle savaşmıştık. İki tanesini öldürmüştük ama biri vardı ki, hınzır bir türlü pes etmiyordu. Onu kaçırdık elimizden, avlayamadık ama zaten sinirlerimiz gerilmişti, artık yatsak bile uyuyamazdık! Çay demledi, o dönemlerde ne televizyon var ne de bizde radyo. Çayları içtik, sabah ezanları okunmaya başlandı, börekçiler çıktı, sokaklardan sesleri geliyordu. Biz de evden çıkıp sahile doğru indik. Namık Kemal heykelinin altında sabah böreğini yedik, ardından da limana inip güneşin doğuşunu seyrettik. İlk defa o gün Nusret Abi ile güneşin doğuşunu seyretmiştim. Sonra İstanbul’da, önce Millî Gazete’de reklam-ilan bölümünde, ardından Atikali’de yıllar sonra kesişti yollarımız. Yine aynı ağabeyliğini sürdürdü, yokluk yıllarıydı ama yüreği zengindi, bitmezdi zenginliği. Son olarak bir yıl öncesiydi, ağabeyimle birlikte gittik ziyaretine, Yeni Şafak’ta. Ak saçlarıyla ak sakalları kavuşmuştu. Aslında yaşı yoktu o kadar ama uzaktan görenler sekse34

Hayy’dan Hû’ya


ninde var sanırdı. Oysa Nusret Abi, seksen yıllık bir ömüre sığacak kadar doluydu, sabırlıydı, birikimliydi. Necip Fazıl Kısakürek’in çizgisinin örneklerindendi. Halimdi, selimdi, kısaca devrimizdeki ender ağabeylerdendi. Dosdoğruydu. Haksızlıklara ânında tepki koyar, hiç dayanamazdı, gariplere yüreği yufkaydı, kedilerden, köpeklerden, sinekler hariç tüm canlılardan söz ederken şairaneydi. Yeşili, doğayı, insanı severdi Yaradan’dan ötürü. Gönlü zengin ve paylaşımcıydı. İki kuruşun hesabını yapanlardan değildi, cömertti, yedirmeye, içirmeye, ikram etmeye bayılırdı. Abilerin abisi sayılabilirdi. Tek olumsuz yanı sigarasıydı, onu kaç kez bıraktı ama hayat hep tekrardan başlattı o’na, sıkça içerdi, çok içerdi. O sigara, o’nu da canından etti. Kalp krizi, bahanesi oldu ve 49 yaşında aramızdan göçtü. Mekânın cennet olsun Nusret Abi, nur içinde yat.

Nusret Özcan

35


36

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan Beşir AYVAZOĞLU

Nusret Özcan’la artık Divanyolu’nda, Babıali’de yahut Sultanahmet’te hiç karşılaşamayacağım, yeni yazılarını okuyamayacağım. Bunu bilmek acı veriyor bana. İnsan dostlarının değerini onları kaybedince daha iyi anlıyor. Genç yaşına rağmen, uzun, sütbeyaz saçları ve sakalı yüzünden bir “pir-i fani”yi andıran Nusret, kozasını sessiz sadasız ören mütevazı bir edebiyat adamı ve çalışkan bir gazeteciydi. Ve doğma büyüme bir İstanbullu, daha da önemlisi, Eyüplü... Çocukluğunun İstanbul’unu Sokak Sesleri’nde ne güzel anlatır. İstanbul’da doğmuş ve yaşamış olmak, İstanbullu olmak için yetmez. Onu hissetmek, sesini duyabilmek gerekir. Nusret; Ahmet Rasim, Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, bu sesi duymuş ve sokaklardaki seslerin gizli anlamlarına nüfuz edebilmiş bir İstanbulluydu. Sokak Sesleri’ndeki yazılardan bazılarını Dergibi’de okumuş, “Sayıları artarsa güzel bir kitap olur!” diye düşünmüştüm. Fikrimi kendisine söyleme fırsatı bulamadım. Fakat Nusret’in benim gibi düşünen çok dostu varmış; bu yazıları onların ısrarıyla kitaplaştırmış. Nusret Özcan

37


Nusret, zayıf büyesi ve soluk çehresiyle sağlığının bozuk olduğunu hissettirirdi; fakat doğrusu iki defa kalp krizi geçirdiğini bilmiyordum. Üçüncü krizi atlatamayan sevgili dostumun cenazesinde bulunamadığım için çok üzgünüm. Kendisine borçluyum da. Bir yayınevinin benim hakkımda bana rağmen hazırladığı kitabın editörlüğünü üstlenmiş, beni memnun edecek bir kitabın çıkması için ciddi ve samimi bir gayret sarfetmişti. Sevgili dostuma Allah’tan rahmet, dostlarına ve yakınlarına başsağlığı diliyorum. Eminim, o şimdi kabrinde İstanbul’un kaybolan seslerini dinliyor! Zaman, 28 Haziran 2007

38

Hayy’dan Hû’ya


Bitmemiş Senfoni Ekrem AYYILDIZ

1. Introduction - Allegro moderato (Mazi) “Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zamanlardı onlar...” Şimdi Joyce’un bu güzelim cümlesi gibi masal olan 91-92 sezonu. Fakülteli arkadaşların çıkardığı Âvâz dergisinde yayınlanan bir şiirim Dârülfünûn Edebiyat Şubesi’nin uzatmalı yalnızı İslam Ürkmez’in dikkatini çekiyor. Öyle ya, hatırladım, benim de şiir sabıkam var! Son mısrası aklımda: “Düşünce zehirden aş, beynim kaynayan kazan”. İslam Abi’nin o keskin nazarından kaçar mı bu! Tanışıyoruz. Sonrasında ünlü Hergele salonunda, koridorlarda, merdivenlerde, kümbet büfede ve elbette efsanevi “Hâne-i Kasımpaşa”da Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’lardan Bergson ve Heidegger’lere uzanan yoğun “sohbet mesaisi”. Bir oda bir sofalık fakirhanede sabaha dek kaynayan çaydanlık. Ve spagetti makarna (Şu spagettiyi usulünce yani en kolay yöntemiyle yemeyi ondan öğrendim). Kedi dostlarımızca ziyaret edilen ve yazın hep açık olan pencerede, 203’lük obüslerle berhava etme hülyaları kurduğumuz “beton yığını” manzarası. Nusret Özcan

39


“Sen bitirip gidiyorsun; kiminle konuşuruz bu mevzuları, kimle dertleşiriz?” diyorum. “Nusret Abi” diyor. Peki Nusret Abi nerede? Nüans Ajans’ta. Nüans Ajans nerede? Bâbıâli’de. Tamam, kalkıp gidiyoruz. *** Dalgalı kır saçlı bir adam. Tarkovski-vâri bir çehre. Hırçın ve sert tabiatlı. Matbaadan gelen bir iş için birisine çıkışıyor. İşi getiren “Ne var abi bunda, 1-2 milim oynamış, olur o kadar” diye savununca “Olmaz!” diyor işaret parmağını kaldırarak, “Benim istediğim gibi yeniden basılacak”. Profesyonel ve mükemmeliyetçi; malum, memleketimizde az bulunur. İslam Abi beni takdim ediyor; “Bundan sonra sana emanet abi”. Çayları içiyoruz. Akşamları ve haftasonları Erenler kahvesine gidiyormuş; Küllük ve Marmara gibi eski edebiyat kahvelerinin / mahfillerinin devamı mahiyetinde bir mekân. Bu mahfillere ve hakiki İstanbul’a Nusret Abi’nin delaletiyle daldım vesselam. *** Bizim İstanbul’umuz Suriçi, Eyüp ve Üsküdar’dan ibaretti. Sonradan ben korsan olarak Beyoğlu ve Beşiktaş’ı da dahil ettim. O, Yahya Kemal gibi, İstanbul’u medeniyetimizin tâcı olarak görür; aynı zamanda Semerkand’dan Kurtuba’ya, Kırım’dan Hicaz’a bu medeniyetin hamurunu yoğuran bütün mânâ sultanlarını da hürmet ve muhabbetle anar, onlardan beslenir, onlara bağlılık duyardı. İşte İstanbul, sırdaşımız; Eyüp Sultan’da dualar, “İstanbulî” camilerde cumalar, Süleymaniye’de bayramlar... Yani İstanbul, yoldaşımız; Merkezefendi’de bir akşam, Hüdai’den Tokadi’ye bir selam / Yedi tepeden bakışlar, Şehzade’de nakışlar... İlle İstanbul, kaderimiz; 40

Hayy’dan Hû’ya


Fatih’te hatm-i hâcegânlar, Karagümrük’te devranlar, Ayasofya’da ezanlar ve Hırka-i Saadet’te Kur’anlar... “O manayı bul da bul İlle İstanbul’da bul.” Ve o eski zamanlar... Kaç kere dinlediğimiz o “sokak sesleri”... Şu köşede bir simitçi, Sultanahmet’te bir börekçi... (Küt ya da Kürt böreğine “etnik börek” derdi.) Yitip gitmiş o sokaklarda, mahallelerde “yitik zamanın” ve “donmuş müziğin” peşinde iki Sinan hayranı, iki “peripatetik”, iki “hüzün yolcusu”... Nietzsche “Wagner’le geçirdiğim saatler, ilâhî saatlerdi” diyor. Benim için de Nusret Abi’yle yaşadığım saatler, yıllar. Zorlu yıllar; hep sukût-ı hayal, hep sıkıntı, hep umut ve Üstad’ın deyişiyle “devamlı ve aralıksız bir manevi rahatsızlık”. Yaşadığımız budur. Ustam öldü ben satarım İstanbul sokaklarında. 2. Scherzo – Bewegt, Lebhaft - Trio: Schnell (Hâl) Nusret Abi’nin dostu, seveni çoktu. Herkesle ayrı bir muhabbeti, herkesle özel bir paylaştığı vardı; her dostunun da onunla. Sohbet halkalarının merkezinde duran birkaç kişiden biriydi. (Diğerleri: Hilmi Abi, Yurdakul Abi, Mehmed Niyazi Abi ve Yusuf Abi’dir.) Arada bir, geçici de olsa, birine kırıldığı, alındığı ya da kızdığı durumlar olurdu ama kimse ona kolay kolay darılmaz, gücenmezdi. Bu yönüyle rahmetli Hilmi Oflaz abimize benzerdi; bir farkla ki Hilmi Abi neredeyse hiç alınmaz, hiçkimseye darılmazdı. Bazen de dostlarımız o tatlı, içten ve amansız öfkesini köpürtmek için “orta” yaparlardı. Nusret Abi mizansenin farkına varırsa şu iki şıktan biri olurdu; tartışılan hassas bir konu ise gücenebilir, gırgır bir konuysa (mesela futbol) ya “işinize bakın” gibilerinden başını çevirir ya da “oyunu” keyifle deNusret Özcan

41


vam ettirirdi. Güzel ve tutkulu konuşur, “Erkeğin süsü, güzel kelamdır” sözünü sık sık hatırlatırdı. Futbol deyince; bütün zamanların en sıkı Fenerbahçelilerinden biri idi. Muhteşem bir Fenerli. Yine sıkı bir Fenerli olan Mustafa Kutlu ağabeyimiz ile o tanıştırmıştır beni, ve daha nice güzel insanla. 3-0’dan 4-3’ler, 6-0’lar, rekorlar, Lefter’ler, Can’lar ve Rıdvan’lar tantanalı bir resm-i geçit gibi arz-ı endam ederdi, futbol daha doğrusu Fenerbahçe sohbetlerinde. İslam Çupi’nin o nefis yazılarıyla coşar, Pele’yi Maradona’ya üstün tutar (şimdi eşit tutuyorum), Brezilya ile Fenerbahçe arasında bir “akrabalık” olduğunu düşünürdük. Brezilya yenilirse Fenerbahçe yenilmiş gibi olurdu. (Ben buna Almanya’yı da ekliyordum; Almanlar yenilirse Türkiye de yenik sayılabilir endişesiyle!) Erenler (Çorlulu Ali Paşa Medresesi) kahvesinden sonra mekân tuttuğumuz İlesam lokalindeyiz. Rahmetli Dekoder Mustafa Ekrem’in yeri göğü inlettiği, ister akıllı ister deli, hiçbirimizin mantığının ermediği çözümlemelerle ortalığı kırıp geçirdiği günler. Tabii camianın “yıldızı” da herkesin ağabeyi Hilmi Oflaz; Üstad delisi, Üstad yadigârı. Nusret Abi, ortalıkta dolanıp duran, her grubun sohbetine ortak olmaya çalışan Hilmi Abi’yi görünce onun işitebileceği bir sesle söylendi: -Siyah-Beyaz, böyle takım rengi mi olur? Düz, soğuk, donuk, küt renkler! Ne rengi? İlm-i fizikte renk bile sayılmazlar! Beşiktaşlılığıyla maruf Hilmi Abi birdenbire döndü. Oltaya takılmıştı. -Sen renklerin sembolizasyonundan ne anlarsın! (Sembolizasyon ve bu nevi kelimeleri dolu dolu ve çok şaşaalı telaffuz ederdi. Mesela: Monte Kaaarrlo) Dersini çalışmış bir öğrenci rolüyle ciddi ve tane tane cevapladı Nusret Abi: 42

Hayy’dan Hû’ya


-Anlarım. Siyah geceyi, karanlığı, yokluğu ve küfrü temsil eder; beyaz gündüzü, aydınlığı, varlığı ve imanı. Hilmi Abi son derece memnun, başını sallayıp gülümseyerek onayladı: -Aferin! Nusret Abi rakibini gafil avlamış atik bir güreşçi edasıyla atıldı: -Fakat bu ikisinin bir arada bulunması münafıklık alametidir! Her zaman hazırcevap olan Hilmi Abi bu ani atağa cevap veremedi, sarsıldı ve sağ elini yumruk yapıp ileri tutarak haykırdı: -Naaah! *** Onun son yıllarındaki tedavi ve istirahat günleri, benim de resmî görevlerim dolayısıyla İstanbul – Ankara hatlı yoğun çalışma günlerim istisna sayılırsa neredeyse her günümüz beraber geçti. Yusuf Abi adımızı “Şerik Bey”e çıkardı haliyle, Nusret Abi de bunu onayladı: “Hakkıyla şerikimizdir”. Şerik lakabı bize yadigâr kaldı. “Seni bana Allah gönderdi, seni hazır buldum”, “Seninle duygumuz, düşüncemiz, dünyamız yüzde doksan dokuz örtüşüyor be kardeşim” derdi. Birçok durum veya hatıra için şifre ya da fıkra numarası gibi jest-mimik, kelime ya da ifadeler oluşmuştu aramızda. Türk Ocağı’ndan Çemberlitaş’a yürüyoruz. “Yıllardan kimbilir 993 müdür?” Yanımızdan büyük bir gürültü ve süratle bir motosiklet geçti. Başında korsan bandı, tam siper öne eğilmiş. Bütün adanmışlığıyla ufukta bir noktaya doğru gidiyor, ama sadece gidiyor, Kafka’nın atlısı gibi, hedef yok. Bir an durdum, Nusret Abi’ye baktım ve başımı iki yana sallayıp “Durum vahim!” dedim. Aynı şeyi duymuş, aynı şeyi düşünmüş ve aynı espriyi ortak olarak keşfetmiştik. Yol boyunca ara ara başımızı iki yana sallayıp “Durum vahim!” dedik, bastık kahkahayı. Ve yıllarca devam etti bu nükte: “Durum vahim!” Nusret Özcan

43


Ümit Ajans’ta bir kış günü, hafiften kar başlamış. Kadim dostlarından Mehmet Şahin çıkageldi. Selam kelam, pencereye yöneldi, şöyle bir baktı: “Yok, bu kar tutmaz”. Nusret Abi muzipçe güldü: “Bak, deme böyle”. “Yok yok, bu kar tutmaz”. Kar yaklaşık bir hafta kaldı. Ondan sonra ne zaman kar yağsa Mehmet Şahin’i arayıp “Bu kar tutar mı?” diye sorduk. Geleneği hâlâ sürdürüyorum; “Mehmet Abi, bu kar tutar mı?” *** Tercihleri olmak, tercihleriyle yetinmek oturmuş kişiliğin alametlerindendir. Müthiş bir okuyucu olan ve külliyatlar deviren Nusret Abi’nin de daima tercihleri vardı; her alanda. Ondan çok şey öğrendim. Klasiklerden ve yenilerden neleri okuyacağım hususunda hep yol göstermiş, okuduklarımı nasıl bulduğumu sormuştur. “Beni 1 numaralar ilgilendirir” der, büyük eserleri, sevdiği eserleri gerekçelerini belirterek tavsiye eder; beğenmediği, sevmediği önemli eserlerin de değerini inkâr etmezdi. İnsana, hayata, varoluşa dair bir hakikat kıvılcımı, bir güzellik, bir incelik bulmayagörsün o eseri kendi yazmışçasına benimserdi. Bir mânâ avcısı vesselam. Hep mesafeli durduğu dâhilerden Balzac’ın Vadideki Zambak ve Eugenie Grandet gibi ünlü şaheserleri yerine Albay Chabert, Meçhul Şaheser ve Sönmüş Hayaller gibi nispeten az bilinen eserlerini sever ve tavsiye ederdi, tabii Goriot Baba’yı da çok beğenirdi. Istrati, Hamsun gibi “trajik” ustaların ayrı bir yeri olmuştur nazarımızda. Hamsun’un “kuboaa”sına bir anlam bulmaya çalışır, Istrati’nin şu yaman “aman bre!”siyle demlenip, “ehe more ehe”siyle keyiflenirdik. Artık Rihat Okuyan dostumuzla patlatıyoruz nârâyı: “Ehe more ehe... Gördün işte ehe more’yi!” Sohbetin birinde aynı anda Itrî ve Meragî ile Bach ve Liszt’ten, Armstrong ve Becaud ile Erkin ve Orhan babalardan bahsedilip iki de türkü tutturuluyorsa orada Nusret Abi vardır, başkası değil. Bilhassa “Yazımı Kışa Çevirdin” türkü44

Hayy’dan Hû’ya


sünü çok sever ve çok da güzel okurdu. Genel dinleyicinin aşina olmadığı Timur Selçuk’u o tanıtmıştır bana. Bu sohbete bir de rock kültürümü borçlu olduğum Arkeolog Mehmet Abi eklenirse ortalık toz duman olmaz mı! Yortsavul! Sinemada Tarkovski ve Kurosawacı (80’li yıllardaki nadir Tarkovski gösterimlerinden birinde bilet tükendiği için metazori içeri girip filmi merdivenlerden seyretmişliği vardır), romanda Dostoyevskici (en büyük romanımız: Bratya Karamazoff), hikâyede Poe ve Maupassantcı, tiyatroda Goethe ve Shakespeareci, eski şiirde Yunus Emre ve Fuzûlîci, yeni şiirde Baudelaire, Rilke ve Necip Fazılcı idik. Türk romanı yalnız dört isimden ibaretti: Halit Ziya, Peyami, Tanpınar ve Oğuz Atay. Hikâyede Sait Faik, Refik Halit, Ömer Seyfettin ve Sabahattin Ali “babalar”dandı. Mustafa Kutlu yaşayan bir klasik, Bahaeddin Özkişi ise “Türkiye’nin Maupassant’ı” idi. Tarık Buğra’nın Hayat Böyledir İşte’sini adıyla, anlatımıyla ve “yok canım sen de” şeklindeki muammalı bitişiyle “şiir” katında değerlendirirdi. Bir de Rasim Özdenören’in Ocak hikâyesinin onda çok özel bir yeri vardı; hikâyenin sonundaki “hayın” ifadesini yorumlarken gözleri dolardı. Birçok şairden ezbere şiir okurdu. Ezberinde çok şiiri olan şairlerden biri de Attilâ İlhan. Pia’yı, Mırç’ı, Böyle Bir Sevmek’i, An Gelir’i bir nefeste içerdi! Sezai Karakoç’tan ise Köşe, Monna Rosa, Sürgün Ülkeden, Şehrazat, Yağmur Duası... Orhan Veli’nin İstanbul Türküsü’nün şu son mısrası “kör kuyularda merdivensiz bırakırdı” bizi: “Tarifsiz kederler içindeyim!” Yalnız Tevfik Fikret’in Ferda, Necip Fazıl’ın Bacalar ve Ahmet Haşim’in O Belde ve Ölmek şiirleri merhum Ali Uğur ağabeyimizin “uzmanlık alanına” girdiğinden, o varken bunları okumaz, bu şiirleri onun hakim ve dokunaklı sesine tevdi ederdi. Dostlarının yazdığı “usta işi” şiirlerden heyecan duyar, bunları defterine yazar, hafızasına nakşederdi. Hastane günlerinde, Murat Yoğurtçu’nun gazel tarzı bir şiirini okurken ağladığı vâkidir: Nusret Özcan

45


“Bütün yıldızlar gider, gökte bir yağmur kalır, Gelir gelir kalbimin tam ortasına düşer.” Kendi şiirleri hakkında görüşlerimi alır, benim “karaladığım” şiirleri de titizlikle inceler, eksiğini fazlasını söylerdi. Erenler kahvesinin “balkon”undayız, 1992 sonları. Bir akşamüstü. Dalmışım. Dilime iki mısra geldi, yüksek sesle söyledim: “Sızıp bu şehrin damarlarından / Bir gün uzaklara gideceğim”. Alarma geçmişçesine bana dönerek “Kimin bu?” dedi. Kendimden kuşkulandım, acaba bir yerden mi aklımda kalmış diye. Düşündüm. Hayır. Çekinerek “Şimdi aklıma geldi, söyledim.” dedim. “Çok güzel, çok güçlü. Tuttum bunu. Gerisini getir.” Gerisi gelmedi ama Nusret Abi bu mısralarla “uğraşmaya” devam etti ve “gideceğim” kelimesini “döküleceğim” şeklinde, daha anlamlı ve isabetli bir kelimeyle değiştirdi. Doğu ve Batı klasiklerinde, müzikte, resimde, mimaride üzerinde ihtilafa düştüğümüz isim veya eser olmazdı. Yalnız ikili karşılaştırmalarda o, Woolf ’u Joyce’a, Marquez’i Borges’e tercih ederdi; ben ise Joyce ve Borges’i. Bazen gaflet ve dalaletle Bâkî’yi Fuzûlî’ye tercih ettiğim de olurdu! (Su Kasidesi hariç elbet) Ayvazovski’nin resimleriyle düşler dünyasına dalardık; çık çıkabilirsen. Fakat büyük isimlerle sınırlı değildi onun için büyüklük. Tıpkı Picasso’nun “Bir lokantanın duvarında da çok iyi bir resim görebilirsiniz” demesi gibi zaman zaman büyük eserlere her yerde rast gelinebileceğini vurgular; kimsenin duymadığı, bilmediği ya da “henüz popüler olmamış” şaheserlere dikkat çekerdi; Uzun Çarşının Uluları, Fıçıdan Hikâyeler ve daha neler neler. Bir kitabı çok önemli buluyorsa şöyle cezbedici bir cümle kurardı, hem de ballandırarak: “Kröyçer Sonat mı? Haa, bak, nefis bir kitaptır.” Amma velâkin sanatın da bilimin de din konumuna yükseltilmesinden ve “kutsallaştırılmasından” rahatsızlık duyardı, insanlığın sekülerleşmesinden duyduğu rahatsızlık kadar. 46

Hayy’dan Hû’ya


Hayatın bizatihi kendisini mucize olarak görür, eseri ona kıyasla değerlendirir, onunla tartardı. Seyahatname, tarih, biyografi, menkıbe ve hatıra türü kitaplara yoğun ilgisi maziye, geleneğe duyarlılığı yanında, yaşanmışlığa verdiği önemle de ilişkiliydi. Sokak Sesleri’nin o nostaljik ve derin etkisi, hayata dikkatin ürünüdür. Ayrıca, alanındaki birkaç “nefis” kitaptan biri olan Salah Birsel’in Kahveler Kitabı’nın bir benzerini, Bâb-ı Erenler’i tasarladı; bazı fragmanlarını yazdığı halde üzerine eğilme fırsatı bulamadı. Bu kitap 80’lerin başlarından itibaren bizim camianın “takıldığı” mekânları, buralarda görülen simaları ve dost sohbetlerini kayda geçirecek, Kahveler Kitabı’nın bir nevi devamı olacaktı. Fakat “ilim ve sanat uzun, hayat kısadır.” “Söylenmemiş kelimenin hasreti dudaklarda kalır.” Ve “buluşmalar mahşere...” 3. Adagio lamentoso – Sehr feierlich und misterioso – In paradisum (İstikbâl) “Nusret abimiz yani bizim abimiz” hayatı maddi tatmin illüzyonuna indirgeyip insanı insana, varlık’a ve kendi ürününe “yabancılaştıran” anlayışa; önce ihtiyaç üreten çağdaş kölelik anlayışına ve “kölenin mutluluğu”na şiddetle direnmiş idi. Sistemin, belki de bu çağın kaderi olan sistemin, o hep aynı insan ilişkilerinin karmaşık ve karanlık dünyasının; iktidar ve mülkiyet tutkusunun, hırsın, kibrin, sınır-tanımazlığın, ölçü-bilmezliğin, bencilliğin, sevgisizliğin yani ki “ay’ın karanlık yüzü”nün hakikati/iyiliği nasıl örttüğünü ta başından görmüş ve göstermeye çalışmış idi. Kötülüğün nasıl şeffaflaştığını; iyilikten kötülüğe, kötülükten iyiliğe nasıl gizli geçitler olduğunu ve elbet “tehlikenin belirdiği yerde koruyucu gücün de gelişip serpildiğini” görmüş ve göstermeye çalışmış idi. Sonra birden geri çekildi; büyük soruların, çelişkilerin, ızdırapların ardından ulaşılan o iç genişliği, dinginlik ve arınmışlık hâliyle. Eski-dünyalı, öte-dünyalı idi ve dervişçe oraya döndü. “Ve innâ ileyhi râciûn.” Nusret Özcan

47


Ekrem Ayyıldız, Nusret Özcan, İLESAM, 1993

48

Hayy’dan Hû’ya


*** Vefatından bir ay kadar önce Ankara’daydım. Bir akşam telefon etti. “Ara uzadı. Dönüşte şöyle uzun uzun dertleşelim. Konuşacağımız çok şey var” dedi. Birkaç gün sonra Hacı Bayram-ı Veli’ye tekmil verip “İstanbul’a dönüşlerini sevdiğim Ankara”dan döndüm. Hafta sonu Birlik Vakfı’nda, Üstad Necip Fazıl’ı ve Hilmi Oflaz’ı anma toplantısı vardı. Mehmed Niyazi Abi’nin reisliğindeki bu toplantıya Nusret Abi geç geldi, çok durgundu. Sohbete pek iştirak etmedi. Bir gölge gibi arka tarafta kaldı. Çıkışta birbirimize sarıldık, “Abi, Türk Ocağı’na geçiyoruz, gel biraz oturalım, çay içelim” dedim. Ayağındaki rahatsızlık onu zorluyordu. “Yok, ben şuradan bir taksiye binip eve gideyim” dedi. Ayrılırken dönüp üç-dört metrelik bir mesafeden birbirimize bakıp el salladık. Onu son görüşüm böyle oldu. Herşey yarım kaldı diye düşünüyordum ama değil. Varlığın/varoluşun anlamı nasıl yoklukla/hiçlikle diyalektik ilişkide ortaya çıkıyorsa, bir ömür de ölümde nihai anlamına kavuşur. Schubert ve Bruckner gibi musiki üstadlarının “şeklen yarım kalmış görünen”, gerçekte anlatacağı herşeyi anlatmış, defteri dürmüş ve bu şekliyle sonsuza açılmış, sonsuzu işaret etmiş olan “Bitmemiş Senfoni”leri gibi Nusret Abi’nin de ömrü “tamamlanmıştır”; bizim eksikliğimiz, dar görüşümüz baki kalmıştır. *** “Allah bizi cennette komşu etsin” diye dua ederdi; şimdi kendimi o kadar uzak gördüğüm cennette. Dilimde dua, içimde dâüssıla gibi şu Baudelaire mısrası: “Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet!” “Bin yıl yaşamış gibi çok hatıra” ve kazandırdığı onca şeyden sonra şimdi bana kalan şey nedir? Bitimsiz bir hasret, gurbet ve melamet; bir de yakamı hiç bırakmayan ve gittikçe artan o beyhûdelik hissi. Telefonla acı haberi ilk veren Yusuf Abi idi. Tereddütlü ve endişeli bir ses tonuyla “Yahu bizim Nusret öldü diyorlar, Nusret Özcan

49


aslı var mı” diye sorduğu an anladım; o her ânın potansiyel gerçeğini, kendi ölümüm gibi gerçek olan gerçeği. Evet, Nusret Abi öldü, çünkü hepimiz bir gün öleceğiz. İllâ Hû. 4. “Finale” yerine; text von Rainer Maria Rilke: Ölüm bizden öteye dönük olan bizim aydınlatmadığımız yüzüdür hayatın Gerçek hayat biçimi her iki bölgeye uzanır en büyük kan dolaşımı her ikisi boyunca Yapılması gereken, burada bakılmış ve dokunulmuş olanı o geniş, o en geniş çemberin içine almak ... Bizler “görünmez”in arılarıyız Çılgın gibi topluyoruz “görünür”ün balını “görünmez”in büyük altın kovanında biriktirip saklamak için.

50

Hayy’dan Hû’ya


Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler İbrahim BALCI

Bu fani âlemden dostlar göç ettiğinde faniliği daha bir derinden hissediyoruz. Bir zamanlar Topkapı’dan yola çıkıp Edirnekapı’da çay için, sohbet için mola verdiğimiz Nusret (Özcan) hayata mola dedi ve bizi yalnız bıraktı. Gazeteciliğe Millî Gazete’nin arşivinde başlayan Nusret’le dostluğumuz arşivde başlıyordu. Meşşaîler gibi sohbet ede ede Edirnekapı’ya çaya oturuyorduk, geç vakitte ben Mecidiyeköy’üne, o Edirnekapı’daki evlerine gidiyordu. Sonra araya fasılalar girdi, sık görüşemez olduk, ama uzaktaki yakın dost olarak varlığını yakından hissettik. O, selam veren, merhaba eden, herkese gönlünü açan sevecen bir dosttu. Sevgi dolu, aşk dolu, heyecan dolu can bir yoldaştı. “Yaratılanı yaratandan ötürü seven” gerçek bir mümindi. Edebiyatı edep için bilmiş, tiyatrodan öyküye birçok alanla ilgilenmişti. Celadeti, gayret-i diniyesindendi; iyi bir münekkiddi. Ama hepsinden önemlisi candan bir dost, sohbet eri, sohbet medeniyetimizin yalınkılıç bir neferiydi. İstanbul’da artık geç görüşsek de sohbet meclislerinde önemli bir gedik açıldı. Nusret Özcan

51


Nusret herkesten önce saçlarını ağarttığında, Hz. Ömer (r.a.) gibi bizden önce gideceğini söylemişti ama biz anlamamıştık; bari yaşayan dost ve arkadaşların kıymetini bilebilsek, bu fani hayatın gulgulesine aldanmasak. Beyaz saç ve sakallarıyla Nusret, tanımayan insanlara görüntüsüyle de güven veren bir güzel insandı. Nusret sevgiyle özdeşleşmişti. Çocuklarını, annesini, babasını, arkadaşlarını anlatırken gözleri sevgiyle kıpırdıyordu. O bir sevgi adamıydı. Çok sıkıntılar, acılar, hastalıklar çekti. Bunlar onun sevgisini ve sevecenliğini artırdı. “Çile çekmeyen, varlığını duyamaz” der gibiydi. Bu sevgi erini Resulullah’ın sancaktarının yanından Rabbine uğurlayacağız. Rabbim biz ondan razıydık, sen de razı ol, Resulullah’a komşu eyle, bizi de onlara komşu eyle. Sevgili kardeşim Nusret, makamın cennet olsun. Dostlar başımız sağolsun. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” Millî Gazete, 23.6.2007

52

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan Ayvaz Dede Şenlikleri’ndeydi Fatma K. BARBAROSOĞLU

Nusret Özcan’ın ölüm haberini Yeşilköy Havalimanı’nda Özlem Albayrak’tan alıyorum. Daha önce havaalanında ölüm haberi almışlığım yok. Tuhaf bir duygu. Sanki burada kalsanız bir şeyler yapabilecekmişsiniz de, gitmeyi tercih ederek bu yapılabileceklerden vazgeçiyormuşsunuz gibi bir suçluluk. Toprağına yabancı bir ot gibi kalakalıyorum. Hayat bir müddet duruyor. Bir müddet. Yani birkaç dakikalığına. Sonra bir dizi aksilik. (Bosna Büyükelçimiz Bülent Tulun Bey’e söz verdim yazmayacağıma dair.) Sekiz sütuna manşet bir kabul ile Bosna topraklarına ayak bastım diyeyim de, siz geri kalanını hayal hanenizde dokuyun. Bütün bu aksilikler içinde Nusret Özcan’ın vefat etmiş olduğunu unutuyorum. Şaşırmayın. “Rahmetli”nin öldüğünü unutmam ilk değildir. En tuhafını büyükannemin cenazesinde yaşamıştım. Salâ verilmiş. Suyunu ille de ben dökeceğim diye ısrar edilmiş, yolcu nihayet yerine yerleştirilmiş iken… Akşam olup da tepsilerle yemek getiren komşular taziyeye gelince, sevdiği yemekleri bir tepsiye koyup büyükanneme götürmüşlüğüm vardır. Sonra nereye gitti diye aramışlığım. Akranı olan teyzelerin korkuyla yüzüme bakıp Nusret Özcan

53


“onu yerine yerleştirdik ya yavrum” deyişleri. Yeri? Gün boyu ölmüş olduğunu unutuşum… Sonra bütün o törenlerin arkasından ölümün uzak çehresinin içinde yitip gitme. Bu yitişe gözyaşları mihmandar mıdır? Usul usul ağlamak bunun için merhem midir? Her ölümde kendi ölümümüzün provası niyetine… Nusret Özcan’ın öldüğünü de unutuyorum. Ta ki Ayvaz Dede Şenlikleri’ne kadar. Ayvaz Dede Şenlikleri’ni duymuş olmalısınız. Saru Saltuk ile birlikte Rumeli’yi irşada davet etmek için giden Horasan erenlerinden Ayvaz Dede. Suya geçit vermeyen bir kaya önünde kırk gün dua ediyor. Sonunda Allah Teala duaya icabet ediyor, kaya yarılıyor ve yöre halkı suya kavuşuyor. Bu olay onların sadece suya değil aynı zamanda İslam’a kavuşmalarının da başlangıcı oluyor. Boşnaklar her yıl haziran ayının son pazar günü, önce Ayvaz Dede Türbesi’nde dua edip sonra sekiz-dokuz kilometre orman içinden dik bir yokuşu beş saat yürüyorlar. Kayanın yarıldığı yere gelerek Müslüman olmalarının tarihini bir kez daha anıyorlar. Sabah namazından öğle namazına kadar ibadet ediyorlar. Adı şenlik, muhtevası ibadet olan bu törenler Boşnakları “biz” yapan maya. Onun için, komünist rejim dönemi hariç, 1463’ten bu yana Müslüman olmalarının tarihini kutluyor Boşnaklar. Dünyanın dört bir tarafından gelen Boşnaklar ve Müslümanlar at üstünde zirveye çıkardıkları sancaklarını tören meydanına dikiyor. Her yıl en güzel sancak, en yaşlı sancaktar ve en genç sancaktar seçiliyor. İşte tam o anda en genç sancaktarı işaret ederken mihmandarımız Aliya Bey, Rumeli kimliği ile çıkıp geldi Nusret Özcan. Beyaz gömlek, siyah cepken ve siyah şalvar giymiş olan sekiz-dokuz yaşlarındaki en genç sancaktar; fesinin altından omuzlarına kadar dökülmüş olan sarı-beyaz saçlarıyla ne kadar çocuk Nusret Özcan’dı. Nusret Özcan’ın kendine ölümü, ölüme de kendini hatırlatmak isteyen süt kadar beyaz saçı ve sakalı. Daha yaşı kaçtı ki! O kadar Nusret Özcan geliyor ki! Meydanın seslerini toplayan bir kulak oluyor adeta. 86 yaşındaki en yaş54

Hayy’dan Hû’ya


lı ve fakat en dinç sancaktar “Fatih Sultan Mehmet Han’ın askeri” olarak olanca ihtişamıyla meydanı yarıp geçerken; onun arkasındaki palabıyıklı, kovboy şapkalı adama takılıyor gözüm. Atının arkasında “satılık” yazıyor. Nusret Özcan’ın sesi geliyor kulağıma. “Fatma Hanım” diyor, “biz Rumeli’de ne deriz böyle yapanlara biliyor musunuz?” Ne dersiniz Nusret Bey? Bu soru cevapsız kalacak. Biraz önce cemaate Reisü’l Ulema Mustafa Efendiya Çeriç öğle namazını kıldırmıştı. Meydan minyatür bir Arafat Vakfesi kimliğine bürünmüştü. Namaz kılmak ile seyretmek arasında bocalamıştık bir an. Sünnet için namaza durmuş kalabalığı seyretmek nanca feyizliydi!!! Nusret Bey Bosna’ya gitmiş miydi? Bilmiyorum. Ama dönüş yolunda onu hep yanımda taşıyorum. Maya niyetine Nusret Özcan’ı bırakıyorum Bosna topraklarına. Tıpkı Bosnalı Vesna’nın hikâyesini Türkiye’ye maya niyetine getirdiğim gibi. Size Bosna’nın kadınlarını anlatacağım. Özellikle de Sırp asıllı Vesna’nın hikâyesini. Ama biliyorum ki anlatamayacağım. Çünkü onu görmeliydiniz. Gözü gözünüze değmeli, iman ehli olmanın ne muazzam bir dil olduğunu tecrübe etmeliydiniz. Ama ben yine de anlatmayı deneyeceğim Vesna’yı. Anlatamayacağımı bilmeme rağmen. Salıya kadar bekleyin. Çünkü Vesna’nın hikâyesinde bütün bir insanlığa yetecek iyilik mayası var. Yeni Şafak, 29.6.2007

Nusret Özcan

55


Yusuf Ziya Başbay, Nusret Özcan, İLESAM, 1997

56

Hayy’dan Hû’ya


Gittin ammâ ki… Yusuf Ziya BAŞBAY

Yanında otururduk Nusret Abi, kanatlarının altında saatlerce… Konuşurdun, konuşurdun ve dinlerdin dostlarını. Senden ayrılmak hep bir yarım kalmışlık duygusu verirdi bize. Son Üsküdar vapuruna doğru koşar adım inerken İlesam’dan, gönlüm hep senin yanındaydı Nusret Abi. Biliyorsun gözlerinden anlardım ben bunu. Sen zaten bilirdin Nusret Abi, zaten… Ah Nusret Abi, adımızı bile bir değişik söylerdin sen. Biz kendi ismimiz altında ezilirdik, bir mânâ üflerdin sanki içimize. Kalbimiz kanatlanırdı senin yanında Nusret Abi… İstanbul dolardı içimize… Aşk ve edebiyat, tasavvuf, büyükler, meczuplar… Melâmi bir derviş vardı hani, biliyorum Abi biliyorum... “Büyüklerin duası olsun!” değil mi Nusret Abi? Olsun Abi, olsun… Senin öldüğün günün takvim yaprağında ne yazıyor biliyor musun Nusret Abi? Fetih suresinden, “Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar.” âyeti. İstanbul’u ne de severdin… Suriçi ve Eyüp, Sokak Sesleri… Atikali, Beyazıt, Karagümrük, Yavuzselim, ille de Edirnekapı… Mihrimâh Sultan’ı severdin sen Nusret Abi… Bir hüzün yolcusu Beykoz’da mı geçiyordu? Akşam namazları yok mu Nusret Abi, akşam namazları… Ben o lezzeti Atikali Camii’nde senin arkanda saf tutunca tattım… İlesam’a dönNusret Özcan

57


sek, Muhittin diye bir bağırsan, “Kerbela’ya döndü burası… Çaay!” desen. Bir de sigaranı yaksan Nusret Abi… Kar Kelebekleri ve Sarıkamış, öfkende haklıydın sen Nusret Abi… Niyazi Abi’nin Çanakkale Mahşeri gözlerini yaşartırdı senin. Medine Müdafaası da öyle… Samih Nafiz Tansu, Tarık Mümtaz Göztepe, Sermet Muhtar Alus, Ref ’i Cevat Ulunay, Osman Cemal Kaygılı… bu adamlar kim Nusret Abi? Eski Kahramanlar, İlk Namaz; Ömer Seyfettin… Cengiz Dağcı senin çocukluktaki romancın değil mi? Aytmatov sonra… Cemile’nin hikâyesi, Cengiz Han’a Küsen Bulut. Yazmak istediğin şu göç romanı var ya Nusret Abi, Kafkasya’dan hicret… ne oldu? Tamam, Mustafa Abi’den konuşalım, Kutlu’dan, Kambur Hafız ve Minare’den bahsedelim… Nazan Bekiroğlu, Nûn Masalları, genç mezarlık bekçisi vardı ya… Denize Açılan Kapı’dan, Rasim Abi’den, Sezai Karakoç’tan, Monna Rosa’dan konuşsana Nusret Abi. Sen bunları severdin Nusret Abi… Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna… Şu gazeteci bir çocuk vardı hani, Orhan Kemal miydi Nusret Abi? Dranas, Asaf Halet, Tecer, Faruk Nafiz, Attilâ İlhan’ı da beğenirdin… Pia, Sisler Bulvarı… Ya Neşatî’den okuduğun o gazel: Nusret Abi Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile Yandı ciğerimiz Abi, kimsesiz kaldık… Söylerdin ya hep, çok değildik zaten, bir elin parmakları kadardık… Nasıl erkenden gittin Abi… Takvimdeki Deniz… Bendedir, Örümcek Ağı, Bu Yağmur, Ruh Şiiri değil mi Nusret Abi… Ne İleri Ne Geri. Sen bize ne dünyalar açtın Nusret Abi... Senin yanında Dostoyevski arkadaşımızdı bizim, Fyodor Mihailovich Dostoyevski… Ne adamdır be Abi! Istrati arkadaşımızdı, Mihail bizim de dostumuz değil mi Nusret Abi? Niye küsmüşlerdi onlar… Anlatsana Nusret Abi! Eyyüb el-Ensarî Hazretleri’ni anlat bize… Nasıl da erkek olduğunu söyle… Ubeydullah Ahrar mıydı, neydi, kimdi Nusret Abi? Fîhi Mâ Fîh miydi, yoksa Hikem-i Atâiyye mi… Taci Baba’nın çizdiği 58

Hayy’dan Hû’ya


o ağaç odanda duruyor Nusret Abi; hani altına şöyle yazmış: “İnsanı insan yapan mânâdır.” Bir şey söyleyecektin sen bir gün bize. Bir şey! Söylemeden mi gidiyorsun Nusret Abi? Yoksa söyledin de biz mi duymadık Nusret Abi? İnsanı insan yapan mânâdır, âh be Nusret Abi…

Nusret Özcan

59


60

Hayy’dan Hû’ya


Himmet Limanım Turan BOZKURT

O Eyüplüydü, ben Karagümrüklü; Ben onun “mülteci”, “tufan” adladığı kardeşi, O, köşetaşlık yerini minnetle andığım can ağabeyimdi. Çorlulu’da, Gruplar ve masalarda çok kez, yana yan ve yüze yüz, Kelam ve teatilerdeydik: 84-88 yıllarında mütemadiyen, 94-95 arası yoğun ve münbit, 97 boyunca beş altı defa, Sonrasında da nadiren.. *** 80 İhtilali’nin dört yıl ertesi, O iki yıldır mezun, ben ilk sınıfta olsam da. Siyasi yelpazenin, en sağdan en sola, sokakta arbede yerine artık masalara ilişip, fikir, eser ve geçmişi muhasebelik, çekingen diyaloglar döneminin gençleriydik. Ben serazad-meşreplilikle gruplar klikler dolanıp tadımlık temaslardayken… Nusret Özcan

61


O, yolunun net haritası elinde, tarafı ve tavrı belli bir dava insanıydı: Hayata rindane ve humor perteviyle bakmaktan samimiyetimiz kavileşse de, Felsefi meselelerde kıran kırana eleştirel, karşılıklı perspektif talimindeydik. Mizah alamet-i farikamızdı bizim: Başta muhalefet Burhan’ın icadı yahut tetiklediği esprilerle; O, Viyana Alper, Arkeolog Mehmet, Strateji Aydın, Sırım Yakup ve kamber olarak ben, çok güldük, çok güldürdük… İkimiz evlerimize Yavuz Selim üzerinden yürüyüp, Draman’da ayrılmıştık onlarca kez… Onlarca kez -başbaşaydık ya artık- kitap, fikir boşlayıp yalnızca aşklarımı konuşmuştuk. “Bundan maada” girişli cümlelerine bayılıyordum; Çantasını taşımama asla yanaşmadı, “ölümü gör!” ısrarlarıma rağmen… Kitaplarını topluca, şahsıma özel, imzalayıp gönderiverecekti bir ara; Alamadım hiç... Safranbolu’da zor vakitlerimden birine denk geldi vefat haberi. İstanbul’a sıla şiirleri okuyagezdiğim günün gecesiydi: “Kanal”ın: “Yeni Şafak yazarı Nusret Özcan vefat etti” anonsuyla; “Ağabey, N’aptın?” figanıyla yatağa kapaklandım helallik dileyerek. Heyhat; önceden-tayin, atama-göçlerle köksüzlükten muzdaripken, şimdi de himmet-liman ağabeyimden öksüzdüm artık… Hayatımdaki yerini; giryanımı ve kalemimi zapt için epizodlar halinde serdedeceğim: 62

Hayy’dan Hû’ya


“BAY MÜLTECİ!”

Sene 84. Darülfünun felsefe ilk yıl. Ekim sonlarıydı herhalde… Fakültenin 2. kat koridorundaki çay ocağında dört beş gedikli tavırlı öğrenciden birine selam niyetine latife dokundurunca, on kelam, çok adım sonra, ilk defa Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeydim… Artık müdavim sayıldığım günlerden birinde, bir felsefe bahsini izahlık paragrafımın cümleleri edatlarla uzayıp gına sınırını zorladığında, Burhan, öfke patlamasına ramak, kızaran yüzünde sinirden kahkahaya ayarlı tebessümle: “Nusret Abi, ya çek fişini şu linguistik delinin!” dediği an, sağıma dönünce ayakta ve hafif dinlemeye eğilmiş Cüneyt Arkın saçları, gözlerinde kor bir şefkat ve muzip-engiz bir edayla: -Kimsin, nesin sen çocuk? -Mülteci, abi… -Nasıl yani, hangi manada? Elinde aşina olduğum kitaplardan yıldırım ilhamla: -“Hayattan muhacir, eşyadan öksüz manasına abi; hem resmi olarak da bunu teyid edebilirim: ata yurdundan atıldım (Atatürk Öğrenci Yurdu), ana yurdunda (dayımların evi) muvakkat kalıyorum..” diyaloğuyla tanışmış olduk… O günden itibaren mahlasım ve imzam mülteci; O’nun ünleyişiyle: “Bay Mülteci!” “SADECE KALEMİM”

95 Seçimlerine birkaç ay vardı… “Turgut Özal Vizyonunu Yaşatma Vakfı” hayalimi Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı civarındaki çay bahçelerinden birinde Erkan Mumcu’ya telmihlediğim günlerde, Kurucu takım olarak bahsi açtığım ortak dostlarımız içerisinde Nusret Ağabey de vardı.. Nusret Özcan

63


-“Bunca işlerim arasında bu sorumluluğu yüklenemem, giran gelir” diye itiraza davranan Mumcu’ya: -“Senin maddi gücün ve teşebbüs cesaretinle yapmanı beklediğimiz şey, dağınık bir odayı toplama mesabesindedir; sadece ön ayak ol bize yeter!” izahımla mutabakat ertesi; Nusret Ağabeyle, İran Konsolosluğu karşısındaki Tabibler Odası’na ait kiralık boş binayı merkez büro tesisi ihtimaliyle ilkten, olmayınca da Beyazıt ve Laleli civarında müsait mekan aramaya başladık.. Nusret Ağabey genellikle, rol tevziini bekleyerek az geride duruyordu;. -Tufancım, benim param yok, biline... sadece kalemim... -Ağabey, sen ve ben o kısımdan muafız; bize varlığın ve bittabii kalemin! E. Mumcu’nun vekil seçilmesinden iki üç ay sonra ben, ailevi meselelerden dolayı İstanbul’dan teması kopup, 9697’de derin bir kış kovuğunda askerlik tamamlayıp geldiğimde, fikrim, siyasi atmosferin namüsait olmasından ertelenmiş, akim kalmıştı.. Her karşılaştığımızda projeyi anar, hayıflanır, kızar ve “kısmet değilmiş” der avuturdu.. Ve sonra her birimiz, 28 Şubatı hazırlayan topuk seslerinin zoruyla kendi mecra ve maceralarımıza dağıldık.. KARTALLAR YÜKSEK UÇAR

İkinci sınıftayım; İşe ihtiyacım var ama kalem sivriltebileceğim bir mevki dileğindeyim: Bir arkadaşın sadece adres tarifiyle Cağaloğlu’ndayım; bir, iki, üç... sol kapı... Aaa! Nusret Ağabey!.. -Hayrola Tufancım? 64

Hayy’dan Hû’ya


-Redaksiyon işi varmış, Maharishi Mehmet söyledi, arıyormuşsunuz! Önce çay söyledi. Sonra kelimeleri rikkatle seçip tane tane: -Redaksiyon işi değil, o ayrı, bu sağa sola getir götür işi, sana olmaz! -İyi abi... Bu bana çıraklıktan başlamak... -Yok can kardeşim, başka bak sen, sen git daha oku ve yaz.. -??? -Kartallar yüksek uçmalı Tufan can; taş çakıl basamak sana uymaz.. -Peki ağabey. Evet; Hemen bir dağ ve bir sema bulmalıydım uçmak için, hemen; Ama ah şu maişet prangası, bir çözebilseydim… SAKA, 2.80!

94’teyiz... Mayıs sonları... Çatalca’nın baharından o kadar çok bahsettim ki herkes “yetti artık!” deyip, bi dünya arkadaşla yola çıktık. Tahminen 20 kişiydik... Çatalca’dan çok Yalıköy’e yakın bir yerde piknik hazırlığına koyulduk. Her şey var denecek miktarda ama, eyvah, su yok. Arabalardan birinden 20 litrelik jerikanı alıp uzak mesafeden, elle çok zor, bagaj lastiklerinden yaptığım sırt askısı ile çok pratik bir şekilde su taşıyorum. Nusret Ağabey, ben daha âvâzlık mesafedeyken, el kol sallayarak, -Hey saka! İlk bizim tarafa! Yüksek perdeden, arkadaşlarla öncelik şakalaşıyordu... Nusret Özcan

65


Izgaraların hazır olmasını boşa beklememek için maç kararı verildi ve altışarlı karşı taraflardayız... Skor 2’ye 5… 1.65 boya 93 kiloluk o zamanki hımbıl ve löpür cüssemle, maçta topa dokunma fırsatı beklemeye başladım, rakipten seken top bana gelince, karşı kaleye Maradonalaşarak gol hedefledim: Bir çalım, iki beşlik, üç top açarak koşturuyorum, deyim yerindeyse can havliyle gövdemi top peşinde tutmaya hop zıplıyorum; kaleye iki adımlık şut mesafesinde son nefes, yüzükoyun, dil dışarıda, terden sırıl ve bitik; kollarımı iki yana açıp soluksuz yığılakaldım: herkesler ilkyardımlık müdahale gerekir mi telaşlarındayken; Nusret Ağabey, çayır inletti kahkahalarla: Saka 2.80, Skor 4.80’e 5! NİHAYET

Biliyorum, Ortak tanışlarımız kadar; çok vakitlik sohbetleşemedik, kısmet olmadı: Aklaşan saçı, karlaşan sakalıyla N. Fazıl’dan ruhani hatıraydı indimizde… Son zamanlar; Gözlerindeki o şefkat ve tebessüm, hüzne döneyazdı sanki; Gönlü, ebediyetin çağrısına ciddiyet kesildiğindendi herhal; Son gong vârestedir çünkü; yer, uğraş, hâl ve fikirden o anki, Hem çok kez, irtihal, uyarıyordu kalp morslarıyla: vakit dar! Vedalaş yeryüzüyle artık, hangi an bilemezsin, belki derhal! 66

Hayy’dan Hû’ya


*** Dileklik, ezberimizdeydi hep: “İki yıldız arası göğe asılı hamak… / Uyku, uyku… Zamansız ve mekânsız, uyumak” istiyorum. Eminim, Rahmetle karşılandın ötelerde ağabey! İzindeyim, Ben de kalp krizi geçirdim birkaç! Geliyorum, yakın; Hatıralaştığın yaşa da vardım ya bu yıl, Mevsimler tamam, Saatimi bekliyorum... Erenköy / 17.09.2012

Nusret Özcan

67


68

Hayy’dan Hû’ya


Seni Öyle Özledik ki Hamit CAN*

Fırsat buldukça onu ziyaret ederim. İzinli olduğum günler, yolumu Eyüpsultan’a düşürür, ikindi namazını eda edip parke taşlı, dik yokuşu ağır ağır çıkar ve soluğu kabrinin başında alırım. Aziz ruhuna fatihalar okuduktan sonra bir süre ayakucunda oturup derin düşüncelere dalarım. Daldıkça, servi dallarının kımıltısını ve denizin mavi yüzünü görmez olurum. Gözümün önünden tatlı hatıralar akıp gider. Bambaşka iklimlerle karşı karşıyaymışım gibi bir hisse kapılırım. “Sevgili Nusretciğim” diye başlarım sohbete. İçimden ona böyle hitap ederim. (Bazen sırf muziplik olsun diye “Nusretciğim” deyişime ilkin şaşırmış gibi yaptığını ve ardından kahkahayla gülüp “Ah güzel abim benim” gibi bir cümleyle konuşmasını sürdürdüğünü hatırladıkça hüzünlenirim. Gözlerim buğulanır.) Sevgili Nusretciğim, vedalaşmadan gittiğin o günü hiç unutmadım. Unutacağım da yok. Mis kokulu güller açılmıştı bahçelerde, ama yüreğimizdeki bahçeler tarumar olmuştu. Bazen arkadaşlarla senden konuşurken, birbirimize “Keşke şimdi Nusret Ağabey çıkıp gelseydi” diyoruz, “O tok sesi or*Hamit Can’ı Şubat 2010’da ebedî âleme uğurladık, Allah’tan rahmet diliyoruz. Nusret Özcan

69


talığı çınlatsaydı. Esprileriyle, bu durgun atmosfer bir anda değişir, canlanırdı.” Yaz akşamları bir çay bahçesinde veya eski bir külliyenin avlusunda bir masaya kurulur, tavşan kanı çaylar eşliğinde koyu sohbetlere dalardık. Başlardı tatlı tatlı anlatmaya. Göz kamaştırıcı kelimelerle sanki dünyanın en harika tablolarını çizerdi. Bu kadar yoğun, ilginç ve önemli havadisi nasıl bulur ve ustaca nasıl birbirine bağlardı, şaşardınız. Zamanın hızla geçip gittiğinin farkına varmazdık. Onu dinledikçe, eşyanın sesi ve rengi değişirdi sanki. Ölüm hayata dönüşürdü. Hayatsa, olsa olsa ancak bir imtihandan ibaretti. Yüreklerimiz cennetten esintilerle titrerdi. Kimi zamanlar da susar, çıt çıkarmadan birbirimize bakar ve “hiç konuşmadan” her şeyi konuşurduk. Hayata güzelliğin penceresinden bakar ve öyle görürdü. Kalbi, bir çocuğunki gibi tertemiz ve berraktı. İnsanda hayranlık uyandıracak derecede hassastı. Karşısındakinin yüz çizgilerinden hâlet-i ruhiyesini tahmin ederdi. Ki, kuvvetli sezgiye sahipti. Nusret Ağabeyle 1980’li yılların sonlarında tanıştık. İlerleyen yıllarda dostluğumuz artarak devam etti. Gazetenin çeşitli dönemlerinde aynı birimlerde ve odalarda çalıştık. Onunla ilgili öyle çok hatıram var ki bilmem hangisini nakledeyim? Mesela, 1994 yılına ait şu anekdotu aktarsam mı? Mevsimlerden sonbahardı. Rahmetli Hilmi Oflaz, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde kanser tedavisi görüyordu. Onu bir akşam ziyarete gittiğimizde, şiddetli bir yağmura yakalandık, sırılsıklam olduk. Kendimizi ufak, köhne bir çay ocağına zor atıp karşılıklı bakışıp gülüştük. Üzerinde çalıştığı hikâyesinden bahsetti. Üstad Necip Fazıl’ın çok sevdiği Hilmi Oflaz’ın, her sıkıntı gibi kanser belasını da güle-oynaya karşıladığından ve durumundan hiç yakınmadığından söz etti. “Hilmi Ağabey, işlerini Allah’a ısmarlayan tam bir mü’mindir” dedi. 70

Hayy’dan Hû’ya


Yine doksanlı yıllar. Güzel bir yaz gecesi, Beyazıt’tan Edirnekapı’ya doğru yürüyorduk. Bir ara yorulunca “Dinlenelim” dedi. Atikali’deki eski bir taş yapının önünde soluklandık. Aheste aheste yürüyüşümüz boyunca sanattan, edebiyattan söz ettik. “Pas” adlı uzun hikâyesinde dile getirdiği “pas”ların ancak Hazreti Musa’ya verilen mucizelerden “yed-i beyza”nın nuruyla cilalanabileceğini söyledi: “Musa aleyhisselam, elini koltuğunun altından çıkardığında bembeyaz parlarmış. Kalbler, onunla parlatılmazsa paslanmaya yüz tutar. O hikâyede hakikate sırt çeviren kalblerin gittikçe karardığına yani pas tuttuğuna dikkat çektim”. Söz şiir, tiyatro, sinema ve edebiyat konularında genişledi, büyüdü. Gecenin serinliğiyle bu hoş sohbet daha da güzelleşti. Bir gün demişti ki: “Yürüdükten kısa bir süre sonra ayaklarımın altında müthiş bir yanma hissediyorum”. Yıllarca ayağındaki rahatsızlığı geçmedi. Vefatından üç buçuk-dört yıl önce ayak parmaklarından üçünü “kangren” ihtimaline karşı feda etmek zorunda kaldı. Aynı dönemlerde kalp krizi geçirdi. Uzun süre İstanbul’da ve İstanbul dışında birçok doktora başvurdu. Bir başka gün. Gazetenin yoğun saatleri. Merdivende karşılaştık. Gülerek dedi ki: “Sesim, spikerlerin sesine benziyor, değil mi kurban? Bu alanda çok yetenekliyimdir”. Yüzünde çocuksu bir ifade vardı. Şakalaşma isteğiyle, bir-iki kere aynı soruyu sorunca, “Yetenekli olup olmaman bir yana. Bakalım ‘yetenek’ seni kurtarmaya yetecek mi?” Niyetim sadece yaptığı latifeye karşılık vermekti. Aradan iki gün geçti. Aşağı kata inmek üzereyken, fısıltıyla “Hamit Abi, sana ‘hususi’ bir şey sormak istiyorum” dedi. (Benden bir yaş büyüktü, ama bana böyle hitap etmekten hoşlanırdı). “Buyur Nusret Ağabey” dedim. Bir süre yüzüme baktı. Sonra yavaş bir sesle: “Geçen gün, ‘yetenek’ kurtarmaya yeter mi, falan dedin? Neyi kast etmek istedin acaba?” Birden beni bir gülme tuttu. Günlerden çarşamba (20 Haziran). Camdan dışarıyı seyrediyordum. Omzuma dokunup kendine has üslubuyla “SeNusret Özcan

71


nin ana fikrin nedir?” diye sordu. Gülümsedim. “Sen daha iyi bilirsin... Ama yine de bir ipucu vereyim: Nusret Özcan’ı çok seviyorum...” - Yarın ne yapıyorsun? İzinli misin? - Evet, dedim. - Ben de mi izin yapsam acaba? Birkaç saniye geçmeden, dedi ki: “Allah şahittir, ben de seni çok seviyorum.” Yüzündeki o hüzünlü ifadeye bir anlam veremedim. Yalnızca hayret ettim. Daha sonra “Cuma günü seninle konuşmak istediğim bir konu var” dedi... Cuma günü sabah işyerine geldiğimde, Nusret Ağabeyin hastaneye kaldırıldığını duydum. İnanmak istemedim. Tarih 22 Haziran 2007 idi. Günlerden cumaydı, evet. Saat 11’i çeyrek geçe ruhunu teslim ettiğinde, bu kez öldüğüne de inanmak istemedim. Herkes gibi ben de şok oldum. Yeni Şafak, 1 Mayıs 2008

72

Hayy’dan Hû’ya


Beyaz Adam Abdülkerim CANTÜRK

“Büyükler müstesna, kaliteli bir müslüman tanıdın mı hiç?” diye sorsalar, hiç tereddüt etmeden göstereceğim ilk kişi rahmetli Nusret Ağabeyimdir. Üstad’ın sesini birebir taklit ederek bana “Malkoçum” demesi, hep aynı tazeliğinde kulaklarımda çınlıyor. Sultan çay ocağında ilk karşılaşmamız, sürekli gittiğim bir yer lakin “beyaz adamı” ilk görüşüm, ben de o aralar yeni tornaya bağlanmışım, kafamdaki çatlaklar tamir edilmeye başlanmış :) ve genel olarak dinini yaşamaya çalışanlar için oldukça sıkıntılı zamanlar, yani yeni bir yüz gördüğümüzde “Mit mi lan bu” diye pimpiriklendiğimiz dönemler, neyse... Allah sevdiği için bize de hemen sevdirdi, bizim için hazine olduğunu hamdolsun kısa zamanda anladık. Nusret Ağabey çok önemli bir özelliğe de sahipti, bildiklerini cömertçe insanlara aktarırdı hiç usanmadan, bununla birlikte duygusallığını da oldukça belli ederdi, sanki kristal bir kalbi vardı, bunun farkında olanlar çok dikkatli olurdu. Bir de o dönemde arkadaşların çoğunluğu dinî konularda çok eksiktiler, bu da Nusret ağabeyimiz için büyük bir dezavantajdı yani neyin nasıl sorulacağı pek bilinmezdi. Öyle sorularla muhatab olurdu ki, bazen zıvanadan çıktığı olurdu ve hemen bana dönerek “Malkoçum, bununla sen ilgilen” derdi ! Nusret Özcan

73


Kısacası onun ilminden o kadar faydalandık ki yazmakla bitmez. Allah ondan razı olsun... Kısa sürede o kadar samimi olmuştuk ki, artık o benim tartışılmaz bir numara ağabeyimdi, okumanın ve bilmenin en önemli tarafı olan “doğru kaynak” o idi benim için, hele ki tarihi konuları anlatırken çayımızı nerdeyse karıştırmak istemezdik ses olmasın diye, sanki orada imiş gibi anlatırdı bize konuları, akşamları mutad beraberliğimizin haricinde bazen gazeteye yanına giderdim... O her gün evinden çıkıp Edirnekapı’daki Acıçeşme durağından taksiyle gazeteye giderdi, bir keresinde çok hoş bir anımız oldu. Benim taksicilik yaptığım bir dönemdi, sabah Fatih’ten Edirnekapı istikametine gidiyordum, bir an kalbimden şöyle geçti, “İster misin Nusret Ağabeyim Acıçeşme’de taksi bekliyor olsun ve içinden de desin ki ‘Bu sabah malkoçum denk gelse de onunla gazeteye gitsem’ , ben de sol şeritten hızla sağ şeride girerek önünde dursam ve ‘ne var kardeşim sabah sabah böyle çağırmalar’ falan deyip gülsem” Ve aynen öyle oldu :) Hani derler ya “kalpten kalbe yol vardır”, işte biz onu o an en net şekilde yaşadık, çünkü biz birbirimizi menfaatsiz seviyorduk (inşaallah), ona hep dua ettim ve nasip olduğu sürece devam edeceğim... Leyla ile Mecnun kitabını yazmıştı, yine çay ocağında bir araya gelmiştik ki, bana ayırdığı kitabı uzatarak “Malkoçum bu senin” dedi, ben de hadi hayırlısı deyip hemen kitabın ön kapağını açtım ve “hani bunun yazısı” dedim gülümseyerek. Yazmaya başladı, bitirince tarihi attı, 20. 08. 2005; ve ne gariptir ki o gün benim doğum günümdü. Bir gecede kitabı okuyup bitirdim, ertesi gün bir araya gelince asık bir suratla dedim ki “Ağabey sen bize kafayı mı yedircen!” Kısa bir sessizlikten sonra o güzel tebessümüyle “Hayırdır Malkoçum” dedi, dedim ki “Böyle kitap mı yazılır, bunalıma girdim, hiç tanımadığım bir kıza aşık oldum boşlukta dolanıyorum.” Tebessümü gülmeye dönüştü ve “Gel otur yanıma, yengenden de çok fırça yedim bu kitap yüzün74

Hayy’dan Hû’ya


den” dedi... Anlatacak çok şey var, dile kolay yılarca olan bir beraberlik. Yine bir gün beni aradı “Malkoçum, yarın o Kamil’i de al gel, size bomba bir sohbet edeceğim!” Ertesi gün o bombalar bombası sohbetini bize, Merkezefendi gasilhanesinde yaptı! Kelimeler kifayetsiz, saçlarını yıkamak ve kabrine indiren iki kişiden biri olmak şerefine nail oldum... Makamı âli olsun, yine beraber olmak dileğiyle...

Nusret Özcan

75


76

Hayy’dan Hû’ya


Yeni Şafak’ın “Ağ Yüzü” Murat ÇAPKIN

Rahmetli Nusret Özcan’ı Yeni Şafak gazetesinde tanıdım. Ölümüne dek arkadaşlığımız devam etti. Birbirimiz için iyi birer dosttuk. Gazete dışında da sık sık görüşürdük. Adeta aynı ailenin fertleri gibiydik. O, saçıyla, sakalıyla, yürüyüşüyle, konuşmasıyla farklı biriydi. Hemen ayrışır, fark edilirdi. Gazetenin kantininde çay sohbetleri sırasında herkes onun masası etrafında kümelenir, ânında sohbet ortamı oluşurdu. Gündemdeki konular konuşulur tartışılır, dinî konularda fetvalar ondan alınırdı. Çok sıradışı bir yaşamı vardı. Maddeye kıymet vermezdi. İnsanî olmayan hiçbir değer onun ilgi alanında değildi. Teknolojik olgular insanî değerleri yok etmişti ona göre. İyi bir müslüman, örnek bir aile reisi idi. Sigara içmeyi çok severdi. Son zamanlarda ayak parmağında bir yarayla rahatsızlandı. Ayrıca kalp rahatsızlığı da vardı. Bir defasında kalp krizi geçirdi, anjiyo oldu. Bir damarının tıkalı olduğu anlaşılınca doktorlar ona by-pass olması gerektiğini söylediler. Rahmetli, ayağındaki rahatsızlıktan dolayı ameliyatı erteliyordu. Hastalığı onu dostlarından uzun zaman ayrı düşürdü. Ayağındaki yara iyileşmiyor, gittikçe büyüyordu. Doktorlar, “Yaranın kangren olma ihtimali var, ayağını kaybedebilirsin” diyorlardı. Zor bir hastalığı vardı. Çok mücadele etti, çok da sabretti. Nusret Özcan

77


Hastalığında daha çok yanında bulunmaya gayret ettim. İş çıkışı zaman zaman evine gider, hâlini hatırını sorar, bir ihtiyacı olup olmadığını öğrenmeye çalışırdım. Maddi imkanları kısıtlı idi. Tedavisi için para gerekiyor ama bu durumu da kimseye açmıyordu. Ben bunu hissediyor ve yardımcı olabilmek için elimden geleni yapıyordum. Bir defasında kollarını açarak bana sımsıkı sarıldı. Ağlayarak, “Yahu arkadaş” dedi, “Sen kimsin? Benim anam mısın, babam mısın? Niye benimle bu kadar ilgileniyorsun?” Ben de “Evet! Ben ne annen ne de babanım. Sadece bu günlerde yanında olmaya çalışan bir arkadaşın, bir kardeşinim. Allah bunu bana nasip etti” dedim. Son görüşmemiz ve son konuşmamız gazetede oldu: Günlerden Perşembe, saat 4-5 suları. Her zaman yaptığı gibi o gün de odamın kapısına yaslandı, “Üstad biliyor musun” dedi, “Benim çok borcum var, nasıl ödeyeceğiz bunu?” “Yahu Hacım senin borcundan ne olur; sen esnaf değilsin, tüccar değilsin… Benim gibi günübirlik yaşayan birisin, bunları dert etme sen, öderiz” dedim. “Öderiz değil mi!” diye teyit etti. “Bak, pazar günü saat 3’te Eyüp’te randevum var, bir yere söz verme, birlikte gideceğiz” dedi. Maalesef biz onu cumartesi günü ebedî istirahatgâhı Eyüp Sultan’a gönderdik. Vefatından sonra ilk zamanlar hemen her gece Hacımı rüyamda görürdüm. Konuşur, dertleşirdik günlük hayatta olduğu gibi. Yine rüyamda bir keresinde Eyüp Camii’nin avlusunda buluştuk: “Senden çok memnunum, her şeyi çok güzel yaptın, eksik bir şey yok ama bir ricam daha var: Benim yayınlanmak üzere olan bir kitabım var, onun telif hakkı duruyor. Yayıneviyle bir konuşup bunu da halletsen” dedi. Rüyamda “Kolay iş, hallederiz” dedim. O sabah saat 10 sularında işe geldiğimde dahilî telefonum çaldı. Karşımdaki ses beni soruyordu, “Buyurun benim” dedim. “Ben Abdullah Muradoğlu’nun yönlendirmesiyle sizi arıyorum. Rahmetli Nusret Bey’in kitabının telif hakkı duruyor. Bu durumu çocuklarıyla konuşsanız da birlikte halletsek” dedi. Hemen gerekli işlemleri hallettik. Bu olaya çok şaşırmıştım. Allah mekânını cennet etsin. 78

Hayy’dan Hû’ya


Akça Koca Fikri Bülent ÇELİK

Yine dizine diz kırıp sığındığımız limana yanaşmıştık. Ayağındaki dayanılmaz ağrıları sebebiyle bayağı yorulmuş Nusret Abi’ye (Gerçi ben ona çoğu zaman Akça Koca derdim, o da bana Sungur’um derdi.) hem biraz muzırlık olsun hem de neşelenelim diye “Seni dün gece rüyamda gördüm” dedim. “Eee..” dedi. Bilen bilir, yazı yaz ise kışı da kıştı bu ak sakallı gencin. “Ne bileyim işte, görmezlikten geldim” dedim. Çok güldü... Hatta sonradan öğrendim, anlatıp anlatıp gülmüş gıyabımda. Dedim ya bazen kış olur, bazen yaz olurdu Akça Koca. İnsan her aklına geleni sorup cevabını aldığı bir adamı kaybetmedikçe kıymetini anlayamıyor. “Sen bilirsin...” diye başlardık sorulara. O da artık bıkkınlıktan sanırım, “Tabii ben bilirim” derdi, başlardı cevaplara. Bazen arabesk, bazen rönesans, bazen siyaset, bazen sinema olurdu sohbetin mevzuu. Birleştirirdi bizi. Paydası ortak bir kardeşliğin abiliğini yapardı. Akşam evine bırakırken geçtiğimiz yol üzerindeki tanış kuruyemişciye “Kriko var mı?” deyişimiz, kuruyemişçinin “Yok!” cevabıyla her seferinde yüzümüzde tebessümlerin belirişi... Burak ile, restorasyonu bitmek bilmeyen Şehzade Camii’nde içerideki iskelelerden dolayı kıbleyi şaşırıp namaz kılışımızı anlattığımızda tatlı bir öfkeyle “Ne biçim adamsıNusret Özcan

79


nız! Yahu adam cami içinde kıbleyi şaşırır mı!” diye çıkışması... Unutulmaz hatıralar vesselam. Kitap listeleri hazırlardı okuyalım diye, biz de kızmasın diye alırdık listeleri, kitapları değil ama listeyi okurduk! Murat Yoğurtçu’nun Galatasaraylı olduğunu Akça Koca’nın vefatından sonra öğrendim. Meğer adam Akça Koca korkusundan tuttuğu takımı saklamış! İşin gerçeği çoğumuz bir şeyler saklardık ondan, fakat kimselerin bilmediğini de onunla paylaşırdık. Velhasılı yazı yaz idi, kışı da kış. “Ahirette birkaç milyon yıl beni rahatsız etmeyin, işlerim var!” demiştin; biiznillah, bir ömür artı birkaç milyon yıl bekledikten sonra kavuşuruz Akça Koca... Ben Sungur’un.

80

Hayy’dan Hû’ya


Güzel Abim Benim! Ali ÇOLAK

Dünyadan göçmüş bir dostun ardından yazmanın tek tesellisi, anılarda yeniden buluşabilme ihtimalidir. Geçmişten bölük pörçük görüntüler çıkarıp gelmek ve onlara tutunup ayrılık acısını hafifletmek... Şu anda benim yaptığım, işte bu. Nusret Özcan’ı tanıdığım o ilk günü arıyorum hafızamın sayfaları arasında. 1989 sonbaharı... Çorlulu Ali Paşa Medresesi, diğer adıyla Erenler... Ne yazık ki bir karşılaşma ânı fotoğrafı canlanmıyor. Hatırladığım, oranın ezelden yerlisi, ev sahibi olduğu intibaını veren, otuz yaşlarında, incecik, cana yakın bir çelebi adam... Yanılmıyorsam Musa Güner ve Mustafa Oğuz’la birlikteyiz. İzmir’de çıkardığımız Kırkikindi’yi görmüş, adımızı biliyor. Dostça karşılıyor bizi, yüreklendiriyor. Çaylar içiliyor. Edebiyattan, İstanbul’dan, İzmir’den konuşuluyor. Üzerimizde, İstanbul’a yeni gelmiş olmanın şaşkınlığı, ürkekliği var. Onun verdiği güvenle cesaret buluyoruz biraz, açılıyoruz. Daha ilk karşılaşmada dost olarak kalkıyoruz Erenler’den. Sonra ne zaman gittiysek hep orada buluyoruz onu. İyi çay içiyor, güzel sohbeti var. Hayatı sanat eserine dönüştürmeyi başarmış bir insan buluyorsunuz onunla konuşurken. Nusret Özcan

81


Sesinin rengi hâlâ kulaklarımda. O ince gülüşü, konuşurken durup gülümseyişi, çay bardağını elinde tutuşu, (o zamanlar sakalı yoktu) erken ağarmış incecik saçlarını eliyle düzeltişi. Ama ille de o ince gülüşüyle süslenmiş sohbeti. Edebiyatı hayatla onun kadar iç içe geçiren birine pek rastlamadım ben. Kimi zaman onu, o anlattığı kitaplardan çıkıp gelmiş bir roman kahramanına benzetirdim. Evet, Nusret Abi, en çok bir roman kahramanına benzerdi. Öyle zengin, öyle alımlı bir karakterdi. Onu tanıyıp sevmemek mümkün müydü? Sevdik, biz de çok sevdik. Hepimizin Nusret Abisi oldu. Beyazıt’ta, Cağaloğlu’nda ansızın, bir güzel tesadüf olarak çıktı yolumuza hep. Nusret Özcan, hafızamdaki fotoğraflarda böyle yer alıyor. Ölüm haberini çok uzakta, Artvin’de alıyorum. Beklenmedik ölümlerin verdiği şaşkınlık... O pamuk sakalını görenler, onun altmışında yetmişinde bir güzel ihtiyar olduğunu sanırdı; ama Nusret Abi daha 49 yaşındaydı. Belki de “Ne mutlu o gençlere ki ihtiyarlara benzerler.” sözündeki müjdeye gönül vermişti. Yüzü yaşlı, içi, dünyası gepgenç bir adamdı. Ölüm haberini aldığım andan beri bir söz yerleşti dilime, gezdirip duruyorum: Her hayat yarım kalır... Hülyalar sonsuz. Ölüm, ansızın geliyor ve yarım kalıyor her şey. Dünya hayatı zaten böyle bir şey değil mi? Yarım, eksik, kusurlu... Tamamlanmak, bütünlenmek, kemale ermek için bu rüyadan uyanmak gerekiyor. Kesintisiz, ebedî yurda göçmek. Âmenna!.. Dünya hayatı bir rüya ve biz ölünce o rüyadan uyanıyoruz. Fakat bir uykudan uyanmanın sersemliği, yaşattığı boşluk hissi sarsıyor insanı. Her göç gibi, göçlerin en büyüğü ölüm de kapanmaz hüzünler açıyor. Nusret Abi’nin geride bıraktığı fotoğrafa imrendim. Yeni Şafak’taki dostları, çalışma arkadaşları öyle güzel sözler söylemişler ki ardından, her faniye nasip olmaz. Bir gönül adamı olarak yaşamanın mükâfatı olmalı bu. Hırsları yoktu onun, edebiyatı, yazıyı değerinden fazla önemsemezdi. Hayatın edebiyattan önce geldiğini gösterirdi yaşantısıyla. Biz onun hep büyük bir eserin peşinde olduğunu, onu tamamlamak 82

Hayy’dan Hû’ya


için çalıştığını, bir gün bir büyük kitapla çıkıp geleceğini düşünürdük. Konuşurken, o mükemmeliyet düşüncesi, bizde böyle bir beklenti oluşturmuştu. Ama galiba aldanmışız, o büyük eser, hayattan başkası değilmiş. Hangi roman, öykü ya da başka bir eser, iyi yaşanmış, iyiliğine şehadet edilmiş bir hayatın yerini tutabilir ki. Onun en büyük eseri, şimdi hepimizi imrendiren hayatıydı. Yalın, sade, şeffaf, mütevazı, kanaatkâr, güzel bir hayat... Gönüller yapmakla geçmiş bir ömür. Bir gün bir kitabı çıkıp geldi: Sokak Sesleri... O büyük eser değildi elbette bu; ama onun hayatı, hülyaları, hatıraları vardı içinde; İstanbul vardı. Keşke daha çok yazsaydı... Ama dedim ya, onun asıl eseri hayatıydı. Kendisini tanıyan herkesin, hepimizin şimdi okumaya durduğumuz o dupduru hayat... Onda okunacak ne çok şey var! Nusret Abi, güzel Nusret Abim benim! Sen gittin, o ince gülümseyişin kaldı aramızda, o kırılgan sesin... Sana bütün dostların selamı var. Hüzün cemaatinin, Necip Fazıl tutkunlarının, İstanbul âşıklarının ve çay tiryakilerinin. Mekânın cennet olsun! Zaman, 30 Haziran 2007

Nusret Özcan

83


84

Hayy’dan Hû’ya


Gökleri İçine Dolduran Güzel İnsana Cengiz DEMİR

Biliyor musun, duyuyor musun ben de seni çok seviyorum. Ölümünden on üç saat önce son defa sarılmıştık; ve sen, “Seni seviyorum” demiştin. Üstelik bu muhteşem cümleyi neredeyse her hafta söylerdin. Bize hep dua ederdin. Derdin ki “Allah seni cennetine alsın, içine gökler dolsun.” Şimdi inşallah Mevlamız seni cennetine alır ve gökler içine dolar. Nur içinde yat. Kaç yıl önceydi ilk karşılaşmamız, hatırlamıyorum. Seni ilk gördüğümde bana munis, mütebessim ve güven veren yüzünle uzak diyarlardan gelen bir derviş gibi başka âlemleri hatırlatmıştın. Sonra yıllar geçti ve yollarımız Radyo Onbeş’te kesişti. Yaklaşık dört yıl birlikte çalıştık. Acıyı, hüznü ve neşeyi paylaştık. Yol arkadaşlığı yaptık. Birlikte şarkılar, türküler söyledik. Bir gün yola revan olmuştuk. Hem de öyle bir gündü ki; günlerin ve gecelerin en güzeliydi. Kadir Gecesi’ydi. Radyodan birlikte çıkmıştık ve tam boğaz köprüsünü geçerken sen Nusret Özcan

85


rahatsızlanmıştın. Nereden bilebilirdim ki o gün sonun başlangıcıymış. Kalp krizi geçiriyordun ve ikimiz de bilmiyorduk. Seni eve bıraktım ve sabah öğrendim kalp krizi geçirdiğini. Sonrası malum, tetkik, tedavi ameliyat derken düne kadar iyiydin. Son programını yaptın, vedalaştık, sarıldık ve ayrıldık. Öğleye doğru bir toplantıdayken öğrendim son haberini. Şaşkınlıkla, “Bir daha arayın, yanlışlık olmasın” dedim. Ama yanlışlık yoktu. En büyük gerçek vardı. Seni son defa görebilmek umuduyla hastaneye gittik ama sen hem var hem yoktun. Boynu bükük döndük. Senin vefat haberini akşam radyoda okurken ismin boğazıma takıldı ve haberi okuyamadım. Kolay mı bir dostun ayrılık haberini okumak; bir daha o nurlu yüzünü göremeyeceğimi bilerek sana veda etmek. Biliyorum bu son veda değil, biliyorum bir yerlerde daha karşılaşacağız. Ama o gün gelene kadar bir zoraki ayrılık olacak. Herkesi sevdin ve herkes de seni sevdi. Güzel yaşadın, güzel öldün. Bu yazıyı yazarken son görüşmemizin üzerinden daha 24 saat bile geçmedi. Dün ayrılırken demiştin ya “Seni seviyorum” diye. Arkandan bağırdım, duymadın. Ben de seni seviyorum. Hakkını helal et. Nur içinde yat. Gökler içine dolsun.

86

Hayy’dan Hû’ya


“Gazetenin Ömrü 24 Saat” Melih Bayram DEDE

Rahmetli Nusret Abi’yle, Yeni Şafak’ın Topkapı’daki eski binasında aynı çalışma ortamını paylaştık. Kendisiyle ilgili ilk hatırladığım şey, aşırı sigara tutkusu, hoşsohbeti ve derin bilgi birikimiydi. Hepimiz için kendisiyle sohbet etmek, yeni bir şeyler öğrenmek demekti ve bunun için bulduğumuz her fırsatı değerlendirdik. Her ne kadar işimiz günlük bir gazete vücuda getirmek ve bunu her gün tekrarlamak zorunda olmaksa da, kendisi bizi uyarır, daha kalıcı işler yapmanın önemini, “Gazetenin ömrü 24 saattir” cümlesiyle özetlerdi. Ömrü 24 saat olan bir şey için bunca emek harcamaya, kendimizi hırpalamaya, strese girmeye gerek olmadığını düşünürdü. Haklıydı da. Gazete gündelik olayları, politik, sosyal gelişmeleri okumayı sağlayan bir haber alma aracı sadece. Ve dediği gibi, her nüshasının ömrü 24 saat. Nusret Abi mümkün olduğunca kalıcı işler yapmaya, kalıcı eserler bırakmaya çalıştı. Bunun için biraz geç kaldığını söylesem sanırım kendisine haksızlık etmiş sayılmam. Kitaplar vücuda getirmek, hele hele romanlar yazmak için daha bir olgunluğa, daha fazla bilgi birikimine, daha fazla Nusret Özcan

87


tecrübeye gerek olduğu düşüncesiyle sanıyorum, kitap yazma eylemini ileri yaşlara erteledi. İşlerin uzadığı günlerde sıkça gazetede kaldığım olurdu. O akşamlarda gazetede el ayak çekilmişken, kimsecikler kalmamışken, Nusret Abi’nin bulunduğu yerden klavye tıkırtıları duyardım. Bilirdim ki yine bir kitap üzerinde çalışıyor; bunun için de sessizliğe ihtiyaç olduğundan bu zamanları özellikle seçiyordu. Bu alışkanlığı rahmetli Hamit Can’da da gördüm sonraları. Gazete baskıya gönderildikten ve -gece editörleri hariç- herkes binayı boşalttıktan sonra yazmak, demek ki en doğru zamandı. Şimdi bakıyorum da, Nusret Abi o zamanları öylesine bir verimle değerlendirmiş ki Sokak Sesleri, Kar Kelebekleri, Bizim Mahalle, Leyla ile Mecnun, Bir Hüzün Yolcusu gibi çok sayıda değerli eser bize miras kalmış.

88

Hayy’dan Hû’ya


Serüven Sevgili Nusret Özcan’a muhabbetle Hayat, yani şu yalancı aynalarda Ertelenmiş mutluluklar serüveni Memât, zamansız kırılan aynalarda Yitip gitmenin alevden merdiveni. Hasret, esmer bir kadının gözlerinden Göğsüme dökülen sonsuz bir feryâdın Bedenimi harab eden sözlerinden Yaşamak için sebep yok dedirteni. Hayat, yani şu yalancı aynalarda Ertelenmiş mutluluklar serüveni... A. Gürsel DÖNMEZ

Nusret Özcan

89


A. Gürsel Dönmez’den Nusret Özcan’a, Viyana, 1989

90

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan

91


Cemal Zehir, Aydın Çetiner, Burhan Karagöl, Erol Olçok, Alper Kanca, H. Bayram Çiçek, İhsan Durdu, Yusuf Abi, Ali Uğur, Nusret Özcan ve Mehmet Cangir, İLESAM, 1998

92

Hayy’dan Hû’ya


Ak Saçlı, Ak Sakallı Delikanlı İhsan DURDU

Arkadaş topluluklarının üyeleri sanki aynı bedenin farklı uzuvları ya da büyük fotoğrafı oluşturan küçük fotoğraf kareleri gibi. Yeni bir arkadaşla fotoğraf bir bütün olarak yeniden şekilleniyor, arkadaş grubunun tüm bireyleri bu yeni unsurla birlikte yeni bir biçim alıyor ve insan, bu yeni üyenin mizacından kendi mizacına bir şeylerin katılışıyla yeni bir insan olup çıkıyor. Tanıştığınız her insan, isteseniz de istemeseniz de sizde değişikliğe yol açıyor. Sadece bir kez gördüğünüz, pasif algı alanınızda kaldığı için farkına bile varmadığınız her insandan bir etki devşiriyorsunuz. İçinde vakit geçirdiğiniz, önünden geçerken özellikle veya farkına varmadan temaşa ettiğiniz mekânlar, durduğunuz kırmızı ışıklar veya gerçekleştirdiğiniz trafik ihlalleri; hepsinin defterinizde bir yeri var. Nusret ile ilgili olarak söyleyecek pek çok ama paylaşacak çok az şeyim var. Fakat bu daveti geri çevirmemin, bir şeyler yazmamamın da imkânı yok. Bu yüzden, bir şey söyleyemeyecek olmama karşın yazacağım. Nusret deyince aklıma ilk olarak bir vakitler Erenler’de hemen hemen her gece gerçekleşen buluşmalar, uzun uzun konuşmalar, Nusret’in el hareketleri ve mimiklerin de eşliğiyle hararetle dile getirdiği görüşler, ortadan ayrılmış uzunca saçlarının ağzından dökülen kelimelerin volümüne göre Nusret Özcan

93


“ahenkle dans” edişi, konuşurken zaman zaman ileri uzattığı işaret parmağınının kalınlığı, gecenin bir vakti Erenler’den çıkıp yaya olarak Fatih yoluna koyuluşlarımız, zaman zaman beni Çarşamba’da bırakıp Draman’a bir başına gidişleri, zaman zaman konuşulan konunun ve Nusret’in hararetinin istimiyle Nusret’in evine birlikte varışlarımız ve zaman zaman da kapı önünde yarım saat veya kırkbeş dakika kadar bir ilave fasıl daha geçişimiz geliyor. Yazımın başında arkadaş gruplarından söz ettim. Nusret ile ilgili bir eseri okumayı anlamlı bulacak kişilerin belki bir çoğu ile bir selamlaşmam bile olmamıştır. Ama bu tanışmadığım kişilerle bile bir anlamda bu yazı vasıtasıyla bir arkadaşlık bağı kurmuş oluyorum. Nusret ile ilgili olarak sadece iki şey söyleyebileceğimi görüyorum. Birincisi şu: bu kadar geniş bir arkadaş grubu içerisinde ister istemez insanlar arasında mesafe olur. Bazı kişiler seçici davranıp grup içerisinden bir kısmı ile sıkı dostluk tesis ederken, diğerleriyle arasına belli bir mesafe koyar. Bir kısmı ise herkese karşı aynı mesafeyi muhafazaya çalışır, herkese karşı aynı uzaklıkta durur. Ama bazı kişiler var ki, herkese aynı yakınlıktadır. Nusret, bu az sayıdaki insanlardan biriydi. Nusret hakkında bir eser ortaya çıkarılması fikrinin doğmasına yol açan temel etmenin de bu olduğunu düşünüyorum. Bir de Nusret’in aklaşan saç ve sakalı ile ilgili bir görüş belirtebilirim. Nusret’in saç ve sakalındaki aklaşma, bir anlamda, son yıllarda yaşadığı ruhsal arınmanın, sonsuz tevekkül ve dervişlik yolunda aldığı mesafenin dışa vuran bir alametiydi. Nusret denince aklıma ikinci gelen şeyin Nusret’in ak saçı-sakalı olması bundandır. Ak saçın ve ak sakalın kendisine bu kadar yakıştığı ikinci bir adamı bulmak zordur. Nusret’in erken (gibi görünen) ölümü, arınmasının erken bitişinden olsa gerek. Evlat acısı çekmiş biri olarak Şaban Abak bana hepimizden üstün bir yana sahip gibi göründü hep. Nusret de, sık hatırlanan, genç yaşta gerçekleşen ölümüyle bütün bu arkadaş grubuna tûl-I emelin beyhudeliğini 94

Hayy’dan Hû’ya


hatırlatan, arınışını bizzat müşahede ettiğim çağdaş bir derviş olarak gönlümde özel bir yer etti. Bundan öte söyleyebileceklerimin hepsi boş. Zaman zaman, Nusret hâlâ yaşıyor ama karşılaşamıyoruz diye düşünüyorum. James Joyce’un okul arkadaşlarının alaylarına maruz kalmasına ve “Ölüler” başlıklı öyküyü yazmasına neden olan düşüncesinde ilk bakışta görünenden çok daha büyük bir anlam gizli diye düşünüyorum: “Ölüm, yaşamanın en mükemmel biçimidir.” Hayattayken Nusret’i aramanıza pek gerek kalmıyordu, hemen her zaman yakınlarda bir yerde oluyordu. Şimdi ise gözler onu her yerde arıyor.

Nusret Özcan

95


Hakan Albayrak, Nusret Özcan, İLESAM, 1999

96

Hayy’dan Hû’ya

Fotoğraf: Laura Efe


“Git biraz Üstad oku da polemik öğren!” Mehmet EFE

Sevgili Ağabeyim Abdülkadir Kibar’ı kaybettiğimiz bu hafta, her ikimizin dostu ve kardeşi Nusret Özcan’ı yazmaya çalışmak kolay değil benim için. Dostlukların da kirlenen siyasetimizden payını aldığı ve sahici şeylerin hayatımızdan hızla azaldığı bir zamanda, Allah’ın katına alıp bizi öksüz bıraktığı sahih dostların ardından yazmak, mezarlarından çiçek çalmak gibi geliyor. Onların hatıralarını sır gibi saklamak istiyorum. Sayılı ve mübarek nimetler onlar. Koruma ve korunma içgüdüm, tanımakla hep bahtiyar hissettiğim Sevgili Dostum Nusret Özcan’a dair hiçbir şey paylaşmak istemiyorum. Paylaşırsam daha da azalacağımı sanıyorum. Yazarsam, aziz hatırasını vahşi ve kalpsiz dalgaların insafına terk etmiş olacağım gibi geliyor. Ama bu kitabı oluşturan gönüllü çabadaki sevgi ve ihtimamı da hürmetle kucaklamam gerekiyor. Her ikisi de birbirlerini tanırlardı. Her ikisinin de bariz özellikleri samimi, sahici insanlar ve aynı derecede samimi Müslümanlar olmalarıydı. Ben Nusret’le 90’lı yılların başlarında bir ajansta tanışmıştım. Hemen kaynaşıvermiştik. Aynı gece evinde misafir oldum. Sabaha kadar Üstad Necip Fazıl konuştuk. Tavır dergisi okuduk. Salih Mirzabeyoğlu’nun Nusret Özcan

97


ona Kumandan diyen çatlaklardan kurtarılıp Türk şiirindeki hakiki yerini alması planları yaptık. Bir daha da ayrılmadık. Hep dost kaldık. Erenler’de, İLESAM’da buluşup çaylar ve sigaralar içtik. Hilmi Oflaz Ağabey’le ekmekler böldük. (Ne de yakışırdı o meret sigaraları içmek onlara!) Dergiler, gazeteler, yazılar konuştuk. O hep gülümsedi her cümlesinden sonra. O gülümsedikçe ben ona yazı taslaklarımı göstermeye devam ettim. Sonra Yeni Şafak gazetesinde birlikte çalışmak nasib oldu. Yazılarımın yayınlandığı sayfanın şefi idi. Her yazım için tartışırdı benle. “Çok kısa olmuş.”, “Çok uzun olmuş.”, “Az demişsin.”, “Daha okkalı bir tokat atsaydın burda.”, “Bak bu iyi olmuş. Saati doğru göstermişsin.”, “Boşver, bunlar nursuz işler, hadi bir namaz kılalım.”, “Git biraz Üstad (Necip Fazıl) oku da polemik öğren!” gibi cümlelerle çıkışırdı bana. Aramızdaki muhabbeti kıskananlar “aha bu sefer girdiler birbirlerine” gibisinden şehvetle dalarlardı tartışmalarımıza ve biz anında birlik olup aramıza dalanlara, birimizin tarafını tutup ötekine laf atanlara bir güzel nanik yapardık. Bazen kasten sahte bir tartışmaya tutuşur, sonra taraf tutanlarla dalga geçerdik. “Yahu harbiden birbirimize girsek bunlar yine bizi makaraya sarıyorlar diye ayırmayacaklar bizi!” derdi Nusret. Hiç küsmedik. Maaşlarımız gecikince öfkelenirdim ben, “Sabret Memedim, bu işler zaten aşk işi, parası için olsaydı simit satsam daha iyiydi” der ve gülümserdi. Ben Amerika’ya gidinceye kadar ayrılmadık. Hilmi Ağabeyi de, gönüldaşım Nusret’i de Hakk’ın rahmetine uğurlayanlar arasında olamamak gurbet hayatımın en zorlu günlerini yaşattı bana. Allah’ın rahmetiyle gülümsesinler, cennette bölelim ekmeklerimizi yine. Helal olsun!

98

Hayy’dan Hû’ya


Leylî Derviş Leylâsı nihân olana... Ağabeyim Nusret Özcan’a. Özlem ERDOĞAN

Saat yönünde mi döner dünya? Sanmam. İddia eden cevap versin: Anılar neden galiptir yarınlara? Neden yaşlandıkça takvimler; yeşeren bahardır anılar? Dünya dediğin kendi derdine pervane. Sema eyledikçe, başa sarar. *** Sokaklarına gülşehrin adım adım işleyensin. Yolumdaki aynalara cila atan önümde. Geçtiğin yerden anlıyorum, izi kalmış gözlerinin ve beste beste hicazkâr şehrin kulağında sesin. Uzakta ve intizârındaysam adımı veren beldelerin... Vebaldir. Nâmım bigâne yürümesin. Nusret Özcan

99


*** Dervişim! Kader telaşlı elleriyle acı çentikler atarken ruznâmene, dualarla refakatteyim. Ya Hayy... Ya Kayyûm... Mahya cümbüşü bir niyaz: Lebbeyk! “Kün ve Yekûn” şeksiz bir dermandır. *** Leylâ, o çöl güzeli hilkat... Leylâ, sevdası çetin olandır Aşk, bir dar vakit, ezele akan kıyısı nehrin. Anladım ki sen, Mecnûn’dan kalma yerlere hakk’al-yakîn mesafedesin. Her kelime, divan-ı manada gözbebeği iken... Göz göz satırlarda mürekkebi leylî ezel kâtibi bildim seni. Şahidin bil makam-ı aşkta. *** Kalp; zikr-i hafî... Sabra kafiye; cehrî aşk. Sükûnetle dervişim! 100

Hayy’dan Hû’ya


Mahbûb her gecenin teselli makamıdır... Ya İlahe! Eyvallah *** Halkadan geçir yürek cevherimi sağdan sun sırrı ta içime içime... Kapısına varınca biz ol mahfuz gülün, haber et edebe bürüneyim. *** Zikrime işlediğin sözdür: “Sevgili, muinin olsun...” Bu niyazla fikrime düşen sen, dilimden dua dua akansın. Hakkına kifayet değil sözlerim ikrar etmeliyim. Kuş olur uçar korkusuyla dilimde beslediğim, kaleme sardım cümlemi. Her şahidin beyânı olur, mâlum. Hükmüm, kayda geçsin isterim. 04.12.2005

Nusret Özcan

101


102

Hayy’dan Hû’ya


Portre H. Murat FİLİNTE

Değerli arkadaşım Ekrem benden yazı istediğinde, Nusret Özcan’la olan yakınlığımı tekrar hissettim. Onun hakkında yazmanın, onur ve gururla çevrelenmiş ışıklı bir düşünce olduğunu ve berrak bir su gibi tekrar önümden aktığını gördüm. Güçlü kaslarla çevrelenmiş zayıf yüzü, ikna edici sözlerini tereddütsüz onaylamaya hazır keskin gözleri. Susmayı, anlamayı, sevmeyi, acımayı, reddetmeyi ve nerede, ne zaman, ne yapılacağını bilen keskin zekasıyla benim abim Nusret Özcan. Onunla ilgili izlenimlerim bunlar ve onun üzerine yazı yazmanın sayfalara sığmayacağını iyi biliyorum. Nerede, nasıl, ne zaman karşılaştığımızı hatırladığımda hep onu seven dostlarıyla aynı yerde yolumuz kesişiyor. Bir incir ağacı, ahşap iskemleler, çay kaşığı, bardak, sigara, kitap ve sonra her ne olduysa abimin hayatına giren bir bilgisayar. Suriçinde kenar bir semtten geliyormuş. Yüksek minarelerle çevrili Sultanahmet semtinde kubbeli, revaklı bir kahvehanenin bahçesinde birbirlerine yakın hikayeleri olan insanların buluştuğu günler, aylar, yıllar. Evet yıllar. Kaç yıl oldu acaba? Saymadım. Nusret Özcan

103


Onunla aramızda hiç uzamayan bir zaman var. Bütün zamanların üstünde. Donmuş, taş kesilmiş. Ne zaman ona baksam yerinde öylece duruyor. Kaşlarına dökülen saçlarının altından gülümseyen, ama sanki elini usulca omzuma koyarak konuşmadan öylece bakan. Ben ağzımı açsam hemen parmaklarını dudaklarına götürüp sus diyen... Benim abim. Öyle iri kıyım değildi. Bakışları kadar güçlü, sözleri gibi büyük; ama bunlarla çok daha büyük görünen bir bedendi bu. Hüzünlü yanımızı saklamazdık onunla konuşurken. Buna gerek de yoktu. Neysek oyduk. Zaten o bize neysek o olmamız gerektiğini hatırlatmak isterdi hep. O nedenle onunla konuşurken kimse rol yapamazdı. Bunu çevresindeki herkes çok iyi bilirdi. En zayıf noktasını en kısa zamanda bulur ve yere yıkardı büyüklük taslayan fikirlerin hamutunu. Bir gün ben de “Picasso...” demiştim. Hemen başını çevirdi bana. Anladım savunmaya geçmişti. “Mesela hangi tablosu.” dedi bana. Bir tanesinin adını söyleyiverdim hemen orada. Söylemez olsaydım. Picasso’ya bakışım değişti. Avignon’lu Kızlar tablosundaki o siyah renkler ne içindi hakikaten? Derinlik ve perspektifi vermek için. Peki ya o masklar? Hepsi de Afrika masklarıydı. Çalıntıydı besbelli. “Yok efendim Picasso ne demiş: ‘Ben aramam bulurum.’ Geç lan ordan.” Şaşkınlık ve hayret sonrası koca Picasso’nun foyasını meydana çıkartıverdi. Ve hiç acımazdı. Bir kış günü elinde kocaman bilgisayarını taşımak için hafif yana eğilmiş yürürken karşılaştık. O aletin hayatına yazıyla girdiğini biliyordum. Yazı yazarak geçimini sağlıyordu. Büro, işhanı, kapıcı... Bir gün bunları terk edip başka bir iş buldu basında. Daha az görmeye başladım onu. Hasta olduğunu duyup ilk defa evine gittiğimde, o semtin, benim imgelerimde yaşayan ve geçmişimize açılan geniş pencereden görünenlerle aynı olduğunu gördüm. Sanki resmin derinliğini veren siyah renk şimdi yerine oturmuştu. Tablo tamamlanmıştı.

104

Hayy’dan Hû’ya


Yahşı Dost Fethi Gedikli

Onunla tanışmam 80’li yılların başındaydı hatırladığım kadarıyla. 1990 senesinde M. Ü. Hukuk Fatültesi’nde bir öbek genç öğretim elemanıyla birlikte Argumentum adlı aylık bir hukuk dergisi çıkarmaya karar verdiğimizde Nusret’in delaletiyle o zaman çalıştığı Cağaloğlu’ndaki Nüans Ajans’a gittik. Nusret dergimize bizim kadar, hatta bazı arkadaşlarımızdan daha çok sahiplik etti. Fatma Hanım’la birlikte dizgisi, sayfa düzeni, montajıyla büyük sevgi ve titizlikle meşgul oldu. Belli bir süre devam eden bu işbirliğinde Nusret’i yeniden tanımış oldum. 1992’de 10 aydan artık bir süre Kahire’de yaşadıktan sonra döndüğümde günlük tuttuğumu öğrenince, onları yayınlamamı istemişti. Ben de “Sen onları okuyup düzene sokarsan, olur” dedim. Azerbaycanlıların dediği gibi “alınmadı” yani gerçekleşmedi. 1995 yılının Aralık ayında doktoramı yazarken ilk bilgisayarımı alınca, teknolojinin çok işe yarayan bu aletini kullanmayı bana öğretmek için erinmeden birkaç defa Merter’deki evimize geldi. Evin bir mensubu, bir kardeş gibi! Bir akşam ondan hikâyeci Tomris Uyar’ı dinlemeye gittiğini duyunca biraz şaşırdığımı hatırlıyorum. Belki onun hikâyeye ilgi duyduğunu bilmediğimden; belki de öbür cenahtan birini dinlemek istemesindendi. Oysa şaşmamak laNusret Özcan

105


zımdı. Sol cenahtan biri bu cenahtan birini dinlemeye gelse, şaşırtıcı olurdu. Öbürü hep olagelen şeydi ya neyse! Konuşmasını dinleyene veya kendisini görene kadar ilgisini çeken bu yazar, o akşamdan sonra Nusret’in ilgisini muhafaza edememişti. Hayal kırıklığına uğramıştı. Geleneksel olarak pis veya şeytani gördüğümüz şeylerin temiz veya rahmani olabileceğini onun ağzından işittiğimde, bu görmüş geçirmiş intibaı uyandıran adam, beni sanki bambaşka bir âleme götürmüştü. Türkiye’nin yaşadığı o meş’um 28 Şubat sürecinde, içimizden çıkan bir siyasetçiyle bazı arkadaşlarımızın kırgınlıklar yaşadığı bir dönemde, Nusret’in ona olan muhabbet ve güveninin eksilmediğine şahit olmak dikkatimi çekmişti. Her zaman tıraşlı yüzü, uzun kumral saçları, temiz ve güzel giyimi ona bambaşka bir hava veriyordu. O uzun “gümüş sakal”ını biraz erken bulmuştum. Belki de erken gideceğini sezmesindendi. Necip Fazıl’a bağlılığı, sadakati benim anlayabildiğim şeylerden değildi. Şimdi bunu Nusret’in bilgeliğine, geçici olanı değil kalıcı olanı aramasına veriyorum. Birdenbire romanlar yazmaya başladı. Sanki yanardağ patlamıştı. Kaleme aldığı o güzelim İstanbul yazıları, kaybolan, kaybolmakta olan eski güzel hayatımıza yakılmış mersiyelerdi. Huzura ağıt idi. Daima sıcak, samimi, güvenli bir dost; sığınılacak bir limandı. Azerbaycan’da görev yaptığım sırada yoğun işlerden vakit bulup ancak ender zamanlarda göz atabildiğim Yeni Şafak’ın bir nüshasında onun rahmet-i Rahman’a kavuştuğu haberini görmem beni sarsmıştı. Bu da vefalı dostumuzun uzaktaki yârenlerine son bir selamı, Allahaısmarladık demesiydi. Habersizce çekip gitmek istemememişti. Çok yahşı insandı. Dünyamız yahşıları “evvel giden ahbâb”ın yanına yolculamağa ivediliyor. Nur içinde yatsın! 106

Hayy’dan Hû’ya


O Gece Sekiz Saat Konuşmuştu! Asım GÜLTEKİN

Kocamustafapaşa’da Hacı Muharrem yurdunda kültürel etkinlikler düzenliyordum. Haftada birkaç yazar, bilim adamı, sanatçı getirirdim yurda. Sene 2000. Arkadaşlar dediler ki Mehmet Şeker’i getirelim. Dedim ki o pek konuşmaz. Gözlemci yazarlar kapsamındadır kendileri. Yok abi getir dediler. İyi dedik, aradım Mehmet Ağabeyi. “Asım, ben konuşmam ki!” “Olsun abi gel!, bakarız öyle birbirimize..” Mehmet Ağabey dedi ki Nusret Özcan ağabeyi de getireyim de ben bitince o başlar.” Tamam dedik. Vakit geldi. Saat 19’da başladı söyleşi. Sorular Mehmet Şeker’e hep. Asıl yanındaki Nusret Abi şeker şeker sakalları ile duruyor ama onu tanıyan yok tabii. Zar zor 20 dakika Mehmet Şeker sorularla konuşuyor. Ardından bitiyor gibi. Sonra da bir şekilde Nusret Ağabeye geçiyoruz ve 19:20’de başlayan sohbeti kahkahalarla, vay bee’lerle, ara ara hüzünlenmelerle gece üç buçuğa kadar sürüyor. Gençlerden sohbeti bırakıp kalkan yok gibi. Üç buçuk olduğunda “Çocuklar ben artık kalkayım, eve pek gecikmesem iyi olur“diyor Nusret Ağabey. O sohbetteki gençlerden birini, Melih’i cumartesi namazında gördüm Nusret Ağabeyin. Melih muhteşem âşık bir delikanlı idi. Kalbi coşar, düşer bayılırdı yere. Âşıkların Nusret Özcan

107


yıldızını bilen çocuktu. Nusret abisini bulması iyi olmuştu. Sonradan çok sohbetler etmişler birlikte. Kalabalıktı, selamlaşamadık delikanlı ile. Defin sonrası Tahsin Sınav ve İlhan Kutluer Hoca ile oturduk “Mavera dergisi çıkmalı mı çıkmamalı mı”yı konuştuk. Hakkı Yanık ile kucaklaştık, Osman Bostan’a selam verdim ilk defa. Bu ismini bin defa duyduğum adamı ilk defa görmüş oldum böylece. Hey Nusret ağabey! En son Şaban Abak ağabeyin Ömer’inin namazında selamlaşmıştık, müşfik bir sesle hâlimi hatırımı sormuştun. Birkaç Güzel Gün’ün vesilelerinden biriydin abi! Cennet bahçelerinde dolaşasın. 29.06.2007

108

Hayy’dan Hû’ya


Ses Dostluğu Afet ILGAZ

Yeni Şafak’ta yazarken... En az on sene oluyor, sayfa editörüm Nusret Özcan’dı. Bazen cümlelerim konusunda onunla istişare ederdim. Cümlelerim ve kendimle şakalaşmayı, (dalga geçmeyi) severim. Bir cümlem için: “Bu cümle biraz uzun, bu yüzden de karışık. Şunu ikiye böleyim” demiştim. Biraz sustu. “Hocam bu cümle baba bir cümle, dokunmayın” dedi. Henüz gazeteciliğe yeni alışıyordum ve bir edebiyat metni ile gazete yazısının arasındaki incelikli farklara pek aldırmıyordum. O zaman Nusret Özcan’ın bazı edebiyat ilgileri ve bilgileri olduğunu hissetmiştim. Sonra, çok sonra, gazeteden ayrıldıktan çok çok sonra yayınlanan bir hikâye kitabım için, Kazdağı Öyküleri için de “şeker” gibi bir yazı yazmıştı. Şeker gibi bir yazı dememin sebebi, o hikâyelere “şeker gibi hikâyeler” demesinden dolayıdır. Ben, bugün de öyle yapıyorum, sayfa editörlerime “oğlum, evlâdım” falan diyorum. Bu, kendi çocuklarıma hitabımdan kalan bir alışkanlık. Gençler de kusuruma bakmıyorlar. Nusret Özcan

109


Nusret Özcan’a da öyle derdim. Sonra, gene gazeteden ayrıldıktan sonra bir gün, onun bir fotoğrafını gördüm. Yaşlı başlı bir adamdı. Böyle düşünmem için ak saçları ve uzun sakalları bile yetebilirdi. O resmi görünce çok utandım. Nerdeyse ben yaşlarda biri zannettim. Hikâyenin asıl Aziz Nesin’lik sonucu, onun gerçekten de o saç ve sakalına rağmen, oğlum yaşında biri olduğunu öğrenmem oldu. Bu kış, çocuklar, her ne hikmetse, benim hatırlamadığım yaş günümü hatırlayıp pasta almaya kalkmışlar. Onlara itiraz edemedim de şöyle takıldım: “İyi, üzerine de bâri ‘yaş yetmiş, yolun tamamı eder’ yazdırın.” (*) İşte, Nusret Özcan’ın ölümüne bundan dolayı şaşırdım. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölçülerine bakarsanız, bu, erken bir ölümdü. Ama ne yaparsınız ki Azrail(AS)’in ölçüleri, Tarancı’nın ölçülerini tutmuyor. “Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında / Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında” mısralarına bakarsanız, Tarancı ile Azrail (AS)’in ölçüleri birbirini tutuyor. Tarancı’nınki sadece ince bir hüzün, ince bir şiir! Nusret Özcan’ı hiç görmemiş olduğumu düşündüm de onun için yazımın başlığını “Ses dostluğu” koydum. Gerçekten de sesi dost bir sesti. (*) Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirindeki “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” mısraına gönderme.

Millî Gazete, 27.6.2007

110

Hayy’dan Hû’ya


Nasıl da Azalıyoruz Allahım Mevlâna İdris

“Azizim” derdi. Bunu o kadar güzel ve içten söylerdi ki neredeyse aziz olduğuma inanasım gelirdi. Çok güzel çay içerdi. Yüzlerce sohbetine katıldım. Hiçbir defasında garsonun dağıttığı çaya hayır dediğini, geri çevirdiğini görmedim. Bazen bariton perdeden bir tirad geçerdi. Dava, felsefe, metafizik, sanat, müzik, tiyatro, aşk, sahabe, efendilerimiz, efendimiz…Medresenin revnakları, sohbetinin revnaklarıyla kavileşir; iyimser bir zeka ve müşfik bir celallenmenin kollarının alabildiğine açıldığını görürdüm. Sigara dumanlarının, nargile ateşlerinin ve gençliğimizin arasından geçen bu pırıltılı, bazen hırçın ve kızgın, bazen hiç kimseden duyamayacağınız kadar yumuşak ve sonuna kadar delikanlı sesin sahibi Nusret abimizdi. Nusret, abimizdi. Saçları yavaş yavaş beyazlaşırken çay içiyorduk medresede. Binlerce akşam medreseden çıkıp Karagümrük’e doğru gitti. Birkaç defa da beraber gittik. Nusret Özcan

111


Mevlana İdris, Nusret Özcan’ın cenazesinde, Eyüp, 23 Haziran 2007

112

Hayy’dan Hû’ya


Arabada giderken, İranlı bir kadının sesinden yükselen ve “İlâhî ilâhî” diye başlayan o müthiş şarkıyı ne çok sevmişti. Sonra nasıl da uzamış ve yakışmıştı o beyaz sakalı. Bu beyaz sakala çok şaşırmıştım, birden olmuştu. Sanki gözümüzün önünde medresenin arka bölümünde bir odaya gidip gelmiş ve artık yaşlı bir delikanlı rolünü üstlenmişti. Sigarası, çayı, kelimeleri, kitapları, Üstadı, tevekkülü, tefekkürü, zarafeti, celadeti, hayreti ve…Ve her şey gerçekten bir masal mı Yusuf abi? Dün 21 Haziran’dı. Dünyanın en uzun günü… Bugün 22 Haziran, dünden biraz daha uzun gibi geliyor bana. Sonra… Sonrası kaldı işte. Ya da kalmadı, bilemiyorum. Haziran’da ölmek zor, derlerdi. Öyleymiş. Ama Haziran’da kalmak da az şey değilmiş be Nusret abi. Geçti Hâzirun Haziran’lardan çok. Daha da geçer. Cennete selam cennete selam cennete selam. Allahu ekber ahir kelam. Yeni Şafak, 23 Haziran 2007

Nusret Özcan

113


Nusret Özcan’ın oğulları: Mehmet Yusuf, Ahmet Bilal ve Abdullah Ümit

114

Hayy’dan Hû’ya


Kasım Ayının Altısı Hasan KAÇAN

Oğlumla Göynük’e, “Bıcakçı Ömer Dede” olarak bilinen Ömer Sıkkin Hazretlerini ve Akşemseddin Hazretlerini ziyarete gidiyoruz. Her gün âdetim olduğu üzere, “bizden evvel giden ahbablara” selam edip Fatiha okurken, Nusret Özcan kardeşimi de unutmam... O gün de Nusret’le selamlaştık... Birkaç saat sonra, Akşemseddin Hazretleri’nin türbesindeydik... Türbe çıkışı, bir an genç bir sima ile göz göze geldim... Allah Allah... Bu gözler, bu saçlar, bu endam... Nusret gençleşmiş (ki zaten genç idi, ama bu başka türlü... Saçları sakalları siyah... ) karşımda duruyor, bana gülümsüyor! “Oğul babanın sırrıdır” derler... Karşımda Nusret’in oğlu... “Hasan Abi, bana verdiğin mandalinayı hâlâ hatırlıyorum” diyor. Türbenin ruhaniyetiyle zaten mest olmuşum... Şimdi de karşımda Nusret... Benimle konuşuyor... Allahım bu ne güzel bir tevafuk. Nusret Özcan

115


“Kişi refikinden azar” derler. Nusret’le bu dünya güzeli yerde buluşmayıp da nerede buluşacaktık. “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş”... İşte birbirimize bakıyoruz... Konuşuyoruz... Karmakarışık ama çok güzel duygular içerisinde savruluyorum... Nusret... Fakirin taktığı lakap, aynı zamanda “Ekmek Teknesi”nin “Nusrettin Baba”sının isim babası “Nusrettin Özcan Baba”... Güzel insan... Can insan... Öz can insan... Gene karşılaştık seninle... Bu defa “Abdullah” olup karşıma çıktın... Her zamanki muzipliğini yaptın, güleryüzünle yanıma gelip bir de fotoğraf çektirdin... “Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde” diyordum... Buradayken yaptın latifeni... Burada mülaki olduk oradan önce... Mızıkçılık yapıp erken kaçtın... Seni çok seviyorum canım kardeşim...

116

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan’a Seni Hakk’ın rahmeti kuşatsın boydan boya Aşk ile iç kevseri rahmete doya doya Saadet hırkasına bürünsün ruhun, cismin Hayırla yad edilsin, anılsın Nusret ismin Bir hoş sada bıraktın giderken ardın sıra En güzeli, doğruyu hep haykıra haykıra Özün, sözün, fikrin bir, birledin bire gittin Ve hakikat şehrinde kim bilir ne seyrettin Ağlamam gittiğine, zira seçimin haktır Cennetin köşkündesin şüphesiz, muhakkaktır İçimde ızdırapla yanan ateşsin, cansın Yârân seni hayırla muhabbetle hep ansın İbrahim KALKAN 27 Temmuz 2007

Nusret Özcan

117


Fotoğraf: Alper Kanca, 1985

118

Hayy’dan Hû’ya


“Dostlar Irmak Gibidir” Alper KANCA

Dostlar ırmak gibidir Kiminin suyu az, kiminin çok Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya İnsanlar vardır; derin bir okyanus... İlk anda ürkütür, korkutur sizi. Derinliklerinde saklıdır gizi, Daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız; Yanında kendinizi içi boş sanırsınız. Can YÜCEL

İçimizden bazıları Anadolu’nun farklı şehirlerinden üniversite tahsili için İstanbul’a gelmişti: Şadi, Elazığ’dan; Erkan, Isparta’dan; Mustafa, Konya’dan; Yusuf Ağabey, Sivas’tan; Beşir, Aksaray’dan (o zamanlarda hâlâ Niğde –Aksaray deniliyordu). Aileleri taşrada olan bu arkadaşlar bekâr evlerinde kalıyorlardı. Nusret, Burhan, Yakup, Aydın, ben ve birkaç kişi ise İstanbul’a gelen Anadolu kökenli ailelerin şehirdeki ilk çoNusret Özcan

119


cuklarını temsil ediyorduk. Bu muazzam şehirdeki ilk Anadolulu kuşak değildik. Hatta ikinci kuşağın da ilk temsilcileri sayılmazdık. Ama İstanbul’a göç etmiş ailelerin çocuklarının artık şehir hayatını ve siyasal hayatı en fazla etkilediği 70’li yıllarda büyümüştük. İstanbul son yüz yıldır ilk defa Anadolu’dan gelen ve kendi kültürünü, siyasi ve ticari hayatını oluşturmaya çalışan bir göç ile karşı karşıyaydı. Farklı şehirlerde büyümüş olsak da hepimizin ortak yanı şehirli olamamışlığımız, İstanbul kültürüne yabancılığımızdı. Aynı durumda olan mahalle komşularımızın, okul arkadaşlarımızın birçoğu Enver Hoca’dan Mao’ya uzanan yelpaze içinde farklı fraksiyonlara kapılmış; kendilerine devrimci, bizlere ise faşist diyen sol dünyaya bağlanmışlardı. Bizler ise nasıl olmuşsa akıncı, ülkücü; yani sağcı olmuştuk. Tam yaşımız gelmiş; artık anne-babamızın ya da öğretmenimizin kontrolünden kurtulmayı, istediğimiz gibi serbestçe dolaşmayı, mitinglere katılmayı, gece yarıları eve gelmeyi hayal ediyor ve bekliyorduk ki… karşımıza bütün dehşeti ile 12 Eylül çıkmıştı. Ülkede bırakın serbestçe eleştiri yapmanın, gazete haberlerindeki imaların bile tehlikeli sayıldığı, “ihbarların birer sansar gibi” telefon tellerinde oynaştığı bir devirdi. Bütün bu korku ve baskı ortamına rağmen memlekette nefes alınabilecek, korkmadan konuşulabilecek bazı “vaha”lar da yok değildi. Bunların başında da eski yarımada, özellikle üniversite civarı ve bizi ilgilendiren kısmı ile Beyazıt’taki kahveler geliyordu. Nusret’i 12 Eylül’ün artık kanıksandığı, kurum ve kurallarının yerleşmeye başladığı ikinci yılında, yani 1982 Ocak veya Şubat ayında, Türkiye’de muhafazakâr düşünce hayatında önemli rol oynamış, eski Küllük’ten mülhem Küllük adı ile meşhur Marmara Kahvesi’nde tanımıştım. Yıllar sonra Mehmed Niyazi ağabeyin kitaplarında tanıyacağımız birçok kahraman belki de o sıralar hâlâ kahvenin 120

Hayy’dan Hû’ya


müdavimi idi. Ama ben, Yeşilyurt gibi ezan sesinin duyulmadığı bir semtten gelen ve İstanbul’u, tarihî yarımadayı yeni tanıyan bir genç olarak, sağımızda solumuzda dolaşan, kendilerine ait bölümde bazen fısıltıyla konuşan, bazen de hiddetle tartışan bu insanların hiçbirini tanımıyordum. Fakat bu kahvenin geçmişten gelen o sihirli ortamında bir şeyler olmalıydı ki Türkiye’nin hiçbir yerinde tartışılamayan meseleler bu mekânda konuşuluyor, bir kısmı istihbarat görevlisi olan müdavimlerin arasında idam ile yargılananlar dolaşıyor, memleketin kültür hayatına damgasını vurmuş veya vuracak gençler bu masalarda 12 Eylül ile ve kendi siyasi geçmişleriyle hesaplaşabiliyordu. İşte Nusret ile ilk karşılaşmamız bu mekânda olmuştu. Çevresinde 10-12 kişinin oturduğu bir masada hararetle tartışıyorlardı. Bir tarafta Burhan, diğer tarafta ise Nusret. Uzun bir süre kimin ne dediğini, neyi savunduğunu anlayabilmek için sesimi çıkarmadan, büyük bir dikkatle, hiçbir kelimeyi kaçırmamacasına dinlemek zorunda kalmıştım. Ne kadar çok şey bildiklerine, ne kadar engin bir fıkıh bilgisine sahip olduklarına hayret etmiştim. Anladığım kadarıyla Burhan ülkücü hareketten geliyordu, Nusret ise Akıncıların içinde bulunmuştu. Her ikisi de imam-hatipli idi. Onların konuştuklarını takip edememekten dolayı hayatımda ilk defa, imam-hatibe değil de bir koleje gitmiş olmaktan dolayı oldukça hayıflandığımı hatırlıyorum. İslam tarihinin çetrefil meselelerinden biri tartışılıyordu. Burhan kıvrak zekâsı ile Nusret’i sürekli zorluyordu. Nusret ise genç yaşına rağmen irsî olarak beyaza dönük saçlarını elleri ile sürekli düzeltiyor, sinirlendiğini hissettirmemek amacı ile de sigarasından derin nefesler çekiyordu. Nusret’in gerekçelerinde, kullandığı kelimelerde kendime yakın bir şeylerin olduğunu hissediyordum. Aklım Burhan’dan, gönlüm ise Nusret’ten yana idi. Yıllar sonra Nusret’in kelimelerinin, ifade tarzının neden bana bu kadar yakın geldiğini anlayacaktım. Çünkü o da Büyük Doğu’laNusret Özcan

121


rı okumuştu ve ölünceye kadar hiç vazgeçmediği şekilde bir Necip Fazıl hayranı idi. Masanın etrafındakilerin hepsi ya hukukta ya edebiyatta ya da siyasalda okuyan öğrencilerdi. Çoğunluk Anadolu’dan gelmişti ya da Anadolu’dan gelen ailelerin şehirdeki ilk çocukları idi. Yani aramızda o zamanlar henüz yaygın olmayan terim ile “beyaz Türk” yoktu. Ama konuşmasıyla, seçtiği kelimelerle, rafine zevki ve ilgileriyle aramızdaki en beyaz Türk, Nusret’ti. Sanki birkaç kuşaktır İstanbul’da yaşayan bir ailenin soyluluğu, nezaketi, kibarlığı vardı onda. Daha sonra 78’liler denilecek bu kuşağın Anadolu’dan başlayan göçebeliği, buluşma mekânları konusunda da devam etti. Marmara-Küllük’teki bir araya gelişlerimiz kısa sürdü. Beyaz Saray’daki kitapçılarda veya Beyaz Saray ile Küllük’ün arasında kalan Dergah’ta ve daha sonra uzun yıllar Çorlulu Ali Paşa/Erenler’de bir araya geldik. Beyazıt meydanından başlayan göçebeliğimiz bizi zamanla sürekli sürgün vaziyetinde İlesam’a, sonra Türk Ocağı’na, sonra da Yazarlar Birliği’ne kadar götürdü. Denize yaklaşmıştık ki artık sürgün edilmemize gerek kalmayacak şekilde iş hayatına girdik ve ancak hafta sonları birbirimizi görebilecek şekilde sabit mekânlara kavuştuk. Hayatımızda iz bırakan öğretmenler, okul veya askerlik arkadaşları, dava yoldaşları vardır. Bunlar ya eylemleri ile ya gönüldaşlıkları ile ya da öğrettikleri ile bütün ömrümüz boyunca bizde derin izler bırakır. Bu etkinin, izlerin neler olduğunun farkında olmazsınız; bildiklerinizin, öğrendiklerinizin seyir defterini tutmazsınız. Buna ihtiyaç da duymazsınız. Çünkü yemekteki tuz, çaydaki şeker kadar içinizdedir, sizindir bunlar. Sonra birden hayatınızdan bir lezzet kalkıp göç eder ve bu eksiklik üzerine düşünmeye başlarsınız. “Sevdiklerinizin“ size neler bıraktığını düşündükçe, derin bir sigara nefesi gibi içinizde bir sızı hissetmeye başlarsınız. Sol bir şairi sevmenin ihanet olduğuna inandırılmış bir kuşaktan geldiğim için, Nusret’in ilk defa Attilâ İlhan’dan sitayişle bahsetmiş olmasını çok garipsemiştim. Nusret 122

Hayy’dan Hû’ya


gibi dostunu dost, düşmanını da hayatı boyunca düşman bilen birinin Attilâ İlhan muhabbeti bende merak uyandırmıştı. 1982 ve 1983 yıllarında Çorlulu’dan artık ajanların bile kimseyi dinlemeye mecali kalmadığı saatlerde çıkıp Beyazıt üzerinden Laleli’ye ve oradan da Aksaray’a inişlerimizde koluma girip okuduğu şiirlerle, bu şiirler hakkında kulağıma fısıldadığı “meraklısına notlar”la sanki caddelerde korku, endişe kalmaz; yanmayan sokak lambaları aydınlanır gibi olurdu. Pia’yı okurken ikimiz de sanki aynı kadına âşıktık ve ikimiz de kısa bir süre sonra uzun bir yolculuğa çıkacakmışçasına hüzünlüydük. Aksaray’a geldiğimizde o, Balat’ın çamurlu sokaklarına dalmak, biz de Erkan’ın Küçük Langa’daki bekar evinde sohbete devam etmek üzere ayrılır ve sanki yarın buluşamayacakmışız gibi, bu sefer Üstad’dan birkaç dize ile ayrılırdık… Bir sonraki ikindiye kadar. Gruptaki herkes, evlerine gittikten sonra, gazetelerin, televizyonun vs. afyonuna kapılmadan, bir sonraki günün münazarasına hazırlanan öğrenciler gibi Lermontov’u, Ali Şeriati’yi, Sorokin’i vs. okuyup kafasında yeni bir dünya kurarak ikindi saatlerinde Çorlulu Ali Paşa medresesindeki “büyük buluşma” için hazırlık yapardı. Bizi bir araya getiren ne ortak siyasi geçmişimizdi ne de Anadolu kökenliliğimiz. Bizi bir araya getiren şey okumaya, öğrenmeye, dünyayı ve ahireti kavramaya, kısacası “hakikat”e yönelik açlığımızdı. Bu yüzden de kısa zamanda aramıza eski dev-solcular, aydınlıkçılar, nur talebeleri veya Türkçüler de dahil olacaktı. Nusret bu kadar farklı politik görüşlerden ve inançlardan gelen insanlar arasında birleştirici ve bazen de hiddeti ile ayrıştırıcı unsurdu. Hoşgörülüydü, neşeliydi, sakindi ama akait ile ilgili bir meselede birdenbire hırçınlaşan, keskinleşen bir yapıya da sahipti. Klasik öğretiye ters bir şey söylendiğinde önce sükûnetle izah etmeye başlar, yetmezse o üstün belagati ile hırçınlaşır, Nusret Özcan

123


sonra da avurtlarını şişirerek bağırmaya başlardı. Yine de haklı olduğunu kabul ettirememişse bir sonraki gün Nusret’i, siyah poşetler içine doldurup getirdiği, sayfaları tek tek işaretlenmiş eski fıkıh kitaplarından, bir önceki günün konusuna ait delilleri sıralarken görmek mümkündü. O elbette sadece bize bıraktıkları ve kazandırdıkları ile değil, samimiyetiyle, onurlu ve tavizsiz duruşuyla da hatırlanacaktır; daima.

124

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan da Hakk’a Yürümüş Sadettin KAPLAN

Son yıllarında bir seher aydınlığı gibi çehresinden çağlayan o ak sakalı yoktu Nusret Özcan’la ilk tanıştığımızda. Ama gülüşü de, dostluğu da, çehresi de tıpkı alnı gibi, o sonradan bırakacağı sakalı gibi apaktı… “Sanat Âlemi”ne dilimiz döndüğünce karaladığımız yazılar dışında, arada bir göz atmıyor değiliz. Ama dürüst davranmak gerekirse öyle sık sık olmuyor bu “göz atma”lar… Sevgili kardeşim Abdurrahman Şen; alfabetik sıra avantajıyla en tepede yer alıyor ya, (Gerçi o her zaman tepe ve zirvelere lâyık bir dost) işte o göz atmalarda genellikle onun yazısı ilk hedefimiz oluyor… Bugün, yazımı yenileyeyim derken, “Sanat Âlemi”nin ana sayfasına şöyle bir baktım. Sevgili Mehmet Nuri’nin bizleri dünyadan haberdar ettiği o “akar yazı” diye tâbir edeceğim sol üst köşeden akan uyarılara bakarken,.. Aman Allah’ım!.. Bana iki asır gibi gelen o kısacık zaman dilimi içinde iki kez “… Nusret Özcan’ın…” Hakk’a yürüdüğünün ilânı beynime şimşek gibi çakıldı… Dondum… Ter içinde buz kestim apansız… Bir daha baktım. O yetmiyormuş gibi, Abdurrahman Şen’in yazısının başlığı bir alev gibi akıverdi yüreğime: Nusret Özcan

125


“Nusret Özcan’ı Kaybettik Dostlar…” Sevgili Nusret’i, Abdurrahman gibi otuz yıl öncesinden değil, en fazla on beş yıl öncesinden beri tanırım. Çok fazla bir arada olmadık. Birlikte bir çalışmamız da olmadı. Ama inanın, onu ilk gördüğüm gün, gönlümün gergefine en dost nakış olarak işledim. O nakış asla solmadı, pörsüyüp örselenmedi… Sanırım 1993 yılıydı. Bu tarih yanlış ve bu tahmin bir yanılış da olabilir. Her neyse… Ben, Türkiye Çocuk Dergisi’ndeki yazarlık görevime ek olarak, TGRT’de senarist ve metin yazarı olarak da hizmet veriyordum. TGRT Televizyonundaki hemen her programa metin veriyor, bazı kısa filmlere senaryolar yazıyordum. Asıl ağırlık, yine Sanat Âlemi’nde değerli yazılarını okuduğunuz sevgili kardeşim Mustafa Nadir Önay’ın yönetmenliğini yaptığı ve sevgili Ulvi Alacakaptan’ın oynadığı Meddah hikâyelerinin yazımındaydı. Ayrıca, yine Önay’ın yönettiği, Alacakaptan’ın oynadığı “Heybe” adlı programı hatırlayanlar vardır... Nusret Özcan ise TGRT FM’de, Yeni Şafak’tan tanıdığınız Mehmet Şeker kardeşimizle birlikte program yapımcısıydılar… Ve ben de, bunca işim azmış gibi, TGRT FM’de “Şiirin Kanadında” adlı bir program hazırlıyor, metinlerini yazıyor ve Oya Seymen ile birlikte sunuyordum. (Şiirin Kanadında programından titizlikle seçtiğim bir seçkiyi de, tıpkı Heybe gibi, sonradan kitaplarım arasına kattım. Ve Oya Seymen’den de nicedir haberim yok. İnşallah iyidir…) Mehmet Şeker ile Nusret Özcan benimle ilgili bir program yapmayı düşünmüşler. Sevgili Mehmet Şeker sanki daha bir girgindi. “Dem Dem Demokrasi” adlı şiir kitabını imzalayarak bana verdi ve benimle bir program yapmak istediklerini söyledi. Sanırım yaptık ve çok güzel de oldu. İşte Nusret ile ilk tanışmamız bu vesile iledir… O tarihten sonra sık sık bir araya geldik. Dertleştik. Paylaştık bilcümle düşüncelerimizi, düşlerimizi, işlerimizi… 126

Hayy’dan Hû’ya


Dünya işi bu… Bir süre sonra ayrıldı yollarımız, ellerimiz. Ama gönlümüz hiç ayrılmadı… Birbirimizden bir hayli uzaktık fiziksel olarak. Oturduğumuz yerler arasında en azından yüz kilometreden fazla bir mesafe olduğunu tahmin ediyorum. Sanırım onun da arabası yoktu. Allah her ikimize de “Yürü ya kulum” demişti… Çok sık değil, hatta bayağı uzun aralıklarla karşılaşıyorduk Cağaloğlu denen o yazanlarla yayınlayanların kavşak noktası olan yokuşun başında. (Gerçi son zamanlarda burası turizme kucak açan bir yer oldu ya…) İkimiz de TGRT’den ayrılmış, başka başka işlere geçmiştik. Bir karşılaşmamızda, yanından geçerken bile tanıyamadım. Aradan o kadar zaman geçmiş miydi? Elimden tutup; “Üstâdım, canım ağabeyim, ezip geçme yanık bağrımızı…” diye şaka yollu serzenişte bulununca, ses ve göz değişmezliğinden ötürü tanıyabildim. Ak sakallı bir pîr-i fâni olmuştu bizim Nusret… Hasretle kucaklaştık. O ak-pâk sakalından defalarca koklayarak öptüm. Sonra da “Ne bu hâl? Bu yaşımızla sana ihtirâm etmemiz için mi böyle sakal bıraktın?” diye şakayla payladım. Ama o, her zaman bir kadife kaftan gibi giyindiği tevazuuyla elime sarılıp öptü... Bu defa da ben onun elini öpmek istedim. Bir mücadele ki sormayın. Gelip geçenler, bu iki ak saçlı âdem acep neyi bölüşemezler diye hayretle bakar oldular. Allah’tan tanıyanlar çoğunlukta. Çabuk hemhâl olduyduk… Bir gün de… Ah!.. Evet, bir gün de ayağının birini sarılı olarak gördüm. Parmakları… Kısaca anlattı. Bir hoş oldum. Tevekkül ile karşılıyordu. Mütevekkil birini teselli etmek ne kadar zor ve anlamsızdır… Ehl-i dîl ve ârif olanlar bilirler… Her neyse… Ve o tarihten sonra en fazla birkaç kez daha karşılaştık. Her defasında, her ikimiz de o dar zamanlarımızı sündürüp uzatmak veya söyleyeceklerimizi bu dar zamana sığdırabilmek için söz ile değil, göz ile konuşur olduk… Nusret Özcan

127


Son karşılaşmamız bayağı çok kısa bir zaman dilimi içine sığdı. Ama hoşbeşten sonra, göz ve gönül diliyle çok şeyler anlattı bana. Belli ki iyi değildi. Fakat kimseye kırgın ve dargın da değildi... Sadece burkuk ve kırıktı… Bakışı kırıktı, gönlü kırıktı Nusret kardeşimin. Sormadım sebebini. Sorsam da söylemezdi zaten… Benden bir isteği olup olmadığını sordum. “Var ağabey” dedi gülerek. Sonra da ekledi: “Duâ et Allah rızâsı için. Ve hakkını helâl et…” Kızdım, sakalını sertçe okşadım: “Bende hipertansiyon olduğunu bilmiyor musun deli derviş?” dedim. “Biz zaten bütün Müslümanlara hakkımızı peşinen helâl etmiş değil miyiz?..” İkimiz de sustuk. Gözlerimiz ıslak birer iplik gibi birbirine düğümlenirken, zoraki gülümsedik. Ve farkında olmadan, aynı anda aynı cümleyi mırıldandık: “Helâl olsun, Allah’a emanet ol!..” Ondan sonra da ayrılıp gittik işte… Dünya dediğiniz ne ki?.. Ve bir akşam… Sanat Alemi,.. Abdurrahman Şen’in yazısı… Güle güle Nusret Özcan… “Tekrar mülâki oluruz bezm-i ezelde/ Evvel giden ahbâba selâm” ilet bizden. Nûr içinde yat sevgili kardeşim… sanatalemi.net 24.06.2007

128

Hayy’dan Hû’ya


Cennet Kokulu Dostum Mustafa Nafi KAYA

Yıl 1996. Evliliğimizin ikinci yılında, Allah bize bir kız evlat nasip etti. Eşim Yasemin ile alışık olduğumuz üzere sık sık gittiğimiz İLESAM’a, bu sefer kızımız Beyza ile gitmeye devam ettik. Dost meclisinde yaptığımız sohbetlere bu kez kızımız da katılıyordu. Bir dönem Yeni Şafak Gazetesi’nde mesai arkadaşım da olan güzel insanla İLESAM’da her karşılaştığımızda, kızım Beyza’yı sever ve boynundan öperek: “Sabi, cennet kokuyor” derdi. Kızım sevildiğini anlar gibi, gülümserdi. Gülümsemesi güzel, ahlakı örnek alınacak güzel insandı Nusret Ağabey... Mekanın cennet olsun, cennet kokulu dostum. Seni özledik, sen gelemezsin biliyorum ama emin ol ki dostların sırasıyla sana gelecektir.

Nusret Özcan

129


130

Hayy’dan Hû’ya


Gönlü Güzel, Kendi Güzel Adam Mehmet KAHRAMAN

Benim Nusret’le ilk tanışıklığım Hüsnü Kılıç’ın yazıhanesinde olmuştur. İlk gözlemim ise; bir İstanbul Beyefendisi’nin ağırlığına, saygı ve tevazusuna sahip oluşudur. Türkçesiyle, aksanıyla kullandığı kelimeler ve kelimelere yaptığı vurgularla, bizim kuşakta pek de göremediğimiz bir kişiliktir. 80’lerin ilk yıllarıydı ve ait olduğunu ifade ettiği Büyük Doğu ve Necip Fazıl’dan mülhem bir dil konuşurdu. Samimiyetimiz 1986 yılında matbuat muhabbetlerimizle oluşmuştu. Erenler’in müdavimlerindendi kendisi ve masalarımız da çoğunlukla aynıydı. Ancak ilginç bir anekdot, onu iyi tanımadığımı ortaya koymuştu. Bir arkadaşımızın eşi, biraz esprili biraz gerçek gibi bir iddiayı seslendirmişti. Onun evli olduğunu ve eşini çok sevdiğini iyi biliyordum. Ama eşini ve ailesini hiç görmemiştim. Biraz mizah barındırsa da ilginç iddia şuydu: “Nusret evli değildi ve Mualla Hanım diye biri yoktu.” Zira hiçbir koca, karısına bu kadar âşık olamazdı. Doğrusu ilginç bir iddiaydı ve “doğru olabilir mi?” diye aklıma gelmedi değil. Bazı tuzak sorularla, acabalara cevap ararken şöyle bir cümlesine şahit oldum: “Bana tahammül ettiği için Mualla Hanım’a teşekkür ederim. Bana Mualla Hanım’ı nasip ettiği için Allah’a hamd ederim.” Nusret Özcan

131


Bu cümle, bu zamanda, sık duyulabilecek bir cümle değildi. İddiayı dillendiren arkadaşımız, Nusret’in evine yaptığı bir ailecek ziyaret sonrası Mualla Hanım’la tanıştı. Ve onun Nusret’in kafasındaki bir romanın kahramanı olmadığını öğrendi. Bana gülerek şöyle demişti: “Yahu!.. Mualla Hanım gerçekten var.” Ayrıca Nusret’in bence mühim bir özelliğinden daha bahsetmek isterim; Fenerbahçeliliğinden… Nusret, insanın hayatında görebileceği en büyük Fenerbahçelilerden biridir. Ben ki çevremde fanatikliğimle bilinirim, ama Nusret’in yanında esamemin okunmayacağını da bilirim. Onun gibi hem İslami şuura sahip hem entellektüel düzeyi yüksek biri için yadırganabilecek bu özelliği de ancak Nusret’in kendisi izah edebilirdi. Zira Fenerli olmayı bir tür millîci olmanın başta gelen vasıflarından saydığı gibi; saatlerce süren anlatımlarında, Türk tarihinden İslam tarihinden bir dolu hikâyenin izdüşümlerini de bugüne aktararak, Fenerli olmayla özdeşleştirirdi. Benim bunu aktarmaya lisanım yetmez ama özellikle Yeni Şafak Gazetesi günlerimizde onlarca şahidi olan muhabbetlerimizi hatırlayan çok insan var. Kimi zaman içimizde kalan bu sıcak muhabbeti hatırladıkça hüzünleniriz. Kendisi çok erken gitti aramızdan… Allah rahmet etsin.

132

Hayy’dan Hû’ya


Ölümüyle Bile Ders Veren Bilge Çerkes Sefer KAYAOĞLU

İnsanın düşüncelerini kâğıda dökmesi çok zormuş. Bu düşünceler bir de içten sevilen ve içindeki bu sevgi kelimelerini olduğu gibi hak eden biriyse bu daha da zor. Günlerdir düşünüyorum “Acaba Nusret Ağabeyi hangi cümlelerle özetlemek doğru olurdu” diye. En sonunda anladım ki O’nu özetlemek mümkün değil. Hangi kısa cümle O’nun sıcaklığını, dostluğunu, bilgeliğini, birikimini, sevimliliğini, sempatikliğini, dobralığını, şefkatini, merhametini, doğallığını, sevgisini, güzelliğini ve en önemlisi yeri doldurulamaz “Nusret Ağabeyimiz” olmasını ifade edebilir. Hayatıma artı bir değer katan Nusret Özcan’la gazetede tanışmıştım. Nusret Ağabey’in ırkının özelliklerini taşıyan yerinde duramayan fırtınalı düşünceleriyle de. Yüzünde o bitmek tükenmek bilmeyen nurlu ifadelerle bir şeyler anlatmasıyla da. Ne kadar çok şey biliyordun Nusret Ağabey. Bir insan bu kadar bilgiyi nasıl muhafaza eder ve bunları insanlara anlatmak için bu enerjiyi nasıl bulurdu! Her olay karşısında anlatacak bir hikâyen hep olurdu. Bitmeyen ve tükenmeyen… Nusret Özcan

133


Gergin ortamlarda bile insanların ateşini söndürecek bir nükteyle ortalığı sütliman ederdin. Gazetede ne zaman tartışmalar hararetlense sen, o nur yüzlü bilge, yanımıza gelir “Yahu gürültü yapmayın da biraz uyuyalım, insan işyerinde uyumazsa nerede uyur” diyerek harareti alır ve giderdin. Bizlerin yüzünde de sadece tatlı bir tebessüm kalırdı. Tıpkı şu an bu satırları yazarken o günleri hatırlayıp yüzümde oluşan tebessüm gibi. Özledim seni Nusret Ağabey. Bir insanın “ağabeyini” özlediği gibi özledim. İtiraf etmeliyim ki seni konuk olarak aldığımız televizyon programlarını izleyici için yapmaz, kendim için yapardım. Senden bir iki bilgi daha alabilmek için. Hiç söze karışmaz, hiç soru sormazdım. Sen bilgi deryanda beni bir yerlerden bir yerlere sürüklerdin. Vakit dolduğunda sadece yüzüne bakar ve bu bilgileri benimle paylaştığın için içten içe teşekkürlerimi sunardım. Bu satırları yazmak bana zor geliyor. Çünkü mahcubum, çünkü ıstırap içindeyim. Seni her hatırladığımda ölürken bile verdiğin o ders aklıma geliyor. Hani fani dünyada insanın işleri bitmez ya. Herkes gibi ben de sana ve dostlarıma yeteri kadar zaman ayıramıyordum. Çünkü bitmez tükenmez bir koşuşturmacanın içerisindeydim. Bir gün Nusret Ağabeyi ziyaret edelim kararı aldık Sevgili Saim Çelenli’yle beraber. Gün kararlaştırıldı: “Cumartesi”. O gün mutlaka Nusret Ağabey’i görmeye gidecektik. Hem ziyaret edecek hem de özlem giderecektik. Güya sürpriz yapıp “Nusrettin Baba, emrine amadeyiz” diyecektik. Taa ki Cuma günü o haberi alana kadar… Olamazdı… Nasıl olurdu… Telefonlar … Telefonlar… Sanki haberin yanlış olmasını duymak istercesine sağa sola telefonlar… Ama biz daha onu görecektik, sürpriz yapacaktık… Hani planlamıştık… 134

Hayy’dan Hû’ya


Planların bizim dışımızdaki bir kuvvet tarafından yapıldığını hiç hesaba katmamıştık. Dünya işleri bir anda durdu. Bitirilmesi gereken işler, tamamlanması gereken projeler bir anda yerinde saydı. Zaman durdu… Duran zaman Nusret Ağabeyinki miydi benimki miydi bilmiyorum. O aşamada zaten herşey anlamını yitirmişti. Evet… Nusret Ağabeyi görmeye gittim. Gazetede değil Ama Eyüp Sultan Camii’nde. Birçok seveni ile birlikte son görevimizi yerine getirmeye… Varlığında beni nasıl bilgilendirdiysen vefatınla da beni bilinçlendirdin. Artık dostlarıma daha çok zaman ayırıyorum. Onlarla daha fazla bir araya gelmeye gayret ediyorum. Senin cenazende yaşadığım ıstırabı başkalarında da yaşamak istemiyorum. Bana dâr’ül-bekâya irtihal ederken bile verdiğin bu dersten dolayı seni çok seviyorum. İyi ki vardın ve iyi ki var olmaya devam edeceksin Nusret Ağabey…

Nusret Özcan

135


136

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan’ı Nasıl Tanıdım? İbrahim KİRAS

Rahmetli Nusret Özcan’la ne zaman ve nasıl tanıştığımızı çok net hatırlayamıyorum. 1980’lerin ikinci yarısında olmalı. Belki de bilinen anlamda bir “tanışma” da söz konusu olmadı. Aynı mekâna (Erenler-Çorlulu Ali Paşa Medresesi) devam eden, ortak arkadaşlara sahip ama aynı zamanda ortak başka şeylere de sahip iki insan olarak birbirimizi tanıyorduk herhalde. Doğrusunu söylemek gerekirse başlangıçta yıldızlarımız pek barışmamıştı. Fikirlerimiz pek uyumlu değildi; ne edebiyat alanında ne de ilahiyat alanında benzer yaklaşımlarımız vardı. Tabiri caizse o daha gelenekçi, ben –herhalde daha genç olduğumdan- daha yenilikçiydim. Belki de aramızdaki yaş farkının neticesiydi bu. Ama aynı zamanda kişiliklerimiz de farklıydı galiba. Rahmetli, heyecanını ve öfkesini dışa vuran, cedelleşmeyi seven, kavga eder gibi konuşan ve bu yüzden genellikle tansiyonu yüksek tartışmaların içinde görebileceğiniz bir insandı. (O yıllarda Erenler bugünkü televizyon tartışma programlarının doğal sahnesi gibiydi.) Mekândaki insanlar arasında sesi en çok duyulan ve göze en çok çarpan kişilerin başında Nusret Özcan gelirdi. Nusret Özcan

137


Bense 20’li yaşlarının başında kafasındaki bütün soruların cevabını bulmuş, okunması gereken bütün kitapları okumuş, dünyayı kendi çevresinde dönüyor zanneden bir çocuktum. Nusret Özcan’ın ve onun gibilerin bütün fikirlerinin yanlış, benimkilerin doğru olduğunu düşünüyordum doğal olarak. Ama bu fikrimi kendisiyle tartışmaya niyetim yoktu. Aksine, her an parlamaya hazır tabiatını gördüğüm için yanına yaklaşmamaya çalışırdım. Kimi zaman aynı ortamda ister istemez yan yana geldiğimizde de mesafeli bir diyalog içinde olduğumuzu hatırlıyorum. Başta Ebubekir Kurban olmak üzere ortak ve yakın arkadaşlarımızın mevcudiyeti de bizi birbirimize çok fazla yaklaştıramadı. Dolayısıyla uzun yıllar boyunca aramızdaki tanışıklık neredeyse soğuk bir selamlaşmadan ibaret kaldı. Ta ki eşimle aynı işyerinde (TGRT) çalışmaya başladıkları zamana kadar. O günlerde Erenler’in dışında da görüşmeye başlamıştık. Ve şunu fark etmiştim ki bu ilginç adam Erenler’in dışındayken daha başka bir insandı. Onun merhametli, iyi kalpli, yardımsever, arkadaş canlısı yönünü asıl o zaman tanımaya başladım. Bilahare aynı işyerinde (Yeni Şafak) çalışmaya başladıktan sonra daha da yakınlaştık. Ortak ilgilerimiz, ortak duygularımız, ortak duyarlıklarımız meydana çıkmıştı. Belki her ikimizin hayata bakışındaki keskinlikler de bir parça törpülenmişti o zamana kadar. Yine de her konuda tam olarak anlaştığımızı söyleyemem. Bununla ilgili bir hatıram da var: Yeni Şafak’ta birlikte çalıştığımız günlerde aramızdaki dinî bir konuyla ilgili tartışma çığırından çıkmış, birbirimize bağırıp çağırmaya başlamıştık. Nusret Ağabey eski Erenler günlerindeki gibi sesini yükselttikçe yükseltiyor ve o bilinen retorikçiliğinin en iyi örneklerinden birini sergilerken beni “mezhepsiz”likle itham ediyordu; ben de o tartışmanın hararetine kendimi kaptırdığımdan olsa gerek saygı sınırını aşıp laf arasında kendisine “yobaz” deyivermiştim. Aramızdaki ilk ve son kavgaydı bu. Neyse ki aradan yarım saat bile geçmeden birbirimize sarılıp barışmıştık. Rahmetlinin tarzı buydu zaten. Ama ben o tar138

Hayy’dan Hû’ya


tışmayı hiç unutmadım. Yaptığımız ilk ve son kavga olduğu için unutamazdım zaten. Ama rahmetli nerdeyse her karşılamamızda o günü hatırlattı bana ondan sonra. “Hatırlıyor musun, sen bana yobaz demiştin” derdi gülerek. Bu söze içerlediği veya bana ayıbımı hatırlatmak istediği için değil. Hoşuna gitmişti sanki sonradan düşündüğünde. Belki de yobaz kavramı onun zihin ve gönül dünyasında pek de olumsuz bir anlama gelmiyordu. Bilemiyorum, belki de ben kendime yontuyorum şimdi. Anılar tarafsız olmaz ne de olsa. Olmasını arzu ettiğimiz şekilde hatırlarız olayları. Nusret Özcan’la ilgili hatırladığım en önemli şey, yıllardır tanıyıp sevdiğimiz ve biraz hırçın ve cedelci diyebileceğimiz karakterini yukarıda anlatmaya çalıştığım kişinin belirli bir dönemde ve birdenbire çok ciddi manada bir değişim yaşadığına şahit olmamdır. Neredeyse bir anda o eski Nusret Özcan gitti, yerine bambaşka biri geldi. Halim selim, sürekli tebessüm eden, kimselere kızmayan bir adamdı bu yeni Nusret Özcan. Hafızam beni yanıltmıyorsa uzun beyaz sakallarıyla karşımıza çıktığı günlere tekabül ediyordu bu bahsettiğim değişim. Ya da ben öyle yakıştırıyor olabilirim; çok emin değilim. Ortak dostlarımız arasında bu konuyu daha iyi hatırlayanlar olacaktır muhakkak. Bugüne kadar hiç kimseyle bunu konuşmadığımız için belki de “sen neden bahsediyorsun birader” de diyebilirler. Çünkü yukarıda anlattım, bizim kendisiyle mesafeli bir tanışıklık içinde olduğumuz dönemi daha sonraki yakınlığımızdan ayırmak için kendi kendime böyle bir değişim vehmetmiş de olabilirim. Benim hatırladığım şu: Belirli bir tarihten itibaren Nusret Ağabeyimizin tavırları, davranışları değişmişti. Artık eskisi gibi yüksek sesli, gergin tartışmalar içinde görmemeye başlamıştık kendisini. İlgi alanları da değişmiş gibiydi. Bu değişimin sebebini seziyordum ama açıkça konuşulmadığı için şimdi detaylandıramıyorum. Anladığım kadarıyla o günlerde bir maneviyat büyüğünün irşadına nail olmuştu. Bu konuyu kendisine sorduğumda tebessüm ederek susar, cevap vermezdi. BaşkalarınNusret Özcan

139


dan duyduklarım itibarıyla biliyordum bu yönünü. Belki de benimle bu konuyu konuşmayı uygun görmüyordu. Zaten son yıllarda çoğu zaman dudağında anlamlı ve tatlı bir tebessümle yüzünüze bakar ve susardı aniden sohbetin bir yerinde; “Boşuna konuşuyoruz, siz benim bildiklerimi bilmiyorsunuz ki!” dercesine…

140

Hayy’dan Hû’ya


Gümüş Sakal Öldü mü? “Nusret Özcan’ın aziz hatırasına...” Mustafa KUTLU

Geçenlerde Çınaraltı’nda gördüm, oturmuş çay içiyor. Beni fark edince “gelsene” diye el etti. Gittim, oturduk, birer Maltepe yaktık. Maltepeciler sadece Maltepe içer. Sabah, erken daha, işçiler-iş sahipleri oluk oluk Kapalıçarşı’ya doğru akıyor. Bu o saatte Sahafları tavaf etmiş, bir Mızraklı İlmihal almış, gelip buraya oturmuş. Nereden bulur bu antika kitapları. Çaylar geldi, bayağı çay yani; demek Çınaraltı’nın henüz çivisi çıkmamış. Derken yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu yaklaştı. Saçları su görmemiş, yüz göz kir içinde, ayaklarında bir çift eski terlik. Eli beş altı yaşlarındaki oğlan kardeşinin elinde. Oğlanın üzerinde rengi atmış bir tişört dizlerine kadar iniyor. Ayaklar çıplak. Konuşmuyorlar, dilenmiyorlar, öylece bakıyorlar. Nusret bunları görünce elini cebine attı. Bir o cebine, bir bu cebine, yok para, yok. Sonunda ceketin koyun cebinden buruşuk bir on lira çıkarıp uzattı kıza. Kız şaşkın, sevincik olmuş, boncuk gözlü oğlanı uçurarak uzaklaştı yanımızdan. Beyazıt Nusret Özcan

141


Nusret Özcan, Mustafa Kutlu

Camii’nin köşesini dönünceye kadar sessizce arkalarından baktık; sonra birbirimize döndük. Nusret’in gözleri nemlenmişti. Gözlerinin içi bu kadar güzel gülen bir adam var mıdır acep dünyada? O eski ceketin koyun cebinden son parasını çıkarıp verebilen bir adam kalmış mıdır? Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Şimdi kalkacak, elleri pantolon cebinde, dudaklarında bir ilahi, Beyazıt’tan Eyüb’e kadar yürüyecek. O da benim gibi yaşadığı çağdan muzdarip, eski günlere takılıp kalmıştı. Fakir ama onurlu günlerimiz. Nohut oda, bakla sofa ahşap evlere, bu evlerin leylak ve gül kaplamış bahçelerine, kuyudan çekilen serin sulara, tahtaboşa yuva yapan kumrulara, John Wayne’li Ayhan Işık’lı bahçe sineması filimlerine, bir türlü itiraf edilemeyen aşklara, «Gizli aşk bu söyleyemem…» diye başlayan şarkılara, yıkık duvarlardan sarkan ballı incirlere, dalından düşüp kolunu kırdığı çakal 142

Hayy’dan Hû’ya


eriklerine, camilerin son cemaat mahallerine, buralarda barınan ihtiyarların sohbetlerine, kandil gecelerine… Eski ceket, boyasız ayakkabılar, elde kitap, dilde dua. O gümüş saçlarına elini şöyle bir atar, gûya alnına düşen perçemleri düzeltir, sakalını sıvazlar; inançla-sevgiyle-sohbetin en demli haliyle anlatırdı: -Efendim, bakınız, meselenin aslı şudur. Gümüş Sakal öldü diyorlar. İnanmıyorum. Onu Ümmî Sinan Tekkesi’nde, Eyüp Sultan Stadyumu’nda, Üstad’ın mezarı başında, iskeledeki kayıkçılar ile sohbet esnasında, İslâmbey Camii’nde çocuklara Kur’an öğretirken, Erenler’de Burhan’a kafa tutarken, Hakkı Yanık ile Yeni Şafak sayfalarından birini hazırlarken görenler var. Gümüş Sakal aramızda yaşıyor, dolaşıyor. Son kitabımı imzalarken «Beni duadan unutma» diye yazmıştım. Hiç unutur mu? Ben buradan, o neredeyse oradan dualarımızı birbirimize gönderip haberleşiyoruz. Evet «önden giden bir atlı» oldu. Bu kesin. Demek sevgiliye kavuşmayı içimizde en çok o istedi. Ben sana ne diyeyim Gümüş Sakal? Getir o temiz alnından öpeyim. O güzel gözlerinden. Çok geçmez biz de göçeriz o diyara. Sana bir leylak dalı ile geleceğim. Bu dal bütün bir Eyüp, bütün bir İstanbul, bütün bir İslâm âlemi kokacak. Takma kafana, öldü falan demişler, yalan. Oturur birer Maltepe yakarız. Etrafa bakarız, melul-mahzun bir kız çocuğu var mı acep diyerek. Yeni Şafak, 9 Ocak 2008 Nusret Özcan

143


Nusret Özcan’ın cenazesinden, Eyüp, 23 Haziran 2007

144

Hayy’dan Hû’ya


Ani Veda M. Nihat MALKOÇ

Bazı yazarlarla yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da kitaplarından dolayı dost veya düşman belleriz onları… Duygu ve düşüncelerimize hitap ediyorlarsa, bizi anlatıyorlarsa, hissiyatımıza tercüman oluyorlarsa en iyi dostlarımız arasına girerler. Şayet benimsediğimiz değerlerin aleyhinde kalem oynatmışlarsa onlara karşı soğuk dururuz, hatta düşman kesiliriz. Benim de dost bellediğim, sevdiğim yazar dostlarım vardır. Fakat fikrini benimsemediğim kalem sahipleri de yok değil. Lakin yazdıklarına katılmasam da düşmanlık da duymam kendilerine. Zira herkes inandığını terennüm eder. Herkes hesabını yalnızca Allah’a verir. Dost bildiğim, yazdıklarından zevk aldığım, özü sözü doğru adamlardan biriydi Nusret Özcan. Biriydi diyorum, çünkü o 22 Haziran 2007 itibariyle aramızdan ayrıldı. 49 yaşında saçı sakalı ağaran bu Hak ve hakikat dostu, gazeteciliği ve yazarlığı meslek olarak seçmişti. 25 yıldan beri bu sevdiği işle uğraşıyor, rızkını bu meslekten temin ediyordu. Uzun zamandan beri Yeni Şafak gazetesinde editörlük yapıyordu. 1958 yılında Eyüp’te doğan Özcan, geçtiğimiz yıl iki kalp krizi atlatmış, sağlık sorunlarına rağmen gazetedeki görevine geri dönmüştü. Çünkü üç erkek evlat ve bir eş ondan ekmek bekliyordu. Öyle olmasa da o, yaptığı işi aşk Nusret Özcan

145


derecesinde seviyordu. Boş kalmak, başkalarına el açmak ona göre işler değildi. Onurluydu, gururluydu, gayretliydi, fakat tamahkâr değildi. Üstat Necip Fazıl’ı çok severdi rahmetli Nusret Özcan… Onun fikirleri üzerine bina etmişti karakterini… Çile’den süzülen nurlarla hayatına ışık ve renk katmıştı. O, Eyüp Sultan’da doğup büyüyen ve o manevi atmosferde ruhunu şekillendiren mütedeyyin bir insandı. Necip Fazıl’ın Eyüp Sultan’daki kabri ona ayrı bir heyecan verirdi. Necip Fazıl’ın maneviyatıyla iç içe sayardı kendini… 22 Haziran 2007 Cuma gününde son nefesini veren 49 yaşındaki bu yirmi birinci yüzyıl alpereni, çok sevdiği ve fikirlerinden beslendiği Necip Fazıl’la aynı kabristanda ebedî uykusuna dalacak. Belki Cennette komşu olacaklar, kim bilir? Nusret Özcan; Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunuydu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat Görüntüleri ve İlahiyat eğitimi de almıştı. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı, idarecilik ve editörlük görevlerinde bulunmuştu. Edebî çalışmalarını İzlenim, Kayıtlar, Kafdağı gibi dergilerde okuyucularla buluşturmuştu. Bizim Mahalle, Sokak Sesleri, Leyla ve Mecnun, Beşir Ayvazoğlu Kitabı, Kar Kelebekleri ve Kemal Aykut’la birlikte hazırladıkları Mustafa Kutlu Kitabı adında altı tane eseri bulunuyordu. Onun Beşir Ayvazoğlu ve Mustafa Kutlu için hususi kitaplar hazırlanmasına öncülük etmesi yazar dayanışmasına ve dostluğuna iyi bir örnektir; bu ayrıca bir vefa tablosudur. Nusret Özcan tıpkı Yahya Kemal gibi bir İstanbul sevdalısıydı. Doğduğu ve doyduğu İstanbul’dan çıkmayı, başka şehirlerde yaşamayı hiç düşünmedi. İçindeki İstanbul aşkı hiç sönmedi, küllenmedi. “Ben İstanbul’la zehirliyim, mecbur kalmadıkça sur dışına bile çıkmıyorum.” diyecek kadar İstanbul’a bağlıydı. Ölümünde de bu şehirden ayrılmadı. O şimdi Eyüp Sultan Kabristanı’nda İstanbul düşleri görmeye devam edecek. Yerin Cennet olsun dost insan… Onun 146

Hayy’dan Hû’ya


İstanbul’la ilgili şu ifadeleri, sevgisinin ölçüsünü ortaya koyuyor sanırım: “İstanbul, tarifi kolay kolay yapılamayacak bir şehir. Efsunlu, hırçın, cazibeli, netameli, belalı, cezbedici... Bu sıfatları daha da çoğaltabilirsiniz. Diğer şehirlerde olmayan birçok şey var onda... Hadis-i Şerif ’e mazhar oluşuna bağlıyorum ben bunu. Payitaht oluşuna... Osmanlı’nın en büyük mührü oluşuna ve tabii konumuna... Boğazı, Haliç’i, tarihi ve arı oğulu gibi sürekli hareketli oluşuna... İstanbul’un düzensiz oluşundan bahsedenler bence haksızlık ediyor... Zira o keşmekeş ve karmaşa gibi görünen şey hareketin, dinamizmin olduğunu gösteriyor. Ayrıca düzenlilik her zaman iyi bir şey mi ki? Ramazan her sene aynı günlere gelmiyor, vakit namazları, hac aynı zamanda eda edilmiyor. Düzenlilik, gerektiğinde iyidir. Siz tahini önce, pekmezi sonra yerseniz tahinli pekmez yemiş olmazsınız. İkisinin bir arada oluşturduğu lezzet, kıvamınca birbiriyle karışmasıyla ortaya çıkıyor.”

Nusret Özcan

147


148

Hayy’dan Hû’ya


Mahzun Yolcumuz Mustafa MİYASOĞLU

Sevgili Nusret Özcan’ın ölüm haberini gazetede gördüğümde, birden şaşkınlığa düştüm. Bu kadar genç ve bu kadar dost bir insanı kaybetmek, hepimiz için tarifi imkânsız bir acı verdi. “Hepimiz” sözü elbette itibarîdir, sadece onu tanıyanları kapsadığı bellidir ama onu tanıyanların sayısı da az değildir. Ailesi, dostları, mesai arkadaşları ve elbette okuyucuları... Bu kadar sevdiğim gençlerden biri olan Nusret Özcan’ın ölüm haberini gazeteden değil de bir telefon haberinden öğrenmem daha doğru olurdu ama nedense İstanbul’da dağınık bir hayat yaşanıyor, kimsenin de kimseden pek haberi olmuyor; buna da hiç şaşılmıyor... Beni en çok üzen, bu kadar genç insanın birbirlerinden böylesine kopuk olması ve hep aynı şeylerin ıstırabını çekerken birbirlerinden uzak yaşamasıdır. Halbuki bizim kültür ve medeniyetimiz sohbet ve muhabbetle varlığını sürdürür, gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Kültürel şeyler de yok sayıldığı zaman yok olur; hayatımızın dışına düşer. Halbuki hiçbirimizin böylesine birbirinden uzak hayat tarzları seçmeye hakkımız yok sanıyorum... Nusret Özcan

149


Çekingen bir savaşçı Bu dost gönüllü ehl-i kalem ve kelam için kullanılabilecek en doğru ifadelerden biri, onun çekingen bir savaşçı olduğudur. Kafkas asıllı aile köklerinden gelen diri bir heyecanı ve Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “ham softa ve kaba yobaz”lara karşı bitmez tükenmez bir fikir öfkesi vardı. O yüzden de gülümseyerek yaptığı tespitlerinden birçoğunun altında hep keskin bir tenkit veya hiciv kendisini gösterirdi. MTTB’den sonra, özellikle 12 Eylül 1980 sonrasında sahipsiz kalan, artık Marmara Kıraathanesi’ne sığamayan şuurlu gençlik, Millî Gazete ve Yeni Devir gibi gazetelerde yazıyor, Cağaloğlu’nda buluşuyordu. Biz de bu sırada siyaset dışı kültürel yayınlar yapıyor, gençlerle ilgileniyorduk. Abdurrahman Şen’le Nusret Özcan yazı hayatına o dönemde başladı. Bunların ortak tavrı, Necip Fazıl’ın geliştirdiği günlük siyaset üstü bir şuur ve kültürel kaygıydı. Bu kaygıyla lise son sınıflarıyla üniversitelerde birbirlerini buluyor, kendilerinden biraz daha büyük olan hoca ve ağabeyleriyle görüştürüyorlardı. Bu dönemde Necip Fazıl’ın konferansları olmadığı için ev ziyaretlerine gidebilmek az bulunur çok büyük bir imkândı. Eyüp Sultanlı, cedbeced İstanbullu, Edebiyat mezunu, güzel sanatlara ve estetik hazlara tutkun, gazeteci-yazar ve sohbet adamı Nusret Özcan’ı kaç kişi tanır bu ülkede? Elbette para ve politika tutkusu olmayan, böylesi incelik tiryakisi, fikir öfkesini tebessümünün arkasında saklamaya çalışan popüler olamaz. Fakat milletin ve ümmetin derdiyle öylesine meşgul ve “Kendi derdim billâh gelmez yâdıma” diyecek kadar diğer-kâm bir dostu tanıyan unutamaz. Cağaloğlu’nda karşılaştığımız için ailece tanıyorduk. Benim için Üstad’ı hatırlatan sakalı bizim gençler için “pamuk dede” havası veriyordu. Bu kadar gençken böylesine yaşlı görünmek, kalp krizine yol açan mahzun gönlüyle hayatı idrak etmekten doğan bir sonuçtur. 150

Hayy’dan Hû’ya


Hüzünlü bir yolcunun yazarlığı Yazarlığı yaşama biçiminden ayırmayanların samimiyeti, her türlü takdirin üstündedir... Nusret Özcan yazı hayatına Abdurrahman Şen’in ısrar ve destekleriyle 26 yıl önce başladı. Cemre dergisinde yayınladığı ilk yazısından sonra, 1982 yılında yayına hazırlanan Suffe Kültür Sanat Yıllığı’na “1981’de Sinema, Tiyatro ve Televizyon” adlı bir değerlendirme yazdığı günlerden beri onunla tanışıyor, pek çok ortak değeri paylaşıyoruz. O dönemde Nusret Özcan Millî Gazete arşivinde çalışıyordu. Sonraki yıllarda her farklı dergi ve gazetelerde adına rastladığımız, her toplulukta karşılaştığımız Nusret Özcan, epeyce bir zaman yazılarıyla görünmez oldu. Altı-yedi yıl öncesine kadar kitap çıkarmak bir tarafa, dergilerde ve gazetelerde görünmek bile istemez gibi kendini geri çekmeye başlamıştı. Buna tevazudan çok meselesini muhatabıyla birebir paylaşma alışkanlığından doğan deşarjın yazıya fırsat vermemesi olarak da bakmak mümkün... Abdurrahman Şen vasıtasıyla Millî Gazete arşiv görevlisi iken tanıdığım Nusret Özcan’ı hep kültürel faaliyetlerde, çay bahçelerinde veya gazetelerde görüp konuştum. Yayınıyla ilgilendiği Kafdağı dergisinin Necip Fazıl özel sayısı için benden üç-dört yıl önce yazı istemiş, o çevrede epey konuşmuştuk. İki yıl önce Samsun’da Necip Fazıl ile ilgili toplantılarda beraber olduk, hasret giderdik; aynı kürsüye çıktıktan sonra, Sultanahmet Kitap Fuarı’nda görüşmüştük. Leylâ ile Mecnun adlı kitabı yeni yayınlanmış, imzalıyordu. Bizim Mahalle ve Sokak Sesleri adlı kitaplarını beğendiğimi söylemiştim. Bunlar İstanbul’da kaybolan incelikleri anlatıyordu ve en iyi Nusret Özcan anlatabilirdi, çünkü yaşamıştı. Leylâ ile Mecnun hepimizin aşkıydı, o da en coşkulularımızdan biri olarak güzel yazardı. Mustafa Kutlu ve Beşir Ayvazoğlu için hazırlanan kitaplara emeğinin geçmesi, ona özgü fedakârlıklardan... Kar Kelebekleri ve Bir Hüzün Nusret Özcan

151


Yolcusu adlı kitaplarını henüz göremedim, zaten ikincisi de Eylül’de okuyucusuna ulaşacakmış... Yazarsız kalan okuyucuya ulaşmış böylesi kitaplar bana hüzün verir ama kitabın adı da zaten hüzünlü... Konusuna mutlaka çok uyan şeyler yazmıştır, baki muhabbetlerle... Yıllıkta yayınladığımız yazısında, senaryosundan pazarlamasına kadar her şeyiyle kendi ilgilenen bir yönetmen arkadaş için söylediği “Sığ filmler yapması tabii karşılanmalı” sözü, onun hakikate nasıl iki kaşının ortasından bakmaya tutkun olduğunu gösterir. Altı ay önceki kalp krizinden sonraki telefon görüşmemizde buluşmak için sözleşmiş, hatta radyo programına bile katılmayı istemiştim, ama olmadı. Görüşmek mahşere kaldı artık... Dava arkadaşım, genç kardeşim ve üç çocuk babası İstanbullu “cins kafa”nın yokluğu arkadaşları ve okuyucuları tarafından hep hissedilecektir. Allah’ın rahmetini diliyorum ona... Millî Gazete/ 24.06.2007

152

Hayy’dan Hû’ya


İnsan, Bir Kuş Misali Abdullah MURADOĞLU

Nusret Abi’mizi toprağa verdik… “Yine yaptı yapacağını” dedi dostları... “Firar etti dünyadan” diyenler de oldu… 21. yüzyılda, Osmanlı başkenti İstanbul’da yaşayan hasbî bir yeniçeriydi Nusret Özcan. Bir yeniçeriydi dedim... Başı, hafif sola, çoğun kalbine doğru eğikti. Tıpkı, süslü mezarlar, süslü mezar taşları arasında, sade bir taştan, sola eğik bir yeniçeri mezar taşı gibiydi, vakur. “Dünyadan pervamız yoktur ağam” demek anlamına geliyordu bu duruş. Öfkesini de, sevgisini de gösterirdi. Hoşlanmadıklarından hoşlanıyor görünmezdi. Hisleri neyse, gösterdiği de oydu. Cehrî bir adamdı. *** Seksenlerin başlarında tanıdım Nusret Abi’yi. Beyazıt’ta Erenler’de (Çorlulu Ali Paşa Medresesi). Gürleyen bir adamdı. İlk gördüğümde nasılsa, hep öyle kaldı. Nusret Özcan

153


Aynı mekânlarda çakıştık. Ortak arkadaşlarımız epey fazlaydı. Rüzgâr hepimizi farklı yönlere savurdu. Yıllar sonra Yeni Şafak’ta yollarımız çakıştı yeniden. Gürleyen bir adamdı dedim ya, ilk defa tanıyan çekinir yanına yaklaşmaya, korkar biraz. Sonra bakarsınız ki, şeker gibi adam. Giriverirsiniz kanatlarının altına. Sonra da çıkmak bilmezsiniz. Allah için söylemek gerekirse: “ Tertemiz bir adamdı. Kirsiz.” *** Nusret Abi, kendi değerler dünyasında yaşayan bir adamdı. Uzaklığı da, yakınlığı da değerlerinden alırdı kaynağını. Çalkantılı bir ruhu vardı. Kâh bir derviş-adam… Kâh bir öfkeli-adam... Muhabbeti çok genişti ama. Naylondan değerlere değer verilmesine kızardı en çok. Yozlaşmaya direnen bir ruhun hırçınlığını görüyordum yüzünde. Dedim ya Nusret Abi hasbî bir yeniçeriydi. Uçlarda yaşardı. Ve biz uçlarda yaşayan bu adamları çok arayacağız. Çünkü bu dünyanın dünyalık değerlerine zerre kadar değer vermezdi. Bir eksiği varsa, budur. Başka değil. *** Nusret Özcan… Tersine akan bir ırmak gibi çağıltılı ve delice…En son Salı günü konuştuk. Aynı odayı paylaşıyorduk. Pek çok badire atlatmıştı… Yılların nasıl su gibi akıp geçtiğinden söz etmiştik. Sonra susmuştu… Sanki, “Dünya denen mezellete dalsın her isteyen, benden bu kadar arkadaş” der gibiydi. O hep gürleyen bir dervişti. Sakinleşti ve gitti. 154

Hayy’dan Hû’ya


Bu dünyaya değil, başka bir dünyaya aitti. O bizim Biricik Nusret Abimizdi. Dostlarına yakın. Nusret Abi, Necip Fazıl Kısakürek’in talebelerindendi. Onu üstad bellemişti. Hep bu yönüyle tanıdım. Hilmi Abi’nin (Oflaz) yârenlerindendi. Erenler’deki muhabbetlerine doyum olmazdı. Kimler yoktu ki o muhabbet meclislerinde… Hepsi de son yolculuğunda oradaydılar. Yıllardır görmediğim eski “Erenler Kabilesi”ni görmek için de yine Nusret Abi lazımmış… Nusret Abi’yi Eyüp Sultan’da toprağa verdik.. Üstadı Necip Fazıl’a da, yâreni Hilmi Abi’ye de birkaç metre uzaklıkta. Başını kaldırdığında ilk göreceği yüzler de onlar olacak. Nusret Abi’nin şu yalan dünyadan azat olduğunu, üstadı Necip Fazıl’ın bir şiiriyle bağlayalım. Çünkü daha fazla söze takatim kalmadı… Hoş görün. BİTER

Kakılır bir yerde, kalır oyuncak, Kurgular biter. Ölüm… O geldi mi ne var korkacak? Korkular biter. Fikir, açmaz artık beyinde kuyu; Burgular biter. Unuturuz hayat adlı uykuyu, Uykular biter. Biter, her şey biter; ses, şekil ve renk, Kokular biter. Kabir sualiyle kapanır kepenk, Sorgular biter. Yeni Şafak, 24 Haziran 2007 Nusret Özcan

155


Burak Narinç ve Nusret Özcan, Sultan Çay Ocağı, Fatih

156

Hayy’dan Hû’ya


Biricik Abimiz Burak NARİNÇ

Sevgili Nusret Abimiz hakkında ne söylesek yine de kifayetsiz kalır. Kendisi ile sohbet ettiğimiz bir mekânda hemen her gün beraberdik. Çay içer; kimi zaman hayatın gerçeklerinden, kimi zaman da tarihî ve dinî konulardan, müzik ve edebiyattan bahsederdik. Biz daha çok dinleyici durumundaydık. Anlattığı olayları gözümüzün önündeymişçesine canlandırır, o olaylardan dersler çıkarmamızı isterdi. Kimse ile ayrısı gayrısı yoktu. Kişinin tipine hiç önem vermez, gönül güzelliği arardı. Kendisine sorulan soruları dikkatlice dinler, sözün bitmesini bekler ve ona kendi hayat tecrübesi ile yardımcı olmaya çalışır veya yönlendirirdi. Türk Sanat Müziğini çok severdi, bir o kadar da Bach, Beethoven dinlerdi. Anlattığı hikâyelerle bazen içimizi hüzün kaplar, bazen de keyiflenirdik. Hiç bitmesin isterdik sohbet; hep anlatsın, hep anlatsın Nusret Abim. İş gezisi için Ürdün’ün Amman şehrine gitmiştim. Bir müddet orada kalmam gerekliydi. Gitmeden önceki gün Nusret Abim ile helalleştik. Ertesi akşam ben Amman’a vardım. Uçaktan iner inmez telefonu açtığımda ailemden önce beni ilk arayan Nusret Abim’di. “Nasıl bir yer orası, n’apıyorsun, sesin ürkek geliyor” diye konuştu durdu benimle. Ve bana “Boşver, bırak, dön gel” dedi. Nusret Özcan

157


Sözünü dinledim, birkaç işimi halledip iş yerinden istifa ederek geri geldim. Beni sohbet ettiğimiz mekânda görünce çok sevindi, sarıldı, “Koçum benim, gelmiş” dedi. 10 günün hasretini giderdik... Nusret Abimiz, sohbet ettiğimiz mekânın en ön sıradaki masasına oturur ve mekâna teker teker gelen arkadaşlar ilk önce o masaya bakarlardı. Eğer orada ise selam verilip yanına oturulur, hasbihal edilirdi. Yine birgün sohbet ederken Nusret Abimize, bir gün önce iki arkadaş Şehzade Camii’ne namaz için gittiğimizde camideki restorasyon sebebi ile kıbleyi göremediğimiz için kıbleyi şaşırdığımızı söylemiştik. Tabii hemen bize veryansın etti “Siz bu hataya nasıl düşersiniz!” diyerek. Ama bizler bilirdik ki onun kızması bile bizi sevdiğindendir. Bizler de biraz mahcup bir şekilde “Haklısın abi” diyerek boyun büktük. Hiç kırılmamıştık ama yine de gönlümüzü aldı. Nusret Abim, hâlâ unutamadığımız, ailemizden daha da yakın aile büyüğümüzdür. Kardeşlerime, bizlere, her birimize ayrı ayrı “Allah biliyor, seni çok seviyorum.” dediğini çok duymuşuzdur. Allah biliyor, bizler de Nusret Abimizi çok seviyoruz. Rahmetle anıyoruz. Rabbim sevdikleriyle komşu eyleye…

158

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Abi’nin Aziz Hatırasına Nihat NASIR

Bursa’ya yeni yerleşmişim. Henüz çok yabancıyım Bursa’ya… Bir türlü kafamdaki çevreyi bulamıyor ve bu nedenle de her vesile ile soluğu İstanbul’da alıyorum. Öyle ki o birkaç senelik süreçte neredeyse İstanbul’da daha fazla bulunuyordum. Ben İstanbul’a gurbet sancısını dindirmek için gidiyordum ama İstanbul’dakilerin işleri başlarından aşkın tabii olarak… Neyse ki akşama doğru, tanıdık hemen herkes, İlesam’ın lokal olarak kullandığı Beyazıt’taki “medreseye” gelirdi. Burada tanıştığım insanların büyük bir çoğunluğu dostum oldu sonraki zamanlarda. Allah rahmetine gark etsin, Hilmi (Oflaz) Abi’yi de burada tanımıştım söz gelimi. İşte bu İlesam muhabbetlerinin devam ettiği bir günde sevgili Hakan (Albayrak)’la masamızda bembeyaz ve uzun sakallı bir muhterem de bulunuyordu. Bizim oralarda alışık olduğum ve fakat İstanbul’da hiç rastlamadığım bir uzunluktaydı bu muhteremin sakalı ve sigara nedeniyle yer yer sararmıştı. Nusret Özcan

159


Hakan şipşak tanıştırdı bizi. Adı Nusret Özcan’dı. Nusret Abi yani… Çabuk kaynaştık Nusret Abi’yle zira kafamız birbirine çok uyuyordu. O da ben de, İslam medeniyeti olgusunu öne çıkarıyorduk konuşmalarımızda. Klasik medrese ilimlerinin ehemmiyeti hususunda fikirlerimiz tam bir mutabakat arz ediyordu ve ikimiz de geleneğin büyük bir haksızlığa maruz bırakıldığı kanaatindeydik. İlk kitabım olan Akılcı Yanılgı’yı bu süreçte yazmıştım. Yıl 1999’du… Bursa’daki Uludağ Yayınları’ndan çıkmıştı kitap ama basım yeri İstanbul’du. Basımın tamamlandığı haberini aldığımda yayınevinden önce ben varmıştım İstanbul’a… Hemen birkaç nüsha alıp İlesam’a geldim. Her zamanki gibi Hakan’la buluştuk ve diğer dostlarla sohbet ettik. Ayrılma vakti Hakan, “Abi kitaptan bir adet de Nusret Abi’ye götürsene” dedi… Ardından ekledi: “İstersen konuşayım kendisiyle, kitapla ilgili bir de yazı yazsın. Tam onun kafasına göre zaten.” Doğrusu çok iyi bir teklifti bu. Benim gibi, “tanıtım” işini utangaçlık sayan birisi için bulunmaz bir nimetti desek yeridir. Ertesi gün soluğu Yeni Şafak gazetesinde aldım. Nusret Abi’nin bulunduğu servise gittim. Sarıldığımızda, yüzüme değen sakalının yumuşaklığının vesile olduğu his hâlâ o günkü gibi taze… Oturduk, hoşbeşe başladık. Bu arada utana sıkıla kitabı uzattım. “Hakan bahsetti” dedi hemen. 160

Hayy’dan Hû’ya


Aldı, bir göz attıktan sonra, “Hocam biraz anlat kitabı” dedi. İslâm merkezli modernist tezlerin tutarsızlıklarına ve geleneğe yönelik saldırılara cevap mahiyetindeydi kitap. Tamamen Kur’ânî delillerle modern tezlerin çürütüldüğü ve “akılcılığın gerçek bir yanılgı” olduğu tezinin işlendiği kitaba dair uzun bir sohbet yaptık. Biz konuşurken, fotoğrafımı çekmesini istemişti oradaki muhabir arkadaşların birinden. Öngördüğümden daha fazla sürmüştü sohbetimiz. O güne kadar çeşitli vesilelerle Nusret Abi’yle sohbetlerimiz olmuştu ama hiçbiri bu kadar verimli geçmemişti doğrusu. Akşama doğru ben müsaade isteyip ayrılırken, açık söylemek gerekirse hayli memnundum. Ertesi gün de Bursa’ya dönmüştüm… Nusret Abi’yle yaptığımız görüşme sonrasındaki her günde, Yeni Şafak’ı alır almaz, ilk önce Kültür-Sanat sayfasına bakar olmuştum. Ama nafile, kitapla ilgili herhangi bir yazı yoktu. Bir süre sonra da vazgeçtim bakmaktan zaten. Aradan ne kadar geçti hatırlamıyorum. Bir gün, gazetede neredeyse yarım sayfalık bir tanıtım yazısı çıktı kitapla ilgili… Benim de hatırı sayılı büyüklükte bir fotoğrafım vardı. Ben, beklentimi aşan süre sonrasında o konuşmayı unutmuştum ama Nusret abi unutmamıştı besbelli. Uzun bir yazıydı. Kitabın tanıtımından çok, içeriğine değinen ve oradaki fikirlerin isabetliliğine atıfta bulunan bir yazı… Yazının yayınlandığı günün birkaç gün sonrasıydı. Akşam eve geldiğimde hanım, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Vahit isminde bir araştırma görevlisinin Nusret Özcan

161


kitapla ilgili olarak aradığını söyledi. Kendisine akşamdan sonra evde olacağımı söylemiş. Bir hayli meraklanmıştım. Ne olabilirdi ki? Yatsıdan sonra telefon çaldı. Açtım, hanımın bahsettiği zattı arayan. Kendisinin İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun asistanı olduğunu, geçen gün hocasının Yeni Şafak gazetesinde kitapla ilgili Nusret Abi’nin yazısını okuduğunu ve bunun üzerine kitabı aldırıp incelediğini ve bunun akabinde Ethem Hoca’nın kitabı çok beğendiğini anlattı bir çırpıda. Ben bu ifadelerden ötürü bir hayli mütehassis olduğumu ifade ederken telefonun diğer ucundaki zat, beni asıl heyecanlandıran sözü söyledi: “Hocamız, bu kitaptan 600 adet almamızı ve tüm fakülteye dağıtmamızı söyledi. Ayrıca, sizden fakültemizde bir konferans vermenizi rica ediyor.” Öylece kalakalmıştım telefonun başında. Üzerimdeki bu hayret halini attıktan sonra kitabın nasıl temin edileceği hususunu ve (onlar konferans demişti ama ben sohbete ikna ettim) sohbet gününü tayin ettik. Ankara’ya gittiğimde Hoca’nın asistanının evinde kalmıştım. Gece, ertesi günkü sohbetin çerçevesi üzerine konuşurken kitabın fakültede yardımcı ders kitabı olarak okutulduğunu ve sınavda kitaptan soru çıktığını öğrendim. Daha sonra kitabın ikinci baskısından da 400 adet satın almıştı muhterem Ethem Cebecioğlu Hoca… Kuşkusuz ki (tevazu filan yapmıyorum) bu benim haddimi aşan bir şeydi. Ben, olabildiğince halisane bir niyetle kaleme almıştım kitabı ve Nusret Abi de tüm ihlasıyla yazmıştı değerlendirmesini. Bunlar Ethem Hoca’nın hüsn-ü zannıyla birleşince 162

Hayy’dan Hû’ya


ortaya bu manzara çıkmıştı işte. Açıkçası bütün bu olup biten, bu ihlasın ve samimiyetin neticesiydi. Kitap maksadına, beklediğimin onlarca kat fazlasıyla varmıştı bu gelişme ile ve bunun birinci vesilesi Nusret Abi’ydi… Benim açımdan asla unutulmayacak bu çok değerli hatıranın kahramanı olan Nusret Ağabeyimi, rahmet ve şükranla anıyorum. Allah rahmetine gark etsin, cennetiyle mükâfatlandırsın. Mekânın pür-nur olsun Nusret Abi…

Nusret Özcan

163


Nusret Özcan’ın cenazesinde Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesi önünde dua. Eyüp , 23 Haziran 2007

164

Hayy’dan Hû’ya


İki Yıldız Kaydı Mehmed Niyazi

Civa gibi bir delikanlı olan Nusret Özcan, aynı zamanda saygılıydı. Rahmetli Necip Fazıl’ı üstad bilmesi, tefekkür ve sanatta ona çok şey kazandırmıştı. Yazdıklarını okuyan, fikrî derinliğine, estetik anlayışına şahit olurdu. Bir ay kadar önce gerçekleştirilen Hilmi Oflaz’ı anma sohbetinde karşılaşmıştık. Sağlığının çok iyi olduğunu, «Bir Hüzün Yolcusu» adında, kültürümüze dair bir kitap hazırladığını söylemişti. Kalemi seviyeliydi; «Mustafa Kutlu Kitabı», «Beşir Ayvazoğlu Kitabı» gibi edebî portreleri oldukça başarılıydı. Çocukluğunun geçtiği Eyüp’ü anlattığı «Sokak Sesleri»ni tatlı bir hüzünle dokumuştu. Hepimizin çocukluğundan çizgiler taşıyordu. Okurken «Neredesiniz o günlerim!» diye insanın çığlık atası geliyordu. «Kar Kelebekleri»nde Sarıkamış acımızı dile getirdi. Bir gün Nur-u Osmaniye’den Cağaloğlu’na beraber yürümüştük. Yolda «Servili Mescid Sokağı» adında bir tabela görünce yüreğim cız etti, «Servili Mescid» gitmiş, sokağının adı kalmıştı. Tabelayı göstererek ona şunları anlatmıştım: «Şu ileride Servili Mescid vardı. Merhum Mehmed Emin Alpkan’ın isteği üzerine onun koruma derneği başkanı olmuştum. Vakıflar, mescidi bir kitabevine sattı; sahibi de yıkıp depo yapacaktı. Mahkemelik olduk. Mahkeme, Fatih’in Nusret Özcan

165


müderrislerinden birinin vakfı Servili Mescid’in tarihî ve sanat değeri olmadığını kabul ederek, yıkılmasına karar verdi. Bizans’ın bir taşına dokunamıyoruz, dokunmamalıyız da. Fakat Fatih’in müderrisinin vakfını da koruyabilmeliyiz.” Sözlerim ciğerine işlemiş olmalı ki konuyla ilgili yazdığı makaleyi içim burkularak okumuştum. Nusret’i, bir arkadaş grubuyla beraber tanımıştım. Aralarında heyecanıyla bir renkti. Tuttuğunu tam tutar, her yerde savunmasını yapardı. Necip Fazıl, mücadelesi, geride bıraktığı eserleriyle onun için bayrak bir şahsiyetti; ona toz kondurulmasına asla tahammül etmezdi. Eyüp Sultan’da kalabalık bir cemaati vardı; Üstad’ın çevresine defnedilmesi, sevenlerini biraz teselli etti. Sadakati, dostluğu, bu fani dünyada kaldığım sürece bir sızı olarak yüreğimde bulunacaktır. Mehmed Emin Alpkan’ın matbaası, öğrencilik yıllarımızda bizim için adeta Nuh’un gemisiydi; bizi çirkef deryasında boğulmaktan kurtaran pak bir adacıktı. Kaya gibi Mehmed Emin ağabeyimizin iki sarsılmaz dostu vardı; biri İrfan Atagün, diğeri Ömer Öztürkmen ağabeyimizdi. Her ikisi de Mehmed Emin ağabeyimize saygıda kusur etmezlerdi. Dostluğun ne olduğuna dair yüreğimde ve idrakimde bir şeyler varsa, onları bu insanlara borçluyum. Bu üç insan kesinlikle kendileri için yaşamadılar; rüyaları bile itilen, kakılan milletimize aitti. İmkânsızlıklarını imkan bildiler; dergi, gazete çıkardılar; makaleler, kitaplar yazdılar. Hiçbir şey beklemeden her türlü mücadelede yerlerini aldılar. Milliyetçi, muhafazakâr kesim o yıllarda gerçekten yoksuldu; ne aydını ne de sermayedarı vardı. Nereye varabiliriz kabilinden hesap yapmadılar; çünkü hesap adamı değil, iman adamıydılar. Sultan olup o büyük zaferlere imza atmamış olsaydı bile, sağlığın önemi hakkındaki vecizesi Kanuni’yi insanlığın zihnine çakardı. Herhalde onu sağlığı bozuk olduğu bir dönemde söylemiştir; zira sağlığını yitirmeyenin onun değerini tam idrak etmesi mümkün mü? İrfan Atagün ağabeyimin Hakk’ın rahmetine kavuşması, sağlığımın yerinde olmaması166

Hayy’dan Hû’ya


nın acısını bir kere daha bana derinden duyurdu. Bir dostun cenazesine katılamamak ne feci şeymiş. Son haftamız çok acılı geçti; önce Nusret Özcan kardeşimizi, üç gün sonra da İrfan Atagün ağabeyimizi kaybettik. Mekânlarının cennet olması niyazı ile hısım akrabalarına, aile yakınlarına, dostlarına sabırlar dilerim. Zaman, 2 Temmuz 2007

Nusret Özcan

167


Mustafa Doğan, Mümin Vatansever, Mehmet Sami Adalı, Mehmet Şahin, Hayri Adalı, Hasan Aycın ve Vedat Şahin, Nusret Özcan’ı anma gününde. Kaşgari, Eyüp

168

Hayy’dan Hû’ya


Bir Hüzün Yolcusu Mustafa ÖZCAN

Dostları bir bir ötelere yolcu ediyoruz. Elbette burası son menzilimiz değil. Ebed yolcusu için bir uğrak yeri ve menzili. Bir gölgelik. Biz de bir yolcuyuz. Nusret Özcan hasbî dostlarımızdan birisiydi. Yeni Şafak’ta birlikte çalışmıştık. İlgi alanlarımız ortaktı. Orada muanese ettiğimiz, dertleştiğimiz arkadaşlarımızdan birisiydi. Son yıllarda çektiği dayanılmaz acılar yüzünden dostları olarak biz de hep muzdarip ve dert yüklüydük. Büyük ve ağır imtihanın ardından kısmen de olsa sağlığına kavuşmuştu. Yeni Şafak’taki işine döndüğünü duydum. Kendisini biraz da uzaktan uzağa takip ediyorduk. O rahatsız etmeyi hiç sevmezdi. Biz de mahcubiyetimiz ve kederimizden dolayı kendisini üçüncü dostlar aracılığıyla uzaktan takip ediyorduk. Tâ ki bir telefonla sarsılana kadar. Hiç beklemediğimiz bir anda yine Zaman’dan dostluğumuzu Yeni Şafak’a taşıdığımız ve sonra bütün çatıları aştığımız Fikret Çengel’den aldığım telefonla acı haberi aldık. Cuma öncesindeydi. Nusret Özcan’la ortak dostlarımız acı haberi bildirmek üzere bir bir arıyorlardı. Bunlardan birisi de son çalışmalarını kitaplaştırmaya çalışan vefakâr ve cefakâr dostumuz Cem Sökmen’di. Ben de bana ulaşan bu acı haberi yine dostlarımızla paylaşıyordum. Nusret hakkındaki konuşmalarımıza kulak miNusret Özcan

169


safiri olduğundan dolayı, hanım onun ahvalini yakından biliyordu. Önce acı haberi ona verdim. Adeta yıkılmıştı. O hep öyleydi. Abdurrahman Şen’in, inşaallah cennet vildanlarından olan kızının kaybını duyunca da çok kederlenmişti. Ardından Cağaloğlu’nda uğradığım Tarih ve Düşünce dergisi yayın yönetmeni Fatih Bey’le bu acı haberi paylaştık. O da Nusret severlerdendi. Akşam da Mümin Vatansever Ağabeye acı haberi telefonla bildirdik. Böylece Nusretimiz bizi hastalığından sonra ölümüyle de buluşturmuştu. *** O hasbî ve Cem Sökmen’in de çok sevdiği tabirle, abiler kuşağının son temsilcilerindendi. Kesinlikle koruma altına alınması gereken nesli tükenmekte olan son kuşağın temsilcisiydi. O eskimeyen dostlukların adresiydi. Birçokları Nusret Özcan ve Mevlüt Özcan’la akraba olup olmadığımızı sorar. Benim cevabım mutaddır: Onlarla manevî akrabayız. Ağır hastalığının hafiflediği günlerdeydi. İHH’dan Murat Yılmaz ile birlikte Bangladeş’e gitmiştik. Tatile denk gelen bir günde Dakka Kitap Çarşısını gezerken tam da silüeti ile Nusret Özcan’a benzeyen birisini gördük. Hemen deklanşöre bastım ve kare kare fotoğraflarını çektim. Ardından yanına gittim ve bir de birlikte fotoğraf çektirdik. Sonra tefrika sırasında “Dakka’nın Nusret’i” başlığı altında Dakkalı Nusret’e temas ettim. Bu yönüyle de Nusret türünün son antikasıydı. Tam da vefat ettiği günlerde Bangladeş’li mihmandarımız Ahmet Samir’in geldiğini duydum, o da sanki telepati ile olacakları önceden haber almıştı. Bunu, tevafuk addederim. Hastalıklı günlerinde onun yaşamasını çok arzu ediyor ve bir rüyasını da gelecekteki müjdeli günlere birlikte erişebileceğimizin işareti ve beşareti sayıyordum. Rüyasında Hıristiyanlığın istihale geçireceğini ve İslâm’a inkılâp edeceğini görmüştü. Çok ilginç bir rüyaydı bu. Bizim Müslüman İsevîler kitabının muhtevası gibiydi. Ve bu rüyasını özel olarak kendisine iki defa yazdırmıştım. Bundan dolayı da Mesih’in ruhaniyetinin aramızda dolaştığı asude iklime, baharistana birlikte ulaşacağımızı umut ediyordum. Zaman vefasız çıktı. Rüyası 170

Hayy’dan Hû’ya


tefeülüme neden olmuştu. Ama Allah onu bizden daha çok seviyor olmalı ki nezdine aldı ve kendisine kavuşturdu. Muhammed Mütevelli Şaravi, Annemarie Schimmel gibi nadide insanlarla aynı atmosferi paylaşmayı ve onların dünyadaki varlıklarının devamını ne kadar da isterdim. Ama zamanın vefası olmuyor. Belki de ayrılıklar kalıcılığı ve bekayı anlamlandırıyor. *** Rahmetli, Necip Fazıl’ı çok severdi. Birbirini hasbî sevenler bu dünyada olsun öteki dünyada olsun mutlaka birbirlerine kavuşurlar. Hasret bir gün biter. Aynen öyle oldu. Nusretimiz bundan böyle ebede kadar, ‘Üstad’ Necip Fazıl’la birlikte aynı çınarların altını paylaşacak. Mümin Ağabeyle Nusret’i yad ederken ben onun çektiği çile ve meşakkatten dolayı gayr-i ihtiyarî bir şekilde ‘İnşaallah manevî şehitlik mertebesine ulaşmıştır’ dedim. Daha doğrusu ağzımdan öyle çıktı. Bunun üzerine Mümin Abi: “İsmail Hoca’dan sonra bunu ikinci kez söyleyen sensin” diye mukabele etti. Demek ki maşerî vicdan öyle hissediyor. Allah, müminlerin güzel gördüğünü güzel görür. Onları mahcup etmez. Peygamberler, ümmetleri üzerine şahittirler. Müminler de insanlar üzerine şahittirler ve cenazede de bu son kez icra edilir. Bu hatime şehadettir. Bizim şehadetiyle ilgili sözlerimiz, inşaallah sunûhat kabilinden intak-ı hak olmuştur. İnşaallah berzâhın muvakkat perdesi ve berzâhtaki bekleme odası bizimle onun arasına giremez. İstanbul sohbetleriyle ilgili Radyo 15’teki konuşmalarını Cem Sökmen, “Bir hüzün yolcusu” başlığı altında kitaplaştıracaktı. O bir hüzün yolculuğu kitabını göremedi, ama biz bir hüzün yolcusunu ebedî yurduna tevdî ettik. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun... Yeni Asya, 24.06.2007

Nusret Özcan

171


Emre Özdoğan, Rihat Okuyan ve Eşi, Nusret Özcan, Fatih-Atikali, 2006

172

Hayy’dan Hû’ya


Bitmeyen Akşam “Nusret Özcan Ağabeyime”

Yorgunsun, bir hüzne çekiliyorsun, Dışarda upuzun bir gün bitmekte. Ordasın, koskoca dikiliyorsun, Herşey özlediğin yere gitmekte. Kalakalıyorsun, değil yalnızlık, Bir kimsesizlik bu, hiçbir şeysizlik. Ah! Ortalar seren anlaşılmazlık, Bir son kırılıyor içinde, bir ilk. Sonra bir hasretin şavkı gönlüne, Lacivert bir şarkı olup yetiyor. Uzanıyor ruhun sonsuz bir güne; Ne akşam bitiyor, ne yâr bitiyor. Emre ÖZDOĞAN

Nusret Özcan

173


174

Hayy’dan Hû’ya


Eğilmiş Kur’an Okuyor Fadime ÖZKAN

1.

Pencereden vuran keskin ışık beyaz sakallarını parlatıyor. Çenesi sürekli oynamakta… Dudakları kıpırdıyor. Kaşlarını kaldırıyor arada bir, anlamlı şekilde. Okuduğunu birebir anlıyor mu bilmiyorum ama hissederek, hislenerek, etkilenerek okuduğunu görüyor, kendini büsbütün kaptırdığını anlıyorum. Odanın dibinde, pencere kenarında masası… Eğilmiş, Kur’an okuyor. Mırıltı halinde duyuluyor sesi. Başının hareketiyle bir iki damla su yuvarlanıyor saçlarından. Bir başkası yapsa pekâlâ çok tiyatral kaçacak olan, onda aksi iddia edilemeyecek derecede doğal. Şaşkınlıkla, hayranlıkla ve gülümseyerek onu seyrediyorum. Yeni Şafak’ta kültür muhabiri olarak daha yenice işe başlamışım, ilk günlerim sayılır, kendi servisimde bana uygun masa olmadığından, bu odada da fazla masa bulunduğundan, Nusret Özcan

175


sorduklarında “Orası da olur tabi” dediğimden, oda arkadaşlarım kıdemli Mehmet Şeker’i ve Nusret Özcan’ı az da olsa evvelden de tanıdığımdan, o da “Gel tabii, laflarız ne güzel” dediğinden… şimdi karşısındaki bu masada oturuyorum. Hemen yanımdaki masadan Mehmet Şeker kısık sesle bilgilendiriyor beni, “Öğleyle ikindi arasında abdest tazeler, her gün Kur’an okur Nusret Abi” diyor. Sonra odalarımız ayrılıyor ama sohbetimiz hürmetimiz muhabbetimiz eksilmiyor. “Pencere önünde Kur’an okuyan Nusret Abi fotoğrafı” ise hiç eskimiyor. Ölümünü kabullenmekte zorlanan ben, o fotoğrafa gömüyorum en sonunda onu. 2.

En sevdiğim Türk filmini soruyor bir gün. Yeşilçam’ın tadına varmış her normal Türk gibi ben de, hele de o tarihler için en sevdiğim filmin “Selvi Boylum Al Yazmalım” olduğunu söylüyorum. Çok seviniyor. Başlıyoruz coşkuyla, kimbilir kaçıncı kez filmi kritik etmeye. Filmdeki romantizme övgüyle başlayıp “Emek neydi” repliğiyle hikâyeye sosyalizm bulaştıran Cengiz Aytmatov’dan çıkıyoruz. Etrafımız dolup boşalıyor, konuşmaya katılanlar, yanımızdan ayrılanlar oluyor ama biz istikrarımızı bozmuyoruz. Asya’nın adını pek beğeniyoruz. Keçi kadar inatçı olduğu evre yapıp ettiklerinden bolca söz ediyoruz. Hiçbir şey kaçmıyor canım bizden de. Koca kara gözlerinden, koşunca utanınca kızaran yanaklarından, çirkin görünsün diye anasının yüzüne çaldığı kazan karasının ona nasıl da yakıştığından, şehirli şoför İlyas’ın köydeki havasından civasından, kamyonuna olan tutkusundan, kırmızı BMC’nin alnına yazdığı “al yazmalım” hitabının pek güzel bir ilan-ı aşk olduğundan ve dahi her bir şeyden onaylayarak bahsediyoruz. 176

Hayy’dan Hû’ya


Velâkin filmde işlerin kötü gittiği evreye geldiğimizde tereddütsüz seçiyoruz safımızı. İkimiz de Asya’yı tutuyor, bu kadar güzel bir aşkı heba eden İlyas’a çok kızıyoruz. Başlıyoruz onu çekiştirmeye. Final kısmıyla ilgiliyse kimi çelişkilerimiz oluyor tabi. İçimiz kıyılıyor. İlyas’ı affedip ona mı dönsün Asya, yoksa o onu gözünde yaşı kucağında bebeğiyle bırakıp gittiğinde ona sahip çıkan, bir yuva ve huzur veren Cemşit’i mi seçsin? Asya ne yapsın? Kritiği bitiriyoruz nihayetinde ama Asya ile İlyas’ın aşkının, acılarının ve zor kararlarının bütün ağırlığını yüklendiğimiz için biz de bitiyoruz. 3.

Bizim servisinden önünden geçerken duraklayıp içeriye uzatıyor kafasını. “Fadime biliyor musun Divan edebiyatında…” deyip yahut “Bence modern Türk şiirinin en büyük şairi…” deyip ya da “Dostoyevski bir gün…” deyip bir bahis açıyor. Başlıyoruz tatlı tatlı konuşmaya. Veya koridordan geçerken, bizim servise yaklaşmışken başlıyor ezberden bir şiir okumaya. Necip Fazıl’dan bazen, bazen Edip Cansever’den. Seçtiği şiir Nefî’den de olabilir, Köroğlu dörtlüklerinden de. Konuşacak o kadar çok şey var ki. Edebiyat, şiir, sinema öncelikli. Ama değişmeyen mevzu İstanbul. Özellikle Suriçi. Daha da özel olarak Fatih. Camileri, sokakları, mezarları, çeşmeleri, çınarları… Kapı önü komşulukları… Nusret Abi o keyifle anlatır da anlatır. Nusret Özcan

177


4.

Yeşilçam döneminin “dört yapraklı yoncası” üzerinden yürüyor bir başka sefer sohbetimiz. Hangisi başarılıdır hangisi daha az başarılıdır, hangisi daha güzeldir, hangisi hangi filmde nasıl oynamıştır; uzayıp giden, örneklerle çoğalan, film hikâyeleriyle fırfırlanan bir sohbet. Salon filmlerinin kırılgan sarışını olarak Filiz Akın’ı alıyor, üzerinde fazla durmadan pamuklara sarıp sarmalayıp bir kenara koyuyoruz. Fatma Girik’i Yılanı Öldürseler gibi yaşlılığına, Boş Beşik gibi tazeliğine denk gelen bir iki filmi dışında pek beğenmiyor, keskin siyasi kimliği ve yırtıcı televizyon kişiliği nedeniyle eleştiriyor, bir of çekip bırakıyoruz. “Ama bak, Hülya Koçyiğit hiç öyle değil. Salon filmlerinde de, köy filmlerinde de acayip oynadı kadın” diyoruz. “Kolay mı öyle ilk filminde Altın Ayı almak?” Üstüne bir de “Hülya Koçyiğit koşuşu” denemesi yapıp “esas kızımıza” geçiyoruz. Tabii ki! İkimiz de her alanda her koşulda Türkan Şoray’ı tek geçiyor, “sultan”ı yere göğe sığdıramıyoruz. 5.

“Sana âşık olduğum kadının fotoğrafını göstereyim mi” diyor şımararak. Gülüyorum. “Tabii göster” diyorum. Ceketinin koyun cebine uzanıyor. “Yok artık” diyorum cepten bir Türkan Şoray fotosu çıkacağı korkusuyla, “Gazetelerden kestin de kalbinin üzerinde mi taşıyorsun yoksa Nusret Abi!” Anlamlı şekilde gülüyor, hareketler ağırlaşıyor, cüzdan çıkarılıyor, gülümseyerek alınan, aşkla bakılan fotoğraf nihayet bana uzatılıyor. Bakıyorum, evet çok güzel bir genç kadın. Türkan Şoray’dan da güzel. 178

Hayy’dan Hû’ya


Fikrimi söylüyorum, “Gerçekten çok güzel değil mi” diyor. “Valla çok güzel Nusret Abi” diyorum. Mutlu oluyor, gururla bakıyor fotoğrafa. Başlıyor eşiyle aşklarının nasıl başladığını anlatmaya… 6.

Hacca gitti geldi. Yüzüne haline tavrına temelli bir başkalık sindi. Arkadaşlarla toplanıyoruz etrafına. Anlatıyor bize Kâbe’yi. Kâbe’yi görünce nasıl ağladığını, nelerin nelerin nasıl güzel olduğunu. Ondan, oradan ayrılmanın zorluğunu… Hâlâ o hayalle yaşadığını, çok özlediğini... Gözleri doluyor. İçimize bir Kâbe aşkı düşürüyor. Ve sonra, onun ayak izinin üzerinden yıllar geçmişken varıyorum Hicaz’a. Anlattığı gibi buluyorum. Onun için de duaya duruyorum, Nusret Abi’me oradan hediye tavaflar gönderiyorum…

Nusret Özcan

179


180

Hayy’dan Hû’ya


Engin Bir Gönül Adamı Zeynep ÖZTÜRK

Sıcak bir cuma günü Hakk’a yürüdü Nusret Özcan, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” emr-i ilahîsiyle… Sevenlerinin gözyaşları eşliğinde, çok sevdiği Eyüp semtinde, Mihmandâr-ı Rasul’ün gölgesinde toprağa verildi. 25 Kasım 1958 yılında İstanbul Eyüp’te doğmuştu. “Eyüp; dünya maceramın başladığı, maneviyatımın, imanımın, kişiliğimin derinlemesine oluşmasına vesile olan övünç kaynağı, ruh ve madde mekânı... Ancak böylesi mübarek bir mekânda dünyaya gözlerini açmanın da bir bedeli var: Varoluş maceramın başladığı yer, ürküntü veriyor bana, böylesi bir bahtın ve lütfun yükünü omuzlamak zor” diyordu. İşte yine o mekân, nahif bedenine istirahatgâh olmuştu, sûr’un haber vereceği dirilişe kadar.

“Allah canımı eşimden önce alsın, onsuzluğa dayanamam” derdi Dostları için adeta büyük gölgeli bir çınardı Nusret özcan. Gece gündüz demeden yardımına koşardı çevresinin. İsmiyle müsemma olmuş bir derviş, bir gönül adamıydı aynı zamanda. Geç saatlere kadar gençler ve arkadaşlarıyla hasbihal eder, gönül sohbetleri meclisleri kurulurdu kaynayan semaverin ıslığında. “Ne yapayım hanım, dostlar bırakmadı” Nusret Özcan

181


derken engin bir gülümseme kaplardı yüzünü, gene geç saatlerde eve geliş sebebini eşine anlatırken. “Allah benim canımı eşimden önce alsın. Ben onsuzluğa dayanamam” derdi. Dediği gibi de oldu. “Bize Allah ve Rasulü’nü bıraktı, Allah bize kâfidir…” dedi arkasından 25 yıllık vefakâr hayat arkadaşı büyük bir metanet ve sabırla, başı dimdik… “Ben öleceğim zaman hayatım gerçekten de bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçecektir herhalde” deyince bir dostu, o zarif insan “Ben film şeridinden falan anlamam. Vakit tamam olduğunda melek gelecek, ben de ‘Hazırım, tamam’ diyeceğim ve öylece Kelime-i Şehadet ile gideceğim” diye cevap vermişti. Eşinin gözleri önünde yoğun bakıma giderken de dudakları kıpır kıpırdı, Rabbimizin emanetini her an teslim edeceğinin bilincinde olarak.

“Yazmak, çay içmek, sohbet etmek hepsi yakışırdı” dediler ardından “Biricikti ve herkesin de öyle olduğunu ısrarla vurgulardı. Gülmek ona çok yakışırdı. Yazı yazmak, çay içmek, sohbet etmek hepsi çok yakışırdı ona. İslamiyet’ten haberi olmayan biri bile, Nusret özcan’ı abdest alırken görse hayran kalırdı” diyor dostu, yazar Mehmet Şeker. Herkes özeldi onun için. İnsanlara büyük değer verirdi. Dostlarına çok düşkündü. Bir gün çay ocağında otururken arkadaşının boynuna sarılır “Ben seni Allah rızası için dost edindim... Öbür dünyada benim dostumsun. ‘Nerede Allah rızası için edindiğin dostun?’ diye bir suale muhatap olduğumda, vallahi senin adını vereceğim...” demişti. İnsanın, dostun, zamanın kıymetini bilendi. “Bir Anadolu gezisine yan yana oturarak gitmiştik. Menzilimize vardığımızda Nusret Ağabeyi elinde kazma kürek, alnından terler damlayarak bir inşaatta çalışırken gördüm. O kadar keyifli ve neşeliydi ki… Çok sonradan onun bir yazar ve gazeteci olduğunu öğrendiğimde şaşırdım. Çünkü bunlardan hiç bahsetmemişti. O kadar mütevazı ve alçak gönüllüydü ki… Az rastlanır onun gibisine” diyordu bir başka dostu. 182

Hayy’dan Hû’ya


İstanbul âşığıydı. “Ben İstanbul’la zehirliyim, mecbur kalmadıkça sur dışına bile çıkmıyorum” diyecek kadar İstanbul’a sevdalıydı. “Neden bu denli sevda?” diye sorulunca; “İstanbul tarifi kolay yapılamayacak bir şehir. Efsunlu, hırçın, cazibeli, netameli, belalı, cezbedici... Diğer şehirlerde olmayan birçok şey var onda. Hadis-i Şerif ’e mazhar oluşuna bağlıyorum ben bunu, payitaht oluşuna... Osmanlı’nın en büyük mührü oluşuna ve tabii konumuna... İstanbul her şeyden öte, muazzam ve muhteşem bir şehir...” diyordu.

“Aile” konuları hakkında da mücadele ederdi Aile ve akrabalık bağlarının oldukça zayıfladığı zamanımızda bunun sebebini şöyle yorumlardı: “Akrabalarınızdan hangisini en son, ne zaman ziyaret ettiniz ve bu ziyaretleriniz hangi sıklıkta devam ediyor? Modern hayat sizi öyle suni şeylerle meşgul ediyor ki, siz hayatın ârâzı olan çalışmayla geçiriyorsunuz ömrünüzü. Oysa hayat sadece çalışmak, para kazanmak, eve birkaç eşya daha almak değildir. Çoğu insanımız böyle ama... Apartman kültürü izin vermez bir kere, dostlukların yeniden kurulmasına, birlik ve dayanışma ruhunun yeniden uyanmasına. Düşünsenize aileler bile aynı evin içinde özgürlük ve farklılıkları korumak düşüncesiyle darmadağınık yaşıyor.” Çareyi bir “kültür ve irfan ayaklanması”nda gören Nusret Özcan herkese, basit ama etkili bir soru yöneltiyor; “En son ne zaman bir akrabanızı ziyaret ettiniz? Ne söylerseniz söyleyin; ama şunu demeyin: İşten güçten başımızı kaşıyacak vaktimiz mi var!” Dergimizde de zaman zaman aile yazıları yazan Özcan, “eşlerin birbirlerini rakip görmelerinin yanlışlığı”na dair bir yazı yazmak istemiş fakat hastalığından fırsat bulamamıştı. Şimdi ise, yeni tamamladığı kitabının adı gibi kendisi de, sevenlerinin gönlünde menziline ulaşan “bir hüzün yolcusu” oldu. Semerkand Aile, Temmuz 2007

Nusret Özcan

183


184

Hayy’dan Hû’ya


Bırakıp Gitti Bizi Emeti SARUHAN

Yeni Şafak Gazetesi’nde çalışmaya başladığımda Yeni Şafak’ın ünlü kantin muhabbetlerinde yapılan bir espri vardı: “Gazetenin önüne bir kamyon yanaştırsan bir kamyon deli çıkar” derlerdi. Gerçekten de o dönem Yeni Şafak’ı omuzlayan insanların hepsi orijinal, entelektüel, deli dolu tiplerdi. Kantinde edebiyattan sinemaya, siyasetten dine, haberlerden insan ilişkilerine kadar uzanan sohbetler olur, bazen sesler yükselir bazen kahkahalar atılır, sigaradan duman altı olmuş küçük bir muhabbet meclisi kurulurdu. Bu meclisin baş aktörlerinden biri Nusret Abi’ydi. Henüz sigaranın yasaklanmadığı zamanlarda önündeki küllükte sigarası, elinde çay bardağı mütemadiyen hararetli bir sohbetin, bir üst perdede ise sıkı bir tartışmanın içinde olurdu. Kızınca sert çıkar, biraz da terslerdi. Futbolu unutmayalım. En kritik tartışmalar bu konuda olur, Fenerbahçe’yi çok seven Nusret Abi kimseye söz söyletmezdi. Onu ilk gördüğünüzde bir an için “Sanırım uyuyakaldım. Rüyamda ak sakallı dede çıkageldi” diye düşünmeniz işten bile değildi. Mütebessim çehresini çevreleyen bembeyaz saçları ve sakallarıyla gerçekten temiz beyaz bir rüyadan çıkagelmiş gibi dururdu Nusret Abi. Çocukları çok sevdiği için ona Masal Dede derdim ben. 3 erkek evladı vardı. HepNusret Özcan

185


sini birbirinden çok severdi ama kız çocuk özlemi de duyardı içten içe. Gazetedeki kızları kendi kızları sayardı bu yüzden. Kayınpederliğe de erken başlamış, her oğlu için birer gelin tespit etmişti. Ama herkese “Seni oğluma alacağım” diye mavi boncuk dağıtırdı Allah affetsin. “Bekle, oğlumun büyümesine 10 yıl var. Seni ona alacağım” derdi. Sonra oturduğunda da sayardı. “Küçük oğlana Ayşe, ortancaya Fatma, büyük oğlana Zeynep…” Her ne hikmetse gelin adayları da sık sık değişirdi. Sanırım çocukları için kendisininki gibi bir evlilik hayal ediyor olmalıydı. Nusret Abi evleneli kaç yıl olmuştu bilmiyorum ama eşine hep âşıktı. Fotoğrafı elinden düşmezdi. Bazen “Benim çok güzel bir sevgilim var. Size göstereyim mi” deyip eşinin fotoğrafını çıkarırdı cebinden. Türkan Şoray’a olan sevgisinin neden kaynaklandığını da eşinin fotoğrafını ilk gördüğümde anlamıştım. Eşiyle Türkan Şoray çok benziyordu birbirine… Doğduğunda ilk adımlarını Eyüp’te atmış olmaktan dolayı şükrettiğini yazardı Nusret Abi. Aslında İstanbul’un her köşesini severdi. Sultanahmet’teki Million Taşı’nın hikâyesini o anlatmıştı bize. İstanbul’un fethi sırasında insanların sokaklara dökülüp Million taşının yanında toplandığını, çünkü meleklerin oradan inip kendilerini savunacaklarını düşündüklerini… Bazen de gençliğinde yaşadığı sıkıntıları anlatırken fon olurdu arkada İstanbul. Parasız kaldığı günleri, geçinmek için Beyazıt meydanında bavulla götürdüğü kitapları nasıl sattığını, hasta oğlunu doktora götürebilmek için mahallede nasıl araba aradığını anlatırdı. Belki bunları anlatırken de geçim sıkıntısı yaşıyordu. 3 çocuk okutuyor, sınırlı gazeteci maaşıyla ev geçindiriyordu ama hiç bahsetmezdi bunlardan. Her daim esprileri kahkahaları eksik olmazdı. Bizi de neşelendirecek bir şeyler bulurdu Nusret Abi. Mesela Karadeniz yemeklerini konu alan bir yemek kitabı vardı. Yazarı Karadenizli değildi ama kitap tam bir Karadeniz kitabıydı. Bazı tarifler bizi çok güldürürdü. Nusret Abi zaman zaman dolabından kitabı çıkarır, tok bir sesle tarifleri bize okurdu. Bir tanesi bir pide tarifiydi. Şimdi adını hatırlayamadığım pidenin tarifi şuydu: Gider fırından alırsın. 186

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Abi’yi en son evine geçmiş olsun ziyaretine gittiğimde gördüm. Bu neşeli mesud günlerden bir gün Nusret Abi’nin hasta olduğunu duymuştuk. Şekerle başı beladaydı. Çok sigara içtiği için damarlarında da tıkanma oluyordu. Ayağında açılan yara iyileşmiyordu. Uzun süre gazeteye gelemedi Nusret Abi. Nadiren de olsa uğrayıp yüzünü gösteriyordu bize. Biz de bir gün arkadaşlarla toplanıp Kariye’deki evine ziyarete gitmiştik. Ta mahalle meydanında karşılamıştı bizi. Sonrasında haberi geldi. Kalp krizi geçirmişti Nusret Abi. O gün yas vardı gazetede. Birbirine sarılıp ağlayanlar, masasına kapananlar… Bırakıp gitti bizi… Nusret Abi’den bana hatıra, masamda uyuyan küçük bir oğlan çocuğu. Ekranımın üzerinde duran bu küçük plastikten oğlana her gelip gidişinde takılırdı Nusret Abi; “Hâlâ uyuyor mu? Çok uykucu bu oğlan.” O küçük oğlan çocuğunu ona hediye ettim. Masasına yerleştirdi, adını Bilal koydu. Vefat haberinden sonra masasına gittim. Bilal hâlâ uyuyordu. Uyandırmadan aldım. “Sen Nusret Abi’nin hatırasısın. Burada uyumaya devam et” diye masama koydum. Hâlâ Bilâl masamda uyur.

Nusret Özcan

187


Nusret Özcan, Engin Sobi, İLESAM, 1997

188

Hayy’dan Hû’ya


Hepimizin Gizli Hazinesi Engin SOBİ

Aramızda Rahmetli Nusret Abi’nin bazen mütebessim, bazen celalli, bazen de gözlerin ram olacağı kadar ötelere yönelmiş bakışlarına sahip o görkemli yüz ifadesine çarpılmayanımız var mı? O yüz ifadesi bu satırları yazarken gözlerimin önünde canlanıyor da onu ne kadar da çok özlediğimi anlıyorum. Ama beni, Nusret Abi’yi bu dünyada bir daha göremeyecek olmam değil ona söylemem gereken onca şeyi söyleyememiş olmam yaralıyor. Düşünüyorum da hepimizin aslında Nusret Abi’ye söylememiz gereken, Nusret Abi’den başkasının anlamayacağı ve Nusret Abi’den başkasına söyleyemeyeceğimiz ne kadar da çok şeyimiz vardı. Değil mi? Oysa o, söyleyeceklerinin hepsini bazen kulağımıza eğilerek, bazen arkamızdan seslenerek ve bazen de sadece yüzümüze bakarak söyledi ve öyle gitti. O bize söylenecek bir şey bırakmadı! Uzun uzun Nusret Abi’yi anlatmak geçiyor şimdi içimden ama yapamıyorum, çünkü bunu yapmak gizli bir hazinenin yerini ağzımdan kaçıracakmışım hissi veriyor bana. Evet, Nusret Abi benim ve hepimizin gizli hazinesi idi ve öyle de kalacak. 23/06/2008 Nusret Özcan

189


190

Hayy’dan Hû’ya


Bir Nusret Özcan Geçti Bu Dünyadan Cem SÖKMEN

Daima ayakları yere basan ve daima ayakları bu topraklara basan bir büyük gönüllü insan daha gitti. Nusret ağabeyimizi 22 Haziran Cuma günü geçirdiği üçüncü kalp krizi neticesinde kaybettik. Onunla en son 18 Haziran Pazartesi günü görüşmüştük. Konumuz, yayına hazırladığımız “Bir Hüzün Yolcusu” ismini taşıyan hikâye kitabıydı. Hikâyelerinden sonra ise Radyo 15’te Cuma akşamları hazırlayıp sunduğu “Her Mevsim İstanbul” programını kitaplaştırmayı konuşmuştuk. Nusret Özcan’ın vefat haberini alınca, “Ağabey, daha yapacak çok işimiz vardı” diyebildik. Ve onunla aynı frekansta yaşayan Dilaver Cebeci’nin o muhteşem mısraları geldi aklımıza: “Durup durup ıssız yerlerde/ Güçlü ol ey kalbim, güçlü ol/Daha çok işimiz var diyorum...” Onun büyük yüreği, bu gittikçe daralan dünyaya sığmadı. Dilaver Hoca’nın hafızası gibi... Onunla her görüşmemizde söylediklerini not almaya çalışırdık. “Ana yapı Osmanlı’dır” diyordu Nusret Ağabey... “İdrak eden mesuldür” diyordu... “Tarihsiz ve topraksız anlayışla İslam’ı layıkıyla anlayamayız” diyordu. “İçtimai şuurla bilmeden öğrenirsin” diyordu. “Anne olan kadın ulvileşir” diyordu. “Modern hayat dile düşNusret Özcan

191


man” diyordu. “Tektipleşmek eşyalaşmaktır” diyordu. Cevher nispetindeki bu cümleler yerlilikten taviz vermeyen bir gönül adamının seslenişleriydi... FARKLI BİR FREKANSTA YAŞAYANLAR

Nusret ağabeyi simaen yıllardır tanıyorduk. Onu yıllarca her ikindi sonrası Yazarlar Birliği’nde Mustafa Kutlu ile hasbihal ederken görmüştük. Kendisiyle tanışmak bundan 1,5 yıl önce başka bir sevdiği mekân olan İlesam’da nasip oldu. Kitaplarını yayınlamaya talip olmuştuk. Sohbet ilerledikçe yazar-yayıncı görüşmesinden öte bir hal aldı. “Uzun Çarşının Uluları”, “Pembe Mendil” gibi ortak kitapların eşliğinde bize ait insan modelini aradık birlikte. Geleneğin izinde yürüyen böyle ciddi, samimi ve kaliteli bir adamı dinlemek bize büyük mutluluk vermişti. Erol Güngör’ün Dündar Taşer’in kıymetini anlatabilmek için söylediği o çok güzel cümle bizce Nusret Ağabey için de geçerliydi: “İnsanın anlayışlı muhatap bulması ne büyük saadettir.” Nusret Ağabey de o eşi az bulunur anlayışlı muhataplardandı. Fakat biz onun gibi insanları yetiştiren tasavvuf terbiyesini ve bunun hayatımıza doğrudan yansıyabilen yönlerini ihmal ettik. Artık mütevazılığı eziklik olarak görüyoruz. Hâlbuki bu insanlar hayatı herkesin anlayamayacağı farklı bir frekansta yaşayan insanlar. Nusret Özcan’ı, Mahmut Çetin’i, Yusuf Gedikli gibi birçok aydınımızı hep bu müstağni halleriyle tanıdık. Yukarıda bahsettiğimiz son görüşmemizde Nusret Ağabey sıkıntılı bir vaziyetteydi. Konuşmaya başladığında ilk sözleri “Bir görüntü kuşağı geldi ve çok zarar veriyor” olmuştu. Birbirinden farklı olduğunu iddia eden insanların zemininde birleştiği görüntü kuşağı patlaması kültür/sanat/fikir/basın dünyamızda giderek samimiyetin ve kalitenin yerini şekilciliğin ve kültürsüzlüğün almasına sebep oluyor. GELENEK DENDİ Mİ AKAN SULAR DURUR...

Konuşmasında, üslubunda, kelimeleri yerli yerinde, hakkını vererek kullanışında kendine haslığı olan bir insandı Nusret Özcan. Onun derdi bu milletin kendisi olarak yaşayabilmesi, kendi üslubu, hayat tarzı ve kimliğiyle yarına kala192

Hayy’dan Hû’ya


bilmesiydi. Sadeliğin timsaliydi. Nerede millî hafızamız, geleneğimiz ve değerlerimizin devamlılığı varsa Nusret Ağabey onun takipçisi ve hizmetkârıydı. O, bizi biz yapan değerler hakkında tavrı net olan, özü sözü bir olan bir adamdı. Gelenek dendi mi Nusret ağabey için akan sular dururdu. O, geleneği hep başının üstünde tuttu, her zeminde savunucusu oldu. İmam-ı Gazali’den, İmam-ı Rabbani’den, Selçuklu/ Osmanlı tecrübesinden ve milletimizin bunlar çerçevesinde oluşturduğu hayat telakkisinden, şaşmaz ölçülerinden bahsederken gözlerinde başka bir coşkuyu görürdünüz. Nusret Özcan ve onun gibi gönül adamlarının farklılığı, dünyevi hırslardan ve her türlü kompleksten uzak oluşlarıdır. İnat onlarda dünyalık için asla değil, sadece ve sadece hakikatin her zaman seslendirilebilmesi için bulunur. Hayattaki tek hedefi daha iyi maddi şartlarda yaşamak olanlar için onların görünüşü renksizdir. Fakat bu körlük Nusret Özcan gibilerini hiç yıldıramaz; mutlaka konuşulacak, halleşilebilecek birileri vardır. Bir sohbetimizde “Uhuvvet duygusunu kaybettik, en çok buna üzülüyorum” demişti. 1950-60’lı yılların 1 milyonluk İstanbul’unda müdavimlerinin büyük ölçüde Suriçi’nde oturduğu Küllük ve Marmara gibi mekânlar kültür insanları için olmazsa olmaz gibiydi. Zamanla kalabalıklaşan ve büyüyen şehirde Suriçi korunamayınca herkes bir yerlere dağıldı ve Erenler, İlesam ve en son Yazarlar Birliği gibi mekânlar geleneği devam ettirmeye çalışanların mekânı oldular. İşte bu mekânlar, hızlanan hayatla yaşanan kopuşta, Hilmi Oflaz ve Nusret Özcan gibi aşk adamlarının varlığıyla renklendiler ve mekân bilindiler. Zor zamanda duruşlarını bozmayan bu güzel insanlar samimiyetleri ve idealizmleriyle bir arada kalmaya çalışan arkadaşlarına dayanak oldular. Kardeşlik ruhunu temsil ettiler. “ABİLER KUŞAĞININ TEMSİLCİSİ”

Mustafa Özcan, Nusret Ağabey için yazdığı yazıda onun toparlayıcılığını şu sözlerle ifade ediyordu: “Nusret Özcan Nusret Özcan

193


abiler kuşağının son temsilcilerindendi. Kesinlikle koruma altına alınması gereken, nesli tükenmekte olan son kuşağın temsilcisiydi. O eskimeyen dostlukların adresiydi.” Nusret Özcan’lar kolay yetişmiyor. Nusret Özcan gibi, gündemlerin peşine takılmadan yaşayan ve gündemleri sorgulayan geniş ufuklu insanlar hiç kolay yetişmiyor. Biliyoruz ki onun yetiştiği iklim, hayatı sade algılayan, Müslümanlığın pratiklerini ve kültürünü yaşayışıyla resmeden bir aile, mahalle ve toplum iklimiydi. O, kimbilir kaç kişi için sığınak insandı. Bu kirli çağda ayakta durmak için tecrübesine, gönül gözüne, ahlakının süzgecine ihtiyaç duyulan bir insandı. Nusret Özcan’ın meselesi “Yabancılaşmadan nasıl yaşarız?, Müslüman-Türk hayat tarzını nasıl muhafaza ederiz?, Dünya görüşü sahibi insanı nasıl yetiştiririz?” soruları etrafında düğümleniyordu. Nusret Ağabeyin ızdırabı vardı. O içinde yaşadığı milletin kültürel kodlarını hıfzetmiş bir insandı. Bize bundan sonra düşen görev onun gibi gerçek değerlerle meşgul olmak, onların hakkını teslim edebilmek için elimizden geleni yapmaktır. SELAM SÖYLE NUSRET AĞABEY...

Hali başka bir insandı Nusret Ağabey... Halinin başkalığından mı, yoksa ölümünden üç gün önce onun kendine has sesiyle ve üslubuyla hemhal olduğumuz ve geleceği de konuştuğumuzdan mıdır acaba, Nusret Ağabeyin ölümüne hâlâ inanmak istemiyoruz. Şimdi Yazarlar Birliği’nde, İlesam’da, Erenler’de gözlerimiz hep seni arayacak Nusret Ağabey... Sen nasıl Hilmi Oflaz’a hasret duyduysan biz de sana hasret duyacağız... Hep andığın Çanakkale Mahşeri’nin kaderini, “Nusret” mayın gemisiyle değiştiren ve senin gibi kalbine yenilen Tophaneli Hakkı’ya selam söyle ağabey, her türlü haksızlığa samimiyetsizliğe hak ettiği cevabı veren Zaptiye Ahmet’e selam söyle... Ve senin gibi sevdiği, inandığı insanla ölüme bile tereddütsüz gidecek yüreği taşıyan, bu milletin korunu/ateşini nesilden nesile aktaran bütün büyüklerimize selam söyle Nusret ağabey... 194

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Abimiz Yani Bizim Abimiz Sait SÜZEK

Doksanların başında İstanbul’a okumak için gelen bir genç olarak mahallemizin Enderun, Beyaz Saray, Türk Ocağı, Erenler, Balkan Türkleri, Mehtap, Tedev, Kümbet gibi çeşitli kültürel sosyal ortamlarında ve çay ocaklarında gezerken, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “müdavimleri, uyanıkken toplu halde rüya görüyorlar” diyerek anlattığı o mekânın ruhunun her akşam hortladığı İlesam adlı mekâna, merhum ve mağfur Hilmi amcamız vasıtasıyla bir şekilde yolum düştü. Bir insanın ömrü boyunca görebileceği en değişik, ilginç ve renkli insanların bulunduğu bu mekâna ben de dahil oldum. Oraya gelen öğrencisi, hocası, şairi, yazarı, yayıncısı, şeyhi, delisi, velisi, meczubu, müridi, âlimi, fazılı, sünnisi, İrancısı, ülkücüsü, türkücüsü, İslamcısı, zındığı, mülhidi, yetimi, öksüzü, zengini, çok zengini, fakiri, “Fakirliği bilirsiniz, peki ya sefaleti bayım?” sorusunu soramayanları, aşığı, en aşığı, aşk düşmanı, neyzeni, zurnacısı, yazanı, yazmayanı, yazacağını söyleyeni, “İçimde demleniyor” diyen demlikçileri, “Asla yazmayacağım, yazı nedir ki” diyeni, “Yazı anlamın mahpesidir” diyeni, “Benim hayatım roman, sen yaz beni” diyeni, “Yaz yaz nereye kadar, bu günlerin ardı kış” diyeni, ressamı, karalayanı, fotoğrafçısı, sanatçısı, her sanattan anlayanı, tiyatrocusu, senaristi, yönetmeni, Teksas Tommiksi, esnafı, tüccarı, ajanı, ajan sanılanı, mitçisi, Nusret Özcan

195


mitçi sanılanı, polisi, polis sanılanı, gazetecisi, zarfçısı, azca susanı, bolca konuşanı, çokça şairi ve Robert De Niro’su ile onları bir araya neyin getirdiği asla anlaşılamayan gökkuşağının renkleri gibi bir sürü insan; Yıllardır birbirini tanıyan, yıllardır birbirinin soyadını, işini, evinin nerede olduğunu bilmeden bir arada oturup duran, konuşan, susan, tasada ve kıvançta birlik çoğu zaman zıtlık hisseden, ya da daha birkaç gün önce tanışıp aralarında kırk yıllık dostluk varmış gibi sohbet eden, en ciddi meseleyi en absürd bir kontra soru ile yok eden, söz verilmez alınır ilkesi ile mücadele ve müdahale ile konuşan, sohbet eden, kaleden kaleye top atışı yapan, yan masadan alevli sohbet tabağı gönderen, bir hususu arz eden bir sürü insan; işte burası İlesam… Bir süre sonra evimiz İlesam olmaya başlamıştı. Bir gün İlesam’a girdiğimde dip taraftaki hücrelerden birinin önündeki sedirlerde oturup etrafında Ekrem (Şerik Bey) ve birkaç arkadaşla birlikte yorgunluğu ve endişesi ile birazdan hikâyesine kaçacak bir Çehov tipini andıran kırçıl paltolu, artiz bıyıklı, arada bir eliyle saçlarını -yoksa yele mi demeliydim- geriye atan bıçkın bir jön, kendisine sevimlilik katan bir öfke ile, dilinde pala kılıç konuşuyordu. Ekrem’e “Kim?” dedim, Ekrem “Nusret abimiz, yani bizim abimiz” dedi.

Yusuf Abi, Beşir Topaloğlu, Sait Süzek, Nusret Özcan ve İsmail Atmaca Türkiye Yazarlar Birliği, 2004

196

Hayy’dan Hû’ya


Sonra, zaman geçti sohbet koyulaştı… Bu güzel insan bizden on beş yaş büyük olduğu için elbette bizim abimizdi. Ama o, aynı zamanda şakalar yapılan bir akran, sırların paylaşıldığı bir dost, sırtına yaslanılacak bir arkadaş, yanında ağlanabilecek bir dert ortağı, gördüğünü duyduğunu dinlediğini içine gömerek kamışlara da söylemeyecek ketum bir kuyu; sevdiklerine vefalı, aşkına sadık, hayata derviş, şeyhine bende, kimsenin bilmediği yalnızlıkları olan bir ağabeydi. Kahvede, sokakta, Beyazıt’ta ya da Cağaloğlu’nda her karşılaşıldığında insana rahatlama hissi veren, coşkun üslubu ile fakir İstanbul’un gündelik hayatından süzülmüş renkli anekdotlarla İstanbul’u çoğaltan, orijinal tespitler ve keskin karakter tahlilleri yapan, hemen bir mısra okuyup “Bu kimin?” diye soran, yüksek sesle şiirler söyleyen, kalbinde İmam-ı Rabbani hazretlerini, çantasında adı benim için duyulmadık hikâyecilerin kitaplarını taşıyan, seksenlerde pek moda olan acemi rüzgarlara kapılmayan, hatta o rüzgarın fırfır çevirdiklerine karşı savaşan sevimli bir “Sünni militan”; Tarkowski’yi okuyan ama hayata onun vizöründen bakmayan, Necip Fazıl’ı seven ama bunu bağırmayan, eşi hanımefendiyi seven ama bunu bağıran, meczupların dostu, delilerin düşmanı, tek kusuru Fenerlilik olan, niye sevildiği bilinmeden sevilen bir ağabeydi: Nusret abimiz yani bizim abimiz. Bilenlerin malumu, o ehl-i sünnet ve’l-cemaat der başka bir şey demezdi. Ehl-i Beyt’i ve büyükleri pek severdi; aslında sevginin yukarıdan aşağıya bir durum olduğunu ifade eder, “onları seviyorsak bu aslında onlar tarafından sevildiğimizdendir” der ve onlar tarafından seviliyor olmakla fahirsiz bir iftihar ederdi. Bir gün, mahallenin çevre düşüncesinin sek sek oynadığı zamanlarda, nükleer enerjiye karşı olduğunu çünkü eşyanın asli mahiyetinin değiştirilerek İlahî Sanat’a müdahale edildiğini söyler, ertesi gün Mühürlenmiş Zaman’dan bahsettiği etrafındaki gençlere “İnşallah âşık olur, sürüm Nusret Özcan

197


sürüm sürünürsünüz!” der, her bahar geldiğinde de “Haydi çıkın dışarı, âşık olun gelin, gününüzü görün” diye beddualar(!) ederdi. *** Sonra, zaman geçti, günler devrildi, hayatın bir menzilinin ardından sakal bıraktı ve kırk yıl birden yaşlandı. Artık otobüste yaşlı başlı amcaların “buyur dede” diye kendisine yer vermeye başladığını, bir eski arkadaşının annesinin kendisini tanımadığını ve arkadaşına “oğlum neden yaşıtlarınla arkadaşlık yapmıyorsun” diye çıkıştığını ve benzeri birçok ihtiyar sanılma hikayelerini gülümseyerek anlatmaya başladı. *** Bir vaktin ardından artık kahveye az uğrar olmuştu. Onu görmek için bizler Fatih’e Çay Ocağı’na gider ya da bazı Cağaloğlu dönüşlerinde evine kadar eşlik edip yolda sohbetler ederdik. O da bazen sufi-meşreb gençlerle kahveye gelir, gençler onunla kahve ahalisi arasında olan samimiyete ve sıcak sohbete şaşırırlardı. Çünkü o, artık onların Nusret abisi olmuştu. Biz kahvedekiler onun artık buralardan elini eteğini çekmiş bir dost olduğunu düşünüyorduk, onlar ise geçmişte kahveye, entel âlemlere takılan bir tövbekâr(!) olduğunu. Cağaloğlu başka yüzünü, sokaklar ve mahallesi de başka yüzünü görürdü. Aslında bir dost için bütün bu önermeler doğruydu. *** Sonra? Sonrası malum… O gitti, gidişiyle dilimiz burkuldu, kelimeler kekreleşti. “Nusret abimiz yani bizim abimiz”, gidişinle kalbimizi eksilttin!

198

Hayy’dan Hû’ya


Gönüldaş Yaşar ŞADOĞLU

İnsanın hiç unutamadığı, her an beraber yaşadığı hatıralar nasıl oluşuyor? Bu, insanın belli bir yaş dilimindeki hatıraları mıdır? Veya belli bir zaman diliminde yoğun olarak yaşadığı ilişkiler midir unutamadıkları? Bunun cevabını tam olarak bilemiyorum. Ama bu bende şöyle bir duygu oluşturuyor; çocukluktan gençliğe geçtiğimiz o en güzel yıllardaki arkadaşlarımla her zaman berabermişiz, onlardan hiç ayrılmamışız gibi hissediyorum. Yıllarca görüşmesek bile... Bazen otuz yıl sonra karşılaştığımız arkadaşımızla sanki bir gün evvel okuldaymışız gibi koyu bir sohbetin içine daldığımız çok olmuştur. “Bu hafta sonu Fethiye’de, okulda buluşalım” dense, Nusret de gelir diye düşünüyorum. Okula da yakın oturuyor… Nusret aramızdan ayrılmadı mı? Bu en son aklıma geliyor. Çarşamba’dan Draman’a doğru yürürken Nusret’le karşılacağım duygusu, herhalde o yoğun hatıraların bir izdüşümü… Nusret’le ilk tanışmamız 1973 yılındaydı. O da ben de İstanbul İmam-Hatip Okulu orta üçüncü sınıf öğrencisiydik. O yıl farklı sınıflardaydık. Okuldaki sosyal faaliyetler tanışmamıza vesile oldu. İmam-Hatipli idealistler olarak “herşey’’le ilgileniyorduk. Spor, tiyatro, sinema, MTTB vs… Nusret Özcan

199


O yıllarda İstanbul İmam-Hatip Okulu bütün okullara fark atan sosyal ve sportif etkinliklerle doluydu. Her hafta sonu konferans salonunda film gösterimi, on beş günde bir de “Biz Bize Gecesi” adıyla, her sınıftan öğrencinin maharetini göstereceği eğlenceler olurdu. İşte bu ortamda Nusret ve Ayhan Yılmaz’la tanıştık. Yanlış hatırlamıyorsam onlar ilk iki sınıfı Gaziosmanpaşa’da yani meşhur Taşlıtarla’da okumuşlardı. Onun için tanışmamız üçüncü sınıfta mukaddermiş. Bu üçlü en az beş-on yıl, neredeyse her yerde ve her işte beraberdi. Nusret bir tiyatro oyunu ortaya koymak istiyordu. Tiyatro alanında müthiş yetenekleri vardı. Nusret, küçük bir skeç yazdı ve bizi göreve davet etti. En yakın arkadaşları olarak tiyatroya adım atmış olduk. 15 yaşında cesaretle sahneye çıktık. Politik tiyatro kapsamındaki ilk oyunumuzu MTTB sahnesinde sergiledik. Nusret Özcan ve Yaşar Şadoğlu MTTB’deki bir tiyatro oyununda, 1975

200

Hayy’dan Hû’ya


Tiyatro maceramız böyle başlamıştı. Tabii bu macera daha sonra farklı katılım ve şekillerle devam etti. Nusret’le beraber türünün ilk örnekleri sayılabilecek ikili şovlar yaptık. Politik taşlamalarla komedyenlik yapıyorduk. İşimiz sadece tiyatro değildi. Marş söyleyecek bir koro mu lazım, onu da biz üstlenirdik. Bir seferinde Tekirdağ’da MTTB’nin bir gecesinde hem marş söyledik hem de bir oyun sergiledik. O gece, koromuzun başı Abdurrahman Şen’di. Ben ve Ayhan liseden sonra Almanya’ya gittik. Daha sonra döndük ve farklı üniversitelerde okuduk. Üniversite sonrası yine yoğun olarak bir araya gelme fırsatımız oldu. 1985 yılında Tavır dergisinde kaygılarımız umutlarımız tekrar birleşti. Nusret de bu arada Edebiyat Fakültesi’ni bitirmişti. Çok yetenekli olduğu halde tiyatrodan uzaklaşmıştı. Edebiyatçı kimliği ağır basıyordu. Ve daha sonra bu alanda başarılı eserler ortaya çıkardı. Nusret Özcan, Yaşar Şadoğlu ve Ayhan Yılmaz Hüsnü Kılıç’ın yazıhanesinde, 1986

Nusret Özcan

201


Üstad Necip Fazıl gönüldaş kavramını benimsetmişti bize. Şöyle diyordu: “Fransız İnkılâbı ‘vatandaş’, masonluk ‘birader’, komünizma ‘yoldaş’, külhanbeylik de ‘omuzdaş’ tabirini getirdi. İslâmlıkta topluluk unsurlarının fert ifadesi kardeşliktir. Biz, onu şöyle ifadelendiriyoruz: Gönüldaş!” Ve ilave eder: “Tarih bizi gönüldaşlar olarak anacaktır.” Ben de Nusret’i, Üstad’ının ifadesiyle, kardeşliği de kapsayan bir üst manalandırma ile, gönüldaşımız olarak anıyorum. Nusret ve okul arkadaşlarımızla zaman zaman bir araya geliyorduk. Aramızdan ayrılmadan iki-üç hafta evvel İstanbul İmam-Hatip Lisesi’nde bir araya gelmiştik. Aramızda artık torun sahibi olanlar bile vardı. Bizse, oradan hiç ayrılmamış gibi 15 yaşın heyecanıyla koyu bir sohbete dalmıştık. Sevgili Nusret’le beraber Ayhan’lara mantı yemeye artık gidemeyeceğiz. Hiç önemi yok… O lezzeti tekrar bulmamız zaten mümkün değil. Böyle şeyler hayatta bir kere oluyor. Herşey bir kere oluyor. Bir kere doğuyoruz, bir kere ölüyoruz… Ruhun şad olsun gönüldaş.

202

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan’ın Vasiyeti: Aşk Olsun Mehmet ŞEKER

Yüksekçe bir yere çıkıp “Dostlarım...” diye bağırmak geliyor içimden. Lâkin o halimle Eski Romalı Bilmemnetus’a benzemekten çekiniyorum. “Arkadaşlar...” diye haykırsam, üniversite kampüsünde arkadaşlarını eyleme çağıran deli fişek bir öğrenci gibi hissedeceğim kendimi. “Abilerim, ablalarım...” diyecek olsam, banliyö treninde çakmak, çorap vs. satanlar aklıma gelecek. Siz hepsini birden söylediğimi kabul edin. ‘Hepsi’ kimi zaman ‘hiç biri’ demektir. *** Eyüp Camii’nin avlusu doldu taştı Nusret Özcan’ın cenaze töreninde. Bütün dostları toplanmıştı. Dostlar, arkadaşlar, abiler, ablalar, kardeşler hepsi bir aradaydı. Uzakta olduğu için yetişemeyenler de telefonla, internet mesajıyla acımızı paylaştı. Ve biz satırlarından anladık ki onlar daha derinden yaşadı bu acıyı. Nusret Özcan

203


*** Okyanus ötesinde, yüreklerinde hissettikleri çaresizliği yazan Rihat Okuyan, Reyhan Vatandaş, Ahmet Demirhan ve diğer dostlardan daha şanslıydık biz. Hiç değilse son günlerinde bir arada bulunmuş, cenazesinde toplanıp toprağa beraberce vermiştik. *** Çok genç yaşta kaybettik onu; daha 50’ye bile gelmemişti. Dünya sürgününü uzatmadı. Birlikte yaşlanacağımızı sanıyorduk. Torunları olacağını, onları kucağına alıp sarılacağını, elinden tutup Eyüp’e götüreceğini ve kendi çocukluğunun geçtiği sokaklarda dolaştıracağını... Tamam, vade bu kadarmış ama insan bencil oluyor işte. Sevdikleri hep yanında kalsın istiyor. Acı yaşamaktan, kaybetmekten hoşlanmıyor. *** Bir masal kahramanı gibi, ak saçlı, ak sakallı bir rüya dedesi gibi yaşadı ve gitti. Şu koca dünyayı bize bıraktı. Taşıyla, toprağıyla, deniziyle, gökyüzüyle... Alın, üstünde tepinin doya doya! Masalar kurun, döşekler serin! Koşun, coşun, eğlenin, sevinin, üzülün... *** İstediğiniz gibi yaşayın, gönlünüzce. Arsa varsa, binalar dikin üstüne. Her ne yaparsanız yapın, yalnız şunu unutmayın: İçinde aşk olsun! Nusret Özcan’ın vasiyeti bu. O sadece birkaç metrelik bez aldı giderken. 204

Hayy’dan Hû’ya


Fakat geride ne çok şey bıraktı farkında mısınız? *** Günlerdir sesi kulaklarımda yankılanıyor. Şimdi kafasını kapıdan uzatıp giriverecekmiş gibi. Böyle arkandan konuşmak, yazmak da varmış Nusret Abi! *** O şimdi Üstad’ın yanında Haliç’e nazır yatıyor. Buradayken çok yormuştuk doğrusu. Yatsın biraz dinlensin, öylece beklesin bizi. Hiç yoktur ya, zerre kadar hakkım varsa da helal olsun. Yeni Şafak, 25.6.2007

Ebubekir Kurban, Mehmet Şeker ve Nusret Özcan İLESAM’da, 1995

Nusret Özcan

205


Soldan sağa: Ayhan Yılmaz, Rıdvan Konak, Nusret Özcan, Abdurrahman Şen, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Ali Tekin Tekirdağ MTTB, 1976

206

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan’ı Yitirdik Dostlar! Abdurrahman ŞEN

Son zamanlarda İstanbul’un havası bir başka ağır, benim için... Yaklaşık 1 aydır, strese bağlı bir deri hastalığı ile boğuşuyorum... Ama İstanbul havasının üzerimde ağırlığını aşırı hissettirmesinin sebebi bu değil maalesef ! Değerli dostum, sevgili arkadaşım ve benim birkaç kitaba sahip olmamdaki en büyük destekçim, okuldaşım Mehmet Yavuz, ciddî bir rahatsızlıktan dolayı bıçak altına yattı geçen hafta... Ameliyat sonrası da biraz sıkıntılı geçti. Hastane odalarında aşırı daralmama rağmen birkaç kere ziyaretine gittim sevgili dostumun... Mehmet Yavuz kardeşime acil şifalar dileyip, evine çıkacağına dair müjdeli haberi almayı beklerken... Evet... Tam da Mehmet’imden gelecek müjdeli haber peşindeyken, Cuma günü 11.24’te Bilal Arslan kardeşim telefonla aradı beni... Sesi titriyor, ağlamamak için direniyor; “Abi çok kötü... Çok kötü!...” diye sayıklıyordu… Önce hızla Bilal’in bana verebileceği kötü haberleri zihnimden geçirirken; “N’oldu Bilal’im?” diyebildim. Ve acı haberi aldım: “Abi… Nusret Ağabeyi kaybettik!” Karşılıklı sabırlar diledik birbirimize… Nusret’e Allah’tan rahmet diledik… Sonra bu acı haberi dostlarla paylaşmak Nusret Özcan

207


üzere telefonları kapattık… Ben hemen Mustafa Doğan’a haber verdim… Sonra İsmail Yeşilbağ’a… Ve tabiî Sadi Yılmaz’a haber verildi ki bütün dostların haberi olsun… Cuma’dan sonra başta Cafer Sadık Özlevent olmak üzere kimi dostlardan başsağlığı ve cenaze namazının yeri hakkında bilgiler gelmeye başladı. Ve küçük küçük anılar paylaşıldı bu telefon trafiği arasında… Nusret Özcan, İmam-Hatip Okulu’nda benden alt sınıfta olan kardeşlerimdendi… İmam-Hatip çatısı altından çok dışarıdaki anılarımız daha güçlü. Mesela MTTB Orta Öğrenim çatısı altındaki sinema ve tiyatro çalışmalarında birlikte çok günlerimiz geçti. Şevket Demirkaya, Ayhan Yılmaz, Yaşar Şadoğlu gibi dostlarla… Sonra bir gün “Reis Bey”i sahnelemeye cesaret edişimiz… Ardından “Beklenen Gün” isimli, yazıp yönettiğim oyundaki tartışmalarımız… Derken Nusret’in askere gidişi ve benim Fatih Kız Lisesi bahçesinde o yıllarda kurulan dükkânlardan birinde “Fatih Kitabevi” adıyla kitapçılık yapışım… Nusret, Kars’taki birliğinden izinli olarak gelmişti ki… Gazeteler ve televizyon ülkenin moralini bozan, can sıkıcı bir haberi verdiler: “Kars kalesine kızıl bayrak çekildi!” Bu haberi duyuşumuzun sabahında Nusret dükkâna geldi. Çayımızı içerken konuyu açtık. Nusret birden kendine has biçimde celallendi ve; “Aaah ulan ah! Ben izinde olmayacaktım da asacaklardı o kızıl paçavrayı o kaleye! Gösterirdim günlerini…” deyiverdi. Nusret, askerliğini Kars’ta yapmaktaydı… Sonra askerden geldi. O arada ben de dükkânı kapamış, Yeni Devir’de işe başlamıştım. Nusret de nişanlanmış, iş arıyordu. İşe girmeden evlenebilmesi de mümkün değildi. Millî Gazete ya da Yeni Devir’e aldırabilmek için çabaladım, ama olmadı. Sonra bir gün Millî Gazete’nin arşive bakan elema208

Hayy’dan Hû’ya


nının işten çıktığını öğrendim. Gazete yöneticileriyle konuştum. “Olmaz!” dediler… “Sebep?” Arşive, kütüphanecilik mezunu birini alacaklarmış! “Nusret de bir kütüphanecilik mezunu kadar düzenler gazete arşivini…” diye direttim… Bu arada Nusret de direndi: “Ben ne anlarım arşivden? Bir de işleri aksatmış olmayayım…” Sonunda iki tarafı da ikna ettim ve Nusret, Millî Gazete arşivinde işe başladı. Bir süre sonra benim ayrılmam gerekti Yeni Devir’den ve bir daha aynı çatı altında gazetecilik yapabilmemiz mümkün olmadı! Ama yayınladığım dergilerde hep Nusret’i düşündüm… İlk olarak Cemre’yi yayınlamaya başladığımda dergide yazması gerektiğini söyledim. Arşivcilikteki titizlenmesi gibi; “Benim yazacağım dergiden ne olur? Benden böyle bir şey isteme… Dergin çıksın, sokak sokak satmazsam ne olayım!” deyiverdi yine. Ama dinleyen kim? “Yazacaksın Nusret. Kaçmak yok!” dedim. Ne üstüne yazması gerektiğini de tartıştık biraz ve; “Hayalimiz, tiyatromuz değil mi? Yaz işte… Neler yapılmalı bu yolda ve neler yapıyoruz?” Yazdı da… Temmuz 1982’de ilk sayısı çıkan Cemre’de; “Tiyatronun Beklediği Müjde” başlıklı bir yazı yazdı. O yazıyı yazmasına da aslında o sayı için röportaj yapacağımız usta sebep oldu: Gazanfer Özcan. İlk sayımızda Gazanfer usta ile söyleşeceğimizi öğrenince bana resmen şantaj (!) yaptı Nusret: “Eğer Gazanfer Özcan’a giderken beni de yanınıza almazsanız yazı mazı yazmam!” dedi. Fotoğraflarını Hakkı Yalçın kardeşimin çektiği söyleşiye Hakan Yıldızeli ile birlikte Nusret Özcan’ı da aldım ve gittik… Soydaşı Gazanfer ustayla tanışma karşılığında Cemre’ye yazı yazdı! Tam hatırlamıyorum ama sanırım bu yazı Nusret’in imzasıyla yayınlanan basında / dergilerdeki ilk Nusret Özcan

209


yazısıdır. Üzerinden 25 yıl geçen bir yazı: “Tiyatronun Beklediği Müjde.” Derginin 27 ve 28’inci sayfalarında Nusret’in bu yazısını, 29-33’üncü sayfalar arasına da Gazanfer Özcan söyleşisini yerleştirmiştim… Ve Nusret’im müthiş mutlu olmuştu bu jestimden. Çeşitli basın-yayın çalışmaları arasında adını duyururken rahmetli Hilmi Oflaz ağabeyin vefatından sonra simgesel olarak Necip Fazıl’ı hatırlatan kişi olup çıkıverdi sevgili Nusret… Uzattığı sakalıyla beraber Necip Fazıl’ın fizîken kopyası durumuna gelen Nusret’e birçok dostunun muhabbeti iki kat arttı… Bu arada “Bizim Mahalle” isimli bir çocuk romanı, belge ve anılardan oluşan “Sokak Sesleri”, “Leyla ve Mecnun” isimli bir roman, Kemal Aykut’la birlikte kadirşinaslık örneği bir çalışma olan “Mustafa Kutlu Kitabı”, “Beşir Ayvazoğlu Kitabı” ve Sarıkamış faciasını işlediği son çalışması olan “Kar Kelebekleri” isimli eserler de verdi Nusret’im… Ardından amel defterini kapatmayacak bu eserleriyle beraber 3 de evlat bıraktı sevgili kardeşim. Ve dün Eyüp sırtlarında, o çok sevdiği Necip Fazıl Kısakürek’e yakın bir yerde toprağa verdik kardeşimi… Eyüp Sultan Camii’ne akın eden sevenleriyle birlikte… Son birkaç söz daha söylemek istiyorum. Eğer genç yaşlarında biraz disiplini kaldırabilseydi çok başarılı bir tiyatrocu olması işten bile değildi. Olmadı… Eğer Yeni Şafak’ta değil de başka kulvarlardaki gazetelerde yazıyor olsaydı çok daha namlı, ünlü ve bulunduğu mahallede bile bugünkünden el üstünde tutuluyor olurdu! Kendisini en son okul arkadaşlarıyla okulların sömestr tatili esnasında İmam-Hatip’te yaptığımız kahvaltıda gördüm. Gelememişti aslında… Ama İsmail Yeşilbağ’ın çabalarıyla evinden alınıp getirildi Nusret aramıza. Herkesle kucaklaştı… Birlikte fotoğraflar çektirdik. Hatta Bahri Göncü’yü Akmerkez müftülüğüne tayinimi bile onaylattık Nusret’e! 210

Hayy’dan Hû’ya


Birbirimizi çok özlediğimizi, ne yapıp edip biraz dertleşmemiz gerektiğini konuşarak ve konuşmak üzere söz vererek ayrıldık o gün… Ama sözümüzü tutamadık. Şimdi “orada”ki buluşma gününe kadar böyle bir şansımız yok! Ruhun şâd olsun sevgili kardeşim… Allah’ın rahmeti üzerine olsun… Başta eşin ve yavruların olmak üzere tüm yakınlarına, dostlarına başsağlığı diliyorum kardeşim. Yeni Asya, 24.06.2007

Nusret Özcan

211


Nusret Özcan Hac’da

212

Hayy’dan Hû’ya


Bu Çağın Mollası Hasan Hüseyin ŞENER

Rahmetli Nusret Hocayla tanışmamız Erenler’de 80’li yılların sonunda oldu. Ben yeni üniversiteyi bitirmiş çalışıyordum. Nusret Hoca, her zamanki gibi kitaplarla hemhaldi. Ama o kitapları ruhunda mezcetmiş, etrafına güzellikler saçan, umutsuzlukları yok eden, herkese umut veren bir dosttu. Gerçekten bir dosttu. Bu kadar güzel bir insanı nasıl anlatayım? Adam gibi adamdı. İnandığı doğruların arkasında tam durur, hiçbir zaman yalpa yapmazdı. Sokaktaki çöpçüden cumhurbaşkanına kadar, köydeki çobandan genelkurmay başkanına kadar; herkese bildiği doğruyu net ve direkt söyleme cesaretine sahipti. Çünkü hesap adamı değil, dava adamıydı. Yine birgün beraber oturuyorduk. Erenler veya İLESAM’da olabilir, ya da Türk Ocağı’nın eski, kapalı mekânındaydık. Ben biraz hüzünlüydüm. Efkârlıydım diyelim. O da sanırım biraz benim gibiydi. Sigarasını yaktı. “Ey dost, galiba sen de biraz yorgun ve dalgınsın.” dedi. “Herhalde öyleyim.” dedim. “Kardeş; zaten bizim kaderimiz, zehirle pişmiş aş… Hiç gereği yok, düşünme. Zehirden daha hafif olan herşey bizim için keyiftir. Onun tadını çıkarmaya çalış.” dedi. Başka bir şeyler daha söyledi, bendeki kasveti aldı götürdü, havayı dağıttı. Nusret Özcan

213


Nusret Hocam bazen çok orijinal bir benzetişle Üstad’ın ses tonuyla konuşurdu, elbette hususi sohbetlerimizde ve nadiren yapardı bunu. Hiç unutmam birgün telefon açtı. Hastalığının yeni başladığı dönemdeydi. Benim telefonumda Nusret Bey kardeşimiz Molla Nusret diye kayıtlıydı. O mollalık, bu çağın mollalığı… Yani bilgelik anlamında, derûnilik manasında bir mollalık. Üstad’ın ses tonuyla “Doktor! Sana bir arkadaşımı yollayacağım. Kendim için aramadım seni. Bunlar çocuğun derdine derman olamamışlar. Oradan oraya yollamışlar çocuğu. Üç beş kuruşluk dahi bir imkânı yok. Bu kardeşimizin tedavi işlerini lütfen düzenle!” dedi. Ben de “Baş üstüne Nusret Abi, yapılması gereken herşeyi Allah’ın izniyle yapacağız.” dedim. Epeyce bir zaman sonra aradı. “Allah razı olsun Doktor.” dedi. Memnun olmuştu. Ben de “Vazifemiz.” dedim. Sosyal yönü çok güçlü bir insandı ama dinî hassasiyetleri herşeyin üstündeydi. Onda öyle bir gönül gözü vardı ki… Herkese açılan bir penceresi vardı Nusret’in. Herkes yani yaşlısı, genci, yazarı, çizeri, çocuğu, futbolcusu, sporseveri, öğrencisi… Herkes bir pencere bulurdu onda. Onu hep rahmetle anacağız. Gönlümüzdeki boşluğunu yine onun hatıralarıyla dolduracağız. Cemiyette çok yaşanan bir örnek ama biz ölümün böyle ani gelişini hiç düşünemedik. Şahsım adına söylüyorum özellikle, Nusret Abi’nin bu kadar erken yaşta bizi öksüz bırakıp gideceğini tahmin edemediğimizden dolayı, ondan gereği gibi istifade edemedik. Mekânı cennet olsun. Şunu son söz olarak söyleyeyim: Hiçbir şeyi ertelememek gerekiyor. Çünkü ölüm gözle kaş arasında! 214

Hayy’dan Hû’ya


Allah Onu Cennetine Hapsetsin! Gülcan TEZCAN

Ağarmış saçı sakalıyla herkes gibi beni de yanıltmıştı. Hiç de göründüğü gibi yaşlı bir adam değildi halbuki. Ama o ak sakallı dede görünümlü derviş halleri ona çok yakışırdı. “Allah iyilerle karşılaştırsın” diye dua ederim hep sevdiklerime. Çünkü bu dünyayı çekilebilir kılan en önemli şeylerden biri belki de hayatımızdaki “iyi”lerin varlığı. Bizi hâlâ karşılıksız dostluklar kurulabileceğine, sadece “Allah rızası” gözeterek hiç tanımadığımız birine muhabbet duyabileceğimize inandıran “iyi”ler sayesinde tükenen umutlarımız tazeleniyor. Nusret Özcan o “iyi”lerdendi. Bana kim, ne zaman böyle bir dua etti bilmiyorum ama Nusret abi Yeni Şafak gazetesinde çalışmaya başladığımda tanıdığım ve ömrüm oldukça da tanıdığım için şükredeceğim “iyi”lerdendi. Nasıl tanışmıştık hatırlamıyorum. Hani bazı dostlarınızı hayatınızda hep varmış gibi hissedersiniz ya, Nusret abi öyleydi. Ama itiraf edeyim ağarmış saçı sakalıyla herkes gibi beni de yanıltmıştı. Hiç de göründüğü gibi yaşlı bir adam değildi halbuki. Ama o ak sakallı dede görünümlü derviş halleri ona çok yakışırdı. Nusret Özcan

215


Gazetede bizi en mutlu eden saatler Nusret abiyle arşivde toplaşıp muhabbet ettiğimiz vakitlerdi. Orası bütün gazetenin kaçamak mekanıydı adeta. Nusret abi anlatırdı biz dinlerdik. İstisnasız herkes çok severdi onu. Yeni Şafak’ın yola çıktığı yıllarda ve yolculuğu boyunca en çok çilesini çeken isimlerdendi. Gazeteye hakim olan dostluk ve kardeşlik havasında, samimiyette Nusret Özcan’ın etkisi çok büyüktü. Belki bu yüzden kurum içinde yaşadığımız onca sıkıntıya rağmen çalışanlar arasındaki sarsılmaz bağın en büyük sorumlusu da yine gazetenin Nusret ağabeyiydi. Vefatının ardından fark ettikki Nusret abi çalıştığı her kurumda etrafında böylesi bir sevgi halesi oluşturmuş. Öylesine sevilmişti ki ardından tek bir kişi bile hayrdan gayrı söz söylemedi. Tanıyıp da yardımına koşmadığı, derdini dinlemediği, yarasına merhem olmadığı dostu, ahbabı yok gibiydi. Çünkü o, adı üstünde hepimizin Nusret ağabeyiydi… Sadece Yeni Şafak’ta değil edebiyat çevrelerinde de hatırı sayılır bir isimdi. Kafdağı dergisinde yazdıkları, Kemal Aykut ile birlikte kaleme aldığı Mustafa Kutlu ve Beşir Ayvazoğlu kitapları edebiyatçı kimliğinin ürünleri olarak dikkat çekti. Edebiyat fakültesi mezunu, gençlik dönemlerinde tiyatro yapmış, çalıştığı kurum da dahil “muhafazakâr” mahallede pek az kişinin sahip olduğu bir kültürel birikime sahip, okuyan, yazan, düşünen, eleştiren, kızan, öfkelenen bir gazeteciydi Nusret Özcan. Aptallığa, çiğliğe tahammülü yoktu. Kol kırılır yen içinde demeyen nadir adamlardandı. Doğru bildiğini söylemekten geri durmazdı. Gazeteciydi evet ama vefatının ardından pek çok meslektaşının altını çize çize belirttiği gibi hak ettiği konum kendisine çok görülmüş bir gazeteciydi. Musahhihlik, bulmaca sayfası ve toplum sayfası editörlüğünün ötesine geçmesi çok görülmüştü. O da belki talepkâr olmamıştı. Ama sık sık “ehil” isim arandığında “adam yok ki?” denilen bir medya ortamında var olduğu bilinse de yok sayılması gereken isimlerdendi. Çünkü birikimini kullanabileceği bir alan açıldığında sözünü sakınmadan hak bildiğini söyleyecek isimlerdendi. 216

Hayy’dan Hû’ya


Edebiyat, felsefe ve sanat konusunda saatler boyunca konuşabilirdiniz O’nunla. Necip Fazıl’a çok büyük sevgi duyardı. Yeni Şafak’ta kültür sayfası hazırladığım dönemlerde bir şair ve şiir dergisi yüzünden başım ağrımıştı. O günlerde aynı serviste mesai yapıyorduk. Biri gelip bana “Sen şiirden, şairden ne anlarsın” yollu bir alay cümlesi kurmuş, ben de cevaben “Ben şair deyince Necip Fazıl’dan başkasını tanımam, kusura bakmayın” demiştim. Muhatabım çekip gittiğinde karşımdaki masada oturan Nusret abi gülümseyen bir ifadeyle onaylamıştı beni. Yıllar sonra bir kızım olduğunda babası her fırsatta Nusret abinin yanına götürürdü kızımı. Bir gün Nusret abiyle buluşmuşlar bana da telefon edip Gülru’yu yanlarına götürmemi istediler. Yavuz Selim’de beni bekliyorlardı. Gülru’yla gittik yanlarına. Nusret abiyi görünce muziplik olsun diye “Bende bir emanetiniz var onu getirdim” dedim. Güldü, kucakladı kızımı. Selamlaşıp ayrıldım yanlarından. Onlar Fatih Çarşamba’da Nusret abinin en sık gittiği Sultan Çay Ocağının yolunu tuttular. Sonradan öğrendim, çok hoşuna gitmiş, yol boyu birkaç kez tekrarlamış o sözümü Nusret abi.

İstanbul âşığı, âşığın İstanbul’u… İstanbul denilince de akan sular dururdu Nusret Özcan için. “Ben İstanbul’la zehirliyim, mecbur kalmadıkça sur dışına bile çıkmıyorum” diyecek kadar çok severdi bu şehri. “Ama”sız, “lakin”siz bir aşktı İstanbul’a duyduğu. Belki de bu yüzden Sokak Sesleri kitabının “Cümle Kapısı”nı şu cümlelerle aralamıştı: “Rabbim beni çok sevmiş olmalı ki; Türkiye’nin İstanbul’unda, İstanbul’un da Eyüb’ünde halketmiş. Bir masal zenginliğinde geçtiğine inandığım çocukluğumun İstanbul ve Eyüb’ü artık çok değişti. Bu değişmeyle birlikte bize o masal zenginliğini yaşatan birçok şey de hayatımızdan çıktı gitti. Onlar birer ikişer hayatımızdan çıkıp giderken belki de çoğunun farkına varamadık. Neden sonra fark ettiğimizde ise onların güzellikleri, oldukları zamandan Nusret Özcan

217


daha zengin bir şekilde düştü içimize.” Ve o güzelliklerin unutulup gitmemesi için kaleme almıştı Sokak Sesleri’ni. Sarıkamış faciasını konu alan Kar Kelebekleri de acısını iliklerine kadar hissettiği ve dert edindiği bir meselenin hikâye edilişiydi. Yazdıklarına dönüp bakınca keşke daha çok şey yazsaymış, keşke daha çok kelime bıraksaymış bizlere diyor insan. Gençlik yıllarında çok da başarılı olduğu tiyatrodan ise bilinçli olarak uzak durmuş Nusret Özcan. Tiyatroyla ilgili sohbet ettiğimiz bir gün tiyatroya başladığı yıllarda o dönem çok popüler olan Devekuşu Kabare tiyatrosundan bile teklif aldığını ancak reddettiğini söylemişti. Neden diye sorduğumda ise oyunculuk yaparken, bir karakteri ortaya çıkarırken yaşanan “yaratma” duygusunun insanı itikadi açıdan çok tehlikeli noktalara götürebileceğini, bundan endişe duyduğu için tiyatroyu bıraktığını anlatmıştı. Nusret Özcan muhabbet ehliydi; zoru derdi aşktı, muhabbetti… Şairdi, şair gönlüyle hep aşkı anlattı... İşini aşkla yapan, aşkla gülüp aşkla ağlayan nur yüzlü bir güzel insandı. Onun sevdiklerine ettiği duayı ben de onun için tekrarlıyorum: Allah onu cennetine hapsetsin…

218

Hayy’dan Hû’ya


Kabristandaki Mütefekkir Nusret Özcan İçin

Ferhat ÜNLÜ

Bir mezarlık fotoğrafını hatırlıyorum. İhtimaldir ki, ölülerin nüfusunun yaşayanlardan fazla olduğu ihtiyar ve mahzun bir ilçenin uçsuz bucaksız kabristanlarından birinde çekilmişti o fotoğraf. Omzunun gerisinden ufka doğru, mahşerde muamelesini bekleyen Âdemoğulları gibi sıra sıra dizilmiş mezar taşları uzanıyordu. Biliyor musun, mezar taşında bir kavuk olsun isterdim. Şöyle meşrebine uygun, en kallavisinden… Fakat dünyevi bir makamın değil, uhrevi bir bilgeliğin nişanesi olarak… İstanbul sokaklarında süvari atlarının nallarının şakırdadığı bir devrin evladı olsaydın padişahlar sana nasıl bir paye verirlerdi doğrusu bilmiyorum. Sonunda sana verileni reddedeceğini bildiğim halde bunun üzerine hayaller kurmayı çok isterdim. Bunu, hiç var olmamış bir hazineyi arayan hayalperest define avcılarının tutkusuyla yapmak isterdim hem de. Şayet çağımıza uygun, daha mütevazı bir imge istersen heybemden onu da çıkarır, sana satardım. Sonra kafa kafaya verip, atalarından kendisine kalan mirasla ne yapacağını şaşıran yeni yetme müteşebbisler gibi eski defterleri karıştırmaya Nusret Özcan

219


başlardık. Böylece serin bir ikindi vakti kabirler arasında bir gezintiye çıkardık seninle. Öyle ya; müflis, fukara müellifin tek sermayesi mazisidir. Sen herkesten iyi bilirsin Nusret Abi. Mezarlıklar sermayelerimiz, mezarlıklar hazinelerimizdir. Boşuna değil, ne zaman mezarının önünden geçsem gözlerim, bir kuyumcu dükkânının parıl parıl parlayan vitrinini hayranlıkla izleyen dilencilerinki gibi kamaşıyor. Utanmasam kıskanacağım. Ve sırf dükkânından çıkıp beni suçüstü yakalayasın diye yüzsüz bir hırsız gibi vitrindekileri aşırmaya kalkacağım. İşte o zaman gelecek ve vaktiyle entelektüel bir tartışmanın en hararetli yerinde çekiştirip durduğun o yumuşacık, bembeyaz sakalını bu kez şefkatle sıvazlayarak, “Yapma aslanım,” diyeceksin. “Kendi hazinene ihanet edersen tarih seni asla affetmez.” Ben de elini omzuma koyduğunda -o beyaz sakallarınlabir sabah, sakalını kesmeden önce yüzünde tıraş köpüğüyle evin içinde gezinen o müşfik babaları andırdığını düşüneceğim. Derken edebî bir şehvetle sana mütemadiyen bir şeyler anlatacağım. O güne dek içimde biriken bütün imgeleri salacağım. Hayretler içinde kalacaksın. Seni hodbin herif, diyeceksin ölçülü bir hiddetle. Bugüne kadar nerelerdeydin? Niye sakladın bunca imgeyi? İmgeler babalarımızın malı değildir. Evet, sakladım diyeceğim ben de. Sanki babamın malıymış gibi sakladım onları. Herkesten esirgediğim nadide bir kitabı saklar gibi sakladım. Kumbarasını şevkle saklayan küçük, şımarık oğlan çocukları gibi sakladım. Sakladım oğlu sakladım. Tasarlanmış bir esere sermaye biriktirmek gibi masumane, ulvi bir maksat için sakladım. Kendi ruhundan aşırmaya meyilli bir zihni güç bela zapt ederek sakladım. Ama gururla söylemeliyim ki, sonunda senden mülhem bir roman kahramanım oldu. Bugünlerde mezarına gelip onu sana anlatma konusunda benzersiz, önüne geçilemez bir arzu duyuyorum. Muhtemelen Balzac ya da Flaubert’in metinlerini masaya yatıran bir Adorno ya da Jameson edasıyla, 220

Hayy’dan Hû’ya


“Kimyacı nasıl taşın gerisindeki atomları görüyorsa has okur da metnin ideolojisindeki monadları görecek. Yoksa kapatsın bu dükkânı,” diyeceksin bilgece tebessüm ederek. (Üstelik onların senin gibi güzel sakalları da olmadı.) Ben de bu cümlelerin tefsirini yapacağım. Halka seni anlatacağım. Google müptelası hafızasızlara, “Böylesini internette bulamazsınız, iyi dinleyin,” diye nasihatte bulunacağım. Öyle ya, sen o nostaljik modern zamanlardan kalma müşkülpesent bir elitsin. Biz ise postmodern çağın, sürekli çoğalan melez ve de meymenetsiz evlatlarıyız. Seninle aynı kuşaktan olmadığım için üzgünüm Nusret Abi. Bana kalsa daha önce doğmak isterdim. Tarihi; tekerlek, tüfek ve internetin icadından sonra diye üç evreye ayıran ve “Bunlar icat olunca mertlik bozuldu,” diyen mutaassıp, huysuz ihtiyarlardan biri olmak isterdim. Çünkü Nusret Abi, bugünlerde her şey o kadar birbirine karıştı, hakikatin genleri öylesine bozuldu ki insan, yeni nesil savaş stratejileri konusunda eğitilen Nizam-ı Cedit askerlerinin, tüfekle pusuya yatmayı reddedip “Osmanlı askeri yatmaz, kılıçla vuruşur,” dediği günleri dahi arıyor. Değişim, bu kadar mürteci olmayı göze alacak kadar asabımı bozmaya başladı, hesap et. Yaşlanınca -şayet yaşlanabilirsem- senin kadar hoşgörülü olamamaktan korkuyorum. Ama olsun, sen doz aşımı hoşgörüden hazzetmezdin. Vefatından bu yana yaklaşık iki yıldır olan biteni bile görseydin gene sakalını çekiştire çekiştire “Ahmaklar,” diye kükrerdin Allah bilir. “İyice zıvanadan çıktınız. Artık değişmeyin. Bazı devrimler değişime direnerek yapılır.” Artık ben de, yaşlı bir adam kendi gençliğine karşı ne kadar müsamahakâr olabilirse o kadar müsamahakârım. Bu, giderek daha da yalnızlaşacağım anlamına mı geliyor? Senin gidişin, mesela öykünün üstatları Poe ile Borges arasındaki entelektüel akrabalığı bir kantin toplantısında saatlerce tartışabileceğim adamların sayısının azaldığını mı gösteriyor? (Bir defasında böyle bir şey yapmıştık seninle. Hani sonunda kendi gençliğiyle konuşan Borges edasıyla bakmıştın yüzüme. Nusret Özcan

221


Ama kendinden başka birine baktığın için müsamahakârdın da…) Senin gidişin, Kafka’nın ne kadar büyük olduğuyla ilgili derin münakaşalara girişilebilecek adamların neslinin tükenmekte olduğunu mu gösteriyor? “Kafka iyidir de, biraz abartılmıştır,” lafını kimden duyacağız? Nabokov’un -herhalde henüz emekleme safhasında olduğu için bugünkünden daha masum olan- postmodernizmin ilk dönemlerinde yazdığı Lolita’nın Humbert Humbert’inin bir roman kahramanı olarak çizdiği portrenin mazur görülüp görülemeyeceğini, Umberto Eco’nun, Monica Bellucci’yi, “çağımızın en güzel kadını” olarak nitelendirirken yanılıp yanılmadığını, Balzac’ın, tasvir yapmaktan eşsiz bir haz duyduğu için mi, yoksa biraz da yüksek telif almak için mi betimlemelerini uzun tuttuğunu kiminle konuşacağız? Ve bütün bu tartışmaların sonunda ister estetikte, ister metin eleştirisinde tarihselliğin ne kadar önemli olduğu sentezine kiminle varacağız? “Adam sen de, bütün bunların benim için ehemmiyeti yok,” dediğini duyar gibiyim. “Ben artık mezarda, huzur dolu bir uykudayım. Böyle şeyleri yaşayanlara bıraktım.” Öyle ya, sen bir mezardasın. Ve mezar lafını ne zaman işitsem vefatından çok değil birkaç yıl önce -ancak ömrü boyunca ‘iyi, doğru ve güzel’in peşinde koşmuş insanlara nasip olabilecek- semavi bir sezgiyle gittiğin kabristanda çektirdiğin o fotoğraf geliyor aklıma. Belki de ebedî istirahatgâhında edebî bir prova yapıyordun. Vatanını terk etmeye hazırlanan küskün bir seyyah gibi… Bu dünya senin hakkını veremedi Nusret abi. Ama olsun, bunda da bir hayır vardır. Bu dünya, bazılarına küçük gelir. Sen türümüzün yüzünü ağartan büyük bir adamdın. Saygı uyandıran biri… Bazı insanlar vardır ki daha ilk gençliğinden, hatta çocukluğundan itibaren babasına bile kendini saydırmayı becerir. Herhangi bir saikle sevilmek ya da gayrimeşru bir kudretin arkasına sığınarak korkutmak zor bir iş değildir. Bunların ikisi bizim kazandığımız şeyler değildir çünkü, bize verilmişlerdir. Ama saygı duyulan bir adam ol222

Hayy’dan Hû’ya


mak çok az insana nasip olur. Sen makamına dişinle tırnağınla geldin. Buram buram kitap kokan nemli, loş bir odada -iğneyle kuyu kazarcasına- tefekkür ede ede, insan zihninin kudretinin sınırlarını keşfederek makam edinmiş bir adam olmanın şerefini taşıyarak yaşadın. Tekmil hayatın, kendi kuşağının mensupları başta olmak üzere seni tanıyan herkes için imrenilecek bir vesika olarak daha şimdiden tarihteki yerini almıştır. Bizlere ise bir süre daha yaşamak düşüyor. Bu yüzden senin de hayranı olduğun o büyük edibin satırlarını arada hatırlayıp kederle gülümseyerek yolumuza devam ediyoruz: “Ey hayat! Milyonuncu keredir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmak ve ruhumun nalbantında soyumun yaratılmamış vicdanını dövmek için.” Ruhun şad olsun. 22 Mart 2009

Nusret Özcan, Mehmet Şeker, Ferhat Ünlü, Mustafa Canbaz ve İlkay Sağır Yeni Şafak’ta bir sohbette

Nusret Özcan

223


Nusret Özcan, Yusuf Ziya Başbay, Hasan Ürkmez, Ahmet Ürkmez ve Süleyman Ocakçı Ordu-Ünye’de

224

Hayy’dan Hû’ya


Gönlün Mücessem Hâli Hasan ÜRKMEZ

Büyük adamlar büyük fikirleri tartışır, derler. Bu sözü doğru bulmam. Tartışılmaya layık olan yalnızca büyük fikirler değildir. Büyük adamlar da tartışılmalıdır. Fikrin insanı adam ettiği doğrudur fakat o fikrin bir büyük adamdan neşet ettiğini nasıl unutabiliyoruz ki? Büyük fikirlerin taşıyıcısı, üreticisi, hayata aktarıcısı, nesilden nesile sürmesini sağlayıcı adamlardır büyük adamlar. Küçük adamlar küçük fikirleri ve küçük adamları konuşur elbet. Ama küçük adamlar da büyük fikirler ve büyük adamlar üzerine kafa yormalılar ki büyük olabilsinler. Nusret Özcan’ı konuşmak istiyorsak, kendimi ikinci kategoriden biri olarak görmek ve onu öylece takdim etmek, ondan öylece bahsetmek ve onu bu küçüklüğüm içerisinde anlamaya çalışmak durumundayım. Durumundayım çünkü ancak bunu yaptığım zaman bu büyük adam üzerinden kendimi olgunlaştırma imkânını elde edebileceğime inanıyorum. *** 15 yıla yakın bir dostluk… Her seferinde beni evine misafir ediş ve yer sofrasında yapılan kahvaltılar… Belediye otobüslerinde yolculuk yaptığımız zaman sanki etraftaki inNusret Özcan

225


sanlar bile onun farklı birisi olduğunu anlıyorlar gibi gelirdi bana. Akşamları evimize giderken Çemberlitaş, Beyazıt, Laleli hattı üzerinden Şehzadebaşı dolmuşlarına kadar yaptığımız yürüyüşler esnasında sürdürdüğümüz konuşmaların hep dinleyicisi oldum. Konuşmazdım. Zira konuşursam birşeyler kaybedeceğim hissi galip gelirdi bende. Dolayısıyla bölmek istemezdim konuşmalarını. Zaman zaman kendimce uyanıklık eder kısa ara sorularla konuşmasını sürdürmek için müdahalelerde bulunurdum. Sokakta herkesin Nusret abisidir; evde baba, tekkede âkil adam… Edebiyatta Yusuf Abi‘yle yaptığı şiir okumaları ve daima Yusuf Abi‘nin kaybettiği atışmalar… İlesam‘da o konuşunca ortalığı kaplayan sessizlik ve dikkat… Ekrem’in o bitmez tükenmez bilme arzusunun verdiği iştiyakla sorduğu sorular… Çünkü o sorulacak adamdı. Çünkü dinlenecek olan oydu. O yüzden o konuşurdu; o dinlenirdi. Çünkü konuşurken konuşan, dili değil ruhuydu, samimiyetiydi, insanlığıydı, adamlığıydı. Gönül adamı görmek isteyenler keşke görebilmiş olsalardı onu, bu yazdıklarımı daha iyi anlayabilirlerdi. Bilenler biliyor zaten. Bilmeyenler için ne gelir elden. Hastalığında eski Fatih belediye binasının tam karşısında bir çaycıda oturup çay içmeye ve sohbet etmeye niyetlenmişken gelene geçene selam verip bir iki kelâm etmekten konuşamamıştık birbirimizle. Ama bu hiç önemli değildi. Sanki bütün İstanbul’un tanıdığı bu adamdan ben insanlarla nasıl hasbihal edileceğini öğreniyordum. Birebir yaşayarak, görerek ve duyarak... *** Herkesin ideolojik saplantıları fikir saydığı bir dönemde bu saplantılardan kendini koruyan adam olarak da tavsif edebilirim Nusret’i. Son iki yüz yılın fikir sapmalarının yarattığı hengâmede fikrin saygıya değer temsilcisi olmak icap eder. Bu temsilciliğin üzerimize yüklediği sorumluluk duygusunu taşıyan insan olmak zor bir sanattır. Onun bu sanatı kıvrak zekası ile, sürüp giden hayatın ince ve çoğumuzun algılayamadığı noktalarını yakalayışı, bazen en küçük bir detaydan 226

Hayy’dan Hû’ya


büyük ve —abartmadan söylüyorum— namütenahi derinlikli tahlillere geçişi, bu tahlillerde insanı şaşırtan isabetliliği onu anlatmaya yeter mi bilmem ama vefat ettiği zaman bir hastane odasına kilitlenmiş olmanın verdiği acıyla saatlerce ağladığımı itiraf etmekten zaman zaman gururlandığımı söylemeliyim. Ben İstanbul’u onunla sevdim. İnsanlara kin gütmemeyi o öğretti. Acımayı, sevmeyi, ağlamayı, anlamayı, düşünmeyi ve belki konuşmayı bile… O, yalnızca fikrin değil, gönlün de mücessem haliydi… Ruha kendinde yol açan adam… Yürüdüğü yolun taşları aşkla döşenmiş… Aramızdan erken ayrıldı ve bize ayrılık acısını tattırdı... Damaklarımda hâlâ o acının tadı var. Şimdi onu rüyalarımda görüyorum. İstanbul’un poyrazında dalgalanan saçlarıyla... 11 Mayıs 2012

Nusret Özcan

227


228

Hayy’dan Hû’ya


Sokağın Aynası Nusret Ağabeyime Hatıralarım sana emanet Geceleri şiir okuduğum sokaklar Ve ağladığım sahil boylarında Eski aynalar sana emanet Çocukluk yüzüm Geçmiş gecelerim ve gündüzüm Rüzgâr vuran kumlara dönmüş ya şimdi Sana emanet dağılmış dağlarım Sana emanet ağarmamış saçlarım Gizli yollarım sana emanet Bükülmeyen bileğim Söylenmemiş dileğim Her şey sende saklı dursun Bir gün açınca levh-i mahfuzunu Her şey yerli yerince bulunsun Heybemdeki çiçekler yolunmuş Yalnız gece yarılarında varım Ve yalnız sana emanet Çatlayan şahdamarım İslam ÜRKMEZ Nusret Özcan

229


İslam Ürkmez, Ekrem Ayyıldız, Yusuf Ziya Başbay, Hayrettin Bir ve Ramazan Ayaz cenazeden sonra Süleymaniye’de

230

Hayy’dan Hû’ya


Bir Nusret Özcan Sohbeti İslam ÜRKMEZ – Yusuf Ziya BAŞBAY

HERGÜN YÜKSELEN BİR DOSTLUK

Y. Ziya: Üniversiteye girdiğim yıl, Nusret Ağabeyle tanışmama vesile olan sizsiniz. Ünye’de bir çay ocağında otururken Necip Fazıl meraklısı bir genç olduğumu fark edip, bana Nusret Ağabeyin Yeni Şafak’ta çalıştığını söylemiş, gidip tanışmamı tavsiye etmiştiniz. 1996’nın başlarıydı, ben de arkadaşım Engin’le beraber Topkapı’daki Yeni Şafak binasına gittim. Bize İlesam bahçesini tarif etti ve orada görüşüz dedi. Ve o gün bugündür Nusret Ağabey dostluğu, bizim aramızdaki dostluğun da önemli bir parçası oldu. Benden yaklaşık on sene kadar önce, siz İstanbul Edebiyat Fakültesinde okurken, ağabeyiniz vesilesiyle tanışmıştınız ve İstanbul’da olduğunuz müddetçe sık sık görüşmüştünüz… Şimdi ondan yaşça küçük iki arkadaşı, iki seveni olarak Ünye’de hep yaptığımız bir şeyi yapacağız ve Nusret Ağabeyi konuşacağız. Onun kişisel özelliklerini konuşarak başlamak istiyorum. Neydi sizin, benim ve birçok başka arkadaşın Nusret Ağabey’de bulduğu? İslâm: Evet. Nusret Ağabeyle 1987’den, benim üniversite yıllarım boyunca, 92’ye kadar görüşürdük. Bu yıllar içinde birçok hatıramız oldu. Bence Nusret Ağabeyin mümeyyiz vasıflarından biri, içinde bulunduğu mekânı adeta doldurNusret Özcan

231


masıydı… Erenler’e, İlesam’a girdiğiniz zaman orada Nusret Ağabeyin varlığı hemen fark edilirdi ve etrafında her zaman bir sevenler halkası olurdu. Mekânda kendini göstermek, mekânda bir dost halkası oluşturmak enerjisi çok yüksekti. Y. Ziya: Ben meselâ Nusret ağabeyin hiç yalnız oturduğunu görmedim. Yani bu bahsettiğiniz mekânlarda. İslam: Evet öyle. Hiç yalnız kalmazdı… Bunda onun mizacının etkisi vardı. Nedir o mizaç? Sevdiği insanları her zaman çok köklü severdi. Ve yeni tanıyanlara da Nusret Abi küçük aralıklarla kendisine doğru yaklaşma fırsatı verirdi. Üniversitelilere, dışarıdan gelenlere, bir vasıtayla tanışmak isteyip sohbetinde bulunmak isteyenlere küçük küçük aralıklar açardı. Bir genel sohbetin arasında çoğu insan yeni gelenlere ağabeylik edası gütmeden resmî bir kalıp içerisinde dururken, Nusret Abi onları fark eder ve zaman zaman onlara küçük kapılar açar, kendine doğru yaklaşmalarına fırsat tanırdı. Nusret Ağabeyin dostluk anlayışından en çok aklımda kalan hadise şu oldu. Bir gün, sanırım İbrahim Abi’ydi, (eski Büyük Doğuculardan İbrahim Ulueren, Üstadla da tanışmıştı, zaman zaman Nusret Ağabey’le Üstad’ı yâd ederlerdi) Nusret Ağabey’e “Nusret’im biz seninle tanışalı ne kadar oldu?” dedi. Nusret Abi biraz düşündü filan, sonra “10 yıl olmuştur İbrahim Abi.” dedi. İbrahim Abi de “Tanıştığımız günden beri her gün yükselen bir dostluğu yaşadım Nusret Bey’le…” dedi. Ve ben bunu, dostluklarda, dostluğu yürütmenin bir ölçüsü kabul ettim. Her gün yükselen bir seviye… Hiç düşmeyen, her gün yükselen bir seviye… Nusret Abi’nin dostlarıyla ilişkilerinde gerçekten böyle bir taraf olduğunu gördüm. Y. Ziya: Hilmi Abi merhum, sevgilim dermiş Nusret Abi’ye… Nusret Abi de bundan çok zevkle bahsederdi. İslam: Nusret Ağabeyin o mekânlarda, kendi hürmet ettiği insanları özel bir kollayışı da vardı. Birini sana sevdirmek istediği zaman mutlaka sevdirirdi. Hilmi Abi bunların başında gelirdi tabii… Ona çok saygısı vardı. Tabii en önemli 232

Hayy’dan Hû’ya


sebep Üstad’ın yakın dostu olması idi. Hilmi Abi’den her zuhura açıktı. Y. Ziya: Saygı elbette vardı. Ama sevişirlerdi de Hilmi Abi’yle. Ayrı bir muhabbetleri vardı. Zaten Nusret Ağabey’in dâhil olduğu bu İlesam lokalinin diyelim ayrı bir havası vardı. Bir özelliği de buydu bence. Yani yaş farkları birdenbire kaybolurdu orada. Yirmi beş yaşında bir adamla 60 yaşında, 70 yaşında bir adam bir dostluğu paylaşabilirlerdi. Konuşmalarda, tartışmalarda da yaş farkı diye bir şey söz konusu olmazdı. Tabii bu bir kültür. Aktarıla aktarıla gelen bir şey. Hilmi ağabeyle diyaloğu deyince aklıma bu geldi. Hem ona hürmet ederdi hem de mesela küstüklerini biliyorum bir ara. Biraz Nusret Ağabey bir oyun gibi sürdürmüştü bunu sanırım. Hilmi Abi de artık barışalım mı sevgilim diye şaka yollu takılırmış. Nusret Abi, bu oyunu ve sonra nasıl barıştıklarını filan da zevkle anlatırdı. İslam: Nusret Ağabeyin fark ettiğim bir başka özelliği; mevzu siyaset, gündelik olaylar vs. etrafında ne kadar dönerse dönsün, döner dolaşır şiir merkezine gelir. Orada Necip Fazıl’ın şiirine, edebiyata gelirdi. Ve Nusret Abi orada eli yeni kalem tutan adamlara her zaman çok müşfik davranmıştır. Eli yeni kalem tutanların yaşadığı o ilk korkuyu Nusret Abi onlara hiç hissettirmemiştir. En yakın arkadaşına bile yazdığı şiiri gösteremeyen insanlar Nusret Ağabeye gösterebilirlerdi mesela. Nusret Ağabeyin şairlere karşı, şiire istidatlılara karşı bir hassasiyeti vardı. Şiire bakış açısını da o çevrelerdeki sohbetlerden öğrenmeniz mümkündü. Çok enteresan bir şey hatırlıyorum. Bir gün gene Nusret Abi “Bu Yağmur” şiirini okudu. Sık sık okurdu, Necip Fazıl’ın “Bu Yağmur” şiirini. Oradaki yârenlerden biri biraz da sitem edalı “Hâlâ mı aynı şiiri okuyorsun be Nusret’im?” dedi. “Hâlâ aynı şiir!” diye cevap verdi. Gözlerini o kendine mahsus hususi eda ile kısarak bir şeyler söyledi filan. O kişi gitti sonra. Biraz ilerledikten sonra Nusret Abi arkasından büyük sözünü söyledi. “On yıldır aynı şiiri okuyorum ve bu adam on yıldır bu şiiri anlamıyor.” Nusret Özcan

233


SOKAK SESLERİ’Nİ DİNLEMEK

İslam: İstanbul sevdalısıydı. Sonradan eserlerine de yansıdı bu İstanbul sevgisi. Birçok insan da Nusret Ağabeyi bu yönüyle tanımıştır. Ben tanıdığımda otuzlu yaşlardaydı daha. Yani nostalji yapmak için erken bir yaştaydı. Eserlerinde sonradan bunlar göründü ama o daha 30’lu yaşlarında da eski İstanbul’u, eski dünya’yı, eski Türkiye’yi yaşlanmış bir insanın geçmiş özlemi dışında başka bir bakış açısıyla özlüyordu. 30 yaşındayken de çok eski devirleri özleyen bir insan hassasiyetini yaşıyordu. Benim kanaatim Nusret Abi orada eski İstanbul’a olan özlem görünürlüğü üstünden bütünüyle bambaşka bir medeniyet özlemini anlatıyordu. Çünkü otuz yaş mazi özlemi bakımından erken bir yaş normalde. Nusret ağabeyin 40- 45 yaşındayken bunları söylemesini anlarım. Ama 30 yaşında eski İstanbul’a özlem duymak, 80 öncesi dünyanın romantik hallerine, eski Türk filmlerine göndermeler yaparak konuşması bana hep ilginç gelmiştir… Ki o yıllar, Türk filmlerinin tu kaka edildiği, kimsenin dönüp bakmadığı yıllar. Nusret Abi, birçok şeyi vaktinden evvel fark ettiği gibi bunu da erken fark etmiştir. Y. Ziya: Yaşayan İstanbul’u da severdi Nusret Abi… Akan hayatı. Tabii özellikle de sur içi İstanbul’unda akan hayatı. Oradaki küçük hikâyeler, hayatlar… Nusret Ağabeyin arkadaşları içinde bu insanlar da vardı. Sabahları poğaça aldığı bir poğaçacı, yahut bir taksici, hatta bir seyyar börekçi… İnsani kaliteyi entelektüel bir takım edalarda değil, gerçek insanda arardı. Baharda yeni çıkan bir meyve bile heyecanlandırabilirdi onu. Medeniyet özlemini işaret eden bir nostaljisinden bahsettiniz az önce. Sur içinde akan hayatı da Nusret Abi, o eski medeniyetin devamı gördüğü için seviyordu. Hakikaten de sur içindeki hayat hâlâ bugün dahi kısmen böyledir. Yani Fatih’in, Edirnekapı’nın sokaklarında hayat, eskilerden çok izler taşır hâlâ. İslam: Sur içinde az da olsa elde kalan mekânlar var. Bunları sevmesinin mizacıyla ilgili bir tarafı var yine. Tabii ki, modern hayatın getirdiklerinden dolayı eski İstanbul öz234

Hayy’dan Hû’ya


lemiyle yeni dünyaya küsen bir tip değildi. Yaşadığı hayatta da insan hikâyesi bulduğu zaman severdi. Bir simitçi ile sohbet edişini bir yaşama hevesine dönüştürebilirdi. Top oynayan çocuklara takılışı bir yaşama hevesine dönüştürebilirdi. Varsın yan tarafta gökdelenler yükselmiş olsun; gökdelenin dibindeki simitçiyle muhabbetini yapardı. Nusret Abi bir “okur-yazar” olmakla beraber teorik fikirler içinde boğulmaktan ziyade hayatı seven bir adamdı. Y. Ziya: Malum, felsefeyi sevmezdi Nusret Abi… Felsefi derinliği olan eserleri sevmez, hikmeti önemsemez anlamında değil. Hakikatin bu tür teorik kitaplarla aydınlanmak yerine örtüldüğünü düşünüyordu belki de. “Hangi roman hayat kadar muhteşem olabilir?” derdi mesela. Burada şunu görüyordu bence, kendisine çay getiren bir garson yahut etrafında kendisiyle sohbet eden insanlar ve kendi hayatı da, hepimizin o küçük basit hayatları da en büyük romandan daha muhteşemdir. Bunun farkındaydı. Çok önemli bir şey bu farkındalıkla yaşamak ve aynı zamanda edebiyat tutkunu olmak. İslam. Eyvallah… Felsefe artistliğini sevmezdi ama en ince hikmeti onunla konuşabilirdiniz. Bunu destekleyen bir şey söyleyeyim. Nusret Ağabey bir seferinde, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı o dev eserini küçük bir yerel gazetedeki iki satırlık bir cinayet haberinden alarak yazdığını söylemişti. Nusret Abi’de de benzer bir bakış vardı. Küçük şeyler üstünden büyük şeyleri yakalama zekâsı… Bu mizacı önemsememiz gerekiyor. SİYASET, FİKİR, SANAT VE “KEŞİFLER”

Y. Ziya: Hayatla barışık olmasına, hayatı muhteşem kabul etmesine bir örnek daha verelim. Nusret Abi çok az siyaset konuşurdu. Herhalde biz çok fazla siyaset konuşuyoruz. Ben onun kadar az siyaset konuşan bir insanı nadir gördüm bizim çevrelerde. Siyaset konuşmayı bayağı bir konu olarak görüyordu anladığım kadarıyla. Konuştuğu zamanlar da canına tak dediği, özellikle 28 Şubat süreci gibi bazı konularda Nusret Özcan

235


kısa konuşur ve yine gündelik konulara dalmadan öze ilişkin kanaatini söylerdi ve geçerdi. Şimdi insan düşününce hakikaten siyaset çok günübirlik bir şey Türkiye’de. İslam: Çok günübirlik ve insanı tüketen bir şey. İşte bir sürü siyasi dava unutulup gidiyor ama insani öze hitap eden şeyler hep kalıyor. Nusret Abi hiçbir zaman popüler olana enselenmemiş. Edebiyata olan merakında ve okurluğunda da böyleydi. Teorisinin peşinde koşmamış olsa da, her zaman kendine ait bir edebiyat kriteri olan bir adamdı ve bu yüzden başkaları ona söylemese bile değerli olanı bulabiliyordu. Çok popüler olsa bile işe yaramaz olanı gösteriyordu. Şimdi bakıyorum da, o zamanlar Nusret Ağabeyin değersiz bulduğu birçok eser de piyasadan kaybolup gitmiştir. 1987 filan olması lazım, Oğuz Atay filan daha hiç bilinmiyor. 12 Eylül öncesi sol tarafından dışlandığını sonradan öğrendik. Piyasada Oğuz Atay’ın kitaplarının hiçbiri yokken, eski baskılar sahaflarda tek tük çıkarken bana “Bu adamı oku, bu adam enteresandır.” diye Oğuz Atay’ı işaret eden Nusret Ağabeydir. Dört beş yıl sonra Sovyetler’in yıkılması, Çavuşesku tipi rejimlerin çökmesiyle filan, solun içinde teorik tartışmalar başlayınca Oğuz Atay’ın kitapları yok satmaya başladı. Mesela Refik Halit Karay’ı ilk söyleyen odur bana. Bir müddet sonra Refik Halit Karay’a övgüler düzülmeye başlandı edebiyat camiasında. Bunun gibi birçok adamı o keşfetmiş ve tanıtmıştı çevresindeki insanlara. Kitap kurduydu… Yani en enteresan kitapları bulur çıkartırdı. On tane kitapla eve gitse ertesi gün onları okumuş, gözden geçirmiş olarak gelirdi. Y. Ziya: Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ciddi anlamda yazıp çizen hemen herkesi Nusret Abi çok iyi okumuştu. Yenileri de okuyordu. Bizim adını bilmediğimiz bir sürü adamı Nusret Abi didik didik etmişti yani. Kimin ne yaptığını ne yazdığını da takip ediyordu. Kim hangi eserinde ne çıkardı. Kim hikâyede, kim romanda, kim şiirde iyi gidiyor takip ederdi. Kadın yazarları özellikle takip ettiğini biliyorum. Çok enteresan bir şey... Kadın yazarlar ne yazıyorlar ne çiziyorlar diye Nusret Abi özellikle takip ederdi. 236

Hayy’dan Hû’ya


Açıkçası birkaçı hariç çok fazla bir şey bulamadığını da söylemişti. Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nu beğenirdi. Nazan Bekiroğlu’nun eserlerini çok tutmuştu bir ara. Çok severek okuduğunu biliyorum. Hatta yazılı soru göndererek bir röportaj da yapmıştı onunla. Mesela bir ara Halime Toros’un Sahurla Gelen Erkekler diye hoş bir hikâye kitabı çıkmıştı. İlginç bir kitap ismi değil mi? Birçok kadın yazarın bütün eserlerini okumuştu yani. Füruzan’dan bilmem kime kadar. Yani bu acayip bir edebiyat sevgisiydi. Kim ne yapıyor. Sanki edebiyat dünyasından yeni bir şeyler bekliyordu ve en yenileri dahi takip etmekten zevk alıyordu. Ekrem Ayyıldız’la birbirlerine söyledikleri bir Borges sözü vardı: “İyi okur, iyi yazardan az bulunur.” Enteresan adamları bulup çıkarırdı. Osman Cemal Kaygılı, Samih Nafiz Tansu… Yazıp çizip gitmiş adamlar. Şimdi yeni yeni bu adamların kitapları, İstanbul üzerine yazanlara filan malzeme oluyor. Nusret Abi bunları tespit etmişti. O sahaflardan gelişlerini unutamıyorum. İlesam’a çantası dolu olarak gelişi… Nasıl mutlu olurdu, eğer böyle hoş sürprizlerle karşılaşmış, kafasına göre kitaplar bulmuşsa. Özellikle de bu bahsettiğimiz tipte kitaplar. Tabii bir ara moda olan, efendim, İslam’da bilmem ne filan diye başlayan kitaplar vardı ya… İran devriminden sonra moda olan şeyler. Onlara da acayip bozuk atardı yani…” Böyle tumturaklı isimler, içi boş kitaplar. Ne bunlar…” filan derdi. O moda da geldi geçti, şimdi onları yayınlayanlar bile unutmuştur herhalde. Bir de hatıratlara çok merakı vardı. Yani Osmanlı’nın son dönemindeki hatırat yazmış önemli adamların diyebilirim ki hemen hepsini okumuştur. Özellikle bu göç hikâyeleri, bozgun hikâyeleri, savaş hatıraları… Sarıkamış’ı anlatan bir küçük hikâye kitabı da çıkardı ya sonra…. O devirlere, o imparatorluğun çöküş yıllarındaki acılara karşı çok duyarlıydı. Mehmed Niyazi Ağabey’i hem çok sever hem çok saygı duyardı. Onunla sohbetlerinden Çanakkale romanında yazmadığı hikâyelere kadar bilirdi. Nusret Özcan

237


KÖKLER VE MİZAÇ

Y. Ziya: İlk gençlik yıllarında Cengiz Dağcı’yı okuduğunu biliyorum. Çok severdi. Çok etkilenmişti… Cengiz Dağcı’nın belki de çocuk yüreğine bir ilhamıydı, bilmiyorum, bir hayali vardı. Bir göç romanı yazmak istiyordu Nusret Abi… Sanırım 93 Harbi etrafında geçen, göç merkezli, belki hikâyesi günümüze de uzanan bir roman yazmak istiyordu. Nasip olmadı tabii ama kendi aile kökleriyle de ilgiliydi bu arzu. Baba tarafı Kafkasyalı, anne tarafı da Buhara göçmeni bir aile olduğu için… Çanakkaleliler… Ama annesi babası evlenip İstanbul’a göç etmişler filan. Böyle bir kişisel tarihin de bu roman hayalinde etkisi var tabii. İslam: Çok etrafa duyurmadığı ama kendi geçmişiyle ilgili derinlik hislerini hep göz ucuyla takip ettiği bir hassasiyeti vardı. Y. Ziya: Nusret Ağabeyin, tabii Çanakkale bağlantısı zayıflamıştı… Babası memleketinden ayrılarak İstanbul’a gelmiş. Farklı yaşam biçimleri oluşmuş, akrabalık ilişkileri azalmış, bu durum onu Çanakkale bağlantısından uzaklaştırmıştı anladığım kadarıyla. Buna üzülüyordu da açıkçası. Bir gün Nusret Abi’nin bazı akrabalarından hüzünle bahsettiğini hatırlıyorum; yani aralarında ortak nokta kalmadığından dolayı. Ama dedesinden gözleri parlayarak bahsederdi. Çok severdi. Gaziydi dedesi sanıyorum. Kendisi görmüş mü yoksa dinlediklerini mi anlatıyordu emin değilim. Bu büyük dedesinin hafız olduğunu ve camide mukabele, aşır filan okunurken, okuyan kişi herhangi bir kıraat hatası yaptığında, bir şey söylemeksizin, ‘yanlış okudun düzelt’ anlamında, bastonunu yere vurarak uyardığını anlatırdı. Bir Osmanlı hassasiyeti ve tabii muhtemelen de Kafkasî keskin bir mizacın etkisiyle böyle bastonunu vurarak okuma hatalarını düzelttirirmiş. Nusret Abi de mizacının bu keskin tarafını sanıyorum işte bu Kafkas kökeninden almış. Nezaket ve zerafetini de herhalde annesi tarafından gelen Buharalı köklerine borçlu. İslam: Mizacının bu iki tarafı, birer saniye arayla çakabilirdi Nusret Abi’de… 238

Hayy’dan Hû’ya


Y. Ziya: Eyvallah… Tam da öyleydi gerçekten. Yani bu iki özellik de mizacında çok belirgindi. Buhara tarafı biraz daha metafiziğe açık, sûfî-meşrep, ince bir mizaç… Nusret Ağabeyin annesi rahmetli böyle incecik nur yüzlü, kanatlanıp uçacak bir insan gibi bir şeydi yani. Konuşması filan da öyleydi. Sanıyorum ince taraf işte bu annesinin tarafından. Annesi Mehmet Zahid Efendi’nin müritlerindenmiş zaten. Allah rahmetine gark etsin. O celalli taraf da, hep anlattığı gazi dedesinden geliyordu tahminim. Dedesinin, o Kur’an okuyan hafızları yanlış yaptıklarında bastonunu yere vurarak uyarmasını çok severek anlatırdı. Böyle yaparmış derdi. Belki de dedesinin babası olabilir. Hiç önemli değil. Ama bu keskinliğe hayrandı. Ve kendisi de özellikle itikadî konularda öyleydi. İslam: Evet, gençlere müthiş müsamahalı bir insan olmasına, farklı hayat biçimlerine saygılı olmasına rağmen özellikle akaid konularında hassastı. Ehl-i sünnet karşıtı, tasavvufî hikmetleri reddeden anlayışlar karşısında çok sert davranırdı. O devrin, işte 1990’lardan itibaren ortaya çıkan bir sürü karmaşık, tasavvufa ve hikmete uzak yeni moda, şimdi silinip gitti tabii hepsi, görüşlere şiddetle karşı çıkardı. Y. Ziya: Ben üniversiteye gittiğimde bir ara bu fikirlere merak sarmıştım. Hatta Nusret ağabeyle tanışmaya gittiğimde elimde Ali Şeriati’nin bir kitabı vardı. Nusret Ağabeyin pek hoşuna gitmediğini anladım. Ama tabii bizim yaş itibariyle sanırım bazı şeyleri yeni yeni tanımaya çalışan çocuklar olduğumuzu da düşünerek fazla üzerinde durmadı. Ve bir süre sonra, bizi açıkçası bazı takıntılardan kurtardı diyelim. Yani, İslam’ı bir din gibi değil de bir siyasi ideoloji gibi gören, tırnak içinde “radikal” anlayışa düşmememizi engelledi. Ama bunu telkin ederek, uzun uzun üzerinde konuşarak yapmış değildir. Onunla sohbete devam ettiğimiz zaman ilgimizin yönü kendiliğinden değişivermişti. İslam: Cerrahî-meşrep bir arkadaşı vardı. İsmi de, yanılıyor olabilirim, Yalçın’dı. Allah selamet versin tasavvuf ehli bir kimseydi. Herkesle paylaşamadığı o hikâyeleri, halleri Nusret Özcan

239


Nusret Abi’ye anlatıyordu bildiğim kadarıyla. Bir gün benim yanımda bir olay anlattı Nusret Abi’ye. Bir rüya görmüş. Safer Efendi’ye gitmiş rüyasını anlatmış. Safer Efendi merhum, “Bitti mi?” demiş. Yalçın Abi de “Bu kadar efendim.” demiş. Safer Efendi ona, “Bu rüya burada bitmez.” demiş. Yalçın Abi de “Bitti efendim.” deyince, Safer Efendi “İyi o zaman, çık sıradan” demiş. Tam sıradan çıkarken rüyanın devamını hatırlamış Yalçın Abi. “Şimdi hatırladım Efendim.” demiş. Fakat Safer Efendi, sıran geçti anlamında eliyle işaret ederek onu sıradan çıkarmış. Yalçın Abi buraya kadar anlattı, Nusret Abi üzerine ekledi: “Onlar öyle insanlardır ki aslanın ormanda gezmesi gibi kalplerin içinde gezerler. Ve kimin rüyası ne kadardır bilirler.” dedi. Ve tabii Yalçın Abi de bu sözü çok sevdi. Farklı meşreplerden çok dostları vardı. Ama kendisi Nakşîmeşrep idi. Hangi meşrepten olursa olsun, tasavvuf yoluna girmiş kimselerin hepsi kendini Nusret Abi’nin yanında rahat hissederdi. Tasavvufu blok halinde bütün diğer meşreplerin üstünde tutardı. Hangi meşrepten olursa olsun. Y. Ziya: Tekkeleri yarıştırma hevesine giren taze sûfîleri de uyarırdı yani. Özellikle sûfî hikâyelerini dinlemekten, menkıbeler anlatmaktan çok hoşlanırdı. Bahsettiğimiz edebiyat sevgisi kadar, belki bazı dönemlerde daha fazla olarak sûfîlerin hayat hikâyelerine, menâkıpnâmelere ilgi duyardı. Bunlara bayılır, tasavvufla ilgili kitaplar okumaktan çok haz alırdı. Bu, her zaman birinci gündemi olmuştur. İslam: Tam bununla ilgili bir hatıramı nakledeyim. Almanya’dan misafirler gelmişti bir vesileyle. Bu arkadaşlar, Almanya’da daha ziyade siyasi ve ideolojik mücadele içinde yaşamış insanlardı. Bu sûfî hikâyelerini, tasavvufi meşrepleri filan bilmeden büyümüş kimselerdi. Nusret Abi akşamın bir vaktinden sonra bu evliya menkıbelerinden anlatmaya başladı. Konu konuyu açtı. Nusret Abi anlattı, anlattı, anlattı… Kimilerini yorumladık, kimilerinde coştuk filan. Saate baktık bir ara saat üç olmuş. Yarın da herkesin işi gücü var. Nusret Abi “Bu kadar yeter.” dedi. O Almanya’dan gelen misafir “Nusret Abi ben hasret kalmışım bu hikâyelere, bayılana ka240

Hayy’dan Hû’ya


dar dinlemek istiyorum.” dedi. Burada tabii, İslam’ın hikmet boyutundan haberdar olmadan yetişen kişinin hikmete duyduğu, metafiziğe duyduğu hasrete güzel bir örnek var. Nusret Abi’nin anlatma tarzının da müthiş bir etkisi vardı tabii. Nusret Abi, o hikâyelerin içine kendi tarzını, edasını da katarak o hikâyelerin nasıl anlaşılması gerektiğine dair ipuçları da verirdi aslında. Y. Ziya: Gerçekten bu menkıbeleri birçok insan anlatır ve oturtamazsınız bir yere. Boşlukta kalır. Hatta bazen o boşluklar tamamlanmadığı için anlatan kişinin eksikliğinden şüphelere sebep olabilir. Nusret Abi, bunları kontekstine öyle oturturdu ki, hiçbir şey havada kalmaz, siz de o anlatılanda kendinizi bulur, bir kapı aralardınız kendi hayatınızdan. Bu kadar güzel anlatmasının asıl sebebi Nusret Abi’nin bu menkıbelerin içinde adeta yaşamasıydı. Bir Eyüp Sultan’a gittiğimizde yahut bir evliya türbesini ziyaret ettiğimizde Nusret Abi’yi görmeliydiniz. Müthiş bir edep içinde, belli usullere uygun olarak, bize göre de gayet uzun bir vakit harcayarak evliya kabirlerini ziyaret ederdi. Mesela Zeyrek’teki Mehmet Emin Tokadî Hazretleri’nin bunlardan biri olduğunu biliyorum. Gençken de meşâyıhtan ziyaret ettikleri olmuş. Annesi ona Mehmed Zahid Efendi’yi ziyaret ettirmiş. Yani böyle zatları ziyaretten çok hoşlanırdı. Hem hayatta olanlarını hem de vefat etmiş olanlarını diyelim. Sûfî dostları da vardı. İlesam’a pek gelmeyen, Beyazıt çevresinde, Fatih çevresinde ayaküstü selamlaşıp halleştikleri de vardı. Uzun uzun oturup sohbet ettiği kimseler de vardı. Bunlar arasında meczup dediğimiz kimseler de vardı yani. ÇOCUKTAKİ ŞİİR

İslam: Çok güzel bir yere geldin şimdi. Nusret Abi’de en çok buna dikkat etmek lazım. Nusret Abi’yi herkes onu gördüğü mekândaki hüviyetiyle tanıyordu. Nusret Abi’nin başka başka mekânlarda, başka başka zamanlarda, başka başka mizaçlarda insanlarla görüştüğü ve o atmosfer içinde çok rahatlıkla taşıdığı, taşıyabildiği halleri vardı. Mesela İlesam’da Nusret Özcan

241


keskin bir edebiyatçı üslubuyla konuşurken, bir arka sokaktaki bir mescide girdiğinde birdenbire bir derviş edasıyla, ayaküstü o yan saftaki adamla iki cümle konuşur, ortak bir hassasiyeti, bir ruh halinin inceliğini paylaşabilirdi. Yahut işiyle ilgili bir şey konuşurken o işin gerektirdiği zaruretler içinde konuşurdu. Çocuklarla mesela hususi bir diyalogu vardı adeta. Çocukları bir şiirin yeni mısralarını takip eder gibi takip ederdi. 90’ların başında ortanca oğlu Bilal daha yeni yürüyüp koştururken, onun o hallerini anlatmayı, yaptıklarını anlatmayı çok sever ve onları müthiş bir filmin en vurucu sahnesini anlatır gibi paylaşırdı bizimle. Yani çocuktaki şiiri görmüş bir adamdı. Kendi çocuğu olduğu için değil yalnızca. Bütün çocuklardaki şiiri görürdü. Y. Ziya: Sizin İstanbul’dan ayrıldığınız dönemde çocuklar büyüdü tabii… Ve Nusret Abi, artık birer delikanlı olan oğullarını da çok muhabbetle anlatırdı. Özellikle Beyazıt’tan çekildiği dönemlerde daha çok. Onların okuldaki hallerini, ilk gençlik heyecanlarını, haytalıklarını, saçlarını taramasını filan… Pırıl pırıl evlatlar işte… “TUZLU SU İÇMEK”

Ziya: Saf bir edebiyat sevgisi vardı bir kere… Hatta Yeni Şafak’ta, okumak üzerine bir yazı yazmıştı. Tuzlu su içmek, diye. İçtikçe susuyorsun, susadıkça içiyorsun. Okumayı buna benzetmişti. Kanamıyordu okumaya. Ondaki edebiyat sevgisi ideolojik filan değildi. Bizim adamdır, bilmem nedir veya işte solcudur, sağcıdır filan diye kimseyi ne över ne de kötülerdi. Kafasında biz - onlar filan gibi bir ayrım yoktu. Tam anlamıyla edebî değer arardı okuduğu eserde, ilgilendiği bir yazarda. Hangi yazarı hangi kampın sahiplendiği değil de, o kişinin gerçekte edebiyata dair ne ortaya koyduğu önemliydi. Hatta en çok sevdiği, kendisini en çok etkilemiş kişi olan Üstad Necip Fazıl’ın bile bazı yazdıklarından hoşlanmazdı. Belli bir dönemin şartları içinde konjonktürel olarak Üstad’ın kaleme aldığı bir kitap veya özenmediği bir şiir Nusret Abi için sırf Üstad yazmış diye değerli olmazdı. Eski şiiri de çok 242

Hayy’dan Hû’ya


iyi bilirdi. Muhafazakâr kesimin müzmin muhalefet olduğu, ötelendiği dönemlerde İlesam’da metrekareye iki şair düşerken, bazı şair arkadaşlarını, eski şiiri bilmedikleri için, gelenekten habersiz oldukları için eleştirdiğini hatırlıyorum. Eski şiiri bilmeden, divan edebiyatını tanımadan şiir üzerine konuşanları, şiir yazanları yetersiz bulurdu. Bunun mümkün olamayacağını söylerdi. İslam: Divan edebiyatını anlamadan edebiyatçı kesilenleri ti’ye alırdı gerçekten. İlesam’da zaman zaman bazı takılmalar, küçük oyunlar yaparlardı kendi aralarında. Hatta bir gün serbest şiir ayağına aklına gelen her şeyi şiir olarak yazanların moda olduğu zamanlarda, o arkadaşlardan biri bir şiir dergisi çıkartmış, birkaç arkadaşıyla birlikte, Nusret Abiye gelmişlerdi. Ben yan tarafta dinliyorum onların konuşmalarını. Nusret Abi baktı dergiye; “İyi, hayırlı olsun” dedi, gönderdi. İncitmek istemedi. Daha sonra o bahis açılınca tekrar, “Bunlar teşbih, mecaz, istiare vs. edebî sanatları bir çalışsınlar, Divan edebiyatını, söz sanatlarını öğrensinler, ondan sonra şiir yazsınlar” dedi. Hakikaten daha kendi şiirindeki teşbihi, mecazı bile açıklayamayan adamların aklına geleni şiir diye alt alta yazmalarına çok sinirlenirdi. Y. Ziya:Hatta bir ara çok zikretmişti. Bir tarafı Kafkasî olduğu için Şeyh Şamil’e çok sevgisi vardı. Şeyh Şamil şiir yazmayı yasaklamış. “Nasıl olur efendim?” diye sorulduğunda da demiş ki “Gerçek şairler zaten yasak filan dinlemez, şu sahtelerden kurtulalım.” Yani, Nusret Abi şiirin ayağa düşürülmesinden son derece rahatsız olurdu. Şiir kumaşı taşımayan şeylerin böyle dergilere, kitaplara boy boy basılmasından hazzetmezdi. Belki biraz daha gençken bunları eleştiriyordu ama sonra çok da üzerinde durmamaya, eleştiriye de gerek görmemeye başlamıştı. Genç şairlerden beğendikleri yok da değildi. Mesela İbrahim Tenekeci, Şaban Abak. İslam: Suat Ak’ın şiirini de beğenirdi. Birlikte Suat Ak’ın yeni bir şiirini etüt ettiklerine çok şahit olmuşumdur. Arkadaşlarıyla otururken, bir mısrayı tekrar tekrar dinler, tansiyon hastasının nabzını dinler gibi mısrayı tekrar tekrar Nusret Özcan

243


söyler. Sonra “Yok” derdi, “Olmaz. Bunun işlenmesi lazım.” Fakat hakikaten işlenmesi gereken bir şey olurdu o mısra. Y. Ziya: Kendi sevdiği şairleri, yazarları çevresindeki gençlerin de okuyor olmasından çok hoşlanırdı. Hatta bir ara bir kitap listesi yapmıştı. Kendisinden kitap tavsiyesi isteyen bir sürü genç için derli toplu bir liste çıkarmıştı. Herkesin kendisi gibi okuyamayacağını bildiği için Türk ve Dünya edebiyatından önemli ve değerli gördüğü eserleri oraya yazmıştı. Hatta Ekrem Ayyıldız da o listeye katkı sağlamıştır. Sonra biliyorsunuz okullardaki bu 100 Temel Eser’i belirleme konusunda da çalıştı kendisi. Bu listeyi severek hazırladığını biliyorum. Sevdiği yazarların ismini söylemekten bile zevk alırdı gerçekten. Fiyodor Mihayloviç Dostoyevski, Panait Istrati. Istrati’yi çok severdi. Çünkü eserleri hayatından çıkmış bir insan. OKUMAK, YAŞAMAK VE HAYAL ETMEK

İslam: Birgün İlesam’dan çıktık, Fatih’e doğru yürüyoruz. Caddede insanlar akıyordu. Nusret Abi; “Bu kalabalığın içinde şimdi karşıdan Raskolnikov geliyor olsa ben onu ‘bu Raskolnikov’dur’ diye tanırım.” dedi. O kadar onun azabını hissetmiş yani. Dostoyevski’ye çok hakimdi. Belinski ile Dostoyevski arasındaki diyalogları çokça anlatırdı. Dostoyevski’deki o güçlü Hıristiyanlık duygusunun önemini hep vurgulardı. Bak mesela, o çevrelerde Tarkovski’yi keşfeden ve birçok kişiye tanıtan Nusret Abi’dir. Mühürlenmiş Zaman’ı birçok insana o okutmuştu. Sonradan önemi anlaşılan birçok yazarı önceden keşfetmiştir. Y. Ziya: Nusret Abi’nin bu müthiş okuma heyecanı çocukluğunda başlıyor aslında. Bu sevgide, okuduklarını başkalarıyla paylaşmasında filan ablasının çok etkisi var sanıyorum. Ablasından çok bahsederdi. Onun da iyi bir okuyucu olduğunu söylerdi. İşte bu Şule Yüksel zamanının bilinçli genç dindar hanımlarından diyelim. Nusret Abi’ye çok faydası olmuş. Onu kitap okuması yönünde çok teşvik etmiş. Okuduklarını anlatmış. Bilinçlenmesinde ablasının müthiş 244

Hayy’dan Hû’ya


katkısını hep anlatırdı. Ardından İstanbul İmam-Hatip Lisesi yılları. Orada tabii tiyatro ekibinde. Hatta birgün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Yeni Şafak’ı ziyaret ederken Nusret Abi’yi görmüş. Tabii İmam-Hatip’in tiyatro ekibinden olduğu için hemen tanımış ve “Tiyatroya devam ediyor musun?” filan diye sormuş. Tiyatrocu olarak hatırlıyor tabii… Ama Nusret Abi tiyatro ile ilgisini sonradan koparmıştı. Belki de Türkiye’de bir türlü yönünü bulamayan tiyatro içinde kaybolup gitmek istemedi. Hakikaten de bu yola girip de bir yere varan kimse de yok gibi. “Ben uğraştım tiyatroyla, buradan bir şey çıkmaz.” derdi bize. Belki de bunu gördüğü için, başarılı bir aktör olabilecekken tiyatroyla ilgilenmeyi bırakmıştır. İslam: Pratik anlamda ilişkisini koparmıştı ama bana Stanislavski’nin Bir Aktör Hazırlanıyor adlı eserini de o tavsiye etmişti. Her mevzunun en cins yazarlarını bulur okur, bu işlere meraklı olanlara da ilgisine göre tavsiye ederdi. Tiyatro bizimle buluşamamıştır Türkiye’de. Bu yüzden kimse başaramamıştır. Güç bela orada kalmaya çalışanlar da büyük eserler meydana getirebilecek ne zemini ne imkânı bulabildiler. Allah razı olsun Nusret Abi’den çok şey öğrendik. Ondan öğrendiklerimizi de, hayat sahnelerinde öğrendiğimiz için, teorik bir öğrenme olmadığı için sonradan fark ediyoruz. Hayatta benzer sahnelerle karşılaştıkça bunlar daha anlamlı hale geliyor. Teorik fikirler belki öğrenilir ve artık ne kadar tatbik edebilirsen. Ama hayat içinde öğrenilen şeyler, ancak benzer hayat sahneleriyle tekrar karşılaşınca fark ediliyor. Nusret Abi’nin böyle bir öğretmen yönü vardı. Nusret Ağabeyle birlikte yaşarsan öğrenirsin. Onun için de Nusret Abi’yi niye sevdiğini, nasıl sevdiğini, nerden sevdiğini bir türlü analiz edemezsin. Bir teorisyenden bir fikir öğrenirsin, onunla on yıl yirmi yıl akademik çalışmalar yaparsın. Senin hayatına nerden girdiğini bilirsin. Ama Nusret Ağabeyin dostları kendilerine sorarlarsa, onun hayatlarına nasıl ve ne zaman katıldığını tam olarak tespit edemezler. Ve en güzel tarafı da buydu. Bence İstanbul’da yaşayan entelektüellerin en çok dikkat etmesi ve miras alması gereken yönü budur. Nusret Özcan

245


Y. Ziya: Evet, Nusret Ağabeyin Anadolu’dan gelen veya İstanbul’da olup da şehrin kültür yönüne aşina olmayan ama aşina olmak isteyen gençleri o halkaya yavaş yavaş, farkına bile varmadan dahil edici bir tavrı vardı. Snob hiç değildi bir kere. Bu snobluk, bir hastalık halinde giderek yayılıyor muhafazakâr camiada. Bu herhalde içi boş olmaktan kaynaklanan bir korunma güdüsü. Nusret Abi’de snobluk yok dedik ama her şeye ve herkese kucak açmak gibi bir şey olmadığı gibi yeniliğe, farklılığa kapanmak gibi bir şey de yoktu onda… Mesafe koymak istediğine koyardı. Artistlik yapması gerekiyorsa yapardı elbette. Sanatı, edebiyatı kutsal bir uğraş olarak görmezdi. “Şair Baki’nin hocası Zati bir remilci imiş.” derdi. Sanatı kutsamayı modern bir hastalık olarak görürdü. “Şairler, yazarlar, ressamlar, bütün diğer sanatçılar kutsanmış insanlar değillerdir.” derdi. Saf bir edebiyat sevgisi vardı ama edebiyat dokunulmaz bir uğraş filan değildi onun gözünde. Çok severdi. Yazarlarla, şairlerle ilgili espri yapardı. Mesela, Dostoyevski olsa işte filan kişiyle nasıl kumar oynardı, diye hayali bir sahne kurar onları konuşturur, gülerdi. Panait Istrati olsa bizim medreseyi nasıl yazardı, mesela. Uzun zaman önce ölüp gitmiş yazarları birer arkadaşı gibi görür, onların zaaflarını ti’ye alır, iyi özelliklerini över, kötü davranışlarına üzülür yahut kızardı. Özellikle de bazı yazarlar sanki onunla beraber yaşayan kimseler gibiydiler. Yazar tapınması, şiir kutsaması filan yoktu. Etrafta böyle tipler gördüğü zaman bunun sağlıksızlığını vurgulardı. İslam: Hayatın kendisi edebiyattan da üstündü. Sevgisi vardı. Didik didik ederdi. Ama her şey değildi. Yazarların, edebiyatın hayatın içinde olmasını severdi. Bunu değerli bulurdu. Mesela Mustafa Kutlu’ya olan sevgisi, dostluğu sanıyorum biraz da bu yüzdendi. O da büyük ihtimalle bu yüzden Nusret Abi’yi “Gümüş Sakal” diye yâd etti. Y. Ziya: Mustafa Kutlu’nun Kambur Hafız ve Minare diye bir hikâyesi var. İlk çıktığında Dergâh dergisinde Nusret Ağabeyle beraber okumuştuk İlesam’da. Orada Kutlu, 246

Hayy’dan Hû’ya


Anadolu’dan gelip İlesam’da kendisine hesap soran bir kambur hafızı anlatıyor. Kutlu, bir anlamda kendiyle dalga geçiyor yani. Bu hikâyeden mesela çok hoşlanmıştı Nusret Abi. NİHAYET; AŞK VE ÂŞIKLAR MECLİSİ

Y. Ziya: Âşıklara çok müşfik davranırdı. Kanatlarının altına alırdı onları. Aşk üstüne hikâyeler anlatır, şiirler söylerdi. Adeta âşıkların aşklarını arttırmak isterdi. Zaman zaman bazı gençlere küçük tüyolar verdiği de olmaz değildi. İşte şöyle davran, böyle konuş gibi filan... İslam: Aşkı olan gençler her zaman torpilliydi yanında. Mevzunun kendisini direkt onunla konuşmaz. Hiç o bahse girmez. Bir şey danışan olursa, bir problem anlatan olursa küçük nasihatler söyler. Direkt sahibine de söylemeden, “Aşk iyidir, aşk insanı insan yapar.” gibi sözler söyleyerek ona gönderme yapardı. Y. Ziya: Hayatı aşkla yaşayan bir insan olduğu için şunu çok iyi bilirdi, o gençler ne olacaklarsa bu kişisel hikâyelerinden yola çıkarak olacaklar. Yani bunu çok iyi bilirdi. Ama şu değil; saplantı haline getirenlere, aşkı hastalığa dönüştürenlere kızardı Nusret Abi... Aşkı, kendi hayatını da karşısındaki insanın hayatını da berbat edecek bir noktaya taşıyanları tasvip etmezdi. Bu da aslında bir sağlık işareti tabii… Kavuşamıyorsa, kavuşamamanın ıstırabını taşımayı bileni, oradan olgunlaşanı severdi. Leylâ ile Mecnun’u yazdı zaten. Yazarken adeta yaşadı. Her yazdığı bahsi konuşmaktan, keşfettiği şeyleri paylaşmaktan çok zevk alırdı. Aşkın siyah halini, kapkara nur halini anlatan bir bölüm eklemişti kitaba. Sonra tasavvufta bunun tekabül ettiği hakikatlerden bahis açmıştı. İslam: Âşıklık tavrıyla hayata açılmayı severdi Nusret Abi… Bu türlü seviye düşürmelere, aşkı dünyevileştirmeye kızardı. “Ne keşfettiğin önemli âşıklıkta… Yapıp ettiğin kavgaları koy bir tarafa. Ne buldun âşıklıkta… Bize onu anlat. Bize oradan bir hal söyle, zevkten bayılalım” der gibi bir edası vardı. Nusret Özcan

247


Y. Ziya: Konu Nusret Abi, konuşan da İslam Abi olunca mevzu bitmez. Allah Nusret Abi’ye gani rahmet eylesin. İslam: Evet, sabaha kadar konuşsak bu sohbete doyum olmaz. Nur içinde yatsın.

248

Hayy’dan Hû’ya


Mersiye Hulusi ÜSTÜN

“Öleceğim galiba!” diyordu. Kariye civarının tanış biliş esnafına hayırlı sabahlar der gibi rahat bir ses tonuyla, çocuklarına sitem eder gibi, bir İstanbul türküsünün nakaratını mırıldanır gibi söylüyordu bunu. “Öleceğim galiba, eş dostla muhabbet ederken vedalaşır gibiyim…” Ölüme gülüyordu, çocuğunu izleyen bir baba şefkatiyle aydınlanıyordu ışıltılı yüzü. Ölümü özlüyordu. Allah diyordu, Resul diyordu, eren, evliya, ecdât diyordu. Bugün ölmüş… Bir hastane odasının penceresinden bu susuz, bu cehennemî sıcağın içine düşmüş bir kar kelebeği gibi kanatlanmış ruhu. Cânım boğaz sularında bir vapurun köpüğüne değip serinlemiş, sonra saray burnundan Haliç’e dönmüş. Her bir minarenin ucundan son kez hayran hayran seyretmiş İstanbul’u. Sonra Eyüp Sultan’da yeşil çınar dallarının arasında sır olmuş. Gönül gözü açık bir derviş onu nur hûzmeleri içinde gökyüzüne yükselirken görmüş. Şadırvanda serinleyen bir yaşlı amca yanıbaşında abdest alan bıyıkları yeni terlemiş gence sormuş. “Evlat bugün kim ölmüş…” Bugün İstanbul ölmüş… Bugün Eyüp Sultan ölmüş… Bugün Haliç’te bir martı ölmüş. Bugün Nusret Özcan ölmüş… Nusret Özcan

249


Gazi Emin Efendi gibi İstanbul’u seyrederken son bir kez şehadet getirmiş; Şehâdet ederim Allah’tan başka ilâh yok, şehâdet ederim adı güzel Muhammed onun kulu elçisi… Nur sakalları kımıldanmış, tütün rengi gözleri buğulanmış. Onun ölümüne denizdeki balıklar, gökyüzünde sahipsiz kuşlar, boyacı çocuklar, hamallar, İseviler, Museviler, Müslümanlar ağlamışlar. Ölümünden kimsecikler haberdar olmamış. Gazetede resmini gören küçük bir kız gülümsemiş. Mahalle bakkalı “Bizim Nusret Abi’nin resmi de ne geziyor buralarda?” demiş. Vaktiyle dudağının değdiği bir bardağı dudağına götürmüş bir genç kız Marmara Kafe’de. Marmara Kafe yetim kalmış, Çorlulu Alipaşa tenhalanmış. Divanyolu’nu, Sultanahmet’i, Cağaloğlu’nu, Firuzağa Camisi’ni bir bulut gölgelemiş. Balat’ta bir çingene görmüş olup biteni, kara gözlerinden boşalan ığıl ığıl yaşlar ile ıslatmış yanaklarını. Nusret Özcan’ı hiç kimse o çingene genci kadar anlamamış. İşte şimdi, işte bu gece, işte bu Cuma akşamı, şehadet ederim ki kıyamete beş kala bu koca şehrin en has adamı, bu koca şehrin en babacanı, bu koca şehrin şehirden büyük yüreğinde bu şehrin her insanını saklayan ulu çınar devrildi. Ahir zaman velvelesine karıştı zelzelenin sesi. “İzâ zülzilet’ilardu zilzâlehâ”… Onun ameli miskal miskal tartıldı. Ak sakalı, delikanlı yüzü, zarif elleri, vird ehli parmakları ile mahcup mahcup durdu terazi başında. Divanyolu’nun aynısı bir yoldan iki yanı İstanbul yüzlü insanlarla çevrili bir yoldan, ulu çınarların altından, cami gölgelerinden geçip Cennet-i Âlâ’ya vardı. Nusret ona, hezimet bize kaldı. İşte şimdi, onun olmadığı bu dünyada Şeyh Galip misali feryad ise bize düştü. Ona yâr olanlar ağlasın, çünkü onun gibi yâr olacak hiç kimseler kalmadı. Ona ağyar olanlar ağlasın çünkü bu dünyada dosttan yana nasipleri hiç ama hiç olmadı. 24/06/2007

250

Hayy’dan Hû’ya


Dosdoğru İnsan Mümin VATANSEVER

İlk tanışmamız 1988’deydi. Daha önce de biliyordum kendisini ama muhabbete 88’de giriştik. Türk Ocağı’nda tanıştık. Abdullah Gürsel tanıştırmıştı onunla, Alper Kanca’yla, Mehmet Küpeli’yle filan. Onlar daha evvelden arkadaşlardı. Öyle tanıdım Nusret’i. Doğruluğa tecavüz etmemiş birisi. Bundan daha iyi tarif edilemez Nusret. Bir kere ehl-i sünnet ve’l-cemaat adamıydı. Ölçüsü olan biriydi Nusret. Bugün hepimizde bir defo var. Hepimizin biraz akidesi kaydı! Ama Nusret kaymadı. Marmaratörlere yetişmiştir. Onlardan ders almıştır diyebiliriz. Mesela benim öyle bir tarafım yok. Ama o tanırdı Marmara ekibini. Küllük’te yetişti. O yukarıdaki Marmara var ya, oradan yetişti. Tabii imam-hatipliydi. Temelden yetişmiş bir insan. Çizgisini hiç bozmamış bir insan. Onlarca dertli, yaralı kız çocuğu gelir, Nusret’ten nasihatını alır giderdi. Köyden gelmiş, üniversite birinci sınıftaki çocuklar. Onlara bir baba gibi, abi gibi konuşur, onları korurdu. Gençler sevip de alamayacakları kızdan nasıl da bahsederlerdi ona: “Nusret Abi, ben bu kızı sevdim ama bu adam bana bu kızı vermiyor.” Bu dertlerini gidip Nusret’e anlatıyorlardı. Yapabileceğini yapıyor, yapamayacağını bana söylüyordu. Bugün var mı acaba bu piyasada böyle bir insan? Emin bir insan, Nusret Özcan

251


adam gibi adamdı. Bu İstanbul’un böyle insanlara çok ihtiyacı var. Hilmi Abi’nin yaptığını yapabilen var mı şimdi? Aç kalırdı adam ama her akşam gelir orada bulunurdu. Bir gencin bir derdine çare olurum belki diye. Gidenin yeri hep boş kalıyor bizde. Nusret’in de yeri boş kaldı. Çok kötüye gidiş var camiada. Bak Sezai Karakoç şurada yedi kişiye konuşuyor. Ben gencecik çocukları alıp gidiyorum, diyorum ki “Gelin oğlum, bir evliya görün. Ekranınıza girsin. Bir yüz; yarın belki size lazım olur.”. İşte orada yedi kişiye konuşuyor. Ne oldu bu bizimkilere? Nusret derdi ki “Biz şehirli olmak şöyle dursun, kasabalı bile olamadık, hala köylüyüz.” Neye değer vereceğimizi bilmiyoruz anlamında söylerdi bunu. Nusret herşeyi görüyordu ama konuşmuyordu. Nusret’i birinin aleyhine konuşturamazdın. Camiadan, çevresinden biri hakkında kötü bir şey söylemezdi. Hilmi Abi’ye benzerdi bu noktada. Ben konuşur, anlatır anlatırdım. “Haklısın Abi” derdi ama kendisi bir şey eklemezdi üstüne. Tabii, Büyük Doğu terbiyesi almış. Esasında bu dünyadan tam konuşarak gitmedi. Konuşmadan gitti. Konuşsaydı bize çok yararlı olurdu. Sebepleri var ama geçelim. Bu dünyanın çilesini çekip gitmiş biriydi ama hayattan şikayet etmezdi. Çalıştığı çoğu yerde maaş ödemeleri geciktiğinden daralır bunalır yine de parasızlıktan şikayet etmezdi. İdare ederdi. Maaşını alır, gelir verirdi hanımına. Ondan sonra sigara çay parasına hayatını sürdürürdü. Nusret’le en çok son iki senesinde görüştük. Hastalığıyla uğraşıyordu. Beni de aramıyordu, bana sıkıntı olur diye. En sonunda dedim ki “Sana hakkımı helal etmem eğer aramazsan. Öyle kendi başına uğraşma.” Başedilecek bir şey değildi çünkü. İki kere ameliyat oldu. Bizzat başında bulundum, Allah rızası için. Bizim hastanelerimiz, insan kalitemiz zaten belli... O nasıl ağrılardı öyle! Sinirlerini kestiler, yine ağrısı durmadı. Doktorlar da şaşırdı. Düşündüm düşündüm, nedir bu ağrı? Bir ara bana şöyle bir hikâye anlatmıştı: “Abi ben hacca gittim. Hz. Hamza’nın mezarının duvarı var ya, işte oraya üç arkadaş yazdık ‘Yarabbi biz şehit olmak istiyoruz, 252

Hayy’dan Hû’ya


şehitlerin piri burada’ diye. Allah duaları kabul ediyor. Ama şimdi yatakta nasıl şehit olacağız?” O zaman aklım başıma geldi. Kendisine dedim ki “Nusret, dilekçeyi büyük yazmışsın, faturayı büyük kesmişsin. Yazdım mektubu, attım Marmara’ya ama para etmez, sen bağlamışsın işi.” Birden ağladı o zaman. “İnşallah şehit olacaksın” dedim. Bu ağrı, gazinin ağrısı yani, zehirli ok yemiş adamın ağrısı... Nusret şehittir Allah’ın izniyle… Onun için Allah’tan bir şey isterken dikkatli isteyeceksin. Bir de bu Amerikalıların Bağdat’a inişi onun çok ağrına gitmişti. O gece de bir kriz yedi. Ümmet adına dua ediyor, ümmet adına işkence çekiyordu. Sevdiği bütün arkadaşlarına derin bir muhabbeti vardı. Pek kimseyi arayamazdı ama derdi ki “Hiç gönlümden çıkmıyorsun!” Mümin Vatansever ve Nusret Özcan, Mehmet Sami Adalı’nın Fatih’teki ofisinde, 2003

Nusret Özcan

253


Gizemi görünenden daha fazlaydı. Bağlandıktan sonra tasavvufu da çok irdeledi. Çok okudu. Rüyaları vardı. Bir iki tanesini bana anlatmıştı ama unuttum. İstanbul âşığıydı. İstanbul çocuğuydu da zaten. Çerkezliğini hiç çıkarmadı ortaya ama gizli bir Çerkez sevinci de vardı bana kalırsa… Ailesi aslen Çanakkalelidir. Annesi çok dindardı, babası da çok efendi bir insan. Ablası da çok başka. Bunlar maaile güzel insanlar. Nusret’in cenazesinde annesine nasılsın diye hal hatır sordum. “Ah evladım, dünyaya uzağım, Allah’ıma çok yakınım” dedi. Annesini bana emanet etmişti Nusret, sanki biliyormuş gibi. “Ne diyorsun, sen varsın ya” deyince, “Sana emanet Abi” demişti. Hakikaten bana nasip oldu anneciğini de yerine yerleştirmek. Nusret’in yanına koyduk onu, Eyüp’te buluştular. Allah rahmetine gark etsin. İbrahim Ulueren, Necla Vatansever, Nusret Özcan, İLESAM, 1994

254

Hayy’dan Hû’ya


Vefa Borcum Necla VATANSEVER

Bugün Sarıyer’de bir çay bahçesinde oturuyorum. Doğanın cümbüşü her yerde; başımın üstünde martılar, denizde büyük bir huşu içerisinde süzülerek geçen yunuslar. Yabancı diyarlardan gelen şileplerin “Ben boğaza giriyorum!” diyen düdük sesleri. Ve ben oturduğum masada yazıya nasıl başlayacağımı düşünürken, birden fark ediyorum ki hakkında yazılacak çok şey var. Seni tanıdım tanıyalı beni en çok etkileyen şey, yüreğinde onurla ve büyük bir aşkla taşıdığın en kutsal isimden, “Mualla” insandan bahsedişindi; gıpta ve hayranlık uyandırıyordun ondan her bahsedişinde. Bir o kadar da imtina ederdin. O sihrin bozulmasından korkar gibi. Senin arkandan senin kurduğun paydalarla hayatları kesişen herkes, muhakkak konunun herhangi bir yerinde “Hatırlar mısınız biz Nusret’le” diye başlayan cümleler kurup uzun uzun senden bahsetmekle özlemlerini dindirmeye çalışıyorlar. Gözler doluyor ve herkes o âna dönüyor. İşte yine onlarla birlikte masada oturuyor, yaşanmışlıklarınla öğrendiğin her şeyi onlara su içilir gibi yudum yudum hiç yorulmadan ve bıkmadan veriyor, veriyorsun. Nusret Özcan

255


Muhakkak hepimizin seninle ayrı paylaştığı ve yaşadığı anlar vardır. Benim için en özeli ise şudur: Kızımın gelişini büyük bir hasretle beklediğimiz günlerde Zeki ve ben, senden Cemile Nihan’ın adını kulağına okumanı özellikle çok arzu etmiştik. Neden denilirse, senin gibi bir insanın – ki Nusret’i iyi tanıyan herkes çok iyi bilir; öyle donanımlı, Allah dostu, has bir mürşit, muharrir, hatip, vefa timsali ve herkesin hayatı boyunca isteyebileceği yegâne dost idi– okuyacağı dua ve kulağına fısıldayacağı isim Allah’ın izniyle bizim yavrumuza da sirayet eder diye ummuştuk. Zaman içerisinde yanılmadığımızı Allah bize bizzat gösterdi. Hiç unutamadığım bir diğer güzel an ise Cemile Nihan’ın ilk konuşmaya başladığı zamanlar Kızlar Ağası Medresesi’nde (Türkiye Yazarlar Birliği) karşılaştığımızda onu kucağına alıp ona “Ben kimim?” diye sormasıydı. O da yüzüne ve yeni uzamaya başlayan ak sakallarına uzun uzun bakarak “dede” demişti. Ne çok gülmüştük, oysa o anlam verememişti gülmemize. Daha yeni tanıyordu Nusret Abi’yi. Ama şimdi sorsan “Anne ne kadar şanslıymışsınız; Allah adına, dostluk adına ne güzel günler, ne güzel anılar yaşamışsınız. Keşke ben de Nusret Dedemle daha çok zaman geçirip ondan feyizlenseydim” diye hasetleniyor. Hepsi bir yana, işte hiç tanımadığım bir mevtânın salâsı okunuyor! İşte hakikat; O’ndan geldik ve O’na gitmeyi büyük bir hasretle bekliyoruz! Ne büyük bir mutluluk, ne büyük bir saadet! Yine hepimize fark atıp önden gitmeyi başardın! Ey kadim dost, mekânın cennet olsun, kabrin nurla dolsun. Nusret lafzı dillerden eksilmesin. Tanıdığın ve seni tanıyanların tanıttığı tüm kulların duaları senin üzerine olsun.

256

Hayy’dan Hû’ya


İslâm Hoca’nın Nusret Abisi İsa YAR

Adını ilk defa İslam Hoca’dan duymuştum. Küllük’te yaptığımız sohbetlerde, Necip Fazıl bahislerinde, hayata ve insana dair hasbihallerde İslam Ürkmez’in “Nusret Abi anlatmıştı”, “Nusret Abi bir gün şöyle demişti” ifadelerine o kadar alışmıştık ki… İslam Bey’in İstanbul’da edebiyat fakültesi talebesi olarak üniversite tahsili yaparken, Küllük benzeri mekânlarda tanıdığı, muhakkak istifade ettiği Nusret Abisini gıyaben biz de tanımıştık. Belki İslam Ürkmez de Ünye’nin “Nusret”iydi. Önce Kar Kelebekleri kitabını daha sonra Sokak Sesleri’ni temin ettim. Sokak Lambası adlı radyo programımda bu eserlerden bahsettim. Zaten Sokak Lambası’nı İslam Bey’le birlikte sunuyorduk. Nusret Özcan’ı hiç görmedim (Ünye ziyaretinde Küllük mekânına uğramışsa da, mekânda olmadığım pek nadir zamana denk geldiğinden görüşemedik, nasip değilmiş) ve fakat biliyordum ki İslam Ürkmez’i görmek Nusret Özcan’ı görmektir. Yusuf Ziya’nın İstanbul’dan her gelişinde, Küllük’te İslam Bey’le Nusret Abi bahsi açılırdı. Yine Küllük’te tanıştığım ve Amerika’da bulunan Rihat’ın da bu isimden sitayişle bahsettiğine sıkça şahit olmuştum. Nusret Özcan

257


*** Yazar Mustafa Miyasoğlu ile kısa süreli mektuplaşmamızda, bir gün şöyle yazmıştı: “Fethi Gemuhluoğlu ‘Dostlarınıza, sevdiklerinize muhabbetinizi/sevginizi sıkça ifade ediniz’ derdi”. Evet, bu bizim ölçümüzdü. Bu ölçüdür bize dostlarımızı sevdiren. Bu ölçüdür güzel insan Vedat Ali Tok’u Ünye’ye getiren ve bizi kalben de olsa Kayseri’ye, Elazığ, Sivas ve İstanbul’a götüren… Benim yüzünü görmeden sevdiğim insanlar vardır. Adeta gönül birlikteliği ve ruh yakınlığı... Bu ruh gurbetinde, bu zaman diliminde, her şeyin “kullan at” tüketim alışkanlığında algılandığı, tüketildiği yabancılaşmış zeminlerde, dervişane duruşu olanlara ne kadar ihtiyacımız var. Nusret Özcan hakkında niçin yazdım? İçimden gelmeyeni, hissetmediğimi ve inanmadığımı yazmam. Nusret Abi’nin hikâyesinde hikâyemle örtüşen çok şey gördüm. 49 yaşında “dünya sürgününden firar eden” ve benden sadece üç yaş büyük olan bu gönül insanı ile karşılaşsaydık sureta ne benzerlikler görürdük ve belki farkımız onun ruh ve gönül derinliği olarak kaydedilirdi… *** “İyi insanlar iyi atlara binip gidiyorlar” vesselam.

258

Hayy’dan Hû’ya


Yüreğiyle Konuşan Adam Mehmet Nuri YARDIM

Edebiyatçı yazar Nusret Özcan’ı 22 Haziran Cuma sabahı kaybettik. Kayıp mı bu, yoksa bir kazanç mı? Niçin “kayıp” deriz sevdiklerimizin ölümlerine. Kısa dünya hayatından sonsuzluğa açılan kapıyı aralıyorsa bir insan, kaybolmuyor, kavuşuyor sevdiklerine aslında. Cuma günü saat 11.00 sularıydı. Mesai arkadaşım Ersoy Kutluk, internet sitelerini dolaşırken haber7.com’da acı haberi gördü ve bana iletti: “Gazeteci yazar Nusret Özcan vefat etmiş.” Bütün ölümlere şaşırırız yeni ve garip bir şey duymuş gibi. Hâlbuki en tabii, en normal, en olağan hâllerdendir ölüm gerçeği. Öyledir de, bir türlü kabullenmek istemeyiz bunu. Ölüm, ayrılıkları haber verir zira. Önce haberini bulup verdim sitemize. Sonra Duyurular’da ilân ettim. Ne yazık ki her zaman da, gönlünüzden geçen güzellikleri duyuramıyorsunuz sevdiklerinize, okuyucularınıza. Ama bu bir görevdi artık. Onun ruhuna fatihalar yasinler yetişmeli bundan böyle. Güzel sözler söylenmeli ardından. İyiliklerle donanmış yüreğinden, ak-pâk yüzünden sakalından söz edilmeli dost meclislerinde. Şair yazar ağabeyimiz Abdurrahim Balcıoğlu gelmişti yanıma o gün, ardından Berrin Yargıcı. Sonra Saliha Malhun ve İsmail Hakkı Avcı. Ölümlerden söz ettik uzun uzun, iyi Nusret Özcan

259


insanların güzel atlara binip gidişinden dem vurduk. Rahmetlerle andık ak sakallı Nusret Bey’i. Çok fazla görüşemiyorduk. İş güç gailesi, evlâd u iyal telâşı İstanbul’da dostların sıkça buluşmasına en büyük engel. Üstelik o son yıllarda rahatsızdı, Bâbıâli’ye eskisi gibi inemiyordu. Çalıştığı gazete ise Bayrampaşa’daydı. Ama gönüllerimiz arasında bir muhabbet köprüsü vardı, buna inanıyorum. Sever, sayardım. Adı saygıyla, sevgiyle anılırdı bulunduğum toplantılarda. Zaman zaman Yazarlar Birliği’nin Divanyolu’ndaki medresesinde karşılaşırdık, bazen de Cağaloğlu veya Çemberlitaş yollarında. EYÜP SULTAN’DA HAZİN TÖREN

Cumartesi günü Eyüp Sultan Camii’nde öğle namazından sonra kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecekti. Kubbealtı’ndan Dursun Gürlek Hoca ile birlikte yola çıktık. Önce Aksaray, oradan Eyüp. Cumartesi olmasına rağmen cami hınca hınçtı ve avlu ağzına kadar doluydu. Ancak türbenin önündeki çeşmenin bitişiğinde bir yer bulabildik Dursun Hocayla ve namaza durduk. Öğleden sonra caminin ön avlusuna bir akın başladı. Büyük bir izdiham yaşanıyordu. Büyük avlunun sol tarafındaki kalabalığın en önüne geldiğimiz halde tabutu ve imamı göremedik. Ama saflar dizilmiş ve sıklaşmıştı. Namazdan sonra tabut âdeta parmak üzerinde taşındı ve Ebâ Eyyüb el Ensari’nin türbesinin önüne getirildi. İmamlar cemaate hitap ettiler. Candan ve hazin bir konuşma ve dua… Artık ebedî istirahatgâha doğru yürünüyordu. Vakur, hüzünlü ve asil bir kalabalık. Yediden yetmişe her yaştan, her cinsten mümin. Tam da Nusret Bey’in istediği, sevdiği mümin topluluk… Piyerloti Yokuşu bir çırpıda çıkıldı. Sonra Mareşal Fevzi Çakmak ve Necip Fazıl mezarlarının yanıbaşındaki mezar yerine ulaşıldı. Dualar, fatihalar, yasinler peşisıraydı. Burada okunan Kur’an-ı Kerim, huşu içinde dinlenildi. Merhum bu manzarayı görseydi kimbilir ne kadar duygulanırdı. Dönüşte caminin arkasındaki medresede soluklandık. Recep Arslan, Dursun Gürlek, Şâmil Kucur ve Ekrem Kaftan… Mehmet Emin Elmas’ın oğlu Şamil bizi karşıladı bu tarihî mekânda. 260

Hayy’dan Hû’ya


BÜTÜN DOSTLARI ORADAYDI

Cenaze namazından önce cami avlusunda namaz kılan Mahmut Çetin’i gördüm. Dursun Gürlek, Ali Uğur, Harun Yöndem ve İrfan Çalışan ile aynı saflardaydık. Erkan Mumcu arka safta duruyordu. Abdurrahman Şen ve Mustafa Doğan’ı gördüm daha sona. Mustafa Karaalioğlu ve Şamil Kucur da avluda gözüme çarpan âşina çehrelerdi. Sonra İlyas Dirin kardeşimiz... Cenaze defni sırasında Osman Kısakürek ve Hasan Kaçan’ı gördüm. Az ileride Ali Burhan… Daha görmediğim, göremediğim, görüp de tanıyamadığım birçok kişi vardı mutlaka… Hepsi de bir gönül adamını uğurlamak için koşup gelmişlerdi. SOKAĞIN İÇ SESİNİ DE DUYAN ADAM

“Sokak Sesleri” isimli nefis eseri yayımlandığında bu kitap hakkında bir yazı yazmıştım. Sonra Fatih’te bir grup arkadaşla “Fatih Kültür Sanat Platformu”nu kurduğumuzda Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’ne konuşmacı olarak dâvet ettiğimiz ilk konuşmacılardandı Nusret Bey. Gelmiş ve çok güzel bir konuşma yapmıştı. Eyüp Sultan’da geçen çocukluğunu, ilk gençlik yıllarını bize anlatmıştı. Eski İstanbul’un unutulmayan, eskimeyen sahnelerini yaşatmıştı. Sokak Sesleri, doğma büyüme İstanbullu bir gazetecinin bütün bir hayatını ihtiva eden gözlemlerinden oluşan bir sesler bütünüydü. Gözlerini İstanbul’un Eyüp’ünde açan Nusret Özcan, dağarcığında biriktirdiği sesleri yıllar sonra hâtıralar eşliğinde bizlere aktarıyordu. Çocuk sesleri, yazlık sinemadan yükselen buğulu hıçkırıkları, Malkoçoğlu’nun atının ayak seslerini hatırlatıyordu okuyucularına. Anlattıklarının hepsi de gerçek ama masal tadındaydı. Büyük bir kısmını bizler de çocukluğumuzda yaşamıştık zira. Yaşanmışlıklar aynıydı, semtler, şehirler farklı olsa da. Bugüne kadar bu kitabı okumamış olanlara tavsiyem; bir an önce Sokak Sesleri’ni edinip okusunlar. Çok sevecekler. Bir de Bizim Mahalle isimli çocuk romanı nefistir. Nusret Özcan

261


Bir ara program yaptığı Radyo15 için beni aramış ve unutulmuş yazarlarla ilgili çalışmalarım hakkında sohbet etmiştik. Evdeydim ve radyo bağlantısı kurmuştu. Bilmiyorum, radyo yetkililerinden rica etsem o programı bulabilirler mi, bir hâtıra olarak bir cd’sini verirler mi? Son olarak Divanyolu’nda karşılaşmış ve selâmlaşmıştık. “Çalışmalarına katılamıyorum, ama programlarından haberim var, güzel işler yapıyorsun, Allah razı olsun.” demişti. Bu teşvik edici sözler, onun gönül dünyasının güzelliğini yansıtıyordu aslında. ASIL İŞ BUNDAN SONRA

Biz çok hisli, heyecanlı bir milletiz. Vefatlar bizi çok üzer, ayrılıklar kahreder. Ölümlerin ardından dokunaklı, duygu yüklü, hüzünlü ve keder dolu lâflar ederiz. Yazılar bile yazarız pek alışkın olmadığımız hâlde. Bugünlerde de bazı gazetelerde yazılar okuyorum Nusret Özcan’ı tanıyanların kaleminden. Elbette bir vefa borcudur bunlar ve gereklidir. Dergiler de bahsedecektir Temmuz sayılarında mutlaka. Ya sonra? Sonrası koca bir sessizlik… Hâlbuki bu toprağın çocukları sadece beş on günlüğüne veya bir iki aylığına hatırlanmamalı. İsterseniz Nusret Özcan için dostlarının neler yapabileceğini bir düşünelim… Belki bugün için hayal kabul edilen bazı tasavvurlarımın bir kısmı bir gün gerçekleşir. Önce “inşallah” diyelim, sonra da kolları sıvayarak “Bismillah” çekelim. Gün ola, harman ola. Nusret Özcan iyi bir gazeteci olduğu kadar mükemmel bir edebiyatçıdır da. Onun eserleri üzerinde bugüne kadar tam anlamıyla durulduğunu sanmıyorum. Bundan sonra hikâye, roman, biyografi ve diğer eserlerini yeniden okumalı ve bu kitaplar hakkında yazılar yazmalıyız… mehmetnuriyardim.com, 29. 06. 2007

262

Hayy’dan Hû’ya


Ölümün Öğüdü Olcay YAZICI*

Arkadaşının ölümü say ki senin ölümün. Hep sen başkalarının cenazesine gitmeyeceksin ya, bir gün de dostlar senin cenazende bir araya gelecek. Bir rüya âlemi olan şu fâni dünyada bütün mesele “hayır ile yâd edilmektir.” Ah bunu bir bilebilsek. Bu şehrin bunaltıcı havasından bir nebze olsun sıyrılabilmek için, bir haftalığına ikinci şehrim olan Zonguldak’a gitmiştim. Tam da yeşillikler, dutlar, kirazlar ve erikler arasında bir eski zaman masalı yaşarken, İstanbul’dan can dostum, kültür tarihçisi Dursun Gürlek aradı. Sevindim. Sandım ki yine İstanbul üzerine yârenlik edeceğiz. Yine medyaya sinmiş sığlıktan yakınacağız; kültürsüzlükten; sığların sürüp giden süflî saltanatından söz edeceğiz. Kalite ve tefekkürün dışlandığı şahsiyetsiz kent panayırlarından bahsedeceğiz. Derken, araya soğuk, ürkütücü, ürpertici bir cümle girdi: “Yarın bir cenaze var, seni oraya çağıracaktım!” dedi. “Artık Fatiha’nı oradan gönderirsin!” Şairin şaşkınlığı içinde, “Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?” dedim telâşla. Acı haber tez ulaşır. Değerli insan, gazeteci-yazar Nusret Özcan’ın vefat haberi ile sarsıldım. Biliriz, her canlı ölümü tadacaktır. Ama yine de hayret ederiz, üzülürüz, elem duyarız. *Olcay Yazıcı’yı Eylül 2010’da ebedî âleme uğurladık, Allah’tan rahmet diliyoruz. Nusret Özcan

263


Rahmetliyle tanışır, bilişirdik. Son kez epey bir zaman önce Yeni Şafak gazetesinin Yazı İşlerinde görüşmüştük. Şaka yollu takılmıştım, “Ne haber bu çağın dervişi, mistik dünyada neler oluyor? İnsan ne zaman, ‘insan’ olacak?” Hikemî müktesebatına rağmen mütevazı tavrı ile, “Dervişlik kim, biz kim? İnsanlar ise bildiğin insanlar!” meâlinde karşılık vermişti. Buğday öğüten değirmenler gibi zamanı öğüten gazete ortamlarında bu tür aşkın konuşmaları bir duyan olsa, “Bak şu delilere” der geçer, hatta gülerler insana. “Ne gülüyorsunuz, anlattığımız sizin hikâyeniz!” deseniz, bir şey anlamazlar ki. O ak sakalı, nûrânî yüzü, sîretini yansıtan derviş-edâ sûreti, bir insanlık ve fazilet coğrafyası gibiydi. Erkenden bilgeliğe ve erdeme ulaşmanın ak işaretiydi. O, yazılarından, kitaplarından ziyade, bu hâli, bu edâsı ile bizlere mesaj veriyordu. Fotoğrafı nehir bir roman gibi insanın ulu ve ulvî macerasını anlatıyordu. Çizdiği insan fotoğrafı, bu çiğ çağın bütün simsarlarını utandıracak bir görüntüydü. Sadece ruhunu kaybeden insanlara değil, ruhunu kaybeden şehirlere; aşkın ve aşkınlığın hayatımızdan uçup gitmesine üzülüyordu. Özellikle de bu muhteşem İstanbul’a yakışmayan davranış bozuklukları yüreğini derinden yaralıyordu. Radyo 15’te program yaptığı günlerde telefonla aramıştı beni, hüzünlü/elemli bir şehir tahlili yapmıştık. “Aynı apartmanda oturan insanlar birbirlerini tanımıyor, selâmlaşmıyor; kimse kimseye aç mısın, tok musun diye sormuyor…İlişkiler niye bu derece koptu?” diye sormuştu. Cevabı açıktı; iyice dünyevîleştik, bencilleştik, metafizik bilgiden, hikmetli düşünceden uzaklaştık. Örfün ve geleneğin dışına atıldık. Ağyara özendik ve kendimiz olmaktan çıktık. Olmayı değil, “sahip olmayı” seçtik. Oysa her şey, bütün sahip olduklarımız burada kalıyor ve biz öte âleme göçüyoruz. İnsanlarda “finalite” ruhu, “son” endişesi, hesaba çekilme korkusu kalmadı. Deli-bozuk bir Batı tipi yaşama biçimi, geleneğin duru ırmaklarını bulandırdı. Eloğlunun bulanık suda insan avlaması tabiî ki kolay oluyor. Hele siz 264

Hayy’dan Hû’ya


kendi ikliminizden, kendi ilminizden, kendi cevherinizden, biyolojik ve ontolojik kimyanızdan, oluşun hikmetinden ve yok-oluşun cehenneminden habersizseniz, çözülme ve çöküş daha bir mukadderdir sizin için. Kurtuluş için, “Allah’ın ipine/vahiy eksenli bilgiye” sarılacaksınız, onun-bunun markasına, logosuna, şeytan direğine değil!... Sûfî geleneğin uyarısına kulak verin. Ne diyor: “Ol ya da öl!” Kaç cenaze gördük, kaç cenaze daha görmemiz gerekiyor, silkinip uyanmak için? Tut ki senin cenazen. Tut ki tabutun içinde sen varsın? Tut ki musallâda bekleyen sensin. Tut ki imam senin için soruyor hâzirûna: “Meftâyı nasıl bilirsiniz? Bütün haklarınızı helâl ettiniz mi? ” Tut ki münker-nekir seni suâle çekiyor!.. Ona göre davran, ona göre hizaya gel. “Haddi aşanlardan olma!” İncinsen de, sonunda bir duâsına, bir şehâdetine, bir Fatihasına muhtaç olacağın insanları incitme!.. Şair, “Güneş yalnız dirileri ısıtır!” demiş; ölüm de yalnız diriler için öğüttür. Ya “ölü canlar!” Ya kalbleri ve idrakleri mühürlenenler? Ölümün mistik öğüdünü alamadıktan sonra yakınmak, gözyaşı dökmek neye yarar? Yunus Emre bir kerte içimizi ferahlatıyor: “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!” O “cân”dı, hem de “öz-cân”dı çok şükür. Cenaze törenine katılamadığım, onu son yolculuğuna uğurlayamadığım için üzgünüm. Ama inanıyorum ki Fatiha ve Yâsinlerim ona ulaşacaktır. Bu yeni zaman dervişine, alperen ruhuna sahip kıymetli insana, Allah’tan gani gani rahmet diliyorum. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun. Rabbim yakınlarına ve çocuklarına güzel sabırlar, bizlere de ibret ve öğüt almayı nasip eylesin... Âmin! sanataalemi.net, 26.06.2007 Nusret Özcan

265


Ömer Onay, Mehmet Şahin, Nusret Özcan, 1983

266

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan’ın Üç Geniş Zaman Ülkesi Suavi Kemal YAZGIÇ

“Sokak Sesleri”, “Kar Kelebekleri” ve “Leyla ile Mecnun” üç ayrı Nusret Özcan kitabı. Üç ayrı ülke kuruyor Özcan üç kitabında. Üç ayrı “muhayyel” ülke. Bu itiraz edilebilir bir düşünce, farkındayım. “Sokak Sesleri” adlı kitap, hatıraları, geçmişi, yaşanmış olayları, gelenekleri, alışkanlıkları anlatan bir kitap olduğu için hayalî değil, gerçeğin ta kendisidir, “Kar Kelebekleri” ise Sarıkamış Harekâtı’nı anlatmaktadır, muhayyel değil tarihî bir olaydır tespitinde bulunulursa buna elbette itiraz edemem. Nusret Özcan’ın en önemli kitabı diyebileceğimiz “Sokak Sesleri”nde baş karakter İstanbul şehrinin ta kendisidir. Esasen kitabın ilk bölümünü teşkil eden ve genel havasına da hâkim olan “Mevsimler” bölümü “geçmiş zamanın hikâyesi”nden ziyade “geniş zamanla” anlatılmaktadır. Bu da Özcan’ın zaman tercihini yansıtır. Kitap olmuş ve tamama ermiş, bir zamanlar yaşanmış olaylardan bahsediyor olsa bile, anlatıldığı zaman tercih edilirken “biten” değil her zaman yaşanan ve yaşanacaklardan bahsetmeye başlamıştır. “Sokak Sesleri” ile Nusret Özcan bir kâğıt üstünde de olsa üslubu ile bir simülasyon kurmuş ve nostaljisini o akıcı anlatımı, canlı tasvirleri ve renkli insanlarıyla anlatarak üç boyutlu bir dünyayı zihnimizde kurabilmemiz için gerekli her şeyi yapmıştır. Nusret Özcan

267


Ahmet Rasim’in “Şehir Mektupları” ve Refik Halit Karay’ın “Üç Nesil Üç Hayat” kitaplarıyla beraber okuyabileceğimiz bir kitap “Sokak Sesleri”. Özcan’ın kitaplarındaki üslubun esasen anlattığı ile hemhal olduğunu bu kitaptan net olarak okumak mümkün. Zira Özcan, “Sokak Sesleri”nde hızla “evrilmiş” İstanbul’un bir anlamda değişiminin dik bir yokuştan aşağı freni patlamış kamyon süratini yakalamadan önceki son demlerini Walter Benjamin’in “Büyükşehir insanını büyüleyen ilk bakışta değil son bakışta aşktır” sözünü teyit eden bir kıvamda anlatıyor. Yani “değişimden” önceki son kareyi anlatımıyla kâğıt üstünde de olsa “sabitliyor”. Peki niçin yapıyor bunu? “Sokak Sesleri”nde İstanbul’u “zaman”, “mekân” ve “insan” eksenlerinden anlatan Özcan’ın yakaladığı, simülasyonunu kurduğu şey sadece İstanbul değil elbette. Bir şehrin, bir devrin güzelliğinden daha fazlası var bu kitapta. Hatta Nusret Özcan “esas” mevzusuna bahane olarak “İstanbul”u anlattığı, onu simüle ettiği bile söylenebilir: O da İNSAN. İstanbul’u anlatırken, orada yaşayan insanları, insanlar arasındaki iletişimi, dayanışma ve kardeşliği vurgulamasıdır önemli olan. “Herkes birbirini severdi, herkes birbirini tanırdı” dediği “bir zamanlarda” insanların “ışıl ışıl” ve birbirlerine daha yakın olduğunu öyle sıcak bir üslupla anlatıyor ki o “bir zamanları” yaşamayanlara bile sıcaklığı, insaniyeti yansıyor. Bu yüzden de “Sokak Sesleri” anlattıkları kadar ve belki de daha da fazlasıyla “hissettirdikleriyle” önemli ve değerli bir kitap. “Leyla ile Mecnun” bundan farklı mı sanki? Klasik edebiyatımızın en çok işlediği, anlatmaya doyamadığı bu güzel aşk hikâyesi Nusret Özcan’ın kalemiyle yeniden hayat bulurken “Sokak Sesleri”nde İstanbul için kurulan simülasyon bu sefer de aşk için devreye giriyor. Yani Nusret Özcan’ın bize seyrettirdiği, hissettirdiği ikinci geniş zaman ülkesine de böylece adım atmış oluyoruz. “Sokak Sesleri”nden farklı olarak “zaman” ve “mekân” bahanesine gerek kalmadan doğrudan insanı, “aşk” ile anlatan, aşkı da “insan” ile anlatan bir 268

Hayy’dan Hû’ya


kitap “Leyla ile Mecnun”. Nusret Özcan için bu kitapta “aşk” beşerî hallerden sadece biri değil. Tıpkı geleneksel “Leyla ve Mecnun”larda olduğu gibi. Fuzulî’ye atıfta bulunarak “kıyl ü kaal” haricinde her şey aşktır ki bu kıyl ü kaalin dışında çok az şey kalmıştır diyebiliriz. Esasen Leyla ile Mecnun’un aşkına “engel” olan da bu kıyl ü kaaldir. Nusret Özcan ise Kays’ı Mecnun, Leyla’yı Leyla kılan aşkı anlatırken aralarına giren “kıyl ü kaal”i anlatır ve bu esnada “anne ve babanın çocuğuna olan sevgisi”ni, “şehrin ahalisi”nin dedikodu hırsını, aşkın avam tarafından “ötekileştirilme” ve “dışlanma”sını canlı ve akıcı bir üslupla hikâye eder. Buna karşılık “Kar Kelebekleri” tarihte yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıksa da bir tarih kitabı değil “edebî” bir eserdir. Peki, bu kitabın “edebî” yönü onun noksanı mıdır? Bence hayır. Tam tersine bu haliyle “Kar Kelebekleri”nde tarih kitaplarında yazanlardan çok daha fazlası vardır. Zira tarih kitaplarında kendilerine birer istatistikten fazla yer bulamayan “mehmetçik”ler Nusret Özcan’ın kaleminden etiyle kemiğiyle, umutlarıyla, düşleriyle birer kahraman olarak karşımıza çıkarlar. Özcan bu kitabıyla “mehmetçik” deyip geçtiğimiz kahramanları mesela “Emin Çavuş”, “Hüseyin” olarak anlatmıştır. Şehit olamamış “Gazi Emin Çavuş”un hatıralarında kurgulanan “Sarıkamış Seferi”, bizde “büyük anlatıları”, “klişeleri” tekrar eden hamasetin dışında kaleme alınmış az sayıdaki savaş hikâyesinden biri olması sebebiyle “Kar Kelebekleri” önemlidir. Hasılı kelâm, rahmetli Nusret Özcan’ın üslubunun gücü, anlattıklarını zihnimizde kurabileceğimiz kıvama getirebilmesine borçludur. Özcan’ın kurduğu iki geniş zaman ülkesi de bunun delili olarak okunmayı, tekrar tekrar okunmayı hak eden ve gönülden gönüle kurulmuş iki gizli köprüdür. Eline sağlık Nusret Abi... Allah gani gani rahmet eylesin... 11 Kasım 2008 Nusret Özcan

269


Nusret Özcan’ın yönettiği Şeyh Mirza oyunundan bir sahne Soldan sağa: Ahmet Sarıkurt, İsmail Yeşilbağ, Salih Şadoğlu ve Nusret Özcan

270

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan’la Geçen Yıllarım İsmail YEŞİLBAĞ

Benim tiyatrocu olmama ve 1975’lerden beri tiyatro yapmama en fazla vesile olan kişi rahmetli Nusret Özcan’dır. Nusret’le 1973-1974 yıllarında İstanbul Fatih İmam-Hatip Lisesi’nde tanıştım. Ben orta okul 3. sınıfa giderken Nusret lise 1’e gidiyordu. Milli Türk Talebe Birliği orta öğretim komitesine ikimiz de üyeydik ve hafta sonu etkinliklerine katılıyorduk. Nusret aynı anda sinema kulübünün etkinliklerine öncülerden biri olarak katılıyordu ve beni de bu alana yönlendirdi. Sinema kulübü ağırlıklı olarak tiyatro çalışmaları yapıyordu. O yıllarda Çarşamba Fatih Kitabevi vardı ve kitabevinin sahibi Abdurrahman Şen’i ziyarete gidiyorduk. Tiyatro ve edebiyat başta olmak üzere pek çok konuda Abdurrahman Ağabeye sorular sorar, cevaplar alırdık. Abdurrahman Abi 1970’li yıllardan itibaren yıllarca tiyatro yapmış ve hayatını millî edebiyata adamıştı, bazen cevapları biraz sert olsa da bizler bilgi dağarcığımıza yeni bilgiler doldurarak oradan ayrılırdık. Okulumuzun ve Millî Türk Talebe Birliği’nin tiyatro başta olmak üzere kültürel etkinliklerdeki önemli öncüleri Abdurrahman Şen, R. Tayyip Erdoğan, Süleyman Güzey, Hasan Hilmi Öksüz, Atila Aydıner, Abdurrahman Esmerer, Şevket Demirkaya, Mehmet Birgül, Metin Külünk, İsmail Nusret Özcan

271


Bilgi, Ahmet Fadıl Güç’tür. Özellikle Maskomyah oyunu ile İstanbul’un ve ülkemizin pek çok yerinde gösteriler yaptılar. Bir de en önemli tiyatroculardan Hüseyin Goncagül, Mustafa Uysal, Kenan Yabanigül, Mukadder Başeğmez ve İlhan Güryüz’ü yazmazsak vefasızlık etmiş oluruz. Bunların içinde bir iki kişi İmam Hatip Lisesi öğrencisi olmasa da en az diğerleri kadar bu ruha sahiptiler. Yine münazaralarda okulumuzun tezlerinin çoğunu hazırlayan ve hep kazanan Numan Güzey, R. Tayyip Erdoğan, Abdurrahman Şen, Süleyman Güzey, Hayrettin Şanlı, Mehmet Ali Şahin, Ali Rıza Demircan ve Hasan Can’ın başarılarını hatırlıyorum. O yıllarda okulumuzun yurdunda “biz bize geceleri” sürekli yapılırdı ve Nusret de hep en çok çalışanlardandı. Hem sahnede hem sahne öncesi yönetim çalışmaları başta olmak üzere her işte vardı. Zaman zaman birlikte sahneye çıkıyorduk. Üstad Necip Fazıl’a çok bağlıydık. Tiyatro, sinema, edebiyat ve tarihi çok seviyor, cebir, geometri ve fizikten nefret ediyorduk. Sonradan matematik ve fiziği sevenler öne geçince keşke daha terazili davransaydık demişizdir. Ama o yılların önemli tiyatrocuları Şevket Demirkaya, Salih Efiloğlu, Ayhan Yılmaz, Ahmet Demirel, Ali Vanlıoğlu, Yaşar Şadoğlu, Hilmi Yıldız, Rıdvan Konak ve diğer arkadaşlardan işin doğrusu bana küçük roller kalıyordu. Aynı yıllarda Şevket Demirkaya ve Yaşar Şadoğlu sinemaya yönelmeye başladı. Hilmi Yıldız, Sakarya’ya gitmek zorunda kaldı. Ahmet akşamları çalışmaya başladı. Ayhan da yazarlığa özenince Nusret çok öne geçti. Nusret’in öne geçmesi benim şansımı artırdı. İlk büyük oyunumuz Şeyh Mirza idi. Oyun hazırlıkları süresince Nusret çok çalıştı, ayrıca kendisi oyunun baş oyuncusu ve yönetmeni idi. Bana da oyunun başrollerinden birini vermişti ve yönetmen yardımcılığı yaptırmıştı. Yeni Tepebaşı Gazinosu’nda binlerce kişiye oyunumuzu başarıyla oynadık. Onur konuğumuz rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Oyun sonunda bizi tebrik edenlerin bir kısmının gözleri yaşlı idi. Rahmetli annem ve babam da seyirciler 272

Hayy’dan Hû’ya


arasında idi. Rus çarı rolünü oynayan Mustafa arkadaşımız, Nusret’e rol gereği işkence ettikçe annem başta olmak üzere çok sayıda insan hüngür hüngür ağlamıştı. Benim Rusları sevemememin ve başta Çeçenler olmak üzere Kafkas milletlerini sevmemin nedenlerinden biri de oyunun mesajının üzerimde bıraktığı etki olsa gerektir. Şeyh Mirza oyuncularından rahmetli Reşat Şadoğlu, Ahmet Sarıkurt ve Salih Şadoğlu’nu mutlaka anmalıyım. Bu oyunu MTTB salonunda ve başka salonlarda da oynadık. Yine o yıllarda tamamen ücretsiz olarak ve cebimizden harcayarak tiyatro yapmaya devam ettik. Bu arada Ahmet Kara arkadaşımızla Hak-İş için yaptığımız çalışmayı anmak zorundayım. 1980 İhtilali herkesin çalışmalarına olduğu gibi bizim de çalışmalarımıza engel oldu. Sonra Nusret başka işlerde çalışmaya yöneldi ve başka bir mesleğe yani gazeteciliğe başladı. Ben ondan çok kere “işini ve eşini çok seven adam” diye bahsedildiğini duymuşumdur ama keşke tiyatro yapmaya devam etseydi. Bana ve pek çok insana göre o, tiyatro alanında çok yetenekli idi ama şartlar onu gazeteciliğe yönlendirmişti. 1980 sonrası bütün arkadaşlarımız tiyatroyu bırakıp başka alanlara yönelmek zorunda kaldılar. Ben 1980 sonrası profesyonel olarak çocuk tiyatrosu yapmaya ve bu işten ekmeğimi çıkarmaya başladım. Sonra kötü alışkanlıkların topluma verdiği zararı işlemek için Yıkım – Hata isimli oyunumla büyüklere yönelik tiyatro çalışmalarına devam ettim. Sonra Herşeyim Öğretmenim, Yıkılan Yuva, Hem Deli Hem Akıllı, Ayvayı Yedik, İbiş Öğreniyor, Karagöz Görevli, Karagöz Çevreci, En Büyük Değer (Dürüst Tüccar), Karagöz Köy Muhtarı gibi çocuk oyunlarıyla İstanbul ve Türkiye’yi defalarca dolaştım. Bu arada Bosna mücadelesine katkı sunmak için Haydin Bosna’ya isimli gençlik oyunumu ve Çeçenistan mücadelesine katkı sunmak için de Şeyh Şamil-Kafkas Kartalları isimli büyüklere yönelik oyunumu sahneye koyarak İstanbul’da ve ülkemizin pek çok yerinde oynadım. En son yazıp yönettiğim Şehirde Yaşama Sanatı isimli oyunumla gösterilere deNusret Özcan

273


vam ediyorum ve yazdığım İmam Mansur isimli oyunumu sahneye koymaya çalışıyorum. Nusret 1980 sonrası millî değerlere bağlı kesimlerin yetiştirdiği en büyük tiyatro ustası rahmetli Hasan Nail Canat’la beni tanıştırdı, Hasan Abi’nin ve pek çok ustanın oyunlarını birlikte seyrettik. Hasan Nail Canat’la 25 yıl kadar sohbet ettik. Bir kere de ben Hasan Abi’nin 1990’lı yıllarda yönettiği İstanbul’un Fethi isimli oyunda yönetmen yardımcılığı yaptım ve Akşemsettin rolünü oynadım. Fatih Sultan Mehmet rolünü de Abdurrahman Şen oynamıştı. Hasan Abi’yle birlikte yaptığımız tek çalışma budur. 1986’da Nusret’le yeniden birlikte tiyatro yapmaya niyetlendik. Ben yapımcı yönetmen olacaktım. Ayhan Yılmaz’a Elma Armut isimli kabare oyunu yazdırdık ama bir türlü sahneye koyamadık, bu onunla ilk kez önemli bir anlaşmazlığa düşmeme neden oldu. Bir süre küs kaldık, birbirimizi üzdük, sonra tabii ki barıştık. Uzun yıllar doyumsuz sohbetler yaptık. Hastalığı süresince eskisinden daha samimi olduk. Sağlığına zarar verdiği için birkaç kez sigara içmesini engellediğimden dolayı zaman zaman bana kızsa da ben o dönemde yanından ayrılmayanlardan biri olduğum için şükrediyorum. Son kez Fatih’teki okulumuzun çatı katındaki kahvaltılardan birine onu zorla getirdim. (Kahvaltıyı büyük organizatörümüz Sadi Yılmaz organize etmişti.) Zorla getirdim derken uzun uzun rica ederek. İyi ki getirmişim. Nusret orada arkadaşlarımızın çoğuyla hasret giderdi ve belki de orada bulunan insanlardan bazıları Nusret’i dünya gözüyle son kez görmüş oldu. 1980 sonrası, bütün eski tiyatrocular tiyatroyu bırakıp başka alanlara yönelmek zorunda kaldılar. 1980 sonrası okulumuzdan ve MTTB’den sadece ben ve Goncagül tiyatroyu devam ettirdik ve sonuna kadar da devam ettirmeye kararlıyız, keşke başta Nusret olmak üzere çoğu tiyatrocular tiyatroya devam etseydi. Bu arada isimlerini hatırlayamadıklarımdan özür diliyorum. 274

Hayy’dan Hû’ya


Son olarak Nusret’in herkese söylediği bir dua vardı ve insanlar bunu pek anlamıyordu; ben de bu duayla seslenmek istiyorum. Allah seni fenâ eylesin (fenâfillah). Mekânın cennet olsun. Sana ve vefat eden tüm yakınlarımıza Allah rahmet eylesin.

Nusret Özcan

275


Ayhan Yılmaz ve Nusret Özcan İmam-Hatip yıllarında, 1970’lerin ortaları

276

Hayy’dan Hû’ya


Bir Dostun Tabutuna Uzaktan El Sallamak Ayhan YILMAZ

Kalksam gelsem Eyüp’e vapur iskelesine Birer tabure çeksek otursak çay söylesek Yalın beyaz bir duvar asmalı kahvehane Cigaraları yakıp balıklara üflesek Ah kardeşim ne vardı öyle çekip gidecek O kış Mevlam İstanbul’a bir rüzgâr aşk etti ki Sancaktar yokuşunda sokak levhası dondu Kimsenin bilmediği kasketli mavi tilki Zıpladı kanatlandı kırmızı dama kondu (Sen Suriçi Valisi ben Taşlıtarla Lordu) Ansızın gemiler çıkar ya filmde sisler içinden Öyle bir nehirdi minibüsler Yıldıztabya Rami’den Gizli bir uğultuyla akarlardı derinden İsyankâr çocuklardık mazotlu zifir katran Nusret Özcan

277


Yıldızları tesbih yapıp durak durak ekleyen Tereciye tere satan güneşe kafa atan Bakışları harita sırasını bekleyen Pergelin sabit ucu kalbimizin üstünde Felekten kopya çekmiş hem ağlayan hem gülen Sırtımızda dört mevsim aynı ceket aynı yük Mor yeleli atların duyduğu tınılarla Nakit mahdut formüller girift boylarımız çok küçük Müsait bir yerde inelim kaptan! oynama anılarla Pikapta Orhan Baba derdi dünyadan büyük Çamur deyip geçmeyin toz toprak deyip Ebrulisi astarlısı kınalısı vardır Ağır ceviz yaprakları düşerse aklınıza Çavdar tarlasına koşun küçümsemeyin Kimse dönüp bakmazdı bin beş yüz havamıza “Halat mahalline girmek tehlikeli ve yasak…” Çocuğuz eğlence lazım ne kadar da oynasak Cümle mahallere korkusuzca girerdik Kenger sakızı çiğner biteviye gülerdik Tel üstünde yürürdük cesur ve biraz sarsak Hafız Osman’dan gazeller New York’ta sabah oluyor Bir mektup geliyor senden “Er mektubu görülmüştür” Aylardan şubat mıydı? Yetmiş dokuz yahut seksen Metin Yüksel vurulmuş kar yağıyor inceden 278

Hayy’dan Hû’ya


Bir tabanca patlamış defterler dürülmüştür Doksan no’lu otobüs Eminönü – Draman Alnımızda Dali’nin katlanan saatleri Yağmurdan yorulmuşuz İstanbul’dan el aman Elimizde Mona’nın sudan ince elleri Bakmayın siz Mona’ya pek masumuz o demler Etekleri yelpaze şehir lodosa cilve yapar Utangaç tıfıllarız mümkün mertebe kaim Kanlıca’da yoğurt kızlar libidoya göz kırpar Nar gibi ürperirdik sağ salim günahtan saim Tekirdağ avantürü her yan Van Gogh sarısı Namık Kemal köprüsünde tuzumuz olsun dedik Bizimki gönüllü sürgün bir nevi garp hizmeti Aşk tozuna bulandık yendik ve geri döndük Bir çift pabuç bıraktık çektirme bayırında Ali’nin yanında baykuş ip bağlamış boynuna Geometriden anlardın şarkılardan anlardın Yani gömlek cebinde her daim bir tanesi Rıhtımda boynu bükük hem söyler hem ağlardın Tığ teber şâh-ı merdan / kadifeden kesesi Halimize tercüman Vehbi’nin kerrakesi Ötesi yoktur derken bir buluttan yansıyıp Çok uzak diyarlarda dondu kaldı ellerim Yavru kuşun kanadı ne bütünlük ne kalıp Bir türkü tutturmuşum yalan yanlış söylerim Nusret Özcan

279


Dudaklarım kilitli en bildiğin halimle Hicazdan nihavende gür menekşe sesiyle Kim çizecek mehtabı boyayacak olan kim Kur’an bülbüllerinin gül kokan nefesiyle Bismillah (Sevgili Kardeşim) Yâ-sîn ve’l Kur’ân’il-hakîm…

New York - Frankfurt - İstanbul, 2008

Ayhan Yılmaz, Nusret Özcan, 1970’lerin ortaları

280

Hayy’dan Hû’ya


“O Ölmüş ve Ölecek” Selahattin YUSUF

Hangimiz bir sevdiğimizi kaybettiğimizde dünyanın ve içindeki her şeyin bir parça küçüldüğünü görmekten kaçınabiliyoruz? Hayalkırıklığının bu jeolojik kesinliği, hangimizde bir tür teselliye dönüşmüyor? Hangimiz ölümü, bu büyük “hayalkırıklığını”, bilginin belli başlı bir çeşidi olarak kalbimize gömmüyor? Artık hayatta olmayan birinin fotoğrafına bakarken ne hissederiz? O enfes “Camera Lucida” kitabında Roland Barthes bu ilginç psiko-ayrıntının izini sürmüştü. Barthes’ın izlenimleri ve dili o kadar doyurucuydu ki o kitapta. Uzun uzun soluk soluğa kalmıştım. Zekânızın ince kılcallarını uçlarına kadar doyuruyordu metin. Ve elbette açılmamış kılcal uçlarına kadar ilerleyen bir kan halindeydi. Yazarlık, her şeyden önce, elbette ki fark ediştir. Bu farkındalık ve karşılıklı elbirliği, satıraralarında ilerler ve nihayet soyut bir bilgiye ulaşır. Soyutlamaya ulaşır ve sizin olur. Daha doğrusu sizin DE olur. Orada siyah bir tutuklunun hücrede çekilmiş resmi üzerinden konuşuyordu Barthes. “Nedir burada, bu fotoğrafta bizi böylesine etkileyen?” diye soruyordu ve birlikte ilerlemeye başlıyordunuz. Ölmüş bir insanın vaktiyle kameraya bakmış yüzü, Barthes’a göre bizi ilk başta ve en çok şuradan yakalamaktaydı; bizi şöyle düşünmeye mecbur kılardı bu Nusret Özcan

281


bakış: “O ölmüş ve ölecek!” Fotoğrafın çekildiği andan sonra ölmüş olduğunu kesinlikle biliyoruz. Ama o mahkûm, o anda kanlı canlı gözleriyle kameraya, bize bakarken, henüz “ölmüş” değil. Ölmüş değil henüz, ama bir süre sonra ölmüş olacak. Burada bir yanılsama var. Daha doğrusu iki gerçeğin, iki bilginin birbiri içine geçmiş belirsizliği var. Birbirini yarı karanlık-yarı aydınlıkta bırakan etkileşimi var. Yani sonuçta ortada bir fotoğraf var. Ortada, içinden çıkamadığımız bir tasavvur, çelişkili bir imajinasyon var. Geçenlerde çok sevdiğim bir insanı kaybettim. Değerli gazeteci ve yazar Nusret Özcan’ı. Bu yazıya oturmadan az önce de onunla kısa bir süre önce yaptığımız televizyon programını izledim. Roland Barthes’ın bizi davet ettiği hayret etme biçimi daha somut, daha anlamlı biçimde uyandı zihnimde. Düşündüm ki, ölüm bizi her defasında, her yerde köşeye sıkıştırıyor. Afallatıyor. Kendine karşı mutlak bir hayretimiz var. Büyük geleneksel düşünceler, sanat, şiir, edebiyat aslında hep onun etrafında dönenip duruyor. Dinlerse onu açıklıyor. İnsanlık onunla ne yapacağını hiç bilememiş. Ölüm, hayatın sonundan, ucundan bu tarafa doğru tutulmuş bir el feneri. Hayatı aydınlatmış, ona bir anlam vermiş. Hatta ona kesin ve nihai üslubunu ölüm kazandırmış. Ama işte, arkasını da gizlemiş hep. İnsan merak etmeden edememiş. Çözebilseydi arkasını, ne olacaktı? Türk dilinin büyük dâhisi, o dizeleri belki bunun için de yazmıştı: “Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü” Ölümden korktuğu için intihar etmeyi de düşünmüş insanoğlu. Onun o büyük kayıtsızlığı korkutmuş bizi hep. Albert Camus; “Felsefenin yalnızca bir tek büyük meselesi vardır” diye yazmıştı bir zamanlar, “intihar!” Birkaç ay önce ölen Kurt Wonnegut, ölümle hep aşk-nefret ilişkisi içindeydi. Yavaş yavaş ölmek, acısız ölmek, onun en büyük takıntısıydı. Parmaklarının arasında, etinin doğal bir uzantısıymış gibi -hep- duran o filtresiz sigaraların, kendisini yavaş yavaş öldüreceğini düşünürmüş. Yani acısız ölüm. Bir yakınının, ölürken; “Ah, ne güzel, hiçbir yerim acımıyor, ağrımıyor, ko282

Hayy’dan Hû’ya


layca ölüyorum” sözlerini büyük bir müjde olarak hep hatırlamış Wonnegut. Bir imkân olarak yani. Ancak talihsizliğe bakın. Merdivenlerden düşüp kafasını parçaladı. Ece Ayhan, hep kırçıllı yazdı. Hep topsuz alanda ters köşeye yatan kaleciyi oynadı. Şöyle yazmış bir şiirinde: “Biz, şairi şiir yazsın diye ölümle korkuttuk, dom!” Nasıl da oynanıyor ölümle. Ona bir şey yapılamayacağının imgesi ne kadar da güçlü burada.

Nusret Özcan

283


Ekrem Ergüder, Ali Uğur, Ekrem Ayyıldız, H. Murat Filinte, İsmail Bayram, Sıddık Köksal, Mikail Doğan, Celal Taner, Yusuf Abi, Nusret Abi, Ahmet Abi, Beşir Topaloğlu, Samet Abi, H. Bayram Çiçek, Sait Süzek, Yurdakul Dağoğlu, Türkiye Yazarlar Birliği, Cağaloğlu

284

Hayy’dan Hû’ya


Hatıralar Yusuf Abi

Dünya Kupası başlıyor, İlesam’dayız… Nusret de arkadaşlarla oturmuş tahminler yapıyor, konuşuyorlar. Karşıdan seslendim: “Sen ne anlarsın futboldan!” Öfkelendi, kalktı gitti. Ertesi gün geldi, bir kağıt uzattı. Bir önceki dünya kupasında ben şöyle yazmışım: “Arjantin bu sene dünya kupasını alamazsa ben bir daha futbol üzerine konuşmayacağım.” İmzalamış vermişim Nusret’e. Noter tasdikli yani. Onu saklamış Nusret. Öfkeyle “Al bak, hala konuşuyorsun!” dedi. Bir sohbette de yanılmıyorsam bir beyitin hangi şaire ait olduğuna dair tartışma çıktı. Böyle “beyit muharebelerimiz” olurdu ara sıra. Nusret, Ekrem ve Burhan oybirliğiyle benim tahminimin yanlış olduğunu söylediler. Umumi istek üzerine iddiadaki mağlubiyetim yazıya dökülüp kayda geçirildi! Ben de zoraki kabul ettim, imzaladım fakat altına şöyle bir muhalefet şerhi düştüm: “Bozacı vü Şıracı vü Muteriz’den müteşekkil heyete zorla itimat ettirildim!” Nusret bunu da sakladı. Sonradan kimin haklı çıktığını hatırlamıyorum ama çok espri konusu olmuştur bu muhabbet. Allah rahmet eylesin, böyle güzel hatıralarımız çoktur. Nusret Özcan

285


*** Birgün bir arkadaşla oturuyorum. Nusret bizden uzak bir köşede oturuyor. Arkadaşlara dedim ki “Ben Latince çalışıyorum. Ciddiyim, işi çok ilerlettim.” Onlar da dalga geçtiler benimle. Dedim ki, “Bakın isterseniz size, Jül Sezar’ın Galya Seferi dönüşünde Senato’da irad ettiği nutku Latince orijinalinden ezbere söyleyebilirim.” Nusret duymuş, bir bağırdı oradan. Geldi yanıma, öfkeli bir şekilde dedi ki: “Lüzumsuz şeyleri ezberliyorsun, say bakalım namazın menduplarını!” Ben de espri olsun diye başladım: “Namazın memduhları… Bir...” Nusret parladı: “Memduh değil mendup, be adam!” Başladım gülmeye, tabii o da başladı bu sefer. Ne zaman karşılaşsak kulağıma eğilir, “Say bakalım namazın memduhlarını!” diye takılırdı. *** O’Henry’nin meşhur bir hikayesi vardır. “Müneccimlerin Armağanı” veya “Yılbaşı Hediyesi / Noel Hediyesi” olarak geçer. Orada bir köstekli saat vardır. Çok etkilendiğim, olağanüstü bir hikayedir. Benim dünya edebiyatından en favori hikayem budur. Hikayedeki adamın bir saati vardır, köstekli bir saat. İkide birde çıkarıp göstermeyi arzu eder. Birgün bir arkadaşımız, böyle güzel altın kaplama bir köstekli saat ele geçirmiş. Bu arkadaş benim O’Henry hastalığımı bildiğinden akşamları kahveye gelince saati uzaktan sallardı bana göstermek için. Ben de ondan ısrarla saati bana hediye etmesini istedim. Ne dediysem kabul etmedi. Kahvenin bir köşesinde otururken saati uzaktan sallıyor veya yolda izde bana mahsus gösteriyor. Otobüste bile görse çıkarıp sallıyor saati. Hatta birgün bir devlet bakanlığına dizi projesi için yönetmen bir arkadaşla randevulaştık, Erenler’e gidip oturduk. Projeyi konuşurken bu geldi, yine köstekli saati benim önümde sallamaya başladı. Yönetmen baktı merakla, ne oluyor diye. Ben de dedim ki “Aldırma, kahvenin meczubudur.” Yani adamın bize Çin işkencesi epey devam etti. Ben de böyle böyle idare etmeye çalıştım. Ama saat nasıl güzel bir saat! 286

Hayy’dan Hû’ya


Neyse efendim, gel zaman git zaman, bu arkadaş birgün düşünceli, kederli bir halde kahveye girdi. “Neyin var” dedim. “Büyük bir sıkıntım var. Af çıktı, üniversiteye döndüm. Tek bir dersim var ama onu da geçmem mümkün değil. Ben ne yapacağım?” dedi. Tevafuk bu ya, ben de laf olsun diye sordum, “Senin hocan kim?” diye. Adını söyleyince, “Dersten geçmene vesile olsam o saati bana verir misin?” dedim. Vereceğini biliyorum tabii, yakalamışım artık. Nezaketen soruyorum bunu, başka çaresi yok. “Memnuniyetle!” dedi. O hoca ile dostluğumuz vardı, Allah rahmet eylesin, beraber program bile yapmıştık. Gittim kapısını çaldım. Dedim ki: - Hocam bir maruzatım var. - Nedir? - Hocam ben çok güzel bir köstekli saate göz koydum. - Benimle ne alakası var? - Hocam siz yardım ederseniz o saat benim olacak! Anlattım durumu. Hemen tamam dedi. Telefonu kaldırdı, Mahmut diye seslendi. Kürsü doçentiymiş. Ben o sırada müsaade isteyip çıktım. Arkadaşı görünce sordum: - Sizin doçentin adı Mahmut mu? - Evet. - Ver köstekli saati! Böylece altın kaplama köstekli bir saatim oldu. Tabii ben de tıpkı O’Henry hikâyesindeki gibi saate bakma numarasına olur olmaz çıkarıp etrafıma gösteriyorum köstekli saatimi. Bakıyorum şöyle… Hava basıyorum! Herkes saate hayran. Birgün İlesam’ın yan tarafındaki Çorlulu Ali Paşa Camii’ne akşam namazına gittim. Cemaat bitirip çıkmış, ben de son cemaat yerinde namaza durdum. Biraz sonra Nusret de geldi, yanımda namaza durdu. Efendim, ben namazı bitirdim, Nusret devam ediyor. Nusret’e göstermek için saati şöyle alengirli bir şekilde çıkardım. Nusret’in de göz ucuyla baktığını, yani saati gördüğünü fark ettim. Yüzünde bir öfke Nusret Özcan

287


sezdim ama bir mana veremedim. Ben hayranlıkla bakacağını zannetmiştim. Ben dışarı çıkarken o selam verip kolumdan yakaladı: - Gitti namaz! Bu saatle kıldığın namazlar gitti! Üstünde taşırsan bundan sonraki namazların da gitti! - Ne demek bu yahu? - Saatin altın değil mi? - Evet. - O zaman gider! Bundan sonra üstünde taşırsan ne işin rast gider ne namazların kabul olur! - Yahu yapma etme, olur mu öyle şey! - Erkeğe altın haramdır. Git bu namazı iade et. Öbürlerini de artık kaza mı edersin ne yaparsın bilmem. Altı ay peşinde dolanıp binbir rica minnet elde ettiğimiz saat gidecek yani… Bu hatırayı anlatıyorum fakat O’Henry’nin hikayesiyle birlikte düşünmek lazım. - Ne yapacağız? - Saat gümüşten olursa sorun kalmaz. İçime bir kurt düştü; işler ters gider, şu olur bu olur diye. Saati verdim bir arkadaşa. “Bunu götür, filan kişiye ver. Bunu alsın, bana gümüş bir saat bulsun” dedim. O kişi, saati aldığım arkadaşın yakınıydı. O gitti, saat de gitti... Ne gümüşü geldi ne de kendisi. İşte böyle… Nusret’in bana böyle bir zararı da oldu efendim! *** Rahmetli Nusret, beraber otururken insanların kulağına eğilir birşeyler söylerdi. Çoğu zaman da derdi ki “Cennette de hepimiz beraber oluruz inşallah.” Birgün yine böyle bir cemileden sonra Necip Fazıl’ın bir beytini okuduk: Büyük randevu bilsem nerede saat kaçta Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta 288

Hayy’dan Hû’ya


Bunu kendisi okudu yanılmıyorsam. Veya ben okudum. Fakat Nusret birkaç kere tekrarladı bu beyti. İkimiz de çok duygulandık. Birkaç ay sonra Eyüp Sultan’da Nusret’in cenazesine gittiğimizde tabutunu uzaktan görür görmez, o konuşmalarımız aklıma geldi. Sanırım tabutu yeni yapılmış, daha önce kullanılmamış bir tabuttu. Düşündüm ki Nusret’le o gün bu beyti birbirimize okurken belki de o tabut hazırlanıyordu bir yerlerde… Dünya böyle efendim... Allah gani gani rahmet eylesin.

Nusret Özcan

289


Çizim: Ömer Onay

290

Hayy’dan Hû’ya


Kendi Dilinden

Nusret Özcan

291


Nusret Özcan, Ebubekir Kurban

292

Hayy’dan Hû’ya


“İbadeti de Arkadaşlığı da ‘Aşk’la Yapmak Lazım” Söyleşi: Ebubekir KURBAN

Sevgili Nusret Özcan Allah’ın rahmetine kavuştu. Onu çok seviyorduk, çok özleyeceğiz. Vefat haberi hepimizi derinden sarstı. Nusret Abi, dünya hayatını abartmadı, yol boyunca sürekli bir imtihan dünyasında olduğumuzu hatırladı, her vesile ile hatırlattı. Peygamber Efendimizi ve onun şanlı ashabını çok sever ve çok anardı. Yıllar, yıllar boyunca bize şanlı peygamberimizi, onun sevgili ashabını, o yolda yürüyen İslam büyüklerini, büyük, geniş, yeşil medeniyetimizi ve şehirlerimizi anlatıp durdu, bıkmadan usanmadan. Fakat onun hayatında, İslam başkentleri içinde İstanbul’un çok özel bir yeri vardı. Bir de mahalle kültürünü çok önemserdi ve mahalle arkadaşlığını öğrenmemizi salık verirdi. Bunun için kitaplar hazırladı. Ramazanlara bayılırdı. Nusret Abiyle birlikte iftar etmek tadına doyum olmaz bir şeydi. İstikametten hiç şaşmadı. Dostlarıyla birlikte yürümek isterdi o dosdoğru yola. Çünkü o, dostlarını, arkadaşlarını aşkla seviyordu. Son olarak da bir aşk romanı, Leyla ile Mecnun’u kaleme almıştı. “Gecenin çöl rüzgârlarını dinledi Mecnun. Leyla’nın siyah saçlarını ve yanağındaki siyah beni düşündü. İçine düştüğü ve çıkamadığı siyah gözlerini. Göklerine yıldızların üşüştüğü, çöl gecesi gözlerini. Ah, Leyla Nusret Özcan

293


ne kadar masum, ne kadar asil. İşte her şeyi örten gece insana kalbini açıyor. Gecenin asude genişliğinde bir Mecnun ve derdi var…” Leyla ile Mecnun gönlümüzün çölünde bekleyedursun; biz de sevgili Nusret Özcan’la geçen yıl yaptığımız söyleşiyle sizleri baş başa bırakalım. Doğu’nun en büyük aşk hikâyesi Leyla ile Mecnun’u yazdın. Neden? Bu bir aşk hikâyesi olduğu kadar aşk hikâyeleri içerisinde de aşkın murâdına uygun olan bir hikâye. Zira çok temiz. İnsanın murâdı iyi, güzel ve doğruya ilişkin değerlerle yaşamak. Onlarla birlikte hemhâl olmak. Leyla ile Mecnun hikâyesindeki neredeyse hiçbir unsur kötülüğü murâd etmez. Ama yine de, bu hikâyede dahi trajedi dediğimiz bir açmaz vardır. Aşkı güzelleştiren de aslında odur. Dolayısıyla hem aşkı duyma adına, hem aşkın murâdı adına çok uygun bir hikâyedir Leyla ile Mecnun. O yüzden işte Leyla ile Mecnun’u ele aldım. İyi ki de yazmışım diyorum. Yeniden gündeme getirmen bir aşk ‘yoksunluğu’ndan mı? Şimdi bir aşksızlık olduğu gerçek. Aslında modern dünya pek çok kıymetimiz gibi aşkı da alıp götürdü bizden. “Kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok, kimseler âşık değil bu şehirde” diyor şairlerimizden İsmet Özel. Gerçekten ciddi bir aşksızlık var ve insan bazı şeyleri aşk zannediyor. Ama bu, aşkın olmayışından dolayı değil. Belki de modern dünyanın insan hayatını imhâya yönelik dayatmalarından kaynaklanıyor. İşte o yüzden aşkı tekrar gündeme getirmek, insanlarla aşkı yeniden buluşturmak, “Aşk diye bir şey vardı hayatımızda; farkında mısınız?” diyebilmek için yazdım. İnsanlar aşka kayıtsız maalesef. Evet, İsmet Özel, kayıtsızlık bağlamında, “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” diyor… Evet aşk çok ulvi, çok manevi bir şeydir. Ama maddileşen dünyada yeterince duyamıyoruz ister istemez. Aşk’a kapatıyoruz yüreğimizi. 294

Hayy’dan Hû’ya


Leyla ile Mecnun da bizim çok dışımızda, ötede bir yerde duruyor adeta. Aşk’ı hayatımıza katamıyoruz. Ne dersin? Ama işte hayatımıza getiremeyişimizin sebepleri aşkı yanlış anlamaktan kaynaklanıyor. Ve hayatımızda aşk olmazmış gibi geliyor. Oysa… Oysa olmaması mümkün değil… Kesinlikle! İnsanoğlunun olduğu her yerde aşk vardır. Mesela hatırlayın, Love Story diye bir film çekildi ve bayağı bir sükse yaptı. Batılı bir aşkı anlatıyordu. Fakat o zamanlar dedim ki “Bırakın Allah aşkına bu çok ciddi bir film değil”; bizim konfeksiyoncu kızımızla kunduracı çocuğumuz daha trajik bir aşk yaşıyordu. Bizde daha sahici aşklar var, Doğuda daha sahici aşklar var, ama biz farkında değiliz bunun. Sahici aşklar artık çok geride kaldı diyorlar… Şimdi şöyle bir şey söyleyeyim ben size, hayat Allah’ın sanatıdır. Aşk ise o sanatın şiir bölümünde bence. Aşk yeryüzünde cennet duygusudur. Hepimiz, erkekler biraz Hz. Âdem’den parça taşıyoruz, hanımlar da Hz. Havva’dan… Ve ilk aşk cennette başladı. Yeryüzünde hayat sürdükçe aşk her zaman var olacaktır. Günümüzde eğer gençler âşık olamıyorsa bu onların bir eksikliğidir ve tabii ki burada dış etkenler, modern dünyanın getirdiği dayatmalar söz konusudur. Ama “aşk eskide kaldı” gibi bir sözü kabul etmem mümkün değil, hayat sürdüğü sürece aşk sürecektir. Bir yerlerde birileri birilerine âşıktır ve biz de onlara karışacağız. Günümüz insanı aşkın neresinde duruyor? Ne yazık ki çok uzağında duruyor. İşte biraz önce de konuştuk, aşkların hep geride kaldığını zannettiğimiz sürece âşık olamıyoruz. Oysa aşk ısmarlama olmaz. Aşk, Allah’ın vermiş olduğu bir şeydir, nasıl insan kendi kendine var olamazsa, kendi kendine de âşık olamaz. Bu, Allah vergisidir. Günümüzde aşktan bahsederken hep bir netice bekleniyor. Oysa aşk bir netice beklemez. Yani bir şeyler öğrenmeye, iç âleminin büyümesine sebep olur aşk. Hiçbir zaman köNusret Özcan

295


tülüğü istemez. Hep iyiliği ister. İnsanımız değer karmaşası yaşadığı için iyi ve kötü de birbirinden ayırt edilemez oldu. Aşk da bu değer karmaşasının kurbanı oldu. Oysa buna lâyık değil bizim insanımız. Gerçekten çok iyi şeylere layık. Aşk toplumuyuz aslında biz, bunu fark etmiyoruz. Aşk toplumu olduğumuz unutturulmak isteniyor. Modern hayat bunları düşünmemize izin vermiyor. Mesela gençlerimiz ünlü olmak, meşhur olmak, kariyer yapmak istiyor. Ne diyorsunuz gençlere? Modern hayat eleştirisi yapıyoruz ama, bir insanın hem kariyer yapması hem âşık olması birbirini yok eden, birbirine tezat teşkil eden şeyler değil ki. Hem âşık olsun hem okusun hem iyi bir noktaya gelsin. Çok sıkı âşık olsunlar, sırılsıklam âşık olsunlar, o kariyerlerine de çok büyük katkı sağlayacaktır. Zira yapılan kariyerde ruh dediğimiz şeyin etkisi çok büyüktür. Aslında insan aşkta kendi ruhunu da duyar. İşte bu yüzden zevksiz, keyifsiz bir hayat sürüyoruz. Aşkı tekrar bulmamız lazım. Ne kayboldu ki aşk gitti hayatımızdan? Aşkı biz sanki olsa da olur olmasa da olur diye telakki ediyoruz ve sadece bazıları yaşar diye düşünüyoruz. Halbuki öyle değil, mutlaka ve mutlaka Allah her insana bir gün dahi olsa, bir an dahi olsa hissettirmiştir. Bunu devam ettirip ettirmemek belki kişinin elindedir. Nasıl olacak bu? İşte sebat gösterecek. Âşıkân-ı sâdık dediğimiz şey bu. Aşkı takip etmek lazım. Konuşurken, çay içerken… Elbette. Ne güzel söylüyorsun, konuşmayı da aşkla yapmak lazım. İbadet yaparken de aşk olacak, arkadaşlık yaparken de. 296

Hayy’dan Hû’ya


Fethi Gemuhluoğlu yeni tanıştığı her gence “Hiç âşık oldun mu?” diye sorarmış. Ardından da “Git âşık ol, öyle gel!” dermiş… Fethi Bey Ağabeyimiz bir geleneğin temsilcisi, çok da güzel bir geleneğin temsilcisi. Aslında Fethi Bey’in devam ettirdiği şey tasavvufta bazı mürşid-i kâmillerin de çok sık başvurduğu bir şey. Müridini kabul ederken mürşit onun istidadını ölçme noktasında, Allah’ı sevdirme noktasında, bir şeyi sevip sevmediğini yoklama açısından, “Hiç âşık oldun mu, herhangi bir şeyi sevdin mi?” dermiş. Fethi Bey Ağabeyimiz de aşkı hayatın içinde arayan birisiydi. “Kalplerinizi aşka açın; âşık anneler, babalar olun” derdi. Peki âşık kalpler, âşık anneler, nereye götürür bizi? Kanatlandırılmış bir hayata götürür. Çok güzel bir hayata götürür. Bütün insanlar kanatlanmış bir şekilde yaşardı. Başımızı döndürür müydü? Başımızı döndürmek ne demek? Sarhoşlar olarak dolaşırdık. Hayat o kadar güzel olurdu ki kanatlanıp uçmak isterdik. Zaten bakın cennet duygusu derken, yani huzur içerisinde olmak; Hz. Âdem ve Havva annemiz cennette huzurdaydı. Aşkın “yeryüzündeki cennet duygusu” oluşu da burada başlıyor. Yüksek, ulvi bir duygu. Ancak yeryüzüne inen bir şey; dolayısıyla gündelik hayatın içinde olması gereken bir şey. Seninle benim, benimle onun arasında olması gereken bir şey. Aşkı bulutların üzerinde değil, hayatın içinde, inceliklerde, detaylarda, yeryüzünde aramamız gerekir. Hayatımızın merkezine yerleştirmemiz gerekir. Yani bakışlarımızı dış dünyaya ve imajlara çevirmeyelim, kendi içimize dönelim, orada derinleşelim diyorsun. Burada nasıl yoğunlaşabiliriz? Bu detaylarda… Ne yazık ki inceliklerimiz kaybettirilmek isteniyor. İncelikleri fark etme hassasiyetimiz… Bize dayatılan maddi hayat o kadar bizi kuşattı ki. Biz hayatın içerisinde çok küçük ama küçük olduğu kadar da insanı kanatlandıracak olan şeyleri Nusret Özcan

297


ıskalamaya, görmemeye başladık. Oysa bunlar lazımdı. Mesela âşık insanı düşünelim; binlerce güzel vardır ama hiçbir tanesinin gözünü süzüşü veya saçını yana atışı kendi sevdiği gibi değildir. Zira aslında karşı cinste gördüğü, Allah’ın bir sanatıdır. Bunu bilse de bilmese de Allah’ın sanatıdır. Aslında ona tutunuyordur. Elbetteki suretlerin, manaların tecelligâhı olması bâbında... Biz işte yeniden o incelikleri görmek zorundayız. Mesela, bu incelikleri fark edenlerden ve hayatına bunu aktaranlardan bir büyüğümüz var, belki siz de tanırsınız, Yusuf Abi; karınca besleyen birisi o. Karıncaları gerçekten besliyor. Bu çok büyük bir incelik. Genç âşıklara bir şey söylüyor musun? Kesinlikle ama günümüzde gençler aşktan bir netice bekliyorlar. Aşktan illa bir netice beklenmemesi lazım. Gençler gerçekten sevmeli; aşkı zaten severek öğrenecekler. Siz bunların önüne geçtiğiniz sürece aşksız kalacaksınız. Dolayısıyla gençlere sevmeyi de öğretmek gerekiyor. Sevmenin, aşkın bir incelik olduğunu anlatmak gerekiyor. Bunu en başta Allah’tan istemeli gençlerimiz. Âşık olan gençleri de hiç kimse örselememeli, zira aşk Allah’ın o insana, gönüllere bir lütfudur. Ben hem yaşıtlarıma hem diğer yaştakilere genç âşıkları örseleyici, incitici sözler söylemeyin diyorum. Aşklarını köreltici sözler söylemeyin diyorum. Alabildiğine, çılgınca, çığlık çığlığa sevmelerini istiyorum. Çocuklarına da söylüyor musun aynı şeyi? Elbette çocuklarıma da söylüyorum. Üç oğlum var, üçüne de söylüyorum. Zira biz bir aşk ailesiyiz. Üstad, bir tanımı var mı aşkın? Aşkın tanımı yok. Niye yok? Çok ferdî, çok kişisel bir şey olduğu için yok. İnsan adedince aşk vardır. Bu, aslında aşkın içinde olan biricikliği duymakla alakalıdır. Sadece biricikliği duymak değil, aslında yaratış ve yaratılış sırrını anlamakla da alakalı. İşte bu yüzden ağır. Biricikliği düşünme, yaratış ve yaratılışı anlama çok rabıtalı bir şeydir. İşte bunu 298

Hayy’dan Hû’ya


duyamıyor insanlar, çünkü öğretilmiyor. Bu öğretilseydi yani biz bu geleneği kopartmamış olsaydık emin olun insanlar daha güzel olacaktı, daha güzele âşık olacaktı ve daha mutlu olacaktı. Hayatlarını daha çok seveceklerdi. Hiç âşık oldun mu? Elbette. Çok büyük bir aşk yaşadım. Elhamdülillah şu anda eşim. Hadi çekinmeden söyleyelim, dünyaya bir kere daha gelsem yine onu isterim. Gerçek Hayat, Şubat 2007

Nusret Özcan

299


300

Hayy’dan Hû’ya


“Çocuklar Zamansız Büyüyorlar” Söyleşi: Hasan ÜRKMEZ

Sevgili seyirciler, şu anda telefon bağlantımız kuruldu. Hattın öbür ucunda Sayın Nusret Özcan var. Kendisiyle Birkaç Güzel Gün isimli kitabını konuşacağız. İyi akşamlar efendim, merhaba! Merhaba. Efendim nasılsınız? Önce hâl hatır sorarak başlayalım. Efendim çok teşekkür ederim. İyilerden oluruz inşaallah. Nusret Bey, isterseniz hemen sorularımıza geçelim. Vaktimiz kısıtlı. Kitabınıza geçmeden evvel sizi tanıyabilir miyiz? Ben 1958 doğumluyum. Bir Kasım akşamı Eyüp’te doğmuşum. Eğer ileride İstanbul’la ilgili bir kitap yazarsam şöyle bir cümle kurarak başlamak istiyorum: Allahım beni çok sevmiş olmalı ki İstanbul gibi bir şehirde yaratmış beni. Gerçekten İstanbul’dan dışarı hiç çıkmayan, hatta sur dışına pek çıkmayan bir insanım. Yüksek tahsilim birkaç okulda gerçekleşti. İlahiyat Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Bir tek askerlik münasebeNusret Özcan

301


tiyle İstanbul dışına çıktım. Bir de kısa bir süre yine İstanbul dışında öğretmenlik vazifesinde bulundum. Teşekkür ederim. Şimdi hemen sizin kitabınıza geçmek istiyorum; Birkaç Güzel Gün’e. Kitabınız Kırk Ambar yayınları arasından çıktı. Sanıyorum oldukça önemli bir yankı da buldu. Bize kitabınızın oluş hikâyesinden bahseder misiniz? Mevlâna İdris ve kardeşi Salih Zengin, Mavi Kuş diye bir dergi çıkarıyorlardı. Gayet güzel, çaplı bir yayın bu. Ben onlara sokak kültürümüzle ilgili, daha önce çalışmalarını yaptığım yazılarımı verdim, değerlendirmeleri için. Özellikle sokak kültürümüzde —Artık sokaklar kayboldu İstanbul’da; Almanya’daki seyircilerimiz İstanbul’a geldiklerinde o eski İstanbul’u bulamıyorlar— sokak oyunlarıyla ilgili birtakım metinler vermiştim. Sağolsun, Mevlana İdris Bu tür metinleri biz dergide kullanacağımıza, bunların da içinde yer aldığı bir roman çalışması veya hikâye çalışması yapabilir miyiz diye bir teklifte bulundu. Ben de kısa bir süre düşündüm. Neden olmasın, olur, dedim ve bir süre çalıştım. Kitap yaklaşık bir sene kadar yayınlanmadan bekledi. Pişti yani... Evet; resimlendi sonra. Romanın bazı özellikleri var tabii. Özellikle teknolojik gelişmenin henüz çok yaygın olmadığı, düz bir ifadeyle söyleyecek olursak, televizyonun henüz yaygınlaşmadığı ve televizyonun olmadığı bir dönemi anlatıyor. İstanbul ağırlıklı tabii ki... Ben İstanbul’dan çıkmadığım için, benim çocukluk yıllarımdan, birebir karşılığı olan bölümler var romanda. Böyle ortaya çıktı roman. Yani bir anlamda bu yazdıklarınız sizin yaşadıklarınız yani... Romanın yüzde yetmişbeş-sekseni benim yaşadıklarımdan oluşuyor. Roman tekniğine uygun olarak bazı kurgulamalar, bazı dramatizasyonlar yapıldı. 302

Hayy’dan Hû’ya


Bizim yaşadığımız çocukluğu bugünün çocukları artık yaşayamıyorlar. Dünün çocukları ile bugünün çocukları arasında bir mukayese yapsak, hangilerinin daha talihli olduğunu söyleyebiliriz? Şimdi herşeyden önce şunu söylemek lâzım. Zaman çok seri olarak geçiyor ve çok dinamik... Değişen bir takım şeyler var. Geçmişin çocukları yaşadığımız değişimi bu dehşet boyutuyla bu kadar duymuyorlardı. Yani teknolojik gelişmelerin her gün yeni birtakım imkânlar sunduğu ve insanı — ifademi mazur görün— apıştırdığı bir dönemi yaşıyoruz biz. Eskiden böyle değildi. Çok ağır giden bir hayat vardı ve hayat bizi daha güzel işliyordu, daha ağır işliyordu ve daha köklü işliyordu. Sıkı çocuklardık diyor ya İbrahim Sadri, biz sıkı çocuklardık. Çünkü eski çocuklar için, o sokak oyunlarının olsun, o eski sokak yaşantılarının olsun bir eğitim yanı vardı. Şimdiki çocuklar yap-boz oynuyorlar veya bilgisayar ile meşgul oluyorlar. Bunlar insanın muhayyilesini bir başkası tarafından sınırlandıran oyunlar. Çoçukları birbirleriyle kaynaşmaktan alıkoyan, onları münferid hâle getiren bir durum söz konusu bugünün çocukları için. Elbette, onları bireysel olarak sınırlayan, kısıtlayan bir yapı var bugün. Ama bizim çocukluğumuzdaki oyunlar tamamen kendi kişisel kabiliyetlerimizi, icad kabiliyetlerimizi, muhayyilemizi, zekâmızı, yaratılıcılığımızı ve belki bu arada sporu da içerdiği için sportif yönlerimizi de ortaya çıkaran bir hüviyetteydi. Bunun için de çok ayrı bir yeri var. Sadece oyunlar değil, kültürel beslenme kaynakları itibariyle de kitapla çok haşir—neşir olurduk biz. Ama şimdiki çocuklar biraz kitaba uzak. Yani görüntü çağında herşeyi görüntüyle elde etmeye çalışıyorlar ki, bu gene bir başkası tarafından belirlenmiş, sınırlanmış bir dünyaya itiyor onları. Bizim çocukluğumuzda böyle bir şey yoktu ve muhayyilesi daha bir zenginleşiyordu, daha bir gelişiyordu çocukların. Gözleri daha pırıltılıydı. Nusret Özcan

303


Şimdi zaman sanki biraz daha hızlı akıyor. Çocuklar bir bilgi depolamasına maruz kalıyorlar. Hazmedilmemiş bir bilgi yığını diyebilir miyiz? Tabii ki... Yani çocuklar zamansız büyüyorlar ve bu zamansız büyümenin getirdiği birtakım sancılar var. Özellikle şehirlerin, sanayileşmiş toplumların şehirlerini kastediyorum, getirdiği sancılar. Bizim kasaba kültürümüzde bu yoktu. Yani yağmur yağdığı zaman toprağın kokusunu duyabilirdi çocuklar. Ama şimdi pek duymuyorlar, zira çocuk parkları denilen yerler, asfalt değilseler bile, bir şekilde toprağın kapatıldığı yerler. Toz toprak içinde oynardık biz ve gayet de mutluyduk. Dolayısıyla şimdiki çocukların bundan pek nasipleri olduğuna inanmıyorum. Zaten müşahedelerim de bu yönde... Bizim kuşağın çocuklarının daha şanslı olduğuna inanıyorum. Şüphesiz ki, belki bizim çocuklarımız da, bu böyle giderse, kendilerini daha şanslı görecekler. Ama tarih içerisinde bu, sadece sanat açısından söylemiyorum, kültür adamları tarafından çok ağır yargılanacaktır. İsterseniz bu yargılamayı hemen sizinle başlatalım. Söylediklerinizde elbette bir yargılama söz konusu ama biraz daha genişletirsek bu yargılamayı neler söylemek icap eder? Meseleyi biraz daha genişletebilir misiniz? Sadece çocuklara yönelik bir şey değil. Bir gazetede yapılan söyleşide de buna benzer şeyler sormuşlardı. Bunların gerçekten konuşulması lâzım ve bu soru için de ayrıca teşekkür ediyorum. Estağfurullah... Şöyle söyleyeyim. Teknolojinin insan hayatına yönelik bir imha yönü var. İnsanın zamanını alıyor ve müthiş derecede insanı zamansız bırakıyor. Yani kendisiz bırakıyor. Zaman bizim hayatımızdır, bizim tarihimizdir. Bizim kendimizi mümkün kılabileceğimiz tek alanımızdır. Bu sadece çocuklara yönelik değil, yetişkinlere de yönelik ve her şehirleşen yerde bu böyle. Telâş telâş arabalara binip, her Allahın günü çalıştığı yerlere gidiyorlar, telâş telâş çalışıyorlar ve telâş 304

Hayy’dan Hû’ya


telâş eve dönüyorlar. Kendilerine çok az vakit kalıyor. Evde de televizyon denilen şey gene bizim zamanımızı çalıyor ve dolayısıyla kendinizi gerçekleştirebilecek bir zaman dilimi bulamıyorsunuz. Bu günler boyu devam ediyor. Dolayısıyla teknoloji insanın zamanını çalıyor ve insana, şimdilerde sanal dedikleri tarzda, varsayılan hayatlar sunuyor. Bunu da insan hayatına yönelik basbayağı bir saldırı olarak görüyorum. Bir sûnîlik söz konusu yani... Elbette ki... İnsan elmanın veya ayvanın ne olduğunu televizyondan öğrenemez. İzlediğimiz birtakım televizyon programları var, o programlarda —şimdiki çocuklar için söylüyorum— içim acıyor. Amerikan tarzı yani Batılı hayat tarzına göre ayarlanmış bu programlar —yine ifademi mazur görün— Türk çocuklarını aptal yerine koyan yayınlar yapılıyor. İnsan birtakım şeyleri tabiatın kendisinden öğrenir; yaşayarak öğrenir. Halası varsa, bilir çocuk halasının babasının kız kardeşi olduğunu. Bunu kör gözüne çomak sokar gibi bizim televizyonlarımızda yayınlayan bir takım anlayışlar var ki bunlar bizim sunî hayatlar dediğimiz, aslında hayatımızı çalan bir anlayış, bir telâkki, bir medeniyet biçimi. Saldırılar bu noktadan geliyor. Bir lisansızlık çıkıyor ortaya ve bu da çok acı verici bir şey. Yansımaları insanın sadece kendi hayatıyla kalmıyor. Örfüne, kültürüne, tarihine ve günübirlik, şu dışarıda gördüğümüz çağıl çağıl hayata kadar yansıyor. Bir hayatsızlık var aslında. Yaşamıyoruz yani. Siz bu konulara kitabınızda da değiniyorsunuz. Orada bahsettiğiniz çocukların hayatlarında bu tür kaybolmalar yok. Kitabı okuyunca da bunu hemen fark ediyoruz. Daha yalın bir hayatları var çocukların; daha yalın ve belirgin ilişki biçimleri var. Bu yalınlığın ve belirginliğin yanı sıra çok daha derinlikli bir hayatları var. Ebeveynleriyle olan münasebetlerinde, ebeveynlerin onlarla olan münasebetlerinde, komşuluk münasebetlerinde de çok yalın ve derinlikli ilişki biçimleri var. Nusret Özcan

305


Şimdi şöyle bir şey; biz çok küçükken yardımlaşmayı öğrendik, acımayı öğrendik, merhameti öğrendik. Birbirimize zor günlerde koşmayı öğrendik ve sevgiyi, muhabbeti çok küçük yaşlarda öğrendik. Hayata çok iyi hazırlandık. Şimdiki çocuklar pek hazır değiller hayata. Buna lise çağındaki çocukları da dahil edebiliriz. Biz o yaşlarda hayata çok hazırdık. Nasıl oluyordu bu? Bakın, biraz önce de söyledim. Bize birtakım sanal hayatlar sunuluyor. Biz ya televizyonlardan ya da basın yoluyla birtakım şeyleri öğreniyoruz. Kendi hayatımızda çok canlı, bize bizzat birebir yaşadığımız örneklerle öğreten öğreticiler yok artık. Eskiden –romandan bir pasajla anlatayım isterseniz– bir ailenin kömürü alındığı zaman bütün mahallenin çocukları gider o kömürü taşırdık. Bütün mahallenin çocukları o ailenin odununu, kömürünü taa odunluğuna kadar taşırdı. O aile de yapılan bu şeye karşılık bir kuru teşekkürle yetinmezdi. Bir gazoz ısmarlar, yemekler takdim edilir. Bu karşılıklı bir dayanışma, bir cemiyettir. Bu şekilde başlamak lazım. Cemiyet bir bütünlüğü, bir mefkûre etrafındaki topluluğu belirtir. Ama şimdi bir topluluk var. Sadece bir topluluk... O topluluğu bir araya getiren mefkûre.... ...yok. Maddi ilişkiler içinde var artık. Yani alışveriş için gene bakkala gidiyorsunuz fakat eskiden, ben hatırlıyorum, biz Eyüp’te otururken bakkallar veresiye verirdi ve utana sıkıla giderdik, veresiye aldığımız için. Aynı şekilde bakkallar da yine utana sıkıla verirlerdi. Utana sıkıla hatırlatırlardı. Böyle bir güzellik vardı, incelik vardı. Ama bu güzelliği artık hayatımızda göremiyoruz. Çocuklarda da göremiyoruz. Ne yazık ki büyüklerde de göremiyoruz. Bu, cemiyet bozulmasıdır. Yani topluluk dediğimiz şey –kuru kuruya bir topluluktan bahsetmiyorum; bir mefkûre etrafında bütünleşmiş, cem olmuş insanların bütününü, insanlar demetini kastediyorum– ne yazık ki yok artık. Kitabınızda bozulmuş olandan ziyade bozulmamış olanı yansıtıyorsunuz. 306

Hayy’dan Hû’ya


Elbette, elbette... Çok güzel bir tesbit bu. Bütün bu şeyler insanın içinde belli bir süre birikiyor. Belki siz kalemi kağıdı alıp oturduğunuz zaman, şunu yazayım diye yazmıyorsunuz ama içinde yaşadığımız şeyler zaten bunun muhasebesini çoktan size yaptırmış ve biriktirmiş olarak bulunduruyor. Bunları sadece kâğıda dökmek kalıyor ve bu tesbitler gayet doğru. Tam isabet diyeyim. Bir de güzel modeller sunmak lâzım diyoruz ya hep, bu güzel modeli sunduğunuz zaman diğerleri zaten kıyas yoluyla fark ediliyor. Yani göze çomak sokmaya gerek kalmıyor. Siz güzeli takdim ettiğiniz zaman o kıyas imkânını da vermiş oluyorsunuz zaten. Evet. Efendim ben sizin bu kitabınız haricinde başka çalışmalarınızın olduğunu da biliyorum. Hikâye yazdığınızı biliyoruz. Şiir yazıyorsunuz. Bu konularda yaptığınız başka çalışmalarınız var mı? Benim ilk hikâyelerim yayınlanmak üzere demek mümkün. Belki bir ay daha çalışırız üzerinde. Bunları, insanın çocuğunu berbere götürmesi gibi, süslemesi gibi, bir kez daha elden geçiriyoruz. Bu ilk hikâyeler yayınlanacak. Onun ötesinde konusu muhtemelen sadece aşk olan bir hikâye demeti gelecek. Şiirleri ben, Dergâh’ta, Kafdağı’nda, Kayıtlar gibi mecmualarda yayınladım şimdiye kadar ama şiir kitabı için henüz erken diyordum. Belki ileride inşaallah o da olur. Ben biraz titiz bir yazarım. Öyle söyleyeyim. Şairim diyeyim. Pek güvenmediğim, olmamış olduğuna inandığım şeyleri pek yayınlamak istemiyorum. Uzun süre birikiyor bende. İnanmayacaksınız belki ama, bende 83’ten beri hâlâ bitmemiş bir şiir var. Çok da sevdiğim bir şiir ama hâlâ bitmiş değil. Yani 83’ten 98’e kadar; hesap ederseniz 15 senedir hâlâ bitmemiş. İsterseniz o şiirinizi bize gönderin, biz bitmemiş bir şiir olarak yayınlayalım. Nusret Özcan

307


Mümkün... Neden olmasın? İsmi de Yeşil Irmaklara Karanfilli Bir Türkü. Ama her ne hikmetse bir türlü bitmiyor. Bitmek istemiyorum diyor, inat ediyor. Bazen böyle zor doğumlar oluyor. İnşaallah aşk hikâyelerinden sonra, önce tabii Ağrılar var biliyorsunuz, şiirler de gözükebilir. O zamana kadar belki muhasebelerimiz değişir ama bakalım zaman ne gösterecek. Umumî edebiyat dünyasına girmek istiyorum biraz. Türkiye’deki yazın hayatının durumu nedir şu an sizce? Ben buna şiirden gireyim. Belli başlı şairler dışında, genç kuşaktan pek ümitvar değilim. Şundan dolayı, çünkü bir ara nesil yaşanıyor şiir adına. Herkes için söylemiyorum tabii bunu. Çok kolay yayınlama imkânları ve çok kolay yazma gibi bir durum söz konusu. Bir şiirsizlik var aslında. İmge, şiiri idare eden asıl unsur hâline geldi. Oysa imge bilinmeyen bir şey değildi. İmge Hoca Dehhanî’de de vardır, Âşık Çelebi’de de vardır, Fuzûlî’de de vardır, Nef ’î’de de vardır, Şeyhülislâm Yahya Efendi’de de vardır. Yani bizim gelenekli edebiyatımız olan Divan edebiyatımızda, Halk edebiyatımızda ve şifahi edebiyatımızda zaten var olan bir şeyden bahsediyoruz. Bugün bizim –böyle bir tasnife inanmamakla beraber– müslüman şairler dediğimiz şairler bile Batılı anlamda şiirler yazıyorlar ve kendi klasik formlarımıza, klasik dönemlerimize ait pek az şey buluyoruz ve belki de bu yüzden beceremiyoruz. Necip Fazıl’ların, Ahmet Muhip Dıranas’ların, Cahit Sıtkı’ların ve bu gibi imzaların olduğu kuşaklar da geçti ve cılız bir kuşak geldi. İşte bu ara kuşak geçtikten sonra ancak ümitvar olabiliriz. Ama hikâyede böyle değil, romanda böyle değil. Hikâye ve romanda daha umutluyum. Müslüman şairlerin Batı tarzında şiir yazdıklarından bahsettiniz. Bu onların kendi şiirlerine ilgi duymamalarından mı kaynaklanıyor? Yoksa bir bilgisizlik midir söz konusu olan? Veya kendi dünyalarından bir kopuş mu var? Ben size bir şey söyleyeyim. Bu dönemde bunu çok duyarsınız belki edebî sohbetlerde. Kimse gazel yazmak zorun308

Hayy’dan Hû’ya


da değil gibi beylik ve ne anlama geldiği belli olmayan bir takım laflar edilir ama –bir rüşvet-i kelam olarak söylemiyorum– Zemçi Çetinkaya diye bir şair var. Siz Kafdağı’nda da şiirlerini yayınladınız. Basbayağı gazel yazıyor. Ama bir başka şair, burada çekinmeden söylüyorum, İsmet Özel, naat yazıyor veya münacaat yazıyor. Bakıyorsunuz münacaatta olması gereken hiçbir unsur yok; İsmet Özel’in ben’i var. Oysa münacaatta Allah-ü Teala celle celalühü hazretleri ululanır. O övülür. Ama İsmet Özel’in münacaatına baktığınız zaman -ki münacaat demez, münacat der- kendisini görüyorsunuz. Rabb’ül Âlemîn’in özelliklerinden çok İsmet Özel’in kendi bir takım şeylerini görüyorsunuz. Beni ölürmedin, beni öldürebilirdin, ama işte yaşıyorum, şu şekilde yaşıyorum gibi. Bu münacaat olmuyor. Bu insanların, bunu gerçekten inanarak söylüyorum, ister yetişkin olsunlar ister olmasınlar, bizim gelenekli edebiyatımızı harmanlamaları lâzım. Divan edebiyatı bilgisini alabilecekleri Agâh Sırrı Levend’in kitabını alıp okusunlar. Gazel neymiş, musammat neymiş, müstezad neymiş, kasîde neymiş, bunları bir okusunlar, haa bunlar da varmış desinler; ondan sonra oturup şiirlerini yazsınlar. Ben demiyorum ki illâ heceyle veya aruzla yazılsın; pekâla serbest vezinle de bu tür şeyler yapılabilir. Attilâ İlhan’da bunun örneklerini görebiliyoruz meselâ. Attilâ İlhan’ın yaslandığı kaynak bizim gelenekli edebiyatımız olduğu için böyle çok güzel şiirler yazabiliyor. Mesela Pia diye bir şiiri vardır ve o aslında Nedim’in «Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içre Nedîm/Bir perî-sûret görünmüş, bir hâyâl olmuş sana.» beytinden ilham alır. Attilâ İlhan ne diyor yüzyıllar sonra Pia şiirinde? «ben bir şehre geldiğim vakit / o başka bir şehre gitmese». Yani bulunmayan kadın, bilinmeyen kadın; içimizdeki kadın. Nedim bunu iki beyitle ifade ediyor, Attilâ İlhan bundan aldığı ilhamla daha büyük, daha geniş, güzel bir şiir çıkartıyor ortaya. Yani biz kendi kaynaklarımızı bilmiyoruz ama Eliot’ı biliyoruz veya modern döneme ait başka imzaları biliyoruz ve onları takNusret Özcan

309


lit ediyoruz. Ne yazık ki böyle. Hatta çok ileri gitmek istemiyorum ama, büyük isimler de aynı handikapa düşüyorlar. Bir tanesi mesela Eliot’ı taklit ediyor, şimdi ismini vermek istemiyorum, o nasıl hristiyanî bir mitoloji kurmak istiyorsa bizim bu üstad denilen şairimiz de -ki burada Necip Fazıl’ı kastetmiyorum- müslüman mitolojisi kurmaya çalışıyor. Bu basbayağı Eliot’tan aparılma bir şey. Bu şairimiz de özellikle müslüman edebiyatçılar tarafından yere göğe koyulmuyor. Bu doğru değil. Bir dönem Ziya Gökalp’in Emile Durkheim’dan devşirdiği düşüncelerle Türk düşüncesi oluşturmaya çalışması gibi bir şey bu. Çok güzel. Aynen bu. Efendim çok teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim. Alman-Türk Televizyonu, Berlin, Nisan 1998

310

Hayy’dan Hû’ya


“Aşklarımdan En Önemlisi” Söyleşi: Gülcan TEZCAN

Orhan Pamuk’un gençliğinin geçtiği İstanbul’u kaleme alması okurdan daha çok “magazinel” anlamda bir ilgi gördü. Oysa yirmi-otuz yıl öncesinin İstanbul’u; hem gençler hem de o günlere tanıklık edenlerce büyük bir “hasretle” yâd ediliyor. Dünyanın belki de en hızlı “değişen” şehri: İstanbul. Ama her haliyle “farkında olanları” kendine aşık edecek kadar da güzel, çekici ve albenili. Belki bu yüzden İstanbul üzerine söz söylemek de kaçınılmaz oluyor kalem erbabı için. “İstanbul benim bahtım” diyen gazeteci-yazar Nusret Özcan da İstanbul’a dair şahitliklerini Sokak Sesleri’nde bir araya getirdi. Biz de kitabından yola çıkarak Özcan’la İstanbul’un neden baş belası bir sevgili olduğunu ve şehirdeki baş döndüren değişimin sebeplerini konuştuk. - Söze başlarken bize bir ehl-i dil, ehl-i gönül olarak İstanbul’u tarif etmenizi istesek... - İstanbul herşeyden önce benim varoluş maceramın başladığı yer olarak ürpertiyor beni... Kendimi çok şanslı kullardan addediyorum... İstanbul’u tarif etmeye kalktığımda bir tek şey çıkmıyor karşıma... İstanbul kâh bir anne sıcaklığı ile kucakladı beni, kâh insanın soluğunu keserek kalbini titreten, muhteşem olduğu kadar cezbedici, kendisine ram olduNusret Özcan

311


ğum bir kadın gibi sarstı... Zaman zaman en sadık arkadaşım, ara ara sessiz sözsüz konuşmalarıyla hayat hakkında çarpıcı şeyler anlatan bir bilge... Bazen baştan başa tevekkül ve tefekkür... Velhasılı İstanbul pırıltısını sürekli zenginleştiren bir şey benim için... Topkapı Sarayı’nı gören evimin penceresinden her gece baktığımda karşıma çıkan o müthiş manzara, bende hep karanlığa asılı bir elmas hissi uyandırmıştır... Muazzam ve görkemli bir maziyle birlikte tarihimi, yurdumu, dilimi, kısacası “hayatımı” duyduğum bir şehirde yaşamanın saadeti kuşatıyor beni... İç âlemime denk tek mekân olarak İstanbul’u tarif etmek yetmiyor doğrusu... Ne desem eksik kalıyor... Aşklarımdan en önemlisi ama... - İstanbul’un geçmiş zamanlarından söz edilirken sürekli “eski” sıfatı kullanılıyor. İstanbul eskir mi sahi? - Bu eski sıfatını kullananlar tahkir için kullanmıyorlar bunu... Belki âsûde zamanları ihsas ettirmek için, belki değişimle gelinen menfi hali işaretlemek için kullanıyorlar çoğu kere... Zamana karşı direnmek maddi anlamda mümkün değil... Bu anlamda ne eskimez ki!.. Bizler hep zamanın ucunda yaşadığımız için, geçmişi yüklenmiş ve geleceğe açık olarak sürdürüyoruz hayatı... Zamanın dairesi bu şekilde işliyor... Ruhi zaman açısından İstanbul’da bazı şeyler eskiyor ama yaratılış sürekli yenilendiği için de eskimiyor tabii ki… O kendini bir şekilde tazelemeyi biliyor... Aslında eski dediğimiz zamanlar da onlardan daha eski zamanların yenisiydi... Böyle de gidecek bu... İstanbul da bu manada yenileniyor... Her eski ve her yeni güzel değil elbette... İstenen şey güzelliklerin sürmesi... “Eski” bir bakıma kıymetli anlamına geldiği için İstanbul’un bundan rahatsız olabileceğini düşünmüyorum. Üzücü olan şey eski güzellikleri yeni zamanlara taşıyamamak... - Yirmi, otuz yıl öncesinin İstanbul’unda varolan sadelik ve mütevazılık üzerine kurulu hayatlar niye bu kadar uzağımızda şimdi? 312

Hayy’dan Hû’ya


- Bizim belirleyemeyeceğimiz, önüne geçemeyeceğimiz ifademi mazur görün- çıldıran ve çıldırtan bir değişme var hayatımızda... Çok değil de, yirmi, otuz yıl öncesinin sadelik ve mutevazılığı diyorsunuz... İnsanların günümüzden çok çok sahici ilişkiler yumağı içinde olduğu demler... Apartmanların çoğalmadığı... Müstakil ev tabir ettiğimiz bahçeli, nohut oda bakla sofa evler... Bilemedin en kabası iki katlı olurdu... Apartmanlar vardı ama henüz komşuluk, yardımlaşma, birlik ve beraberlik de vardı... Bütün sokak, bütün mahalle birbirinin derdiyle ve neşesiyle hemhal olurdu... Apartmanlar çoğaldı, göçler çoğaldı, sanayi mahalleleri çoğaldı ve müthiş bir gecekondulaşma ile birlikte insanlar birbirlerinden öyle bir koptular ki ilişkileri aralandı... Birlik ve beraberlik bozuldu... Mahalle ve sokağa ait olma kalmadı hayatımızda... Bu yüzden de o günleri gören yoksul ve dünümüze göre daha sade yaşayan bizler, o günleri böyle yâd eder olduk... O günleri yaşayamayanların böyle bir yakınması da yok zaten... Onlar yaşadıklarının da farkında değiller... Baksanıza İstanbul neredeyse bir suç şehri olmaya doğru gidiyor... Hızlı değişimin açtığı büyük bir yara bu... Kısa zaman içinde yaşanan bu hızlı değişimle uzaklaştık o sadelik ve mütevazılıktan... Yeniye budalaca tutkunluk, asırların tecrübesine yer bırakmadı... Yeni o yüzden küstah, edepsiz ve donuk... - Şehir neden hızla tükendi, tüketildi size göre? - Sadece maddi imkânların gelişmesini isteyen nankör insanlar yüzünden... Bunlar belki bunu bilmeden yaptılar ama zehir dolu bir bardağı bilmeden içen bir insanın ölmesinin mukadder oluşu gibi, öldürdüler şehrimizi... Betonlaşma, aşırı göç, sanayileşmenin getirdiği yıkıcılık, kıyıcılık, günü kurtarma kaygısı, şuursuzluk ve maddileşme el ele vererek işlediler bu cinayeti... Fakat olan oldu... Maddi refah uğruna nice güzellikler çıktı elden. Bu mesele etrafında verilecek misaller kitapları doldurur.. Ben en önemli tükeniş sebebini, bütün bunlardan daha çok, ehlince malum olan iradeler tarafından bir şekilde İstanbul’dan ve İstanbul’un temsil ettiği ruhtan intikam alınması olarak belirtmek isterim... CinayetNusret Özcan

313


lerinden saadet duyarak yaptılar bunu... Fakat İstanbul bunları hafızasına aldı... - İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbulluluk bilinci oluşturmak için birtakım çalışmalar yapıyor. İnsanlar yaşadıkları şehrin farkında değil mi ve İstanbullu olmak böylesi öğretilebilir birşey midir? - Refik Halid Karay’ın Sürgün isimli bir eseri var... Kendi hayatından birçok şey taşıyan bir eser... Bu romanda kahramanımız, Arap ülkelerinden birinde, Türkçe konuştuğu esnada İstanbul, üstelik de İstanbul’un Samatya semtinden olduğunu tahmin ettiği bir kadının konuşmasını işitir... İnsana “pes doğrusu” dedirtecek kadar güzel bir teferruat değil mi? Bırakın bir şehri, şehrin bir semtine has bir konuşmayı yakalayan bir kulak hassasiyetini görüyoruz bu satırlarda... Artık o nasıl bir vasıfsa insana bunu söyletebiliyor... Ve tahmin ettiği gibi de çıkıyor... İstanbulluluk illa ki bu şehirde doğmak, büyümek ve yaşamak değil elbette... Sonradan İstanbullu olanların bu şehre ait olması gerekiyor... Bu ait oluş, belki İstanbul’dan mesafelerce ötede doğmuş biri olarak da mümkün... O ruhu, o iklimi yaşamakla ilgili... Mesleğim icabı birçok insanla tanışıyorum... Bunların bir kısmı İstanbul’a sonradan gelmiş kişiler... Onların hemen hepsi, artık İstanbul’dan başka bir şehirde yaşayamayacaklarını belirtiyor... Bu, İstanbul’un büyüsünden olsa gerek... Bu insanların çoğu İstanbul’u sahiplenmiş ve burada yaşamayı hiçbir şeye değişmeyen insanlar... Eskiden göçler olurdu. Köyünden, kasabasından veya şehrinden gelen bir nice Anadolulu İstanbul’un herhangi bir semtine taşınır ve hayatını devam ettirirdi. Fakat İstanbul’un o semtine gelen bu insancıklar o sokak ve mahalle tarafından kendisine benzetilirdi. Yani kendi görgüsünü, kendi edebini verirdi o yeni misafirlere ve onlar da alırdı bunu. Ama sonraları bu böyle gitmedi. Olduğu gibi köyler kalktı geldi İstanbul’un varoşlarına ve o köylülüğü sürdürdü burada in314

Hayy’dan Hû’ya


sanlar. O dönem bu insanlara ilişkin bir şeyler yapılabilirdi ama şimdi artık çok geç. Bunları o insanları suçlamak için söylemiyorum. Zira bu öyle akıl almaz bir şeydi ki o zamanlar önüne geçilemezdi. Bu kıyıcılık aslında Anadolu’nun diğer şehirleri için de hâlâ geçerli… Bir şehre ait olmanın öğretimle ilgili birtakım yönleri olabilir ama herşeyden önce o insanın kendini o şehre ait hissetmesi gerekiyor. Kendini buraya ait hisseden, buraya gelmeden de İstanbullu olurken, buraya geldiği halde kendini buraya ait hissetmeyenler de olabilir... Belediye’nin işi zor... - İstanbul’u bu kadar çok sevdiğinizi ve sizin için vazgeçilmez olduğunu ilk ne zaman fark ettiniz? İstanbul’un vazgeçilmezliğini ilk defa ciddi bir İstanbul ayrılığı yaşadığımda fark ettim. Bu ayrılık askerlik vesilesiyle olmuştu. Ondan ayrılış çok etkilemişti beni. O güne kadar ayrılabileceğimi hiç düşünmemiştim. Hiç aklıma gelmemişti. İznimi kullanmak için dönerken İstanbul’u gördüğümde boğazıma bir şeyler düğümlendiğini gayet iyi hatırlıyorum... Otobüs fazla kalabalık değildi çok şükür... Ağlayarak kavuştuk birbirimize... -Şairin “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” dediği İstanbul’da sizin semtleriniz hangileri? - Başta Eyüp geliyor... Sonra Fatih. Ardından Beyazıt, Sultanahmet. Zaten buralarda şekillendim ben. Karşıda bir Üsküdar... Boğaz’da Beylerbeyi, Çengelköy, Beykoz. Boğaz’ın bu yakasında ise Arnavutköy, Emirgan. Fakat benim asıl semtlerim Eyüp ile Fatih... Bu iki semtin bendeki yerleri bambaşka. Birçok yönüyle ve hayatıma işleyişleri bakımından ayrıcalıklarını her zaman koruyacaklar.. - Şairlerden söz açılmışken İstanbul üzerine şiir yazan kalem erbabının hemen hepsi İstanbul’u kadına benzetir. Şehirlerin bu anlamda müşahhaslaştırılmasını siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Nusret Özcan

315


- Şairler İstanbul’u kadına benzeterek çok iyi yapıyorlar... Zira güzellik denilince eşref-i mahlukatta kadın güzelliği gelir akla... Erkekler için güzel ifadesi pek kullanılmaz... Onlar için yakışıklı sözcüğü seçilir... Bir de; kadında, yüz güzelliği ile birlikte, kadınlık büyüsü diyebileceğimiz diğer etkileyici hususiyetler de seviliyor. Sevgili güzel ve efsunlu olduğu için bu benzetme yapılıyor. Bir de belki İstanbul üzerine şiir yazanların çoğu erkek olduğu için bu benzetme. Ben de sizin ilk sorunuza verdiğim cevapta onu âşık olunan bir kadına benzettim. Bu böyle. Şehirleri müşahhaslaştırmak sadece onda yaşayanlarla ilgili olmasa gerek, onların yapıları ve tarihleri ile de ilgili herhalde. Bazı şehirler de erkek sıfatlı olabilir... Veya dişi ve erkekten farklı bir sıfatı hak edebilir... Müşahhaslaştırma insanın fıtratında var. Mesela bana sorsanız Edirne ve Amasya şehzade bir şehir iken, Bursa, Konya, Manisa mürşid-i kâmil şehirlerimiz... Çanakkale ve Erzurum yiğit... Uşak, Burdur ve Gümüşhane mütevazı diye sıralarım… - Sokak Sesleri’ni bititirken İstanbul için “... çılgın ve tam baş belası bir sevgilidir bu İstanbul” diyorsunuz. Niye baş belası? - Bu gerçekten böyle ama... Çılgınlığı birçok ucu bir arada barındırmasından ve her an, hiç beklemediğiniz bir şeyle karışlaşabilecek olmak gibi bir olağanüstü tarafı bulunmasından kaynaklanıyor. Ayrıca sizi kanatlandıracak birçok şeye sahip... Herhangi bir sokağının bir köşesini döner dönmez karşınıza ne çıkacağını kestiremezsiniz. Bir cinayetle de karşılaşabilirsiniz, bir sevda ile de. Bir faciaya üzülürken, kahkahaya boğacak kadar muzip bir hadise vuku bulabilir. Çılgınlığı burada. Tam baş belası olması ise şöyle; Bu nasıl şehirdir ki nereye giderseniz gidin ondan kurtulamıyorsunuz. Her yeri onunla kıyas ediyorsunuz ve elbette bulamıyorsunuz. Hep onu arıyorsunuz... Kıskanç ve başkasına müsaade etmeyen bir bela değil de ne? Eh yeri geldi şimdi de ben bir soru sorayım size. Siz gittiğiniz yerde kurtulabildiniz mi İstanbul’dan?... 316

Hayy’dan Hû’ya


- Televizyonlarda dönem dönem ekrana gelen “mahalle dizileri” her seferinde çok yüksek ratingler alıyor. İnsanların bu kadar özledikleri bir yaşamdan uzak durmalarının sebebi nedir? - Bunu bir bakıma şehir nasıl tüketildi sorusunda açıkladık gibi. Şöyle ki, insanlar farkında olarak veya olmayarak değiştirdikleri veya değiştirmek mecburiyetinde kaldıkları, bıraktıkları güzellikleri fark ettiler ama iş işten geçti… Şimdi sadece hatırlamak kaldı geriye... O giden güzel günlerde nelere malik olduklarını ve şimdi nelerden mahrum olduklarını anlıyorlar. O günler ve o şartlara dönmenin imkânsız bir tarafı var. İşte bu imkânsızlık bu hasreti daha yakıcı kılıyor. Belki bir gün, bu kalabalığı ve bu insan hayatını imhaya yönelik yaşam tarzını değiştirirse o günleri tekrar yakalayabilir. Ama bu çok zor... Zira günümüzdeki şartlar o hayata izin vermiyor. Belki insanları kendi halinde bıraksalar o tür bir hayatı yeniden kuracak ama mevcut iktisadi, içtimai ve diğer şartlar buna izin vermiyor.. - Eski İstanbul’u özleyenler, yitirilenlerin suçlusu olarak nüfus artısını ve göçü gerekçe gösteriyorlar. Yirmi, otuz yıl öncesi de İstanbul göç almıyor muydu? Şehir kalabalıklaştığı için mi ilişkiler bozuldu? - Yitirilenlerin suçlusu ne yazık ki bence de bu nüfus artışı ve göç... Kalabalıklaşma bozulmayı beraberinde getirir… Herşeyde böyledir bu. Sıradanlaşır ve farkların ehemmiyeti kalmaz. Herkes ve herşey aynılaşmaya, seri malı olmaya başlar. Göç meselesine gelince; elbette o zamanlar da göç alıyordu İstanbul ama o aldığı göçler bu hale getirdi… Ben bunları, suçlamak için söylemiyorum. Bu göçe karşı koyulamazdı. İnsanlar fakr u zaruretten geldiler buraya. Fakat kabul edelim ki İstanbul’u çok hor kullandılar. Bu hâlâ da devam ediyor… - İstanbul üzerine yazmaya devam edecek misiniz? Şu an tezgâhta neler var? - Yaşadıkça İstanbul üzerine yazacağım herhalde! Tezgâhta Leyla ile Mecnun var... Kafdağı, Sayı 57, 2004 Nusret Özcan

317


Şamil Kucur, Saim Güney, Nusret Özcan, Ramazan Çavuş, Hamit Can, Hakkı Yanık, Ali Teker, Mehmet Şeker ve Harun Bahçıvan Yeni Şafak’ta bir çay sohbetinde

318

Hayy’dan Hû’ya


“Belalı Sevgilim İstanbul” Söyleşi: Hakkı YANIK

Dostları tarafından “Ne zaman çıkacak bu kitap” diye başının eti yenen gazeteci yazar Nusret Özcan, nihayet “kendini oluşturan sesler”i kitaplaştırdı. Özcan’la “ruh ve madde mekânı Eyüp”ü ve “belalı”sı İstanbul’u resmettiği kitabı Sokak Sesleri üzerine konuştuk. Sokak Sesleri’nin doğum sancılarına yakından şahit olmuş biri olarak sormak istiyorum: Evlat sevinci gibi değil mi? Bir şeyin ortaya çıkması, bünyeleşmesi ve hayatınıza katılması anlamına evet. Zevkle yazdığım şeylerin kitap olarak vücut bulması oldukça sevindirici. Kitaptan haberdar olan dostlarım “Ne zaman?” diye benim başımın etini yedikçe ben kahroluyordum fakat bir şey söyleyemiyordum. Sonunda Timaş Yayınları’nın gösterdiği teveccühle ortaya çıktı. Şimdi keyfini sürüyoruz... Keyfini sürüyoruz diyorum; çünkü o “Ne zaman?” diye başımın etini yiyenler de epey memnun kaldı. Kitabınızda yer alan bazı bölümler 2001-2002 yılı içerisinde tadımlık olarak Dergibi’de yayınlanmış ve büyük Nusret Özcan

319


ilgi görmüştü. Hatta birçok yayın tarafından da alıntılanmıştı. Sokak Sesleri’ni kitaplaştırmak fikri nasıl oluştu? Dergibi’de yayınlanan bölümleri ve diğer yayın organlarında yayınlanan bazı bölümleri, çeşitli özel radyo programlarında da kullanıldı. Bunlardan çok geç haberim oldu. Bunu şikâyet babında söylemiyorum. Bazı özel radyolarda yayınlandığını yaklaşık bir sene kadar sonra öğrendim. Bir gün “Dut Ye Bal Ye!” bölümü için de bir yazar arkadaş aradı. İstanbul’un sebze ve meyveleri ile ilgili bir çalışma yaptığını ve eğer müsaade edersem, bu bölümü hazırladığı kitaba alacağını söyledi. O kitap yayınlandı mı bilmiyorum. “Gazyağı Saltanatı” bölümüyle yine bir özel radyo ilgilenmişti. Bunlar sevindirici gelişmelerdi. Sevgili Mehmet Şeker köşesinde sık sık bu çalışmadan bahseden yazılar yazdı. Yazılar kitaplaşınca da uzun bir yazı yayınladı. Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Çünkü ben metinleri yazdıkça, Mehmet Şeker’e gösteriyordum. Bazı zamanlar ise Fikri Cumhur’un başını ağrıtıyordum. Kitaplaşma serüveninin yakın şahitleri bu iki kardeşim oldu. Kitaplaştırma fikri bu metinler bir iki yayınlandıkça ve İstanbul ile ilgili yazılar istendikçe oluştu. “Yahu şunu anlattık ama bu da var” dedikçe birikti. Yazı yazıyı doğurdu ve kitap oluştu. Sokak Sesleri’ni okurken sanki sokaklardaki o cıvıl cıvıl sesleri duyar gibi oluyoruz. Bize bunu hissettiriyorsunuz. Hâlâ var mı sokaklarda o eski sesler? Bazıları tamamen kayboldu, bazıları değişerek yankılarını sürdürüyor. Mesela çocuklar yine çığlık çığlığa, hür ve mesrur bir şekilde hususiyetle yaz aylarının akşamüstlerini bir şenliğe çeviriyor. Fakat çoğu geçmişte soluk fotoğraflar olarak kaldı. Şimdiki çocukların ve büyüklerin mahrum olduğu bazı seslerin artık duyulmaması, duyulamaması ‘modern dünya’nın ortadan kaldırdığı birçok güzelliğimizin kaybolması demek; bu seslerin hatırı sayılır bir miktarı artık yok hayatımızda. Herhalde bir daha da girmeyecek hayatımıza... Acı veren tarafı bu... 320

Hayy’dan Hû’ya


Türkiye’nin İstanbul’unda, İstanbul’un da Eyyüb Sultan’ın istirahatgâhı Eyüp’ünde dünyaya geldiniz. Doğma büyüme İstanbullu olmakla mesela Ankaralı olmak arasında ne fark var? Ankara’ya her gittiğimde işim biter bitmez kendimi otogarda buldum hep. Yaklaşık 20-25 defa çeşitli vesilelerle gittiğimde hiç rahat edemedim. Nasıl bir şehir Ankara? Ankaralı hiç olmadığım için buna cevap vermem de kolay olmayacak. Ankaralı insanlarımızı da incitmek istemem. Ankara’da benim bir tarihim olmadı. Orada yaşamadığım için böyle bir kıyas yapma imkânım da yok. Orada yaşasaydım bu kıyası yapmak mümkündü fakat bu şartlarda bu kıyası yapamıyorum. Bir de İstanbul’u seviyor olmak, bir başka şehre veya şehirlere karşı olmayı gerektirmiyor. Orada da hiç şüphesiz bizim göremediğimiz, yaşayamadığımız güzellikler vardır mutlaka... İstanbul’a dönecek olursak; İstanbul’daki hareketliliğin dünyanın bir başka şehrinde olacağını tahmin etmiyorum. İstanbul’da her an yeni ve çılgın bir şeyler olabilir. Sadece Ankara değil de diğer şehirleri de katarak söyleyecek olursak, İstanbul tarifi kolay kolay yapılamayacak bir şehir. Efsunlu, hırçın, cazibeli, netameli, belalı, cezbedici... Bu sıfatları daha da çoğaltabilirsiniz… Diğer şehirlerde olmayan birçok şey var onda... Hadîs-i Şerîf ’e mazhar oluşuna bağlıyorum ben bunu. Payitaht oluşuna... Osmanlı’nın en büyük mührü oluşuna ve tabii konumuna... Boğaz’ı, Haliç’i, tarihi ve arı oğulu gibi sürekli hareketli oluşuna... İstanbul’un düzensiz oluşundan bahsedenler bence haksızlık ediyor... Zira o keşmekeş ve karmaşa gibi görünen şey hareketin, dinamizmin olduğunu gösteriyor. Ayrıca düzenlilik her zaman iyi bir şey mi ki? Ramazan her sene aynı günlere gelmiyor; vakit namazları, hac aynı zamanda eda edilmiyor. Düzenlilik, gerektiğinde iyidir. Siz tahini önce, pekmezi sonra yerseniz tahinli pekmez yemiş olmazsınız. İkisinin bir arada oluşturduğu lezzet, kıvamınca birbiriyle karışmasıyla ortaya Nusret Özcan

321


çıkıyor. İstanbul herşeyden öte, muazzam ve muhteşem bir şehir... Sayfaları aralarken, eski günlere duyulan özlemimiz artıyor. Buruk duygular yaşamamıza neden oluyor kitap. Eskiyle bugünü mukayese edersek ne değişti yahut ne değişmedi? Eski günlere duyulan özlem; eski güzelliklere duyulan özlem anlamına alıyorum ben bunu. Zira geçmişte yaşanılan kötü şeyler de var hiç şüphesiz. Dikkat edilirse onlar anlatılmıyor. Belki de anlatılması gerekmediği için. Eski güzellikler derken de, eskiden hayatımızı bize duyuran birçok şeyden bahsetmiş oluyoruz. Gittikçe betonlaşmak, ilişkileri tüketmek; ilişkilerdeki sıcaklığın, samimiyetin, muhabbetin artık kalmayışı hangi çağda olursa olsun kötü bir şey. Çokça duyduğumuz bir şey; apartmanlarda oturanların birbirlerini tanımadığını, yardımlaşmanın, komşuluk ilişkilerinin kalmadığını söyleyerek yakınıyor insanlar. Niye? Hayatı ortadan kaldıran bir ilişkiler yumağı içinde yaşıyoruz da ondan. Bırakın başkalarını, siz söyleyin bana... Akrabalarınızdan hangisini en son ne zaman ziyaret ettiniz ve bu ziyaretleriniz hangi sıklıkta devam ediyor. Modern hayat sizi öyle sunî şeylerle meşgul ediyor ki siz hayatın ârazı olan çalışmayla geçiriyorsunuz ömrünüzü. Oysa hayat sadece çalışmak, para kazanmak, eve birkaç eşya daha almak değildir. Çoğu insanımız böyle ama... Sabah alacalarında yollara dökülen insanlar geç vakitlere kadar çalışıyor ve bir külçe gibi dönüyor evlerine... Günlerce, aylarca, yıllarca sürüyor bu. Haftada bir gün istirahat, zaten beyni ve bedeni pestile dönmüş insanlar için yetmiyor. Yıllık iznini kullanacak olanları da maddi sıkıntılar bekliyor. Çalışmak kutsanıyor... Çalışmak kutsandıkça köleler haline geliyorsunuz... Çünkü ekonomik bağımsızlığa kavuşup kendinize ve hayatınızın asıl vazgeçilmezlerine vakit de ayıramıyorsunuz... Neşesiz, dostsuz, akrabasız, halleşmesiz, dertleşmesiz sadece ve sadece para kazanıp ihtiyaç gidermeye 322

Hayy’dan Hû’ya


çalışan birileri olup çıkıyorsunuz. Bu size hayatı duyurmak için yeterli değil. Üstelik iyi para da kazanmıyor insanımız. Hayatını duymuyor, duyuramıyor. Bütün bunalım bundan. Eskiden fakirlik fukaralık vardı ama insanlar daha mutluydu. Şimdi “amok koşucusu” gibi, sadece para kazanmak için yaşıyor insanlar. Kutsalını yitirdi. Tam istenilen gibi oldu yani; homo economicus. Üstelik bu marazi durum İstanbul’a da sirayet etti. İstanbul’un insanı kirlendikçe İstanbul da kirletilmiş oluyor. O yüzden birbirinden kopuk bir yığın insan aslında hayatlarını tüketiyor. Yardımlaşmanın, dayanışmanın, paylaşmanın çok uzağındayız ne yazık ki! Yakın geçmişte İstanbul’da yaşanan hayatı fotoğraflayan bir kitap Sokak Sesleri. Devamı gelecek mi? İnşallah gelir. Bana sanki daha yazılmamış birçok şey kaldı gibi geliyor. Zaten kitabın “Cümle Kapısı”nda söylediğim gibi, birçok şey beni rahatsız edip yeni çalışmalara itebilir. Bunun gizliden gizliye oluştuğunu söyleyebilirim. Bu kitapta olmayan birçok şeyden birkaçı için başlıklar bile belirdi. “Baba Ocağı Ana Kucağı”, “Tuhafiye Dükkanı” bunlardan birkaçı ama öyle hemen yazılacağa benzemiyor. Zira sırada bir başka çalışma var... Şimdilik onunla meşgulüm... Hem de oldukça keyif aldığım bir çalışma bu... Bu kitap çocukluğunuzun bir masal zenginliği içinde geçtiğini gösteriyor. Bugünkü çocukların yaşadığı devirle o “âsude” devri kıyaslarsanız nasıl bir sonuca varırsınız? Masallar bitti mi? Eyüp... Benim çocukluğumun Eyüp’ü çok değişti... O’nda da bu betonlaşmanın ve apartmanlaşmanın getirdiği birçok mesele var... O zamanlar Eyüp’te Türkiye’nin dört bir yanından insanlar vardı. Bırakın Türkiye’yi, bir zamanlar bizim olan Yugoslavya, Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinden gelen insanlarımız da vardı. Şimdiki tabirle tam bir kültür mozayiği cinsinden bir beraberlik... Yugoslavya göçmenlerinin konuşmaları, düğünleri, kadınlarının süslenmeleri bize o uzak coğrafyalarımızdan bir şeyler taşırdı... Hayatımızda Nusret Özcan

323


henüz zencilerimiz vardı... Karadenizlilerin mısır ekmeği, kemençesi, atışmaları, kavgaları, hırçınlıkları, sevecenlikleri, Türkçeleri... Doğulu vatandaşlarımızın o engin vurdumduymazlıkları, bizi yadırgatan davranışları ve lehçeleri… Orta Anadolu’dan gelenlerin neşeleri, patavatsızlıkları, incelikleri vesaire... Çingene vatandaşlarımızı da eklersek bunlara, varın siz hesap edin rengin tonlarını... Bunlara bir de İstanbul’da ne zamandır yaşayan ve Osmanlı’dan kalan edep ve görgüyü yaşatan insanlarımızı katın. Çerkez, Azeri, Laz, Kürt, Abaza, Gürcü, Arnavut, Boşnak, Arap, Zenci, Pomak gibi müslümanlar yanında, Ermeni, Rum, Yahudi hatta ve hatta Alman vatandaşlarımızla birlikte yaşadık biz. Bütün bu unsurların konuşmaları, âdetleri, davranışları, merasimleri bir şekilde bilinir ve ayrı bir çeşni katardı hayatımıza... Rum ve Ermeni arkadaşları olurdu insanların, komşularımızdı onlar bizim. Ölümlerde, mevlitlerde onlar da gelir, taziyelerini bildirir ve annelerimizle birlikte hüzünlenir, ağlarlardı. Düğünlerde onlar da neşelenirlerdi. Bizler de onların ölümlerinde ve düğünlerinde bulunurduk. Heybeliada’ya gittiğimiz zaman Rum kadınları anneme bizler için çeşitli tavsiyelerde bulunur, kimse kimseyi yadırgamazdı. Bu eski İstanbullular bu yeni gelenleri kendilerine benzetirdi. Gelenler geldikleri gibi kalmazdı. Değişir ve İstanbullu olurdu artık. Şimdi öyle değil. Şimdi köyler kalkıp geliyor ve geldiği gibi kalmak istiyor. İstanbulluluk bunun için kayboluyor. Bütün bu insanların çocukları aynı sokakta oynardı. Üstelik bizim oyunlarımız, bizim icat kabiliyetimizi geliştiren oyunlardı. Onlar hem bedenimizi hem aklımızı geliştirirdi. Öyle logolar, atariler ve adını bilmediğim oyunlarda olduğu gibi bir “belirlenmişlik” yoktu. Keşif kabiliyetini, icat kabiliyetini zenginleştirirdi oyunlarımız. Kuralları çocuklar kendileri koyardı. Her mahalle, her semt bildik bir oyuna kendi rengini katardı. O oyunu zenginleştirirdi. 324

Hayy’dan Hû’ya


Kitaplardan öğrendiklerimizi birbirimize aktarır ve hayatımıza katmaya çalışırdık. Hep bir şeyler olmak isterdik. Büyüyünce faydalı birer insan olmak isterdik; öğretmen, mühendis, doktor gibi. Bunların bir kıymeti vardı. Tarihin, masalların, efsanelerin bir karşılığı vardı. Bizler de olmazı olur yapmaya çalışan kendi çapında kahramanlardık. Mahallelerimizde efsane insanlarımız vardı. Bu, gazi dedelerimiz olurdu, Fenerbahçe’de kalecilik yapacağı söylenen bir ağabeyimiz olurdu, hâfızlık yarışmasında birinci olan arkadaşımız olurdu, doktor çıkacağı söylenen komşu ablamız olurdu, Fransızların hayran kaldığı bir ustamız olurdu. Gece oturmalarında ne hayat hikâyeleri, ne olağanüstü maceralar dinlerdik! Oyunlar kurardık ve hayat gerçekten bizi meşgul ederdi. Şimdi öyle değil, oldukça durgun ve renksiz bir hayat bizimkisi. Bu yüzden yeni çocukların biraz şanssız olduğuna inanıyorum. Zira meçhulleri, olağanüstüne inançları yok. Masalları da yok herhalde. Kitabın sonundaki kısa metinler (fotoğraflarıyla beraber) dikkat çekiyor, nedir sırrı? Bu bölümün kitaba girmesine vesile olanlar sevgili dostlarım Ayşe Kalyoncu Hanımefendi ve Fikri Cumhur Beyefendi’dir. Bu albüm bölümü bir anlamda akide şekeri gibi oldu. Fotoğrafları bir şekilde konuşturmak gerekti ve bu iki dostum “Haydi kolları sıva bakalım!” dediler ve hem onların hem de benim keyfettiğimiz bir bölüm çıktı ortaya. Okuyucunun da beğenmesi bu keyfi arttırıyor. Yankı bulmak çok güzel bir şey... Fakat bu bölümden en çok hoşnut olan Ayşe Kalyoncu Hanımefendi oldu. Doğrusu bunu da hak etti. Sokak Sesleri’ni bitirdiğimizde, bir iç çekiş ve ince bir sızı kaldı içimizde. Niyedir bu sızı? Bu iç çekiş ve sızı, bir daha asla geri gelmeyecek güzel zamanların sızısı. Kaybettiğimiz ve bir daha bulma ümidimizin olmadığı güzelliklerin sızısı. Onların kıymetini bileNusret Özcan

325


meyişimize yazıklanma... Onların yerini alan şeylerin bizde açtığı yaraların acısı olsa gerek... Sahici şeylerin yerine gelen sahtelerin kifayetsizliği gün gibi ortada; ve ne kadar yazık, ne kadar! Kendinizi bir yoklayın! Siz de geçmişin güzelliklerinin bir bir hayatımızdan sessiz sedasız ve vedasız çekilip gitmesine üzülmüyor musunuz? İşte bu bulunmaz güzelliklerin kaybıdır yüreğimizi burkan... Son sual “Bir ıssız adaya düşseniz yanınıza ne alırdınız?” türünden olsun. Eyüp ve İstanbul; külliyatlara sığmayacak bu iki “gözbebeğimizi” birer cümleyle anlatın desek. Eyüp; dünya maceramın başladığı, maneviyatımın, imanımın, kişiliğimin derinlemesine oluşmasına vesile olan övünç kaynağı ruh ve madde mekânı... İstanbul; yaşamak için başka hiçbir yeri düşündürtmeyecek kadar beni fena etmiş yurdum. Dergibi, 23 Nisan 2003

326

Hayy’dan Hû’ya


Mustafa Kutlu Kitabı’nın Öyküsü Söyleşi: Melih Bayram DEDE

Almanya’da Kemal Aykut yönetiminde yayınlanan Kafdağı dergisi için hazırlanan Mustafa Kutlu Dosyası, dergiye sığmayacak hacimde olunca, kitaplaştırılmış. Kitapta imzası bulunan iki isimden biri olan Nusret Özcan’la Mustafa Kutlu Kitabı’nın öyküsünü konuştuk. Mustafa Kutlu Kitabı fikri nasıl doğdu? Kafdağı Dergisi bildiğiniz gibi Almanya’da yayınlanan bir dergi. Kemal Aykut da Kafdağı’nın neredeyse her şeyi. Bir gün telefon görüşmemizde Kafdağı için Mustafa Kutlu dosyası hazırlamak gibi bir düşünce içinde olduğundan bahsetti. İyi olacağı kanaatimizi belirtince de kolları sıvayıp bu işe girişti. Bize de birtakım işler düştü ve biz de seve seve yaptık. Kısa ve özlücesi bu. Yani bu kitap aslında Kafdağı dergisi için hazırlanmış bir dosyadan doğdu. Kitap’ta yer alan yazılardan bir veya ikisi müstesna hiçbir yerde yayınlanmış değil. Kimlerin katkıları oldu? Kitapta yazıları yayınlanan edip, şair, araştırma görevlisi olan arkadaş ve hocalarımızın imzalarını biliyorsunuz. Bunların haricinde isimsiz kahramanları zikretmek gerekiyor herhalde. Önce ve illa ki Ömer Lekesiz… Bu kitabın ortaya çıkmasında önayak oldu. Daha sonra Nehir Yayınları’nın yöNusret Özcan

327


netmeni Süleyman Karababa’yı belirtmek gerek. Emeğinin manevi hakkını hemen teslim etmemiz gereken Engin Demir kardeşimizi de unutmamalıyız. Kitabın oluşum sürecinden biraz bahseder misiniz? İlk sorunun cevabında belirttiğim gibi Kafdağı dergisi için böyle bir dosya hazırlandı. Yalnız ne var ki bu dosya ilerledikçe hiç beklemediğimiz bir şey çıktı ortaya. Mustafa Kutlu dosyası için oldukça sevindirici bir yankıydı bu. Yazmaları için rica edilenler, büyük bir titizlikle çalışmalarını bitirip gönderiyor ve dosya gittikçe güzelleşiyordu. Kemal Aykut yine bir telefon görüşmemizde “Yahu bu dosyayı Kafdağı kaldıramayacak! Bu olsa olsa kitap olur.” dedi. Bu düşünce hiç de fena değildi. Fakat kim basacaktı? Bu problemi de bildiğim kadarıyla Ömer Lekesiz Beyefendi çözdü sağ olsun. Ömer Bey, Süleyman Karababa’ya rica ediyor ve Süleyman Bey de kitabı neşrediyor. Mustafa Kutlu çok renkli bir kişilik; onu anlatmak için neler yapılabilir? Sinema, televizyon, yayıncılık gibi alanlar dışında resim ile çok sıkı bir ilişkisi var. Hareket dergisinde Mustafa Ağabey’in Mim Kutlu imzalı birçok deseni var, şiirleri var; fakat Mustafa Ağabey bir ressam, bir çizer veya bir şair olarak ortaya çıkmış değil. O bize hikmetli hikâyeler söyleyen bir yazarımız. Mustafa Ağabey’in senaryoları da var. Mustafa Kutlu üzerine neler yapılabileceği konusunda bu hususiyetleri ile birlikte düşünmeli ve ona göre birşeyler yapmalı. Galiba Uzun Hikâye film olmak üzere iken direkten döndü. Mustafa Kutlu hikâyelerinden filmler yapılabilir mesela Dergibi, 16 Ocak 2002

328

Hayy’dan Hû’ya


Kendi Kaleminden

Nusret Ă–zcan

329


330

Hayy’dan Hû’ya


(Berceste Şiirler Antolojisi için)

Takdim Şairler; o büyük mânâ avcıları... Nasıl bir fıtrî hususiyettir ki, diğer insanların iç âlemindeki dalgalanmaların, kamaşmaların da mümessili olarak dillendirir onca şeyi ve asırlar ötesine ulaşır yankıları... His, hayal ve fikir ancak onların dilinde kıvamlanarak vücud bulur ve ruhumuz tanır o mânâyı... Şiir söylemek kadar şiiri tanımak, yani bir bakıma şiiri anlamak da kelimenin tam anlamıyla şairlik isteyen bir iş... Hele şiir sanatı adına ne kadar malum varsa hemen hemen hepsinin meçhulleştiği günümüzde şiir zevkinin ne kadar ucuzladığı göz önüne alınırsa, zahirî bolluğa tezat ciddî bir fakirlik çektiğimiz daha kolay anlaşılır. Ehlince malum olduğu üzere, bir hayli zamandır bünyesine musallat olan marazı atamayan şiirimiz belki de en bahtsız dönemini yaşıyor. Muhteva, dil ve şekildeki kayıplarıyla gittikçe sığlaşan ve her yönüyle konuşamama ve söyleyememe hastalığı olarak tarif edilen “afazi”nin hüküm sürdüğü şiirimiz, bu zevksizlik ve şiirsizlik berzahından da geçecek. Bu kötü şiir geleneğini aşmak için de güçlü ve büyük evlâtlarını hatırlamak zorunda... Elinizde tuttuğunuz bu çalışma, herşeyden önce, şiir adına günübirlik kaygıların uzağında, gerçek sanat cehdi ve şiir için elzem olan bir titizliğin mahsulü... Onu benzerlerinden Nusret Özcan

331


ayıran en önemli özelliği ise günümüzde ucuzlayan şiir zevki için pahalı olan doruklarda dolaşıyor olması... Şiir kabiliyetinin şiire has ilim ve irfanla yeşereceği şuuru ve “İşi ehline veriniz!” ölçüsüne sadakatle, yukarıda işaret etmeye çalıştığımız hassasiyet ve rikkat isteyen işe el atan Marifet Yayınları’nın sahibi muhterem Ömer Ziya Belviranlı’nın, bu işi şiir adına her yönüyle sıhhat belirten Ekrem Ayyıldız’a tevdi etmesi şiirimiz adına büyük bir kazanç ve büyük bir bahtiyarlık... Edebiyatımıza kazandırılan bu antolojinin yukarıda zikrettiğimiz maksadı temin etmesini temenni ediyorum. Nisan 1996

332

Hayy’dan Hû’ya


Zamana ve Hayata Dair Bu gözleri zekâ pırıltılarıyla dolu çocuk daha geçenlerde, kundağının içinde sevinç çığlıkları atan o ak pak bebek midir? Bu delikanlı ne zaman düştü ekmek tuz derdine? Taşlığında dizi dizi hüsnüyusuf, fesleğen, menekşe saksıları olan evi hatırlıyor musunuz? Gazi madalyalı dede demek artık rahmetlik. Bu bahçe nasıl bozuldu? Daha düne kadar her tarafı pıtrak gibi goncalarla doluydu yediverenin. Hanımeli yağmurdan sonra ak zambakla bir olup akıştan bir bahis açardı. Daha dün gibi diye başlayan cümlelerle dolu hayatımız, daha dün gibi... Zamana karşı direnmek ne mümkün! Ne varsa alıp götürüyor kendi hazinesine. Silik fotoğraflar olarak alıyoruz yerimizi bu macerada. Hep ucunda yaşıyoruz zamanın. Geçmiş, bütün haşmetiyle o kısacık anda saklı; bizi biz kılan ne varsa, hayatımızı idare eden ne varsa o kısacık anda bir bütün olarak duruyor. Kimbilir hangi kırıklıklarımızla hangi mahzunluklarımızla o kısacık anda sürdürüyoruz varlığımızı. Unutmak istediğimiz hatıralar yaralıyor. Geçmişi onaramamanın acısıyla kanıyor içimiz. Güzel günleri yâd edince mutlu bir tebessüm dudaklarımızda. Geleceğe açık, meçhullerle dolu bir serüven bizimkisi. İşimiz Nusret Özcan

333


zor. Tedirginliğimiz bundan. Kader bir muamma. Tehlikeli ve girift. Üstelik, boynumuzu büken bu acziyet.. Ve günümüzün cinneti... Hayat müthiş olağanüstü ama göremiyoruz. Bir çocuk gözümüzün önünde büyüyor, bir çiçek gözümüzün önünde patlatıyor tomurcuğunu. Yaratışın kesiksiz sürdüğünü anlamıyoruz nedense. Gözümüzün önünde yalan söyleniyor ve hayret, inanılıyor o yalana bile bile. Şaşırtıcı bir kuşatılmışlık daraltıyor bizi. Her şeyi tüketiyor ve eritiyor zaman. Günübirlik telaşlar bizi dağıtıyor, hayatı ve zamanı duyamıyoruz. Bu keşmekeş içinde hayatı iyiliklerle, güzelliklerle donatmamız gerektiğini unutuyoruz. Tökezlediğimizin, sürçtüğümüzün farkında değiliz çoğu kere. Hayatı kaçırıyoruz. Kendimize ayırdığımız vakit yok. Kendimize ait olmayan şeyler alıyor zamanımızı. Kendimize aitmiş gibi gelen nice şeyler. Hayatımızın merkezine bir sürü araz musallat. Günler yeni bir şey getirmiyor. Yüzümüz asık, kırık dökük oradan oraya sürükleniyoruz biteviye. Yine de bir şeyler var; sözleri aşan, ifadelere sığmayan, hareketlerimizden ayrı, bakışlarımızdan başka. Çıkıp kurtulmak istiyoruz bu cenderenin içinden. Zamanı ve hayatı duymak istiyoruz. Başka bir hayatı. Daha arı duru, daha dingin ve huzurlu. Ama takatimiz yok, yorgunuz. Bir yığın fuzuli şeyle meşgul ve baş döndürücü değişimlerle allak bullak. Ama ya ruhumuz? Göklere ağmak, bütün bu kayıtlardan uzaklaşmak istiyor. Sonsuzluğu duyuyor çünkü. O biliyor bize lazım olanı ve direniyor. Günümüzün bu amansız cinnetine sabırla direniyor. O hep bir adım ileride, hayatı arındırmak istiyor. Vazgeçin boş uğraşlardan, bana kulak kabartın, diyor gülerek. Güzel bir şarkıyı bizim için istiyor, içimizin şarkısını istiyor. Hür ve uzun bir şarkı için hazır mıyız? Yeni Şafak, 07.09.1996

334

Hayy’dan Hû’ya


Unutulan Sığınsam çocukluğun geniş bahçelerine Tutar mı ellerimden o eski hatıralar Ne zaman veda etti hatırlamıyoruz... Bir daha dönmemek üzere, bütün güzellikleri peşinden sürükleyerek sessizce, usulca çıkıverdi hayatımızdan... Kimbilir belki de bizi geleceğe uğurlarken yüreği kabarık ve gözleri doluydu... Bir daha buluşamayacağımızı biliyordu ve şöyle son bir kez bakmıştı arkamızdan yaşlı gözleriyle... Bir yetim gibi kırık, bir öksüz gibi mahzundu... Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyor ama bunu bize göstermenin iyi olmayacağını biliyordu... Bir iki söz, birkaç kelâm etseydi... “Beni unutma!...” diye... Mümkünü yoktu. Bitmişti. Onun yaşlı gözlerini göremedik bile. Tertemiz yüzüne derin derin bakıp başını okşayamadık son kez. “Hoşçakal! Allahaısmarladık!” gibilerinden bir söz edemedik. Bu vedayı hissedemedik. Bizi başka ufuklar bekliyordu. Bunu yapamazdık. Masum bakışlarıyla öylece bakıp kaldı içlenerek. Hayali zamanın derinliklerinde bir yerlerde kaybolup kaldı. Onu masallarıyla, korkularıyla, hayalleriyle, oyunlarıyla baş başa bırakıp terk ettik. Pazarlıksız gülüşleri, kolay inanışNusret Özcan

335


ları, saffeti, olmadık şeyleri olur kabul edişleriyle geride bıraktık. Mecburduk. Ayrılacaktık... Ayrıldık. ... Ve onu ne kadar ararsak arayalım bir daha asla bulamayacaktık. * Masallar, yani olmazlar geride kaldı. Ne iyiliksever devler kaldı hayatımızda, ne sihirli lâmbalar. Ne annemizin bembeyaz tülbenti kadar temiz ve bakir sabahlar var hayatımızda, ne de babamıza duyduğumuz güven kadar derin geceler ve günümüzü süsleyen hayallerimiz... Uçurtmalarımız vardı, içten gülüşlerimiz. Boş bir kibrit kutusu bile mutlu olmamıza yeterdi. Topaçlarımız vardı, misketlerimiz. Ve illa ve illa ki arkadaşlarımız. Ve en önemlisi saffetimiz. Bir Allah dostunun deyişiyle, velâyete benzer hallerimiz. Hastalıktan şikâyet etmez, rızık endişesi taşımazdık. Kavgalarımızdan sonra kin ve nefret duymaz, ertesi gün kavga ettiğimiz arkadaşımızla oynardık. En önemlisi annemiz dövse bile yine onun eteğine sığınırdık. Ömrümüzün en beyaz yaprağı düştü sessizce. Emniyet alanımızı terk ettik. Belâlara açıldık. Masallara inanmıyoruz, hayallerimiz bozuldu, saffetten eser yok. Hatırlıyoruz. Burnumuzun direği sızlaya sızlaya hatırlıyoruz. Yüreğimiz yana kavrula hatırlıyoruz. O günlerden birşeyler arıyoruz. Bugüne taşımadığımız saffetten birşeyler. O geniş hayalhanemizin bir köşeciğinde unutulmuş, bugünlere yarayacak birşeyler bulup çıkarabilir miyiz diye boşuna hayıflanıyoruz. Heyhat! Bir çocuk görünce hayat bundan dolayı dayanılmaz güzel oluyor. Bir çocuk görünce, bakışlarımız onun masum bakışlarına değince onun için gizliden gizliye utanıyoruz. 31.09.1996

336

Hayy’dan Hû’ya


Nur İçinde Yat Hilmi Ağabey!

Yağmurlu rüzgârlı bir kış akşamıydı. Hilmi Ağabeyi hastanede ziyarete gitmiştik. Ameliyat olmuştu. Ziyaretten sonra dışarıda arkadaşlara “Bir efsane daha sustu!” gibi bir laf etmiştim. İbrahim Sarp da “Üstelik efsaneleri anlatan bir efsane!” demişti. Anlatılmaz, anlaşılmaz bir hâl içindeydik. Konuşmayı seven bir insandı Hilmi Ağabey. İş olsun diye konuşmazdı. Üstad’dan, davadan, bir zamanların dava adamlarından, çekilen çilelerden, umutlardan, gelecekten, dava aşkından bahsederdi. Karadeniz gibi dalgalıydı. Acelesi varmış gibi konuşur, konuşurken gözleri dalar; imanının öfkesini yükselip alçalan sesinden, çatılan kaşlarından, kelimelere yüklenişinden anlardık. O konuşur, biz dinlerdik. Bazen Hilmi Ağabey biraz daha konuşsun diye tahrik ederdik. Kurnaz kurnaz bakar devam ederdi. İşi gücü davayı ve Üstad’ı anlatmaktı… Hiçkimseyi hiçkimseden ayırmazdı. Bizi çocukları gibi görürdü. Birçok kızı ve birçok oğlu vardı. Onlara “hain”, “müfsid” gibi sıfatlar vererek sever, nadiren de olsa “sevgilim” diye hitap ederdi. Üstad’dan bahis açıldı mı gözleri şavkırdı. Bırakın daha eskisini son 15 yıldır üniversiteli genç kardeşlerimizin kursağından mutlaka onun lokmaları geçmiştir. Elinde akıl almaz ebatlardaki torbalarla İlesam’ın bahçesine girer, Nusret Özcan

337


köşeye enva-i çeşit nevaleyi bırakır, masayı oğulları kızları için hazırlar, gelen hiç teklifsiz Halil İbrahim sofrasına oturur ve karnıyla birlikte ruhunu da doyururdu. Hilmi Ağabey gelenlerle yetinmez herkesi çağırırdı. Gençleri bir arada gördü mü “Kıskandırmayın beni ha!” diyerek sevincini taşırırdı. Hilmi Ağabey’in sofrasını bir gün tekrar kuracağı umudu o hastalık süresince gelmediği, gelemediği zamanlarda bile hep taşındı durdu. İlesam’ın O’na ait köşesi hep bekledi durdu. Sonra… Bir Cuma akşamı Hilmi Ağabey’in iyice ağırlaştığını, nefes almakta güçlük çektiğini öğrendik. Rıfat Ağabey “Gerçi Allah bilir ama sabaha çıkmayabilir.” diyordu. Gece geç vakitlerde öğrendik. O dava delisi, Hilmi Ağabey Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Bir sözü geldi hatırıma: “Ben iyi olmayabilirim. Ama hep iyilerle birlikte oldum. Elhamdülillah imanım var. Efendimiz’e (s.a.v.) ve onun yolundan büyüklere sevgim, hürmetim var. Başka da hiçbir şeyciğim yok. Onun için ne kadar günahkâr olsam da Allah’ın (c.c.) izniyle onların peşinden Cennet’e girivereceğim. Diğerleri başlarını nereye vururlarsa vursunlar.” Dava aşkını bizler onda gördük. Umudu, durmadan dinlenmeden çalışmayı, fedakârlığı, kadir kıymet bilirliği, dünyaya kıymet vermemeyi ve daha neleri ve neleri ondan öğrendik. Üstad’ın bir yadigârıydı O. Bir akşam uzun uzun hayatından bahsetmiş ve “Bir ömür böyle geçti işte!” demişti. Sus pus olup hüzünlenmiştik. Yine hüzünlüyüz. Umudu umudumuz, aşkı aşkımız olarak kalacak ve biz O’nu hep, çok sevdiği ve çok sevdiğimiz Üstadımızla birlikte hatırlayacağız. “Kişi sevdiği ile beraberdir!” ölçüsüne inananlar olarak, birgün inşallah beraber olacağız, bu geçici bir ayılıktır, zira “Ebed bizimdir.” O güne kadar nur içinde yat sevgili Hilmi Ağabey! Mekânın cennet olsun! Yeni Şafak, 17 Mayıs 1998,

338

Hayy’dan Hû’ya


Bir Savaşın Ardından

Savaş bir neslin kaderiydi. Öyle ki kendilerinde başlayıp yine kendilerinde biten bir kader değildi onlarınki. Bu kader dedelerinden, babalarından tevarüs ettikleri, hiç de yabancı olmadıkları bir kaderdi. Dün Kosova’da, Varna’da, Mohaç’ta nasıl ki dedelerinin oluk oluk kanları akmışsa bugün de Galiçya’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Kudüs’de, Çanakkale’de oluk oluk onların kanı akıyordu. Bu kader sadece onların değil bizim de kaderimiz; bizim, yani bütün bir İslâm âleminin. Bu kader bugüne dek uzanıyor ve 9 yıl değişik cephelerde savaşmış bir dedenin torunu olarak gelip beni de buluyor. Dedemin değişik cephelerde süren 9 yıllık askerliğinin bir kısmı da Çanakkale’de geçiyor. Artık yaşı 73 olan babamın anlattığına göre “Zığındere’de çok gavur kırdık evlâdım” diyormuş. Çanakkale’de esir düşüp geri döndükten sonra da Kudüs’te savaşmaya gider Gazi Yusuf Dedem, Kudüs’teki günler için “Yiyeceğimiz yoktu, karaçalı tohumlarıyla bastırdık açlığımızı” dermiş. Sonra İstiklâl Harbi... Ecel onu bu savaşlarda değil, savaş sonrası günlerde bulur. Nusret Özcan

339


“Çanakkale Mahşeri” Mehmed Niyazi Ağabey’in “Çanakkale Mahşeri” isimli romanını okurken babamın anlattığı dedem ve arkadaşlarının kaderini de okumuş oldum. Zığındere’de gavuru nasıl kırdıklarını, bütün imkânsızlıklara rağmen nasıl direndiklerini. Belki dedem romanda geçen Oğuz Amca (Onbaşı) ile de karşılaştı, onunla konuştu, birlikte sıkıntı çekti ve düşmana hep birlikte karşı koydu. Bize kadar uzanan bu kaderi konuşmak için kalkıp Mehmed Niyazi Ağabey’e gitmek lâzımdı, öyle yaptım. O’nu hasta yatağında buluyorum, Çanakkale’den konuşuyoruz. Çanakkale Savaşları’nın öneminden, yaşanan acılardan, Oğuz Amca’dan, bütün savaş boyunca dur durak bilmeden askerlerimize su taşıyan Mıstık’tan, Osmanlı’nın kaderinden, bugün gelinen durumdan ve daha birçok şeyden. Romanı oluşturan anıları toplamak için geçen yılların haricinde romanı yazmak için kaç sene harcadığını soruyorum Mehmed Niyazi Ağabey’e; - Altı senemi aldı, diyor. “Çanakkale Mahşeri” bu savaşa iştirak etmiş birçok ‘kumandan’ın yayınlanmış ve yayınlanmamış hatıralarından, gazilerin ve şehid yakınlarının anlattıklarından oluşmuş gerçeklerden örülü. Romanın kahramanlarından Oğuz Amca’yı konuşuyoruz. Oğuz Amca, Erzincan’ın Kemah’ından. İki oğlu Doğu’da şehid düşen Oğuz Amca’nın en küçük oğlu da babasının izini takip eder ve kader onları Çanakkale’de buluşturur. Romanda anlatıldığı gibi Eceabat Hastanesi’nde bulurlar birbirlerini. Ama ne buluşmadır o Yarabbi! İşte romanın 540 ve 541. sahifelerinde yer alan yürek yakıcı satırlar: Sıra bekleyen yaralıların arasında oğlu Mustafa’yı duruşundan tanıyınca, sanki yıldırımla çarpıldı. Şarapnel burnunu, ağzını, çenesini alıp götürmüş; yüzünde derin bir çukur açmış, sadece iki göz bırakmıştı. Mustafa da sıhhıyelerin kol340

Hayy’dan Hû’ya


larındaki babasını gördü; canevine alevli bir zıpkın saplanmışçasına sarsılmasına rağmen hemen sırtını döndü; babasının onu bu halde görmesini istemedi. Sapan yemiş bıldırcın gibi yüreği çarpan Oğuz Amca da görmezlikten geldi; görüp, üzüldüğünü fark etmesi Mustafa’yı derinden yaralardı. Sıhhıyenin kollarında oğlu Mustafa’nın yanından geçerken inlememeye de dikkat etti. Oğuz Amca yaşlıydı, kan kaybı da gücünden eser bırakmamıştı; ayakta duramazdı, hemen müdahale edilmesine de imkân yoktu. Doktorun emriyle ilk koğuşa girdiler, onu biraz önce ölmüş bir erin yatağına yatırdılar. Değişik yerlerinde kurumuş kan lekeleri bulunan yorganı başına çekerken “Mustafam” diyerek gözyaşları dökülüyordu. Annesi, ağabeyleri Hasan ve Akif, kızkardeşi Nadiye, evleri, çocukluğunun geçtiği kırlar, komşularının kızı Nazmiye’nin hayaliyle türkü söylediği erik ağacının altı gözlerinin önünde bulunan Mustafa da sanki babasının sesini duymuştu; hafifçe sendeledi; yanındaki sıhhıye ona sarıldı; bir-iki sarsıldı ve ruhunu teslim etti. Oğuz Amca ne oldu? Sorduğum bu soruya Niyazi Ağabey şöyle cevap veriyor: - Eceabat’ta dört ay kaldıktan sonra birliğini bulmak için yola çıkıyor ve yürüyerek Kudüs’e varıyor. Oğuz Amca’yı geri hizmete vermek istiyor kumandan fakat O, “Siz emir verirsiniz, bize uymak düşer ama bizde koruma vardır. Siz bana iyi bir silah verin ve ön saflara sürün!” der ve yine ön saflarda çarpışır. - Niyazi Ağabey, Oğuz Amca dönmüş mü memleketine? diyorum. - 1911 yılında çıkmış köyünden ve 1922 yılında dönmüş köyüne. Köyünün başında çeşmede kadınlar var. O zamanki edep gereği kadınlar arkalarını döner. Oğuz Amca kadınlardan su ister. Kadının birisi yüzüne bakmadan maşrabayı doldurur ve Oğuz Amca’ya uzatır. Oğuz Amca suyu içer ve evine Nusret Özcan

341


gider. Ancak evde çeşme başında kendisine su verenin kendi karısı olduğunu anlar. - Mehmed Niyazi Ağabey, roman sizi tatmin etti mi? - Yok! Sızısı hâlâ sürüyor. Niyazi Ağabey’e romana almadığı bazı hatıraların, olayların yazılıp yazılmayacağını soruyorum. Yazmaya niyetinin olduğundan bahsediyor ve bu arada müthiş bir şey anlatıyor. Savaşın şiddetle sürdüğü sıralarda Teğmen Ali bir şarapnelle yaralanır ve sol tarafı gider. Alman subay ölüm ânında insanın çıldırma noktasına gelebileceği fikriyle Teğmen Ali’ye sarılır ve «Ölmeyeceksin! Ölmeyeceksin!” diye teselli edici telkinlerde bulunmaya çalışır. O arada Teğmen Ali bir yere gülerek bakıyordur. Kendisine sarılan Alman subayına «Öleceğim! Bırak beni! Bak Hazreti Resûlullah bana kollarını açmış, beni çağırıyor!” der. Alman subayın Teğmen Ali’nin oğlu Hüseyin’e anlattığı şey ürperticidir. «Babanın bir şey gördüğünü onun gözlerinden anlıyordum. Ama baktığı yere bakınca ben hiçbir şey görmüyordum. Ama onun gördüğünü gayet iyi biliyorum!” Batan gemilerimiz dururken... Niyazi Ağabey’e bir televizyon kanalında Çanakkale Savaşları esnasında batan İngiliz gemilerinin tanıtıldığını ve bu batıklar içinde çekim yapılarak gösterildiğini söylüyorum. Buruk bir gülümseme yayılıyor dudaklarına. - Oysa Muavenet ve Mesudiye’miz var bizim. Onları niye çekmiyorlar ki? diye soruyor ve ekliyor: - Churchill, “Tophaneli Hakkı’nın yaptığını son 400 yıllık savaş tarihinde kimse yapmamıştır” diyor. Tophaneli Hakkı, Nusret mayın gemimizin komutanı. Bir gecede Karanlık Limanı’nı mayınla döşeyip savaşın kaderinde önemli bir rol oynuyor. İngilizler bölgenin mayınlanmadığı raporunu alırlar ve büyük gemilerini bölgeye sokarlar fakat Nusret mayın gemisi bir gecede bütün o bölgeleri mayınlamıştır. İngilizlerin kayıpları büyüktür. Komutan De Robeck, Karanlık Limanı’nda mayın bulunmadığı raporunu verenleri kurşuna 342

Hayy’dan Hû’ya


dizdirir. Daha sonra Nusret mayın gemisinin bir gecede mayınladığı anlaşılınca İngiliz devleti bu kurşuna dizilen askerlerin ailelerinden özür diler ve maaş bağlar. Nusret mayın gemisi Nusret mayın gemisi ile ilgili, bir ajansın 15 Mart 1999 tarihli haberinden canalıcı satırlar: “1957 ve 1966 yıllarında tadilat geçirerek kuru yük gemisi olarak kullanılan İngilizlerin batıramadığı Nusret mayın gemisi, yanlış yükleme sonucu Mersin Limanı’nın derinliklerine gömülmüştü. 6-7 ay su altında kalan gemi, yapılan çalışmalar sonucu çıkarılarak liman içinde bulunan balıkçı barınağına çekilmiş. ... Her tarafını yosun bağlayan ve tıpkı bir harabe görünümünde olan Çanakkale Zaferi’nin baş kahramanı Nusret mayın gemisinin ziyaretçileri ise, o civarda oynayan çocuklar.” Zaman geçiyor, söz uzuyor. Çanakkale’nin bugün isimleri unutulmuş kahramanlarından ve bir nice kahredici şeyden konuşuyoruz. Dayanılacak gibi değil. İçimizdeki kahırla ayrılıyorum Mehmed Niyazi Ağabey’in yanından. Kafdağı, 18 Mart 1999

Nusret Özcan

343


344

Hayy’dan Hû’ya


60’ların Siyasetini Akyazı’dan Okumak

Mehmed Niyazi, doğum yeri Akyazı’nın artık çoğu ahirete göçmüş olan insanlarını kaleme almış “Daha Dün Yaşadılar” adlı yeni romanında... Anlatılan sadece Akyazı’nın geleneksel değerlerini modern dünyaya karşı koruma çabası değil, belki de modern dünyanın ve sanayileşmenin getirdiği insan meselelerinin nasıl değiştiği ve hayatımızın nasıl çekilmez bir hal aldığıdır... Akyazı’nın hikâyesini yeni ilçe olduğu zamandan ele alarak anlatan Mehmed Niyazi, özellikle Akyazı insanının siyasetle ilgisini resmetmeye çalışmış bu romanında... 1960 sonrasında hemen hemen yeni serpilen bütün Anadolu ilçeleri gibi Akyazı da fakir bir ilçedir ve elektrik, su, yol, köprü gibi dertlerle başı kalabalıktır... Elbette ki siyasette CHP’li ve AP’liler yarışmaktadır... Romanda Hacı Ziya’nın yazıhanesi veya dükkanı, bir anlamda Akyazı’da hem sosyal hem siyasi çalkantıların gözlemlenebildiği bir mekân olarak çıkıyor karşımıza... Elbette asıl kahraman Hacı Ziya; o, Akyazı’nın insanlarını bilmeden, gizliden gizliye idare eden bir kahraman... Hatasıyla sevabıyla insanlar Hacı Ziya’ya garip bir şekilde sımsıkı bağlı... Öyle ki bir vali ile bir akıl hastası da bağlanabilir bu engin ve bilge Nusret Özcan

345


Hacı Ziya’ya... O aslında Akyazı’nın bütün dertlerini kendine dert edinmiş bir güzel insandır... Akyazı ilçedir, her geçen gün daha da serpilmekte ve gelişmektedir ama insanları da bu değişen zamanla yavaş yavaş değişmektedir... Ne garip bir yerdir aslında Akyazı! Hacı Ziya’nın renkli kişiliği yanında, romandaki kişilerin hemen hepsi bu gürül gürül hayatın duyulduğu Anadolu kasabasını tatlandıran, kendilerine göre bir tavır sahibi insanlardır... Gençlerin futbol tutkusu, ama yukarı mahalle - aşağı mahalle kavgaları; Kırkpınar’da güreşmeye hazırlanırken ufak tefek gördüğü, Türkiye şampiyonu olduğunu bilmediği gerçekten de ufak tefek şampiyona yenilen iddialı güreşçiler; yeni çıkan modaya uyup yaşına başına bakmadan mini etek giyen öğretmen ve hakim eşi olmanın avantajını sürdürebileceğini zanneden Aynur Hanım’a, daha doğrusu onun çıplak bacaklarına elindeki bastonu peş peşe yapıştıran Vasfioğlu Ahmet; okuma yazması olmadığı halde siyasetle ilgilenen ve gözü bir hayli yükseklerde olan Diplomat Sadi, ikbal kapılarının ardına kadar açılması için girdiği küçük kurnazlıklar; Akyazı’nın kaderini müspet manada değiştirmek için yapılan fedakârlıklar; İstanbul’a hovardalığa gelip ortalığı birbirine katarak nam salan Deli Fazlı gibi tipler aslında hiç de yabancısı olmadığımız, gerçekten de romana isim olan cümle ile söylemek gerekirse “daha düne kadar yaşayan” bizim insanlarımızdı... Evet, onların küçük ve masum ihtirasları, samimi vatanperverlikleri, namus anlayışları, halk’a iyilik, Hakk’a güzellik anlayışının henüz yaşadığı dönemlerde, kavgaları, birbirlerine tuzak kurmaları ama eninde sonunda yine de bu topraklar ve bu insanlar için birşeylerin kaygısını çekiyor olmaları; kendinden, kendi insanından ve kendi değerlerinden bir hayli uzaklaşmış günümüz insanının belki de dudak bükerek bir anlam veremeyeceği bir sıcaklıkta çıkıyor karşımıza... Bir fotör şapkanın, bir futbol maçının, soyisim almak için yapılan kurnazlıkların bu insanlar için ne kadar önemli 346

Hayy’dan Hû’ya


olduğunu, kâh gülümseyerek, kâh buruk bir hüzünle takip ediyorsunuz... Mehmed Niyazi zaten belki de sırf bunun için “Daha Dün Yaşadılar” diye bir isim vermiş romanına... Sanayileşme ile birlikte değişen ihtiyaçlar, değişen duygu ve düşünce alışkanlıkları ile bizler, artık manevi değerlerimizi göremez olduk ve çok kötü değiştik... Öyle ki, artık ne kendimizi, ne komşumuzu, ne kasabalımızı ne insanımızı ve değerlerimizi düşünüyoruz... Yaşadığımız; farkında olsak da olmasak da bizi bunaltan ve her geçen gün daha da bıktıran büyük bir yalnızlık... Romanı okurken Akyazı’nın bir zamanlar yaşanan o masal zenginliğini, kendi yağıyla kavrulan o sıcacık insanlarının dertlerini, komşuluk, ahbaplık, akrabalık, hemşehrilik gibi kavramlarla, hayatı hep oldurmak, kotarmak, insanlara daha faydalı olabilmek için yaşadıklarını görüyor ve onlar için hüzünleniyorsunuz... Hele hele Vasfioğlu’nun Hacı Ziya defnedilirken söylediği “Oğlum Hacı, sen büyüklerine saygılıydın, benim önüme nasıl geçtin?” sözü, artık neredeyse emsallerine rastlayamayacağımız bu insanların birbirlerine olan muhabbetlerini Akyazı’nın gizli hafızasına saygıyla havale eden bir güzellikte... Kitabın son bölümlerinde artan hüzün, o hırlı gürlü, kavgalı gürültülü, atışmalı tartışmalı hayatı sürdürenlerin birbirlerine ne kadar düşkün olduklarını ve insan kardeşleri için nelere katlanabileceklerini göstermesi açısından da çok çarpıcı misallerle dolu... Akyazı’nın bir belge-anısı da sayılabilecek bu roman Mehmed Niyazi’nin “Dâhiler ve Deliler” ile başlattığı, yakın dönemde, içinde kendinin de bulunduğu çevrelerin romanlarını anlatmayı sürdüreceğini müjdeliyor... Yaşanması gereken hayatın nasıl olması gerektiğinin altını çizen bu sıcacık romanın son bölümlerinde, insanın gönlüne iyice dokunan dil ve duyarlığı için de Mehmed Niyazi’ye teşekkür borçluyuz... Kafdağı, 05.12.2006

Nusret Özcan

347


Fatih-Draman’daki Sultan Çay Ocağı’nın önünde

348

Hayy’dan Hû’ya


Galiçya’dan Önce Kutlanan Zafer

İttihad ve Terakki’nin nüfuzu altına giren Osmanlı İmparatorluğu’nun başı üç kıtada savaş belasına girmişti. Tarihî şartların zorlaması ile girildiği iddia edilen bu savaşların neticesi çok ağır olmuş ve koca cihan devleti yerine daha küçük bir coğrafyada bir başka devlet kurulmuştu. Askeri bilgi yeterliliği hâlâ tartışılan ama daha çok serüven ve cihangirlik duyguları sebebiyle takdir edilerek bir kahraman sayılan ama her geçen gün, ortaya çıkan yeni belge ve bilgiler ışığında kişiliği hakkında yeniden tahliller yapmak mecburiyetinde kalınan Enver Paşa çok geniş yetkilere sahipti ve Osmanlı gerçekten en netameli dönemini yaşıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda birçok cephede savaşan Osmanlı ordusu hiç de azımsanmayacak başarılar kazanıyordu ama ne yazık ki bu başarı zafere tekabül etmiyordu... Garip bir dönemdir bu dönem... Sarıkamış’ta güney cephelerinden gelen askerlerimiz kırılıyor, ordumuz yok oluyor ama savaşlar bir türlü bitmiyordu. Çanakkale zaferi Osmanlı’nın yıldızının belki de son ışıltılarından biri olarak geçiyordu tarihe. Müttefikimiz Almanlar’ın hiç isteği olmamasına rağmen Enver Paşa, Galiçya gibi Türk askerinin hiç de bilmediği bir bölgeye ordu göndermemizi teklif ediyordu. Alman yetkililer bu isteği tuhaf buluyorlar ve gereği olmadıNusret Özcan

349


ğını söylüyorlar ama 4 Haziran 1916’da beliren lüzum üzerine Enver Paşa’nın bu isteğine olumlu bir cevap veriyorlardı... Galiçya; Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na bağlı bir eyalet. Çeşitlilik gösteren bir coğrafya Galiçya. Sadece iklimi ile değil, bölgeye yerleşen insanlarından da kaynaklanan bir çeşitlilik bu. Lehler, Ukraynalılar, Ruslar ve Macarlar, üstüne üstlük bir de Museviler var. İklim bir askere hiçbir mevsim aman verecek cinsten değil. O yüzden de özel donanım gerektiriyor. 22 Temmuz 1916’da ilk bölükler yola çıktı ve 19. ve 20. tümenin askerleri meşakkatli bir yolculukla cepheye ulaştı. Bu askerler Macaristan’ın Zemlin kentinde Enver Paşa tarafından da denetlendi. Bir haftalık istirahatten sonra hemen cepheye gitti askerlerimiz. Savaşılacak ordu Rus ordusuydu ve kış yaklaşmaktaydı. 1,5 yıl kalındı Galiçya cephesinde... Kayıtlar 12 bin ila 15 bin askerimizin şehit olduğunu belirtiyor. Galiçya topraklarına gömdüğümüz bu askerlerimizin yola çıkışı ve karşılaştıkları zorluklar, savaşlar ve bölge halkıyla olan ilişkileri ve hatta düşman olarak savaştıkları Rus ordusundan edindikleri asker arkadaşlarıyla konuştukları; bu çok çarpıcı gerçekler M. Şevki Yazman’ın anılarıyla sunuluyor okuyucuya. Rus Devrimi’nin olduğu sıralar savaşmamayı, Anadolu’ya dönmeyi öğütleyen Rus asker ile Mehmetçiklerin çay ve sigara hediyeleşmeleri eserin en çarpıcı bölümlerinden birini teşkil ediyor. Samimi bir ifade ile kaleme alınan hatıralarda okuyucu askerlerimiz ile birlikte çıkıyor Galiçya seferine ve onlarla birlikte yaşıyor savaşı. İlk baskısı 1928 yılında yapılmış bu hatıralar Kansu Şarman’ın sadeleştirmesiyle, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından ‹Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer?’ ismiyle neşredilmiş. Osmanlı askerleri Galiçya’ya gitmeden önce belki de Kut’ul-Amare zaferini kutlamışlardı kendi aralarında kimbilir... Zira arkadaşları, aynı sene yani 1916’nın Nisan ayında bir başka cephede, ama bu sefer diline, dinine ve coğrafyasına yabancı olmadığı bir toprakta, Irak’ta İngilizlerle savaşıp Çanakkale Zaferi’nden sonra Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci önemli başarısını kazanmıştı. 350

Hayy’dan Hû’ya


Ne kadar garip? Neredeyse yüzyıl önce yine Irak ve yine Bağdat... Konfederasyon ve ABD askerleri yerine İngiliz askerleri, Iraklı Araplar yerine Osmanlı askerleri. Basra’dan çıkılıyor yine Irak topraklarına ve yine hedef Bağdat... O zamanki de kolay olmamış, 1914’te başlamış işgal ve epey sürmüş. Sonuç; Irak ve Bağdat, IV. Murad Han’ın deyimiyle ‹Güzelce Bağdat’ bizden koparılmış... İngilizler Mezopotamya Seferi ismini verdikleri bu savaşta, yine sömürgelerinden Hintli askerleri kullanmış... Bizde yine İttihad ve Terakki’nin önemli kumandanlarından Süleyman Askerî Bey çıkar İngilizlerin karşısına. Süleyman Askerî; Enver Paşa’nın kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa’nın başına getirdiği genç ve idealist bir kumandan. İngilizlere karşı 3 gün süren Şuayyibe savaşını kaybeder ve Bercisiye yakınlarındaki bir korulukta ne yazık ki intihar eder. İngilizler Bağdat’a kadar ciddi bir mukavemetle karşılaşmayacaklarını sanarak ilerlemeye başlar ama Albay Nurettin Bey Kut’ul-Amare’de hiç ummadıkları bir direniş gösterir İngilizlere. Fakat kuvvetler denk değildir ve Albay Nurettin, Kut’ül-Amare’den ayrılacak ve şehit düşecektir. Takvimler 23 Kasım 1915’i gösteriyordur, Bağdat büyük bir tehdit altına girmiştir, Selmanıpak mağlup Osmanlı ordularının sığındıkları bir siper olmuştur ve İngilizler bu sefer buraya saldırıyordur. Selmanıpak’ta kuvvetle direnen Osmanlı askerleri, çekilen İngiliz ordusunu takip edecek, daha önce savunup direnemedikleri Kut’ul-Amare’de kuşatacak ve onların bütün yarma hamlelerini savuşturarak 4 ay, 23 gün sonunda 13 bin kişilik orduyu generalleriyle birlikte kayıtsız şartsız teslim alacaklardır... Yeditepe Yayınları işte bu savaşta esir düşen İngilizlerin Irak Seferi’nin başında bulunan General Charles V. F. Townshend’in kaleme aldığı hatıraları Recep Ahıshalı’nın sadeleştirmesiyle sunuyor okuyucuya. Bu Generel Townshend uzun yıllar bizde esir kalacak, Büyükada’da ağırlanacak ve Mondros Mütarekesi’nde bizim haklarımızı savunsun diye İngilizlere giden heyet içinde yer alacaktır. Nusret Özcan

351


Daha önce Tarih-i Asker-i Osmani Encümeni tarafından tercüme edilip, General’in eksik ve yanlışlarını işaret edip düzelterek ve belgeleyerek 1921 yılında yayınlanan eser, Napolyon’un savaş sır ve stratejilerini de anlatan bir giriş bölümünü kapsıyor. Osmanlı askerlerinin ne kadar fedakâr ve gözükara olduklarını bir İngiliz kumandanının kaleminden okumanın, İngilizlerin Ortadoğu politikaları ve Osmanlı üzerine görüşlerini de satır aralarında hecelemenin mümkün olduğu bu çalışma da Galiçya gibi çok az kaynağa sahip olduğumuz savaşlarımız hakkında önemli bir kaynak. Osmanlı’nın Yanya Müdafaasını nasıl ki İsmail Hakkı Okday’ın hatıralarından daha canlı öğreniyorsak, nasıl ki Medine Müdafaası’nı Fahrettin Paşa ve onun İstihbarat Subayı Naci Kaşif Kıcıman’ın hatıralarını okuyarak daha iyi anlıyorsak, Kut’ul-Amare Zaferi’mizi de bu savaşa iştirak etmiş İngiliz Kumandanı General Charles V. F. Townshend’in hatıralarından öğreniyoruz. Kafdağı, 04.07.2007

352

Hayy’dan Hû’ya


Virginia Woolf ’a Dair İki Yeni Kitap

Nasıl da zor bir hayattı Virginia Woolf ’unkisi... Bu dünyanın kirliliği erken bulaşmıştı ona... Bu kirliliğin o büyük ve amansız boşluğuna düşmekti onun nasibi... Bu halin biçimlenmesi kalıyordu ona yaşamak ve yazmak için... O da öyle yaptı ömür boyu... Izdırap çekti ve yazdı... Çocukluğunda başlayan -kimbilir belki de dehasını ve dolayısıyla sanatını besleyen- bu acı, onu kuralsız ve kutsalsız bir yaşama hazırlıyordu. Kuralsızlık ve kutsalsızlık; her anarşist için nasılsa öyle... Kuralı ve kutsalı kendisinin koyması yani... Hayatından çok sanatında görülen bu içsel kargaşa, bu bir türlü yuvasını bulamama, bu huzursuzluk ve bunalım -hem de ne bunalım!- hayatına mal olacak, ama edebiyata çok şey kazandıracaktır... Fakat hayat da bir eser değil midir sanki?... Üç yaşına kadar konuşamamış, ebeveynini bu yüzden telaşlandırmış bu çılgın, aykırı ve uyumsuz kız, daha sonraları bütün kardeşleriyle birlikte uyuduğu odalarında geceler boyu anlattığı hikâyeleriyle hazırlanıyordu geleceğine... Dilin imkânları ve hayal gücünün muhteşemliği hikâyeleri dinleyen kardeşlerinden çok kimbilir belki de onu büyülüyordu... Dilin ve hayalin ona fark ettirdiği şey şuurunu aydınlatıyor ve o gerçekten de zamanından önce büyüyordu... Önemli bir dönemdi o devir: Dostoyevski öldükten bir sene Nusret Özcan

353


sonra doğmuştu Virginia… Marcel Proust ile aynı yıllarda yaşayacaktı... Oscar Wilde fırtınası henüz dinmemişti. Sacher-Masoch hayattaydı. Rimbaud’nun anısı tazeydi. Gide ve Zweig gibi devlerin mevsimiydi... Nietzsche öleli de çok olmamıştı... Avrupa’nın zihin serüvenindeki hareketlilik sürüyor ve tıpkı Virginia Woolf gibi, cinnet karanlığı ile deha parıltılarının arasında gelgit yapıyordu koca kıta. Ne garip?.. James Joyce ile yaşıttı Virginia, her ikisi de aynı rüzgârlı, dik ve tehlikeli bir dağa tırmanıyordu... Bilinç ve zihin bulanıklığı, yoğunlaşan ve genişleyen anlarla uğulduyordu her ikisinin de duyduğu gerçek... İşin tuhafı bu isimler gerçekten sıradışı ve hepsi tam bir günahkârdı... Virginia daha henüz küçük bir kızken üvey ağabeyinin tasallutunu hatırlar ölmeden bir yıl kadar önce ve kayda geçer... Çocukluğu mudur kirletilen, yoksa cinsiyeti mi? Aslında bütün bir ömrü tarazlanmıştır Virginia’nın... Daha sonraki yıllarda yaşayacağı şeyler bu hasarlı mizacı daha da hassaslaştıracak hayata karşı, olağanın dışına çıkmaya zorlayacaktır... Mevcut olandan kaçış, içe kapanış, üst oluş - Dostoyevski’nin aksine, hayatın değil, zihnî olanın daha gerçeküstü olduğuna, dolayısıyla asıl olanın, kıymetli olanın bu olduğuna inanır Woolf- onun hayatının idaresini ele alır... Dalgalar’da, bu “nesirden fazla şiirden eksik” metinde, o zihin aydınlığını, o iç âlem zenginliğinin ferahlatıcılığını yakalamaya ve göstermeye çalışır... Becerir bunu... Zira o dış hayattan kaçarken, bir korkuyu, güvensizliği, tedirginliği de ardında bırakmak ister ve bilincin enginliğine sığınır... Nasıl sığınmasın ki? Dış dünyada yaşadığı birçok olumsuzluk vardır. Nişanlanmıştır ama bunun doğru olup olmadığını bilmiyordur... Ayrılır... Kocasına karşı kadınca hemen hemen hiçbirşey hissetmiyordur, ama saygı duyuyordur... Erkek veya kadın eşcinsellerin olduğu çeşitli derneklere gidip geldiği için ruhu, günah duygusu ile kıvranır... İntihar girişimlerinin ikisi istediği gibi neticelenmemiştir ve hayat ona ağır gelmektedir... Kendini hem kıymetli hem değersiz görüyor, Kirilov gibi olmasa da varlığının ispatı olarak ölmek istiyordur. Eserleri 354

Hayy’dan Hû’ya


için yapılan sert eleştirilere tahammül edemiyordur. 40 yaşında, kendinden 10 yaş küçük, kendini kadından ziyade erkek gören Vita Sackville-West ile tanışır ve tuhaf bir ilişki başlar... İki ünlü kadın yazar birbirlerine hem hayrandır hem de iktidar savaşına girişir.. Aslında her ikisi de birbirlerinde olmayanı seviyordur.. Fakat kirli ve yanlış bir sevgidir bu, yer yer de çirkin ve kötü... Zihnî temellendirmelerinde haklılıklarını ve doğruluklarını göstermeye çalışsalar da aslında ikisi de biliyordur bu ilişkinin günah dolu olduğunu ve o yüzden de beyhude yere haklılıklarını söyleyip dururlar.. Ama ruh intikamını alır... Her ikisi de hakaretlere varan ifadeler kullanmaya başlamışlardır.. Evet Virginia daha kibar ve nazik davranır ama zehir zehirdir... Garip bir çekicilikle bu ilişki Virginia’nın son ve kesin intiharına kadar sürer... Yaklaşık yirmi yıl... Vita da tıpkı Virginia gibi çocukluğundan itibaren haksızlığa, belki de tasalluta uğramış bir kadındır... Onun hayatı da zordur ve sıradışı olmayı istiyordur... Virginia ve Vita’yı birbirine ruhlarında besledikleri bu sıradışı olma ihtirası kaynaştırmıştır dersek haksızlık etmiş olmayız... Birbirlerine yazdıkları mektuplarda bu tuhaf ikili ruh hali yani hem sevme hem aşağılama görüldüğü için, aynı zamanda iki kadından ziyade iki sanatçının iktidar kavgasını da okumuş oluruz... Hem bedensel hem zihinsel tuhaf bir hazdır onlarınkisi... Anlaşılmaz bir şekilde birbirlerine sığınırlar zaman zaman... Sonra ne olursa olur, hakaretler başlar yine... Virginia kocasını da seviyordur, Vita’yı da ama bu her ne olursa olsun sağlıklı değildir, Virginia bir gün bunu anlar.. Virginia için hakikatin perdesi aralanmış ve o saadeti yok olmakta bulmuştur... Hayata katlanamıyordur artık.. Sıradışı yaşayan ve yazan Woolf hayatın dışına da sıradışı bir şekilde mesut bir cinayet/intiharla çıkar... Virginia Woolf ’un yeğeni Quentin Bell bu sıradışı yaşam öyküsünü “Yaşam Bir Rüyadır, Uyanmak Öldürür” adıyla kaleme almış. Çok emek verilmiş güzel bir çalışma... Mütercim Zehra Savan’a ve Everest Yayınları’na Woolf için gösterdiği gözükaralık için tebrikler... Nusret Özcan

355


Vita - Voolf mektuplaşmaları da Louise DeSalvo ve Mitchell Leaska tarafından derlenmiş. Vita’nın hırçın ve küstah ifadeleri, Woolf ’un o asil mukabeleleri ile nasıl yumuşamış ve zaman zaman zavallılaşmış doğrusu okunmaya değer... Mefkure Bayatlı Türkçeye kazandırmış bu çalışmayı... Agora Kitaplığı’ndan Virginia hayranlarına mükemmel bir jest... Leonard Woolf ’a, 18 Mart 1941

Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum… Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum... Söylemek istediğim şey şu ki yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum. [Virginia Woolf - Vita Sackville Mektuplaşmaları, Mitchell Leaska, Agora Kitaplığı, 425 sayfa, Yaşam Bir Rüyadır, Uyanmak Öldürür, Quentin Bell, Everest Yayınları, 698 sayfa]

Kafdağı, 02.05.2007

356

Hayy’dan Hû’ya


Efendim!

Ne uzun bir bekleyişti Efendim!.. Ne uzun... ve ne hazin bir bekleyiş!... Zaman ve mekân Siz’i bekledi, âlemler Siz’i... Dünya Siz’i bekledi... Her doğan gün “Belki bugün...” diye tarifsiz bir umutla sürdürdü bekleyişini… Haberciniz olan Resûller geldikçe bir bir daha da arttı bekleyişin azabı... Resûller Siz’i bekledi, ümmetler Siz’i... Gece ve gündüz; güneş ve ay ve yıldız Siz’i özledi... Yeryüzü, gökyüzü ve deniz Siz’i... Dağ-ağaç, göl-ırmak ve kara toprak Siz’e hasretti... Taş, kuş-ağaç, göl-ırmak ve kara toprak Siz’e hasretti... Onlar yalnız Siz’i bekledi. Siz’i bekledi dünya ve insan yalnız Siz’i istedi... Keremli Mekke asırlarca sürdürdü bu hasret ateşini... Safa ve Merve ile birlik Kâbe, Siz’i bekledi... Putlardan kurtulmak ve Siz’e kavuşmak için Siz’i... Onulmaz hasretiyle Medine yollarınızı gözledi her gün, her saat... Her gül mevsimi Siz’in geleceğinizi umut ederek gül açtı Medine... Başınızda cezbelenip cezbelenip aç Medine’nin gülleri... Başınızda cezbelenip cezbelenip dolaşan bulut ve Bahira, Siz’i bekledi.. -Abdullah’ın pâk zevcesi, annelerin annesi Âmine, O Sevgili Annemiz Siz’i bekledi... Ve Annelerimiz Halime, Nusret Özcan

357


Hatice, Fâtıma ve Âişe Siz’i... Dört gözle gözbebeğiniz Ebu Bekir ve Ömer ve Osman ve Ali... ve Sahabe ordusu, Siz’i Efendim Siz’i.. Kur’ân’ı indirmek için Cebrail dahi Siz’i... Kusvâ da hep Siz’e hazırladı kendini. Burak ve muhteşem isrâ gecesi ve Kudüs Siz’i bekledi… Fethedilmeye can atarak Diyâr-ı Rûm, Konstantiniyye, İran ve Tûran, Endülüs Siz’i Efendim Siz’i... Küfrü karanlığında boğmak için Siz’i bekledi Bedir, Uhud ve Hendek... Ay muazzam bir istiğrakla tâ orta yerinden büyük bir vecdle yarılmak için parmak işaretinizi... Hira önce ağırlamak ve bir ömür boyu saklamak için en aziz hatıralarını... Sevr bir kerecik sımsıkı basmak ve kıyamete kadar bu saadetle mest olmak için yüzyıllarca açık tuttu bağrını... Arafat gaşy olmak için saadetli kademlerinizin altında, Uhud dertleşmek için ... Ensar ve Muhacir öğrenmek ve bütün insanlığa öğretmek için kardeşliği… Gonca gülleriniz Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz... Yüzünüzün hasretiyle yanan fakat “Gül Yüzünüz”ü göremeyen ama “Kardeşlerim!...” dediğiniz Siz’den sonraki ümmetiniz... Ve bütün âlemler şereflenmek için Siz’in teşrif etmenizi... Boğulmak için rahmete... Siz’i bekledi Yâ Resûlallah! Hep bekledik Efendim! Bütün ruhumuzla Siz’e kulak kesildik. Dedik ki: Gel! Ey En Sevgili Resûl! Başımızın Tâcı, Gönüller Sultanı Efendimiz! Gel ki gönlümüzün toprağı ayaklarınızın altını öpmekle şereflensin... Kararmış ufuklarımız eşsiz ışığınıza garkolsun. Paslanmış kalplerimiz Yed-i Beyzâ’nızın nûruyla cilâlanıp ışısın… Ey Allahım, başlasın bahar ve gül mevsimi! Ve geldiniz Efendim!... Ne muhteşem, ne şanlı bir gelişti o Yâ Rabbî! Kitap gibi geldiniz, yıkıldı Kisrâ’ların saraylarındaki burçlar... Sûre gibi geldiniz, ey Allah’ın Sevgilisi... Âyet gibi geldiniz, söndü ateş gecelerdeki nâr... 358

Hayy’dan Hû’ya


Geldiniz ve ashab dedi: Kalbimizde taht kurdun ey Yürüyen Kur’ân... Bütün benliğimiz emrindedir ey Resûl-i Zîşân ! Anamız babamız hepsi Siz’e kurban olsun, bu canımız Siz’e kurban! Geldin, kavurucu sıcaklardan bunalmış, dudakları çatlamış çöllerden berrak ırmaklar çağıldadı çavlan çavlan.. Geldin ki bir aşk deminden bir aşk demine ve aşktan söz ettiğinde... Saf aşk kesti kalpler... Cânım Efendim! Varlığın Nûr’u Efendim! Bizler dahi beklemedeyiz... Yüzünü dünya gözüyle bir kerecik görememenin azabıyla yanan bizler, yani ümmetin, biz dahi beklemedeyiz Efendim!... Ne kahredici, ne yakıcı, ne kavurucu bir bekleyiştir Efendim!.. İslâm coğrafyası her ne kadar şerha şerha kanasa da bugün, Somali’de açlıktan kırılırken Müslümanlar, bir köşede yine de Siz’i ve emanetlerinizi düşünüyor bir yandan, direniyor açlığa ve zorbalara Efendim!... Daha dün “Allah Allah!” nidâlarıyla yedi iklim dört bucak koştururken i’lâ-yı kelimetullah uğruna Siz’in müjdelerinizi bekliyorduk ve gürbüz coğrafyalar açılıyordu omuzda... Nasıl dün Siz’in emanetinizi yaymak için dünyaya canla başla uğraştıysak bugün de Afganistan’da Siz’in kutlu nefesinizin rüzgârıyla darmadağın oldu düşmanlar... Bosna’da Siz’in ümmetinizin kanı aktı ve Kosova’da sizin ümmetinizin kanı akıyor oluk oluk... Cezayir’de, Eritre’de, Doğu Türkistan’da, Çad’da Siz’in ümmetiniz direniyor bütün zorluklara, Siz’in ümmetiniz olma onuruyla ve aşkla... Efendim, Ah Efendim!.. Siz’in Liva’nız altında buluşmayı bekliyor ümmetiniz... Ne uzun sürmekte Efendim!.. Ne uzun anlı ve ne kutlu bir bekleyiştir… Ne şanlı ve ne kutlu bir bekleyiştir... Savaşta ve barışta Siz’in aşkınızdır gönülleri yakan Efendim! Sürüyor eşsiz sevginiz ve getirdiğiniz aşk... Nusret Özcan

359


Cânım Efendim! Cânımın cânı Efendim!... Şairler yürek yakıcı ateşten kelimelerle seni anlatıp duruyorlar bir hayli zamandır; güzelliğinizi bitiremiyorlar. Efendim!... Kelimeler tükendikçe daha da artıyor güzelliğiniz. Rabbim! Yüce Rabbim! Bütün ümmetin beklentisini boş çevirme adı görklü Yüce Rabbim! Kavuştur bizi!.. Boğsun bizi de Allahım bu nûr tufanı... bu aşk... bu... bu... bu… Kafdağı

360

Hayy’dan Hû’ya


Sesin Sesin karlı buzlu kış geceleri Keskin ayazlar sesin Dağların doruğunda uğuldayan bir rüzgâr Buz tutmuş aynasında yapayalnız göllerin Titreyen ayışığı Yüzyıllar ötesinden elenir gelir sesin Ve karanlıklar kadar derin Öyle meçhul, öyle kimsesiz Bildik bir hikâyeyi fısıldar Öleceğiz… öleceğiz Dergâh - Mayıs 1996

Nusret Özcan

361


362

Hayy’dan Hû’ya


Ağrılar Vefakâr göğüslerde boğuluruz bir zaman Artık kendimizi ne yapsak tanıyamayız Birden kanar rüyalar Ve günden güne büyür büyük boşluklarımız. Kan revan güneşlerle her gün terk ediliriz Ağlayarak bir çocuk bu kuytu akşamlarda Rüzgârlı sokaklarda, sırılsıklam yağmurda Gezdirir yalnızlığı O korkunç ıssızlığı Her gece kuyusuna inilen mağarada Kıpkızıl bir köpeğin ağzında sürünürüz Ve nedense bu tuzlu, bu kekre uykulardan Yeşil bir ejderhanın zehri kalır yalınız Ve bir türlü bilmeyiz, bilemeyiz nedendir Durmadan ağrır durur, sızlar hep bir yanımız.

Nusret Özcan

363


Hüzünlüyüz* Hep bir şeyler unutmuş gibi sanki bir yerlerde Bütün yolcularımı uğurladım Eskimiş güneşler de kırıldı artık Neyleyim bu çiçekleri şimdi Bir rüyanın kanıyla büyüyen bu çiçekleri Artık dönecek yer kalmadı Hüzünlüyüz, ağlamak elbette bize düşer.

* Bu ve bundan sonraki şiirler not defterlerinde eskizler halinde ve başlıksız idi. Başlıklarını biz verdik. (ed. n.)

364

Hayy’dan Hû’ya


Ne Kadar Yalnızız O ağır, o ağrılı, o demir gövdelerle Sıyrılarak sislerden Uzun, boğuk bir hüznü bağırarak geceye Karanlık gemiler ki geçer yüreğimizden Bilinmez iklimlere Dumanları incecik bir yağmurla ıslanır Aşina yağmurlardır Gönlümüzce / yavaşça usulcacık dökülür Kokusunu getirir bakire seherlerin Bir çırpıda yakalar, sarhoş eder götürür Yarıp bağırlarını ağır hatıraların eskimiş hüzünlerin köpük köpük kanatır Ah bir kez uçuruma çıkmasın artık yollar İçimde hep o çocuk bir dua mırıldanır. Ağır bir türkü gibi savrulur durur karlar Duasına nedense masalları karışır O ki her gül vakti ölüme hazırlanır. Ruh bir şarkıyla yanar bu karanlıkta Haykırırız çaresiz Rabbim böyle ne kadar yalnızız ne yalnız Kalırız ortalıkta koskoca ayıplarla İç çekeriz kimsesiz / iç çeker hıçkırırız Rabbim böyle ne kadar yalnızız, zavallıyız. Ne kadar yalnızız Rabbim ve zavallıyız. Nusret Özcan

365


Şehir Küçülüyordu Şehir küçülüyordu bir bulutun içinde Sen yoktun, uzaktaydın, gemi küçülüyordu Şehrin bir yakasında yalnızlar yürüyordu. Yalnızlar ki ağlarlar meçhul bir ihtirasla Zehirli bir sevinçle sarsılır yürekleri Aynı yerden başlarlar hep aynı muammaya Yıllar ki bir karanlığa iter o yalnızları Tuhaf kımıltılarla kefenleyip ruhları Hediye ediverirler bilinmez bir toprağa O topraktan yeşerir misli görülmez şeyler Nadide karanfiller, hüzün dolu şiirler Şehir küçülüyordu bir bulutun içinde Sen yoktun, uzaktaydın gemi küçülüyordu Orospular caddeye günah tükürüyordu. 366

Hayy’dan Hû’ya


Gazel Bağçe-yi gül yerine sevdâyı soran ağlar Firak düşer de yâda yâr ağlar yârân ağlar Ol zülf-i hançer düşer gibi bezm-i âlemde Bilmezler sebepsiz hüznü hüsn ü ân ağlar Derken yâr çıkar gelir vîrân hayâl-hâneye Gül-i rânâ görünce hasedinden kan ağlar Değil savt-ı ankâdan, kadd-i serviden değil Mihr ü mâh hazânından canları yanan ağlar Al şâline sarılıp âsûde ruhlar gibi Bir aks-i mülevvendir ol mihrabda tan ağlar Menendsiz ehl-i ışkız sırrımızdan bahtiyar Söylense dile gelse rindân-ı cihân ağlar Nusret Özcan

367


O her kadında bulduğumuz bölük pörçük O her kadında kaybettiğimiz paramparça.

***

Ben! Hep başı önünde biraz ziyade çocuk İncecik şarkılarla yağmurlara açılan

***

Soğuk kuşlar uçurdum, bir daha dönmeyecek.

***

Ah o yüzünde her daim asılı duran mahzunluk Ve sonra… sonrası yok, sonrası çok karanlık

368

Hayy’dan Hû’ya


Bizim Mahalle Bizim Mahalle sımsıcak bir çocuk romanı. Çünkü sıcak bir ev, sıcak ailelerden oluşmuş bir mahalle var bu romanda. Gazetecilik mesleğini sürdüren Nusret Özcan, usta gözlemleri ve elbette çocukluk hatıralarıyla ortaya nefis bir çocuk romanı çıkarmış. Aile içinde her zaman yaşanan çocuklar arası rekabet, yaramazlar, uysallar, anne, baba ve çocuk ilişkileri, kıskançlıklar, sokak aralarında oynanan oyunlar, uçurulan uçurtmalar, zorda kalanlara mahallecek yapılan yardımlar, yanlış hareketlerde bulunan gençlere büyükler tarafından verilen öğütler, şefkat dolu ihtiyarlar; kısaca, bir mahalle bütün özelliğiyle bu romanda yansıtılıyor. Bizim Mahalle sıcak bir çocuk romanı dedik ama bu sıcaklık büyükler için de geçerli. Çünkü onlar da çocukluklarına dönerek o sıcaklığı yaşayacaklar. Gerçekten tadına doyamayacağınız, defalarca okuyacağınız ve okutacağınız bir eserle karşı karşıyasınız.

Sokak Sesleri “Onlar... Çarşafçısı, sakası, kalaycısı, macuncusu, yazlık sinemaları, kar şölenleri ve gaz lambaları ile benim masalımı zenginleştiren efsunlu hatıralar. Şimdi artık çok uzak ve şaşırtıcı bir ikilikle; bir o kadar da yakın bir geçmişte, bana oldukça ışıltılı ve âsûde bir hayatı yâd ettiriyor... Hem yaşayarak yazmak hem de yazarken yaşamak; bozulmuş çiçek bahçelerinin hüznünü, o geri gelmez güzel günlerin burukluğunu getirip getirip yıkıyor yüreğime... İstanbul benim bahtım... Ne kadar değişti, ne kadar değişecek daha kimbilir... Şahit olunanlar ve olunmayanlarla birlikte, yaşanmışlığı hiç değişmeden bir yerlerde kalacak çok şükür.” Nusret Özcan

369


Leyla ile Mecnun “Gecenin çöl rüzgarlarını dinledi Mecnun. Onların uğultularına kulak vererek düşündü durdu karanlıklarda. Leylâ’nın siyah saçlarını ve yanağındaki siyah beni düşündü. İçine düştüğü ve çıkamadığı siyah gözlerini. Gözlerine yıldızların üşüştüğü, çöl gecesi gözlerini. Ah, Leylâ ne kadar masum, ne kadar asil. Leylâ ne kadar mahcub, ne kadar temiz. Gözlerinin içi gülüyor Leylâ’nın. Leylâ güldümü dünya gülüyor. Leylâ’yı hayal etmek bile ne kadar dayanılmaz bir hâl. Sonsuzluğu fısıldayan çöl ve gökyüzü altında insan ne kadar yalnız. İşte her şeyi örten gece insana kalbini açıyor. Gecenin âsûde genişliğinde Mecnun ve derdi var. Mecnun inledi... ‘Geceyi âşığa sığınak ve azâb kuyusu yapan Allah’a şükürler olsun.’ ”

Kar Kelebekleri Onlar; nice karlı, buzlu yollarda, sarp kayaklıklarda, yanında yöresinde arkadaşları birer birer düşerken direnenler...İçleri kan ağlayarak bu müthiş geçidi yürüyerek tüketenler...Allahüekber dağlarında kar kelebekleri gibi düşen mehmetçiklerden arta kalanlar... Soğuktan kavrulanlar, açlıktan karınları kaskatı kesilenler ve uykusuzluktan gözleri yananlar..Öyle yorgun, öyle halsiz, süzgün gözleriyle, çatlamış dudaklarıyla, buruk gülümsemelerle baktılar Emin Çavuş’a ve gıptayla el salladılar...

370

Hayy’dan Hû’ya


Bir Hüzün Yolcusu Nusret Özcan’ın “Bir Hüzün Yolcusu” ismini taşıyan eseri beş hikâyeden oluşuyor: Bir Hüzün Yolcusu, Taburcu, Bu Çocukları Anlamıyorum, Annemin Kıyameti, Tuhaf Bir Akşamüstü. Eserdeki bütün hikâyeler, edebiyatı bilen, üslup sahibi bir yazarın kalitesini yansıtıyor. Nusret Özcan, milletimizin hayat tarzını oluşturan ölçüleri sanatlı bir dille okuyucuya sunmayı başarıyor. Yaşadığımız zamanda anlamını bilmeden kullandığımız bazı kelimeler ve deyimler bu hikâyelerin içinde zihnimize kaydoluyor. Okuyucu bu hikâyelerde bir yandan Nusret Özcan’ın edebi kimliğini bir yandan da hastalıklarla geçen son yıllarının ona neler hissettirdiğini bulacaktır.

Nusret Özcan

371


372

Hayy’dan Hû’ya


Not Defterlerinden

Nusret Ă–zcan

373


Nusret Özcan TÜYAP Kitap Fuarı’nda kitaplarını imzalarken

374

Hayy’dan Hû’ya


Kendi Notlarından Kötü davranışlardan istemediğiniz için kaçının, beceremediğiniz için değil. *** İçimizdeki şarkılar gibisi var mı? *** Bilmek ihtiyacı, yabancı olunan âlemdeki ifade arayışlarıyla orantılıdır. *** “Ben şuuru” hakkında bir yazı hazırlamam gerekti. Gördüm ki kafamdakileri kağıda geçiremiyorum. Ne oldu Allah’ım… Yazamamak ne kötü. Oysa konuya hakim olduğumu sanıyorum. Okul hiç mi hiç çekmiyor. Sırada bekleyen roman, hikâye, piyes gibi bir sürü taslak var fakat içimden hiç kalemi elime almak gelmiyor… beni boğan bir takım şeyler var… Yeni bir dil kurmanın zorluğu. Bilinen kelime dağarcığıyla yeni, yepyeni şeyler anlatmak… Ben ben değilim, bu değilim. 10. 04. 1986

*** Allahım! Bu yalnız kulunu affet. Nusret Özcan

375


Sanatçı: Dış dünyada olup bitenlerle kendi iç aleminin karşılıklı yankılanmaları arasında tarassut kulesini kurmuş ve bunu bilinçli bilinçsiz yapan kişidir. *** Kişinin yabancılaşması problemiyle ilgili Marxist felsefeye bakın: Adam Schaff, Marxizm ve Varoluşçuluk, De Yayınları, Kasım 1966, sahife: 8, 9, 10 *** Her işte bir sanat yönü vardır. Sanat da fikirsiz olmaz. O halde Necip Fazıl’ın sanatı ile mütefekkir yönünü birbirinden ayırmak kabil değil. *** Birbirimizin zindanı olmak! *** Şiirde duygu; bildirim cümlelerine hayır. *** Günün bütün hengâmesini ardınızda bırakıp şöyle bir uzandığınızda, dalların arasında bir yıldız yağmuru. *** Merhametle bakmak her şeye. Çepeçevre kuşatıldığımız ama farkında olamadığımız merhametle bakmak. 376

Hayy’dan Hû’ya


İktibaslarından “Mescide komadılar meykededen sürdiler âh Ne helâle yarar olduk ne harâma nidelüm” Necâtî Bey

“Sanıyorum, ruhsal kuvvetini ve şiirsel duygularını muhafaza etmek isteyen her kişi hayvansal gıda maddelerinden ve çok yemekten çekinir” “Kim yüce bir varlığın her yerde hazır ve nazır olduğuna samimiyetle inanırsa, gıda olarak her şeyden yararlanabilir.” Henry Thoreau

“Söyle evladım diye teselli ederdi annem beni. Söyle de hicran olmasın. Hicran oldu anne.” Oğuz Atay – Tehlikeli Oyunlar

“Şu topluluk senin kullarındır. Dinlerine olan bağlılıkları yüzünden ve sana yaklaşmak ümidiyle beni öldürmek için toplanmışlar. Onları affet. İyi biliyorum ki bana açtığın sırları onlara açsan yahut onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizleseydin bu hâl başıma gelmezdi.” Hallâc-ı Mansûr

“Kötü adam kendinden ürküp kaçar; dışarıya atılarak neşelenir; endişeli gözlerle etrafına bakınarak kendisini eğlendirecek bir mevzu arar; acı hiciv, saldırıcı alay imdadına yetişmese hüzün ve kederden kurtulamazdı; alaycı gülüş tek zevkidir. Bunun tam tersine, doğru adamın huzuru kendi içindedir; onun gülüşü sinsi değildir, duyduğu saadettendir: o bu saadetin kaynağını kendinde taşır.” Rousseau Nusret Özcan

377


“Fichte’nin sisteminin egemen düşüncesi, yaratıcı insan düşüncesidir; insanın yaptığından ibaret olduğu düşüncesidir. Kuşkusuz ki bu noktada varoluşçuluğun temel ilkesiyle karşılaşıyoruz: İnsanda varlık özden önce gelir. Fichte’ci Le Guier’in bu ana teması, varoluşçular tarafından sık sık yeniden ele alınmaktadır: Yapmak, yaparken kendini yaratmak ve yapılandan başka bir şey olmamak. Fakat bu noktada Marxizm, Fichte’nin öğrettiklerini daha yakından izlemektedir. Çünkü Fichte için öz ile varlık arasındaki ilişki diyalektiktir.” Garaudy

“Yalnızlığına kaç dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum. Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen, o geniş dallıya; sessiz ve dinlercesine sarkar o denizin üstüne. Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar. Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa değersizdirler: halk bu göstericilere büyük adam der.” “Her insan, benliğinde entelektüel yüksekliğin ve ahlaksal temizliğin çifte özlemini taşır. Her düşüncede açılmak eğiliminde olan iki kanat vardır: deha ile kutsallık.” Nietzsche

“Tanrı ufkunuzu her gün daha genişletsin! Kendilerini sistemlere bağlayan kişiler, tüm gerçeği algılayamayanlar ve onu ancak kuyruğundan yakalayanlardır; bir sistem, gerçeğin kuyruğundan başka bir nesne değildir ve gerçekte kertenkeleye benzer; onu yakaladığınızda kuyruğunu elinizde bırakıp kısa sürede bir yenisini üreteceğinin bilinci içinde kaçıverir.” Turgenyev’den Tolstoy’a 378

Hayy’dan Hû’ya


“Büyük fikirler, büyük zekâlardan daha çok büyük ruhlardan doğar.” “Ben ancak önemsiz konularda uysal ve küçük insanlara özgü bir yumuşakbaşlılık gösteririm. Önemli konularda hiçbir zaman boyun eğmem.” (Delikanlı’dan) Dostoyevski

“Günümüzde şiiri, şiirden çok da felsefeyi birer ölü sanat haline getiren şey nedir biliyor musunuz? Hayattan kopmuş olmaları. ” Andre Gide – Ayrı Yol

“Ve ben ancak inleyerek arayanları beğenirim.” Pascal

“Tanrı’ya şiddetle ihtiyacım var, diyor; çünkü daima sevebileceğimiz biricik varlık odur.” S. Zweig – Dostoyevski

“Felsefe bir romanda sindirilmemişse, bir cümlenin altını çiziyor, verilen bir öğüdü makasla kesip çıkarabiliyor, parçaları birleştirip bir düzen oluşturabiliyorsak, o zaman bu felsefede, romanda ya da her ikisinde birden bir yanlışlık var diyebiliriz.” The Common Reader – V. Woolf – J. Bennet

“Trajik duygu aslında iki yöne bakan bir yüzdür, dehşete doğru ve acımaya doğru bakar.” “Sanırım Eflatun güzelliğin, doğrunun görkemi olduğunu söylemişti. Bunun bir anlamı olduğunu sanmıyorum ama güzelle doğru akrabadır.” “Güzellik için üç şey gereklidir: bütünlük, uyum ve aydınlık…” James Joyce

Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi Nusret Özcan

379


“Bizzat kendi kendilerinin hakemleri olsunlar. En hür, en içten gelen arzularının kendilerini nereye sürüklediğini görsünler, bilmeksizin ne yaptıklarını ve yapmaksızın ne bildiklerini öğrensinler.” Blondel

“Şiirin orta hallisi veya kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. Ama iyisi, yükseği, harikuladesi aklın kurallarını aşar... Büyük şiir, muhakememizi tatmin etmez, allak bullak eder.” Montaigne

“Bir eserin içinde bir fikir, bir soyut düşünce bulamayınca o eserden hemen ümidinizi kesmeyin. Ben Faust’ta hangi fikri ortaya koymak istediğimi biliyor muyum sanki!” Goethe

“Şiirle resim başka başka yollardan aynı kanunlara uyarlar; bir resmin ana şartı resim olmak, bir şiirin ana şartı şiir olmaktır!” Chabaud

“Şiir, konuşma ile susmayı bir araya getirmektir.” Carlyle

“Zevk sahibi bir genç tanırım, her resim yapmaya başlarken diz çöker, dua ederdi: Yarabbi beni modelden kurtar!” Diderot

“Yazmak, insanların davranışlarını yazarak kurcalamak hayatı formüle edip çözülebilir bir problem haline soktuğunda, insan ilişkilerinin duygusal paylaşım yanı absürd bir görüntü kazanmakta.” İhsan Durdu 380

Hayy’dan Hû’ya


“Ne söylediğine ve hangi zamanda söylediğine dikkat et.” Hz. Ebubekir

Gazel * Zât-ı Hakk’ta mahrem-i irfân olan anlar bizi, İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi. Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz, Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi. Dünyâ vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişiz, Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi. Biz şol abdalız bıraktık eğnimizden şâlımız, Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi. Kahr-u lûtfu şey-i vâhid bilmeyen çekti azâb, Ol azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi. Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi, Cür’a-yı sâfî içüp mestân olan anlar bizi. Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek, Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi. Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün, Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi. Halkı koyup lâ-mekân ilinde menzil tutalı, Mısrîyâ şol canlara cânân olan anlar bizi. Niyâzî-i Mısrî

* Not defterinde bu gazelin yalnız 1, 2 ve 4. beyitleri yazılı idi. Biz teberrüken tamamını aldık. (ed. n.)

Nusret Özcan

381


Nusret Özcan’ın aziz hatırasına

382

Hayy’dan Hû’ya

Hasan AYCIN


Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber! Necip Fazıl KISAKÜREK

Nusret Özcan

383


384

Hayy’dan Hû’ya


Nusret Özcan

385


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook

Articles inside

Gazel

3min
pages 367-374

İktibaslarından

4min
pages 377-385

Şehir Küçülüyordu

0
page 366

Ne Kadar Yalnızız

0
page 365

Virginia Woolf ’a Dair İki Yeni Kitap

4min
pages 353-356

Hüzünlüyüz

0
page 364

Sesin

0
pages 361-362

Galiçya’dan Önce Kutlanan Zafer

4min
pages 349-352

Efendim

3min
pages 357-360

Ağrılar

0
page 363

60’ların Siyasetini Akyazı’dan Okumak

3min
pages 345-348

Bir Savaşın Ardından

4min
pages 339-344

Nur İçinde Yat Hilmi Ağabey

2min
pages 337-338

Unutulan

1min
pages 335-336

Zamana ve Hayata Dair

1min
pages 333-334

M. Kutlu Kitabı’nın Öyküsü - Söyleşi: Melih Bayram DEDE

2min
pages 327-330

Takdim

1min
pages 331-332

Belalı Sevgilim İstanbul” - Söyleşi: Hakkı YANIK

8min
pages 319-326

Aşklarımdan En Önemlisi” - Söyleşi: Gülcan TEZCAN

8min
pages 311-318

Söyleşi: Hasan ÜRKMEZ“Çocuklar Zamansız Büyüyorlar

11min
pages 301-310

O Ölmüş ve ÖlecekSelahattin YUSUF

2min
pages 281-284

HatıralarYusuf Abi

4min
pages 285-292

Nusret Özcan’la Geçen Yıllarımİsmail YEŞİLBAĞ

5min
pages 271-276

İbadeti de Arkadaşlığı da ‘Aşk’la Yapmak Lazım

7min
pages 293-300

Bir Dostun Tabutuna Uzaktan El SallamakAyhan YILMAZ

2min
pages 277-280

N. Özcan’ın Üç Geniş Zaman ÜlkesiSuavi Kemal YAZGIÇ

3min
pages 267-270

Ölümün Öğüdü Olcay YAZICI

3min
pages 263-266

Yüreğiyle Konuşan AdamMehmet Nuri YARDIM

4min
pages 259-262

İslâm Hoca’nın Nusret Abisiİsa YAR

1min
pages 257-258

Dosdoğru İnsanMümin VATANSEVER

3min
pages 251-254

Bir N. Özcan Sohbetiİslam ÜRKMEZ – Yusuf Ziya BAŞBAY

23min
pages 231-248

Vefa BorcumNecla VATANSEVER

1min
pages 255-256

MersiyeHulusi ÜSTÜN

2min
pages 249-250

Sokağın Aynasıİslam ÜRKMEZ

0
pages 229-230

Gönlün Mücessem HâliHasan ÜRKMEZ

2min
pages 225-228

Kabristandaki MütefekkirFerhat ÜNLÜ

5min
pages 219-224

Bu Çağın MollasıHasan Hüseyin ŞENER

1min
pages 213-214

Allah Onu Cennetine HapsetsinGülcan TEZCAN

4min
pages 215-218

Nusret Özcan’ı Yitirdik DostlarAbdurrahman ŞEN

4min
pages 207-212

GönüldaşYaşar ŞADOĞLU

2min
pages 199-202

Nusret Özcan’ın Vasiyeti: Aşk OlsunMehmet ŞEKER

1min
pages 203-206

Nusret Abimiz Yani Bizim AbimizSait SÜZEK

4min
pages 195-198

Bir Nusret Özcan Geçti Bu DünyadanCem SÖKMEN

4min
pages 191-194

Hepimizin Gizli HazinesiEngin SOBİ

0
pages 189-190

Bir Hüzün YolcusuMustafa ÖZCAN

3min
pages 169-172

Bırakıp Gitti BiziEmeti SARUHAN

3min
pages 185-188

Eğilmiş Kur’an OkuyorFadime ÖZKAN

4min
pages 175-180

Engin Bir Gönül AdamıZeynep ÖZTÜRK

3min
pages 181-184

İki Yıldız KaydıMehmed Niyazi

2min
pages 165-168

Bitmeyen AkşamEmre ÖZDOĞAN

0
pages 173-174

Nusret Abi’nin Aziz HatırasınaNihat NASIR

3min
pages 159-164

Mahzun YolcumuzMustafa MİYASOĞLU

3min
pages 149-152

Biricik AbimizBurak NARİNÇ

1min
pages 157-158

Nusret Özcan’ı Nasıl Tanıdım?İbrahim KİRAS

3min
pages 137-140

İnsan, Bir Kuş MisaliAbdullah MURADOĞLU

2min
pages 153-156

Ani VedaM. Nihat MALKOÇ

2min
pages 145-148

Gümüş Sakal Öldü mü?Mustafa KUTLU

2min
pages 141-144

Ölümüyle Bile Ders Veren Bilge ÇerkesSefer KAYAOĞLU

2min
pages 133-136

Mehmet KAHRAMAN - Gönlü Güzel, Kendi Güzel Adam

1min
pages 131-132

Dostlar Irmak GibidirAlper KANCA

5min
pages 119-124

Cennet Kokulu DostumMustafa Nafi KAYA

0
pages 129-130

Nusret Özcan’aİbrahim KALKAN

0
pages 117-118

O Gece Sekiz Saat KonuşmuştuAsım GÜLTEKİN

1min
pages 107-108

Nusret Özcan da Hakk’a YürümüşSadettin KAPLAN

4min
pages 125-128

Ses DostluğuAfet ILGAZ

1min
pages 109-110

Yahşı DostFethi GEDİKLİ

1min
pages 105-106

PortreH. Murat FİLİNTE

2min
pages 103-104

Gazetenin Ömrü 24 SaatMelih Bayram DEDE

1min
pages 87-88

Git biraz Üstad oku da polemik öğrenMehmet EFE

2min
pages 97-98

Gökleri İçine Dolduran Güzel İnsanaCengiz DEMİR

1min
pages 85-86

Ak Saçlı, Ak Sakallı Delikanlıİhsan DURDU

2min
pages 93-96

Güzel Abim BenimAli ÇOLAK

2min
pages 81-84

Akça KocaFikri Bülent ÇELİK

1min
pages 79-80

Yeni Şafak’ın “Ağ YüzüMurat ÇAPKIN

2min
pages 77-78

Beyaz AdamAbdülkerim CANTÜRK

2min
pages 73-76

Seni Öyle Özledik kiHamit CAN

3min
pages 69-72

Nusret Özcan Ayvaz Dede Şenlikleri’ndeydi

3min
pages 53-56

Gittin ammâ kiYusuf Ziya BAŞBAY

2min
pages 57-60

Himmet LimanımTuran BOZKURT

4min
pages 61-68

Evvel giden ahbâba selâm olsun erenlerİbrahim BALCI

1min
pages 51-52

Bitmemiş SenfoniEkrem AYYILDIZ

11min
pages 39-50

Nusret ÖzcanBeşir AYVAZOĞLU

1min
pages 37-38

Sürgün” Yıllarından BugüneM.Kemal AYÇİÇEK

2min
pages 33-36

ÖlümAli AKEL

1min
pages 23-24

Ebû Yusuf ’a Rahmet Olsunİlhami ATMACA

1min
pages 31-32

Aklımda Kalan En Güzel ŞeyÜmmühan ATAK

1min
pages 29-30

GünahSuat AK

0
page 22

Müslüman’ın İstanbul HâliÖzlem ALBAYRAK

3min
pages 25-28
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.