Mersiye Hulusi ÜSTÜN
“Öleceğim galiba!” diyordu. Kariye civarının tanış biliş esnafına hayırlı sabahlar der gibi rahat bir ses tonuyla, çocuklarına sitem eder gibi, bir İstanbul türküsünün nakaratını mırıldanır gibi söylüyordu bunu. “Öleceğim galiba, eş dostla muhabbet ederken vedalaşır gibiyim…” Ölüme gülüyordu, çocuğunu izleyen bir baba şefkatiyle aydınlanıyordu ışıltılı yüzü. Ölümü özlüyordu. Allah diyordu, Resul diyordu, eren, evliya, ecdât diyordu. Bugün ölmüş… Bir hastane odasının penceresinden bu susuz, bu cehennemî sıcağın içine düşmüş bir kar kelebeği gibi kanatlanmış ruhu. Cânım boğaz sularında bir vapurun köpüğüne değip serinlemiş, sonra saray burnundan Haliç’e dönmüş. Her bir minarenin ucundan son kez hayran hayran seyretmiş İstanbul’u. Sonra Eyüp Sultan’da yeşil çınar dallarının arasında sır olmuş. Gönül gözü açık bir derviş onu nur hûzmeleri içinde gökyüzüne yükselirken görmüş. Şadırvanda serinleyen bir yaşlı amca yanıbaşında abdest alan bıyıkları yeni terlemiş gence sormuş. “Evlat bugün kim ölmüş…” Bugün İstanbul ölmüş… Bugün Eyüp Sultan ölmüş… Bugün Haliç’te bir martı ölmüş. Bugün Nusret Özcan ölmüş… Nusret Özcan
249